2-On Beş Yerde Erkek ve Kadın Müsavidir



İslam dîni on beş yerde erkek ve kadın nevi'lerinin haklarını müsâvi kılmaktadır. Bu on beş yerde erkek ne gibi haklara sahibse kadın da aynısına sahibdir.

1 -Küfür, zulüm, fısk ve isyanı terk etmekte kadın erkekle eşittir ve binaenaleyh bîat etmekte, oy kullanmakta kadın ve erkek eşittir. Şu kadar ki, Peygamber erkeklere hem söz ve hem musafaha ile, kadınlara yalnız sözle bîat etmiştir. Demek erkeğin imzası nerelerde geçerliyse, kadının da imzası oralarda geçerlidir. Nitekim bu hüküm şu ayet-i kerîmeden anlaşılmıştır:

*“Ey Peygamber! Mü'min kadınlar -Allah'a hiçbir şey eş tutmama­ları, hırsızlık (ve gasb) yapmamaları, zina etmemeleri, evladlarını öldürmemeleri (çocuk düşürmemeleri), elleriyle yapageldikleri arasın­da bir iftira düzüp götürmemeleri (bir çok gayrı meşru doğurup sonra ko­casına nisbetle iftira etmemeleri), herhangi bir iyilik hususunda (emrede­ceğine) Sana âsi olmamaları şartıyla- bîatleşmeye geldikleri zaman, biatlerini kabul et ve onlar için Allah'tan mağfiret isteyiver. Çünkü Allah çok yarlıgayıcı ve çok esirgeyicidir.” [El-Mümtehine 12] buyrulmuştur. Erkeklerin de bîati yine bundan ibaret idi.

Mekke-i Mükerreme'nin fetih gününde bu ayet nazil olunca, Pey­gamber aleyhisselam erkeklere musafaha ederek, kadınlara da yalnız sözle bîat ettiler. Şu halde erkeklere haram olan ne varsa kadınlara da haramdır. Mesela bir erkeğin yabancı bir kadının veyahud kadının ya­bancı bir erkeğin sözünü ihtiyaç kadar dinlemesi caizdir. Dîni talimde, alış verişte ikisi eşittirler. Ancak bir erkeğin kadınla tenhada bulunmaları haramdır. Binaenaleyh bir şeyh, âlim, müderris veya muallim, kız talebesinin elini tutamaz. Ancak bir doktorun dokunması bundan müstesnadır. Yani kadın bir doktor bulunmazsa yahud erkek doktor bir kadın vası­tasıyla teşhis etmekten aciz kalırsa, bu takdirde doktorun kadına dokun­ması, müdahale etmesi caizdir. Aksi de böyle. Nitekim İbnu Âbidîn bu hususta bir risale de yazmıştır.

Hazreti Ayşe diyor ki: "Peygamber,* “Hadi gidin,sizin biatinizi (sözlü olarak) kabul ettim.” buyurmuştu." Muşârun ileyhâ şöyle devam ediyor:

*«Vallahi Rasûlullah kadınlardan Allah Teâlâ'nın kendisine emret­tiğinden başkasını almamıştır. Vallahi Rasûlullah'ın eli (zevcelerin­den ve dokunması helal olandan başka) bir kadının eline dokunmamıştır. Rasûlullah onlarla sözleştiği zaman kendilerine biatinizi kabul ettim, derdi.» Demek biatte musafahadan başka erkek ve kadın eşittir.

2-İman ve ibadet konularında,

3-İslamın ahkamını icra etmede,

4-Allah'ın ve O'nun Rasûlü'nün emrlerini yerine getirmek, rûhî ve bedenî vazifelerde,

5-Nifak ve riyâyı terk etmede,

6-Huşû' ve tevazu ile namazı kılmada,

7-Kendi mallarından zekat ve sadakaları çıkarmakta ve mâlî cihadda,

8,9- İffet ve namusu korumakta, seferde ve iktidarsızlık halinde orucu bozmakta,

10- Allah'ı zikir etmede, dua ve teşbihlerde,

11- Bunları tebliğ ve talim etmede erkek ve kadın müsâvîdir. Ancak talimde şartlar vardır. Nitekim doktorluk, alış veriş ve mecburi konuşma­larda da şartlar vardır: Edeb, hayâ, vakar. Bunlar hepsi şu ayet-i kerî­meden anlaşılmaktadır:

*“Allah'ın emrlerine râm olup boyun eğen erkekler ve Allah'ın enir­lerine râm olup boyun eğen kadınlar, (dinde tasdîki gerekli olan İslamın tümüne) iman eden erkeklerle iman eden kadınlar, tâatte devam eden erkeklerle tâatte devam eden kadınlar, (özünde, sözünde ve ha­reketlerinde) sadık erkeklerle sadık kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, mütevazi olan erkeklerle mütevazi olan kadın­lar, (gerek farz ve gerek nafile) sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, gizli yerleri (ha­ramdan) koruyan erkeklerle gizli yerleri koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkeklerle Allah'ı çok zikreden kadınlar için Allah mağfiret ve büyük mükafatı hazırlamıştır.” [El-Ahzâb 35] buyrulmuştur. Bu ayet-i kerîmede erkek ve kadın nevi'lerinin eşit oldukları yerlerle müşterek vazifeleri beyan buyrulmuştur. Özellikle zikir kelimesinde, Kur'an tilâveti, ilimle iştigal, hatta tebliğ ve talim dahildir.

Bazı ayet ve hadislerde hitab erkeklere yöneldiği için birçok dinde cahil olanlar "Allah erkekten bahseder ve kadından bahsetmez." diyor­lar. Halbuki bu iddia onların cehaletindendir. Çünkü Arab edebiyatın­da olduğu gibi Kur'an ve hadiste de iki nev'e hitab olduğu zaman "tağlib" kaidesine binaen bir taraf zikredilir, diğer taraf kasdedilir. Nite­kim ayet-i kerîmenin sonunda olan "hum'' yani onlar zamirinde tağlib vardır. Çünkü hum zamiri erkeklere mahsus olan zamirdir. Hitab erkek­lere olsa da sibak ve siyak karinesiyle her iki nevi' kasdolunmaktadır.

Nitekim"Namazı dosdoğru, yerli yerinde kılın." mealindeki emr-i şerîf erkekleredir, amma hitab yine tağlib kaidesine binaen umumdur. Kadınlara mahsus hükümlere gelince, onların özelliklerini be­yan etmek için -bir önceki ayette olduğu gibi- kendilerine ayrıca sıfatla­rıyla beyan olunmuştur.

12- Miras almakta, -mikdar söz konusu olmaksızın- kadın ve erkek eşittir. Ancak bir meselede kadın bir, erkek iki pay alır. Bu da ferâiz ilmin­de hikmeti beyan olduğu üzere, kadın ekseriyetle babasıyla çalışmaz, oğlan kardeşi çalışır, onun için oğlan iki pay alıyor. Bir de, kadının başı­na bir iş geldiğinde, mesela mağdur duruma düştüğü zaman, oğlan kar­deşine döner. O da mirasta kız kardeşinden fazla aldığı hisseyi nazar-ı itibara alarak, kendisine malından harcar gibi minnetsiz bakar. Sanki kız kardeşi payından bir kısmını kendisine emanet etmiştir, amma mülkiye­tinden çıkmıştır. Ve daha birçok hikmetleri vardır.

13-Kazançta erkek ve kadın farksız olarak, her biri kendi kazancı nisbetinde malına sahibdir. İster bu kazanılan mal ve mülk el emeğiyle ve ister mirasla ve ister hibe ile kazanılsın, farksızdır. Maateessüf hanım­larına kayınpederlerinin malından mirası almayı emredip sonra gasbe- denler de vardır. Bu da zulümdür. Kadının babasından aldığı miras şah­sına mahsustur.

14-Şahidlikte erkek ve kadın eşittir. Ancak burada da, kadının aklı, beyni gibi kuvvet ve hacim olarak, erkekten daha az olduğu için, miras meselesinde olduğu gibi, kadın erkeğin yarısı sayılmaktadır. Kadının er­keğin yarısı olmasını, ileride ilmen de isbat edeceğiz.

15-Siyasi ve diplomasi konusunda, bir çok yerlerde erkek ve kadın eşittir.

Kadın fıtraten, akıl ve kuvvetçe erkekten daha zayıf olduğu için, siya­si ve diplomasi konularında tek başına hareket edemez. Nitekim hacca gitmesi tek başına caiz değildir. Şu halde fikir alış verişinde, hac mese­lesinde kadın bir erkeği kendisiyle beraber işleyeceği harekete ortak et­melidir. Bir önceki konuda Süleyman aleyhisselâm'ın kıssasına bakınız.

İSLAM DÎNİ NEVİLERİN GÜÇLERİ NİSBETİNDE VAZİFELERİ TEVCİH EDER VE HAKLARINI KORUR

İslam dîni insanlardan erkek ve kadınlara güçleri nisbetinde ahlakî vazifeleri tevcih eder ve zayıf olanların haklarını korur. Özellikle kadın­lara merhamet etmeyi emreder. Allah Teâlâ her iki nevi'den mürekkeb insanı yaratmış, yarattığı için her birinin güç ve liyâkat nisbetini bilmiş ve ona göre teklifleri yöneltmiştir. Nitekim zaman cinsinden ibaret gece ve gündüzü ayrı ayrı olarak yaratmış, her birini muayyen vazifelere zarf kılmıştır. Evvelden dediğimiz gibi, mesela gündüzü hareket, sanat ve zi- raatle çalışmak, hüküm etmek ve cihad yapmak gibi vazifelere mahal kılmıştır. Böylece gündüzde erkeğe hareket ve çalışmayı emretmiştir.

Şöyleki, bir erkek sabah yatağından kalkar, günlük vazifesine devam eder, hayatının rızkını temin etmeye çalışır. Akşama kadar yorulur. Bu yorgunluğunu zarf olarak geceyle, zat olarak eşiyle giderir. Demek gece istirahat için olduğu gibi, kadın da erkeğinin yorgunluğunun giderilmesi için yaratılmıştır. Sabahleyin erkeğini evin içinden iş yerine iteler, ak­şamleyin de eve çeker, yorgunluk ve bitkinliğini giderir ev hanımı. Erkeği ona döndüğü zaman yemeği hazır, yeri temiz, evi havalı müreffehtir. Ev halkına selam verir, rahatça oturur. Ev kadını arkadaşına hoşgeldin der, moral verir. Icab ettiği mikdarda işini yapar, istirahatini temin eder. Er­keğin kazanıp ona teslim ettiği maldan infak eder; artan kısmı muhafaza eder.

İşte böyle bir kadının yanına gelen erkek sükun bulur. Cennet bu! Birbirine mukabil iki nevi', erkek ve kadın, İslamın emrettiği şekilde hayat vazifelerinde çalışırlarsa, Allah da aralarına muhabbeti, şefkati, sevgiyi, şuuru, şevki, rağbeti ve bağlılığı verir. İşte ızdırablar bununla geçiverir. Tatminkârlık da bunda mümkündür. Aksini düşün. Kadın cam fabrikasın­dan geldi; yorgun. Beyi demir fabrikasından geldi; yorgun. Pazar günü her biri kendi kazancından filesini doldurmuş, mutfak masrafını görmüş, ikisi de infak etmiştir. Yalnız ve yalnız bir iki ayda birbirine iki eş muame­lesine muhtaç, bunun dışında hep ayrı olursa, vicdana havale. Nefret mi, sevgi mi? Kavga mı, kucaklama mı? Kim bunların yorgunluğunu gidere­bilir, öfkelerini yenebilir, aralarına girebilir? İşte dünyadaki cehennem bu! Şu ayet-i kerîmeye dikkatle bakın.

"Size nefslerinizden kendilerine (ısınıp) sükun bulmanız için zevce­ler yaratmış olması, aranızda bir sevgi ve esirgeme yapması da O'nun ayetlerindendir. Hiç şübhesiz fikrini (dimağ ve kalbini) çalıştı­racak bir kavim için elbette ibretler vardır." [Er-Rûm 21] buyrulmuştur. Cinsler daima birbirinden nefret eder. Ama nevi'ler birbirine cezbolunur. İnsanların hepsi kadın yahud da hepsi erkek olsalardı, iki eşin araların­daki merhamet ve aşk cazibesi nereden olurdu? Gece ve gündüz de bir olsaydı, bu nizam nasıl devam ederdi? Şübhesiz Allah Teâlâ, erkek ve kadınların yani iki eşin mütekâbil vazifeler görmeleriyle kalblerine sevgi, bağlılık ve meyl-i küllîyi vermiştir. Eğer kadın erkek vazifesini, erkek ka­dın vazifesini görürlerse, aralarındaki küllî muhabbet, küllî nefrete dönü­şür. İşte bu nefrreti kaldırmak için Allah Teâlâ nikah akdini meşru kıl­mıştır. İşte Sünnetullah! Demek kadın ve erkek ikisi içeride veya ikisi dışarıda çalışırlarsa Sünnetullah'ı ihlal ederler. İşte bu ihlal, evlerdeki anarşiyle semerelenir.

Mühim veyahud büyük vazifeye tefekkür lazımdır. Eğer erkek mutfak işiyle uğraşırsa, şübhesiz fikri dağılır, işin iki yakasını bir araya getire­mez olur. Özellikle iş takibcisi ve memurlar, çalışma esnasında dimağı mutfakla bağlı olunca işi nasıl yürütebilir? İşte bunun için ev kadını evde iş görmekle erkeğin mefkeret ve âkile kuvvetine yardımcı olur. Böylece kadın da mutfak ve evinin iç İşinden başka çalışmaya uğraşırsa, onun da alâkası evden ve koskocaman ev işlerindeki bilgilerden geri kalacaktır. Erkek dışarıdaki işi görmekle kadının rûhî huzuruna yardımcı olur. Zaten örf de bunu gerektirir.

Eğer böyle olmazsa her iki taraf için bece­riksizlik ve başarısızlık olur. Avrupanın birçok mütefekkirleri bu başarı­sızlığı ilan ederek feryad etmektedirler.*“...Kadınların yüklendikleri ma'rûf hak gibi, alacak hakları da vardır. Erkekler derece (güç, mertebe) olarak onlardan üstündür...” [El-Bakara 228] buyrulan ayet-i kerîme, erkek nev'inin kadınlar üzerinde, kadınların da erkekler üzerinde haklarını beyan ederek, ayrıca birçok cihetlerle erkeğin üstün yaratıldığını da izah etmektedir. Kadınların zayıf­lıklarına mukâbil, erkeklerin onlara yedirmeleri, giydirmeleri, rahmet ve şefkat etmelerini de emrediyor. Nitekim bu hükme işareten Rasûl-u Muh­terem:“Sizin en hayrlınız hanımlarına en hayrlı olanınızdır.” buyurmuştur. Her cihetten kadınlara iyilik edin demektir.

İşte kadın haklarını koruyacak, İslamın aslî düsturlarından birincisi budur. Demek İslam dîni kadınlara en büyük hakkı tanımaktadır. Çünkü erkek hareketli ve işçi olduğu münasebetiyle kadına muhtacdır ve onsuz tekmil edemez. Bunun için erkek evliliği terk edemez, aynı zamanda kadınlara vazifenin dışında bir vazifeyi yükleyemez. Çift sürmek, ağır ticaret yapmak, sanayi yerlerinde çalışmak gibi işlere kadın bünyesi müsaid değildir. Zaten böyle yerlerde onun çalışması şerefine layık olmayan bir şeydir. Bence dairelerde, fabrikalarda kadınların çalıştırılması, vahşet ve haklarına tecavüz etmekten başka değildir. Çünkü kendilerine mahsus birçok vazifeleri vardır. O vazifeleri icra etmek için bilgiye muhtaçlardır. Onları sahalarından başka yerde çalıştırmak, bünyeleriyle kendi vazifeleri arasına sed çekmekle ifade edilir. Bu sırra binaendir ki bir çok fukaha: "Kimsesiz kalan bir kadının nafakası devlete vacibdir. Devlet bunu ödeyemez ise bulunduğu mahal­lenin adamlarına yüklenir. Mahalledeki müslümanlar ona bakmaya mecburlardır." demektedirler. Binaenaleyh kadın evinde oturur, cemiyet ihtiyacını görür.

Genç kadın hayz zamanında namazı terk, orucu tehir eder. Demek Allah Teâlâ onlardan bir kısım teklifi kaldırıyor. Teklifi kaldırdığı günlerde onları ağır işlerde fabrikalarda çalıştırmak, haklarına tecavüzdür ve Sün- netullah'a muhaliftir. İşte bu yardıma teşvik için Allah Rasûlu şöyle buyurur:*''Kim müslüman bir evin ehline bir gece ve gündüz (yemek, içmek ve giy­mek) masrafını temin ederse, Allah Teâlâ günahlarını örter.” Şübhe­siz mahallede bulunan müslümanlar belediye ve devlet bu vazifeyi görmezse, yani kimsesiz kalmış, çalışmaya mecbur kadınlara yardım etmezse, Allah korusun namus mefhumu ortadan kalkar. İşte bu namu­sun korunması için kadınların şerefini korumak ve onlara yardım etmek İnsanî bir vazife sayılmaktadır.

Demek erkek, kadın ve namusun bekçisi­dir, kadını koruyucudur. Zaten erkekle horoz arasında fark budur. Kadının nafakasını elinden gasbeden bir adam, horoz kadar idrakli değildir. Çünkü horoz bir taneyi bulur, tavuğu çağırır, ona yedirir. Bu ise, tavuğun bulduğu bir taneyi elinden almış oluyor. Bu da zulüm!

