İnsanın Hakikatinin Tarifi



İnsanın hakîkatini ulemâ şöylece tarif etmişlerdir:

İnsan haraketli, diri, ulvî ve nûrânî bir cisimden ibarettir. Görülen bu bedenin heykelinden muhaliftir. Su gülde, yağ zeytinde, ateş tuğlada nüfuz ettiği gibi, ruh da bu cesedde sereyan ve cevlan eder. Kendisi değişmeye tefessüh etmeye salahiyetli değildir. Mutlak sûrette cismânî heykelde tasarruf eder. Alet ve edevatlarının tefessüh etmesi halinde bedenden ayırılır. İşte bu ayrılış ölümdür. Demek ölüm insan için aslî ve ebedî hayatının başlangıcıdır. İmam Râzî ve İbnu Kayyim bu tarifi tercih etmişlerdir. Binaenaleyh ruh o nûrânî cevherdir.

İnsanın hakîkati ruhtur; madde âleminden hariç veya dahil olmayan nûrânî bir cisimdir; maddî cisim değildir; bedene bitişik veya ayrı da de­ğildir. Ancak tasarruf ve tedbiriyle bedeni idare ederse, insan bu idare sayesinde diridir; irtibatını keserse ölüdür. Binaenaleyh ruh kendisi gü­neş, beden yer küresi, nefs aralarına girmiş kesâfetli bir bulut gibidir. Kesâfetin zeval bulmasıyla ruh güneşten daha parlak görünür. Bu tarif da­ha meşhurdur. Nitekim İmam Gazâlî başta olmak üzere birçok ehli ta­savvuf, felsefeciler, Kerrâmiyyeden birçoğu, ehli mukâşefe ve İmam Râğıb İsfehânî'nin kabul ettikleri tarif de budur. İmam Râğıb İsfehânî şöyle demektedir:

İnsan, ins kelimesinden müştak, cin ve meleğe muhalif, birbiriyle kaynaşıp buluşan, görüşen ve tabiatiyle medenî bir varlıktır. Şerefli ve idrakli olduğu için ona ins denilmiştir. Şu halde insan beden ve ruhtan mürekkeb, ruh ve bedenden ibaret müstakil bir hakîkattir. insanlar birbi­rine muhtacdırlar. Hayvanlar gibi tek başına yaşayamadığı için de kendi­si belalara maruz, gayet nazik ve gayet zayıftır.

*“...İnsan son derece zayıf olarak yaratılmıştır.” [En-Nisâ'28] mealindeki ayet-i kerîmeye binaen insan ağır bela­lara dûçar olurken aciz kalır ve kendisi ebnâ-i cinsine muhtacdır de­nilmiştir. Bununla beraber kendisinde bir ilim, bir fikir, zenginlik ve güç bulduğu zamanda da haddini aşan ve Cenâb-ı Hakk'ın hukukuna te-cavüz edendir insan.*“Şübhesiz İnsan kendini ihtiyacsız gördüğü zamanda tuğyan eder.” [El-Alâk 6-7] mealin­deki ayet-i kerîmede bu hakîkat tasrih edilmektedir.

İmam Mâverdî diyor ki: İnsan beden ve nefs cihetiyle şerre, ruhu ci­hetiyle de hayra meyledicidir. Cüz'î iradesini şerre uzatırsa, Allah onu şer işlemesine, hayra uzatırsa hayr işlemesine sevk eder. Demek insan nefsi cihetinden şerli, ruhu cihetinden hayrlıdır. Onun hayr ve şer irade­lerine göre Allah Teâlâ da iki yol ona açmıştır. Artık,*“Biz onu (hayr ve şer olmak üzere) iki yola da ilettik.” [El-Beled 10] mealindeki ayet-i kerîme bu hakîkati tasrih etmiştir.

Her şey kendi sûretiyle diğer cinslerden ayrıldığı gibi, insan da hissî olan bedeniyle diğer hayvanlardan, akıl ve ruhuyla da şeytandan, nefsi itibarıyla da meleklerden ayrılır. Nitekim şekil itibarıyla bir bıçak, kavun ve karpuzdan ayrılır; cam da sertliğiyle sudan ayrılır. Demek insan her­hangi bir hayvandan tekâmül etmiş değildir. Bir cihetten birçok mahlukla ortak ve müşterek olsa da, diğer taraftan birçok özellikleri ile hepsinden ayrıdır. Her ne kadar insan da hayvan gibi beden cihetiyle toprak, su, ateş ve havanın özlerinden yaratılmış ise de insan ruhu cihetiyle üstün ve seçkindir, ayrı ve ebedîdir. Çünkü insanın bedeninin cemada, tüyle­rinin nebata, nefsinin hayvana, ruhunun meleğe benzeyişi, insanın bun­lardan birisinden oluşunu ve bunlar gibi olmasını göstermemektedir. Demek insan yalnız bunlardan birisi değil bilakis hepsidir. İşte bu özel­likle insan yer yüzünün hâkimiyetini kazanmaktadır. Demek insan hep­siyle beraber olduğu için hâkimiyeti kazanmıştır; hepsinden ayrı olduğu için de yer yüzünde halîfelik makamına layık olmuştur. Nitekim bu mana­ya işareten:

*“...Muhakkak ki ben çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onun hilkatini tamamlayıp içerisine Ruhum'dan üfürdüğüm zaman kendi­si için derhal secdeye kapanın.” [Sâd 71-72] mealindeki ayette beyan olduğu vecih üzere insanların aslı olan Âdem Peygamber'in bedeni topraktan tamamlandıktan sonra Cenâb-ı Hakk ona Kendi kudretinden yaratmış olduğu ruhu da İçerisine üflemiştır, ona can vermiştir. Âdem ve evladı bu ruhla, akılla, idrak ve iradeyle bütün mahluktan ayrılmıştır,işte bu hayat hayvanda olmadığı için İmam Fahreddîn Râzî de birçok felsefe­ciler gibi “Hayvanda hayat yoktur." demektedir.

Bu hikmete binaendir ki insanın beden ve ruhuna zarar vermeyen hayvanların eti nebat gibi, in­sanlara helal ve meşru olmuştur. Bundan dolayı insan hayvandan gıda­yı almaya cevaz bulmuştur. Eğer hayvanın hayatı da insan hayatı gibi ol­saydı, ondan gıda alması caiz olmayacaktı. Mantıkçıların: "İnsan, hayvân-ı nâtıktır, yani düşünen ve konuşandır." demelerinde iki mana kasdolunmaktadır. Bu manayı bilmeyenler insanı hayvan sandılar.

a-Mantıkçılar bu tarifte hissi ve bedeni cihetiyle boyu bosu dimdik, tırnakları enli, derisi açık, güler yüzlü gibi manaları kasdetmişler.

b-Mantıkçılar, aklî ve manevi olan ruh cihetiyle de idrak, fikir, rivayet, konuşkanlık ve sair manaları kasdetmişlerdir.

Ne fayda ki son zamanda insanın içindeki rûh-i hayvânî ve rûh-i İnsanîyi birbirinden tefrik edemeyen bazı ehli ilm-i tabakat-ul-ard mese­leyi karıştırmışlardır; mantıkçıların tarifinin mücerred sûretini almışlardır. İnsan ve hayvan arasındaki sûrî benzerliği ele alarak “İnsan maymun­dan terakkî veyahud maymun insandan tedennî etmiştir." demektedirler. Ve buna aid hayli deliller serdetmişlerdir. Halbuki görüşleri, insanın hakîkatini bilmekten aciz kalmıştır. Demek insan müstakil yaratılmıştır. Beden cihetiyle de, his, irâdî hareket, gazab ve şehvet kuvvetinden iba­ret hayatı yüklenicidir. Nefs bakımından hayvanla beraberdir. Nitekim hekimler de buna rûh-i hayvânî demişlerdir. Bu ruh bedeni aydınlatan ve enerjinin kemiyetleşmesinden ibaret bir cevherdir. Uyku zamanında bedenin zâhirinden, ölüm zamanında da bedenin bâtınından dahi alâkasını keser. Bu bakımdan ona nefs denilmiştir.

Şeyh İsmail Bursevî'nin tasrih ettiğine göre bu, nefs-i nâtıkadan başkasıdır. Ruhun hakîkatini idrak edemeyenler buna nefs-i nâtıka demişlerdir. Halbuki nefs-i nâtıka nihayet nefstir, ruh değildir. Eski felse­feciler de: “Rûh-i İnsanî zâtı itibarıyla maddeden mücerred, bedene muğayir, cesedde mutasarrıf bir cevherdir; beden onun zuhuruna alet ve vasıtadır; kendisi usta, beden onun aletleridir; bu ruh ancak ene ile tabir olunur." demişlerdir.

Rûhânîler de buna rûh-i melekî ve ulvî, öbürüne de nefs-i süflî ve rûh-i süflî demişlerdir. Kanaatim şu ki, bu iki ruh çay ve su yahud süt ve yağ gibi birbirine mündemiç ve çokça irtibatlı ve bitişik olduğundan birbi­rinden tefrik edilmiyor. Fakat gerçek şu kİ insanda iki ruh vardır: Birisi rûh-i İnsanîdir, ötekisi rûh-i hayvânî yani nefstir. Nitekim İmam Rabbânî'nin buyurduğu gibi latifeler aslına kavuşmadığı müddetçe rûh-i insânî ondan fark edilmiyor. Nefs-i nâtıkanın ise makamı süflidir. Melek merte­besinden üstün olan rûh-i İnsanîyi idrakten aciz kalmaktadır. İnsan, la- tîfeleri henüz yerinden kıpırdanmadan evvel bu hakîkati idrak edemiyor.

Allah Teâlâ bir kısım mahlukunu dünya hayatı için yaratmıştır; hay­vanlar bu kabildendir. Bir kısmı yalnız ahiret için yaratmıştır; melekler bu kabildendir. Bir kısmı da her ikisine yararlı olarak yaratmıştır; insanlar bu kısımdandır. Tenâzu', tenâsül, bedenî şehvet ve sair kuvvetlerle insan hayvanla eşit, melekten ayrıdır. Akıl, ilim, idrak, sıdk, vefadariık ve bir tek Allah Teâlâ'ya ibadet etmekle insan meleklerle eşittir. Bunlarla hayvan­dan ayrılır. Nefsin hilesi ve isyan etmek arzusunda insan, şeytanla eşit­tir; enerji harcamakla da cinle eşittir. Bu gibi itibarlarla insan dünyada yer yüzünün hâkimiyetine, hilâfetine, ahirette de cennet veya cehenne­me girmesine salahiyetlidir. Nitekim Ayet-i kerîmede bu hakîkate işaret olarak şöyle ihtar olunmaktadır:*“Sizi başı boş yarattığımı mı sanıyorsunuz?..” [El-Mu'minûn 115] "Ey insan sen başı boş bir hayvan değilsin, mükellef ve vazifeli bir memursun." demektir.

Hayrete şâyandır ki Ferid Vecdi gibi birçok Arab âlimleri ve birçok Türk âlimleri de Darwin'in nazariyesine aldanarak ayet ve hadisleri tevil etmişlerdir. İnsanın hayvandan tekamül ettiğini ileriye sürmüşlerdir. Hat­ta bu fikri Mevlâna Celâleddîn Rûmî'ye isnad ederler. Halbuki Mevlânâ' nın ve Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi'nin ibarelerinde bunların anla­dıkları gibi bir mana yoktur. Mevlânâ'nın ibaresinde "İnsan nefs-i nebatî, nefs-i hayvânî, ahlak, huy ve manevi sûretler cihetiyle maymuna ben­zer." denilmektedir. İbrahim Hakkı'nın ibaresinde ise “Nebattan insana cins-i yakın hurma ağacı, madenden insana yakın mercan cinsi, hayvan­dan insana yakın maymun cinsidir." denilmektedir. Nitekim cins-i karîb yani yakın cins diye tabir etmektedirler. Cins-i karîb, asiî cins demek de­ğildir. Darwin ve Lamark'ın görüşlerini Mevlâna Celâleddîn Rûmî'ye ve İbrahim Hakkı Efendi Hazretleri'ne dayandırmak korkunç bir hatadır. İşte dehşet!

Nitekim*“Muhakkak Allah Teâlâ Âdem'i onun (Âdem'in) sûreti üzerine yaratmıştır.” mealindeki hadîs-i şerîfteki zamir Âdem aleyhisselâm'a râci'dir; bu takdirde hadîsin manası şöyledir: “Allah Teâlâ Âdem'i herhangi bir mahlukun sûretinde de­ğil, bilakis Âdem'i insan sûreti üzere yaratmıştır.” Goril sûretinde değil ha... Aynı hadîsin,* “Muhakkak Allah Teâlâ Âdem'i Rahman'ın sıfatı üzerine yaratmıştır.” mealinde­ki diğer rivayetinde ise, sûret sıfat manasındadır. Binaenaleyh insan başka bir hayvan sûretinde olmadığı gibi -sümme hâşâ- Allah sûretinde de değildir demektir. Burada yanılmış mutasavvıfların görüşleri de reddolunmaktadır. Ayaa!.. Mahluk Hâlık'a benzer mi? Şimdi, "Zeyd âlimdir." cümlesinde, Zeyd'in ilmi Allah'ın ilmine benzer mi? Sermedî bir varlık mümkün bir varlığa benzer mi ki sûretten zâhirî manası kasdolunsun? Hayret!.. İnsan diğer hayvana benzemediği gibi Hâlık da ona benzemez vesselam.

Her iki hadîsin manası şöyledir: Allah Teâlâ Âdem ve oğul­larını ahsen-i takvim olan insan sûretinde yaratmıştır. Sonra Kendi sıfatı olan İlmi'nden, Kudreti'nden, İradesi'nden, Görme ve İşitmesi'nden bir cüz insana vermiştir. İnsanın hayatı boyu ömrü hududlu olduğu gibi, ilmi, kudreti, hülâsa bütün sıfatları da hududludur. Allah ise hududsuzdur. Öyleyse Hâlık ile mahluk birbirinden ayrıdır. Seyyid Şerîf kuddise sırruh ne güzel demiş; “İnsan-ı kâmil cüz'î, küllî, kevnî ve İlâhî âlemleri kendi zâtında toplayan bir hakîkattir. İnsan ruhu ve aklı itibarıyla tüm kitabları kuşatan "Umm-ul-Kitab", kalbi itibarıyla "Levh-i Mahfuz", nefsi itibarıyla yazar, siler, tertemiz, yüksek ve şerefli bir sayfadır. Bedenî, rûhî, itikadî taharete muvaffak olmayan onun sırrını bilemez. Yüce âlemleri kuşatan bir varlıktır insan...” diye tarif etmiştir. Bu tarife binaen deriz ki, müdrike, ferâsetli, mülhem kuvvetleriyle insan nefs-i nâtıkası cihetiyle de şerefli olarak yaratılmıştır. Binaenaleyh insandaki rûh-i hayvânî ve nefsi, hay­van âleminden yine çok üstündür. Yani insanda iki üstünlük var; nefs iti­barıyla hayvana benzer amma insanın nefsi, hayvanın ruhundan üstün­dür, şereflidir. Rûhî cihetiyle ise asla hayvana benzemez; meleklere benzer ve onlardan da üstündür. Nitekim ayet-i kerîmede şöyle buy­rulmuştur:

"Biz Âdem oğullarını üstün bir izzet ve şerefe ulaşmış olarak ya­rattık. Onlara karada, denizde taşıtlar verdik. Onlara güzel güzel rızklar verdik ve onları yarattığımızın birçoğundan cidden üstün ve şerefli kıldık.” [El-isrâ' 70] Bu ayet-i kerîmede Âdem oğullarının güzel bir sûrette, nefs cihetiyle de olsa çok olgun bir mizaca mutedil bir kâmete malik olarak yaratılmasına tasrih vardır, insan aklıyla, nutkuyla, okuyup yazmasıyla temâyüz etmektedir. Geçim vasıflarını bulabilmelerinden, sa­natlara kabiliyetlerinden ve saireden münbais kılınmıştır insan... ibnu Abbas radıyallahu anh diyor ki: “insan yemeğini eliyle alır, ağzına yük­seltir. Bu sezgi ve seçkinlik insanlara yeterlidir. Ayaal. insandan başkası şimdiye kadar bir baltayı yapabilmiş mi?..

