Put

Put

Put diken, puta tapmayı hortlatan, puta tapan asırdır bu asır. İnsanlığın en büyük yanılgısı, ortak sevgi ve saygı alanında oldu çağımızda. İnsan, kalbinin bağını Tanrıdan kopararak eşyaya, güçlü görünen insanlara, düşüncelere ve sistemlere bağlıyor. Bu bağlanışı şöyle veya böyle ölçülü bir bağlanış sanmayın. Bu, aklın veya sağduyunun kabul edeceği veya mazur göreceği bir ilgi değil, irrasyonel bir bağlanış, âdeta bir tapıştır. İnsan çağımızda gönül tarlasına durmadan put dikiyor. Kendi türettiği eşyaya, kendi kurduğu sisteme veya kendinin yücelttiği insana tapmak yoluyla kendine tapmaya çalışmakta belki de. Kendini dolaylı yoldan putlaştırmanın boş deneyinde.”

 

Aslında insanın kendini veya başkasını put­laştırması, sonuç olarak, aynı yere çıkar: Şifası güç bir aşağılık duygusu saplantısına.Tarihî bir aşağılık duygusunun pençesinde kıvranmakta insanlık.

 

Bu kompleks nasıl oluştu? Tarihçilerin ve ta­rih düşünürlerinin üzerinde şiddetle durması gereken önemli nokta, İnsanlığın çağdaş trajedisine sebep olan put dikiciliğinin temeli burada ya­tıyor.

 
Görünen olgu şu ; Rönesanstan bu yana sürekli olarak ortadan kaldırılmaya çalışılan din duygusunun, inancın yerini insan kültünün, do­layısıyla put örüşünün alışı. Bu da, giderek, aşa­ğılık duygusunun insan ruhunda çöreklenmesine sebep oluyor. Ancak, İnsanın kendi kendine bile itiraftan çekindiği bu mahkûmluk psikolojisi, so­mut plâna maskeler takarak çıkma zorunluluğu­nu duyuyor. Putlar maske görevini yapmakta. Güçleriyle İnsanlara boyun eğdiren kişilerin yüz­lerine bu maskeler geçirilmekte, böylece faniliğin örtüldüğü sanılmakta; ve onların iğreti bir ebe­dîlik örtüsüne büründüklerine İnandırılmaya çalı­şılmakta İnsanlık.

 
Rönesansta Batı din İlgisini zayıflatmakla birlikte büsbütün koparıp atmamıştı. Uzun yüz­yıllar Batı put kinci peygamberi putlaştırarak dolaylı yoldan puta tapıcılığını korumaya çalış­mıştı. Ama ne de olsa bu yanm puta tapıcılıktı. Tam putlaştırıcılık girişimi, Fransız devrimiyle başlar Batıda. Bu dinsizlik veya yeni din girişim­leri, ya da liderlerin, devrim öncülerinin kendi kendilerini putlaştırmaları bir nevi erken oluşlar olarak başarısızlığa uğramıştı. Ama, görülüyor ki, çağımızda antik dünya politeizmi, yeni kişiler ve adlar etrafında, dirilişini, daha doğrusu hortlayışını yapmak istiyor.

 
Nietzsche, hıristiyanlık insan ve Tanrı ideasının yerine Dionizos yorumu içinde kendi insanüstü kültünü koymak İstedi. Marx’tan daha çok etkin bir değişime sebep olabilirdi o, eğer felsefesinde kollektif bir unsur olsaydı. Tam tersine kitleden ve yığından, korku, ürküntü ve adetâ tiksintiyle bahsetti. O, yeni bir varlık düşledi, bu ne insan, ne Tanrıydı. Tanrıya ve insana gereksinme duymayan yeni bir varlık. Ancak bu tür devlere ütopyalarda bile yer yoktur, olsa olsa masallarda bulunabilirler. Öte yandan, Nietzsche’nin felsefe­si masal gibi tatlı ve hoşa gidici de değildi. Ço­cuksu bir tarafı vardı ama bir de öbür yüzü var­dı bu felsefenin. Bütün dikkatleri üstüne çekmek istemesine rağmen, bu felsefenin teklif yanı bir gerçekleşme şansına sahip değildi. Ancak felse­fenin öbür yüzü, yani red yanı bir hayli etkili olmuştu. Zaten zayıflamış bulunan hıristiyanlık adetâ ölümcül bir darbe aldı. Kendini deccal ola­rak ilân eden Nietzsche, samimiliğini yitirmiş olan hıristiyanlığın kâğıttan anıtını Dionizos hançeriyle deldi. Olsa olsa yufka yürekli bir deccaldı o! Çağın yakında asıl deccalları sökün ettirecek bir iklime gebe olduğunu haber vermişti bu iddiasıy­la. Felsefesi hiç bir kollektif öz- taşımadığı için ferdî bir çıkış olarak kalan Nietzsche, gerçekte nefret ettiği yığınların deccalını vaktinden önce kendi şahsında görme yanılgısının kurbanı oldu. Yığınlara tek önerisi olabilecek Dionizos coşkusu da, ancak kâğıt üstünde ve şiir metinleri olarak kalmaya mahkûmdu.

