Allah, Eşyayı Kaderi ve Kazasına Bağlamıştır...

Allah, Eşyayı Kaderi ve Kazasına Bağlamıştır...

Ebû Hanîfe,el  Fıkhu’l-ekber’de dedi ki: Allah, eşyayı kaderi ve kazasına bağlamıştır. Dünya ve ahirette her şey O’nun dilemesi, ilmi, kaza ve kaderi ile olur. Ebû Hanife, Ebû Yusuftan rivayette Yüce Allah’ın: “Biz herşeyi bir kader ile yarattık"1 kelâmı için şöyle demiştir: Alemde bulunan her şey bu kaderin içindedir.

Ebû Hanife el-Fıkhu’l-ebsat’ta dedi ki: Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Allah, onlardan bir kısmını hidayete şevketti, bir kısmına ise dalalet hak oldu.” “O dilediğini saptırtır, dilediğini ise hidayete ulaştırır." “Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüleri kendileri ile konuşsaydı, her şeyi de onlara karşı (senin söylediklerini) kefiller olmak üzre bir araya getirip toplasaydık onlar, Allah dilemedikçe yine iman edecek değillerdi." “Eğer Rabbin dileseydi yer yüzündeki kimselerin hepsi, elbette topyekûn iman ederdi." “Allah’ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir." “Eğer Rabbin dileseydi bütün insanları muhakkak ki bir tek ümmet yapardı. Onlar ihtilaf edici bir halde devam edip gideceklerdir. Rabbinin, rahmetine mazhar ettiği kimseler müstesna. (Allah) onları bunun için yaratmıştır." “Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz."

Yani Allah takdir etmedikçe (dileyemezsiniz). Şuayb (a.s) buyurdu ki: “Ona dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Meğer ki Rabbimiz Allah dileye." Nuh (a.s) ise şöyle demiştir: “Eğer Allah sizi helâk etmeyi dilemişse, ben sizin iyiliğinizi arzu etmiş olsam bile, bu hayırhahlığını size fayda vermez." “Biz senden sonra kavmini imtihan ettik." “İşte biz ondan fenalığı ve fuhşu bertaraf edelim diye (böyle burhan gön­derdik). Çünkü o ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır."

Bana, Hammad İbrahim’den, Alkame'den, Abdullah b. Mes'ûd’dan Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet etti:

Allah, sizden birinizi yaratırken, onu ana karnında kırk gün nutfe olarak, sonra bir o kadar alaka olarak, sonra aynı süre kadar et parçası (mudğa) olarak tutar. Sonra ona rızkını, ecelini, mümin mi yoksa kâfir mi olduğunu yazacak olan bir melek gönderir. Kendisinden başka tanrı bulunmayan Allah’a yemin olsun ki, kişi cehennem ehlinin amelini o kadar yapar ki, kendisi ile cehennem arasında bir arşın mesafe kalır. Sonra hakkında yazılan yazı (Allah'ın takdiri) öne geçer de cennet ehlinin amellerinden bir tanesini yapar, ölür ve cennete girer. Yine kişi cennet ehlinin amelini o kadar yapar ki, cennetle kendi arasında bir arşın boyu mesafe kalır. Sonra hakkında yazılan yazı öne geçer de cehennem ehlinin amellerin-den birini yapar, ölür ve cehenneme girer.”

Ebû Hanife İmam Muhammed, Harisi ve Ensârî’nin rivayetlerine göre şöyle demiştir: Bana Nafı’, İbn Ömer'den (r.a), Hz. Peygamber’in (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etti: “Kader yoktur" diyen bir kavim gelecektir. Onlarla karşılaştığınız zaman selâm vermeyiniz, hasta olurlarsa ziyaretlerine gitmeyiniz, ölürlerse cenazelerinde bulunmayınız. Çünkü onlar, Deccal'in taraftarı ve bu ümmetin Mecusîleridirler. Onları Mecusîlere ilhak etmek Allah üzerine hak olmuştur." Bana Sâlim, babası Abdullah b. Ömer’den Hz. Peygamber’in (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etti: “Kaderiyye’ye lanet olsun. Allah, benden önce hiçbir peygamber göndermemiştir ki, ümmetini onlardan sakındırmamış ve onlara lanet etmiş olmasın."

Bunu bana, Alkame b. Mersed, Süleyman b.Büreyde’den, o babasından, o da Hz. Peygamber’den (s.a.v) naklen rivayet etmiştir. Bize HeysemÂmir eş-Şa’bî’den, o da Hz. Ali b. Ebû Talib’ten rivayet etti. Ali, Kûfe’de minbere çıkarak insanlara hitap etti ve dedi ki: “Kadere, onun hayrına ve şerrine inanmayan bizden değildir.” Bana Musa b. Ebû Kesir, Ömer b. Abdulaziz’in şöyle dediğini rivayet etti: “Kader ayeti Yüce Allah’ın kitabındadır, dilediği kişiler onu bildi, diledikleri ise ondan habersiz oldu. O, Cenab*ı Hakk’ın şu sözüdür: “Siz de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduklarınız da hiç şüphesiz cehennem odunusunuz. Siz oraya gireceksiniz.” Yine Yüce Allah’ın şu sözü: “Ne siz, ne de tapmakta olduklarınız, siz onun aleyhinde (hiçbir ferdi) fitneye sürükleyecek(bir kudrette) değilsiniz. Meğer ki kendisi cehenneme girecek kimse olsun.

Ebû Hanîfe el-Vasiyye’de dedi ki: Bir kimse hayır ve şerri Allah’tan başkasının takdir ettiğini iddia ederse, Allah’ı inkâr etmiş olur, O’nun tevhidi de batıl olur. Yüce Allah buyurdu ki: “İşledikleri her şey defterlerdedir. Küçük büyük her şey yazılıdır."

Ebû Hanîfe el-Fıkhu’l-ekber’de dedi ki: Allah onu levh-i mahfuza hüküm olarak (kesin ve icbarı olarak) değil, vasıf (sebeplere bağlı- kesbî) olarak yazmıştır. el-Vasiyye’de ise şöyle dedi: Allah kaleme yazmayı emretti de kalem: “Ey Rabbim! Ne yazayım?” dedi. Yüce Allah: kıyamet gününe kadar olacak şeyleri yaz, buyurdu.

Ebû Hanîfe, İmam Muhammed, Harisi ve Ensarî’nin ri­vayetlerinde dedi ki: Bana Ebu’z-ZübeyrCabir b. Abdullah el- Ensarî’den, Süraka b. Mâlik el-Ensâri’nm şöyle dediğinirivayet etti: Ey Allah'ın Resûlü Bana, kendisi için yaratıldığımız dinimizi anlat; mukadderatın cereyan ettiği ve kalemlerin yazıp bitirdiği bir şey uğruna mı amel etmekteyiz, yoksa gelecekte oluşacak bir şey uğruna mı? Hz. Peygamber (s.a.v): “Kaderin cereyan ettiği ve kalemlerin yazıp tükettiği şey uğruna” diye buyurdu. Bunun üzerine Süraka: “O halde nenin uğruna bu çalışma?” diye sordu. Hz. Peygamber: “Amel ediniz, herkes yaratıldığı şeye yöneltilmiştir* diye cevap verdi ve şu meâldeki ayeti okudu: “Artık kim verir ve sakınır, en güzeli de tasdik ederse biz de onu en kolaya hazırlarız (onda başarılı kılarız). Kim cimrilik eder, kendini müstağni sayar, en güzeli de yalanlarsa, biz de onu en zora hazırlarız.”1

Bana, Abdülaziz b. Rafır’ Mus’ab b. S a’d b. Ebû V akkas’tan babasından, o da Hz. Peygamber’den şöyle dediğini rivayet etti: Allah, herkesin dünyaya gelişini, dünyadan çıkışını ve nelerle karşılaşacağını yazmıştır. Ensardan bir adam: Ey Allah’ın Resûlü, o halde çalışma nenin uğruna yapılmaktadır?” diye sordu. Hz. Peygamber: “Amel ediniz, herkese yaratılışına uygun olan şey kolaylaştırılmıştır. Kötülere, kötülerin ameli, iyilere de iyilerin ameli kolaylaştırılmıştır.” buyurdu. Bunun üzerine Ensarı: işte şimdi amelin faydası ortaya çıktı, dedi.