*“Sîzden biriniz şükredici bir kalb, zikredici bir dil, ahiretine (ve dünyasına) yardım edici mü'mine, saliha bir zevce tutsun.” buy­rulmuştur. Kalbin huzuru böylece temin edilir. Kadın kocasına ev işlerinde yardımcı olduğu gibi, ayrıca ahiretine de yardımcıdır. Demek izdivac sadece keyf için değildir.* “Kadınlar ancak erkeklerin (mukabili, dengi, benzeri ve) şıkkıdır.” Yani bir parçasıdır. Şu kadar ki, erkekler güç, bünye ve akıl itibarıyla onlardan üstündür. Bunun için ev işleri onlara farz olmadı. Evde çalışmaları cihad sayıldı. Hayrete şâyan ki İslama bir kuyruk takarak İslam sosyalizmi iddiasında bulunan zavallı insanlar, “Kadınlar ancak erkeklerin şıkkıdır.” mealindeki ha­dîs-i şerîfi göstererek "Her cihetle kadın erkekle eşittir." şeklinde mana etmişlerdir. İşte bu korkunç bir hatadır.

Ailevi yuva kurmak, bir kuvvetli ve bir zayıfın hayat şirketinde ortaklaşmalarıdır ki iki ortaktan hangisi kuvvetli ise hâkimiyet ve emr onun elindedir. Ayrıca ona şefkat ve merhamet teklifi yapılır. Hayat geçimini temin etmek, kazanç vesilelerine başvurmak vazifesi erkeklere yüklenir. Aldıkları ve kazandıkları mallarından kadınlara infak etmekle, üstünlük kazanırlar erkekler. Çünkü ilmen de erkeğin kadından üstün olduğu müsbettir. Bundan dolayı aile reisliği ona verilir. Şübhesiz reis şefkatli, idareci ve cömerd olmalıdır.

*“Erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler. O sebeble ki Allah onlar­dan kimini (erkekleri) kiminden (kadınlardan) üstün kılmıştır. Bir de (er­kekler kadınlara) kendi mallarından infak etmeleri sebebiyle...” [En-Nisa 34] mealindeki ayet-i kerîme, hayat şirketinin kurulmasında ve ortaklıkta hâkimiyet ve emri erkeklere vermektedir. Reislik, hâkimiyet ve amirliğin erkeklere aid olduğunu beyan etmiştir. Çünkü hayz, nifas ve gebelik za­manlarında kadınlarda asabî durumlar, acizlik, bedenî ızdırablar ve aslî bünye zayıflığı zarûrîdir. Hâkimiyet ve amiriyet vazifesi de onlara yükle­nirse, tahammül gücünün dışında bir şey yüklenmiş olur ki, bu mizaçla­rını değiştirir ve onlara zulüm olur. Eğer kadınlara yalnız bu hak verilirse, hiçbir zaman asabî hastalıklara yakalanmayacaktır. İşte bunu idrak et­mek lazımdır.

Gebelik zamanlarında zaaf üzerine zaaf çeker, hayz ve nifas günle­rinde namazı terk, orucu tehir eder. İşte bu vakitlerde zevci ona hizmet eder, yardım eder ve her zaman mallarından ona infak eder. İşte bunun için erkek kadına hâkimdir. Ayrıca erkekleri onlara mehir verir. Bu da er­keğin üstünlüğünü gösterir. Bu itibarla erkek cihadla mükellef olur, kadın ise cihadına evinin içinde devam eder. Erkeğin malını koruması cihad- dır, namusunu koruması cihaddır, ev işlerini görmesi cihaddır, nakış di­kiş yapması cihaddır. İşte bu hak kadınlara verilmiştir. İslam sisteminin dışında ise bu hakkı kadınlardan alırlar.

Peygamber'in saadet zamanında bir kadın; kocasının, yüzünü yara­ladığını söyleyerek şikayet etmiş, kısas davasını açmış, Peygamber:* “Onun buna (yüze vurması) hakkı yoktur.” buyurmakla ka­dının lehinde hükmetmiş; bunun üzerine “Erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler.” mealindeki ayet-i kerîme nazil olunca da Rasûl-u Muhterem:* “Ben bir işi (kısasla hükmetmeyi) kasdettim.Allah ise başkasını irade etti.” buyurmuştur. Yani: "Erkeğin kadını edeblendirme hakkı da vardır. Mademki amirdir, amir terbiye edicidir." demek istemiştir. Binaenaleyh kadın itaat etmezse ve dayağı hak eder­se, erkeğin onu edeblendirmesi zulüm değildir. Amma erkek hıyanet ederse zulmetmiş olur. Bu manaya işareten de Rasûl-u Muhterem şöyle buyurmuştur:* “Şeref ve haysiyet sahibinden başkası kadınlara ikram etmez. Alçak ve düşük kimse­den başkası da onları tahkir etmez ve küçük görmez.” Bu hadîs- şerîfe binaen birçok ulemâ, kadın dövmeyi, haklı ya da haksız, çirkin görmektedirler.

Şu halde bir baba kızını verirken, ondan izin istemelidir Erkeğin huyunu araştırmalıdır. Nitekim bu manada da şu hadîs-i şerîf buyrulmuştur:*“Kendilerinden izinsiz kızlarınızı evlendirmeyin.” Yani kızlarınızı, İffetli, şeref ve haysiyetini bilir, ikram edici, efendi erkeklerle evlendirin, demektir. Demek kadınlara birçok haklar verilmiştir. Ve İslam dîni onların haklarını korumuştur.

ERKEKLERİN KADINLARDAN ÜSTÜN OLMALARI İLMEN DE MÜSBETTİR

Birçok insanlar, erkek mi üstün, kadın mı üstün diye münakaşa etmektedirler. Onun için*“Erkekler kadınlara hâkimdir...” [En-Nisa 34] mealindeki ayet-i kerîmenin mucizeli hükmünü on dokuz cihetle açıklamayı münasib gördüm. Kur'ân-ı Hakîm'in her bir harfi tek başına birçok mucizeleri beyan eder. Özellikle bu ayet-i kerîmenin nazm-ı şerîfinin tahliline bakılırsa, yaratılışta erkeğin kadından üstün olması ilim aynasında açık görülür. Şöyleki

1-Erkek nev'inin kadın nev'ine hâkim olması -mantık ilminin ortaya koyduğu delâlet-ul-iltizam kaidesine binaen- hükümde adaleti gerektirir. Çünkü adaletsiz bir hüküm, hüküm değil zulümdür. Aynı zamanda hü­küm, kadının da erkek nev'ine itaat etmesini, adaletli hükmüne razı ol­masını gerektirir. Burada hükmün delalet ettiği adalet çok derin bir ma­nayı ifade eder; en azından erkeğin, kadından gördüğü iyiliklere muka­bil onu mükafatlandırması, hilâf-ı edeb gördüğünde de edeblendirmesi, baş kaldırması ve isyanını müşahede etmesinde de cezalandırması ve ufak hatalarından göz kapatmasıyla izah olunur. Kadının erkeğin adalet­li hükmüne razı olması; kocasının emrine itaat etmesi, yüzünde onu se­vindirmesi, gıyabında malını koruması, kocasının ve kendisinin namusu­nu da hıfzetmekle ifade edilir. Bu hasletleri taşıyan kadın şübhesiz salihadır; aslâ ona zulmedilemez. Eğer “kayyâmîne” şeklinde olursa, bu takdirde tarafeynin hüküm ve adaleti Arabî nazmından daha fazla anlaşılır. Çünkü bu takdirde ayrıca mütekâbil vazifelere de delalet etmektedir ki, şu hadîs-i şerîften anlaşılır:

*“Allah Azze ve Celle'nirı takvâsından sonra, bir mü'min saliha bir kadından daha hayrlısını istifade etmemiştir. Şöyleki (amir ve hâkim olan erkeği kemâl-i adaletle) ona emrederse, kadın da ona itaat eder. Ve eğer yüzüne bakarsa onu sevindirir. Ona bir (işin yapılmasında) yemin verirse, kadın beyini tasdik eder (sözlerin yerine gelmesini fiilen ister). Kocası yanından giderse, gıyabında onun maiı ve kendisinin nefsi hakkında nasihat eder.” Yani hıyanet etmez, mütekâbil vazifeleri görür. Diğer bir rivayette şöyledir:*“Dünya bir metâ'dır (zevk u sefâdan ibarettir). O metâın en hayrlısı ka­dındır.” buyrulmuştur. Demek dünya ni'metinin en üstünü kadındır. Erkeğin ondan faydalanmasında da adalet söz konusudur. Binaenaleyh zevk bakımından kadından aldığı hakkı kendisine vermek mecburiyetin­dedir.

Nitekim ,“Kadın hakkında birbirinize hayrla muamele etmeyi tavsiye ediniz.” Kadın hakkında en hayrlı, hüsn-ü muaşerettir, bunu tavsiye edin demektir. İşte bu hadîs-i şerîf hükmün gerektirmiş olduğu hüsn-ü muaşereti de beyan buyurmaktadır. Şübhe­siz Arabî olan Kur'ân'ın nazm-ı şerîfine bakılırsa, izah ettiğimiz bu mana­lar daha kolayca anlaşılır.

2-Bugünkü ilimlerin tesbit ettiğine göre, orta boylu bir kadın orta boylu bir erkekten daha kısadır. Hacim olarak cismânî fark bulunduğu gibi, ağırlık bakımından da erkeğin kadından daha üstün olması müsbettir. “Erkekler kadınlara hâkimdir.” Yani erkek hacim ve bünye olarak kadından daha kuvvetlidir, bunun için hâkimdir.

3-Erkeğin adaleleri kadının adalelerinden biçim ve hassasiyet bakımından daha mükemmeldir. Hatta doktor Dufferin: "Kadın hacmen ve ağırlık olarak da erkeğin dörtte üçü nisbetindedir. Bundan dolayıdır ki erkek kadından daha çalımlı ve daha süratli hareket eder." demiştir. Arabca bilenler bu hususta Ferid Vecdî'nin Dairet-ul-Mearif adlı eserine müracaat etsinler. Orada bu mesele çok geniş olarak izah edilmiştir.

4-Orta boylu bir kadının kalbi, orta boylu erkeğin kalbinden altmış gram hafiftir. Ve o nisbette güçleri de azdır.

5-Bir kadının teneffüs cihazı, erkeğin teneffüs cihazından daha zayıftır. Mesela bir erkek bir saatte on bir curam karbon yakıyorsa, kadın bir saatte ancak altı curam karbon yakabiliyor.

6-Duyu olarak da kadın erkekten daha zayıftır. Bundan dolayıdır ki, bela ve musibetlerde kadın erkekten daha fazla mütehammildir. Aksi takdirde gebelik elemine tahammül edemezdi. Trousseau ansiklopedi­sinde şöyle demektedir: Kadın erkeğe nisbetle daha heyecanlı olmasına rağmen, erkek ondan daha mukâvemetlidir. Bununla beraber erkek ge­belik, annelik ve emzirme vazifelerinde kabiliyetli değildir. Binaenaleyh kadının evinde bu vazifelerden başka işlere girmesi ictimâî hayatına za­rardır. Yani erkeğin kabiliyeti ve hareketi, dışta ve ağır işlerde tahakkuk eder; kadınınsa ancak evinde gebelik, annelik ve emzirme vazifelerinde kabiliyeti tahakkuk eder. Şu halde erkek kadının, kadın da erkeğin vazi­fesinde zayıftır.

7-Erkek sesi kadın sesinden daha yüksektir. Mesela vahşi yaşayan bir kadın, medenî erkek gibi çift sürer, dışarıda çalışır, fakat bununla be­raber sesi mütekâbil erkeğe nisbeten çok hafif ve incedir.

Bunlar hepsi bazı yerlerde kadının, diğer bazı yerlerde erkeğin kabi­liyetlerini göstermektedir. Netice itibarıyla erkek kabiliyetiyle dışarıda, kadınsa içeride çalışmalıdır. Sünnetullah ve tabiî kanun bunu gerektir­mektedir. Aksi takdirde mizaç değişir ve asabiyet bozulur.

8,9- Hacim, şekil ve madde olarak kadının beyni erkeğin beyninden daha küçüktür. Her iki nev'in orta boylularında kadının beyni, erkeğin beyninden yüz kusur gram daha hafif görülmüştür. Çünkü kadının beyni­nin telâfif ve sincâb-i cevherleri -ki bunlar idrak aletleridir- erkeğe nis- betle az intizamlıdır. Bundan dolayı kadın beyni, amirlik ve hâkimlik vazi­fesine elverişli değildir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte de bunu Allah'ın Rasûlü mucize olarak beyan etmiştir:*“Şüb­hesiz ki onlar akıl ve dince noksandırlar.”

10-Kadının his ve heyecan aletleri, terkib olarak daha güzeldir. Onun için erkeğin zekası ondan daha kuvvetli, yani erkeğin güzelliği ze­kasında, kadının ise sûretindedir. Psikoloji ilminde tesbit edildiği üzere kadın aldanır, erkekse aldanmaz; kadın avlanır erkekse avlanmaz. Eğer kadın dışarıda olursa şübhesiz namus ihlal olunur.

Maddecilerin: "Kadın nev'inin hayat şartlarından, terbiyeden mah­rum olmaları bu eksikliği meydana getirmiştir. Eğer onlar da erkek gibi çalışırlarsa beyin hücreleri zaman zaman tekamül edecektir." demeleri bizim bu davamızın aleyhinde ilmî bir delil teşkil etmemektedir. Çünkü tâ eski asırlardan beri bazı milletler kadınları da erkekler gibi ilim ve sanat­ta çalıştırmaktadırlar. Onların kadınlarının beyin hücreleri, erkeğin beyin hücreleri gibi idraki kazanmamıştır. Nitekim Dairet-ul-Mearif ansiklope­disi bu hususta birçok nakilleri yazmaktadır

Kur'ân-ı Hakîm ,*“Her şeyden(cinsten) çift (erkek ve dişi) olarak yarattık, ki inceden inceye düşünesiniz diye.” [Ez-Zâriyat 49] ve *“Hakî­katen O, erkek ve dişi olmak üzere her şeyi çift yarattı.” [En-Necm 45] mealindeki ayetlerde herşeyde erkeklik ve dişilik olduğunu beyan bu­yurmuştur. Şübhesiz erkeğin ve dişinin kabiliyetleri değişik sahalarda­dır. Her biri kendi sahasında çalışır. Biri diğerinin vazifesini göremez. Bunun içindir ki insandan dişinin vazifesini beyan etmek üzere Rasûl-u Muhterem şöyle buyurmuştur.

*“Gerçek onlar akıl ve dince noksandırlar. Onlar evlerinin ortasında ömürlerinin yarısında otururlar. (Hayz ve nifas günlerinde) Namaz kıl­mazlar ve oruç tutmazlar.” Binaenaleyh kadının kabiliyeti anne olmak­ta, emdirmekte ve çocuk terbiyesinde, ev işlerinde elverişlidir. Koenig Cannon ansiklopedisinde diyor ki: Psikoloji ilmi bize bu hakîkati de gös­termiştir. Kadın keşif ve idrakte zayıftır, çünkü beyni hafiftir. Onun için dışarıda çalıştırıp da erkeklerin tahakkümü altına sokmamak gerekir. Zi­ra tabiî olarak erkek dişiye musallattır. Bu tasallut kadınlarda birçok zaafiyetleri icad eder.

11-İblikâr-un-Nizam adlı eserin müellifi feylesof Prodon: "İçtimaî hayatta kadının İlmî, amelî ve adaletle olgunluğu, erkeğe nisbetle üçte ikidir. Tab'en kadın erkeğe boyun eğmek mecburiyetindedir. İşte böyle olunca riyâzî ilimlerde çalışması onun bünyesine ağır gelmektedir. Öyle ise kadını erkekle eşit tutmak, zor işlerde çalıştırmak, onu zulüm zinciriy­le bağlamaktan ibarettir. Kadın bu zincirle bağlanınca nikah bağı onu zabtedemez. Bundan dolayıdır ki iki eş arasında sevgi alâkası kesilmek­tedir. Şu halde âlimlerin, kadınların bünyelerine ve kabiliyetlerine göre çalıştırılmaları için kanun çıkarmaları lazımdır. Aksi takdirde gün gittikçe ev işlerinde beceriksizlikleri artıyor." demiştir.

Kadının bünyesi ve ruhu zayıf olmasına karşı İslam dîni birçok ah­lakî düsturları ortaya koymaktadır. Onları çalıştırmak için yeni bir usul çıkarmaya lüzum yoktur. Çünkü İslam dîni kadınların kendi evlerinde ya­pacakları nakış, dikiş, dîniyle ilgili ilmi tahsil etmek, tıbbı öğrenmek için usuller tayin etmiştir. Zaten kabiliyetleri buna müsaiddir. Tıbbın dışında ve dîni ilim dışında sair ilimlere ihtiyaçları yoktur. Ancak okumaları da haram değildir. Şu halde bir kadını dindar, ev işlerinde becerikli olarak yetiştirmek zarurettir.

Türkler erkek evlada mahdum, kız çocuğa kerime demişlerdir. Ke­rîme, çokça kıymetli ve göz bebeği demektir. Şu halde kerimenin süsü,ziyneti, sadeliği içinde kalmalı, namus, haysiyet ve şerefini korumalıdır. Böylece yetiştirilen bir kadının ağzından hikmet ve ruhundan letâfet akar. İşte kadınlar bu kıymetlerini bilirlerse erkeklere galib olacaklardır. Müslüman bir Türk kadınının, aslâ Avrupalılaşmaya kabiliyeti yoktur. Ve erkeklerin de onları soymaya hakları yoktur.