İNSANIN CİSMÂNÎ VE RÛHÂNİ HALİNE CANLI MİSAL

İnsan mahiyeti ve zâtı hakkında hukemâ birçok misaller vermişler­dir. Çünkü insanın zâtı ve hakîkati; aklı, ruhu, cismânî, maddi ve ma­nevîyi birleştiren bir hakîkattir. Burada o hakîkati bilmek, iç hisleri bilmek ve her bir hissinin mukabilinde -ileride beyan edeceğimiz- güzel ahlakı bilmek için bu temsili yazıyoruz. Nitekim İmam Râğıb İsfehânî'nin eserle­rinde, insan hakîkatini bildirmek için vermiş olduğu bir temsildir.

İnsan büyük âlemi kuşatan küçük bir âlem olduğu için beden cihe­tiyle kendisi bir şehir gibidir. Öyle bir şehir ki surları güzel bina edilmiş, binaları muhkem, sokakları plânlı ve muntazamdır. Mahalleleri taksimli, farklı birçok süslerle ziynetlenmiş ve yapılmıştır. Bu nizam ve intizamlı olan şehirde iskan edilmiş vatandaşlar vardır. Meskenler, evler, mahal­leler onlara taksim edilmiştir. Oralarda su mecraları nice çeşmeler var­dır. Sokaklarında kanallar ve nehirler vardır. Sokakları muntazam, ayrı­ca mahallelerinde sanayi çarşısı yapılmıştır. Envâi çeşit sanatçılara dük­kanlar tevzi edilmiştir. Bunlardan bir kısmı çalışmakla öğrenmiş, iş veren ustalardır. Diğer bir kısmı da yeni öğrenim çağında şâkirdlerdir. Öbür ta­rafında birçok işçiler, ayrı ayrı meslekleriyle çalışırlar.

Her birinin vazifesi ayrı ayrıdır; kimisi memur, kimisi amirdir. Bunlardan bazıları doğru olarak namus dairesinde, diğer bazıları da hıyanetle çalışıp vakit geçirirler. O şehre bir idareci vali tayin edilmiştir ki bu yürektir. Valinin de ayrıca ve­zirleri, yardımcıları, postacıları, muhabirleri, hazinedarları, tercümanları ve katibleri vardır; bunlar hepsi dimağdadır. Valinin tayin olunduğu şe­hirde, bedende sair vatandaşlar da vardır. Bazıları hayrlı, diğer bazıları şerlilerdir. Aralarında birçok muhalefetler, muvafakatlar vardır. Davalar, nizâ'lar, cinsî temâyüller ve sair istekleri vardır. Bunlar asabî damar ve hücrelerden ibarettir. Böylece ruh ve bedenden ibaret her bir insan şeh­rinde sanatçılar, menfaatleri celbedip kendine çeken cazibe, cezbolu- nan gıdayı toplayan ve zabteden mâsike, onu da hazmeden hâzime, ya­ramayanı ifraz edip dışarıya atan dâfia, bedeni besleyecek gâziye ve çoğaltacak nâmiye kuvvetlerinden ibaret nefs vardır. Bunlardan her biri birer fabrika gibi muayyen nizam ve intizamla çalışıyor. İçlerinde gazab kuvveti vardır. Ayrıca her birinde musavvire kuvveti, yani plân yazan ve tatbîkâta hazırlık yapan bir kuvvet vardır. En büyük fizik, kimya, hendese ilmi kemâliyle musavvire kuvvetinde fıtraten mevcuddur.

Vali akıldır, menbaı ve dairesi kalb, tatbik yeri ve amirlik dairesi de dimağdır; sağ veziri mefkeret kuvvetidir; postacısı muhayyile kuvvetidir; meskeni dimağın ön kısmıdır. Muhayyile korkunç bir kuvvettir; telsizdir, telefondur, radyodur, lâboratuarcıdır, siyasetçidir, iktisadadır ve daha neler neler.

Aklın muhabirleri beş duyulardır. Bunların daireleri, göz, kulak, el, dil ve burun duyularıdır. Doğrusu bunların asabî damarlarını birleştiren ve merkezleştiren hiss-i müşterektir. Hiss-i müşterek, muhayyileden daha az vazife görmüyor. Aklın hazinedarı, dimağın son köşesinde yani beyincik içerisinde hafıza kuvvetidir; tercümanı, nâtıka kuvveti olan dil­dir. Kâtibe kuvvetinin âleti eldir. Bu şehirde ikâmet eden vatandaşlar, bir milyondan geçkin asabî damarlardır; üç yüz bini hayrı, üç yüz bini şerri emrederler ve isterler. Diğer kısımları bazan şerre bazan da hayra mey­lederler. Bazan da diğerleri ile amir ve yardımcı olurlar. Bunlar hazır kıta gibidir.*“Sultan yer yüzünde Allah Teâlânın gölgesidir.”; diğer rivayette “Sultan yer yüzünde Allah'ın kamçı­sıdır; onunla kullarını edeblendirir.” mealindeki hadîs-i şerîflerin işa­retine binaen vali kendini helak edici ahlaktan temizlerse, rahatlıkla in­san şehrinde hükmünü icra eder; milleti de ona itaat eder.

Aksi takdirde büyük amir olan vali, Allah'a itaat etmediği takdirde beden şehrinin içerisindeki râiye de ona isyan ederler. Yani akıl kendini küfür, fısk, is­yan ve nifak gibi hastalıklardan temizlediği zaman, kendisi Allah Teâlâ' nın gölgesi olur. Nefsin onları kuşatmış olduğu asabî damarlar ve beden hücrelerinin akla itaat etmeleri mecburidir. Çünkü melek dimağın içinde­ki beynin zarlarına,*“Allah Teâlâ'ya ve O'nun Rasûlü'ne itaat edin ve sizden olan amirlere de itaat edin.” [En-Nisâ' 59] mealindeki ayetin emrlerini yazar. Nitekim bir devlet idarecisi de Allah'a itaat ederse, melekler milletinin kalblerinde aynı emri yazarlar. Aksi takdirde anarşi ve isyan başlar. Nitekim bu manaya işareten,* “İnsanlar hükümdarlarının dîni üzerindedirler.” hadîs-i şerîfinde hüküm buyrulmuştur. Yani bir devlet adamı Allah'a âsi olursa, milleti de ona isyankârlık yapar. Bir beden şehrindeki akıl da Allah'a isyan etti mi, beden içindeki umum damarlar ona isyan ederler. Bunalımın kaynağı budur. Demek ki insanlar meliki­nin dîni üzerindedir; âsi ise âsiler, velî ise velîler olurlar.

İç duyuların hepsi aslını unutmuş veyahud fıtratı üzerine kalan aklın dîni üzerlndedirler. Gölge sahibini güneşin âfatlarından koruduğu gibi, sultan da milletini, akıl da beden şehrini âfatlardan korurlar. Tabiîdir ki akıl şuurlu, sultan adaletli olduğu zaman böyledir. Aksi takdirde sultan bir gedâya, akıl da nefse esir olursa, şehir harab olur. Kan hücreleri ve cihaz aletleri birbirine girer, mikroplar çiftleşir, hastalıklar galebe çalar ve sıhhat elden gider. İntihar bundan meydana gelir. Soralım: Müslü­man bir âlim hiç intihar etmiş mi?.. Sonra küfür diyarına bakalım; gayrı müslimlerden âlimleri, ya vahşet halinde dağ başında ya da intihar et­miş ipte buluruz. Nedir intihara götüren onları? Allah akla ve bütün amir­lere, Dâvûd aleyhisselâm'a ve ondan sonraki tüm hükümdarlara şu emri vermektedir:

“Ey Dâvûd Biz seni yer yüzünün halîfesi kıldık. O halde sen de (Allah Teâlâ’nın tayin buyurmuş olduğu hüküm ve) hakla insanlar arasın­da hüküm et. Sakın hal Nefsin hevasına uyma...” [Sâd 26] Bu ayetin hükmü ve emri tüm amirleredir. Ve bu ayette iki büyük fayda vardır:

a-Allah Teâlâ'nın beyan etmiş olduğu kanunla hükmetmek, yani iyi­lik yapanı mükafatlandırmak, kötülük yapanı da susturmak, zalimlere ce­za vermekten ibaret adalet faydasıdır. Adaletle yer gök devam etmekte­dir.

b-Hiçbir sûrette nefsin hevâsına uymamak faydasıdır. Eğer bir amire nefsin hevâsı hâkim olursa, amirin memleketinde nefs hâkimdir demek­tir. Binaenaleyh Allah Celle Celâluh'un tayin etmiş olduğu hükümden başkasıyla hükmeden amir, inkara binaen -yani Allah'ın hükmünü kifa­yetsiz görüp- nefsin hevâsıyla hükmederse kafirdir. Akıl da öyledir. Yok Allah'ın hükmünü kifayetsiz görmez ve görmediği halde Allah'ın hükmü­nü icra etmezse amir, fâsık ve zalimdir. Milleti hükmüne razı değilse böy­ledir; razı ise milleti de onun gibidir. Şimdi biraz evvel nakletmiş olduğu­muz “İnsanlar meliklerinin dîni üzerindedirler.” mealindeki hadîs-i şerîfin manası anlaşılmıştır.

Akl-ı müstakim de beden şehrinde bir padişahtır. Allah Teâlâ'nın tayin etmiş olduğu hak ve adaletle hükmeder, hevâ-i nefsine uymazsa mutlak huzura sahib olur. Hâkim ve vali gibi zulmetmekle de Allah Teâlâ'nın gölgesinden yani emir ve itaatinden çıkarsa huzuru kaybediverir ve birçok belalara dûçar olur. İnsanların bir kısmı amir ve işveren, diğer bir kısmı memur ve işçi mutî' olduğu gibi, beden şehrinde de azalar ve duyular bir kısmı amir, diğer kısmı da memurdurlar. Her iki gruptan bazısı diğerine denk yahud daha üstün veyahud daha aşağıda olduğu gibi, Allah Teâlâ nefsin memurlarını da öylece yaratmıştır. Allah, aklı nef­sin emri altında çalışmaktan korusun. Demek eşitlik yoktur. Bazı insanlar memur, bazıları da amirdirler; kimi fakir kimisi zengindirler. Her nerede olursa olsun Allah'a itaat etmeye mecburdur insan. Nitekim “Kimi derece derece diğer kiminden üstün kıldık ki, bir kısmı diğer bir kısmını iş adamı etsin.” [Ez-Zuhrûf 32] mealindeki ayet-i kerîmede bu mana tasrih olunmaktadır.

Bazısı amir ve iş verici, bazısı memur ve işçi olmak sûretiyle kaynaşmak ve birleşmek meydana geldiği gibi nefs-i nâtıkanın da beden şehrindeki misali öyledir. Her zayıfın her kuvvetlinin emri altına girmesi ve emrine itaat etmesi gerekir, fakat hıyanetsiz. Her amir yahud işverenin de Allah Teâlâ'nın vermiş olduğu ölçüyle hareket etmesi gerekir. Yani her hakkı hak sahibine vermekle zulmü terk etmesi lazımdır. Mesela şehvet kuvvetinin ve gazab kuvvetinin aklî kuvvete tes­lim olmaları şarttır. Aklî kuvvetin de her hal ve kârda İslam dîninin huku­kundan faydalanması ve onun nuruyla nurlanması mecburidir. Böylece olursa beden şehrinde sıhhat ve adalet tezahür eder; zülüm, cefa, keder ve huzursuzluk ortadan kayboluverir. Ferdlerin göğüslerinde bu hal dai­mi olursa, her ferdin kalbi diğerine meyleder; kalbler birleşirler; haliyle toplum yekpâre haline gelir, nefret yerini sevgi işgal eder; sevgi de yar­dımlaşmayı, dayanışmayı, tanışmayı meydana getirir ve akıl topluma hâ­kim olur, iyilik yapanlar çoğalır.

Ashâb-ı kiram tek tek nefslerini ıslah ederek kalblerini birleştirdiler. Az bir toplum olmalarına rağmen kalblerindeki sevgi sayesinde tüm dünyaya hâkim oldular. Şahidleri şu ayet-i kerîmedir:

*“(Dünyada aklı selîme İtaat ettikleri için ahirette) Biz onların göğüslerin­deki kini söküp attık. (Ahirette de öylece yapacağız. Onlar) Kardeşler ha­linde karşı karşıya tahtları üzerindedirler.” [El-Hicr 47] buyrulmuştur. Demek takva üzerinde kalbleri birleşenlerin hali böyledir; Allah Teâlâ kalblerindeki nefreti söküp atıverir. Beldelerde yukarıda beyan olunan hayrlı ve ehli takva olduğu gibi, diğer taraftan da şehirlerde yaramazlık yapan fitne ve fesad ehlinden de meydan boş kalmaz. Gerek insî ve ge­rekse cinnî şeytanlar takva sahihlerine saldırdığı gibi beden şehrinde de nefsin behime kuvvetinin hevâsı, hırs, hased ve sair istekleri, akıl ve mefkeret kuvvetini bozarlar, fitneye düşürürler. Âdetullah böyle olagel­miştir; her şeyi zıddıyla yaratmıştır, nefs ve ruhu da birbirine zıd olarak yaratmıştır.

*“Böylece Biz her peygambere de (Sana olduğu gibi) insan ve cin şeytanlarını böylece düşman yarattık. Onlardan kimi kimine bir­takım yaldızlı, aldatıcı telkinde bulunurlar...” [El-En'âm 112]

*“Böylece her şehir ve kasabada oraların âsilerini, günahkârlarını, o yerlerde hilekârlık yapsınlar diye büyük (tanınmış) adamlar ya­rattık ki fitneyi çıkarsınlar...” [El-En’âm 123] mealindeki ayet-i kerîme­lerde beyan olduğu üzere her şehirde fitne çıkarıcı âsiler vardır. Onun gibi insan şehrinde de gizli nefsin gizli hileleri vardır. Elbette aklı selîme düşecek büyük vazife Allah'ın emrlerini bilmek ve tatbik etmektir. Zira şeytanlar asabî damarların kötü hislerini tahrik etmek için nefsle irti­batlıdırlar; böylece yoldan çıkarmaya çalışırlar. Nitekim melek de aklı selîmle irtibat kurar, o da hayrlı asabî damarları hayra tahrik eder. En akıllı insan odur ki Allah'ın indirmiş olduğu hükümle hükmeder ve nefsin hevâsından sakınır.

*“Allah Telâ'nın indirdiği (hüküm) ile aralarında hükmet. (Habîbim şerli­lerin) Heva ve heveslerine uyma, Seni de fitneye düşüreceklerin­den korun.” [El-Mâide 49] mealindeki ayet-i kerîmedeki hüküm yalnız Pey­gambere mahsus değildir. Bu emr her akla ve akıl sahibine, her valiye, her ferde şâmildir. Demek tüm şerlilerin şerrinden korunmak farzdır. İşte cihad budur. Zavallı zayıf bazı mü'minler, cihadı yalnız kılıç sallamaktan ibaret biliyorlar. Halbuki en büyük cihad, nefsin hevâsından sakınmaktır; onun beden şehrinde ve umum şehirlerde hükümran olmasına engel olmaktır,*“(Habîbim) Heva ve hevesini kendine tapınak olarak tutanı görüp bildin mi?..” [El-Câsiye 23] mealindeki ayet-i kerîmeyi Peygamberimiz okuduktan sonra: “Gerçekte Allah Teâlâ yer yüzünde ona tapınılacak hevâ-( nefsten daha fazla gazaba uğra­mış bir tapınağı yaratmamıştır.” buyurmuştur, insî ve cinnî şeytanlar birisinin kalbini istila ettikleri zaman, kalbi istila edilmiş kimse derhal gaf­lete düşüp Allah Teâlâ'nın zikrini unuttuğu gibi, hevâ-i nefs de aklı selîmin beden şehrini istila ederse, ona Allah Teâlâ'nın hükmünü, ahiret âlemini unutturur.