Ebû Hanîfe el-Fıkhu’l-ebsat’ta dedi ki: Eğer Kaderiyye’ye mensup olan kişi derse ki, meşîet bana aittir; dilersem inanır, dilersem inanmam. Çünkü Cenab-ı Hak: “Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin”. “Semûd’a gelince, onlara doğru yolu gösterdik ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler.” “Rabbin sadece kendisine kulluk etmenize hükmetti.” “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” buyuruyor. Bu kişiye cevap olarak denilir ki: Yüce Allah’ın “Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin” buyruğu bir vaîd (tehdit)dir. Cenab-ı Hak buyurmuştur ki: “Allah dilemedikçe öğüt almazlar”, “... Allah kişi ile kalbi arasına girer.”Yani mümin ile küfür ve kâfir ile iman arasına girer.

Yüce Allah'ın “Semûd'a gelince, onlara doğru yolu gösterdik ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler" sözüne gelince bu. “onlara gösterdik ve açıkladık" demektir. “Rabbin sadece kendisine kulluk etmenize hükmetti" ayeti ise “Rabbin emretti" mânasına gelir.

Ebû Hanîfe, İmam Muhammed'in rivayetinde dedi ki: Kasâ iki türlüdür. Birincisi vahiy emri, diğeri ise yaratma emridir. Çünkü Allah küfrü onlar için kaza ve kader çerçevesine alır. Fakat onunla emretmez. Aksine ondan meneder.

Yüce Allah'ın “cin ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" sözü “beni birlesinler“ mânasına gelir.

Eğer o (kaderi) derse ki: Allah niçin kullarını günaha zorluyor da sonra bu günah sebebiyle onlara azap ediyor? Eğer zina edecek, içki içecek veya iftira atacak olsa ona hadler uygulanır. Allah, kendisine iftira edilmesini istememiştir. Yüce Allah: Takva ve mağfiret ehli"2 olduğunu beyan ediyor. Binaenaleyh o küfür ehli olmadığı gibi onu murad edici de değildir.

Ona (cevap olarak) denilir ki: Kul kendi nefsine zarar ve fayda vermeye muktedir midir? Eğer “hayır”, çünkü onlar, itaat ve masiyet dışındaki fayda ve zararda kadere uymak zorundadırlar" derse, bu defa ona denilir ki: Allah şerri yaratmış mıdır? Eğer “evet" derse sözünden dönmüş olur. “Hayır” derse Genab-ı Hakk’ın şu sözünü inkâr etmiş olur: “De ki: yarattığı şeylerin şerrinden sabahın Rabb'ına sığınırım.” Bununla Allah, “şerrin yaratıcısı" olduğunu haber vermiştir. Hadler, Allah emrettiği için uygulanır. Evet Allah hadleri emretmiştir ve O’nun emrettiği şeyler terkedilemez. Nitekim Zeyd kölesinin elini kesecek olsa, bu Yüce Allah'ın dilemesi ile olmakla birlikte insanlar onu kınar. Eğer Zeyd kendisini azad edecek olsa bu defa överler. Bunların her ikisi de Yüce Allah'ın dilemesi ile vuku bulmuştur. Zeyd de, Allah'ın dilemesi ile iş görmüştür. Ne var ki Allah'ın dilemesi ile de olsa masiyet işleyen kimsenin fiilinden Cenab-ı Hak razı olmaz. Böylesi, bu tür bir fiilde adaleti de gözetmemiş olur.

“Allah, kendisine iftira edilmesini dilemedi” sözünde de ona (Kaderiyye’ye mensup olan kişiye) şöyle denilir: "Allah’a iftira'' bir kelâm mıdır, değil midir? “Evet” derse, ona “kafiri kim konuşturdu?” diye sorulur. “Yüce Allah” derse, kendi görüşlerine karşı çıkmış olur. Çünkü “iftira* da kelâmdan bir türdür, Allah dilemeseydi, onlara o sözü söyletmezdi.

Eğer o (kader!) derse ki: “Allah, kendisinin takva ve mağfiret ehli olduğunu söylüyor; Allah, küfür ehli olmadığı gibi, onu murad edici de değildir.”

Şöyle cevap verilir: Allah dilediği taate ehildir, dilemediği masiyet de O’na ehil değildir. Eğer adam derse ki: Kişi isterse bir işi yapar, isterse yapmaz; isterse yer, isterse yemez; isterse içer, isterse içmez. Ona denilir ki: Allah İsrailoğullarına denizi geçmeyi, Firavun’a ise denizde boğulmayı takdir etti mi? Eğer “evet” derse, bu defa denilir ki: Musa’yı yakalamak için onun arkasından gitmemek ve taraftarları ile birlikte boğulmamak Firavun’un elinde miydi? Eğer “evet” derse, küfre düşmüş olur, “hayır” derse daha önceki sözünü nakzetmiş bulunur.

Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf ve Esed b. Amr’ın rivayetlerine göre şöyle demiştir: Kaderiyye’ye mensup olan kişiye denilir ki: Allah ezelî ilminde bu şeylerin böylece olacağını biliyor muydu, bilmiyor muydu? Eğer “hayır” derse küfre düşmüş olur; “evet” derse, bu defa “Allah, bunları bildiği gibi olmasını mı yoksa bildiğinin hilafına olmasını mı diledi?” diye sorulur. “Bildiği gibi olmasını diledi* derse, Allah’ın, mümin için imanı, kafir için de inkarı irade ettiğini kabullenmiş olur; “bildiğinin aksinin oluşmasını murad etti” derse, Rabbini muradının oluşmasını temenni eden ve bunun hasretini çeken bir konumda düşünmüş olur. Çünkü biri için olmamasını istediği halde oluveren yahut da olmasını istediği halde olmayan kimse temenni ve tehassür mevkiinde kalır. Rabbini temenni ve hasret vasıfları ile niteleyen kimse ise küfre düşer.

Ebû Hanîfe el-Fıkhu’l-ebsat’ta dedi ki: Şu delili getiren kafir olmaz. Çünkü o, ayeti inkâr etmemiş, tevilinde hata etmekle bir­likte tenzilini reddetmemiştir. Bundan dolayıdır ki bir kimse; “Bana bir musibet geldiğinde, bunun Allah’tan mı, yoksa kendi isteğimle mi olduğunu bilmiyorum, o, Allah’ın beni sınadığı bir şey değildir’ dese küfre düşmez. Çünkü Yüce Allah: “Başına gelen kö­tülük kendindendir’’ “Size isabet eden her musibet, ellerinizle ka­zandıklarınız sayesindedir* buyuruyor. Yani “günahlarınız yü­zündendir’’ve “Ben onu size takdir ettim’’ şekillerinde tevil ederse küfre düşmüş olmaz sadece tevilinde yanılmış olur.



BeyâzîzâdeAhmed Efendi,Ebu Hanife'nin İtikadi Görüşleri

M.Ü. İLAHİYAT FAK. VAKFI
Devamını Oku »

Kadere İman Kuran'a Aykırı Mı ?

Kadere İman Kuran'a Aykırı Mı ?




Kaderle ilgili (aşağıda zikredeceğimiz) hadîslerin şu âyetlere aykırı olduğu ifade edilmektedir:
‘İnsan için ancak çalıştığı vardır!” Necm, 39.

“Allâh, kulları için zulüm dilemez” Mü’min, 21.

“De ki: Hak Rabbinizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin” Kehf, 29.

“Bir toplum kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allâh, o toplumun durumunu değiştirmez’’ Rad, 11.

“Sizi o yarattı, kiminiz küfredendir, kiminiz îmân eden. Allâh, yaptıklarınızı görmektedir.” Teğâbün, 2.

“Biz, onu (insanı) yola hidâyet ettik. İster şükreder, ister küfreder.’’ İnsan, 3.