12-Erkek güçlü ve âmildir, kadınsa ma'muldur; âmiller daima tesir edicidir. Diğer ifade ile kadın erkeğin tarlasıdır. Vazifesi nesli çoğaltmak, terbiye etmektir.

13-Fıtraten erkek nev'i dişi nev'ine musallattır. Kadının bu mağlu­biyeti ondan hükmü selbetmektedir. Çünkü mukavemet gücü azdır.

14-Mukavemet güçleri zayıf olduğundan hilesi fazladır. Çünkü tabiî olarak bir canlı, gücünün zayıflığından dolayı hileye başvurur. Onun için kadın siyasî işlerde tek başına hüküm ederse, devletin yıkılmasına sebe­biyet verir.

15-Tarih ilminin isbat ettiği bir hakîkat de muhakkak şudur: Roma devleti gibi birçok büyük devletler kadın yüzünden yıkılmıştır. Nitekim Romalı meşhur Katon'un tavsiyeleri şöyledir: "Kadının evinin haricinde örtüsüz olarak bulunması fıtrat ve nizamı bozar, erkekleri varacağı he­deften geri çevirir ve binaenaleyh vahşete sebebiyet verir." Onun bu fikri doğrudur. Nitekim şu hadîs-i şerîfle onun bu fikri takviye olunmaktadır:

*“Şübhesiz ki (zulme uğradığında yahud çok serbest olduğunda dışarıda dolaşan) kadın şeytan sûretinde gelir ve şeytan sûretinde gider, dö­ner. Biriniz böyle bir kadını gördü mü, derhal eşine gelsin. Çünkü bu onun nefsinde olan şehvet ateşini giderir.” buyrulmuştur. Demek kadın da erkek gibi serbest olursa veyahud da zulüm ve hakarete uğrar­sa, diğer birtakım erkeklerin gazab kuvvetini tahrik eder, ziynet ve süslü görünürse dince zayıf erkeklerin şehvetlerini tahrik eder, açık saçık olur­sa ve binaenaleyh erkeklerin kalabalık olduğu yere girerse diğer yaban­cı erkeklerin cazibesi altında kalır. İşte fitne ve felaket bundan ileri gelir. En güzel ifade bu durumlarda “Kadın şeytan sûretinde gelir, şeytan sûretinde gider.” buyrulmasıdır. Burada kadının şeytanlığı, kendi fıtra­tından uzaklaşmasından yahud erkeklerin gazab ve şehvet kuvvetlerini tahrik etmesindendir.

Son asırlarda Avrupa mütefekkirleri de tarih ve ansiklopedilerinde bu hakîkati idrak etmektedirler. Ne fayda ki bu hakîkati idrak edip feryad edenlerin sesleri işitilmemektedir. Hiçbir felsefî terbiye kadın ve erkek cinsini mutedil bir hale sokamaz. Çünkü kadının mutedil hale gelebilme­si için üç şart vardır. Birincisi kendisine zulüm olunmaması, İkincisi açık saçık veyahud kapalı süslü görünmemesi, üçüncü şart olarak da ihtilat- tan sakmmasıyladır. Kadının dışarıda dolaşmasında bu şartlar ihlal olu­nursa, insan cinsinin her iki nev'ine fitneler baş gösterir. Nitekim:

*"Hiçbir sabah yoktur ki iki melek şu nidada bulunmasınlar: Kadın­lardan dolayı erkeklere, erkeklerden dolayı kadınlara yazık olsun!" buyrulan hadîs-i şerîf izah etmiş olduğumuz manayı ifade etmektedir. Bu hususta ayrıca Tarih ansiklopedisinin okunmasını tavsiye ederim.

Bugün müsbet derecesinde psikoloji ilmi ihtilatın zararını tesbit et­mektedir. Binaenaleyh bu ilme göre de aile reisliği kadına verilmemek­tedir.

16-Kadının hürriyeti, şeref ve haysiyeti gibi, örtünmek ve velisine itaat etmeye bağlıdır. Demek kadının örtünmesi süslü püslü olarak göze görünmemesidir. Şayed ihtiyaç olursa dışarıda koruyucu bir hâkimin ko­ruması altında bulunması gerekir, fıtrat da bunu icab ettirir. Psikoloji ilmi bunu da isbat etmektedir. Maamâfih fizyoloji ilmiyle iştigal edenler bu hakîkati idrak etmekten aciz kalmaktadırlar. Derler ki: "Kapanan kadın evde kala kala birçok hastalıklara mahkum olur, hastalıklara yakalanır. Onun için kadın hareketli, canlı olmalı her yere girip çıkmalıdır, tâ ki er­kek gibi sıhhate hareketiyle kavuşabilsin." Onların bu deyişi ilmî bir ha­tadır. Çünkü eğer hareket sıhhati celbediyorsa, kadının havadar evinin içinde hareket etmesi, çalışması sıhhatini bozmaz, bilakis sıhhati temin eder.

-Psikoloji ilminin de tesbit ettiği vecihle- Her yere girip çıkması neticesinde zulme uğraması muhakkaktır. Çünkü insandaki şehvet feverânının zabtedilmesine imkan yoktur. Erkek ve kadın hakkında ihtilat ve tenhalaşmak, hele örtüsüz olunursa, aklın şehvete mağlub olmasına yol açar. Eğer utanç, cemiyet korkusu olmazsa felaket meydana gelir ve nesil bozulur. Çünkü hakarete uğratılmış bir kadının mazlumiyeti ve ya­hud bir kadının süslü görünmesi, bir kısım erkeklerin gazab kuvvetlerini, diğer bir kısmının şehvet kuvvetlerini itidal halinden çıkarır. Çünkü bir kadının bir erkekle yalnız bulunması yahud da iki nev'in ihtilafı; bu­luşmak, anlaşmak, tenhalaşmak, sözleşmek ve devamına sirayet eder. Fakat kadın kendisini bir amirin emrine ve kocasının hükmüne tâbi’ ola­rak inanırsa bunlardan hiçbirisi olmaz. Ne zalim erkeklerin tasallutu fiile geçebilir, ne de hain nefsler namusu pây-mâl edebilir, işte burada şu hadîs-i şerîfin hikmeti anlaşılmaktadır:

*“Kadınla tenhalaşmaktan sakın ha! Nefsim Kudreti'yle yaşayana andolsun! Bir adam bir kadınla tenhalaştı mı, şübhesiz şeytan der­hal aralarına girer. Eğer bir adam çamurla bulaşmış bir domuza yaklaşıp dokunursa, omzunun -kendisine helal olmayan- bir kadı­na değmesi veyahud ona yaklaşıp dokunmasından daha hayrlıdır.” buyrulmuştur. İşte tedavi bu hadîs-i şerîftedir. Bir mal, emtia açık bir yerde olursa, hırsız olmayanı hırsız yapabildiği gibi, kadınla ten­halaşmak yahud ihtilat da en emin insanı bile hain edebilir. Onun için hâkimiyet erkeklere verildi. Erkek kadına amirdir, koruyucusudur.

17,18- Erkeğin emri ve hükmü altından kendini çıkarmak isteyen bir kadın er geç akıl ve şuur muvazenesini kaybeder ve asabî has­talıklara dûçâr olur. Nitekim Fransızcadan Arabcaya çevrilmiş Tarih an­siklopedisinde şunlara rastlanmaktadır: Erkeklerin emrinden kaçan ka­dınlar yüzünden 1889 ile 1893 arasında dört sene zarfında İtalya ve Fransa'da korkunç kadın intihar vak'aları olmuştur. Mesela İtalya'da beş yüz altmış dokuz, Fransa'da ise beş bin sekiz yüz altmış dokuz kadın in­tihar etmiştir. İşi merak eden bilginler, bu olayları Şark memleketine kıyas etmişlerdir. Şark memleketlerinde beş asırda ancak bu kadar inti­har vuku bulmuştur. Bunun sebebini iki noktada bulmuşlardır: Birincisi kadının fıtrî kanunun müsaade etmediği yerlerde çalıştırılması, İkincisi kendi çocuklarından ayrı kalması yani onların kocalarına ya da koca­larının onlara bağlı kalmamalarıdır. Bu hal şark memleketlerinde olma­dığı için, doğrusu evlilik bağına önem verdikleri için ve kadınlar şark memleketlerinde kendi ev işlerinin dışındaki olaylara katlanmadıkları için, asabî hastalıklar onlarda az ve intihar nâdirdir. Larus ansiklopedi­sinde de bu konuya cüz'en izah verilmiştir.

19-Tıb ve bunca tecrübeler, kadınların erkeklere bağlı kalmalarını ve kendi ev işlerini görmelerini, aile reisliğinin erkeğe verilmesini isbat etmektedir. Doğrusu İslam dîninin kadın ve erkeklerin fıtratına uygun görmüş olduğu usuller tatbik edilirse, ne asabî durumlar ne de intiharlar meydana gelir. Çünkü intiharlar, ekseriyet itibarıyla inanç zayıflığından meydana gelir, inancın kuvvetlenmesiyle isyan azalır ve isyan azaldıkça huzur meydana gelir. İşte bunlar için Kur'ân-ı Hakîm'de; “Erkekler kadınlara hâkimdir.” buyrulmuştur. Tek cümle...



İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak

Devamı için bkn:

3-

http://ilimcephesi.com/kizlara-nazik-ruh-ve-zayif-bunyelerine-uygun-bilgiler-ogretilmelidir/
Devamını Oku »

1-Erkek ve Kadın Ayrı Nevi'ler Olduğu Gibi Vazifeleri de Ayrıdır



Buraya kadar bedenî ve rûhî vazifelerde -bazı istisnalarla beraber- erkek ve kadın nevileri eşittir. Bundan sonra erkek ve kadınlara mahsus muayyen ve belli vazifeleri özellikle insanın fıtratına uygun ictimâî hayatı beyan ediyoruz. Mesela Allah Teâlâ cihadı erkeklere, evin içinde vakar şartıyla oturmayı da kadınlara tahsis etmiştir. Bunun gibi her bir nev'e ayrı ayrı vazifeler vardır. Kadın erkeğin, erkek de kadının vazifesini görmeye kalkışırsa mutlaka aralarında bir anarşi meydana gelir. Çün­kü erkek ve kadın nevi'leri ayrı ayrı olduğu gibi, vazifeleri de ayrıdır.*“..Erkek kadın gibi değildir...” [Âl-i imran 36] mealin­deki ayet-i kerîmede, zat ve sıfat olarak erkek ve kadının bir olmadığı açıkça tasrih olunmaktadır.

İnsan kelimesi bir ism-i cinstir. Her bir ism-i cins en az iki nevi'den mürekkebdir. Şu halde insan lafzı, cins olduğu itibarıyla iki nevi'den iba­rettir: Biri erkek diğeri kadındır. Demek vazifeleri de ayrı ayrıdır.

Kadın ve erkeğin, cinsine nazaran müşterek vazifeleri olduğu kadar, nevi’lerine nazaran da ayrı ayrı vazifeleri vardır. Maateessüf beşer cinsi­nin müşterek ve nev'inin farklı cihetlerini birbirinden tefrik edemeyen birçok gençlerimiz: "İslamda kadın, kadın hakları, eşitlik ve eşit haklar nedir?" diye durmadan soru sormaktadırlar. Bu çok tuhaf! Bir taraftan hak versek de, diğer taraftan böyle soruları soranları tenkid etmek mec­buriyetindeyiz. Çünkü bir kere bu soruları soranlar, Garb kitablarını, ga­yri müslim tarihlerini ve birçok romanları okuyorlar, amma islamdan ha­berleri yok. Sadece soru sorarlar. Tuhaf!..

Hayatımdan; rastlamış olduğum bence ibretli hadiselerden biri şöyledir: Bir vakit Diyarbakır'da kitabcılık yapıyordum. Dükkanıma bir genç girdi. Gözleri dolu. Esmer, dolgun ve çok zeki. Alnına baktım: İpek. Boyu bosu çok güzel, yakışıklı. "Buyrun." dedim. "Sen de 'Firavunun Rü­yası, Şeytanın Gülmesi' adlı roman var mı?" diye sordu. Ben: "Şu anda yok, amma gelecek." dedim. Bunun üzerine ağlarcasına döndü, fakat peşimi bırakmadı. Takriben on - on beş gün her gün saat beş civarında uğrar, sorar: "Kitab geldi mi?" Ben: Hayır, diyorum, gelecek. Bir gün sa­bahın erkeninde geldi. İçeriye girince selam yok. Ve şöyle dedi: "Yahu insaf, beni maraz ettin. Kitabım geldi mi, gelecek mi?" dedi. "Gel otur." dedim, oturdu. Çay ısmarladım. "Genç, nerde okuyorsun?" diye sordum. "Ankara Tıb Fakültesi'nde." dedi. "Kaç dil biliyorsun?" soruma: "Beş dil biliyorum" cevabını verdi. Şaştım! "Bunlar hangisi?" "Ortaokulda iken mükemmel İngilizce öğrendim. En çok babamdan. Lisede Almanca öğ­rendim, üniversiteye geçtim Fransızca öğrendim. Türkçe biliyorum, Kürt­çe biliyorum." dedi. "Arabca niye öğrenmedin?" soruma da: "Ben ne ya­pacağım Arabcayı." karşılığını verdi. Ben ona, Arabcadan birkaç kelime­nin tahlilini söyledim ve bu arada dîninden sordum. Şöyle dedi: "Dil çok güzel amma anlayamadım, bana zevk veriyor. Ah şu dîni karıştırmasan işe öğreneceğim." Bu sefer başladım ona dinden bahsetmeye. Sordu cevablandırdım.

Nihayet namaza başladı. Tatil zamanlarında Arabca da öğrendi, iyi bir dindar oldu; kırk günde Kur'ân'ı hatmetti, birçok sûreleri ezberledi. Bilahare birgün ağlayarak dükkana geldi. Üzüntüsünü hisset­tim, sebebini sordum. "Hâkim babam ve avukat annem, camiye gidersin, gece kalkıp namaz kılarsan haftada beş lira, bırakırsan günde elli lira sana harçlık vereceğiz, dediler. Kavga ettiler ve beni kovdular." demesin mi! Hayret ettim. Her ne ise şu anda kendisi bir profesördür ve yabanda çalışır. Anası babası mütekâid, gece gündüz geçmiş hayatlarına ağla­maktadırlar. İşin garib tarafı bu genç ehli beyt idi. Şükürler olsun şu an­da hepsi İslâmî olarak yaşıyorlar. Konuya dönelim.

Daha evvelden "İnsan ve Vazifesi" adlı eserimizde, ictimâî hayatın tahlil ve tahrîrini va'detmiştim. Şimdi Cenâb-ı Feyyâd-ı Mutlak lütfetti. Ezelî inayetinin yardımıyla konuya başlıyoruz, muvaffakiyeti O'ndan dile­riz. Cenâb-ı Hâlık Teâlâ:*“Andolsun bürünüp örttüğü zaman geceye, açıldığı zaman gün­düze, erkeği ve dişiyi yaratana, ki sizin gerçekte sa'yi(amel, çalış­mak ve vazife)niz çeşit çeşittir.” [El-Leyl 1-4] buyurmuştur.

Ayet-i kerîmede iki cinsten bahsedilmektedir. Birinci cins, zamandır; nev'inin biri gece, diğeri gündüzdür. İkinci cins, insandır; birinci nev'i erkek, İkincisi dişidir. Gece ve gündüzün vazifesi ayrı ayrı olduğu gibi, özellikle "sa'yiniz çeşit çeşittir." buyurmakla, cins ve nevi' olarak müşterek ve ayrı vazife­leri de beyan buyurmaktadır. Mesela, insanın hayr ve şer ameli olmak üzere iki türlü ameli olduğu gibi, her bir erkek ve kadının da ayrıca kendi nevilerine mahsus ve şahsî çalışmaları da vardır diye ifade etmektedir. Nitekim gece ve gündüzün cinsi -mesela zaman- birdir. Ama nevi' ola­rak gece, canlı mahlukatı kendi vazifesiyle yarım ölüme mecbur kılar, ki bu uyku istirahatidir. Lâkin bu ölümden ibaret uykuyu kâmil bir istirahatın vasıtası kılmıştır. Öyle ya zifir karanlık daimi olsaydı kim, nerede, nasıl iâşesini temin edebilirdi? İşte birinci nev'in birinci vazifesi.

Zamanın ikinci nev'inin vazifesi şöyledir: Allah Teâlâ gündüzü par­lak aydınlatıcı olarak yaratmış ve kazanca mahal, hayat ve yaşamak ve­silesi kılmıştır. Bu iki nevi’ aynı işe mahal ve sebeb olmadığı gibi, insan nev'inden olan kadın ve erkeğin çalışmak sistemi de bir değildir. Erkek hayat şartlarının dairesinde çalışmak ve cihad etmekle, kadın da çocu­ğunu beslemek, evi temiz tutmak ve erkeğin kazanmış olduğu malı koru­makla mükelleftir. İşte bu iki nev'in iki ayrı vazifeleri. Fıtrat bunu icab et­tirmiştir. Allah'ın yaratmış olduğu tabiî kanun, yani Sünnetullah da buna müsaiddir. Amma kadın erkeğin dış hayatına, erkek kadının iç hayatına bağlandığı müddetçe huzur, refah, mutluluk ve bağlılık sayesinde ikisi de bahtiyar olur. Artık hangisi diğerinin hayatına karışırsa şübhesiz o anarşiyi meydana getirmiştir. Nitekim gece gündüz de karışırsa canlı varlıkların hayatları felce uğrar.