 

Yunanlılardaki tanrı çokluğu, adetâ yığın halinde tanrı ideası karşısında Nietzsche’nin ir­kilmesi gerekmez miydi? Belki de bu sebeple O da birinden yana çıkıyordu : Dionizos’tan yana. Apollon, adetâ, Dionizos’u daha iyi belirtmek İçin bir kontrpuan olarak duruyordu bu öğretide, Nietzsche, Dionizos'u yakın buluyordu kendine (Aslında burda O’nun trajik kader ironisi yatı­yordu : yakıcı aklın uçurumundan kaçarak coş­kuya sığınmanın kurtarıcı imajıydı denebilir Dio- nizos O’nun için.). Nitekim: çılgınlık nöbetlerin­de kendini Dionizos olarak görüyordu. Biraz daha yaklaşıp bakalım : Dionizos neydi? Dionizos, ken­dini yitererek kurtuluşa ermek demekti. Bu an­lamda, Nietzsche’nin üstün - insan görüşü de tek kişinin tanrılaşması gibi bir olmaza saplanıp ken­di büyüklüğünün sarhoşluğunda, daha doğrusu çılgınlığında kayboluş, kendi uçurumlarında çın­layan bir vitiş sesi olmaktan öteye geçemedi. Ve geçemezdi de.

 
Nietzsche, Dionizos yüksek fırınında küle dö­nüştü. Ama bu külün üstüne savrulduğu Avrupa ruh çölü, putlar ormanının zakkum kozalaklarını sergilemekte gecikmedi. Deccal palyaçosu filozo­fun lâneti cehennem çiçeklerini açtı nihayet ça­ğın alacakaranlığında : faşizm ve komünizm, kı­zıl ile kara, deccal silüetleriyle donattılar ufukla­rı. Bu ideolojiler, ırk ve toplum maskeleri altında şahıs kültünü yaygın hale getirdiler.

 

Birinin tu­zağı tarih ve mit, öbürününkü ekmek ve öçtü. Çin, geçerliğini yitirmiş tanrılarının yerine Devrim ön­derini koydu. Mao, anlaşılıyor ki, Çinlinin öz ru­hunda, bir şer tanrısından başka bir şey değildir (Çin inançlarına göre, ancak şer tanrıları vardı) Ondan korkulur, ondan çekinilir. Herkes ona uy­mak zorunda hisseder kendini. Konfüçyüs bunu önermişti: «Rüzgârın önünde eğilen başaklar gibi başeğin.».«Kızıl kitab»ı, Çinli, bir incil gibi de­ğil, bir tevrat gibi okuyor. O, ona bir umut ve muştu değil, bir korkudur. Marx, Lenin v.b. hep insan çehreli putlar olarak sunuldu çağın insanı­na, bilhassa gençliğine. Çevresinde mit hâreleri. Sözleri de dua ve kutsal kitap gibi öğretildi. Bir Devrim mistikliği doğuruldu. Yavaş yavaş dinin yerine devrim, din önderleri yerine de devrim ön­derleri konuldu.

 
Batı, Hazreti İsa'nın tanrılığına artık inan­mıyor gerçekte. Ondan kurtulmakta ama İslâmın Tanrı kavramına, «mutlak» kavramına ulaşamı­yor bir türlü. Hz. İsa yerine bir takım çağdaş ki­şiler tanrılaştırılmak isteniyor. Şahıs kültü temel­de değişmiyor. Gerçi bu Batıda komünist ülkeler­deki gibi adetâ zorlamasız bir akış kazanmış de­ğil. Batının bunalımı biraz da bu kült değiştirme­den doğuyor. Doğudaki kadar kesin ve keskin ol­mamakla birlikte, yani belki biraz anonim, biraz da yaygın olarak, şahıs kültü Batının ruhunu ya­kıyor yine de.

 

Ekonomi putları, politika putları, devrim ve ideoloji, müzik, spor, sinema putları. İrili ufaklı putlarıyla Batı ve Doğu, Hz. İbrahim'in, hakika­tin şimşeği olan baltasına muhtaç. Adetâ onu bek­liyor.

 
Ah, ne olurdu, Hz. İbrahim'in, Hz. İsa'nın ve son Peygamberin hakikat şimşeği, bir diriliş meş’alesi gibi, insanlığın üzerinde kamçısını şaklatsaydı da, birden aydınlanan çağın gecesinde bu meş'alenin altında put homongoloslarının ecin­niler gibi şeytanların bilinmedik ormanlarına, doğru kakıştıklarına tanık olsaydık.

 

Sezai Karakoç-İslamın Dirilişi
Devamını Oku »