“Eğer Allâh dileseydi, onları bir hidâyet üzerinde toplardı.” En’âm, 35.

Ayrıca bu âyetlerin yanında bazı îmân esaslarının sayıldığı âyetlerde de kadere îmânın zikredilmediği iddia edilmektedir.

Bütün bu âyetlerde insanın sorumluluğu vurgulanmaktadır. Aslın­da kimsenin buna itirazı yoktur. Ancak, hadîsler sanki böyle düşünen­lere göre, insanın sorumluluğunu ortadan kaldırmakta, onları fiile icbar etmektedir. Konuya girmeden kısaca şunu belirtmekte fayda var­dır: Bu âyetler, insanların tercihler yapabileceğini, bu tercihlerinden de sorumlu olduğunu vurgulamaktadır. Fakat mesele, bu tercihleri yarata­nın kim olduğudur. Bu âyetlerden insanın tercihlerini kendinin yarat­tığı çıkmaz. Oysa aşağıda da göreceğimiz gibi Allâh, her şeyi bilir; ama bilmesi insanı icbar etmez; insanın iradesini kullanarak tercihler yap­masına izin verir, ama tercihleri sadece O yaratır.

Şimdi önce “kader” lafzının geçtiği “kadere îmân” ile ilgili bazı ha­dîsleri kaydedelim:

1-Meşhur Cibril hadîsi: Abdullah b. Ömer’in, babası Hz. Ömer’den naklettiği hadîs şöyiedir: “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’in yanında bulun­duğumuz sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisi­ni kimse tanımıyordu. Doğru Peygamber (s.a.s.)’in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu ve ‘Ya Muhammedi Bana İslâm’ın ne olduğunu söyle’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): ‘İslâm; Allâh’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Al­lah’ın Rasûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt i hac etmen­dir’ buyurdu. O zat: ‘Doğru söyledin’ dedi. Babam dedi ki: Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu.

‘Bana îmândan haber ver’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): ‘Allâh’a, Allâh’ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe inan­man, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır’ buyurdu. O zât yine:

‘Doğru söyledin’ dedi. Bu sefer:

‘Bana ihsandan haber ver’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.):

‘Allâh’a O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da, o seni muhakkak görür’ buyurdu. O zat:

‘Bana kıyâmetten haber ver’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) ‘Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha çok bilgi sahibi değildir’ buyurdular.

‘O halde bana alâmetlerinden haber ver’ dedi. Peygamber (s.a.s.):

‘Cârıyenın kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir buyurdu. Babam dedi ki:

Bundan sonra o zat gitti. Ben bir süre bekledim. Sonunda Allah Rasulü bana: 'Ya Ömer! O soru soran zatın kim olduğunu biliyor sun?’ dedi. ‘Allâh ve Rasûlü bilir’ dedim.

‘O Cibril’di. Size dîninizi öğretmeye gelmişti’ buyurdular.”(Müslim,İman,1)

Burada kısaca Cibril hadîsi üzerinde durmakta fayda vardır. Tespitlere göre, Cibril hadîsi şu sahâbîler tarafından nakledilmiştir:

İbn Ömer-Hz. Ömer-İbn Ömer-Ebû Hureyre-Ebû Zerr -Ebû Hureyre- Enes b. Mâlik- İbn Mes’ûd- İbn Abbâs -Ebû Âmir Cerir b. Abdillah- Umeyr b. Katâde.

Cibril hadîsiyle ilgili ulemâ tarafından sıhhati konusunda en ufak bir şüphe duyulmamıştır. Bu hadîsin geneli itibariyle sahîh ve meş­hur oldulememiz mümkündür. Bununla birlikte zayıf ve illet­li tarîkleri de vardır. Ancak bu zaaflar şiddetli değildir.ğunu söy

Kettanî gibi hadîsin mütevâtir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat sened ve metin itibariyle tevâtürden bahsetmek mümkün gözükmemek­tedir. Bununla birlikte, rivâyet farklılıkları ve kullanılan değişik lafızlar bir kenara bırakılırsa, Cibril’in insan sûretine girerek Hz. Peygamber’e îmân, İslâm, ihsan ve kıyâmet zamanı gibi konularda soru sorma­sı, rivayetlerin bütününün üzerinde duruduğu bir konu olması hasebiy­le manevî mütevâtir olarak kabul edilmelidir.

Cibrîl hadîsinin belki de ihtiva ettiği konulardan en önemlisi, kade­re îmân meselesidir. Bu konu, hadîsin bütün tarîkleri göz önünde bulun­durulduğunda çok büyük bir kısmında yer almaktadır. Kader konusunu içermeyen rivâyetler, genelde Ebû Hureyre’den nakledilmiştir. An­cak hepsi böyle değildir. Ebû Hureyre-Ebû Zerr kanalıyla gelen tarîk­lerde kader konusu mevcuttur. Yine Ebû Hureyre’den nakledilen Uma- re b. Ka’ka’a rivâyetinde de kadere îmân bulunur. Kadere îmânı içer­meyen tarîklerin kadere îmânı içeren tarîklere göre eksik olduğu söy­lenebilir. Cibril hadisinin aslında kadere îmân konusu bulunmaktadır.(1)

Şu kadarı ifade edilmelidir ki, belki Cibrîl hadîsine dayanarak ka­der konusunun manevî mütevâtir derecesine ulaştığını söylemek zor­dur. Fakat kader konusundaki farklı lafızlarla farklı sahâbîlerden rivâ- yet edilen bütün hadîsler topluca değerlendirildiğinde rahatlıkla ma­nevî mütevâtir seviyesine çıktıklarını söylemek mümkündür. Kaldı ki, bu hadîslerin manasını Kur’ân da açık bir şekilde desteklemektedir.

Sıhhati üzerinde ittifak olan Cibrîl hadîsiyle ilgili, ne var ki, özel­likle son zamanlarda Cibrîl hadîsinin sıhhati üzerine bugüne kadar bi­linenlerin aksi istikametinde bazı tereddütlü yorumlara da rastlamak mümkün hale gelmiştir. Hüseyin Atay, bu konuda gel-gitler yaşamış, kadere îmân yerine altıncı şart olarak “Allâh’ın inâyetine inanmayı sa­lık vermiştir! Süleyman Ateş, bir okurunun Cibrîl hadîsi hakkındaki so­rusuna “Bu hadîs, çok sağlam denilen kaynaklarda var; ama bana göre, uydurmanın ince ayarlısıdır. Kadere, hayır ve şerrin Allâh’tan olduğu­na inanmak Peygamber döneminin konuları değildir. Kur ân da inanç esaslarını belirten âyette kader konusu yoktur... Gerçi Kur ân da Al-lâh’ın, olacak her şeyi önceden yazdığına dair ayetler vardır ama bu husus, îmân esasları arasında sayılmamıştır. Kadere iman sorunu, ikin­ci, üçüncü asırlarda çıkan mezhep ve kelâm tartışmalarının ürünüdür. İşte bu adamlar düşüncelerini, Peygamber diliyle onaylatmak istemiş­lerdir. Çok kurnazlık yapılmıştır.” şeklinde, İlmî olmayan bir değerlen­dirmede bulunmuştur.

Hayri Kırbaşoğlu, bir eserinde söz konusu hadîsi ızdıraba örnek olarak göstermiş; geniş Müslüman kitleler nazarında en tartışmasız ve üzerinde tamamen ittifak edilmiş bu hadîsin metinlerinde hiçbir ihtilafın bulunmadığı kanaatinin yaygın olduğunu, gerçekte ise çeşitli rivâyetleri arasında ciddi problemler bulunduğunu -kaderin zikredildiği ve edilmediği rivayetleri örnek göstermek süretiyle- ifade etmiştir.(2)

Sonuç olarak yukarıdaki değerlendirme dikkate alındığında kade­re îmân konusunun îmân esaslarından olmadığını söyleyenlerin iddi- alarmın kıymeti haiz bir tarafı bulunmamaktadır. Hadîsin bazı tarîklerinde kadere îmân bahsinin bulunmadığı doğrudur. Ancak bu problem değildir. Hadîsin çoğu tarîkinde bu ifade vardır. Kırbaşoğlu’nun ızdırab iddiası delilsizdir. O, ızdırabı da gelişigüzel ve usulden bağımsız olarak kullanmaktadır. Hadîslerde en ufak ihtilaf veya farklılık gör­düğünde ızdırab damgası vurabilmektedir. Mi’râc hadîslerini de böyle değerlendirmiştir. Oysa rivâyetleri uzlaştırma veya rivâyetler arasında tercih imkânı bulunmaktadır. Buna göre, kadere îmân ifadesi, hadîsler­de sabittir. Ayrıca, Cibrîl hadîsi vesilesiyle kadere îmânın îmân esasla­rında bulunmadığını söyleyenler, diğer hadîs ve âyetlere bakmamakta­dır. Bilindiği gibi, hadîslerde oldukça fazla, Kur’ân’da ise yeteri kadar, kadere îmân vurgulanmaktadır.