Zaman bakımından gece ve gündüzün asılları birdir; nevi'leri ve va­zifeleri ayrı ayrıdır. İnsanda ruh ve nefs olarak erkek ve kadın birdir, gıdaları birdir, amma vazifeleri, çalışma sistemleri ayrı ayrıdır. Her bir nev'in kazancı da şahsına mülktür. Nitekim hayatı da kendisine mülktür. Demek her birinin kendi el emeğiyle, avlanmak veya mirasla kazanmış olduğu malı, din ve itikadı gibi, şeref ve haysiyeti gibi kendi şahsına mahsus mülktür. Çünkü ikisi de hürdür. Her biri kendi irade ve aklına ka­biliyet ve şahsiyetine sahibdir. İstediği şekilde mülkünde tasarruf eder.

İşte beşer cinsinin devamına sebeb de bu mülkiyettir. Eğer iki nevi'den biri diğerinin mezkur mülklerinden birine el uzatırsa, zulmetmiş olur. Şübhesiz zulüm huzursuzluk, geçimsizlik ve Sünnetullah'ı bozmak ile ifade edilir. Erkek dış işlerini, kadın iç işlerini görür, sû-i istimalde bulun­mazlarsa tayyibe hayata kavuşurlar. Şu halde gündüz kadını dışarıda çalıştırmak, gece de ona çocuğu besletmek, babasından miras aldığı malı gasbetmek zulümdür. İslam dîni bu zulme asla cevaz vermemiştir. Binaenaleyh müslüman bir kadını gayrı müslim kadınlarına, müslüman bir erkeği gayrı müslim erkeklerine kıyas etmek ayrı bir zulümdür. İslam bu zulme de karşıdır.

İslam dîni erkeğe değer verdiği kadar kadına da değer vermektedir. Mesela namus. En kıymetli mal namustur. Namustan üstün bir cevher yoksa, kadın namusun cevheridir. Kadın erkeğin annesi, koruyucusu, yardımcısı olduğu için muhteremdir. Kadın kelimesi düşünmeye muhtaç bir kelimedir. Kadının evde oturması evi tenvîr eder ve cennet kılar. De­mek namuslu bir kadın, evin ve cemiyetin fânusudur. Fânussuz bir ev neye yarar? Kadın erkeğe hayrı ilham eden bir melek gibidir, ya da evi yıkan bir şeytan gibidir. Nitekim erkekler de böyledir. Amma erkeğin şerefi kadının elindedir. Şu halde kadın ve erkeğin ikisi de içeride veya- hud ikisi de dışarıda çalışmaları Sünnetullah'a ve şu âlemin nizamına son derece muhaliftir. Nitekim hayvanat âleminde de aynı vazifeler ta­hakkuk etmektedir. Hiçbir zaman bir erkek kendini kadına, bir kadın ken­dini erkeğe benzetemez. Eğer bu işi yaparsa şübhesiz lanetlenmiştir.

Zaman ve insan cinsinin, nevi'leriyle birlikte Kur'ân-ı Hakîm'de beraberce zikir edilmesinde birçok hikmetler vardır. Mesela,"O (Allah), İçinde sükûnet ve istirahat etmeniz için geceyi (ka­ranlık), gündüzü de (içinde çalışıp kazanmanız için) ziyâdâr kılmıştır..." [Yunus 67] buyrulmuştur. Bu ayet-i kerîmede gecenin yaratılmasının hik­meti istirahat ve uyku olarak beyan olunmaktadır. Demek gündüzün in­sana vermiş olduğu yorgunluk, bitkinliklerin giderilmesine gece vesile­dir. Çalışanlar gece sükun bulurlar. Kısa ifade ile, gece sükûnet, gündüz hareket için yaratıldığı gibi, Cenâb-ı Allah Teâlâ erkeği hareket, kadını da sükun bulmak için yaratmıştır. Bu da Allah'ın ayetlerinden ibaret bir sünnettir. Nitekim,*“Size nefsleriniz(cinsleriniz)den kendilerine ısın (ıp sükun bul)manız için zevceler yaratmış olması aranızda bir sevgi ve esirgeme, O'nun ayetlerindendir. Şübhesiz ki bunda fikrini iyi kullanacak bir kavim için elbette ibretler vardır.” [Er-Rûm 21] buyrulan ayet-i kerîmede Allah Teâlâ canlıların sükun bulmaları için zarf olarak geceyi, zat olarak kadınları yaratmıştır, diye tasrih olunmaktadır. Birinci ayette,*"onda sükun bulmanız için" cümlesi ikinci ayetteki * "ısınıp sükun bulmanız için" cümlesine mukabil düşünülürse şu hakikatler an­laşılır:

Kadın ve erkeğin hatta bütün canlı varlıkların istirahatleri gecede, özellikle erkeğin ruhunun rahat ve sükûneti de zevcesinde bulunur. Bu sükun bulma, iki eş aralarında sevgi, aşk ve bağlılığı meydana getirir. Eğer kadın da beyi gibi, gündüz evi bırakır, dışarıda çalışmaya giderse, iki eşin huzur, refah ve istirahatleri yok olur, nihayetsiz bir harekete sükunsuz bir geceye girerler. Bu giriş, meskenlerini yok ettiği gibi, hu­zurlarını da ortadan kaldırır. Erkeğin menfaati veya zararı, yalnız şahsına mahsustur. Amma kadının zarar ve menfaati milletinedir. Milletinden de ekseriyet eşinedir. Binaenaleyh zevk ve sokak kadınından hiçbir fayda yoktur. Ev kadını ise aksine ruha rahatlık veren bir cevherdir.

Şu halde kadından cevherini erkeğe, erkekten cevherini kadına benzetenlerin benzeyişleri her ne suretle olursa olsun -nizâm-ı âleme ve Sünnetullah'a muhalif olduğundan- toplum hayatına küllî bir zararı getirir. Malum, bunun için lanetlenir, Allah'ın yaratmış olduğu tabiî kanuna karşı geldiği için lanetlenir.

“Allah erkek(nevi'lerin)ten kendini kadınlara yahud kadın (nevilerin) dan kendini erkeğe benzetene gazab etmiş, rahmetinden uzak* laştırmıştır.” mealindeki hadîs-i şerifte, zat ve sıfat olarak herhangi bir nevi' kendini diğer nev'e benzetirse lanetlenmiş oluyor. Bırak fiilî benze­yişler; temennisi bile yasaklanmıştır. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buy­rulmuştur:

*“Allah'ın kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri temenni etmeyin. Erkeklerin kazandıklarında kendilerine bir pay vardır. Kadınların da kazandıklarında nasibleri vardır..." [En-Nisâ 32] Yani erkek için hususî kazanç yolları olduğu gibi, kadınların da özel ka­zanç yolları vardır. Her iki nev'in de kendi açısından çalışmak yolları ayrı ve bellidir. Hırsa, hasede, kibirliliğe, zulme ve saireye sirayet edebilecek temennileri yapmayın demektir. Amma merhamete sirayet edebilecek yardımı yapın. Çünkü Peygamber aleyhisselam da kendi ev hanımlarına yardım etmiştir. Ashab hanımları da fedakârlık babında nadiren bahçe­lerinde kocalarına yardım etmişlerdir. Amma bu yardım, mülklerine hürri­yetlerine sirayet ederse zulüm olur. Şu halde bir kadının cihada, harbe gitmek için temennisi caiz olmadığı gibi, erkeğin de onun kabiliyetini te­menni etmesi caiz değildir. Her biri diğerine yardım ettiği takdirde de kendi nev'inden çıkmamalıdır. Eğer çıkarsa, aralarındaki sevgi ve aşk nefrete döner.

Hülâsa erkek sabah kalkar kalkmaz, zevcesi yardımında bulunur, kahvaltısını hazırlar, saygıyla, dua ile onu dışarıya ve iş sahasına iteler ve uğurlar. Uğurlama esnasında latîfeler söyler. Akşam beyini çalışmak­tan eve çeker, kapıdan karşılar, selamını alır, yorgunluk ve bitkinliğini gi­derir, moral verir, istişarelerde ona yol gösterir. Çünkü kafası sakindir, işte İslam Medeniyeti bu.

İNSANDAN KADIN VE ERKEĞİN MÜŞTEREK MUTLAK VAZİFELERİ ALTIDIR

Esas itibarıyla kadın ve erkeğin müşterek vazifeleri çoktur amma biz altısını burada izah eder, diğer yetmiş müşterek vazifelerini yerinde beyan ederiz.

Beşer cinsinin iki nev’inden ibaret erkek ve kadınlardan her biri itikad ve dîninde serbest ve hürdür. Ancak bu hürriyetin namusu lekele­yecek derecede olmaması şarttır. Bir erkek evladına baba olduğu gibi, bir kadın da çocuğuna annedir. Hatta annenin hakkı daha fazladır. Bir kadın kendi mülkünün tasarrufunda hürdür, meşru hakkını kullanır, özel­likle anne, ailesinin ilk mürebbisi ve muallimidir. Eğer kadının hiç bir va­zifesi olmasa, onun mürebbiliği ve muallimliği kendisine kâfi bir şereftir.

*“Ey insanlar, sizi bir tek candan yaratan ve ondan da yine onun zevcesini vücuda getiren ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabb'iniz(e karşı gelmek)den sakının. Kendisiyle birbirinize dilekte bulunduğunuz zaman Allah'tan ve akraba(lık bağını kırmak) dan sakının. Çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir." [En -Nisa 1] buyrulmaktadır. Bu ayet-i kerîme ilk insan Âdem'den, zevcesinin yaratılmasından, kadının aslının erkek olduğundan bahsetmektedir. De­mek kadın da erkek gibi insan nev'indendir. Kadının aslı erkek olduğun­dan, kadın erkeğe daha fazla meyletmektedir. Ve bu hikmetten dolayıdır ki, erkek kadına ısınıp onda sükun bulur. Nitekim

*“Şübhesiz kadın eğri olan kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğini doğrultmak dilediğinde onu kırarsın. (Yani boşarsın, amma yumuşaklık ve latîfeleri söylemekle) Onu İdare et ki daimi olarak onunla yaşayasın." mealindeki hadîs-i şerîfte, kadının aslının erkek olduğu tasrih olunmaktadır. Ayrıca gerek ayet ve gerek hadiste, onun idare edilmesi de tavsiye buyrulmuştur. Demek kadın da insandır ve muvakkat bir eğlence değildir, kıymetli ve şereflidir, evin çırası, hayatın cevheridir, aslının yardımcısıdır. İş böyle olunca, bir anne ve babadan başlayan ve yayılan akrabalık bağının, büyük bir ehemmiyeti taşıyan ailevi yuva kurmanın hikmeti de anlaşılmıştır. Kahrolsun o feyle­soflar ki, kadında ruh yoktur fikrini ortaya koydular; kadınlara zulmettiler. İnsaf ehli feylesoflarsa bunlara karşı gelerek kadında ruh vardır dediler ve kadın hakları fikrini ortaya koydular. İşte bu zulüm olayının tarihini okuyan zavallı gençlerimiz de müslüman kadını gayrı müslüman kadına kıyas etmekle İslam sistemini gayrı müslim sistemine benzeterek kadın hakları diye feryadı koparırlar. Öyleyse her müslümanın bilmesi gerekli olan, kadın ve erkeğin müşterek vazifelerini beyan edelim:

1-Kadın itikadında hürdür, erkek de hürdür. Birbirine icbar edemez­ler. Nitekim, Nuh ve Lut aleyhimesselâm'ın hanımlarının kendilerine iman etmediklerini Kur'ân-ı Hakîm beyan etmektedir. Demek oluyor ki bir müslüman erkek ehli kitabdan bir kadınla evli olursa, hanımını müslüman olmaya icbar etmez. Bilakis ona hüsn-ü muaşerette bulunur. Bu güzellik İslam dîninin dışında herhangi bir sistemde bulunmamaktadır.

*“Allah küfredenlere Nuh'un karısıyla Lut'un karısını misal olarak gösterdi. Onlar kullarımızdan iki salih kullarımızın (nikahı) altında idiler. Böyle iken hainlik ettiler. Nihayet o iki (zevç), onları Allah'(ın azabın)tan hiçbir şeyle kurtaramadılar .0(iki kadı)na ateşe girenlerle beraber siz de girin denildi.” [Et-Tahrîm 10] buyrulan ayet-i kerîmede düşünülsün. Nuh ve Lut Peygamberlerin yüceliğini sonradan kafir olan hanımların kıssasından anlıyoruz ki, itikadda kadın ve erkek serbesttir­ler. Bu kıssa, karısı kendi itikadında olmayan erkeklere bir teselli ve irşad yolu olduğu gibi, firavunun karısı Asiye'nin de Mûsâ'ya iman edip hâlis mü'mine olduğundan onun zulmüne uğradığı hakkındaki kıssa da mü'minelere bir misal olarak beyan buyrulmuştur.

Gerçek şu ki, müslüman bir kadın veya erkek, eşine hüsn-ü muamelede bulunur, amma kafir eş müslüman eşine sû-i muamelede bulunur. Demek itikadî meselelerde erkek hür olduğu gibi kadın da hürdür ve icbar yoktur. Kadınların iffetine musallat olan zalimlerin, müslümanlıkta kadın esirdir şeklindeki fikirleri son derece yanlıştır. Bu İslamı bilmemekten ileri geliyor.

Nuh ve Lut peygamberlerin kıssaları, konumuzun örneğidir. Müslü­man olup da eşine zulmedene gelince, bu da onların fikirlerine kaymak­tan ileri geliyor. Eşitlik iddiasında bulunanlar da kadınlara zulmetmekte­dirler. Çünkü fıtratlarına uygun olmayan birçok vazifeleri onlara yükle­mektedirler, amma müslüman olanlar ise ancak dînin kadının fıtratına uygun gördüğü vazifeyi yükler. İzah edilecektir.

2- Fikirde kadın ve erkeğin müşterek vazifeleri vardır. Bunu da Belkis ve Süleyman aleyhisselâm'ın kıssalarında bulmak mümkündür. Kur'ân-ı Hakîm bundan haber vermektedir.Süleyman aleyhisselam, Hüdhüd kuşuyla bir mektubu Sabâ hü­kümdarı Belkls'e göndermiş; Belkis mektubu alıp okuduktan sonra et­rafındaki siyasî ve ileri gelenleri ile bir toplantı yapmıştır. Belkis görüşü­nü şöyle ortaya koymaktadır: "Hakîkaten bana çok kıymetli bir mektub gelmiştir.

*“Gerçekten o Süleyman'dandır. Ve O hakîkaten Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla (her işe başlar ve hüküm eder. Hükmü de şudur:) Ba­na karşı baş kaldırmayın ve müslüman olarak bana gelin diye.” yazmıştır. [En-Neml 30-31] Ey görüş sahihleri, bana bu iş hakkında görüş­lerinizi beyan edin. Sizlerle istişare etmeksizin ben bir hüküm vermiyo­rum."

Görüş ve hüküm sahibi olanlar şöyle dediler: "Ey emîre, hüküm ve emr size aiddir. Bizler elimizdeki kuvvetlerle emrlerinizi bekliyoruz." Belkıs:*“...Siz bana bir işin akıbetini göstermeden ben (kendi başıma) hüküm etmem.” [En-Neml 32] dedi. Aye­tin bu cümlesinden anlaşılıyor ki, kadın kısmı fikri beyan etmekte erkek gibidir, ancak hüküm etmek erkeklere aiddir. Çünkü ayet-i kerîmede bu mana "Ben hüküm etmem." cümlesiyle beyan buyrulmuştur. Böylece hükmü erkeklere tevdi etmiş ve görüşünü beyan etmiştir. Bundan dolayı cumhur-u ulemâ, hukukî işlerde hüküm erkeklere aiddir, diye ittifak etti­ler. Burada erkek ve kadının müşterek vazifeleri olan istişarede kadının kendi fikrini beyan etmesi tasrih olunmaktadır. Nitekim Belkis şöyle fikir beyan eder: "Padişahlar bir yere girdikleri andan itibaren, o yerin azizle­rini zelil kılarlar. Eğer bunlar da Sabâ şehrine girerlerse aynısını yapa­caklardır. Şu halde ilk tedbir olarak ben onlara bir hediye göndereceğim ve elçilerin bana ne gibi haber getireceklerini bekleyeceğim. Bakayım akıbette ne olacak." Nitekim

*“Ben onlara bir hediye göndereyim de, elçilerin ne ile dönecekle­rine intizar edeceğim.” [En-Neml 35] mealindeki ayet-i kerîmede, kasdetmiş olduğumuz bu mana anlaşılmaktadır. Bu kıssadan birçok müfessirler şu dört hükmü çıkarmaktadırlar:

a-Siyasî işlerde fikri beyan etmek, görüşleri ortaya koymak, erkek ve kadınlara müşterek vazifedir.

b-İtikad ve hürriyeti ifade edecek bütün manalarda erkek ve kadın müşterek vazife görmektedirler.

c-Kadın da erkek gibi, servetine sahibdir ve tasarrufunda hürdür.

d-Kadın da müsteşar olur, şahid olur.

İşte burada ve daha ilerde, kadın ve erkeğin eşit oldukları yerlerdeki müşterek vazifelerini tekrar izah edeceğiz. Ancak bu kıssadan, kadının tek başına hukukî meselelerde hüküm edemiyeceği anlaşılmıştır. Bu da izah olunacaktır.