Bir valiye düşmanların tecavüzü anlarında müsâlemet, sulh ve barışı temin etmek vacib olduğu gibi, aklı selîmin de kötü arzuların hakkından gelemediği zaman barışı temin etmesi vacibdir, farzdır. İşte cihadın başlangıcı bu noktadandır. Müsâlemet ve sulh za­manlarında meyil ve muhabbet etmekten sakınmak gerekir. Valinin hıyanet edenlere karşı ahdini bozması ve zalimlerin kafalarını ezmesi vacib olduğu gibi aklı selîmin de nefs baş kaldırdığı zaman sulhu boz­ması ve nefsinin arzularını kesmesi farzdır. Böyle zamanlarda padişah­ların müsamaha göstermeleri layık olmadığı gibi, nefs şiddetli olarak hırsı, hasedi, tûl-i emeli ve sair fena huyları arzuladığı takdirde kuvvetini kesmesi ve onu susturması farzdır, şarttır, yani iman şartıdır. Netice-i meram aklı selîmin on dokuz düstûru vardır. Her bir düsturu ile nefsin on dokuz arzusunu keser. Tamamen muvaffak olursa bir milyonu geçkin asabî damarlar müdrike kuvvetinin emri altına girer. Onun için özellikle bu iki kuvveti beyan edelim. Tevfîk Allah'tandır.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.140-157

Önceki yazı için bkn:http://ilimcephesi.com/insanin-hakikatini-bilmekte-6-fayda-vardir/
Devamını Oku »

İnsanın Hakikatini Bilmekte 6 Fayda Vardır




Bütün akıllıların ittifakıyla Allah'ın varlığını ve birliğini bilmek farzdır. Bazı hukemâ ve ehli tasavvuf: "İnsana Hâlık'ını bilmek için en evvela kendi nefsini bilmesi farzdır." dediler. Ehli kelam ve diğer bazı hukemâya göre, en evvela vacib, Hâlık'ın varlığını bilmektir, ihtilafları lafzî bir nizâ'dan ibarettir. Çünkü Ma'rifetullah en şerefli bir ilimdir. İttifakla Allah'ı bilmek farzdır. Ha müessiri bilmiş sonra esere inmiş, ha eseri bilmiş son­ra müessire yükselmiş. İki yoldan hangisiyle insan tefekküre başlarsa başlasın, maksad müessiri bilmektir. Biz bu eserde hukemâ ve ehli ta­savvufun yolunu takib etmekteyiz. Çünkü ilm-i ahlakın konusuna en uygun yol, eserden müessire yükseliş yoludur. Binaenaleyh insan keli­mesinin mana cihetiyle altı tarafına bakarsak, altı cihetle Allah'ın varlığını bildirir. Her bir cihet a'zamî bir faydadır. En azında insanın tüm vücudunu idare edecek beyin içindeki zar korkunç bir zekaya sahibdir. Bu üstün zekayı Yaratan'ın, daha üstün ilme sahib olması lazımdır, insanın bu sırrına vâkıf olan aslâ Hâlık'ı inkar edemez.

1 -İnsan iç organlarına dikkatle bakarsa, mesela kalb, ciğerler, böb­rekler gibi, evvelden tarif etmiş olduğumuz göz ve kulak cihazlarının asabî damarları gibi, her biri bir fabrikadır. Bunların kendiliğinden var ol­masına ve halihazırda muntazam çalışmasına aslâ imkan yoktur. Bun­ların hakîkatine vâkıf olan bir şahıs, kendisinin başı boş olmadığını se­zer, bilmecburiye Hâlık'ına inanır. Bu inanç ona İki hakîkati emreder. Bi­rinci emrle Hâlık'ına yönelir, O'na ibadet eder, ikinci emrle nefsine dö­ner, ebnâ-i cinsine yine Hâlık'ın emriyle muamele eder. Demek insanın kendi hakîkatini bilmesindeki birinci fayda budur.

*“...Bilin ki Allah kalblerinizdekini muhakkak bilir. Artık 0'n(un aza­bımdan sakının...” [El-Bakara 235] mealindeki ayet-i kerîmede bu iki emr anlaşılmaktadır. Kul kendi nefsinin acizliğini bilmekle ebnâ-i cinsine gü­zel muamele ettiği gibi Rabb'ine de inanır, azametini düşünür ve yüceli­ğini bilmekle de fenalıklardan arınır. Bundan daha güzel bir fayda ne olabilir?..

2-İnsan ruh cihetiyle en ulvî, beden cihetiyle süflî olduğundan tıpkı bütün kainatı içinde taşıyor demektir. Kendi varlığını ve ruhânî cevherliğinin ebedîliğini bilen ve kendini tanıyan elbette Hâlık'ını bilir. Bu bilgi ona kulluk vazifesini yaptırır. Bunun içindir ki bilgiye sahib olup bilgisiyle amel etmeyen, şu ayet-i kerîmede şiddetle tenkid olunmuştur.

*“Nefsleri hakkında iyiden iyiye düşünmediler mi? Allah o gökleri, o yeri ve aralarında bulunan şeyleri hak ve muayyen bir ecele (va'de-ye) sebeb olmaktan başka yaratmamıştır. Hakîkaten insanlardan çoğu Rabb'lerine kavuşmayı cidden inkar edicidirler.” [Er-Rûm 8] buyrulmuştur. Gafil insanlar kendi beden ve rûhânî cihetlerini, yaratılışını ve her bir nefsteki hususiyetleri, hatta her bir nefsin de muhtelif hallerini cidden bilmedikleri için Allah Teâlâ'yı ve ahiret gününü -ruhları gibi- inkar ederler. Demek cidden düşünselerdi inkar yoluna gitmezlerdi. Bil­ginin alâmeti şübhesiz amelî tatbîkattır demektir. Bu itibarla ehli tasav­vuf: "Kendini bilen Rabb'ini bilir." dediler.

*“Elbette onlara ufuklarda ve kendi nefslerlnde ayetlerimizi göste-receğiz. Tâ ki (Kur'an ve Tevhid yollarından ibaret) hak beyan olunsun.” [Fussilet 53] mealindeki ayet-i kerîmeye binaen insan âfâkî mahlukatta ve kendi varlığındaki hikmetli organlarına bakar, yer yüzünde cârî olagelen hâdiselere dikkat edip düşünürse, Kur'ân'ın ve peygamberlerin yüceli­ğine inanacaktır. Bu inanç, İslamın emretmiş olduğu hükümleri icra etti­recektir. Çünkü ilim ameli gerektirir. Bu ayette de birçok mucizeler vardır; bir kısmı asrımızda tezahür etmiş, bir kısmı da ileride tezahür edecektir.

3-Ma'rifetin semeresi olan nûr-u İlâhî kalbe geldikten sonra âfâkî ve enfüsî deliller müşahede olunur. Müşahede haline yükseldi mi insan, nefsindeki küfür yok olur. Doğrusu kalbdeki olan iman, amelî tatbikle kemiyetleşir, güneş gibi güzel ahlakla görünür. İşte faydanın kemâli bura­da tahakkuk eder. Demek buhar tebahhur edip bulut içinde yağmura kalbolduğu gibi, insanın imanı da amelî tatbikle maddeleşir ve güzel ah­lakın nuruyla da güneş gibi tezahür eder. İmanın bu zuhur eden nurunu müşahede edemeyen ehli küfür şu ayet-i kerîmede de tenkid olunmuş­tur;

*“Ben ne göklerin ve yerin yaratılışında, ne de kendi (nefs ve inlile­rinin yaratılışında onları şahid etmedim. (Hak ve hakîkat yolundan) Saptıranları da yardımcı etmiş değilim.” [El-Kehf 51] buyrulmuştur. Kü­fürden ayrılmayan insan, kendi yaratılışını ararken ya Ulûhiyeti kendi nefsine isnad eder ya da nefsini ona ortak eder. Sapkınlık da budur. Böylelerin bilgileri sadece vehim ve hayalden ibarettir. Onun için ibretle­ri almaktan aciz kalırlar. Amma kalbinde iman nuru tecellî etmiş mü'minlerse tefekküre daldı mı, yer küresinin üzerindeki maden, nebat, hayvan ve saireleri, hatta kendi varlığındaki Allah Teâlâ'nın kudretinin yaratmak sikkesini okur, müşahede eder ve bu sayede bilgisi ona yakîn derecede amel işlettirir; her bir zerrede binlerce ibretleri görür ve binaenaleyh ebedîliğine ister istemez inanır. Nitekim:

*“Yer(küresin)de kâmil iman ve yakîn sahihleri için ayetler vardır. Kendi nefslerinde de (nice ayetler var). Görmez misiniz?” [Ez-Zâriyât 20- 21] buyrulmuştur. Demek ehli küfür kainat içindeki bunca hayret verici alâmetleri görmezler. Kaptan Coustou gibi bir ehli ilim, Kudretin bir tek mucizesini görünce müslüman olur. Demek bir insanın iman etmesine birçok sikkeleri değil, bir tek ibret kâfi gelir.İşte fayda budur.Her bir in­san kendi nefsindeki bir hikmeti müşahede ederse, ilmi onu İslam deni­zinin içerisine sevk eder.

4-Rûhânî, nefsî ve aklî cihetleriyle beraber kendi varlığını düşünen, şübhesiz âlemin maddi cihetini ve fânîliğini sezer. Kendisinde ruhu ve istiklâli ve ruhunun ebedîliğini müşahede eder. Bu müşahededen dolayı ahirete göre faydasız olan dünyanın her şeyini terk eder, ahiret yurduna döner, orada şerefi kazanmaya çalışır. Binaenaleyh hakîkî insan olur.

5-Bir insan hayvânî kalbini, bedenini ve ruhun hakîkatini müşahede ederse, kendisinde gizlenmiş en büyük düşmanını da müşahede eder, yani nefsini görür, onu Rabb'ine şikayet eder, şerrinden Rabb'ine sığınır. İşte ilim, yani insanın kendini bilmesine işaret şu hadîs-i şerîf ne güzel ırşad etmiş: *“Senin en büyük düşma­nın iki kürek kemiği arasındaki nefsindir.” buyrulmuştur. Artık bu yetmiş başlı ahtapotun şerrinden sakındırmak için irşad babından Rasûl u Muhterem şöyle dua ederdi: *Allah'ım! Bana (akıl ve ruhuma) rüşdümü ilham et ve beni nefsimin şerrinden uzaklaştır = koru.” Demek İnsanın güneş gibi olan ruhuyla yer küresi gibi olan kalbi arasına, ay küresi gibi nefs girdi mi, kalb ruhtan feyz-i llâhiyye'yi kesbedemez olur; çekilirse de ruh kalbe akseder. Artık bütün kemâlatları kalbde bittirir yani ihya eder. Buna rüşd denilir. Artık nefsin iki küre arasından çekilmesiyle akıl, nefsini, kainatı güzelce anlar. Anlayışlı olur, şuurlanır insan. Bu şübhesiz ki en büyük faydadır. Bunun için insan kendini bilmelidir.

6-Nefsin desîselerini öğrenen ve onu idare eden bir insan, bir mem­leketi rahatlıkla idare eder. Bu bilgi sayesinde İktisadî, siyasî bilgilerini de tekmil ettirir. Çünkü kendi nefsinin ayıblarını idrak eden, ayıblardan arınır; gayrının ayıblarını gizleyerek onu irşad eder, arındırır. Tabiî ki bu en büyük siyasettir. Nefsini terbiye ettiği gibi gayrını da kemâlâta erdirir, işte bu adalet ve iktisaddır. Bu iki dişli anahtar, Allah'ın rahmet kapılarını açar. Nitekim,*“Allah Teâlâ başka-sının ayıbından yüz çevirip kendi ayıblarıyla meşgul olan kişiye merhamet etsin.” mealindeki hadîs-i şerîf, bu anahtara ve kapıların açıl­masına işaret etmektedir. Demektir ki kendi nefsinin desîselerini Öğre­nen, yer yüzündeki hâkimiyet makamına ve halîfeliğe layık olur.

Nitekim buraya işaret de,*''Umu­lur ki Rabb'lniz düşmanlarınızı helak ettikten sonra sizi yer yüzü­nün halîfesi yapacaktır...” [El-A'râf 129] buyrulan ayettir. Gerçek şu ki insanın içindeki şehvet kuvveti menfaati celbetmek hususunda devletin ziraat, ticaret, yerden kanal açmak ve madenleri çıkarmak, sanayiden mahsulü almak müesseselerine benzer. Aralarındaki fark, bu müesse­seler bedenin takviyesi için gıdayı toplamaya çalışırlar; şehvet kuvveti ise toplanan o gıdalardan faydalanır. Hem mesela gazab kuvveti, topla­nan veyahud istihsal olunan malları korumak bakımından görevli askeri­ye ve mülkiye müesseselerine benzer.

Bunlar ferdlerin zulmünü kaldırıp mazlumu zulümden kurtardıkları gibi, insanın gazabî kuvveti de aynı va­zifeyi görür. Hem mesela beden içindeki akıl ve tâbi'leri, büyük millet meclisi müessesesine benzer. Bir cumhurbaşkanı bakanlarıyla birlikte bir memleketi idare etmeye kabiliyetli olduğu gibi, müdrike kuvveti de bir insanın bütün beden şehrine hâkimdir. Eğer cumhurbaşkanında bu hâ­kimiyet yıkılırsa kendisinde nefs hâkim olmuş olur. Binaenaleyh tüm memlekete nefs hâkim olmuş oluyor. Roma imparatorluğunu yıkan işte bu hâkimiyettir. Demek istiyorum ki nefsin desîselerini bilen, ondan sakı­nan, aklın emriyle hareket eden bir insan, bir memlekete de hâkim olabi­lir. Bu yıkılmaz bir hâkimiyettir. “Sizi yer yüzünün halifesi yapacaktır.” mealindeki ayetin hükmüne binaen Allah Teâlâ bir kavmi yer yüzünde hâkim kılarsa artık o yıkılamaz demektir.

Bedenin içindeki şehvet, gazab ve müdrikesinin varlığından haber­dar olan, şehvet ve gazab kuvvetini de müdrikesinin emri altında çalış­tıran bir şahsiyet, devletin herhangi bir dairesine tayin olunursa, rahat­lıkla vazifesini bilir ve yapar. Şu halde nefsini ve nefsinin kuvvetlerini bi­len bir zat her hususta üstünlüğü kazanmıştır. İşte bu fayda için insan kendini bilmelidir. Rahatlıkla şunu derim: Ashâb-ı kiram, nefs ve nefsin kuvvetlerini öğrendiler, Kur'an ve hadisten aldıkları ilhamla akıllarını ça­lıştırdılar ve nefslerini mahkum kıldılar. Çok az bir toplum olmalarına rağ­men çok az bir müddette Roma ve Pers devletlerini yıktılar ve hâkimi­yetlerini asırlarca sürdürdüler. Ne yazık ki son asırlarda müstahlefler asıllarıınn izlerini bıraktılar, nefsin desîselerini bilmekten sakındılar, nefs kendilerine hâkim oluverdi. Desîselerini bilmedikleri için kendileri tüm dünyaya mahkum oldular. Mûsâ aleyhisselâm'ın kavmi de öyle oldu. Bunun İçin küçük ve büyük müslümanlara düşecek en büyük vazife ken­dilerini bilmek, nefslerinin istek ve arzularını öğrenmek, desiselerinden sakınmaktır.

*“...Ve sizi yer yüzünün hâkimi kıldık...” [El-Maide 20] mealindeki ayette Mûsâ Peygamberin ümmetinin hali bildirilmiştir. Netice-i meram, eğer bu ümmet ecdadlarının yoluna döner, nefsin desîselerini bilip ondan sakınır ve aklı selîmin emriyle hareket ederlerse, cedleri Fatih İstanbul'u fethettiği gibi onlar da Paris'i fethedeceklerdir. Andolsun Allah'a İslam tüm dünyaya hâkimdir. Ne mutlu hâkimiyetten evvel ve fetih anında Islama asker olan müslümana...