2-Câbir b. Abdullah’dan rivâyet edildiğine göre Resûlullâh (s.a.v.) şöyle dedi: “Bir kul, kadere, hayır ve şerrin Allâh’tan olduğuna, başına geleceği takdir edilen şeyin mutlaka geleceğine ve gelmeyeceği takdir edilen şeyin de kesinlikle gelmeyeceğine inanmadıkça mü’min olmaz.”(Tirmizi,Kader,10)

3-Diğer rivâyet: “Kişi şu dört şeye îmân etmedikçe mü’min olamaz;Allâh’tan başka hiçbir ilah ve otoritenin olmadığına,Benim Allâh’ın Resûlü olduğuma ve beni hak ile gönderdiğine,Ölüme ve ölümden sonraki dirilmeye,Kadere.”(Tirmizi,Kader,10)

4-İbn Deylemî’den rivâyet edilmiştir: Ubeyy b. Kâ’b’in yanma var­mıştım. Kendisine: “İçimde kaderle ilgili bazı şüpheler belirdi. Bana bu mevzuda birşeyler anlat. Umulur ki Allah bu sayede kalbimden bu şüp­heyi giderir” dedim.

“Eğer Allâh, göklerinde ve yerlerinde bulunan halka azab etseydi, onlara zulmetmiş sayılmazdı. Eğer onlara rahmetle muamele etseydi, bu, (onlar için) amellerinin karşılığından daha hayırlı olurdu. Eğer sen Allâh yolunda Uhud (dağı) kadar altın harcasan, kadere îmân etmedik­çe (kaderde) sana isabet eden şeyin sana (mutlaka) erişeceğini, (kader­de) sana isabet etmeyen şeyin de sana erişemeyeceğini bilmedikçe, Al­lâh bunu senden kabul etmez. Eğer bundan başka bir inanç üzerinde Ölürsen cehenneme girersin” dedi. Sonra Abdullah b. Mes’ûd’un ya­nına vardım. O da (bana) buna benzer sözler söyledi. Sonra Huzeyfe b. el-Yemân’m yanma vardım. O da aynı şeyleri söyledi. Sonra Zeyd b. Sâbit’e vardım. O da bana Peygamber (s.a.v.)’den buna benzer söz­ler nakletti.(Ebu Davud,Sünne,16;A.Hanbel,Müsned,V,183) Elbânî’ye göre sahîhdir. Müsned’i tahkik edenlere gö­re de sahîhdir.

İbn Deylemî’nin aynı rivâyeti İbn Ebî Asım’ın Kitâbu’s-sünne sin­de geçer.(3) Burada Zeyd b. Sâbit’e sorar. Zeyd de merfuan Hz. Pey­gamberden yukarıdaki ifadeleri nakleder. Ancak bu iki kaynakta ka­dere îmân etmedikçe” açılarak “hayrı ve şerriyle kadere îmân etme­dikçe” ifadesi geçer.

5-Enes anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) dedi ki:

“Üç şey vardır ki îmâ­nın aslındandır:

-Lâ ilâhe illallah diyene saldırmamak, işlediği herhangi bir güna­hı sebebiyle bu kimseyi tekfir etmemek, herhangi bir ameli se­bebiyle de İslâm’dan dışarı atmamak.

-Cihâd; bu Allâh’ın beni peygamber olarak gönderdiği günden, bu ümmetin Deccâl’e karşı savaşacak en son ferdine kadar ce­reyan edecektir; onu, ne imâmın zâlim olması, ne de âdil olma­sı ortadan kaldıramayacaktır.

-Kadere îmân.(Ebu Davud,Cihad,35)

6.İmrân b. Husayn’dan rivâyet edilmiştir: “Bir adam, ‘Ey Allâh’ın Resûlü! Cennetlik ve cehennemlikler (Allâh tarafından önceden) bilinmekte midir?’ diye sordu. Hz. Peygamber, ‘Evet’ dedi. Adam, ‘öyleyse insanlar niye amel etsinler?’ dedi. Hz. Peygamber, ‘Herkese ne için yaratıldı ise, kendisine o kolaylaştırılacaktır’ buyurdu.”(Buhari,Kader,2;Müslim,Kader,9-10;Ebu Davud,Sünnet,17)

Kader, demişken; burada kaderin nasıl algılandığına dair kısa bir hatırlatmada bulunmamız gerekir: Kadere îmânın iki boyutu vardır;

1-Allâh’ın her şeyi bilmesi

2-Allâh’ın her şeyi yaratması.

Ehl-i Sünnet, her ikisini kadere îmânın vazgeçilmez unsurları olarak kabul ederken; Kaderiyye, ikinci şartı reddetmiştir. Oysa Kur’ân’a | bakıldığında —mesela, “O, sizi ve yaptıklarınızı yaratandır âyetinde olduğu gibi- Allâh’ın her şeyin yaratıcısı olduğu apaçık görülür. Ehl-i Sünnet, bu iki boyutu kabul ederken, kulun mecbur olduğunu da söylememiştir.

Görüldüğü gibi, hadîslerde kader kelimesi kullanılarak kadere îmân  vurgulanmaktadır. Son hadîste kader kelimesi kullanılmasa bile ona işaret edilmektedir. Kadere îmân, Allâh’ın olmuş ve olacak her şeyi bilmesi ve zamanı geldiğinde halketmesidir. Kadere îmân, Allâh’ın kâinatın yaratıcısı olmasının, kâinatın hükümdarı olmasının ve kâinatı her an  kontrol altında tutmasının da bir neticesidir. O, meliktir, O, âlimdir, O kayyûmdur. Kâinat, O’nun dilemesi ve izniyle ayakta durmaktadır, ; O, böyle bir Rabb’dir. O Rabb’i bu şekilde bilmek ve bellemek lazımdır. Biz, O’nu bir beşer olarak hakkıyla takdir edemesek bile O’nun öğrettiği kadar takdir etmek durumundayız. Yoksa, onu hakkıyla takdir! edemeyen Ehl-i Kitâbm durumuna düşeriz.

Günümüzde kadere îmâmn îmân şartlarından olmadığını iddia  edenler vardır. Bunların böyle bir yargıya varmalarının temel nedeni, halk arasındaki yanlış kader anlayışıdır. Buna göre, başımıza gelenler, alın yazısıdır. Bizler mecbur, zorunlu varlıklarız. Ne yaparsak yapalım, hayatımızda değişikler yapamayız. Bir kere, kaderimiz yazılmıştır. Bu, arabesk bir kader anlayışıdır. Doğrularla yanlışlar iç içe girmiştir. Doğ­rudur, başımıza ne gelmiş ise bu kader planında cereyan etmektedir- Ama başımıza ne geleceğini bilmiyoruz ki, şimdiden “kaderimiz bu” di­yerek sorumluluktan kaçalım! Tabii buradan diğer bir aşırı sonuç ortaya çıkıyor: İnsan, özgür iradeye sahiptir. Her ne yapıyorsa kendi yarattığıdır; her yaptığı kendi elindedir.