3-Erkek ve kadın, fazileti kazanmak vazifesinde müşterektirler. Yani hayr işleyen kadın da erkek gibi Cenâb-ı Hakk'ın nezdinde makam alır, velî olur. Şu kadar ki, kadın peygamber olarak gelmemiştir. Amma

bunun dışında *“...Ey Meryem, muhakkak Allah sana seçkin bir hususiyet verdi. Seni tertemiz büyüttü ve âlemlerin kadınları üzerine de mümtaz kıldı.” [Âl-i imran 42] mealindeki ayet-i kerîmeden de, kadınların makam da alabilecekleri tasrih olunmaktadır. Nitekim Hazreti Ayşe, Hazreti Fatıma gibi birçok faziletli kadınlar gelip geçmiştir. Menkıbe kitablarında kıssa­ları meşhurdur. Fazileti kazanmak aslanlığında erkeklik ve dişilik söz ko­nusu değildir. Aslan aslandır.

4-Mâlî cihad yapmak, erkek ve kadına müşterek vazifedir. Ancak kadın çok kıymetli olduğundan ve namusu, haysiyeti söz konusu olması bakımından can ile cihaddan men edilir. Zaten cihad onun için yapılır.

5-Kazanç vazifesi erkek ve kadınlara müşterek vazifedir. Demek kadının kazancı kendi şahsına mülktür. Teferruatı gelecektir.

6-Miras paylaşmak vazifesinde de, bazı istisnalarıyla kadın da erkek gibidir.

İşte bütün bunlar, kadın hakkı iddia edenlerin altı cihetle fikirlerini reddetmektedir. Çünkü İslamiyet kadınlara muayyen hak vermiştir. O halde hangi hakları verilmemiş ki o iddia edilir. Demek bu iddia altı ci­hetle yanlıştır:

a-Müslüman bir erkeği gayrı müslime kıyas etmek, b-Hür bir kadını hürriyeti elinden alınmış ve hayatta çalışmak mec­buriyetinde kalmış kadına kıyas etmekle, doğrusu müslüman bir kadının hürriyetini sezmemekle,

c-Bedenî cihaz olarak kadının erkekten noksan yaratıldığını bilme­mekle,

d-İslam dîninin kadınlara verdiği hakkı inkar etmek, doğrusu İslam dînini bilmemekle,

e-Kadınlık kabuğunda gizlenmiş namus cevherinin hakîkatini idrak etmemekle,

f-Kadın ve erkeğin ruhânî cazibe kanunlarını ve her bir nev in kendi­sine mahsus his ve idrak kabiliyetini anlamamakla, hataya düşmekte­dirler. Gelecek başlığı da oku.

Devamı için bkn:

2- http://ilimcephesi.com/on-bes-yerde-erkek-ve-kadin-musavidir/
Devamını Oku »

İmanla Güzel Ahlak Toplum Ferdlerine Huzur Kazandırır



İman ve salih amelden semerelenen güzel ahlak dünyada huzuru ahirette de ebedî saadeti kazandırır. Çünkü imana dayanmayan güzel ahlak diye bir şey yoktur. Binaenaleyh iyal ve akraba ferdlerinin hatta her toplum ferdinin manevi olgunluğunu ve olgunluğunun da görüntüsü olan ilim ve güzel ahlakı huzur ve mutlulukla tabir ederiz. Kur'an ve ha­diste buna "hayat-ı tayyibe" denilmektedir. Ruh ve bedenden ibaret insana; dimağını selamet-i fikir, kalbin âkile kuvvetini zikir ve sair azaları İslamın emretmiş olduğu ahlakla terbiye etmek huzuru ve refahı ka­zandırır. Bu takdirde nefs ve bütün organların hisleri, sürür ve zevk bu­lur, huzur ve refahı elde eder. Çoğu zaman insan İslamın emrettiği şekil­de yaşadığı vakit bu sürür ve zevki madde olarak da hisseder. Çünkü ilmî ahlakın tatbikatı önce bir nev'î vehmî ve hayalîdir. Sonunda ise vic­danî ve şuhûdîdir. Bu müşahededen mahrum kimse ilmin ve güzel ah-

lakın hissinden bîhaberdir. İnsan amelî olarak şuurlandığı zaman ancak bu huzur ve mutluluğu görür. Eğer en âlî olan huzuru, en süflî olan bir misalle tarif edersek şöyle deriz: Dil tatlıyı, tuzluyu, ekşiyi; el yumuşağı, serti; tenasül azası şehveti ve bunlara bağlı his organları kendi sahala­rında zevklenip sevinç ve sürürü müşahede ediyorlarsa, öylece İslam dîninin emrettiği şeyleri yerine getiren ve yasaklarından da sakınan, yo­lunun bitiminde her bir ibadetin lezzet ve sevincini, sürür ve zevkini bü­tün asabî damarların hisleriyle kendi nefsinde müşahede eder. Hem na­sıl ki dil acılığı hissediyorsa, beden de her bir azada öylece kendisiyle yapılan günahın acısını hisseder. İşte bu iki hissin müşahedesine hayat-ı tayyibe denilir. Süflî olan nefs vehmî kuvvetiyle aleyhinde ve lehin­de bir şeyleri hissederken zevk için yahud nefret ve kaçmak için beden­deki refleksi fiile geçirebildiği gibi, tatbikatın neticesinde ruh da aleyhin­de bir şey hissettiği zaman derhal refleksi harekete geçirir, lehinde de bir şeyleri hissettiği zaman sevinç ve sürür içinde kalır. İşte aşk bu.

Kimi­si de buna cezbe dedi. Şu kadar ki nefsin hayvânî mertebesindeki ref­leks altıncı hissin seviyesine kadar tekâmül eder. İmdada yetişmek ister­se de tedbir edemez. Korkudan ve sevinçten şuur altına düşer ki buna hayret derler. Ne hayret? Şaşkınlık bu. Hayat-ı tayyibe ile şereflenmiş in­sanın vehmî kuvveti firâsete ve keşfe dönüşür. Bedendeki refleks ise burhana dönüşür. Bu takdirde dînin aleyhinde olan bir şey keşfolundu- ğu zaman altıncı hissin fevkindeki şuur ve burhan, refleksi uyarmayla birlikte tedbir de alır. Tedbiri son derece tesirli olur. İşte bu hikmete bina­endir ki, kafirin refleksi süflî ve nefsânî olduğu için kafir harbden kaçar. Mü'minin refleksi ulvî ve ruhânî olduğu için kaçmaz, daha da cesaretle­nir ve temkinle hareket eder. Kafir korkudan saldırır, mü'min ise muhab­betten saldırır. Hayat-ı tayyibeden ibaret nefs ve his organlarının zevk içerisinde kalması şübhesiz takvânın semeresidir.

Takva kemal bul­dukça bu görülmez. Nefs-i mutmainne'nin makamı da takva makamıdır. Bir çocuk erginlik çağına ulaşmadığı müddetçe şehvet lezzetini duyup sezemediği gibi bir insan da imandan sonra cehalet ve düşük ahlaktan arınmazsa hayat-ı tayyibeye kavuşup kavrayamaz. Erginlik çağındaki bir genç şehvet zevkini ve kendisindeki hisleri inkar edemediği gibi, imanı ve nefsi mutmain olan bir mü'min de hayat-ı tayyibeyi inkar edemez olur. İşte insan inkar edemez dereceye ulaştığı andan itibaren hayat-ı tayyi­beye kavuşmuş olur. Her bir emri yerine getirmekte bir zevk bulduğu gibi, her bir günahın arzusu anında da onun ızdırabını çeker, hisseder.

Bütün ashâb-ı kiram istisnasız olarak hayat-ı tayyibenin içerisinde idiler. Hayat-ı tayyibenin zirvesine ulaşanlar da vardı. Her bir maddenin içerisinde manayı görürlerdi ve bilirlerdi. Nitekim bir gün Rasûl-u Muhte­rem yıkanma eseri olan ıslaklık üzerinde bulunduğu halde bazı ashabın yanına gidip oturmuştur. O anda kendileri hayat-ı tayyibe içerisinde muazzam hoşnud ve aşk ile dolu görülünce hayat-ı tayyibe ile şeref­lenmiş olan ashab cûşa geldiler. Onlardan biri: "Ey Allah'ın Rasûlü, hali­nizi hoşnud durumda görüyoruz." demişler. *“Evet Vallahi, hamdolsun Allah'a.” buyurmuştur. Ashab sonra zenginlikten söz açtılar. Bunun üzerine Rasûl-u Muhterem şöyle buyurdu:

*“Gerçek şudur ki, Allah Teâlâ'nın emrlerini yerine getirip yasak­larından sakınan takva sahihlerine zenginlikte zarar yoktur. Fakat takva sahibine sıhhat, zenginlikten daha hayrlıdır. Nefsin hoşnut­luğu (hayat-ı tayyibe) da büyük nimetlerden sayılır.” Hadîs-i şerifteki,''tayyib-un-nefs"in manası beşeriyete nazaran, ehli ile buluş­mak, bedeni isteklerini yerine getirmekten dolayı bedende devam eden sürür ve hoşnudluktur. Ruhâniyete nazaran da İlâhî ve rûhânî aşkın lez­zetidir. Ancak bedendeki sürür gelip geçici olup suyun yüzündeki köpük gibidir. Ruhânî lezzet ise tükenmez devamlı akan su gibidir. Arada fark çok... Ezcümle ''Sizin nezdinizdeki şey (dünya lezzeti) tükenir, Allah'ın indindeki şey(cennet ve nimetleri) ise bakîdir. (Allah yolunda sefalete, kafirlerin ezalarına, dînî tekliflerin meşakkatine katlananlar ahde vefada sebatla) Sabredenlerin mükafatlarını Biz (onların) yapmakta olduklarının daha güzeliyle ve­receğiz muhakkak. Gerek erkekten ve gerek kadından kim o mü'­min olduğu halde iyi amel(ve ahlak)de bulunursa hiç şübhesiz onu dünyada hayat-ı tayyibe ile yaşattırırız (ahirette de) ve her halde (onların) yapageldiklerinden daha güzeliyle mükafatlandırırız.” [En- Nahl 96-97] buyrulan ayet-i kerîmede de bu mana apaçık tasrih olunmak­tadır.

İşte huzur ve mutluluktan ibaret hayat-ı tayyibe dünyada iman ve salih amelin mukabili olarak verilmektedir. Bu ayet-i kerîme mü'minlere birçok müjdeleri veriyor...

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,syf:618-621
Devamını Oku »

Peygamber'e İttiba Etmenin Alameti Dört Haslettir



Malum olduğu üzere, iyileri sevmek ve seçmek dindarlığın vesilesi ve dindarlıktır. Bu da Allah'a ve Rasûlü'ne itaat etmekle ifade edilir. Bir başlık önceki İbnu Kesîr'in ibaresini burada hatırlayalım.

1- Peygamber'e uymak iman şartıdır, ki ayet-i kerîme ile emredilmiştir:*“(Habîbim) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı örtsün. Çünkü Allah çok yarlıgayıcı ve çok esirgeyicidir.” buyrulan ayet-i kerîmede Peygamber'e ittibâ' ve Muhabbetullah eş anlamda emredilmiştir. Bu hususta birçok hadisler de vardır. Her biri birer örnek ve kurtuluştur.

a-*“Ben size iki işi bıraktım. Onlara tutunduğunuz müddetçe elbette dalâlete girmezsiniz: Allah'ın kitabı ve O'nun Rasûlü'nün sünne­tidir.”

b-Birçok zavallı insanlar eline mücerred Kur'an mealini alarak, dînî hükümlere müdahale ederler. Bir hükmü beyan ederken hadisleri kabul etmezler ve böylece hadisleri inkar yoluna sapmış olurlar. Şu hadîsi şerîf onların aleyhindedir:

*“Dikkat, umulmuş olabilir ki, bir adama Benden bir hadis ulaşır da, kendisi yastığına yaslandığı halda (dînî bir ihtisası olmaksızın) şöyle der: Bizimle sizin aranızda Allah'ın kitabı var. Biz içinde helal bul­duğumuzu helal ederiz. Haram bulduğumuzu haram ederiz. (İş öyle değil bilakis) Şübhesiz Allah'ın Rasûlü'nün haram ettiği şeyler de Allah'ın haram ettiği şeyler gibidir.” buyrulmuştur.

*“Konuşmaların en güzeli Allah'ın kitabıdır. Hidayet yolunun en gü­zeli (örnek olarak uyulması gerekli olan) Hazreti Muhammed'in yoludur. İşlerin en şerlisi sonraki icadlardır. Sizin va'dolunmuş olduğunuz şeyler (başınıza) muhakkak gelecektir. Halbuki siz kazanç ve maişe­tinizden aciz değilsiniz.” buyrulmuştur. Şu halde din işlerinizde de aciz olmayın demektir.

d-Herşeyden üstün Allah'ın Rasûlü'nün sevgisidir. Hiçbir şeyle de­ğiştirilemez. Onun bu sevgisine birçok şeylerin alet edilmesi mümkün ol­duğu halde bu sevgi hiçbir şeye alet edilemez. Aksi takdirde imanın za­yıflığı ve yokluğu tahakkuk eder. Nitekim*“Hiç bir kul Ben kendisine ehlinden, malından ve bütün insanlar­dan daha sevgili olmadıkça (kâmil) iman etmiş sayılmaz.” buyrulan hadîs-i şeriften şu anlaşılıyor: Bir kimse canından malından daha fazla Onu severse mü'min olur. Bu sevgi Onun bildirmiş olduğu ahkâmı tatbik etmekle ifade edilir. Çünkü Allah Teâlâ Kendi sevgisini Ona uymakla tefsir etmiştir. Nitekim,* “Andolsun Allah'a sizden biriniz heva(heves ve arzu)sı Benim getirmiş olduğum hükme tâbi1 olmayınca iman etmiş sayılmaz.” mealindeki hadîs-i şerîfte bu mana tasrih olunmuştur.

Bu hususta Kâdı İyaz di-yor ki: Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in sünnetine yardım etmek, şeriatını müdafaada bulunmak ve Onun zamanına yetişerek Onun uğ­runda malını canını bezletmiş olmayı temenni etmek Onu sevmekten sayılmaktadır. Bundan anlaşılır ki imanın hakîkati ancak bunlarla tamam olur ve iman ne zaman Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in kadr-u kıymetinin, şeref ve mertebesinin her baba ve evladdan, her iyiden ve iyilik yapandan üstün olduğu hakîkatine ererse ancak o zaman sahih olur. Buna inanmayıp başkasına itikad eden kimse mü'min değildir... Müslim şârihlerinden el-Ubbî'de şu mütâlaada bulunmaktadır: Eğer Kâdı iyaz, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in kadrini yükselt­mekten, Onun makam itibariyle yüksekliğini kasdetti ise, dediği gibi bu­na itikadı olmayan bir kimse mü'min değildir. Yok sevgi hususunda yük­sekliği murad etti ise "mü'min değildir" sözünden anlaşılan mana, ke­mâli nefyetmektir. (Yani kâmil mü'min değildir demektir.)

*“Üç şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse imanın ta­dını bulur:

(a) Bir kimseye Allah ve Rasûlü başkalarından daha sevgili ol­mak,

(b) Bir kimse sevdiğini yalnız Allah için sevmek,

(c) Bir kimseyi Allah küfürden kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönmekten ateşe atılmaktan tiksindiği gibi tiksinmek.” buyrulmuştur.

Bütün bunlar gösteriyor ki "Bir kimseye Allah ve Rasûlü'nün baş­kalarından daha sevgili olması" Allah'ın Rasûlü'ne kemâliyle ittibâ' ile ifade edilir. Cebren de olsa her mü'min nefsini bu sevgi ve ittibâ'ya bağlamalıdır.

2- Tek tek ve toptan müslümanların Kur'an ve hadîse sarılmakla itti­fak etmeleri ve tefrikadan sakınmaktan ibaret i'tisam imanın alametidir. Ferdlerin toptan Allah'ın kitabına ve hadislere sarılmamaları ve din düş­manlarını terk etmemeleri imanı zedeler demektir. Yani gerek iman ve gerekse amel ve ahlak konusunda hukuklarda mutlaka Kitab ve hadîse sarılmakla mü'minlerin Allah'ın ahkâmını icra etmeleri farzdır.