RUH VE BEDENDEN İBARET İNSAN ŞEREFLİ BİR HAKÎKATTİR

İmam Fahreddîn Râzî: “İnsanın hakîkatinde olan ihtilaf, insanın ru­hundaki ihtilafın aynısıdır. Kelamcıların cumhurunun, insan "ben" keli­mesiyle ona işaret edilen hissi, bedeni ve görülen şu heykel-i cismânîden ibarettir şeklindeki tarifleri on yedi hüccetle merdud olunmaktadır.” demiştir.

Bunlardan bir kısmını burada yazmayı münasib gördüm. Çünkü kelamcıların tarifleri bugünkü maddecilerin tarifine son derece yakındır.

1-Bedenin heykel-i cismâniyyesi durmadan değişir; bir taraf çoğal­makla diğer taraftan yok olmakla devam etmektedir. Bu ise insanın ebe­dî olmasını gerektirmiyor. Halbuki insanın hakîkati ve ruhu değişmez ve ebedîdir. Bedenin değişmesi ise onun değişmesini gerektirmemektedir.

2-İnsan kendisi, madde ve halk âlemine aid olan bedenin bazı cüz'- ünden gafil olur. Halbuki böyle bir insan kendi nefsinden ve hakikatin­den bir an olsa bile gafil kalmamaktadır. Şu halde insan bedeninin cüz­lerinden ibaret değildir. Bilakis bedenin cüzleri, mesela dimağ hücreleri gibiler, bütün cüzler ve cihazlar ruhun aletleridir. Binaenaleyh ruhun ke­mâliyle çalışması, aletlerinin kemâliyle sağlam olmasına bağlanmakta­dır.

3-Cebrail aleyhisselam, Dinye adlı sahabînin şeklinde görülürken cem'iyeti ve hakîkati değişmemiştir. Şeytan da Necidli ihtiyar şeyhin sûretinde görünürdü, amma hakîkati değişmemiştir. Demektir ki cismin de­ğişmesi halinde insanın hakîkati bâkîdir. Hem mesela gazaba uğrayıp maymun ve domuzlaşan kavmin insanlıklarının hakîkatleri değişmemiş­tir; heykel-i cismânî olan sûretleri değişmiştir. Çünkü değişmesi halinde ölümden sonra dirilmeye hiçbir mana kalmaz. Halbuki bütün dinlerin itti­fakı ve bütün akıllıların hükmünce ruh ebedîdir. Binaenaleyh insanın hakîkati değişmeyi kabul etmez, seçkin ve ebedî bir varlıktır. Bugün dahi televizyonlarda görünen bir insan veya cisim değişir, fakat onun değiş­mesi için hakîkatinin değişmesi icab etmemektedir. Televizyonda görü­nen, sahibinin bedeninin bir temsili ve sûretlenmesi olduğu gibi, insanın da heykel-i cismâniyyesi, değişmesi halinde ruhunun hakîkatinin değiş-meşini gerektirmemektedir. Bundan da anlaşılır ki insan cismânî heykel değil; bilakis beden onun hakikatinin sûretlenmesinden ibarettir.

4-Sahih hadislerde rivayet olduğu üzere ölümden sonra “Muhak­kak ölenin cesedi teneşire konulduğu zaman naaşının fevkinde ru­hu çırpınır ve etrafında dönüp dolaşır. Şöyle der: Ey ehlim, evla­dım! Dünya benimle oynadığı gibi sizinle de oynamasın. Ben helal ve haram demeden kazandım, sonra sizlere bırakıp gidiyorum. Mal, mülk gayrıma, vebali de banadır. Başıma gelen bu felaketten sakının.” mealindeki hadîs-i şerîfte Rasûl-u Muhterem "Bedenden baş­ka bir şey vardır, cesedden ayrılmıştır; nedamet ve pişmanlıkla ehline feryad eder. İşte bu ayrılıp feryad eden insanın hakikatidir." diye beyan etmiştir.

Özeti şudur ki, sûretlenen bedenin yok olmasıyla sûret sahibi olan ruh bâkî kalmaktadır. Demek insan ve hakîkati, hayvânî yürek, hayvânî ruh yahud dimağ hücreleri yahud atom cüzleri yahud garizî hararet ve kan değildir. Bunlar hepsi nefs-i nâtıkanın diğer tabirle rûh-u hayvânînin aletleridir. Ruh-i hayvânî, kendisi de rûh-i İnsanîye denk ve benzeridir. Eğer ruh galebe çalarsa, nefs de onun memuru olur. Ne kadar bunca alet ve edevatlar sağlam nizam ve intizamlı olursa, o kadar insan ruhu onlara kuvvetçe irtibat kurar ve tasarruf eder. Aletlerin bozulması halin­de ruh alâkasını keser. Onun alâkasının kesilmesinin adı ölüm, irtibat kurmasının adı da hayatla tabir olunur.

Bu gerçek, selim akıllıların naza­rında açık ve bariz bir hakikattir. Ancak bu hakikatin bilgisinden çok az bir bilgi insanlara verilmiştir. Nitekim ayet-i kerîmede de bu hüküm anlaşılmaktadır:*“(Habîbim) Sana ruhu sorarlar. De ki: Ruh Rabb'imin emri(nin eseri)ndendir. (Zaten onun hakkında) Size az bir bilgiden başkası verilme­miştir.” [El-isrâ185] buyrulmaktadır. İnsanın hakîkati ve bedenin hayat sebebi olan ruh hakkında herkes bir bilgiyi elde etmek ister. Lâkin bu bilgiden çok az bir mikdar insana verilmiştir. Bu ise ruhun hakikatinin inkar edilmesine bir delil teşkil etmemektedir. Ruh maddeden başkadır. Allah Teâlâ'nın buyruğundan ibarettir ki: "Kün" yani ol emriyle ebediyet için var olmuştur. Demek ruh da mahluktur, ezelî değil lâkin ebedîdir. Aslında bizi bizden gizleyen yine biziz. Yani nefsin istek ve arzuları ve beşeriyet, ruhumuzu gözümüzden gizlemiştir. Nitekim madde âleminde de bulut veya herhangi bir küre, araya girmesiyle güneşi gözümüzden gizler. Güneşi görmememiz güneşin yokluğuna aslâ delil teşkil etmez.

Lâkin insan nefsini zikir, fikir, Tevhid ve ibadetin suyu ile temizlerse, gü­neşten daha bariz ruhunu görür... Bir tekâmüle İhtiyaç var, amma insa­nın kendisine mahsus tekâmül, başkası değil... Mevlâna Rûmî diyor ki:

*''Can bedenden ve beden de candan gizli değil

Ancak can ve ruhun görülmesine izin verilmemektedir.''

Demek tekâmülden sonra insan kendi hakîkatini görür. Mademki ruh vardır, öyleyse görülmesi de mümkündür.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak

Devamı için bkn:http://ilimcephesi.com/insanin-hakikatinin-tarifi/





Devamını Oku »

Akıl Vazifeyi,Vicdan Mesuliyeti Tayin Eder



İmam Mâverdî'nin buyurduğu gibi her faziletin bir esası var, her edebin bir menbaı var, her güzelliğin bir kaynağı vardır. Öyle ise faziletin de esası ve edebin temeli de akıldır. Allah Teâlâ din ve dünya işlerinde aklı insana bahşetmiş, ona tahsis etmiş ve onu esas olarak tayin etmiş­tir. Tekliflerin yönelmesine sebeb de akıldır. Öyleyse Allah'ın bildirmiş ol­duğu vazifeleri akıl idrak eder. Vazifeleri tatbik etmekte tedbirci yine akıl­dır. Mesela mahlukun niyet, maksad ve zamanlan muhtelif olmalarına rağmen onların bağdaşmalarına, buluşma ve görüşmelerine Allah Teâlâ aklı bir bağ yapmıştır.

İbadet, ahlak ve muamelelerde güzellikleri, fazilet­leri bildiren şeriat, teyid eden akıldır. Demek aklın uygun gördüğü ve vic­danın güzel bulduğu vazifeyi de İslam hukuku tesbit eder, akıl onu tatbik eder. Şeriati de anlamak için akıl miyardır. Hülâsa akıl bütün ilimlere menşe'dir. Şeriatin bütün teklifleri akla yönelir. Şu kadar ki, aklın elini tu­tacak İlâhî vahiydir. O müstesna akıl her şeyin başıdır. Demek, aslî akıl, İslam hukukundan aydınlanmış ve Peygamber'e uymuş akıldır. Hâdis-i şerîfte, İslam dininden kazanılmış akla şöylece işaret olunmuştur:

“Hiçbir kimse sahibini hidayet yoluna iletecek, fenalıklardan alıko­yacak aklın benzeri bir şeyi kazanmamıştır. Elbet kişinin aklı dos­doğru olunca, dînlsahlakı da dosdoğru olur/' buyrulmuştur. Her bir şeyin dayanağı veya yardımcısı vardır. Kişinin amelinin dayanağı ve sı­ğınağı da onun aklıdır. Herkesin ibadeti aklının mikdarıncadır. Demek in-sanın en büyük dostu akıldır. Bu hikmete binaendir ki Hazreti Ömer radı- yallahu anh: “Kişinin aslı aklı, nesebi dîni, şeref ve haysiyeti de onun ah­lakıdır.” buyurmuştur. Şeyh Haşan Basrî de: “Allah Teâlâ kime akıl nimetini bağışlamış ise şübhesiz bir gün onu aklıyla kurtaracaktır.” buyurmuş.

İnsanda akıl ve irade olduğu için her azimli niyet, hareket ve amelin­den sorumludur. Bu sorumluluğu yine akıl şer-i şerîften ilham alarak ta­yin ve tesbit eder. Demek insanın sorumluluğuna yegâne sebeb akıl ve cüz'î iradedir. Mesela bir doktor ameliyat esnasında -kasdı hatta fiili ha­yatı kurtarmak olduğundan- hataen hastayı öldürürse mesul değildir. Doktor olmayan bir kimse, -kasdı hayatı kurtarmak olsa bile- bir adamı öldürürse kâtil ve mesuldür; hata ettim diyemez, çünkü aklı ve iradesi vardır. Doktor ikinci birisini öldürürse kâtildir, yine cani değildir, çünkü aklı ve iradesi vardır. Amma doktordan başkası kâtil ve canidir.

Vicdanı da meydana getiren akıldır. Zira vicdan, imanlı bir aklın özü­nün muhakemesinden sonraki ortaya koyduğu hükmüdür. Şu halde ak­lın hissî ve dahilî hükmü vicdan, haricî ve müsbet hükmü de şuurdur. Kâmil aklın hükmü vicdan, şuurun temelidir. Zira gerçek şuur, kalbe hak ilhamın gelişinden sonraki sezgi ve o sezginin de tayin ettiği hüküm ve vicdandır. Demek vicdan kâmil bir aklın buluşu ve hükmüdür. Ancak ve ancak tastam kâmil imana sahib zevatta bu buluş bulunur. Nitekim cehennemlilerin ruhları ateşle azabdan sonra saflaşırken ahirette şöyle diyeceklerdir:*“Eğer bizler Allah'ın hükmünü kabulle Işitseydik ve aklımızı kullansaydık cehennem yâranlarından olmazdık, diyeceklerdir.” [El-Mülk 10] diye ayet-i kerîmeyle ifade edilmektedir.

Demek hakîkî akıl, ahiret gününe inanıp Allah Teâlâ'nın emrlerini kabul kasdıyla dinleyendir; buna şuur da denilir. Bu itibarla ahiret âleminin idrakinden aciz kimseleri hukemâ, dirilerin içinde dolaşan ölü diye ifade ederler. Nitekim birçok müfessirlerde,* “Tâ ki diri olan kimselere haber versin...” [Yâsîn 70] mealindeki ayet-i kerîmenin  'hayyen' kelimesini -kafir kelimesine tekâbül ettiği için- akıl ve şuurlu olarak tefsir ettiler. Demek basîret sezgi­sinden aciz bir akıl, suda hareketli görülen tahta parçası gibi kupkuru bir heykelden ibarettir. Ne fayda ki hareketlidir.

Aklın birçok tarifleri vardır. Artık aklı da tarif etmek için bir akıl gerek. En uygun tarifleri şöyledir:

1 -Akıl, sezgi veyahud zâhirî duygularla nefs-i nâtıkada resimlenen malumatı bilmektir diye imam Mâverdî tarif ettiyse de İmam Râğıb şöyle der:

2-Akıl, herhangi bir bilgiyi kabullenmeye istidadlı kuvvettir. Aynı kuv­vetle insanın istifade edebileceği ilimdir. Birinci tarif şu hadîs-i şerîfe uygundur:* “Allah, Nezdi'nde akıldan daha şerefli bir mahluk yaratmamıştır.”

İkinci tarif ise evvelden nakletmiş olduğumuz “Hiçbir kimse sahibi­ni hidayet yoluna iletecek, fenalıklardan alıkoyacak aklın benzeri gibi bir şeyi kazanmamıştır.” mealindeki hadîs-i şerîfe uygundur. Demek aslî akıl odur ki, sahibini Allah'ın yasaklarından uzaklaştırır. Bu hikmete binaendir ki, sahibini küfür ve isyandan menetmeyen kafirlerin aklı birçok ayetlerde tenkid edilmiştir. Binaenaleyh akılsızlıklarını bildi­ren ayet ve hadisler bu manaya hamlolunur.

3-Seyyid Şerîf de Târifâtı'nda şöyle der: "Akıl, onunla eşya bilinen melekedir." Bundan başka da birçok tarifler vardır.

Aklın mahalli dimağ mı, kalb mi diye ihtilaf ettiler. En doğrusu, hisle bilinen sezgi ve idrake göre aklın mahalli dimağdır; firâset, keşif, gerçek ilhamla bilinen melekeye nazaran aklın mahalli kalbdir denilmektedir.

Fıtrî ve iktisâbî meleke, akl-ı bilfiil ve akl-ı müstefad olmak üzere dört kısım akıl vardır. Tariflerin değişikliği bu taksimden olsa gerektir.

4- Akıl, sûretlerden hâlî melekedir. Eski felsefecilerce bu tarif meş­hurdur. Bu akla, akl-ı heyûlânî dediler.

5- Melekî ve iktisâbî vasıtasıyla ve hisle ilmi kesbetmeye istidadlı kuvvet, akıldır. Doğrusu, bilgisini tatbik etmeye kabiliyetli, akıllıdır.

6- Bilfiil müşahede olunmayıp mücerred düşünceyle yahud tekrar tekrar kazançla -mesela tecrübeyle- meydana gelen bilmek melekesidir.

7- Akl-ı müstefad, nazarî ve amelî meseleleri -müdrike kuvvetinden kaybolmaksızın- tatbikte müşahede olunan akl-ı melekedir.

İmam Mâverdî de: "Fıtraten insanda bir akıl mevcuddur." der. Hadîs-i şerîfte de: “Akıl kalbde bir nur­dur; hak ve bâtılı birbirinden ayırır.” buyrulmuştur. Bu takdirde akıl kalbde bir İlâhî nurdur. Bu kalbdeki nûrânî akıl şu ayet-i kerîmede tasrih olunmuştur:*“Yerde yürü­mediler mi? Tâ ki onlarda düşünüp bilir bir kalb olsaydı...” [El-Hacc 46] Demek hakîkî aklın mahalli kalbdir. Aslında fıtrî akıldan murad, hem mücerred bilmek, hem de bildiklerinden ibret almaktır. Nitekim Kibrit-i Ahmer'de Şeyh-ul-Ekber de şöyle demiştir: Akılla bilinen malumat iki kısımdır:

a-Zâtı idrakle eşyayı bilmesidir. Göz, kulak, kendi zatlarıyla eşyayı hissettiği gibi, akıl da bizzat kendisine mahsus kuvvetle müdriktir. Bu akıl yanılmaz bir akıldır; hatadan ârîdir.

b-His, mefkeret, hayal, mutasarrıfa ve sair aletlerle eşyayı sezen akıldır. Bu akıl hayalden üstündür; düşünülebilen meseleyi sûretlendirir, lâkin bir kısmını unutur. Burada akıl, müdrike ve hâfize aletleri gibi vasıtalarla hayalin unuttuğunu da hatırlar. Bundan dolayı ehli hakîkat bu akla önem vermediler. Ancak ehli hakîkat, firâset duygusundan doğan akla önem verdiler.