Bununla birlikte, halk arasında -ki halkın hepsi de böyle düşün­mez- böyle bir kader anlayışının varlığına dayanarak kaderi inkâr et­mek söz konusu olamaz. Zira kader; Allâh’ın, mutlak ilmine bağlı ola­rak, olmuş-olacak her şeyi bilmesidir. Allâh’ın her şeyi bilmesi, kulla­rı icbar anlamına gelmez. Allâh’ın bilmesi, bizim eylemlerimizin sebe­bi, zorlayıcısı değildir. Zira kullar, özgür iradeye sahip olduğu gibi; bir saniye, bir salise sonra ne olacağını de bilmemektedirler. Onlara dü­şen, iradeleriyle hareket etmek, sorumluluklarını yerine getirmektir.

Bu kader anlayışı, aynıyla, Kur’ân’da da vardır. Pek çok âyet ol­makla birlikte, bir kaç tanesini kaydetmekle yetinelim:

a-“(Ey Muhammedi) Sen hangi işte bulunursan bulun, ona dair Kur’ân’dan ne okursan oku ve (ey insanlar, sizler de) hangi şeyi yaparsanız yapın, siz ona daldığınızda biz sizi mutlaka görürüz.Ne yerde, ne de gökte, zerre ağırlığınca, (hatta) bu zerreden daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey Rabbinden uzak (ve giz­li) olmaz; hepsi muhakkak apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz da yazılı)dır”(Yunus,61)

Kur’ân’da da bildirildiği gibi, Allâh, insanın içinde bulunduğu her durumu en ince ayrıntısına kadar bilendir. Çünkü zaten insanı da, in­sanın içinde olduğu bütün hal ve durumları da yaratan Allah tır. Bir an insanın kafasından geçen bir düşünceyi, aynı anda bedeninin herhan­gi bir yerinde oluşan bir ağrı hissini, o an elinde okuduğu kitabı, o ki­tabın hangi kitap olacağından o an okuduğu sayfaya ve o an okuduğu kelimeye kadar her detayı Allâh yaratır ve tüm bunlar, Allâh’ın sonsuz bilgisi dahilindedir.



b-“Şüphesiz ki biz, her şeyi (belli) bir ölçüye (kadere) göre yarat­tık.’’(Kamer 49)



c-“Gaybın anahtarları yalnızca O’n katindadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin.Yerin karanlıklarında da hiçbir tane,hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allâh'ın bilgisi dahilinde, Levh-i Mahfûz'da) olmasın”.(En’am,59)

“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mafûz'da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır”.(Hadid,22)

Bütün bu âyetler, Allah’ın mutlak ilmini ve olayların kader planı çerçevesinde meydana geldiğini göstermektedir. Bu âyetlerde kader ke­limesi geçmiyor diye, kadere îmâna itiraz edilemez. Zira Allâh’ın tiim bilgi ve takdiratının yazılı olduğu, kitapta olduğu vurgulanmaktadır. Vakti geldiğinde bu yazılı olanlar yaratılmaktadır. Her şey bu yazıya göre cereyan etmektedir. Hatta burada yazıdan/kitaptan bahsedilme­si dikkat çekicidir. Bu yazının da Allâh’ın mutlak ilmi olduğu açıktır. Bizler de kader derken Allâh’ın bu mutlak ilmini kastediyoruz. Dola­yısıyla Allâh’ın bu mutlak ilmine, bu ilmin gereği olan olmuş ve olacak her şeyi bildiğine îmân etmekle yükümlüyüz.

Burada bir noktaya işaret etmemiz gerekir. Kamer Sûresi’nde gö­rüldüğü gibi, âyetlerde kader kelimesi geçmektedir. Ama buna “kade­rin manası, ölçü, denge, miktar vs..dir” denilerek itiraz edilmektedir. Hatta Kur’ân’da geçen “kader” kelimesinin sadece “doğa yasaları” olduğunu iddia edenler vardır. Oysa, hem bu âyet hem de konuyla alakalı diğer âyetler iyice düşünüldüğünde her şeyin bir kader ile, kade­re göre yaratıldığını vurguladığı görülecektir. Bunu, sadece kâinatta­ki hesap, ölçü ve denge ile izah etmek eksik olur. “Her şey” denildiği­ne göre buna kâinat dahil olduğu gibi, insan dünyası, insan hal ve dav­ranışları da dahildir. Kamer Sûresi’ndeki âyetin bağlamına bakıldığın­da sosyal ve tarihsel olaylardan bahsettiği görülür. Doğa yasalarından hiç bahis yoktur. Sosyal ve tarihsel olaylar ise insanın içinde bulundu­ğu olaylardır.

Buna göre, insan hal ve davranışları da ölçü ve denge an­lamında bir kader ile, bir kadere göre yaratılmaktadır. Nasıl ki karın, yağmurun yağışında, güneşin ışığında, dünyanın dönüşünde bir ölçü ve denge varsa, insan düzeninde de belki idrâk etmekte zorlandığımız bir ölçü ve denge vardır. Bu ölçü ve denge, şüphesiz, Allâh’ın ilminde ve halkındadır (halk edişinde / yaratmasında). Şüphesiz, emr de halk da Allah’a aittir. Bizler kâinatta, mesela hayvanlar aleminde olanların bir kadere göre olduğunu rahat bir şekilde idrâk edebiliyoruz. İnsan âle­mi dışında olanların belli bir programa, kader programına göre cere­yan ettiğini anlayabiliyoruz. Ancak insan âlemine gelince, kaderi anla­makta zorlanıyoruz. Bütün bir özgürlüğü insanın eline vermeye çalışı­yoruz. Oysa insan âleminin özgür irade içinde yaratılması da onun ka­deridir. Nasıl ki, hayvanların içgüdü ile hareket etmeleri onların kade­ri ise, insan âleminin de özgür irade içinde hareket etmesi, onların ka­deridir. Onlar, bu vasıfta yaratılmıştır. Bu kader, bu plan ve düzen içe­risinde hareket ediyoruz.(3)

Bir diğer husus da, kadere îmân reddedildiği için îmân esaslarının altı değil beş olduğu yanılgısıdır. İman esasları altı dahi olsa, onu al­tı ile sınırlamak doğru değildir. Tıpkı İslâm’ın şartlarını beşle sınırla­mak mümkün olmadığı gibi. Belki bunların îmân ve İslâm’ın en önem­lileri, en temelleri, en olmazsa olmazları, olduğu söylenebilir; ancak, îmân veya İslâm ilkeleri bunlarla sınırlanamaz. Dolayısıyla, îmân esas­ları beştir, diye diretmenin bir mantığı yoktur. Kur’ân’da Allâh’ın her şeyi bildiği yazılıdır; yaş kuru her şeyin kitapta kayıtlı olduğu ifade edil­mektedir. Şimdi buna îmân edilmeyecek midir? Aslında bütün bunlar, Kitâb’a îmânın içinde mündemiçtir. Dahası, bütün bunlar, Resûl’e îmâ­nın içinde mündemiçtir. Resûl îmân edilecek ne getirdeyse ona îmân edilecektir.

Kur’ân “gayba îmân eden mü’minlerden” bahsetmektedir. Ancak, Kur’ân’da îmân esaslarının sayıldığı âyetlerde “Allâh, peygam­berler, kitaplar vs.”‘nin yanında bir de “gayba îmân” sayılmamaktadır. Şimdi gayba îmân edilmeyecek midir? Burada, gayba îmândan mak­sat; Allâh, melek, âhiret vs.dir, denilebilir. Doğrudur. Aynen bunun gibi, kadere îmân da Allâh’ın sıfatlarıyla ilgilidir. Kader, Allâh’m ilim ve halk sıfatlarıyla ilgilidir. O halde, Allâh’m bu sıfatlarına îmân gerek­meyecek midir? Allâh, her şeyi bildiğini söyleyecek; her şeyi yarattığı­nı söyleyecek; biz ise “hayır, Allâh öyle her şeyi bilmez; öyle her şeyi yaratamaz; bazı şeyleri o yaratır bazılarım biz; veya her şeyi kul yara­tır” yahut “hayır, îmân şartlarının sayıldığı âyederde bu geçmiyor” di­yerek, kaderi inkâr edeceğiz. Bu, mümkün müdür?! Benzer bir şekilde,Kuran’da cinnin varlığı  geçmektedir. Kur’ân'da îmân esaslarının sayıldığı ayetlerde cinnin varlığına îman geçmediği için şimdi bu, îmân konusu olmayacak mıdır?