*“Öyle değil, Rabb'ine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya ki­mi buraya çektikleri (ve kavga ettikleri) şeylerde, seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadığı halde tam bir teslimiyetle (hükmüne) teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." [En-Nisâ 65] mealindeki ayet-i kerîmenin zâhiri, sûret-i kat'iyye- de yukarıdaki hükmü ifade etmektedir. Binaenaleyh iman, mücerred iti­rafla değil, bilakis şeytan ve şeytânî yolları tamamen terk etmek, yalnız ve yalnız Kur'an ve hadisle hükmetmekle tamamlanmış olur. Şu halde mü'minlerin tek tek ve toplu olarak da hevâ ve heveslerini, istek ve arzu­larını bırakıp ayet ve hadislerle hüküm etmeleri gerekmektedir. Nitekim,*Ey iman edenler,Allah'tan nasıl korkması gerekiyorsa öylece korkun. Sakın sîzler müslümanlar olmaktan başka bir suretle can vermeyin. Ve hepiniz toptan sımsıkı Allah'ın (Kitabı, İslam dîni, kemâl-i ihlas ve Allah'ın emri, bir de O'na itaat etmekten iba­ret) ipine sarılın ve tefrikaya düşmeyin.” [Âl-i imran 102-103] buyrulan ayet-i kerîmede i'tisâm'ın emri, farziyeti beyan edilmektedir. Bununla ancak müslümanlar küfür, şirk ve şeytânî yollardan kurtulabilirler. Çünkü i'tisamsız asla ahkâmın icra edilmesine imkan yoktur. Hadîs-i şerîfte de:

“Sizden biriniz Allah hakkında hüsn-ü zan etmekten başka bir sı­fatla ölmesin.” buyrulmuştur. Binaenaleyh Allah Teâlâ hakkında hüsn-ü zannın manası O'nun dînini kifayetsiz görmemektir. Emri ile amel etme­yip de nefsinin arzusu ile amel ettiği takdirde, bundan da afuvunu tevbe kurtarıcı ve muhkem ipidir ve dosdoğru yolu(gösteren)dur.” mealin­deki hadîs-i şerîfe binaen yukarıdaki ayetin içindeki "ipine" kelimesin­den murad Kur'an ve Kur'ân'ın göstermiş olduğu yoldur. Şübhesiz bunu yerine getirmek, Kur'an'dan iyiden iyiye anlayan kimseleri sevmek, seç­mek ve onlarla birlikte Kur'an'a sarılmakla mümkündür. Zira Allah Teâlâ' nın kulu hakkında en çok razı olduğu şey Kur'an ve hadisle amel etme­sidir.

“Allah sizin üç şeyinize razı olur ve üç şeyinize razı olmaz: Sizin O'na ibadet edip de Kendisi'ne ortak koşmamanıza, TOPLUCA ALLAH'IN DÎNİNE SIMSIKI SARILMANIZA ve Allah'ın işleriniz için idareci tayin ettiği kimselerle iyi idare etmenize razı olur. Sizin de­dikodu etmenizi, çok soru sormanızı ve malı israf etmenizi kerih görür.” buyrulan hadîs-i şerîfin ışığında konumuzla ilgili “TOPLUCA ALLAH'IN DÎNİNE SARILMANIZA ve ALLAH'IN İŞLERİNİZE TAYİN ETTİĞİ KİMSELERLE İYİ İDARE ETMENİZE RAZI OLUR.” cümlesinin emridir.

Topluca Allah'ın dînine sarılmak, dînin yaşamasını sağlamak ve sa­adet nimetlerinden faydalanmak nimetini kazandırır. Allah'ın emrleri ve nizamı ancak toplu olarak dînine bağlanmak ve ona sarılmak sûretiyle tatbik edilir. Bu birlik ve beraberlik kurulmadıkça müslümanlar aslî gaye­lerine ulaşamaz ve hayatlarından faydalanamazlar. Özellikle müslü- manların işlerini görmek ve onları idare etmek için Allah Teâlâ'nın başa getirdiği müslüman emîrlere ve idarecilere itaat etmek ve onlarla yatıp kalkmak, onlara yardımcı olup iyi geçinmek, devlet idaresinin ve millet asayişinin en önemli esaslarındandır. İdareciler de İslam dîninden çık­madıkça, namaz kıldıkları müddetçe, ma'rûftan ve Allah'ın emrleri dışına taşmadıkça, onlara itaat etmek şarttır. Bu yapıldığı takdirde o memlekette anarşi ve isyanlar kalkar. Aksi takdirde huzur ve tayyibe hayat kalkmış olur. İnsanca yaşamak hayvânî yaşamak haline döner. Onun için müslümanların müslüman idarecilerine bağlanıp onları seçme, sevme ve onlara itaat etmeleri Allah'ın emrettiği en büyük vazifedir.

3- Bu vecibelerin yerine getirilmesi için gayrı müslimden kim olursa olsun sûret-i kat'iyyede özellikle din hakkında onların fikirlerini sarf-ı nazar etmek ve fikirlerine kaymamak, hatta örf ve âdetlerini terk etmek sûretiyle ihtilafı kaldırıp ittifakı temin etmek şarttır ve iman alâmetidir. Ni­tekim yukarıdaki ayet-i kerîmenin içindeki "Parçalanıp ayrılmayın." cümlesi bu manayı beyan etmektedir. Parçalanmak ve ayrılmak gayrı müslimden müslümanlara bulaşan bir hastalıktır. Nitekim Allah Teâlâ bu hususta da:* “Ey iman edenler, eğer kendilerine kitab verilenle­rin içinden herhangi bir zümreye boyun eğmiş olursanız, (onlar) sizi imanınızdan sonra döndürüp kafirler yapacaklardır.” [Âl-i İmran 100] buyurmaktadır. Hadîs-i şerîfte de *“En hayr, Kur'an ve sünnetime ittibâ'dır.” buyrulmuştur. Demek kafirlere ittibâ' yoktur. Bilakis onları terk etmek vardır.

4- Buraya kadar saymış olduğumuz alâmetlerle beraber l'tisam ve ittifak şartıyla dînin hakîkatlerini öğrenip hakkıyla tatbik etmektir. Nitekim bu hususta da şu ayet-i kerîme buyrulmuştur:* ‘Sizden öyle bir cemaat bulunsun ki, onlar halkı hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülüklerden vazgeçirmeye çalışsınlar, işte böyle olanlar felâha erenlerin ta kendileridir." [Âl-I İmran 104] Felah, din ve dünyada bütün ümid ve emellere ulaşmak ve bütün korku ve endişeler den kurtulmaktan ibarettir. Buraya kadar saymış olduğumuz alâmetler tastam tahakkuk ederse mü'minlerin felaha ulaşmaları şübhesizdir. Aksi takdirde iş zorlaşır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur:

*“Nefsim Kudreti'yle yaşayan Allah'a andolsun, ya iyiliği emrede­cek, kötülüklerden de vazgeçirmeye çalışacaksınız yahud da Allah Teâlâ üzerinize süratle Nezdinden azab gönderecek de siz de dua edeceksiniz amma size icabet edilmeyecektir.” Bu hadîs-i şerîf her gün hemen hemen herkesten sorulan şu sorunun cevabını beyan et­miştir: Ne için müslümanlar zillettedirler? Ne için müslümanların duaları kabul olunmuyor? İşte tek bir sebeb varsa o da “Nefsim Kudreti'yle yaşayan Allah'a andolsun, ya iyiliği emredecek, kötülüklerden de vazgeçirmeye çalışacaksınız yahud da Allah Teâlâ üzerinize sürat­le azab gönderecek de siz de dua edeceksiniz amma size icabet edilmeyecektir." Nitekim bu azab apaçık meydandadır. Tefrikalar, harbler ve zalimlerin tasallutu hep münkiratların emredilmesi ve ma'rûfun terk edilmesindendir.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,syf:711-716



Devamını Oku »

Akıl,Şeriat ve Nübüvvet

Akıl,Şeriat ve Nübüvvet

Akıl şimşeği inâyet ufuğundan, fikir gâyelerinin hudûdunun ötelerin'den çakan bir nûrdur. Onun ışıklar hidâyet aynasının cilâlı yüzüne  vurunca, sâhibi maddiyât karanlıklarında onun ışığıyla, onun aydınlatmasıyla yol bulur. Böylece onun talep kuşunun başarı kanatları kuvvetlenir ve teveccüh ettiği yönde felâh/kurtuluş sabâhı sökmeye başlar.

Akıl ancak ezelî inâyet ağı ile avlanan bir gayb kuşudur. Nimetlerin bahşedildiği taraftan gelen bir vâriddir. Onun sıfatları mücevher gibidir. Nûrânî bir özü vardır. Semâvî bir melektir.

O senin rûhun için “Kutsal Rûh/Cebrâîl” mesâbesindedir. Senin kah binin, sırrının peygamberlerine yüce semâlarından vahiy indiren ve Rab- binden sana gayb hediyeleri getiren bir Cibrîldir. Sıfatının kesafeti onunla letafet bulur. Amel sedefin onunla cevherleşir. Adaletin ölçüsü ve hükmün dili odur. O cömertlik yolu ve hikmetler mâdenidir. Nimetlerin merkezi ve fikrin direğidir. Anlayışın rehberi ve sırrın tercümânıdır.

Şerîat; takdirin kesin hükmüdür. Risâletin hâkimi onun şâhididir. Onun izzet sultânı kemâl ve beka devletinde tektir. Hikmet melikleri onun celâlinin heybetine itaat ederek boyun eğmişlerdir. Hüküm memleketleri
onun iclâlinin azameti karşısında korkuyla eğilmişlerdir. Belâğat kuşları onun korusunda uçmuşlardır. İlim çocukları onun hidâyet ve irşâd sütüyle beslenmişlerdir. Onun kahredici gücünün kılıcı kendisine muhâlefet ve düşmanlık edenleri helâk eder. İslâm’ın sağlam delilleri onun himâye ipine sarılmışlardır. Her iki âlemin işleri onun etrâfında döner. İki dünyânın menzillerine ona sarılmak sûretiyle ulaşılır.

Nübüvvet; izzet/şeref nârlarından bir nûrdur. Kutsal Rûh’un/Cebrâîlin mührüyle mühürlenmiştir. Kuvveti kudret ile faaldir. Mânâsı güzellik bahçesidir. Zâhiri, Allâhu Teâlâ’nın âdetleri yırtan (hârikulâde) fiilleri ile desteklenmiştir. Bâtınında vahiy bulunur. O, Kutsal Rûh’un gözüdür. Ezel sırrının mânâsıdır. Kıdemin hükmünün neticesidir. Kaderin mânâsının dayanaklarının müşâhededir. Hayat sırlarının idrâk edildiği yerdir. Kıdem ile hâdisin birbirinden ayrıldığı mevkidir.

Vahiy; nübüvvet ufuğunda, risâlet feleğinden doğan taptâze bir dolunaydır. Risâlet onu Allâhu Teâlâ’nın kelâmından alır. Beraberinde Kutsal Rûh vardır. İlim tomarları onun önünde açılır. Sır defineleri onun önünde ortaya çıkarılır. Ebedî ilim hazînelerinin anahtarları ondan zuhur eder. Kâinât işlerinin haberleri ondan alınır. İlim, akıl, âlem, bilgi, şevâhid/ilham, rüsûm (zâhitî bilgi), îtilaf/ülfet, ihtilaf, mürekkeb/terkipli ve müsennâ/ i ikili uzaklıkların mesâfeleri onda katedilir. Onun hakikatinden vicdânî/derûnî bir mânâ ve sâdece açık bir vahiy yoluyla öğrenilebilen rabbânî bir sır keşfedilir.

O, kıdem hazîneleriyle gayb fezâlarını delen bir ezel posacısıdır. Memleket emininin eli altında olan ebed haberlerinin definesidir. O, ezel meclisinde kader kâtibi kimi yazdıysa ona peygamberlik fermânını getiren melek ordularınm kumandanıdır. Onun nûru (sâhibinin) kalbinin berrak aynasında parlar ve orada dünyâ ve âhiret ahvâli tafsilatlıca, hükümleri birer birer ve haberleri inceden inceye belli olur. Sonra vahyin ışıklarının parıltıları sâhibinin sır cevherinin parlak aynasına yansır ve onun inâyet gözü Rabbinin en büyük âyetlerini görür. “Refik-i A’lâ”ya (Cebrâîl) arkadaş olur. İşte o zaman Nebî, kalbinin nûru için bir kandilliktir. Kandillikte nübüvvet fânusu vardır; fânusta risâlet lambası... Risâlet lambası vahiy fitiline asılmış olan bir nûrdur. Vahiy, vahyedenin gayb sırrıdır.

Peygamberler ezel gaybı memesinin çocuklarıdır. Vahiy sırrına muhâtab olmuş kişinin (Cebrâîl’in) nedîmleridir/arkadaşlarıdır. Huzûr-ı kudsînin mukîmidir onlar. Hakk’ın elçileridir. Ufuk-ı a’lâ’da (en yüce ufukta) dikilen izzet revakları/direkleri ancak onların yücelikleri uğruna dikilir. En yüce makamda serilen şan yaygısı ancak onların şerefi ve heybetleri ile dokunmuştur. En şerefli kutsal savmaalarda/ibâdethânelerde oturan hiçbir nûrânî şahıs yoktur ki, peygamberlerin yüceliklerinden onun yanında bir celîs/arkadaş olmasın.En yüce tesbîhin gölgesine sığınmış hiç-bir mânevî lütûf yoktur ki, onların güzelliğinden onun yanında bir enîs olmasın! Kurbiyet makamlarına yükselmiş hiçbir sıddık yoktur ki, onun yükselişi onların kuvvetleriyle olmasın! Yolu Mevlâ’ya giden hiçbir velî yoktur ki, onların yolu onun yolu olmasın! Beşerin mükerremliğine işâret eden hiçbir ulu bayrak yoktur ki, onların şerefi o bayrağın direği olmasın. Kullar için inşâ edilmiş olan hiçbir yüce saray yoktur ki, binâsı Ibrâhîm (s.a.v.)’in binâsı (Kâ‘be) üzere olmasın!

[B]

“Seyr ilallâh” (Allâh’a seyr) ma‘rifet nûru nisbetinde gerçekleşir. Ma‘rifet ise aklın kuvveti nisbetinde olur. Akıl da “Biz taksim ettik defterindeki kişinin nasîbi kadardır.

Akıl ve şeiat, mü’minin kalp pencerelerine ışıklarıyla girmiş iki nûrdur. Onlar kalpte, suyun şarapla ve letâfetin rüzgârla karıştığı gibi bir- birleriyle karışmışlardır. Tıpkı rûh nûrunun ceset karanlığı üzerine mühürlendiği gibi, nebilerin şahsiyetleri de akıl aynasının parlak yüzeyine mühürlenmiştir. Akıl, fikir avcısıyla gayb göğünden gelen hikmet/hüküm kuşlarını avlamak için, kalp sırlarının bahçelerinde akan ruh sularının mecrâlarına yerleştirilmiş bir ağdır.

Nübüvvet, yakîne bitişik olan akıl gözü üzerinde mânevî olarak parlayan bir nûrdur. Bütün aydınlanma kabiliyetleri, ışıklarım ve ışıklarının parlaklıklarını ondan alır. Karanlığın sabâha ve bedenin rûha ulaşmak için gösterdiği infiâl ondan kaynaklanır. Bu nûr İlâhî cömertliğin, sırf lütfundan ve rahmetinin genişliğinden dolayı sûretlerin bâtınlarına ve bedenlerin sırlarına koymuş olduğu bir nûrdur. Akla, bir varlığın iki mahalle dönüşmesi ile oluşan zarûrî bir ilim giydirilmiştir; onda iki cevherin bir arazı bulunur; öyle iki cevher ki, birisi güzellerin en güzeli, diğeri çirkinlerin en çirkini.

Nübüvvet güneşi, nârlarım ve sırlarının feyezânını/taşkınlığını sâdece İlâhî emirler ile bunun için hazırlanmış akıl şehirleri üzerine gönderir.

Nübüvvet, Âdemoğullarından bazılarını ezelî irâde yollarında “Rab- bin dilediğini yaratır ve seçer” fermânı üzere yürüten gaybî bir hidâyettir.

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Fatiha Suresinin Tefsiri

Fatiha Suresinin Tefsiri




Rahmân ve Rahim olan Allâh’ın adıyla.

" “Hamd âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm, din gününün sâhibi olan Allâh’a mahsustur. Yalnızca sana tapar, yalnızca senden yardım isteriz. Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazâba uğramışların ve saplanışların yoluna değil.” (Âmîn)

Hz. Peygamberden rivâyet edilmiştir ki:

“Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur: Fâtiha Sûresi’ni üçe ayırdım: [Üçte biri Benim için], üçte biri kulum içindir; üçte biri de kulumla Benim aramdadır. Kulumun istediği kendisine verilecektir.”Fâtiha Sûresi’nin Allâhu \ Teâlâ için olan kısmı başlangıçtan “Din gönünün sâhibi” kısmına kadardır. Kul için olan kısım “Yalnızca sana tapar, yalnızca senden yardım isteriz’’ âyetidir. Allâhu Teâlâ ile kul arasında olan kısım ise “Bizi dosdoğru yola ilet” ten sonuna kadar olan kısımdır.

İyi bilin ki, Fâtiha bütün sûrelerin sultânıdır. Bunun içindir ki, hepsinden öncedir, hepsinden önce olmasına rağmen, hepsinden sonra da gelmiştir. Allâhu Teâlâ’nın kitâbının hem başlangıcı hem de sonu olmuştur. Güneş gibi ki, güneş de göze önce küçük görünür.

Fâtiha Sûresi’nin bir tarafı da “Elif-Lam-Mîm”e (Bakara Sûresi’ne) dayanır; işte sultanların/yöneticilerin de böyle olmaları, yâni faydalarının herkese şâmil olması için bir taraflarını halka yaslamaları gerekir. Fâtiha, namazın bütün rekatlerinde okunur ve bütün duâlar onunla tamamlanır. Dolayısıyla her sultanın/idârecinin de Fâtiha’yı ya nefsinde gerçekleştirmiş (tahakkuk), ya onunla ahlâklanmış (tahalluk), ya da onunla sürekli alâkadar (taalluk) olması lâzımdır; dördüncüsü olmamalıdır. Tahakkukta (Fâtiha Sûresi’ni özümsemede, nefsinde gerçekleştirmede) Suheyb (r.a.) gibi olmalıdır.