AKLIN DEVRELERİ VE TEKLİFLER

Akla göre sezilmesi mümkün olan nefsin iki kuvveti vardır: Birincisi, zâtında kâmil, eşyayı bizzat veyahud bilvasıta içinde sûretlendirdiği ve idrak edebilme gücüne sahib nazarî akıldır. Bu akıl her ne kadar zâtında güçlü ise de, kendisinden daha üstün akla muhtaç ve hayalî kuvvetle de müteessir olduğu için mahal-i teklif olmamıştır. Her doğan insanın yedi yaşından on dört yaşına kadar olan devrinin aklıdır. Bu devrin idraki ha­yalîdir. İllet ile ma'lûlde delil araştırmaktan acizdir akıl. Zira mütehayyile kuvveti bu devrede çok faaldir. Hâfize kuvveti ise henüz daha yeni yeni canlanmaya başlıyor. Zira mefkeret kuvvetinin çalışması on dört yaşın­dan itibarendir.

Binaenaleyh bu akıl, mahal-i teklif olamamıştır. İkinci akıl, amelî ve mahal-i teklif olan akıldır. On dört - on beş yaştan itibaren eşyanın özelliklerini sezen, hayalin tesirinden kurtulan, illet ve ma'lûlde güçlü olan akıldır. Zira on dört - on beş yaşından itibaren hâfize, zâkire, mefkeret kuvvetleri kemiyetleşirler. Artık bu devrede akıl ufak tefek işler­de heyecanlanmaz. Takrîben bu idrak yirmi bir yaşta tekâmül eder. Bu devrede akıl, yapabilmek kuvvetinden geçer, bizzat ve billfiil yapma gü­cüne sahib olur. Doğrusu fıtrî akılla insanın hürriyeti olmadığı için mükel­lef değildir. Çünkü bir yaştan on dört yaşına kadarki devrede dimağ tıpkı bir ayna gibidir; taklidden başka çaresi yoktur. Dimağın karşısına ne ge­lirse o müessir olur. Bu akıl bu devrede karşısına gelen her sûreti hıfze­der.

On dört yaştan sonra ancak resimlenen sûretleri akıl kabul veya reddettiği gibi, fikir, düşünce, delil aramak, kâr ve zararı nazar-ı itibara almakta güç kazanır ki buna irade denilir. Akıl iradeli olduğu için mükel­lef oluyor. Buna akl-ı bilmeleke denildi. Demek hürriyet ve sorumluluk bu devreden itibaren başlar. Bu devrede bir çocuk tek başına namaz kı­lar, tek başına çirkinliği terk eder, yazar, mükafat alır, cezayı hak eder. Terbiye vasıtasıyla dördüncü devre başlıyor ki, bu devredeki akla akl-ı müstefad denilir. Doğrusu, akl-ı bilfiil, akl-ı müstefada dönüşür, işte terbiye yedi yaşta başlar, on dört yaşında biter. Burada iki devre var; her iki itibarla ana baba mükelleftir. Ancak on dört yaş veya on beş yaştan iti­baren, şahsî iradeyle, indî aklıyla insan hareket eder. Eğer ana baba kusur etmişse bile on dört yaştan sonra her zat kendisinden sorumlu olur.

Üçüncü yani on dört yaş, dördüncü yirmi birden sonraki yaş devirle­rinden itibaren bir insan ne mikdar küfür, nifak, fısk ve isyanı terk ederse, o nisbette kalbdeki âkile kuvvet güç alır, çoğalır. Buna akl-ı iktisâbî denil­miştir. Eğer iktisâbî bilgilerde akıl, şehvet ve münkeret tarafına kayarsa, nefs galebe çalar hayvanlaşır. Aksi takdirde, şehvet ve gazab kuvvetleri akta itaatkâr olursa, gittikçe vücud dinçleşir, dimağ gençleşir, şehvet de irâdî olduğundan ihtiyarlık geç başlar. Denilebilir ki isyan olmazsa, cinsî arzularda on sekiz yaşla seksen yaş arasında fark görülmez. Tuhaf ve utanç olmasaydı bunu iyice açıklardım. Lâkin şu ayet-i kerîmeden ilham alınsın.*“Ölü (cahil) iken kendisini Biz dirilttiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamadığı halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu hiç? Kafirlerin yapmakta olduğu şeyler, ken­dilerine öylece süslü göründü.” [El-En'âm 122] buyrulmuştur.

Bu ayet-i kerîmedeki "ölü" kelimesi cehil, "diri" kelimesi ise iman ve ilimle tefsir olunmuştur. Nitekim Ibnu Abbas da böylece mana etmiştir. Kurtubî Tefsîri'nde birçok vecihler varsa da Kibrît-i Ahmer ve Fütûhat'ta Şeyh-ul-Ekber İbnu Abbas'ın sözlerini tercih ederek şöyle demektedir: İlim nuruyla şereflenen bir mü'min, dimağ ve akla sahibdir, diridir. Böyle bir zat ca­hile benzer mi? Elbette benzemez; akıl ve nurundan mahrum, tıpkı hare­ketli bir ölü gibidir. Binaenaleyh nurdan maksad ilim ile iman ve o iman­dan sonra da hikmettir. Şehvet ve gazab gibi hikmeti öldüren hiçbir zehir yoktur.

Dikkat ettiniz mi; biz müslümanlar küffârın icadlarına hayran oluyo­ruz, halbuki ayeti kerîmede bunca fen ve sanat gibi “Kafirlerin yap­makta olduğu şeyler, kendilerine öylece süslü göründü.” buyrulmaktadır.

Hikmetle dolu bir iktisâbî akıl ve hürriyetten dolayı akıllıların sorum­luluğunu şu hadîs-i şerîflerden anlamak mümkündür. Yani fıtrî akıl sarsıl­madan kazanılan iktisâbî ve amelî aklı kasdediyorum.*“Ey Uveymir, aklını çoğalt ki Rabb'ine yakınlığın ziyadelerisin.” Uveymir'in: “Anam babam Sana feda olsun; aklımı nasıl çoğaltabilirim?" demesi üzerine Rasûl-u Muhterem şöyle buyurdu: *“Allah Teâlâ'nın yasaklarından sakın, farzları öde, akıllı olursun. Sonra nafile olarak salih amel İşle, dünya aklını çoğaltırsın, hem de Rabb'ine yakın olursun. Ve azizlik bununladır.”

Akl-ı bilfiil derecesindeki idrak, herhangi bir semâvî afatla mutazarrır olmadığı müddetçe teklif ve sorum­luluğu kalkmaz. Asıl olarak da dört nimetten sorulur ki şu hadîs-i şerîfte beyan olunmaktadır: “Âdem oğulları beş şeyden sorulmadıkça Rabb'lerinin huzurundan bir adım atamazlar: Ömrünü ne ile yok ettiğinden; gençliğini ne ile çürüttüğünden; malını nereden KAZANIP ne gibi yerlerde HARCADIĞINDAN, bildiğiyle ne amel ettiğinden.’buy- rulmuştur. Her ferd bundan sorulur. Artık aklı buna göre kullanmalıyız. Mal hususunda iki soru sorulacağına ikkat ettiniz mi?

NEFSÎ ARZULAR AKLI AZALTIR

Allah Teâlâ her şeyi zıddıyla beraber yarattığı gibi aklın da zıddı ola­rak hevâ-i nefsi yaratmıştır. Her zaman tekrarladığımız nefs-i nâtıkanın hevâsı: lezzet, sevgi ve meyli itibarıyla şehvettir; itelemek cihetiyle de gazabdır ki hayvânî kuvvetle tarif edilir. Hayvânî kuvvet akla galebe çaldı mı, insanı hayvandan daha beter mertebeye düşürür. Bu hikmete binaendir ki hadîs-i şerîfte:*“Şehvete itaat illet, İsyanı da Hacdır.” buyrulmuştur. Artık nefs-i nâtıkanın mertebesi süflî olduğundan aklı hayvânî arzularına celbeder. Akıl aslında hürriyeti, kainat ve ağyârın hepsinden alâkayı kesmek ister. Avâma göre bu aklın mertebesi, şehvetten alâkayı kesmektir. Yani a'zamî tedbir almakla Allah'a tevekkül etmek makamında akl-ı müdebbire itaat etmek, nefsî arzularından arınmak demektir. Eğer akıl, ağyardan, yani Allah’tan uzak­laştırıcı her şeyden alâkayı kesmezse nefsin hevâstna mağlub olur ve tedbirden aciz kalır. Birçok avâmın aklının mertebesi budur. Havâsa gö­re ise kendi cüz'î iradesini Cenâb-ı Hakk'ın küllî iradesinde ifnâ etmek­tir.

Burada aklın mertebesi teslimdir. Eğer akıl dînin emrlerine teslim ol­duktan sonra nefsin hevâsına itaat ederse, sükûnetten ayrıldığı için İşine riya ve hile karışır. Binaenaleyh orta akıl odur ki Allah'ın emrlerini nefsin arzularından daha fazla tercih eder. Eğer akıl burada da muvaffak olur­sa, hâs-ul-havâsın mertebesine yükselir. Burada akıl hürriyetine kavu­şur. Zâtî tecellîleri müşahede etmekten dolayı umum resim ve eserler­den yüz çevirir. Bu makama tefvîz makamı denilir. Kul ikinci mertebeye ulaşmadığı müddetçe buradaki hürriyetten mahrumdur. Demek aslî hür­riyet, gaflete sebeb olabilecek her şeyden kurtulmaktır. Binaenaleyh hürriyet için akıl ve cüz'î iradenin tastam selametli olması şarttır. Eğer tasavvuf kelimesini burada tahlil edersek şöyle deriz:''*te,sad,vav,fe''kelimesinin

*T harfi teslim, takva, tevekkülden ibarettir.

*S harfi sabır, sıdk ve sefâdan ibarettir.

*V harfi vird, vüdd (Allah'ı sevmek ve Allah için kulunu sevmek), vefadan ibarettir.

*F harfi ferd (yani Allah'tan uzaklaştırıcı her şeyden yüz çevirmek), fakr ve fenâdan ibarettir. Şu kadar ki fakr demek, fakirliği kabul etmek demek değil; fakr'dan murad: kalbi zikirle doldururken cebi de helal kazançla doldurmaktır. Bu on iki haslet bilfiil insanda bulunursa kendisi hürdür. İki tane eksik olursa, o nisbette esir ve akılsızdır. Binaenaleyh nefsin hevâsına esir olabilir demektir.

Akl-ı selîm Tevhid ister. Çünkü Tevhid asildir. İnsan yaratıldığı gün Tevhid de tebliğ edilmiştir. Hevâ-i nefs ise şirk ister. Aklın dengesini bozan da şirktir. İbnu Abbas tefsirinde: "Hevâ-i nefsten daha ziyade bâtıl bir ma'bûd yaratılmamıştır." demektedir. Şu ayet-i kerîmede dikkatle dü­şünülsün:*“(Habîbim) Hevâ ve hevesini tapı­nak tutanı görüp bildin mi?..” [El-Câsiye 23] buyrulmuştur. İşte bu ayet-i kerîme hevâ-i nefsin akla ne kadar zararlı olduğunu göstermektedir. Hatta hukemâ da: "Hevâ-i nefsine itaat eden, aklının dizginini düşmanı­nın eline vermiştir. Aslında akıl sultandır, hevâ-i nefs bir neferdir; şehvet ve gazab aklı esir ederler. Sultanı bir gedâya esir etmek revâ mıdır?" demektedirler.

Bazı haberlerde de şu vârid olunmuştur: Melekler mücer- red akıldan şehvetsiz olarak yaratılmışlardır. Hayvanlar akılsız mücerred şehvetten tertiblenmişlerdir. İnsan da hem akıl hem de şehvetten tertiblenmiştir. Aklı şehvetine galebe çalan, melekten üstün; şehveti aklına galebe çalan da hayvandan aşağıdır. Hevâ-i nefs, Hakk'ın emrine muhalif her şeydir; ondan sakınmayan sağlam kalmaz.

Akıl edeb ister, ihlas ister, takva ile çoğalır. Çoğaldıkça Hâlık'ın var­lığını idrak eder. İnsan bir an aklına arkadaş olursa, nefsin hevâsından uzaklaşırsa şu sorular derhal aklına gelir:

Ne için yaratıldım? Yaratılışımda gaye nedir?

Umum felsefecileri tefekküre sevk eden bu sorulardır. Fakat onların hevâ-i nefsleri fikirlerini bir ittifak haline getirmemiştir. Hatta meşhur Alman feylesofu Kant "inkâd-u Akl-il-Mahz" adlı eserinde durmadan şu soruları soruyor:

Gücümle ne yapabiliyorum?

Ne gibi amel işlerim?

Ümid ederek emelimi nereye bağlarım?

Durmadan kendi kendinden sorar. Fakat maalesef o da kesin bir kanaate varamamıştır. İslam hukemâsı ise*“Ben ancak insan ve cinleri Ben'i tanıyıp Ban'a ibadet etsinler diye yarattım.” [Ez-Zâriyât56]; *“İnsana çalıştığından başkası yoktur.” [En-Necm 39] mealindeki ayet-i kerîmelerden ilham aldılar. O halde ben Rabb'ime iman eder ve O’na ibadet ederim. Bütün emel ve maksadlarımı O'nun Peygamberi'nin sözlerine bağlarım. Ölüm­den endişe etmeksizin imanın gerektirdiği nefsânî temâyülâtımı O'nun emriyle tahrik ederim. Doğrusu, O'nun için kendimi terk ederim. İşte akıl bu akıldır. Özellikle şu hadisle amel ederim, ümid bağlarım:

*“Siz kendiniz Bana attı şey tekeffül edin,Ben de size cennete gir­menize tekeffül edeyim: Konuştuğunuz zaman doğru söyleyin. Söz verdiğiniz zamanlarda da yerine getirin. Size bir emanet teslim olundu mu (hıyanetsiz olarak onu) ödeyin. (Mutlak sûrette) Irz ve namus mahallini koruyun. Harama bakmaktan gözlerinizi kapatın. (Zulüm yapmlak ve haram işlemekten) Elinizi de menedin.” Diğer rivayette: “Mi­rasınız taksim olunduğu zaman birbirinize zulmetmeyin, başkaları­nın size yapmasını sevdiğiniz bir şeyin aynısını siz yapın (insaf edin). Düşmanlarınızla kital anında korkmayın. Ganimet aldığınızda hıyanet etmeyin. Zalimlerinizi mazlumlarınızdan vazgeçirin.'* buyrulmuştur. Gücümüzle bunları yaparız. Allah'ın afuvuna amelimizi bağ­lar, rahmetini umar ve Rasûlullah'ın buyurmuş olduğu ameli işleriz. Bu­nu idrak etmeyen akıl, sahibinin kelepçesidir.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.106-113
Devamını Oku »

Nefsani ve Şeytani Hislerden Allah'a Sığınmak



İnsanın içinde iyi veyahud kötü ilham alan ve faaliyete geçen asabî damarlar mevcuddur. Dînî olarak da itikad ve ibadet olmak üzere iki va­zife vardır, itikadî ilhamlar kalbe, güzel ahlak ve ibadetlerde çalışmak da bedenin veya dimağın asabî damarlarına bağlanmaktadır. Şeytan kalbe kötü hisleri, bedene de harama karşı istek ve arzu, ibadetlerden tembel­lik ve gevşeklik verir; o, Allah'ın rahmetinden mahrum ve gazaba uğra­dığı için insanları da kendisi gibi yapmak ister. Hatta dimağ, beden ve kalbin kan damarları İçerisinde bile dolaşır. Bundan dolayıdır ki Kur'ân-ı Hakîm'de:*“Hadi Kur'an okuduğunda okuttuğunda, o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.” [En -Nahl 98] diye emr buyrulmuştur. Eğer insan bu rûhî vazifeyi yerine getir­mezse, şeytan dimağına kötü fikirleri, kalbine vesveseyi, bedenine gev­şeklik ve tembellik hastalıklarını ilkâ' eder. Şu halde ayetin manası şöyledir: Ey hâlis ve muhlis kullar! Kitâb-ı Mübîn olan Kur'ân'ı okuyup manasını anlamak ve o manayla amel etmek istediğin zaman sa’yin başlangıcında o Kahr-ı Rabbânfye uğramış şeytandan ve onun verece­ği hased, kibirlilik, bâtıl inanç gibi şerlerinden Allah'a sığın, onu Allah'a şikayet et.

Aksi takdirde kul Allah'a sığınmazsa, şeytan sa'yini bozar, gayretini elinden alır. Ya gazabını tahrik etmekle içindeki metanetini bozar ya da şehveti tahrik etmekle teennîsini bozar, ki bu onun vazifesidir. Öyleyse her sa'yin başlangıcında*“Allahumme innî eûzu birıdâke min suhtike ve bi muâfâtike min ukûbetike ve eûzu Bike Minke.” “Ey Rabb'im! Gazabından rahmet ve rızana, azabından afuv ve mağfiretlerine ve kahrından rahmeti­ne ve Sen'den San'a sığınırım.” demelidir. Eğer sa'yin başında, özel­likle dînî meselelerde bu istiâze yapılmazsa şeytan insanın fikrini de­ğiştirmekle sa'yini bozar. Kemâl-i inanç ve edeble kul işinin başlangıcın­da -ister alış veriş olsun, ister ibadet olsun ve ister iki eşin muamelesi olsun- istiâze ederse, şeytan bedeninden uzaklaşır, melek hislerine yaklaşmış olur ve iman derecesine göre melek hayrlı ilhamları kalbe ilkâ' eder.

Bu manayı beyan etmek maksadıyla Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:*“Hiçbiriniz müstesna olmamak üzere muhakkak herkesin biri şey­tan, biri melek arkadaşı vardır.” Bunun üzerine ashab: “Sen de dahil misin ya Rasûlallah?" diye sordular. Buna cevaben: “Evet Ben de dahi­lim. Lakın Allah Bana yardım etti de, o da müslüman oldu. Binaen aleyh Bana hayrdan başkasını emretmez.” buyurdular. Sarı Abdullah diyor ki: “Kalbe hayrlı ilhamlar geldiği zaman şeytan onu çalmak ister. Tıbkı bir hırsız gibidir. Ruh ve kalb irâdî tecelliye ile şereflenirken şeytan ellerini o nur kıvılcımlarının önüne koyar. Böylece insan zikrinin nurlarını görmez olur. Aksi takdirde insan "Euzu" çektiği zaman ağzından çıkıp şeytanın üzerine yağan şimşek ışıklarını görecekti. Nitekim Mevlâna Rû­mî de bunu şöyle ifade eder:

*''Lakın bir hırsız gizlide parmaklarını o kıvılcımların üzerine koyar. Hane sahibi uyanık olsaydı hırsız içeriye giremezdi. (Hırsızdan maksad şeytan, binadan maksad beden ve kalbdir.)

O gizli hırsız kalbden tane tane kıvılcımları söndürür. Tâ ki akıl ve kalbin semâsı zikrin nurundan faydalanmasın.''

İşte bu hırsızın elinden kalb ve dimağımızı kurtarmak için rûhânî va­zife olarak istiâzeye çok önem vermek lazımdır. Onun için şeytanın nasıl insanın hislerine müdahale edeceğini beyan etmekle bu hususta istiâzenin keyfiyetini açıklayalım.

1 -Şeytan işitilen kelimeleri değişik manalarla kulağa aksettirir. İcab-ı halde söz söyleyenin veya kitabdaki yazının muradının dışında bir bilgiyi insanın hiss-i müşterekine aksettirir. Böylece müdahale ettiği zaman, kul

Allah’ın 'Es-Semî','El-Alîm' sıfatlarına sığınmakla kendini şeytanın ilkaatından kurtarmaya çalışır. Diliyle de:

“Eûzu Billâh-is-Semîi-l-Alîmi min-eş-şeytân-ir-racîm.” “Dalâlete girip gazaba uğrayan şeytandan her şeyi İşitici ve Bilici olan Allah'a sığınırım.” demekle, kulak ve hiss-i müşterekini şeytanın elin­den kurtarmaya çalışır.

Bazan da iyi söyleyenlerin sözlerinin tesirini söndürür; kötü söyle­yenlerin sözlerini tatlı gösterir. Nitekim Hâman firavunun veziri ve dostu idi. Mûsâ aleyhisselâm'ın sözleri birkaç sefer firavunda tesir etmiş; Hâ­man ona: “Sen nasıl, dili peltek ve önceden senin hizmetinde bulunan Mûsâ’ya teslim oluyorsun? Eğer sen ona teslim olsan şimdiye kadar yapmış olduğun davada yalancı tanınırsın." demekle firavunu Mûsâ aleyhisselâm'ın bereketinden mahrum bırakmıştır.

2-Şeytan kalbin sağından, solundan, ön ve arkadan itikadı bozmak için ilkaatta bulunur. Bu çok mühim. O kadar mühimdir ki ayet-i kerîmede Allah Teâlâ onun bu keyfiyetle müdahalesini beyan etmiş: “İblis dedi: 'Bana halkın dirilip kaldırılacakları güne kadar mühlet ver." (Allah da) Dedi ki: 'Sen mühlet verilmişlerdensin. (İblis:) "Öyleyse (mademki) Sen beni azgınlığa mahkum ettin, ben de bu sebeble -andolsun ki-­onlar (ı saptırmak) için Sen'in doğru yolunda pusu kurup oturacağım. Sonra andolsun, onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından kendilerine geleceğim (ve musallat olacağım). Sen de on­ların çoğunu şükredici kimseler bulamayacaksın." dedi.” Yani onla­rın dimağlarındaki ve kalblerindeki dört kuvvetlerine müdahale etmek suretiyle irtibat kurup kalblerini şaşırttıracağım demek istiyor. Şeytan in­sanın şu dört kuvvetine irtibat kurmak sûretiyle kalbin içindeki âkile kuv­vetini değiştirir; hak olanı bâtıl, bâtıl olanı hak gösterir. Mesela:

a-Dimağın ön tarafında hayal kuvveti vardır. Evvelden beyan etmiş olduğumuz üzere bu kuvvet hissolunan eşyayı canlı sûretinin fotoğrafı gibi şekillendirir. Bu takdirde şeytan ona müdahale eder. Sonra Allah'ı ona hatırlatır ve akabinde soru sorar: "Nasıldır O?" Sonra ona bir cevab verir. Allah Teâlâ'yı mücessem veya nûrânî bir şeye benzeterek hayalî kuvvetinden sümme hâşâ Allah'ı sûretlendirir. Böyle bir müdahalesi anında İhlas sûresini okumak tedavidir. Şeytanın "önden" gelmesi budur. Binaenaleyh şeytan hayali işgal ettiği zaman "Eûzu Besmeie" ile İh­las sûresi okunduktan sonra sonuna şu cümle eklenir:*“...Benzeri şöyle dursun da benzerinin benzeri de yoktur...” [Eş-Şûrâ 11] Bu takdirde şeytan önden kaçar.

b-Şeytan vehmî kuvvete de müdahale eder. Bu kuvvet hissedilme­yenlerin hakîkatlerini, doğrusu aklî ve manevi olan eşyayı, maddi sûret- lere kıyas ederek hüküm çıkarır. Bu kuvvet, dimağın iç arka kısmındadır. Şeytanın "arkalarından" gelmesi buna işarettir. Vehmî kuvvet daima önünde maddeyi görür. Manayı da ona kıyas edince sümme hâşâ Allah'ı maddeye benzetir. Bu takdirde O'na noksan sıfatları isnad etmek­le yolunu şaşırır. Özellikle bu hal namaz ve zikir esnasında gelir. Bu tak­dirde "Eûzu Besmele"den sonra kalb ve dili birleştirerek şu ayet-i kerîme okunur:*'Yer yüzünde Celal ve Azamet Sahibi olan Rabb'inin Zâtı'ndan başkası fânîdir (yok olmaktadır). Ancak O'nun Zât-ı Şerifi Bâkî'dir.” [Er-Rahman 26-27] Bu ayetin okunmasından sonra birkaç kere,“Ya Zel-Celâli vel'İkrâm!” ilave edilir.

c-Akciğerin sağ tarafında yahud dimağın içindeki beyinciğin sağın­da şehvet hissi bulunmaktadır. Yukarıdaki ayet-i kerîmede "sağlarından" gelmesi buna işarettir. Şeytan bu hisse müdahale etmekle gevşekliği bedene yayar, uykuyu getirtir ve binnetice günahlara sevk ettirir. Eğer mü'min ibadete azim bağlarsa derhal aklî kıyasları ortaya koyar ve aklı yanıltır. Bununla da peygamberlere olan inancı değiştirir ve şöyle sorar: "Peygamberler de bizim gibi insanlar, bizden ne farkları var? Biz de on­lar gibiyiz." Nitekim Asrı Saadetteki kafirler bu kıyasla Peygamberle mü­cadele ederek *“...Dediler kİ: Sizler de bizim gibi beşer olmaktan başkası değilsiniz...” [İbrahim 10] Ve dediler ki:

“...Ne oluyor bu elçiye? Yemek yer ve sokaklarda dolaşır...” [El-Furkan 7] Onların zannında peygamber olan kimse yemeyecek, içmeyecek ve sokaklarda dolaşmayacak, işte böylece şeytan onlara vermiş olduğu fısıltıyla nübüvvet inançlarını bozuyordu. Bu tabiî şeytanın yapacağı bir iştir, ki şu ayet-i kerîmede beyan olunmuştur:

*“...Şeytan onları fitillemiş, onlara uzun zaman göstermiştir ve aldatmıştır.” [Muhammed 25] buyrulmuştur. Nübüvvet inancını ihlal edecek vesveselere karşı "Eûzu"dan sonra "Lâ ilâhe İllallah Muhammedun Rasûlullah." denilir. Ayrıca El-Fetih sûresinin son ayetini okumanın da şeytanın bu vesvesesine karşı kuvvetli bir silah olacağını Şeyh-ul-Ekber tavsiye etmiştir. Muşârun ileyh diyor ki: “El-Fetih sûresinin son ayetini okumayı âdet edene, cinnî ve insî şeytanların ilkaatı tesir etmez.” Şakîk-i Belhî de şunları söylemiştir: «Dört etrafımdan şeytanın bana gelmediği birgün yoktur. Bazan önümden gelir, bana der ki: "Günah işlemekten korkma, çünkü Allah kulunu yakmaz. O esirgeyici ve bağışlayıcıdır. Ben ona şu ayeti okurum:

''Şüphesiz ki Ben tevbe ve iman edenleri, iyi amel ve harekette bulu­nanları, sonra da doğru yolda ölünceye kadar sebat edenleri el­bette çok yarlıgayıcıyım.” [Tâhâ 82] Derhal kaçar. Sonra arkamdan gelir ve şöyle der: "Sen ibadete dalıyorsun, sana dünya da gerek. Evladların aç kalacak, sonra sen kendine kâtil olursun. Çok oruç tutma, uykusuz kalma." der ve rızk endişesini bana verir. Ben de ona şu ayet-i kerîmeyi okurum:

*“Yerde yürüyen hiçbir canlı müstesna olmamak üzere rızkları Allah'a aiddir. Onların duracak yerlerini ve İkâmet edilen mesken­leri de O bilir...” [Hûd 6] Sonra sağıma kaçar; bazı iyi amel ve hareketle­rimi gözümün önüne getirir ve: "Sen iyi bir insansın. Artık senin gibiler enderdir." diyerek beni över. Ben de ona:*“...lyi sonuç takva sahiblerinedir.” [El-A’râf 128, El-Kasas 83] mealindeki ayeti okurum. Sonra İblis soluma koşar; dünya lezzetlerine şehvetimi tahrik eder. Lez­zetleri şahsıma tahsis etmek üzere şehvetimi tahrik eder. Ben de ona şu ayeti okurum:

“Artık kendileriyle arzu edecekleri şeylerin (o gün imanın faydasını görmek ve o sayede ateşten kurtulmak, cennete kavuşmak yahud dünyaya gönderilip de iyi amel ve harekette bulunmak gibi boş temennilerin) arasına bir sed çekilmiştir. Bundan evvel benzerlerine de yapıldığı gibi. Çünkü hepsi de (insanları) kötü zanna düşüren bir şübhe içinde idi­ler.” [Sebe* 54] Böylece solumdan kaçar ve benden uzaklaşır.»

İlim ve zikirde zayıf olanların dimağına şeytan soru sormak arzusu­nu verir. Bu tuzağa giren başkasını bulup ondan soru sormaz ise bu se­fer kendi kendinden sormaya başlar, ki şu hadîs-i şerîfte beyan olunmuştur:

“Muhakkak birinize şeytan gelir, size "Kim göğü yarattı?" diye so­rar. (Mü'min:) "Allah." der. O da: 'Kim yeri yarattı." der. (Mü'min:) "Allah." der. Bu sefer: "Kim Allah'ı yarattı?" diye sorar. Biriniz bunu buldu mu, Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne iman ettim desin.” buyruimuştur. Demek şeytan böyle soruları akla getirdiği zaman "Âmentu Billâhi"yi okumak çaredir. Şeyh-ul-Ekber diyor ki: “Bu vesvesenin müdafaasına en uygun yol, soruyu sarf-ı nazar etmek ve İhlas sûresini okumaktır.” İmam Askâlânî de şöyle demiş: “Her şeyi yaratan yaratılmamış, dersin. Sonra eğer bu vesvese ise, çaresi zikir ve başka bir şeyle meşgul ol­maktır. Eğer insî şeytan bunu sorarsa çaresi kolaydır. Dersin ki: "Allah her şeyi yaratmış" sözün, Kendisi yaratılmamış demektir.” İmam Rabbânî diyor ki: Vesvesenin müdafaasına kalkışmak da ayrı bir vesvesedir. Bu gibi sorulara çare iç ve dış telkinleri sarf-ı nazar etmektir.

3-Şeytan muharrike kuvvetine müdahale ederek, müdahale ettiği kimsenin veyahud başkasının gazab kuvvetini fiile geçirmek İster. Kin ve intikam arzusunu verir.

“Biriniz diğer birinizin ayıbını söylemesin. Zira Ben size selametti ve rahat bir kalb ile gelmeyi severim.” mealindeki hadîse binaen şey­tanın bu müdahalesine karşı çare, ayıblardan arınmakla gayrının ayıb- larından göz kapatmaktır. Eğer şeytan böyle bir vesveseyi ilkâ' edersel ayıbları araştırmak arzusunu defetmek için şu dua okunur:

“Radîtu Billâhi Rabben ve bil'İslâmi dînen ve bi Muhammedin sal­lallâhu aleyhi ve sellem Rasûlen. Ve neûzu Billâhi min-el-fiten.’ “Allah'ı Rabb olarak kabul edip İslamı din olarak kabul ettim. Haz­reti Muhammed aleyhissalâtu vesselâm'ı da Allah'ın elçisi olarak inandım. Ve fitnelerden Allah'a sığınırız.” Bu son cümleyi yani "Fitnelerden Allah'a sığınırız." demek anında, mü'min kardeşinin de fitnelerden korunması kasdedilir. Netice-i meram, hissî ve manevi bütün tel kinleri sarf-ı nazar etmek şartıyla mü'min zorluğa katlanarak yukarıdak istiâzenin bir sûretiyle tedbir alır. Başlayacağı işe sa'y ve gayretle başlar, teennî ve metanetle işine devam eder ve muvaffakiyeti için Allah'ı yalvarır. İstiâze ve yalvarışların ruha tedavi olduğunda tereddüd edilmez. Yalvarış ve istiâze..

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.325-331
Devamını Oku »

Hürriyetle Esaretten Kaçınmak



«'Hürriyet, Allah Teâlâ'nın ve kulunun hukukunu korumakta serbest olmaktır; zıddı esarettir. Hürriyet ve esaret birbirlerine zıd olmak itibarıyla maddi ve manevi olmak üzere iki kısımdır:

a-Bedenin hareket ve fiilinde serbestiyet, maddi hürriyetle, b-Söz söylemek ve maksadların izahında serbestiyet de manevi hürriyetle ifade edilir. Her iki itibarla maddi hürriyet vücuda, manevi hür­riyet nefs ve ruha müteveccih olur. Çünkü mutlak hürriyet söz konusu değildir. Şu halde Hakk'a itaat etmekten ibaret hürriyet, ahirette ebedî serbestiyeti gerektiren bir vesile olduğu için hürriyet halihazırdaki mev­cudiyete değil binnetice ahirete nazarandır. Çünkü Hakk'ın veya halkın hakkına tecavüz etmek, ebedî veya muvakkat ahiretteki cezayı gerektir­diği için esarettir. Şu halde hürriyet ve esaret netice itibarıyla birbirinden farklı olur. Demek insan bir taraftan hür, diğer taraftan esirdir. Mesela kanun ve nizamlarla serbest bırakılan yerde insan hür, onun dışında esirdir. Zaten dünya kendisi bir kafestir. Ruh bu kafese girmekle esirdir. O halde mutlak hürriyet davası da yoktur. Şu halde hürriyet şöyle tarif edilir: Tam adalete riayetle hak ve hakîkate boyun eğmektir. Nitekim*“Hürriyet Allah'tan başkasıyla bağlı olmamaktır.” diye Şeyh-ul-Ekber tarif etmiştir. Binaenaleyh hürriyetin zıddı olan esaret, Allah'tan başka bir şeyle şartlanmak ve şartlandırılmaktır. Eğer şu altı şey varsa hürriyet vardır, aksi takdirde esaret vardır:

1-Hıfz-ı beden. Her insan bedenini darbe ve cerhten muhafaza etmeyi hak etmiştir.

2-Her insanın katiden korunması varsa hürriyet vardır. Doğrusu can güvenliği.

3-Nefsin güzelliklerinin korunmasıdır. Buna hıfz-ı namus, hıfz-ı vakar ve hıfz-ı şeref denilir.

4-İtikad olarak nefsin taarruzundan korunmaktır. Eğer bir insanın iti­kadına taarruz olunuyorsa hakkına müdahale olduğundan esaretle ifa­de edilir.

5-Maddi ve manevi ferd ve ümmetin mülkünün, meşru hakkının korunmasıdır. Eğer bir ferdin kazancına meşru hakkın dışında müdahale edilirse hürriyet yok demektir.

6-Din ve mezhebin korunmasından ibaret hürriyettir.

Bu altı haktan birine el koymak esaret ve zulümdür. Her müslüman kendi nefsini, hayatını, namusunu, itikad ve meşru mülkünü, dînin ah­kamına göre koruyabiliyorsa hürdür. Şu halde bir insanın, kendi hürriye­tini dava etmekle başkasının hakkında bunların birini ihlal etmeye hakkı yoktur. Bu itibarla hürriyeti tarif edenler şöyle demişlerdir: "Hürriyet, gay­ra her fedakârlığı yapmak ve meşru hakkını korumakta gayrına zarar vermemektir." Bu tarif ittifakîdir. Binaenaleyh insanın hürriyetinin dînin ahlakî ahkâmının elmas zincirleriyle bağlanması mutlak hürriyettir. Bi­naenaleyh din olmaksızın hürriyet söz konusu değildir. Çünkü dîne bağlı kalmak, şartlandırılmak değil, huzurdur. Zira insanın ruhunun en çok nefret ettiği şey dinsizlik, diğer ifadeyle ahlaksızlıktır. Eski felsefeciler bu manaya binaen "Hürriyet, ruhun meâlîden başka bir kaydı kabul ve hayrdan başka hiçbir kanuna itaat etmemesidir." diye tarif ettiler. Bu tarifi tahrif edenler "Hürriyet istibdaddan kurtuluştur." dediler. Halbuki hürri­yeti böylece tarif etmek, bir nev'î esareti tarif etmektir. Çünkü din hüküm­lerinin icra edilmesinde isdibdad söz konusu değildir. Çünkü dînî hü­kümleri icra etmek mutlak kurtuluştur. Bu manaya nazar hürriyetin en güzel tarifi şöyledir: "Hürriyet, Allah'ın hükmünden başkasına bağlanmamaktır."

*“Bir Arabın bir acemin üzerinde -takvâdan başkasıyla- üstünlüğü yoktur.”;

*“Hâlık ın isyanında hiçbir mahluka boyun eğmek yoktur.” mealinde­ki hadîs-i şeriflerle bu tarif teyid olunmaktadır. Büyük küçük, amir ve memur, efendi ve hizmetçi mü'minler, ferd ferd ve toptan hürdür ve birbi­rine kardeştirler.*“Mü'minler ancak birbirine kardeştirler...” [El-Hucurât 10] buyrulmuştur. Hiçbirisi diğerine esir değildir. Hepsi toptan Allah'a esirdir, O'na hizmetçidir, ahkâmına bağlıdır. Kendi nefsini koruduğu gibi mü'min kardeşini de korur. İşte hürriyet... Demek Hakk'a esir olduktan sonra insan ahiretteki kurtuluşa nazaran hürdür.

*“Müslim müslimin kardeşidir. Ona zulmetmez ve (onu düşmanın eline) teslim etmez.” buyrulan hadîs-i şerîfe binaen mü'min, kardeşini yalnız bırakmaz. Efendi kölesini, o da onu, patron işçisini, o da onu, amir me­murunu terk edemez. Hülâsa her biri diğerinin dînine, hayatına, namus ve haysiyetine, itikad ve mülküne, mezheb ve fikrine bekçidir. Her biri diğerinden sorumludur. Her birisi kardeşinin hakkını kendi hakkından daha evvel tercih etmekle kardeşini serbest hayata kavuşturmaya çalı­şır. En takva insan bile son nefesinden haberdar olmadığı için takva sa­hibi olmayanı nefsinden daha üstün tutar. Bu tutumla gayrını hürriyete kavuşturur. Dolayısıyla kendisi mutlak serbestiyette bulunur. En güzel ifadeyle “Müslim müslimin kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yalnız bırakmaz.” Vicdan hürriyeti de bununla meydana gelir. Aksi takdirde vicdan olmaz ki hürriyet söz konusu olabilsin. Demek kendi namusunu koruduğu gibi mü'min kardeşinin canını, namus ve malını korumayan vicdansızdır, zalimdir, fâsık ve âsidir ve bu nisbette esirdir.

Netice-i meram şu ki din olmaksızın insan hürriyet ve esaretin ara­larındaki inceliği kavrayamaz. Çünkü herkes kendi hissine göre bir hürriyeti ortaya koyar. Bu takdirde hürriyetsizlik meydana gelir. Öyleyse bir milletin hürriyeti din, silah ve ilme bağlıdır. Bunlardan birisinin yok­luğunda derhal esaret hâkim olur. Din birliği, ilim birliği, fikir birliği, güç ve ittifak birliği milleti hâkim kılar. Unutmuyoruz ki İslam dîni başka din mensublarını müslüman olmaya icbar etmez. Ancak onların İslam dînine karşı gelmelerini engeller. Cihad da buradan meydana gelir. Yani mü- cahid, müslüman, tecavüz eden gayrı müslime tebliğ eder. Tebliği kabul etmez ve İslam dînine saldırırsa bilmecburiyye el kaldırır. Bu şeref ve meziyet İslama mahsus bir şiardır. Bir milletin hürriyete kavuşabilmesi için beş şart var:

1-İ'tisamdır.“...Allah'a (fiilen İtikaden hükmüne) sarılın. O sizin Mevlâ'nızdır..” [El-Hacc 78] mealindeki ve benzeri  ayetlerden iktibas edilmiştir.

2-Fürû'da ihtilaf olsa bile usulde ittifak etmek ve tefrikadan korun­maktır. Demek fürû'daki ihtilaf değil, iftirak yasaklanmıştır. Bu hüküm şu ayetten anlaşılır.*"Hepiniz, toptan,sımsıkı Allah'ın ipine (hükmüne)sarılın parçalanmayın...” [Âl-i imran 103)

3-Özü, sözü ve fiili birleşmiş takva sahihleriyle beraber olmaktır. Yani onları vesile edinmektir. Bu hüküm de

*“Ey İman edenler, Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” [Et -Tevbe 119) mealindeki ayet-i kerîmeden anlaşılır.

4- Büyük günahları terk etmek, farz ve vacibleri yerine getirmekten ibaret takva üzerinde bulunmaktır. Nitekim bu hüküm de*“...Binaenaleyh müslüman olmaktan başka hiçbir sûretle can ver­meyin.” [El- Bakara 132] mealindeki ayet-i kerîmeden anlaşılır.

5-Emr-i ma'rûfu bildirmek ve Allah'ın yasaklarından sakınmakla sakındırmaya çalışmaktır.

*“Kim şeriate muhalif hareketleri görürse eliyle onu değiştirsin.Eğer buna gücü yetmezse diliyle nasihat etsin. Eğer buna da gücü yetmezse (fiilen fısk ve isyanı ve âsi ve fâsıkları terk etmekle) kalbiyle nef­ret etsin. Bu da imanın en zayıf derecesidir.” ve *“Benden önce Allah'ın hiçbir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o peygamberin, ümmetinden havârîteri ve sünnetine tu­tunan ve emrine uyan ashabı olmasın. Kıssa şu ki, sonra onların ardından yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan birtakım kötü nesiller meydana çıkar. İşte kim bunlara karşı eliyle mücahede ederse o mü'mindir. Kim onlara karşı diliyle mücahede ederse o da mü'mindir. Kim onlara karşı kalbiyle mücahe­de ederse o da mü'mindir. Amma bunun ötesinde imandan bir har­dal tanesi de yoktur.” buyrulan hadîs-l şeriflerde iyiliği emr ve yasak­lardan sakındırmaya çalışmak vazifesi beyan olunmuştur.

Hürriyet an­cak ve ancak bu beş esası tatbik etmekle meydana gelir. Çünkü bu beş vazifeyi görmekle ruh saflaşa saflaşa tamamen esaretten kurtulup ebedî hürriyete kavuşur. Binaenaleyh şeriate muhalif şeylerin işlenilmesini müşahede edip susan kimsenin dînî gayreti çokça zayıftır. Allah Teâlâ bizlere intibahlar versin.»

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.358-362
Devamını Oku »

Büyük ve Küçük Olmak Üzere Şirk İki Kısımdır



En büyük günah şirktir. Çünkü şirk, Tevhid gibi bir güneş nurunu söndürmeye kalkışır; aklı nefse mağlub ettirmek ister. Şirk zulümdür, amma korkunç zulüm... Allah da,* “...Muhakkak ki şirk en büyük zulümdür.” [Lokman 13] buyurmuştur. Günah beter felakettir, fakat afuvu mümkündür. Amma zulüm, Allah'ın hakkına tecavüz etmektir yahud kulun hakkına tecavüz etmektir. Şirk, her iki hakka tecavüz etmektir. Çünkü şirk hem Allah'ın Tevhidini bozmak, hem de O'nun elçi­lerini ve elçilerinin arkasından gidenleri ve bunca ehli ilmi yalanlamak­tan ibarettir. Onun için büyük zulümdür. Korkunç şirki.. Şirk iki kısımdır; biri büyük biri küçüktür:

1-Açık, büyük şirk, Allah'tan başkasını, ağacı, taşı, güneşi, ayı, pey­gamberi, şeyhi, hükümdarı, kendi nefsini eş tutmaktan ibarettir. İlahlaştırmak maksadıyla Allah'tan gayrını çağırmak, tesirci bilip de ona sığın­mak, emrlerine girmek, istekle onları tesirci inanmak şirktir. Allah Teâlâ:

“Allah'ı bırakıp taptığınız (put ve şahıslar) da sizin gibi yaratılmış kul­lardır. Eğer (Allah'ı bırakıp puta tapmak iddiasında) doğrucu iseniz hadi onları çağırın da size icabet etsinler.” [El-A'râf 194] buyurmuştur. "Dua­larınızı kabul etsinler, size rızk versinler. Halbuki eş koşmuş olduğunuz zavallılar bir sinek kendilerine konsa, onu kovmaktan bile güçlü değiller­dir. Kendileri de çağıranlar gibi zayıflardır, hatta daha zayıflardır." de­mektir.*“...Gerçek şudur ki her kim Allah'a eş tutarsa muhakkak Allah da ona cenne­tini haram kılar ve onun son varacağı yer ateştir...” [El-Mâide 72] mea­lindeki ayet-i kerime, akıbetlerini beyan etmektedir. Hadîs-i şeritte de: “Dikkat! Ben size en büyük günahtan haber vereyim.” Üç kere tek­rardan sonra ashab: "Evet ya Rasûlallah." dediler. Bunun üzerine: “Allah Teâla'ya eş koşmak ve ana babaya isyan etmektir.” buyur­muştur.

Cahil kimseler Allah'ın varlığına ve birliğine inandıkları halde tesiri O'ndan başkasında inanırlar; hayr ve şerrin tesirine sebeb olabilecek şeyleri de hakîkî tesirci zannederler, ki bu cahil sofîlerin itikadıdır. Eğer bunlar Allah Teâlâ'nın gayrına tesiri isna^ ettikleri gibi ona taparlarsa kafir ve müşrik de olurlar.*“...Biz bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz...” [Ez-Zümer 3] mealindeki ayet-i kerîmede beyan olunan müşrikler, vesile aramaktan dolayı değil, hakîkî tesiri sebeblere ve vesilelere isnad ettik­lerinden ve üstelik de taptıklarından dolayı şirk koşmuş olurlar. Eğer te­siri Allah'tan inanır ve Allah'a tapar, vesileyi tutması da yine Allah Teâ- lâ'ya ibadet etmek için ise mü'min ve ehli Tevhiddir. Bu inceliği bilme­yen kimseler ya cahil sofîlerin yoluna ya da Vahâbilik mezhebine sapı­yorlar. Demek istiyoruz ki Hakk perestiikle putperestlik arasında bir ince fark var; ehli Tevhıd bu farkı bilir. Mesela Kur'an ve hadislerin hüküm­lerini tatbik ederek namazda imamına, ahlak ve muamelede inanmış ol­duğu üstadına uyar, bir tek olan Allah'a tapar. Şübhesiz imamı veya li­deri de aynı şeriati tatbik ederek onunla birlikte Allah'a tapar.

“Ey iman edenleri Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya da vesile taleb edin...” [El-Mâide 35] mealindeki ayet-i kerîme, ittibâ' etmek için ve­sile aramayı emrederek beyan etmektedir. Ancak bu vesile çok umum manadadır. Her mü'min kendisini ve nefsine tayin etmiş olduğu lideri veya üstadı da, hatta ve hatta tüm müslümanları bir tek halka olarak göz önüne tutarak husûsen namaz içinde*“Yalnız San'a ibadet ederiz ve yalnız Sen'den yardım dileriz. Öy­leyse bizi dosdoğru olan yola ilet. O yol ki ondan sülük edenlerin üzerine nimet verdin.” [El-Fâtiha 6-7] demekle itiraf eder. Demek gerçek bir sofu Allah'tan gayrine tapmıyor, namaz içinde de “İbadetimizi yalnız ve yalnız San'a tahsis ediyoruz.” diyor; inancını, Tevhidle şirki yıktığını ilan ediyor. Aslında üç "nun"da tüm müslümanlar birleşmektedir:

a-Zâtı'nda, Sıfatı'nda ve Fiili'nde bir tek Allah'a iman etmeyi taahhüd etmekle'nehbudu'nun "nun"unda birleşiyorlar. Şirkten pak ve münezzeh olarak samimi bir bîatle Allah'a söz vererek O'na ibadet etmelerini ilan etmekle “İbadetlerimizi yalnız ve yalnız San'a tahsis ederiz.” derler.

b-Bütün ibadetleri O'na tahsis ettikten sonra bütün tesirleri O'ndan inanarak, bütün yardımları O'ndan umarak “Yalnız ve yalnız Sen'den yardım dileriz.” demekle ''nestain'in "nun"unda birleşirler; ve bu birleşme­yi de ilan ederler. Buna i'tisam da denilir. Sımsıkı O'nun hükmüne, tecellîlerine ve dînine bağlılığı ifade eden, l'tisamdır.

c-''ihdina' 'nın "nun''unda birleşirler. Bu birleşmeyi de şöyle ifade eder­ler: Ey Rabb'imiz! “Bizi topyekün dosdoğru olan yola ilet.” derler. Sanki bu arada soruldu: “O dosdoğru yol nedir?" "Bir tek Allah'a taparak ittibâ' ve vesile edinmek yoludur." denilir. O yol ki “Bizi doğru yola, ken­dilerine nimet verdiklerinin yoluna İlet.” diye ifade ederler. O nimetlenenler de şübhesiz peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihlerdir. Onların yoluna, onlara ittibâ' etmek yoluna, onların yaşadıkları gibi yaşa­mak yoluna... Çünkü onların yolu dosdoğru yoldur. Gazaba uğramış, ilimleriyle amel etmeyen yahudilerin yoluna değil; ve ilimsiz amel edip dalâlete uğramış cahil hristiyanların yoluna da değil. İşte her mü'min her namazında kendisi de, vesile edindiği lider ve üstadı da hep birlikte bir tek halka halinde, bir tek ağızdan namazlarında ibadetlerini, Tevhidlerini böylece ilan etmektedirler. Mü'minde üç dava yoktur: Kendi nefsine Ulûhiyet, nübüvvet ve velâyeti isnad.

2-İkinci şirk, gizli ve hafif şirktir. Buna riya denilir. İmandaki riyâyı kasdetmiyoruz. Çünkü o da birinci şıkla dokuz yerde birleşir. Amelde gösteriş kasdediyoruz. Bu ise Tevhîdi ve farz ibadetin aslını ibtal etmez, sevabını eksiltir. Fakat birinci şirke sûret olarak benzediği için buna şirk-i hafî denilmiştir. Zevâcir adlı eserin müellifi Ibnu Hacer şöyle diyor: Riya ve gösteriş için ibadet edenlerin misali, kesesini taş doldurup cevherin bâyiinden cevher almak isteyen adamlara benzer. Yolda giderken onu gören insanlar, elindeki kesesine bakarlar, onu överler, "Bu adamın ne kadar çok parası vardır." derler. O da halkın övmesine binaen aldanır, kesesine güvenir bâyi'ye varır; kesesini açarken mahcub ve pişman olur; hiçbir şey alamaz, amma kese elinde kalır. Böylece gösteriş yapan­lar dünyada halkın övgüsünü kazandıkları için ahirette bir şey elde ede­mezler. İmam Şemseddîn Zehebî bu temsili hadis olarak rivayet etmiştir; ve gösterişin sevab yerinde bilakis azaba sebeb olacağını beyan etmiş­tir. ’

Mü'min imanıyla emin kimsedir; ihlâsıyla doğru kimsedir; Allah'a ve halka karşı dosdoğru hareket eden, muamelesinde hile, ahlak ve ibade­tinde de riya şaibesi olmayandır. Buna ihlas denilir, iman da ibadet de şart-ı ihlastır. Mü'min ihlasla bu şirki yıkar. Hayrete şâyan ki felsefeciler riyânın adını sempatizm koymuşlardır. Halbuki sempatizm, nifak veya riya ile birleşir. Bazı zavallı mü'minler de, sempatizmi İslam kelimesine kuyruk yaparak "İslam sempatizmi" diyorlar. Dehşet! Ne bu hal?..

Kulundan ibadeti kabul eden Allah Teâlâ şöyle buyurur:

*“...Kim Rabb'ine kavuşmayı ümid (ve arzu) ediyorsa güzel bir amel etsin ve Rabb'ine ibadet etmede (hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi) ortak

etmesin.” [El-Kehf 110] Bu ayet-i kerîmede hâlis ibadet etmek, ahlak ve muamelede dosdoğru olmak emr buyrulmuştur. Her nerede olursa olsun mü'min, dimağında kurulmuş şöhret, servet, riyâset putlarını yıkmadığı müddetçe, kurtlar ağacı içinden yedikleri gibi, riyâsı da ame­lini yer. Allah riyâdan korusun. Bir hadîs-i Kudsî:

“Her kim ibadet işlerken Ben'den başkasını Ban'a ortak ederse, yapmış olduğu amel ve ibadeti Ban'a eş tanıdığı kimseye­dir. Ben ondan berîyim.” buyrulmuştur.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.239-242
Devamını Oku »

''Allah Sarhoş Oluncaya Kadar İçki İçenin Kırk Sabah Namazını KabulEtmez'' Hadisi Hakkında




“Sarhoş oluncaya kadar içenin Allah kırk sabah namazını kabul etmez, damarlarında içkiden bir şey bulunarak ölen cahiliye ölümü ile ölmüştür.”(Abdurrezzak,hd.no.17071)

“Şarap içenden Allah kırk gece razı olmaz, ölürse kafir olarak ölür, tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder.”(Müsned,27475) Senedi hasendir.

Bunları “şarap içmeyi helal görürse” şeklinde anlamak lazımdır. Ya da “kişi o hale öyle alışıyor ki so­nunda küfre düşmesine ramak kalıyor, dolayısıyla küfre düşmesinden korkulur” şeklinde yorumlamak da mümkündür. Ayrıca şaraplarla ilgili bu tehditler şarap içmenin haram ve de ne kadar çirkin bir bir şey olduğunu ve meselenin ciddi­yetini ortaya koymaktadır.

“Kişi sarhoşluk veren bir şey içerse Allah kırk gün namazını kabul etmez.”(Taberani,el-Mücem-ul Kebir,VII,183,hd.no.6672) Senedde adı geçen Yezid b. Abdulmelik, metruk bir ravidir. Yahya b. Main’den bir rivayette onun hakkında “la be’se bih” de dediği nakledilir ki, bu tabiri o makbul raviler için kullanır. Benzer bir hadîsi Ahmed b. Hanbel nakletmiştir.

Yu­karıdaki hadîsin devamı olarak onda şu ifadeler yer almaktadır: “Tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder. Tekrar içkiye dönerse Allah yine kırk gün namazını kabul etmez. Tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder. (Ravi der ki: Üçüncü- sünde mi dördüncüsünde mi söyledi bilmiyorum. Ardından şöyle buyurdu:) Tekrar içkiye dönerse Allah’ın üzerine onu cehennem içeceklerinden içirmesi hak olur.”(Müsned,2,176) Bu uzun bir hadîstir. İlginçtir, hadîsi nakleden Abdullah b. Amr’a “Senden bana ‘İçki içenin tevbesini Allah kırk gün kabul etmez.’ hadîsi ulaş­tı.” denmesi üzerine o, Hz. Peygamber’den yukarıdaki hadîsi duyduğunu ifade etmiştir.

Bu rivayet gösteriyor ki, konuyla ilgili hadîs yanlış anlaşılmış, Abdul­lah işin doğrusunu, yani “kişinin tevbesini değil, namazını kabul etmeyeceğini”naklederek yanlış manayı düzeltmiştir. Bu hadîsin sahih olduğu belirtilmelidir.

Bu hadîsin zahiri, içki içenin kırk gün kıldığı namazın kabul edilmeyeceğini göstermektedir. Şüphesiz içkiden sakındırmada ortaya konulan sert bir ifadedir. Özellikle içki içip Allah’ın huzuruna yönelmekten sakındırıyor. Sanki bir anlam­da “Bir an içtiğiniz içkinin vucüddan temizlenmesi kırk günü alır, bu bedenle namaza yaklaşmayın!” denmek isteniyor. Ancak herhalde bu, “Kırk gün hiç na­maz kılmamış gibi sayılır.” anlamına gelmez. Belki mezkûr hadîsi “Kişinin bu şekilde namaz borcu üzerinden düşebilir, ancak namazın sevap ve faziletindenmahrum olur.” şeklinde anlamak daha uygun olur. Tevbeye gelince Abdullahb Amr’ın da düzelttiği gibi kişi içkiden tevbe ettiği anda Allah tevbesini kabul eder. Son ifadeler gösteriyor ki, tevbelerden sonra tekrar içkiye dönülmesi Allah’ın gazabını üzerimize çekmesine neden olan önemli bir husustur.



Yavuz Köktaş-Günümüz Hadis Tartışamaları

Devamını Oku »

İnsan Ne Kadındır - Ne de Erkek


İnsan ne kadındır ne de erkek. İnsan bu ikisidir.

İnsanın bir yüzü dişi, bir yüzü erkektir. Dişilik yüzü merhameti, sanatı, nezaketi, zerafeti, taşımayı, doğurmayı, yenililiği, sürekliliği, ölümsüzlüğü hatırlatırken,
erkek tarafı hükmetmeyi, yönetmeyi, savaşmayı, mücadeleyi, yok etmeyi, ölümü, fedakarlığı, karşılıklıksız vermeyi, çalışmayı, bitip tükenmek bilmeyen bir enerjiyi, gücü, iktidarı ve dehşeti simgeler.

Bu ikisi medeniyeti oluşturur. Medeniyeti oluşturan bu ikisinin birleşimi, mücadelesi, çekişmesidir.

Toplumda dişilik yön ağır bastığında medeniyette incelik gözükürken, erkek yön ağır bastığında savaş, talan, güç, oluşum, zorluk ortaya çıkar.

Toplumların yeni oluştuğu, medeniyetin yeni kurulduğu dönemlerde erkek yön ağır basar. Zamanla dış tehditler azaldığında, insanlarda dişilik yön ağır basmaya, zerafet ve sanata yönelme baş gösterir.

Bu değişim, medeniyetlerin inceldiği ve zirveye ulaştığı dönemdir.

Bu dönemdeki erkekler bile dişileşmiştir. Metroseksüel erkekler bu dönemde ortaya çıkar. Kadınsı zevkler ve algı ön plandadır.

Bu dönemde zevkü sefa yaşanır. Lale devri olur…ama aslında bu durum yıkımı da beraberinde getirir.Çünkü denge bozulmuştur.

Denge dişilik ve erkekliğin eşit konumlarda olmasıdır. Birinin güç kazanması veya baskın çıkması yıkımı getirir.

Dişi medeniyetler, erkek medeniyetler tarafından talan edilir, iğfal edilir, gasp edilir, yok edilir. Erkek medeniyetler, dişi medeniyetinin ihtişam, güç, zerafat ve güzelliğine kapılır. Buraya sahip olmak için saldırır. Hakim olur. Ama aslında burayı güzlleştiren dişi medeniyet olduğundan bir süre sonra o güzelliği bulamaz.

Bütün büyük uygarlıklar, dişilikte kemale ulaştığında aslında zevale de yaklaşmış olmaktadırlar.

Ibrahim Halil Er Hoca
Devamını Oku »

Sanat Nedir?



Sanat kainatın âhengine katılmaktır.

İşte ben de onlarca sanat tarifine bir tarif ilave etmiş oldum. Sürç-i lisan eder isem affola.

Kâinatın âhengi malumdur. Gün doğuyor, batıyor; kuşlar uçuyor, rüzgâr esiyor, dünya dönüyor, mevsimler birbiri peşi sıra gelip gidiyor. Gören gözler, duyan kulaklar, hisseden kalpler çiçeklerin renginde, suların sesinde, dağların heybetinde, kelebeğin kısacık ömründe, örümceğin ağında, Cenab-ı Hakk’ın yarattığı her şeyde bu âhengi bulabilir.

Lâkin işin künhüne varması mümkün değildir. Atomun elektronları belki dünyanın bilinen kısmından daha fazla meçhulatı saklıyordur. Rabbin veli kullarına elbette âşikârdır.

Eşref-i mahlukat olan insan güzel bir iş yaparak mevcut güzelliğe iştirak eder. Bu sadece ona tanınmış bir imtiyazdır. (Gül açar, bülbül öter, örümcek ağını örer ama herhalde sadece insanoğlu yaptığı işin şuuruna erer) Cenab-ı Hakk’ın koyduğu nizama yaklaşmak, ona dokunmak, ona uymak yaradanın rızasını kazanmaktır. Hududullah’a riayettir.

Bu eylem eskiyi yıkarak, karşı çıkarak var olanı bir başka biçimde yeniden inşa ederek pek çok yoldan ulaşılan bir menzildir. Yapıcılığı veya yıkıcılığı böyle yüce bir hedefe bağlamaksızın sanatçının “ben, ben” diye çırpınması çocukçadır.

Sanatçıya yüce bir makam verilmesi, onun takdîs edilmesi deha mertebesine çıkarılması pagan âdetlerindendir.

Sanatçı eylemi ile kuşların sesine, suların şırıltısına, rüzgârın uğultusuna, bulutun rengine, denizin dalgasına ne kadar yaklaşıyorsa; bu hamleyi bir iman ateşi, gözyaşları ile ıslanan bir aşk ile yapıyorsa o kadar yol alır. Yolun sonu bizi “din” ile buluşturur, “dua” ile buluşturur. Bu menzile ulaşanların söz ile, nağme ile, renk ile biçim ile işleri olmaz. Onlar artık vecd denizinde yüzmektedir.

“Bana seni gerek seni” diyen âşık, dağlar ile taşlar ile, seherdeki kuşlar ile kâinatın tesbihatına katılmıştır.

Bu hamle onu sözden söze, besteden besteye, renkten renge fırlatır. Yenilik, hareket, isyan, uysallık budur. Bu hem aczin hem iştiyakın ifadesidir. Sanat yolcuları her adımlarında bir mertebe daha yücelir, mesafe aldıkça var olur, var oldukça bir “hiç” olduklarının şuuruna varırlar. Bu “hiçlik kadehi” hidayet ile, inayet ile, rahmet ile dolarsa “varlık” kazanır.

Gül dikeni ile var olmaktadır.

Sanat yolunun hem rahmanî hem şeytanî-nefsanî boyutları vardır. Tıpkı rüya gibi.

İnsanoğlu yapıp-etmeleri ile eşref-i mahlukat olacağı gibi esfel-i safilin’e de yuvarlanabilir. Yusuf’un kuyusu ile Babil’in kuyusu bir değildir.

Kainatın âhenginde gizlenen hikmeti keşfedenler Yusuf’un kuyusundan çıkıp, Mısır’a sultan olanlardır. Sultanlık “dünyevî” kaldıkça ferde faydası olmaz. Sanat hakikate giden yolda bizi karlı dağlardan aşırabilecek, kızgın çöllerden geçirebilecek bir binek olabilir. O kadar.

Ancak bu mühim bir vasıta, vasıflı bir anahtardır. Felsefeyi bitirip sanat kapısını açanlar, kâinatın âhengi ile kanatlanır ve hakikate doğru uçarlar.

Ritim duygusu anahtarın özünü verir. Tarikat âyin ve zikirlerinde, namazda, hacda, tavafta bu ritim duygusu bize eşlik etmektedir. (Mimarîde, musikide, şiirde.)

Ritme ayak uydurmak halkaya katılmaktır.

Başını taştan taşa vurarak akan sular gibi “Allah Allah” diyerek coşmak veya sessizliğin sesini dinlercesine hareketten kesilip secdeye kapanmaktır. Kâinatın âhengi binlerce dereciğin kendi türküsünü söyleyerek çağlayıp, gelip, ummana dökülmesi orada sessizliğin içine gömülmesidir.

Evet sanat bizi coşturabilecek bir eylemdir. Rabbimize dua edelim bu coşkunluk nefsin eseri olmasın, bizi nefse esir etmesin. Şeytanın şerrinden O’na sığınalım. Korku ve ümit arasında olalım. Sanatı bir kibir, bir övünç, bir üstünlük değil, tevazu vesilesi kılalım. Bir taş ustası, kilim dokuyan bir köylü kızı, bir ressam, bir yazar ile tırpanı her savuruşunda “Allah” diyen bir rençber arasında fark yok.

Fark sadece takva sahipleri ile diğerleri arasındadır. “Hiç bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?” hikmetini bir de kâinatın âhengi ile sanat eseri arasında kurulacak ilişki açısından yorumlayalım.

Şunu unutmayalım: Sabahın seherinde öten bülbül de bizi ağlatabilir, usulüne uygun okunan ezan sesi de.

Mustafa Kutlu

03.01.2018
Devamını Oku »