Sonuç olarak şu söylenebilir: Allâh için zaman söz konusu değildir. Her şeyi bilir. Her şeye gücü yeter. O’nun bilmesi, kulları icbar anlamına gelmez. Kul, yaptıklarından sorumludur. Çünkü irade, niyet ve tercih sahibidir. Kul, başına ne geleceğini bilmediği için niyet ve tercihlerde bulunur, bulunmak zorundadır. Kulun tercihlerini ise Allah yaratır. Allâh her şeyi bilir ve her şeyi yaratır. Allah’ın herşeyi bilmesi değil, ama her şeyi yaratması, bazılarınca kulun sorumluluğuna aykırı görülmüştür. Oysa Kur'ân’ın ifadesiyle Allah; hâlıktır, her şeyi yaratandır; emir de halk da O’na aittir. Ayrıca o, her an bir iştedir, yani yaratmaktadır. O, yaratmayı durdursa kâinat durur. Kul, yaptığı fulleri yaratmamış, onları tercih etmiş, kesbetmiştir. Diğer bir ifadeyle onlan “yapmıştır'’; ama yaratmamıştır. Zahir dünyada insa­noğlu, yapıp ettiği şeyleri kendi yaratıyor gibi algılamaktadır. Allah, “’sen atmadın, biz attık'’ buyurur.

Bu, manevî olarak kibri engelleme­ye matuf bir ifade olarak yorumlanabilirse de onda hakikat payı da vardır. Yani “sen atmadın (yaratmadın), biz yarattık”. Çünkü atılan şeyi insanın attığı herkesçe malumdur. Onun bir irade gösterdiği or­tadadır. Ama sonucu yaratan, Allah’tır.Mesela, yaşam ünitesine bağ­lı bir bebeğin veya kişinin yaşaması, o makineye bağlı kabul edilmek­tedir. Yahut birinin o fişi çekip çekmemesine bağlı zannedilmektedir. O fiş çekilse kişinin hayatına son verildiği düşünülmektedir. Şayet fiş çekihneseydi, kişinin daha uzun yaşayabileceği zannedilmektedir. Bu­nun bir misali de öldürme olayıdır. Katil, kişiyi öldürmeseydi, o da­ha uzun yaşayacaktı. Katil, kişinin ecelini belirlemiş oldu. Şayet “ka­til onu öldürmeseydi, o kişi yine ölecekti” dersek, katilin ne sorum­luluğu olabilir?!

Evet, bütün bunlar, zahir dünyada gördüklerimizdir. Doğrusu ak­lımızla idrâk ettiklerimiz de bu kadardır. Katil, adamı öldürdü. Öldürmeseydi, adam daha uzun yaşayacaktı. Ama biz sebepler dünya­sında yaşıyoruz. Kişinin “daha uzun” yaşayıp yaşamayacağını bilmi­yoruz. Katil onu öldürmeseydi, diyerek bu yargıya varıyoruz. Belki katil öldürmeseydi, başka bir sebeple ölecekti. Bu noktada bildiğimiz tek şey, her varlığın bir eceli olduğudur. Ecel geldiğinde ruh bedenden ayrılır. Peki, burada insan niçin sorumlu olmaktadır? Çünkü in­sana “öldürme! denilmiştir. İnsan, bu emre riayet etmediği için so­rumludur. Böyle değil de sebeplerin mutlak etkin olduğunu düşündü­ğümüzde onları tanrılaştırmış oluruz. Oysa sebepleri de yaratan Al­lah’tır. Bize düşen, niyettir; irade göstermektir. Sorumlu olduğumuz alan da budur.

Yukarıda verdiğimiz yaşam ünitesi örneğine bir daha bakalım. Şöyle düşünelim. İnsan, bir yaşam ünitesi makinesi yaptı. Bu makine, mesela, bebeğin nefes alıp vermesini sağlıyor. Biz, makineye dönüp “teşekkür ederim makine, sen olmasaydın, bebek ölürdü” desek isabetli olur mu? Biraz komik kaçar, değil mi? Ama zahirde, burada, hayatı makine sağ­lamaktadır. Oysa işin aslı öyle değil. O makineyi yapan bir insan var­dır. Esasen hayatı insan sağlamaktadır. Belki mecazen bunu makineye atfedebiliriz. Hakîkaten ise yapan, insandır. Asıl teşekkür edilmesi ge­reken de insandır. Makine, insan eyleminin bir yansımasıdır, o kadar. Başka bir gücü yoktur. Aynen burada olduğu gibi, insan da Allâh ın bir yaratığıdır. Allâh’ın eyleminin/fiilinin bir tezahürüdür.

İnsanı makine­ye benzetmek, doğru değil; ancak, meseleyi anlatmak için söylüyoruz. İnsan ancak bir fiili yapmaya niyet eder, onu yapar, kazanır, kesbeder. Ancak o fiili yaratamaz. Fiilinin bir tezahürüdür. İnsanı makine­ye benzetmek, doğru değil; ancak, meseleyi anlatmak için söylüaratmak, Allâh’a mahsustur. Olmaz ya, deni­lecekse mecazen insan yaratmış, denilebilir; hakikatte yaratan, Allâh tır. Zira insanın yaratmaya gücü yoktur; makinenin olmadığı gibi. Maki­neyi yapanın gücü olabilir. Dolayısıyla, insanı yaratanın gücü olabilir, diğer eylemleri yaratmaya. İşte bu noktada, Allâh’ın yaratmasını anla­makta güçlük çekiyoruz. Kalkıp insan özgür olsun, sorumlu olsun di­ye, yaratmayı insana atfediyoruz. Oysa bu, insana kaldıramayacağı yü­kü yüklemektir. İnsana yer açalım derken, Allâh’ı hükümranlığından ediyor, insanı onun tahtına yerleştiriyoruz. İslâm, insana sınırlı olarak yerini açmıştır. Bu da onun sorumluluğunu izaha yeterlidir. Batı zihni- yetinin bugün yapağı ise insana mutlak özgürlüğünü vermektir. Onun babşı, insan merkezli bir bakış açısıdır. Bu, tanrıdan boşalan yeri doldurmak için gerekliydi.Sonuçta dünyanın ne hale geldiği malumdur.Peki,biz Müslümanlara ne oluyor ?



(1)-bk.Bekir Tatlı,Hadis Tekniği Açısından Cibril Hadisi ve İslam Düşüncesine Yansımaları,Basılmamış Doktora Tezi,Ankara,2005,syf;254-257

(2)-H.Kırbaşoğlu,İslam Düşüncesinde Hadis Metodolojisi,Ankara,2000,syf;207

(3)-Yavuz Köktaş,Tüm Yönleriyle Akaid Hadisleri,syf;256-265

----------------

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Hayır ve Şer Allah'tandır

Hayır ve Şer Allah'tandır

Bir hadis-i kudsîde “Kullarımdan bazısına fakirlik layık olur, eğer ona zenginlik versem hâli bo­zulur; bazı kullarıma da zenginlik layık olur, eğer onu fakır kılsam hâli bozulur” buyrulmuştur. Bu hadis yukarıda adı geçenlerin hepsini içine alır. Herkesin istidat ve kabiliyetine gerektirirse ona göre mu­amele olunur. Mesela Zeyd’in tavır ve fiilleri Amr’ın  tavır ve fillerin­den iyi ve güzel iken, Zeyd’in fakir ve mihnette olup, Amr’ın zengin ve rahat olması, takdir olunanın ortaya çıkması demektir. Kendi nef­sini teberri ve kadere isnad etmek tam cehalettir. Çünkü “insanlar amellerine göre karşılık bulurlar, amel hayr ise hayır, şer ise şer bu­lur” mealince her şahsın istidadı İlahî takdiri kendi nefsine icab ve davet eder. Meselâ iki talebe bir üstadtan ilim tahsilinde olsalar,ahlâklarına uygun olarak biri heva ve hevesine tabi olup okumadan câhil kalsa ve cehaleti yüzünden fakir ve zillette olsa diğeri gayret ve himmet ederek alim olup ilmi sebebiyle nimet ve izzette olsa, imdi bu iki şahsın kaderleri böyle imiş demek kaderi hatalı saymaktır.

İki kardeşe babalarından miras kalsa, biri sefahata harcayarak fa­kir, diğeri tedbirli, akıllı olup israf etmeyerek zengin olsa, bu iki kar­deşin fakir ve zenginliğini kadere isnad etmek cehalet ve avamın iti­kadıdır. Belki kendilerine hareket ve fiillerinin etkisinin gereği olarak ilahı kaderi bu halde bulunmalarına davet ve icab ettirdi. Zira “Senin Rabbin kimseye zulmetmez. ” (Kehf, 49) “Biz onlara zulmetmedik lâ­kin onlar kendilerine zulmettiler ” (Hud, 101) ve daha bunların ben­zeri ayetler ve hadislerin delâletleri zulüm ve isyanın kula isnad olun­masını işaret ederler.

Hatta şeytan “Beni iğva ettin” (Hicr, 39) kelâ­mında iğvayı Hakk Teâlâ’ya isnadla yalancı, Hz. Adem “nefsimize zulmettik” kelamında zulmü kendi nefsine isnad ederek doğru oldu­ğu için şeytan kovulmuş ve Hz. Adem makbul olmuştur. Hayır ve şer Hakktandır demek, yaratmak ve hüküm Haktandır ama benimseme ve irade kuldandır diye inanmak gerekir. Eğer böyle olmazsa irade-i cüz’ıyeyı inkar ve Cebriye mezhebini seçmek lazım gelir. Cüz’î irade­nin gerek mahluk, gerek gayr-i mahluk olsun kulun hallerinin hepsinin varcağı  yercüz’î iradedir. Tedbirde kusur edip takdire bahane bulmak aptallıktır. İlmin maluma tabi olduğu meselesini bundan önce beyan ettik. Kısaca her kesim giriftar olduğu mihnet ve meşakkati kendi kazanır.

Hakk Teâlâ cömert ve kerim, feyyaz-ı mutlaktır. Feyyaz-ı mutlak­ta cimrilik olmaz, bir kimseye zulüm ve gadr etmez ve müstehab ola­na yardım ve ihsanda eksiklik etmesi ihtimali yoktur. Cüz’î irade de­mek, her bir şahsın ruhunun meyil ve hoşlandığı şey ve evsafından ibarettir. Ruhun meyli ve hoşlandığı hangi tarafa yönelmiş olursa o tarafı irade ve arzu etmiş olur.

İşte bu iradesi hasebiyle gerek hayır­dan gerek şerden ne türlü muamele ve mücazat olunmasına müstehak ve layık ise külli İlahî irade o türlü muamele ve mücazat olunmasına taalluk eder. Ona kader derler. Güya cüz’î irade dolabın mihveri, küllî irade dolab mesabesindedir. Cüzî irade her ne kadar küllî irade­nin hükmü altında ise de küllinin hükmü cüz’înin devran ve liyakatı-na tabidir. Bu takdire göre her bir şahsın gerek hayır ve gerek şer ile muamele ve hüküm olunmasını gerektiren sebebi yine kendi zatıdır. Hatta bazı muhakkikler, her bir şahıs kendi nefsinin hem hakimi ve hem de mahkumudur.

Doğrusu budur ki kısas ve kati olunmaya müs­tehak bir katilin gerek kendinde değilken gerek uyku basmasıyla ve gerek çeşitli sebeplerle akl-ı maaşına ani bir halel, bozukluk olsa o anda katile, “Sen ne türlü mücazat ve muamele olmak istersin” diye sorsalar, katil, öldürülmek istediğini söyler. Keza hayır ile mücazat olunmaya müstehak salih bir kimsenin kendisine, sana ne türlü mu­amele olunması lazımdır diye sorsalar, hayır ile muamele olunması lazımdır diye cevap verirler. Keza zengin bir adam fakir olsa fakir ol­masını kendi batını kendine hükmeder. Kıyas bunun üzerinedir.

Kısa­ca herkesin bulunduğu hali kendi nefsi üzere kendisi icab ve hükme­der. Ama zahirde bilmezler. Batın hallerden bir miktar haberi olanlar bilirler. İnsanlar her zaman ekicidirler, yani ektiklerini biçerler “Dün­ya ahiretin tarlasıdır” hadisinin manası vaktinde ekilen hayır ve şer’i vakti gelince bulursun demektir. Bu takrirden anlaşıldığı gibi, İlahî fiillerin hepsi hüküm ve mesalih üzeredir. İllet ve arazla malul değil­dir. Bir kimsenin, bu niçin böyle, demeye hakkı yoktur. “Örtüyü açarsan, ortaya çıkan şeyde hatır yoktur” hadisi bu manayı doğrular. Bu mesele her ne kadar avama göre kolay ve açık ise de havasa göre kolay değildir.



Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü
Devamını Oku »

Kaza ve Kader

Kaza ve Kader


Ey arif! Allah’ın hükmü, kazası ve kaderi vardır. Bunların her biri başka başkadır, yani zıt isimlerdir, eşanlamlı isimler değildir. Hakk’ın ezelî ilmi O’nun hükmüdür. Bildiği şeyleri ortaya çıkarmak O’nun kazasıdır. Ve o şeyleri var ettikten sonra birden yaratıp zahire çıkarması O’nun kudret ve kaderidir. Her şey O’nun kaza ve kaderiyledir. Bu âlemde ne olursa O’nun kudretiyle olur. Bütün işler O’nun kaderiyledir.

Ey arif! Hakk’ın ilmi O’nun hükmü demektir. O hükmün sebep­lerini yaratmak O’nun kazasıdır. O sebepleri birden meydana getirmek O’nun kudret ve kaderidir. Yakinen bildik ki âlemde yaratılmışın (hâdis) bir şeye sebebolması mümkün değildir. Buna göre O’nun kudretinden hariç âlemde bir nesnenin zuhuru ve hudûsu mümkün olmaz. Bütün eşya O’nun kudret ve kaderiyle olur.

Ey arif! Malûmun olsun ki, ayetlerle hadislerin arasında tenakuz şeklinde bazı hükümler görülürse de görünüştedir (sûrî). Hakikatte tenakuz yoktur. Ulemâdan kelâmcıların, tenakuzların varacağı yeri (mevrid) ve musarreflerini inceleyip tenakuz yokluğunu bilmeleri gerekir. Aynı şekilde bir hadiste “Kader kılınmış şey değişmez"", diğer bir hadiste ise “Kaderi duadan başka hiçbir şey geri çevirmez“ rivayet olunmuştur. Dua, daha aşağıda olanın (ednâ) daha vakardan (âlâ) talep etmesi manasınadır. İmdi, bu iki hadis arasında olan tenakuz görünüştedir. Birinci hadise göre kader değiştirilmez ve ikinci hadise göre kaderin reddi mümkündür.

Ey arif! Eğer bir kimse, kaderi redd mümkün değildir derse, bi­rinci hadise göre doğru demiş olur. Bir başka kimse, kaderi redd mümkündür, derse, ikinci hadise göre yine doğru demiş olur. Mesele­nin tahkiki şudur; eşyada değişme mümkündür, ama bütünde müm­kün değildir. Mümkün olan, bazı eşyadadır. Kaderin reddi yine kader ile mümkün olur. Meselâ bir kimse çok bal yese vücudunda sıcaklık ortaya çıkar. Hummaya dönüşerek ölme ihtimali olabilir. Hazık ta­bibe haber verilerek bu hararet vücuttan savuşturulmuş oluncaya ka­dar ona kâfur yuvarlığı verip bu öldürücü hastalıktan kurtulma imkâ­nı bulabilir. Hiç şüphe yok ki o hararet Hakk’ın kaderiyleydi. Kâfur yuvarlağının yenmesi de yine Hakk’ın kaderiyledir. Buna göre kaderi redd kaderle mümkün demektir. Eğer humma hastalığı sonuna gelip rutubet tamamen dışarı atılmış ve harcanmışsa, hazık tabib ona ne kadar ilaç verirse versin hastalık kaldırılamaz.

Yıldızların ve feleklerin etkileri de böyledir. Mesela yaz mevsimi geldiğinde hava gayet sıcak olur. Bu sıcaklık Hakk’ın kaderiyledir. Bu harareti âlemden reddetmek mümkün değildir. Ama bir kimse yeraltı odası (seradib) yapar ve yaz döneminde orda oturursa kendi nefsin­den bu harareti uzaklaştırmış olur. Aynı şekilde kış mevsiminde hava gayet soğuk olur. Bu soğuğun Hakk'ın kaderiyle olduğundan şüphe yoktur. Bu kaderin âlemden reddi mümkün değildir. Soba ve ocaklık bulup kış günlerinde orada durursa, o soğukluğu kendi nefsinden uzaklaştırır. Diğer şeyleri sen buna kıyas et.

Ey arif! Kul tarafından ortaya konulan şeye tedbir derler. O şeyi Hakk Teâlâ yaratırsa ona takdir derler. “Kul tedbirle hareket eder, Allah takdir eder. ” Ama hakikat gözüyle incelense ikisi de İlahî ka­derdir. Kaderi yine Hakk’ın kaderiyle redd mümkündür. Kılıcı kılıç redd, askeri askerle redd, aklı akılla redd ve cehaleti cehaletle redd. Buna göre birinci hadisin musarrefi bütünde ve ikinci hadisin musarrefi bazılarında olup ikinci hadis arasında tenakuz olmadığı ke­sinleşmiş olur. Başka tenakuz şeklinde bulunan ayet ve hadisler de bu kıyas üzredir.

İmdi bu tahkik üzre şeriat ehlinin mezhebi Cebriyye ve Kaderiye’den uzak ve ayrı olur. Çünkü Cebriye tedbiri inkar edip,kaderi, reddmümkün değildir, “Kader kılınmış şev değişmez’’

Diyerek mutlak cebr de kaldılar. Kulların tedbirini ve cüzi ıradelerini toptan inkar ettiler. Kaderiye ise Hıristiyanlar ve Mecûsiler gibi Hakk’ın kaderinı bütün bütün inkâr ettiler. Kaderiye’nin hatası Cebriyenin hatasından daha büyük ve daha kötü olduğu açıktır. Hatta bir hadiste; “Kaderiye, bu ümmetin Mecusileridir"buyrulmuştur.

Cebriyye’nin câhillerine şu şekilde bir soru sorulur: Sîzler cüz î irade ve akılların tedbirini redd ve inkâr edip kaderin kaderle reddi mümkün değil diyorsunuz.Eğer nefs-ı emr'de sizin dediğiniz gibi olsaydı hocaların terbiyesinin, akılların tedbiri ve anlayışların düşüncesinin,aptalca ve abes olması gerekirdi. Hatta iyiliği emr ve kötülükten nehy etme de fayda olmazdı, bu soru gayet açık ve aydınlıktır. Açıklığınınn çokluğundan bu meselede ulemadan bir hayli cemaat hayrete düşüp sersemlediler. Kaderiye, Cebriye ve bazı bâtıl mezheplerin kurulması kader meselesini halledemediklerinden dolayı oldu.

Beyit

Dermiş ıkı milletin savaşı herkese özür,

Hakikati görmedikleri için efsane yolun vardılar!

Cebriye’nin Görüşlerini İptal İçin Diğer Bir Cevap

Muhakkikler kader sırrı hakkında şöyle söylemişlerdir: Alem ezelde İlâhî işlerde (şuûnât-ı ilâhîye)sinde iken her birinin mahiyeti ve gereğine Allah’ın ezelî ilminin taallukundan ibarettir. Öyle kı her bir ayn hariçte var olma zamanında, yani haricî varlığı hangi za­manda olması gerekiyorsa o gerektiği hal üzre zuhuruna ilmi taal­luk etmişti. Halbuki şuûnat ve a’yânlar kılınmış (mec’ûl) değildir. Kılanın (câil) kılması ona taalluk etmemiştir. İşte bu ilmi üzre hük­mü sabit oldu. Buna göre hükmü ilmine tabi oldu. İlmi de malûma tabı oldu. Şüphesiz Hak Teâlâ Hakîm’dir ve de Hakem’dır. Bir şey üzre kaza ve hüküm buyurmaz, ancak o şeyin ilmi hazretinde subûtu halinde ayn’ın ilerde kaza bulacak hallerine taalluk eden ilmi üzre hüküm buyurduğundan mahlukatta kesinlikle cebr ihtimali bulunmaz.’’Peki niçin falanı kafir,falanı mümin,falanı fakir, falanı zengin kıldı” diye sorulmaz. Herkesin hâli zatının gereği olmuş olur. Eğer bir kimse bu meseleyi anlamazsa ona “ Yaptığından sorulmaz ” (Enbiya, 23) cevabından başka cevap verilmez. Muhak­kiklerin meslekleri budur.

Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü(İnsan yay.)
Devamını Oku »

İradenin mahiyeti nedir?

İradenin mahiyeti nedir?İradenin mahiyeti nedir? İrade seçmeğe muktedir olmak­tır, iki alternatif arasında, gerçek ve gerçek olmayan, doğru ve yalan, Mutlak ve nisbî arasında serbestçe seçime muktedir olmaktır. Eğer insan hür bir varlık olmasaydı dinin bir anla­mı kalmazdı. Hür irade insanın dinî anlayışı için zorunludur ve diğer herhangi bir din için olduğu kadar İslâm için de geçerlidir. Burada İslâm hakkındaki en haksız görüşlerden biri­ne son vermemiz gerekir. O da kelimenin popüler anlamıyla İslâm'ın kaderci olduğu inancıdır.

Batı dünyasında İslâm hakkındaki genel anlayış, insanın hür irade ve insiyatifine hiçbir rol bırakmayan bu sözde kadercilik (fatalizm) üzerinde merkezleşmektedir. Gerçek ise tamamen başkadır. Eğer İs­lâm kaderci olsaydı yetmiş yılda bilinen dünyanın yansını fethedemezdi Dünyanın tanımış olduğu en dinamik, ataerkil ve cesur medeniyetlerinden birisine kaderci demek gerçekten saçmadır.

İslâm Allah'a tam tevekkül, O'nun iradesine boyun eğme ve yalnız kendisinin sonsuz olması sebebiyle yalnız O'nun mutlak şekilde hür olduğunun kavranılması üzerinde ısrarla durur. Fakat insan teomorfik tabiatı sayesinde, gerçekte Al­lah'a ait olan bu irade hürriyetini paylaşır. Mutlak anlamda yalnız Allah hürdür. Zira mutlak anlamda gerçek yalnız Fakat insan bakış açısından, kendisinin gerçek olması ölçüsünde o da hürdür.

Bu mesele şüphesiz insan aklı açısın­dan çözümlenmesi en zor meselelerden biridir. Zira determi­nizmle hür irade arasındaki ikilem muhakeme ve ispata da­yanan düşüncenin sahasını aşan ve yalnız kendisi coincidentia oppositorumu (zıtların birliği) kavramak gücünde olan aklî (kalbi) sezgiyle anlaşılabilen problemlerden biridir. Bunun tartışması İslâm'da olduğu gibi Yahudî ve Hıristiyan ilâhiyatında da uzun bir tarihe sahiptir. Fakat İslâm'da kuvvetle vurgulanan husus mutlak anlamda hürriyetin yalnız Allah'a ait olduğudur. Bununla beraber biz, bu hürriyeti paylaşmak­ta ve bu sebeple seçimde bulunmak sorumluluğunu taşımak­tayız. Eğer bu sorumluluk bize yüklenmiş olmasaydı, dinî inanan hiçbir anlamı kalmazdı.

 

Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Devamını Oku »