Zîrâ Hz. Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Suheyb ne güzel adamdır! O, Allâhu Teâlâ’dan korkmasaydı, yine de O’na isyân etmezdi.” Yâni eğer Allâhu Teâlâ’dan korksaydı kimbilir nasıl olurdu?! Tahalluk, verâ sâhibi bir âlim ve âmil (bildikleriyle amel eden) olmaktır. Taalluk ise, verâ sâhibi âlim ve âmillerin peşine yapışmak için ümmî î (bilgisine güvenmeyen ve değer vermeyen) olmaktır. İşte bu, adâletin ta kendisidir. Bu üçün dördüncüsü zulümdür. Sultan, adâleti nisbetinde dini ve dünyâyı mâmur ettiği gibi, zulmü nisbetinde de dini ve dünyâyı harap eder.

Adâlet sâhibi olan herkes zamanının mehdisidir. Her zorba da zamanının deccâlidir. “Zulüm kelimesinin anlamı, bir şeyi uygunsuz bir yerde kullanmaktır. Bunun için ‘Babasına benzeyen zulmetmiş olmaz’ ve ‘Kur-da çobanlık veren, zulmetmiştir’ denir.” Muhtâru’s-Sıhah’ta böyle târif edilmiştir.( 1) Allâhu Teâlâ ve insanlar indinde sevilen biri olmak isteyen bir sultânın âdil ve insaflı olması şarttır.

Fâtiha Sûresi’ne göre Allâhu Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanmak dört şekilde gerçekleşir:

1- Allâhu Teâlâ âlemlerin Rabbidir; sultanların da idâresi altındaki herkesi sâhiplenmesi gerekir. Yâni açları doyurmalı, susuzlara su vermeli, çıplakları giydirmeli ve gariplere barınacak yer bulmalıdır. Tıpkı hilâfeti esnâsında Hz. Ömer’in, halktan dilenen yaşlı bir Mecûsîye/ateşpereste davrandığı gibi davranmalıdır: Hz. Ömer o Mecûsî ihtiyara “Senin gençlik zamanlarında biz senden haraç/ vergi almıştık, şimdi ise sen geçimini temin edememektesin; o halde bizim sana beytülmaldan (devlet kasası) bir maaş belirlememiz gerekir” demiş ve ona maaş bağlamıştı.

2- Nasıl ki, Allâhu Teâlâ bütün kullarına karşı “Rahmân” ise, sultânın da idâresi altındaki herkese karşı merhametli olması, onların canlarını, mallarını ve ırzlarını koruyucu olması gerekir.

3-Âhiret işlerinde mü’minlere karşı “Rahîm” olmak; yâni okul, üniversite ve cami gibi âhirete yönelik faaliyet gösteren binâlar yaptırmak.

4- Sultânın “Din gününün sâhibi” olması demek, onun halkın iyi veya kötü amellerini karşılıksız bırakmamasıdır. “Din günü” demek, iki taraf arasındaki dâvâ ânı demektir; sultan bu durumda iki taraf ara-sında adâlet ve hukûk ölçüsünde hüküm vermelidir. Halk, böyle bir sultânın kendisine itâatle kulluk eden kulları mesâbesindedir. Böyle olursa o, ismen/zâhiren değil, gerçekten “mahmûd” (kendisine teşekkür edilen) olur. Hani derler ya: “İnsan, ihsânın/iyiliğin kölesidir.”

“Bizi dosdoğru yola ilet”e gelince; bu âyet, mü’minlere Hak’tan isteyecekleri en güzel dileği bildirmektedir ki, o da sirât-ı müstakime (düpdüz- gün yola), peygamberlere, velîlere ve sâlihlere bahşettiği yola iletmesidir (hidâyet). Zîrâ ilk yola (sırât-ı müstakim) ihlâslı mü’minler, riyâkârlar, münâfıklar, gazaba uğrayanlar ve sapmışlar hep birlikte girerler. Meselâ namaz bir sırât-ı müstakimdir; ona riyâ ve nifak karışırsa istikâmeti (düzgünlüğü) kalmaz. Diğer ibâdetler de böyledir. Hattâ gazâ (harbe çıkmak) dahi bir doğru yoldur. Savaşa katılan biri, eğer savaştaki bölüğünden kaçar k ve elinde olduğu halde kâfirlere/düşmana karşı savaşanlara yardım etmez- ise, onun bu davranışı doğru yol değildir. Muhâripler savaşta iken onların mallarını yağmalamak nasıl olur? Orasını da artık sen düşün! Böyle bir asker, olsa olsa şeytanın veya Deccâlin askeri olur.

İkinci yola gelince; o, ancak ve ancak peygamberler, velîler ve ihlâslı sâlihler gibi Cenâb-ı Hakk’in hâs/özel kullarının girdiği yoldur ki, işte her mü’minin Allâhu Teâlâ’dan dilemesi gereken düpdüzgün, dosdoğru yol (sırât-ı müstakim) bu yoldur. Zîrâ Allâhu Teâlâ onlara bu yolu “Kulumun istediği verilecektir” sözüyle vaat etmiştir.

Bir kimsenin Fâtiha’yı bu niyet ve şuurla ömründe bir kere okuması, dil ile günde bin kere okumasından çok daha hayırlıdır. Zîrâ insan böyle bir okuyuşla ömrü boyunca ulaşabileceği hayırlara bir defâda ulaşabilir.
Allâhu Teâlâ bizlere ve bütün mü’minlere bu hayra ulaşmayı kolaylaş'tırsın ve nasip etsin. Âmîn (kabul eyle), ey kabul edicisi dileklerin ve en merhametlisi merhametlilerin!

-----------------

(1)-Tırnak içinde tercüme ettiğimiz ibârelerin Muhtâru’s-Sıhâh’tan aynen alınmış olması ve bu eserin müellifi olan Muhammed b. Ebî Bekr. b. Abdülkâdir’in de 666/1268’den sonra vefat ettiği gözönüne alındığında, bu durum bu tefsirin Hz. Geylâni ye âidiyetini şüpheye düşürmektedir. Ne var ki, bu ibârelerin metne son­radan başkaları tarafından ilâve edilmiş olması da muhtemel görünmektedir. Zîrâ metinde bir kopukluk göze çarpmaktadır. Ayrıca, kaynak gösterilmek sûretiyle Muhtâru's'Sıhâh’tan alıntı yapılmaktadır. Oysa genellikle kadîm ulemânın, -tabiî ki Gavsı A'zam’ın da- kaynak gösterme aklinde bir üslûbu yoktur. Dolayısıyla yukarıdaki üslûb burada metne bir müdâhalenin olduğu ihtimâlini kuvvetlendirmektedır.

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)

Devamını Oku »

Mü'minin Kalbinde Parlayan İlk Yıldız

Mü'minin Kalbinde Parlayan İlk Yıldız

Mü'minin kalbinde parlayan ilk yıldız "hüküm yıldızı"dır; sonra "ilim ayı", sonra "ma'rifet güneşi" gelir. Mü'min, hüküm yıldızının ışığıyla dünyâya bakar. İlim ayının ışığıyla âhirete bakar. Ma'rifet güneşinin ışığıyla Mevlâ'sına bakar.. Nefsi mutmainne bir yıldızdır. Kalb-i selîm bir aydır, saf/tertemiz sır, bir güneştir. Nefsin makâmı kapıdadır. Kalbin makâmı huzurdadır. Sırrın makâmı ise özel odada, Cenâb-ı Hakk’ın huzûrundadır.
Kalbe Cenâb-ı Hak telkinde bulunur. Kalp nefs-i mutmainneye telkinde bulunur. Nefis dile imlâ eder/yazdırır. Dil de halka aktarır. Nefsin varlığı töhmet mahallidir. Kalbin varlığı şüphe makâmıdır. Sır saflaştığında acâiplikler/muhteşemlikler gelir.

(Rızkını) nefis ile aldığın sürece haram yemektesin demektir. Değişken bir kalp ile aldığın sürece yiyeceğin şüphelidir. Sırrın sâf olduğu zaman ise gerçekten helâl yiyorsun demektir.

Kadere rızâ; kalbin kurbiyet bulmasına, fazilet evine girmesine, (ilâihi) fetih yemeğinden yemesine ve ünsiyet şarâbından içmesine vesîle olur. 

Sufilerin sırları yeryüzünün dağları ve varlığın direkleridir. Ünsiyet münâdîsi onlara, nefse yapılan iltifattan daha tatlı sözler fısıldar. Onlara der ki:

“Sıkıntıdan sonra rahatlık gelecek. Bu dağınıklıktan sonra cem (bir araya gelme, toparlanma) olacak. Bu acılığın yerini tatlılık alacak. Bu zilletin ardından izzet ve şeref yer alacak. Bu fenâdan/yokluktan sonra varlık bulacaksın.”

İşte o zaman kurbiyet yüzü bu makâmın sâhibini karşılar. Onu önüne alır. Halk ile onun arasına bir set koyar. Cenâb-ı Hak hüküm, ilim ve kurbiyeti, san’atının nûrunu ve nûru ile mâsivâya nazar eden sûfîlerin kalplerinin âdetlerini yırtan hârikulâdelikleri onun kalbinde bir araya getirir. Onları “İlâhî cemâle nazar cenneti”ne sokar. Kâinâta nazar ettikleri vakit şöyle yalvarırlar:

“Ey şaşkınların rehberi! Sana götüren en kısa yolu bize göster!”

Şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemezler. Kâinâtın tesbîhâtına dahi meyletmezler. Âlemlere iltifat etmezler. Bunun üzerine re’fet/merhamet ve muhabbet eli onlara uzanır. Onların kalp ellerinden tutar, lütûf odalarına koyar, ünsiyet kanatları altına ve kurbiyet lezzetine götürür. Üzerlerindeki sefer elbiselerini çıkarır, menzillerinde konuk eder, huzur-ı İlâhîye onları yerleştirir. Onların her birinin kalbine kapılar açar da böylece onlar her kapıdan O’nun mülkünü, saltanatını, celâlini ve cemâlini görürler.

Onların kalpleri Cenâb-ı Hakk’ın irâdesinin icrâ mahalli, ilminin hazîneleri ve sırrının sûretleri olur. Sırları/iç âlemleri her ne zaman kalp evinin etrâfını dolaşsa, ilim ve sırlarla karşılaşır. Bu evin sâkini olurlar. Oradaki hazîne ve defîne odalarını görürler. Her taraftan onlara bast/ferahlık gelir. Kanatları kuvvetlenir. O tarafın otağlarına doğru uçarlar. Rab- leriyle berâber olurlar. Eğer düşecek olsalar yine bu evin avlusuna düşerler. Mülkün Rabbinin önünde istedikleri gibi hareket ederler. Onlar duâları makbul, mahbûb ve meczûb (Hak tarafına çekilmiş) kimselerdir. Kalp, Rab ile berâberdir. Sır, sır ile berâberdir. Kalb, kapısı ne zaman açılacak olsa, sır gözüyle Rabb’in cemâlini görür; perde kalkar...

Ey insanoğlu! Sıddıkların göğüsleri âlemlerin Rabbinin sır mahzenidir. İlim yıldızları ve ma'rifet güneşleri oradadır. Melekler bunların ışığıyla aydınlanır.

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Hz.Muhammed (a.s) Hakkında

Hz.Muhammed (a.s) Hakkında


Nûrânî savmaa/ibâdethâne sâkinlerinin burunları “Ben çamurdan bir beşer yaratacağım” ıtırını kokladıklarında ve en yüce melekût “Ben yeryüzünde bir hatife yaratacağım” nârlarıyla aydınlandığında, kudsiyet savmaalarının azizlerine “ Sürelini tamamlayıp, rûhumdan üfledikten sonra onun için hemen secdeye kapanın” dendi.

Toprak “ Teşbih ederler” dilinin burunlarında bir misk oldu. Âdem dâmâdı/gelini “Muhakkak ki Allâh [Âdem’i] seçmiştir” elbiseleri ile süslendi. Melekler “Ona kendi rûhumdan üfledim” nûrunun yüceliğine secde ettiler.

Mûsâ (a.s.) “Muhakkak ki ben AJlâh'ım” lezîz nağmesini şakıyan bir bülbül dinledi. Kıdem/ezel şarabını “Seni Ben seçtim” kadehleri içinde da-ğıtan bir sâkî ile tanıştı. Mûsâ (a.s.)’m sevinciyle Tûr’un her tarafı deprendi. Dağ eteklerini onun [ayakları] altına serdi. Mûsâ (a.s.) “Kutsal Vâdi’de” ağacının altında durdu. İçine, sâkîyi görme iştiyâkı düştü. Sarhoşluk neşesi gövdesini coşturdu. Aşk defterine, hasretinin şiddetiyle ve kendi elleriyle “Bana görün!” diye yazdı. Elinde kalem değişti/hareket etti; “Beni göremezsin!” diye yazıverdi. “Tecellî etti” şimşeğinin ışığı akıl gözüne parlayıverdi. “Baygın düştü” ateşi olmasaydı, dağ bir cennet olmuştu.

Ayıldıktan sonra “Seni tenzîh ederim; tevbe ettim” dedi. Devleti sona ererken ona dendi ki:

“Ey Mûsâl Risâlet kalemini ‘Beşikte iken insanlara konuşur’un sahibine teslim et. Benim tevhîd kitabıma ‘Ben Allâh’ın kuluyum! diye yazması ve risâlet defterine ‘Benden sonra ismi Ahmed olan bir rasûlü müjdeleyici olarak’’ satırını nakşetmesi için diviti/hokkayı ona ver...”

“Her türlü eksiklikten münezzehtir O ki, kulunu bir gece götürdü (isrâ)” Rasûlullâh (s.a.v.)’ın şerefinin tâcı oldu. Rabbi onu semâvât ehline gösterdi.

“Kuluna Kitâb'ı indirdi” izzetiyle onu zînetlendirdiğinde onun risâletinin güzelliği daha da parladı.

Ahmed (s.a.v.) damâdının göründüğü gece en yüce melekûtun nûrları zayıf kaldı. Onun güzelliğinin ihtişâmmdan dolayı nûrânî şahısların göz bebekleri kamaştı. Meleklerin gözleri onun nûrunun aydınlığına bakamadı. Onlara dendi ki:

“Ey en yüce, en parlak ve kutsal semânın sâkinleri! Nûr saçan bir kandil olarak gönderilmiş olan peygamberin ışığından istifâde edin. Siz enbiyânın imâmının himâyesi altındasınız.”

Bu yeryüzü güneşi zuhur edince, gökyüzü güneşi gizlendi. Yesrib yıldızının doğmasından dolayı gök yıldızları utançlarından saklandılar. Nûrlar, Ahmed (s.a.v.)’in nûru içinde kaybolup gitti... En şerefli ve kutsal savmaa- ların/ibâdethânelerin azizleri “O hevâ-yı nefsânîden konuşmaz”ın sâhibine bakmak için ortaya çıktılar.

Ona dendi ki:

“Ey vücûdun/mahlûkatm efendisi! Senin Tûr’un “Isrâ” gecesidir. Senin için nûr, Reffeftir; Kutsal Vâdi ise “Kâb-ı kavseyn (O’nunla arasındaki mesâfe bitişik iki yay kadar kaldı)”dır. Senin için en güzel nağmelerle şakıyan bülbül, “Sonra da kuluna vahy ettiğini vahyetti”dit. Mûsâ’nın matlûbu, senin için “Göz ne kaydı, ne de aştı” sicillinde/defterinde tecellî etmişti. Sen nebiler dîvânına kaydedilmiş en son harfsin. Sen “İşte bunlar üstün kıldığımız rasûllerdir” fermânına yazılmış en büyük satırsın. Senin düğünün “ufuk-ı a’lâ”da yapılmıştır. Bu düğünün hikmetlerinden birisi de “[O gece] Rabbinin âyetlerinden!delillerinden en büyüğünü görmüştür” âyetidir. Vücûdun alnına takmak için senin şerefinden öyle bir taç yapıldı ki, daha önce böyle bir taç hiç yapılmamıştı.”

Peygamberlerden hiçbirisi “Kulunu gece yürüttü” izzetine ulaşamadı. “Kâb-ı kavseyn (iki yayın birleşmesi)” bahçesinin kokularından bir koku koklayamadılar. Onlardan hiçbirisinin bizâtihî yüzüne “Ey Nebi! Selâm senin üzerine olsun”diye hitâb edilmedi. Onlar “Ev ednâ (ya da daha yakın oldu)” perdesinin gerisinde durdular da, “Yaklaştı ve sarktı”nın sâhibi öne geçti. Kevn/mevcûdat gelinleri süslü elbiseleri içinde ona (s.a.v.) göründü. O, onlara meşgûliyet nazarıyla iltifat dahi etmedi; aksine “Göklerini uzatma/bakma” edebiyle edeptendi.

İşte Kutsal Vâdi; nerede Mûsâ?!
İşte Kustal Ruh; nerede Isâ?!
İşte “Yıkanacak ve içilecek soğuk su!”; nerede Eyyûb?!

Akıllar gayb meydanlarında ne kadar çok sefere çıktı?! Fikirler o güzelim yuvalarını bırakarak, bu en yüce şereften bir nebze esinti alabilmek, bu en azîz/değerli bahçeden bir nefis koku koklayabilmek ve o denizin dalgalarına dalıp eğlenmek için o yücelik bahçelerine doğru ne kadar çok uçtular?! Ama isteklerine ulaşabilmek için yol bulamadılar. O tarafın marifet lisanları hâl-i itiraf ile şöyle seslendiler:

“Ey peygamberlerin hâtemi/mührü! Kutsal Rûh sensin! Varlık bedeninin rûhu sensin! Kâinat bahçesinin gülü sensin! İki âlemin hayat kaynağı sensin. Vahiy incileri, ruh gerdanlığın üzerinde senin için dizildi! Kıdem/ ezel bahşişinin esintileri senin için esti. Kader “Rabbm sam ihsanda bulunacak ve sen de râzı olacaksın”sancağını senin için dikti. En yüce melekût âlemleri seni övme kokusuyla misk gibi koktu. Şerîat lambaları senin ilim nârlarınla aydınlandı. Hüküm semâları senin kelime lambalarınla ışıdı.”

Peygamberler, şâhitlikleri esnâsında, o kendilerinden önde olduğu halde ve onun yüceliğine uymak için saf saf oldular. Kader münâdîsi onlara şöyle seslendi:

“Ey saâdet yuvasının ve halk üzerindeki hüccetin sâkinleri!
Bu, yücelik kameridir!
Bu, aydınlık güneşidir!
Bu, nebiler tâcının incisidir!
Onun güzelliğine karşı gözbebeklerinizi dört açın.
Onun aydınlığına karşı gözleriniz üzerindeki perdeleri kaldırın.
Onu, risâlet gerdanlığı incilerinin güzelliğinin şerefi ve eşi bulunma- I yan bir inci olarak bulacaksınız.

Vahiy elbisesi nakış nakış onunla süslenmiştir.
İtiraf lisânıyla “Bizden hiçbirimiz yoktur ki, onun belli bir makâmı olmasın” ı okuyun...”

[B]

Muhammedi şahıs ve Ahmedî şekil, Hâşimî nesebden geldi. Onun [ menkıbeleri eşsiz oldu. Onun âyetleri/delilleri melekûtî (Melekût âlemine mahsus bir güzellikte) idi. Onun işâretleri gayba âitti. O, özel keremlerle şereflendi. “Cevâmiu’l-kelîm” ona tahsis edildi. Kevn-i külli (kâinat) çadırının direkleri onun şerefine yükseldi. Ulvî/yüksek ve süflî/alçak âlemlere mahsus varlık safları onun yüceliğine göre tanzim edildi. O “Mülk âlemi” kitabının kelimesinin sırrıdır. Halk ve felek fiillerinin manâsıdır. Mevcûdat binâsı kâtibinin kalemidir. Âlem gözünün insanıdır. Varlık mührünün kalıbıdır. Vahiy memesinin süt çocuğudur. Ezel sırrının hâmilidir/taşıyıcısı- dır. Kıdem/ezel lisânının mütercimidir. İzzet sancağının sancaktarıdır. Şan ve şeref tepesinin mâlikidir/sâhibidir. Nübüvvet gerdanlığının ortasındaki taştır. Risâlet tâcının incisidir. Enbiyâ alayının komutanıdır. Peygamberler ordusunun kumandanıdır. Hazret (ilâhî huzur) erbâbının imamıdır. Sebepte ilk, nesebde sondur.

O, her türlü bozulmadan sâlim kalmış olan “fıtratı/Islâm’ı” desteklemek için, sıkıntı perdelerini yırtıp parçalamak için, zor işleri kolaylaştırmak için, sinelerindeki vesveseleri silmek için, ruhlardaki kederi gidermek için,
gönül aynalarını parlatmak için, bâtın (iç âlem) karanlıklarını aydınlatmak için, kalp fukarâlarını zenginleştirmek için, nefis esirlerini kurtarmak için, kabz/darlık vahşetini gidermek için, bast/ferahlık ünsiyetini celbetmek için, gaflet topluluğunu dağıtmak için, sevinç gruplarını bir araya getirmek için, şakâvet dirisini öldürmek için, saâdet ölüsünü diriltmek için, azgınlık zincirlerini kırmak için, hidâyet sancağını yükseltmek için, gönül sâhiplerini visâle erdirmek için, hasret definesini güzel yüzün üzerine saçmak için, dostların birbiriyle buluşmasını sağlamak için, muhabbet ateşini tutuşturmak için, ruhların daha önce verdikleri ahdi hatırlamaları için, özlerin kerem yurdunda verdiği andlarını yenilemeleri için... Nâmûs-ı Ekber (Kur’ân-ı Kerîm) ile gönderilmiştir.

Şerîat ağacının hikmet çiçekleri onun suyuyla açmıştır. İlim bahçesindeki hüküm meyveleri onu görmekle yeşermiştir. Ayet/delil şahısları onun kalkmasıyla birlikte ayağa kalkmıştır. Mûcize defineleri onun zuhûruyla ortaya çıkmıştır. O, fasih konuşanlar arasına gönderildi; ama onun fasâhati karşısında o belâgat sâhiplerinin dili tutulmuştur. Bütün diller onun vecizliği etrâfında toplanmıştır. Onun işâretinin şerefi önünde onların ma‘rifet akılları başlarını secdeye koymuştur. Hepsi de topluca onun kafilesine katılmıştır. Fasâhat onun “İnsanlar ve cinler bir araya gelse dahi (Kur’ân’ın bir benzerini meydâna getiremezler)” sancağı altına girmiştir. Onun “cevâmiu,l-kelîm”liği karşısında diğerlerinin fehim/anlayış güneşleri tutulmuştur. Onun hikmet güneşleri karşısında onların fikir ayları görünmez olur.

Rûh-ı Emîn (Cebrâîl) ona âlemlerin Rabbi katından geldi de, onu Burak’a bindirdi ve ezelî celâlin cemâliyle müşerref kılmak ve ebedî izzetin kemâlinin huzûruna erdirmek için yedi kat göğü delip geçti. O gece sanki revaklarla süslenmişti; sanki ufuklar üzerine otağlar kurulmuştu. Zaman, çiçekli bahçenin kokusunu etrâfa yayıyordu...

Seherden sonra fecr/şafağın ışıklarıyla ortalık aydınlandı. “Bir gece kulunu yürüttü” kudretiyle sevinç âlemi onun önüne dürüldü. Hüküm erbabı “Onu bana getirin; onu kendime yakın edeceğim” sebebiyle ona il- tifatlar yağdırdı. Gökyüzünün ve melekût âlemlerinin hepsi “Âyetlerimizi ona göstermek için” elbisesi içinde ona arz edildi. Her iki âlemin gelinleri, sırları, işleri, insan ve cin ilimleri “Muhakkak ki o, Rabbinin en büyük âyetlerini görmüştür” meclisinde onun için süslenip hazırlandı. Peygamberlerin başları “O en yüce ufukta olduğu halde” ona selam verdiler. Gök sâkinlerinin emirleri göklerin kapısında oturup onun kendi taraflarına gelişini gözetlemekle emrolundu. Mülk melikleri Sidre-i Müntehâ’ya kadar ona eşlik ettiler. Onların eşrâfı onun doğuşunu müşâhede etmek ve onun güzelliğini seyretmek sûretiyle gözlerini sevindirmek istediler. Onların akıl ‘Sidre-i Müntehâ’ları ve ilimlerinin zirveleri onun güzelliğinin nûruna boğuldu; tıpkı gök kapılarının onun ışığının aydınlığına boğulduğu gibi.

Nûrânî şahsiyetlerin gözbebekleri onun celâli karşısında afalladı. En yüce âlemin sâkinlerinin gözleri onun cemâli karşısında dehşete düştü. Onun heybeti karşısında en yüce otağ ehlinin boyunları büküldü. Nûrânî ibâdethâne erbâbınm başları onun izzeti karşısında eğildi. Onun şânının kemâli karşısında rûhânîlerin gözleri faltaşı gibi açıldı. Mukarrebûn melekleri saf saf oldular. Teşbih edenlerin tesbîhatları ile kudsiyet âlemi mensuplarının yüzleri güldü. Tenzîh yurtları vecde gelenlerin nefesleri ile güzel güzel koktu. Kürsü ve arş, onu görme sevinciyle coştular, raks ettiler. Onun gelişinin verdiği ferahlık ile güzellik cennetleri süslendi. Kevn/varlık onun varlığıyla coştu. Yüce mekânlar alçak yerlere karşı onu görmekle iftihar etti. Semâ eyvanları onun ışığıyla aydınlandı. Yüce Keyvân (Satürn) ışıltılarla yüceldi. Sırlar, seçilmiş göz için ortaya döküldü. Nûrların sâhibi için perdeler kaldırıldı. Rûh-ı Emîn (Cebrâîl) “Bizden hiçbirimiz yoktur ki, onun belli bir makâmı olmasın” dâiresine kadar ona eşlik etti ve orada ona dedi ki:

“Ey karîb/yakın olan habîb! Bundan sonra Allâhu Teâlâ ile kendi başına buluşmak için hazır ol!”

Ve onu nûrun içine gönderdi. Kendisi geride kaldı. “Kutlama esnâsında uzunlar kısalır (sevinç ânında merâsim kalkar)!”

Peygamberler mahremiyet salonunda hizmet ayağı üzerinde beklediler. Meleklerin rûhâniyetleri celâl/yücelik mi‘râtlarında övgüler dizmek için ayağa kalktılar. Âşıkların ruhları, “belki dönüşü esnâsında onun hayat bahşeden kokusundan bir koku alabiliriz” diye şevk mertebelerinde heyecanla beklediler.

Bu yolculuk Levh-i A‘zâm (Levh-i Mahfuz) sayfaları üzerinde yazı yazan vahiy kâtiplerinin kalemlerinin çıkardığı seslerin duyulduğu yere kadar sürdü. Nûr Refref i üzerinde Ufuk-ı Âlâ’ya (en yüce ve en son ufuk) kadar gitti. Oradan şevk kanatlarıyla “Yaklaştı ve sarktı” makâmına uçtu. Kerem teşrifâtçısı onu “Kâb-ı kavseyn (iki yayın birleşmesi yakınlığı)” bahçesinde ağırladı. “Ev ednâ (yâhut daha da yakın oldu)” döşeğini onun için hazırladı.

O, en yüce taraftan “Sana selâm olsun, ey Nebî!” nidâsını işitti. Sevgili onu ikramla karşılıyordu. O Celîl, onun karşısına selâm ile çıkıyordu. Ürkeklik sıkıntısının yerini ferahlık aldı. Vahşet/soğukluk gitti, ünsiyet/ sıcaklık geldi. “Kuluna vahyedeceğini vahyetti” hitâblarıyla kendine geldi. “Gerçekten de O’nu önceden bir kere daha görmüştü” ile ona mükâşefeler bahşedildi. Ağzını açtı; oraya ezelî ilim denizinden damlalar düştü. Onunla geçmişin ve geleceğin her şeyini öğrendi.

O yüce ve ihsânı herkese şâmil olan Yaratıcı’nm lisânı (Hz. Peygamber) şöyle dedi:

“Burası kerem/iyilik makâmıdır. Nîmet arsasıdır. Rahmet madenidir. Fazilet cennetleridir. Fütüvvet/yiğitlik yurdudur. Hayır kaynağıdır. Cömertlik kurallarına göre ihvânı ikramdan mahrum etmek hoş olmaz. Vefâ hükümlerine göre dostları ayrı tutmak hoş değildir.”

Kendisine bağışlananları merhamet duygulan içinde dostlarına da dağıttı. Orada nâil olduğu iyilikleri onların üzerine de saçtı. Mertebesinin şerefinden ve bereketinden dostlarını da nasipdâr etti. Tıpkı kendisini andığı gibi onları da andı. O tek başına geldiği bu makamda ve Rabbine olan münâcâtında onları unutmadı ve şöyle dedi:

“Selâm bizim üzerimize ve Allâh’ın sâlih kulları üzerine olsun.”

Sevgili ona şöyle seslendi:

“Ey efendilerin efendisi! Ey cömertlik erbâbının imamı! Yüceliğin evveli de, sonu da şenindir. Açık ve gizli övünç sana âittir. Mürüvvet, vefâ, fütüvvet ve safa sana mahsustur. “Biz senin göğsünü açmadık mı/ferahlatmadık mı?! Belini büken yükünü üzerinden alıp atmadık mı?! Senin zikrini/ şânını yükseltmedik mi?!” Biz ezelde senin şerefini peygamberler arasında en yüce yere koymadık mı?! Kırmızıya da (cinler) siyaha da (insanlar) seni peygamber olarak göndermedik mi?! O en yüce şeref defterinde (Illiyyûn) senin ismini kazımadık mı?! “Ben sizlere benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberin müjdecisiyim” diyen îsâ’yı senin müjdecin yapmadık mı?!

Hani O (Hz. Mûsâ) diyordu ki: ‘’Rabbim! Göğsümü aç/ferahlat.” Sana da deniyor ki: ‘’Biz senin göğsünü açmadık mı/lferahlatmadık mı? ” O diyordu ki: ‘’Rabbim! Bana görün!” Sana da deniyor ki: ‘’Rabbini görmedin mi!” Sen dünyâda ümmetine şâhitsin; âhirette ise istediğine şâhit olacaksın. Şerîat hazırlığını ‘’Bitirince hemen yeni bir işe koyul” Ümmetin hakkında ‘’Rabbine yönel.”

Âşıklar ile sevgilileri arasındaki mektuplar yerlerine ulaştı... Onlar arasında vuslat rüzgârları esti. O İlâhî hitâbın murâdı olan, İlâhî cezbe ile çekilmiş olan (Hz. Peygamber) şöyle dedi:

“İlâhî! Nimetini umuyoruz. Bizleri korumanı diliyoruz. Bizler senin ahit beşiğinin çocuklarıyız. Lütûf sütünün bebekleriyiz. Cömertlik göğsünün yavrularıyız. Senin ihsânlarının çokluğu karşısında diller âcizdir.
Nimetlerinin bolluğu ve güzelliği karşısında gözler hayrandır/şaşkındır. O dilleri çöz! Beyân/açıklama perdelerini aç. Mâneviyâtımıza kuvvet ver!..”

O Celîl ona şöyle seslendi:

“Biz senin üzerinden celâl/yücelik (şiddet) perdelerini kaldırmadık mı.’’ Kibriyâ (büyüklük) perdesinin arkasında ve azamet mertebesinin yukarısında olan şeyleri görmek için seni kemâl sıfatlarıyla kuvvetlendirmedik mi?!

Bütün bunlarla birlikte senin kalbini hikmet yuvası yaptık. Dilini fasâhat mahalli yaptık. Bedenini belâğat mâdeni yaptık. Zikrini îcaz (münkirleri âciz bırakma) kaynağı yaptık.

İsrâ/Mi‘râc seferinden döndüğün zaman kullarıma haber ver ki, “Ben gerçekten de Gafûr ve Rahîm’im ”m Mahlûkatıma ulaştır ki, “Ben çok yakınım. Bana duâ ettiği vakit duâ edenin duâsına icâbet ederim.”

O risâlet ve celâletin sâhibi, bütün hamdleri, şükürleri, övgüleri, me-dihleri ve senâları kendinde toplayan bir lisan ile şöyle dedi:
“Ben Seni övecek söz bulmaktan âcizim; Sen kendini övdüğün gibisin.’’
Sonra yaşadığı bu âleme geri dönmeye başladı. Meleklerin büyükleri, yüzlerini onun ayaklan için yere seriyorlardı. Rûh-ı Emîn onun önünde övünç örtüsünü taşıyor ve meleklerin safları arasından ta’zîmle ona yol açıyordu. Hz. Adem onun celâl tuğlarını yükseltiyor, Hz. İbrâhîm onun heybet bayraklarını dalgalandırıyordu.

Hz. Mûsâ da, âdetâ batı tarafından habtbine münâcât ediyordu. Hani gözleri habîbine bakmıştı da, tekrar tekrar O’na bakmak istemişti. Kader ona Tûr tarafından “Emrimizi vahyettik” diye seslenmişti.

Bu sırada Hz. Isâ, yeryüzüne ineceğine ve Kâb-ı Kavseyn sâhibi ile ilgili gökyüzünde olup bitenleri yeryüzündekilere haber vereceğine dâir Mevlâ’sı adına yeminler ediyordu!

İşte böyle... Onun (s.a.v.) önünde “îşte bu bizim atamızdır.’’ askeri “Kendisine nimetler bahsettiğimiz bir kul" marşını okuyordu. Onun şerefinin tâcı “Muhammedün Rasûlullâh (Muhammed Allâh’ın peygamberidir) ” idi. Elbisesinin süsü “Göz kaymadı ve aşmadı” idi. Onun izzet ve şerefinin münâdîsi, varlığın bütün katmanlarında ve bütün safhalarında şereflenmeyi emretmek sûretiyle şöyle seslendi:

“ Muhakkak ki Allâh ve melekleri nebî (Muhammed) üzerine salât ve selâm
ederler. Ey îmân edenler! Sîzler de ona bol bol salavat getirin ve selam edin.”

Hz. Peygamberin Cesedi

Hz. Peygamberin cesedi onun rûhunun kandilliğidir. Kandillikte vahiy ışığının fânusu vardır. Onun kendisine inen vahyi tebliğ etmesi bir lambadır. Nübüvvet nûru kalp kandilliği fânusuna yayıldığı zaman nûr üstüne nûr olur. O’nun gönül aynası tertemizdir; gaybın gaybını onunla görür. Ona belîğ/edebî bir lisan ile hitâb edilir. Onunla akıl gözünün mele-i a’lâ’yı (yüce topluluk) görmesi için bir pencere açılmıştır. Ezelin latif defineleri ona sunulmuştur. Hâdis/mahlûkât ile Kadîm/Cenâb-ı Hak arasındaki tercümandır o.

Dilaver Gürer , Abdlkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »