Osmanlı'da, İslam'ın İnsan ve Devlet Anlayışı Hakimdi...

Osmanlı'da, İslam'ın İnsan ve Devlet Anlayışı Hakimdi...


Osmanlı İmparatorluğu adını verdikleri devletimizin asıl adı, Devlet-i Aliyye (Yüce Devlet) idi. Hiç bir zaman ne hedefleri ne yapısı itibariyle imparatorluk denebilirdi ona. Baştan sona her kuruluşunda islâm insanının devlet anlayışını gerçekleştirmek düşünce, inanç ve heyecanı görülüyordu. Müslümanları bir bayrak, bir devlet kanadı altında toplamıştı.


Batiya karşı, müslümanları doğrudan doğruya, Asya'yı da dolaylı olarak koruyan, tarihî, siyasî, askeri, sosyal bir çin şeddi idi. Yalnız maddî anlamda bir sed değildi, ayni zamanda manevi alanda da Kur’an-ı Kerimde anılan Zülkarneyn Şeddi gibiydi. Yüzyıllarca yukardan Rusların, Batıdan Avrupalıların, Doğudan İranlıların durmak bilmez saldırılarıyla yıkmak istedikleri bu devlet, üç kıtanın kavşak noktasında bütün dünyaya insanlık dersi veren, adaletin, merhametin, faziletin kalesi bir islâm ve bir ortadogu devletiydi. Ne zaman ki düşmanlarımız onu yıktı, o zaman, Ortadoğuya ve bütün islâm ülkelerine zillet yağdı; çirkef, bendi yıkılmış baraj sulan gibi boşandı üstümüze.


Yüce Devleti Avusturya imparatorluğu, Rus Çarlığı gibi günü geçmiş bir devlet sayarak Birinci Cihan Savaşında yıkılışını tabii görenler, basit fakat hain bir propagandanın zihnî kurbanı oluyorlar. Rus Çarlığı yıkıldı ama yerine daha korkunç bir komünizm imparatorluğu kuruldu. Avusturya-Macaristan imparatorluğunun yerini Almanya aldı. Ama Yüce Devletin yerini alan bir devlet kurulmadı. Daha doğrusu kurdurulmadı. İslam devletleri irili ufaklı lokmalar halinde batılıların intihasına terk edildi.

Sezai Karakoç,Sur Yazıları (3)

Devamını Oku »

Toplumların ve İnsanlığın Gerçek ve Yalancı Düşleri

Toplumların ve İnsanlığın Gerçek ve Yalancı DüşleriEvet, insanın yalancı düşü, gerçek düşü olduğu gibi toplumların ve insanlığın da yalancı ve gerçek düşleri vardır. İnsan özü ne kadar az bozulmuşsa, o kadar, düşünün gerçek olma ihtimali ve hakkı vardır, özü bozulmuş kişide de rüya adına o kadar çok fantezi, kaprisli hayaller, hezeyanlar, safsatalar, «ben» in kılık değiştirip şeytandan ödünç aldığı cübbe ile kendine kurtarıcı gibi döndüğü ruh serapları görülür.Ama, ruhunu gerçeğin örsünde döğe döğe pişmiş, doğruya gönül vermiş, iyiyle donanmış erdemli kişinin düşü bir düş değil, düşten fazla bir şeydir.. Gerçeğin öz halinde bu dirilişi, geleceğin güne mesajıdır. O üstün ruh ve gönül, geleceği vaktinden önce çekip içine alacağı olağanüstü bir güce ermiştir. Belki de gelecek zamanın gerçekleri de bu seçkin ve an ruhu böylece ziyaret etmek istemiştir.

Tabiî, gelecek zamanın bu vaktinden önce gelişi, getirilişi, bu olağan dışı ziyaret, bir nevi sembolik bir tören havası taşır. Şifre gibi, suret gibi, ibaret gibi. Toplum düşleri de böyle. Toplumun kafası ve ruhu ne kadar karışıksa, o kadar çok kâbus cinsinden, hezeyan türünden doktrinler, sistemler ortaya atılır, yıkıcı ve yıpratıcı tesirleriyle bu kurtarıcılık iddiasındaki teklifler, yalancı yanlarıyla bir vakit topluluğu oyalarlar; fakat gerçek hiçbir zaman aldanmaz ve aldatılamaz. Gün gelince o teklifler gerçeğin yüksek fırınında yanar, kül olur, ama hakikat özlü teklifler pırıl pırıl kalır. Veli üç rahibin cübbelerini birbirine dolayıp ateşe atmalarındaki sonuç gibi...

Ermiş kişilerin gördükleri düşlerin tıpı tıpına gerçek olması gibi, zaman zaman, Allah'ın bir lûtfu olarak, hakikata susamış insanlığa, baştan sona son hakikat düşü olan vahiy sistemleri bağışlanmıyor. Hakikat kahramanları olan peygamberlerin kalbine indirilen vahiy, mucize olarak, ilerde gerçekleşecek ilahi düzenin eksiksiz fazlasız ifadesidir. İlkin peygambere gerçek *düş halinde gelen vahiy, sonra bu başlangıç kaydından da sıyrılıp güneş gibi doğrudan doğruya geliyor.

Yani ilkin «gerçek fecir gibi «gerçek düş», sonra da güneşin doğuşu gibi, vahyin «Mutlak» söz ödevlisi olan melekten doğrudan doğruya alınışı, Şeytanın veya dehasını şeytana döndürmüş kâhinlerin, büyücülerin ve ruhunu şeytana satmış şairlerin sözleri, büyüleri ve işleri ise ne gerçek düş, ne vahiy etki ve gücündedir. Sahte bir benzerlik söz konusudur, o kadar. Yalancı fecir ve yalancı düş gibi.

İkiyüz yıldır ülkemiz ve İslâm dünyası, yalancı düşlerle gerçek düşün, yalancı fecirlerle gerçek fecrin, yalancı sistem ve doktrinlerle vahiy hakikatleri ve medeniyetinin, sahte ütopyalar, göz kamaştırıcı hayallerle boğulmak istenen hakikat ve idealin savaşını yaşıyor. Ruhumuz, kafamız ve kalbimiz bu savaşın kanlı alanı. Sınırlı da olsa alın yazımızın tanıdığı seçme özgürlüğü, bizde hangi tarafa bir meyil doğurursa o tarafın ağırlık kazanması çok mümkündür.

Kendimizi aldatmayarak, hakikata kavuşmanın çetinliğini bilerek ve bu çileyi göze alarak, yalancı vaat ve umutlara kapılmayarak, ruhumuzu, kafamızı ve kalbimizi yalancı medeniyet istilâsından sıyırıp hakikate döndürmek için olanca gücümüzü sarf ederek içinde bulunduğumuz bataklıktan sıyrılmanın ilk şartına erebiliriz. O zaman yalancı düşler ve yalana fecirler biter. Kalbimizde gerçek fecrin ışıklan belirir. Sonra da güneş doğar. Kalbimizin gerçek güneşi doğar.

Sezai Karakoç,Sur Yazıları (3)
Devamını Oku »

Modern Batı Teknolojisi

Modern Batı TeknolojisiModern Batı teknolojisi, sadece insanı işine yabancılaştıran bir yaşam biçimi yaratmamış, ayrıca bu teknolojiye sahip olanlara da, olmayanlara hükmetme gücü sunmuştur. Hayâl edilemeyecek düzeyde bilgi akışıyla beraber baskının gelişmiş formları, telefon, radyo, sinema, televizyon ve şimdi de internet ortaya çıktı. Söz konusu bilgi ve düşünce akışı İslâm dünyasından ve diğer Batı dışı kültürlerden Batı dünyasına ,hemen daima çok az bilgi aktarımını mümkün kılarken, akış hep ters yönde gerçekleşmiş ,bunun sonucunda da Batı-dışı kültürler daha önce hiç olmadığı kadar “yabancı” fikir, düşünce ve yaşam biçimi bombardımanı altında kalmıştır. Bu, sonuçları İslâm dünyası açısından son derece düşündürücü ve farklı seviyelerde ve alanlarda cereyan eden fenomenin sonuçları, dini pratiğe ve onun dünyaya gelecekte vereceği cevaba da ciddi biçimde etki edecektir.

Açıkça görülüyor ki İslâm toplumları, özellikle de gençliği, bitmeyen bir Batı malları ve özellikle de Amerikan pop kültürüyle hazcı (hedonist) Batı kültürünün bir çeşit saldırısına uğramıştır. Yeni medya artık Virgil Thompson’ın veya Leonard Bernstein’ın müziğini veya Amerikan balesini değil de, bir grup gencin fazlasıyla seksî danslarını sergilemektedir ki bu da dinin temel karakteristiği olarak ciddiyeti bilhassa vurgulayan Islâm açısından, toprağın yanlış işlenmesi anlamına gelmektedir.

Artık İslâm’a tehdit olarak Marx, Heidegger, Russell ve Sartre’dan çok, büyük şehirlerdeki gençlere hitap eden Michael Jackson ve Madonna’dan söz etmek durumundayız. Gençlerin isyan fikri, içki ve ilaç kullanımı, cinsel sapkınlıklar, kuşkusuz ki İslâm’ın öğretileriyle; Allah'ın kurallarına uyum, ailenin önemi, yaşlılara ve özellikle anne-babaya saygı, alkolden ve evlilik dışı cinsel ilişkiden kaçınma gibi ilkelerle taban tabana zıttır. Enerjilerinin çoğunu bu meselelere çözüm aramaya sarf eden Batı’daki Hristiyanlar ve Mûsevîler gibi, Islâm dünyası da pek yakın bir gelecekte aynı sorunlarla geniş ölçekte yüzleşecek gibi görünmektedir.

Pek çok insan, asıl tehdidin Batı felsefe ve ideolojisinden çok, gençler üzerinde etkili olan Batı yaşam biçiminden geldiğini iddia etmektedir. Biz de burada, her halde düşünsel ve felsefî faktörlerin önemini göz ardı etmeden, yaşam biçiminin ne denli önemli olduğunu vurgulamalıyız. Modernleşmiş Müslümanların ilk nesillerince benzeme ya da uyma düşüncesiyle benimsenen Batı yaşam ve giyiniş tarzı, İslâm dünyasında ciddi tartışma ve çatışmalara yol açmıştı. Modern iletişim araçlarının etkisiyle çok daha yaygın ve mütecaviz bir biçimde İslâm dünyasına nüfûz eden bu modern ve post-modern Batı kültürüne karşı tepkiler, gelecekte daha da çoğalacak gibi görünmektedir.



Seyyid Hüseyin Nasr,İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı
Devamını Oku »

Gerçek İslâmî Edebiyat

Gerçek İslâmî EdebiyatGerçek İslâmî edebiyat, Franz Kafka veya en iyi biçimde Dostoyevskinin yazılarında gördüğümüz öznel edebiyat türünden bütünüyle farklıdır. Bunlar ve bunlar gibi daha başka yazarlar, kuşkusuz modern Batı edebiyatının en önemli simalarıdır; fakat daha pek çok batılı modern edebiyatçı gibi, hepsi de İslâm’ınkinden farklı, hattâ bütünüyle İslam’ın ruhuna aykırı bir bakış açışı taşımaktadırlar. İslâmî bakış açısına bira/ yakın olan eski Batılı edebiyatçılardan, bütünüyle Hrıstıyan olmalarına rağmen, çok yönlerden Müslüman yazarlara benzeyen Dante ve Goetheyi gösterebiliriz.

Son zamanlarda ortaya çıkanlar arasında ise, modern yazarların aksine içten bir Hristiyan olup, bu yüzden dünyaya İslâm’mkine nisbeten yakın bir gözle bakan T. S. Eliot'u anabiliriz.

Bu tür kişilerin eserlerinin tersi yönde giden psikolojik roman, nes-nel bir gerçeklik olarak Hakikati görebileceği bir ölçüden yoksun olduğu halde, insan nefsine nüfuz etme girişimi ve sahip olduğu biçimle Islâm'a bütünüyle yabancıdır. Marcel Proust, kuşkusuz Fransız dilinin büyük bir ustasıydı ve A la reeherehe du temps perdu (Kayıp Zamanın İzinde) adlı eseri, modern Fransız edebiyatına tutkun olanların büyük ilgisini çekmişti; ancak bu tür metinler, her ne olursa olsun, İslâmî edebiyat için bir model oluşturmaktan çok uzaktır.

Evet, bu türden edebiyat, Arapça ve Farsça yazan birtakım yazarlar için bir ‘ilhâm kaynağı' olmaya başlamıştır; İran’ın son dönem en ünlü edebi figürü olan ve Kafka'nın çok fazla etkisinde kalan Sadık Hîdayet’in psikolojik bir umutsuzluk içinde intihar etmesi ne kadar ilginçtir. Büyük bir edebî yetenekti Sadık Hidayet; fakat, İslâmî hayat akışından kopmuştu bir kez. Bugün, görüşlerine İran toplumundaki İslâmî öğeler kuşkusuz karşı çıkıyor. Ama, Batı toplumunun yaşadığı düzensizlikleri ve psikolojik sorunları, Müslümanların henüz karşı karşıya bulunmadıkları sorunları ele alan bu tür yazarlar, kendilerini tanıyıp, bu yem has talıklara tutulan Müslüman gençler arasında yavaş yavaş popüler hale gelmektedir

Bugün Müslüman dünyada gözlemlenen en kötü trajedilerden biri de, son zamanlarda bilerek Batı’nın hastalıklarını taklide yeltenen yeni bir insan tipinin ortaya çıkmış olmasıdır. Böyleleri, gerçekten bir bunalım içinde olmadıkları halde, modern görünmek hevesiyle kendilerini bunalıma itmeye çalışmaktadırlar. Fırtınalı ve bunalımlı bir ruhtan çıkıyormuş izlenimi verecek şiirler yazmaktadırlar; oysa, hiç de bir bunalım içinde değillerdir. Nihilist olmaktan kötü bir şey yoktur; fakat,Batı san'atının çöküşünü taklit etmek için, nihilist edebiyat ve san'at üretme çabasıyla nihilizm taklidi yapmak daha kötüdür.

Tanrı-tanımaz ve nihilist bir bakış açısının yanı sıra, İslâm dünyasında sanat ve edebiyat yoluyla yayılan psikoloji ve psikanaliz, İslâm karşısında bugün cidden büyük bir tehlike arz etmektedir; bu noktada yapılacak olan, geleneksel İslâmî psikoloji ve psikoterapiye dönmek ve edebiyat adına İslâm dünyasına giren bu kadar şeyin nesnel bir değerlendirmesini gerçekleştirmeye imkân verecek ölçüde özgül bir İslâmî edebiyat eleştiriciliği yaratmaktır.

Batı’dan gelen İslâm karşıtı psikolojik ve felsefî fikirlerin edebiyat kanalıyla İslâm dünyasına ne ölçüde sızdığını görmek için, çeşitli Orta Doğu kentlerinde üniversitelerin bulunduğu caddelerden şöyle bir geçivermek yeterlidir. Her tarafta, standlarda veya yerlerde yayılmış bulunan kitaplar içinde dinî eserler ve özellikle bir Kur’ân bulmak hâlâ mümkündür. Fakat, İslâmî dillerde, ‘edebiyat’ kılıfı içinde sunulan, Marksizm ve egzistansiyalizmden tutun da Batı pop kültürüyle ilgili kitaplara kadar, yığınla eser bulmak da mümkündür. Bunlara karşı verilmiş cevapları ve reddiyeleri içeren kitaplar da var kuşkusuz; çünkü, İslâm ve yaydığı manevî hava hâlâ canlılığını koruyor. Fakat bütün bu olgular, İslâm’ın karşısındaki tehlikenin büyüklüğünü göstermektedir.

 

Seyyid Hüseyin Nasr,İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı
Devamını Oku »

Modern İnsanın Çıkmazı

Kuşkusuz doğrudur ki, Batılılar birbiri ardı sıra Batıyı silip süpüren hareketlerin derinlerde yatan köklerinden habersizdirler; ve yine doğrudur ki hiç kimse, İkinci Dünya Savaşandan sonra Hippi hareketi gibi bir hareketin Batıda böylesine yaygınlaşacağını kestiremezdi. Ve yine kimse postmodernizm gibi bir akımı öngöremezdi. Fakat modernleşmiş Müslümanlar bu akımların öylesine uzağındadırlar ki, bırakın hareketlerin köklerinin farkında olmayı, yayılma ve gelişmelerinden bile habersiz kalmakta; ama, bu hareketler sahnedeki merkezi yerlerini alınca da, ya şaşırıp kalmakta ya da yine kör bir teslimiyetin içme düşmektedirler.

Çevre kirliliği bunalımı söylediklerimize en güzel örnektir.

Müslümanlar, böyle bir sorunun varlığının bile farkında değillerken, Batı'da bu bunalımın yığınlarca insanın merkezi ilgi alanı haline gelmesine de beklemiş terdir. Ve şimdi de, acaba İslâm dünyasında kaç kişi, eğer insanlar alıp kullanacak olurlarsa, bu önemli sorunun muhtemel çözümü için bir anahtar sunabilecek doğayla ilgili son derece zengin İslâm geleneğinin ışığında düşünmektedir bu gerçekten nazik sorunu.

Batının İslam karşısındaki meydan okuyuşlarını daha somut bir biçimde incelemek için, bugün modern dünyada moda olup,İslam dünyasında da kültürel, hattâ dinî hayatını etkisi altına alan alan bazı izmleri örnek olarak ele alalım. Önce, isterseniz Marksizime veya daha genelde sosyalizme bakalım. Bugün, İslam dünyasının çoğu yörelerinde genellikle İslâm'a doğrudan saldırmıyorsa da, ekonomik ve sosyal faaliyetler bir yana, dini hayata bile dolaylı biçimde etki eden Marksizm hakkında pek çok şey söylenip atılmaktadır. İslam sonrasında genel olarak Marksizm veya sosyalizmden söz edenlerin çoğu pek çoğu toplumun zihinlerinde çözüm aradıkları kimi sorunlarına ilişkin olarak da kavramlardan söz etmektedir. Ne ki Markszmi veya kuramsal sosyalizim ciddi olarak bileni pek azdır.

Şu kadar üniverste çevrelerinde Marksizm'den söz eden yığınla genç Müslüman öğrenci var; ama, acaba kaçı ‘’ Das Kapitalı ‘’veya ikinci derecede önemli Marksist eserleri okumuştur; ya da kaçı Marksizm’i salt akıl düzleminde ciddi ciddi savunabilir diye sormaktan kendini alamıyor insan. Marksist hevesler genç Müslüman için, İslâm toplununum sorunlarını İslâmî açıdan ve kendi sosyal geleneklerinin çerçevesi içinde düşünmeği kabul etmemeleri noktasında bir özür olmaktadır yalnızca.

Benliğini parçalamak kendini bir 'aydın’ veya özgür "aydınlar grubu'nun, ama hangi tür- olursa olsun, tüm sorunlara yerleşik Marksist çözümleri önerip, başka başka topraklarda da, İslâm toplumunun sorunlarını, bir İslâm toplumu olduğu için daha yeni ve değişik bir biçimde düşünme sorumluluğunu akıl bile etmeden, bütünüyle farklı bir sosyo-kültürel çerçevede akıl yürüten bir aydınlar grubunun üyesi olarak görmek için bilinmeyen tüm içeriğiyle bu kara kutunun adını etiket olarak üzerine vuru-vermek yeterli gelmektedir. Ve sırf bu biçimde, Marksizm'in, içeriği tahkik edilmemiş bir paket veya her türde ağrıyı dindirecek bir aspirin olarak körü körüne peşinden koşmaktır ki, en kötü türde bir demogojiye ortam hazırlamaktadır.

Sorunları daha akla yatkın ve anlamlı bir biçimde tartışma yerine,adına Marksizm deniverilen şeyin etkisi altında kalanlar, sonunda, inanç hayatında yol açtığı apaçık zararlar bir yana toplumunun gençlerine dile gelmez zararlar veren anlamsız bir çatışma ve zihnî hır katılaşma doğuran kör ve düşüncesiz bir itaatin içine yuvarlanmaktadırlar,

Ne yazık ki, bugüne değin Müslüman yetkililerin diyalektik materyalizmin meydan okuyuşuna karşı çıkışları, İslam’ın geleneksel aklî bilimlerindeki zengin zihnî verilerden kaynaklanmak yerine, nedense hep aktarımsal (nakit) veya dinî bilimlerden kaynaklanmıştır. Ama, dinî kanıtlar ancak inanç sahibi olanlara sunulabilir, Kur’ân’ın yetkinliğini kabul etmeyen birinin düşüncelerine, hemen önce Kur’ân’dan bir sureyle karşı çıkmanın ne yararı olacaktır? Bu alanda ulemânın kaleme aldığı eserlerin çoğu, sağır kulaklara seslendikleri ve ele alınan konuda hiçbir etkinliği olmayan kanıtlar ileri sürdükleri için eleştirilebilir.

Onlar çoğunlukla dönüşmüş olana vaaz verme konumunda kalmaktadırlar. İslâm geleneğinin, modern Avrupa felsefesinden kaynaklanan her türlü akıma zihnî düzeyde bütünüyle karşı koyabilecek zenginliğe ve derinliğe sahip olduğunu düşündükçe, şu andaki durum ne kadar da üzüntü verici oluyor! Gerçekte, geleneksel hikmet karşısında, tam bir aldanmışlık içinde Göğü fethetmeye çıkmış kuru bir gürültüden başka nedir şu modern felsefe? Bugünün sözde sorunlarının pek çoğu, yanlış konmuş sorulara ve gerçekleri hiç bilmemeye dayanmaktadır; ve yalnızca geleneksel hikmetin, eski Babil’den Ortaçağlar Çin’ine kadar uzanan bir alanda, en evrensel ve en dallı budaklı bi-çimlerinden biriyle de İslâm’da ve on dört yüzyıllık hayatı süresince İslâm’ın ortaya koyduğu zengin zihnî gelenekte bulunan hikmetin çö-zebileceği niteliktedir.

Seyyid Hüseyin Nasr,İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı
Devamını Oku »

İslamiyet ''İzm,İst vb.'' Gibi Kavramları Kabul Etmez

İslamiyet ''İzm,İst vb.'' Gibi Kavramları Kabul EtmezBugün, İslâm dünyasında, modern dünyada olup biten her şeyin dikkatli bir eleştirisi ve A dan Z’ye incelenmesi eksiği vardır. Böyle bir eleştiri olmadan, Batıyla mücadelede ciddi hiçbir şey yapılamaz. Modernleşmiş Müslümanların, "İslam ve... bağdaştırmanın yolu'' diye başlayan tüm sözleri, ve den sonra, bir başka vahyedilmiş ve ilham olunmuş dünya görüşü dışında ne gelirse gelsin, başarısız kalmaya mahkumdur. Aksi halde, Islâmla Batı sosyalizmini, Marksizm'i veya egzistan-siyalizmi (varoluşçuluk), evrimciliği ya da bu türlerden bir başka şeyi bağdaştırma girişimleri, işe, ele alınan sistem veya İzm’i İslâmî ölçülerin ışığında tam bir eleştiriye tabi tutmadan başlandığı ve İslâm, bütünlüğü içinde, bilinçsizce kendi yerine merkez olarak kabul edilen şu veya bu ismi niteliyici basit bir sıfat olma imkanını dışlayan bütün bir sistem ve her şeyi kucaklayıcı bir açı değil de, şu veya bu modern ideolojiyi tamamlayıcı parçalı bir eşya görüşü yerine konduğu için daha baştan mahkûm edilme durumundadır.

Bir gün İslâm sosyalizmini, öbür gün İslâm liberalizmini veya bir başka Batılı 'izm’i gündeme getiren günlük modalardaki hızlı değişim, böyle bir yaklaşımın ne kadar saçma ve sığ olduğunun kesin kanıtıdır. İslâm’ın yapısını bütünlüğü içinde kavrayan herkes bilir ki,İslâm hiçbir zaman, kendisinden bağımsız ve hatta kendisine düşman bir düşünce sistemi karşısında, basit bir niteleyici veya es kaza konmuş bir bütünleyici derekesine indirgenivermeye izin vermez.

Seyyid Hüseyin Nasr,İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı
Devamını Oku »

İnsan'ın Düşünce ve Eylemin'de Hz.Muhammed'i(a.s) Örnek Alınması

İnsan'ın Düşünce ve Eylemin'de Hz.Muhammed'i(a.s) Örnek Alınması


İnsanın manevî hayatının amelî ve pratik yönleri konusunda, düşünceyle eylem arasındaki en tam ve örnek ilişkiyi, her Müslüman için, bizzat kendisi Islâm'da manevî hayatın modeli olan Hz. Peygamber’in hayatımda aramak gerektir. Eğer modernizmin etkisiyle İslâm’da düşünce hayatının önemini küçümsemek isteyecekler çıkarsa, böylelerinin yapacağı tek şey, Peygamber’in hayatının hem peygamberlik görevine başlamadan öncesini, hem de yeryüzünde peygamber olarak geçirdiği yirmi üç yılını şöyle bir incelemektir. Hz. Peygamber, hayatının bu her iki döneminde de derinden derine düşünceye bağlıydı ve bir yandan, önemi sıradan insanın düşünce ve hayâlinin ulaşamayacağı ötelere uzanan bir dizi eylemle insanlık tarihini değiştirirken, yine de zamanın çoğunu inzivada geçiriyordu. Yine, dışavuran eylemin önemini abartmak ve salt ve basit eylemi bir amaç olarak yüceltmek isteyecekler çıkarsa, aynı şekilde onların da yapması gereken tek şey, Peygamber’in, her zaman kökleri düşüncede yatan ve İlâhî Düzen bilgisinden kaynaklanan ilkelerin uygulanmasından başka bir şey olmayan eylemlerini incelemektir.



Kuşkusuz, kimsenin bir peygamberin mükemmelliğine ulaşmayı ümit ve iddia etme hakkı yoktur; ama düşünceyle eylem arasındaki, her zaman Huzûr-u İlâhî ile uyum içinde bulunan bir kalple, İslâm’ın Peygamberi’nin örnek hayatında görüldüğü üzere İlâhî İrade’ye tevek-külle birleşmiş en üst düzeyde bir kararlılıkla eylemde bulunan bir zihin Ve beden arasındaki ahenk, Müslümanlar için düşünceyle eylem arasındaki ideal ilişki ve tamamlayıcılığın tam bir göstergesidir. Peygamber, izlenmesi gereken bir model (üsve) olarak her zaman ortadadır ve onda tam bir düşünceci eylem ve eylemci düşünceyle, tüm zıtlık ve ikilemleri aşan şu coincident ta opposttorum (zıtların birlikteliği)daki eylem düşünce birliği, göz kamaştırıcı bir biçimde görülebilir.



İslâm’a göre insan hayatının hedefi, İlâhî İrade’ye göre yaşam ve sonunda kendi kendini arıtma yoluyla, her yerde Allah’ı görebilecek bir bilgi, görüş ve düşünce durumuna ulaşmaktır. Peygamber, hayatının her anında, bakışı İlâhî gerçekliklerin üstünde, Allah’ı şu görüntülerin ötesinde ve yarattıklarının her noktasında düşünerek İlâhî İrade’ye göre yaşayan mükemmel varlıktı.



Dolayısıyla Peygamber’de, İslâmî yaşantının kalbinde yatan ve en üst anlam düzeyi olarak, İslâm maneviyatında merkezi gerçekleşme yöntemini karakterize eden düşünce ve eylemin müteselsil oluşunun en kâmil görüntüsü görülecektir. Peygamber’in ortaya koyduğu örnek, en yüce örnek olarak yalnızca Müslümanlar için değil, modern dünyada, bir kez daha düşünce hayatıyla eylem hayatını uyumlu hale getirme ve çokluğa batmış ve dağınık eyleme teslim olmuş haliyle, manevî nitelik ve anlamım çoktan lağım sularına kaptırmış bulunan; ve tümüyle kendisine bağlı olduğu ve onsuz temel insan doğasının arızi hayvanlığı tarafından yenilenip tüketileceği ruhla beden arasındaki dengeyi de tehdit eden insan hayatına birlik getirme arayışına koyulmuş kişiler için de, en önemli örnek olarak ortadadır.



İslâm dünyasının modernizmin gelişinden önceki durumunu belirtmek üzre, modernleşmiş Müslüman âlimlerin sürekli olarak kullandıkları “çöküş“ deyiminden başlayalım önce; evet, “çökmüş” bir dünya olarak tanımlanıyordu İslâm dünyası. Ama bu değer yargısı hemen şu soruyu akla getiriyor: “Neye göre çökmüş, hangi ölçüye göre çökmüş “ Bir şeyin kendisiyle ölçüldüğü ve kendisine göre çökmüş yargısına varılan bir ölçü olmalı ortada. Burada, bazıları ölçü diye Islâm’ın İlk yüzyıllarını alıyorlar; ama, yine de bilerek ya da bilmeyerek, çöküş durumunun ölçüsü olarak gizliden gizliye modern Batının değerler sistemi benimsenmektedir. Bunun en güzel kanıtı da, şu anda Batıda geçerli olan anlamı çerçevesinde ele alınan bilim sorunudur.



Çoğu oryantalist gibi, pek çok modernleşmiş Müslüman da, bilimle medeniyeti bir saymakta ve herhangi bir insan toplum ve kültürünü değerlendirmenin ölçüsü olarak, bir bilim ortaya koyup koymadığına bakmakta; ancak bilim tarihinin öğrettiği dersleri hiç mi hiç hesaba katmamaktadır.



Bu durumda, İslâm medeniyeti de, Batı’nın bugün yüklediği fonksiyon içinde bir bilim adamı yetiştirmekten kesildiği andan itibaren çökmeye başlamış olarak görülmektedir. Ve bu kesintinin tarihi olarak da, yine çoğu Müslüman yazar, daha şu son zamanlara kadar, İslâmî zihnî hayatın tüm yönlerine karşı duydukları ilgiyi İslâm’ın Batı'yı etkilediği dönemle sınırlayan, Batılı kaynakların verdiği tarihi almaktadırlar. Bunun sonucunda, felsefeden matematiğe,Islâm’ın neyi varsa, bir yerlerde, İslâm'la Batı arasındaki zihnî temasın pratik amaçlar düzeyinde sona erdiği yedinci/on üçüncü yüzyılda gizemli biçimde birden çöküntüye uğrayı-vermektedir. Bu görüşü benimseyen modern Müslüman yazarlar.



Kendileri bir araştırma yapına veya hiç olmazsa astronominin dokuzuncu/on beşinci yüzyılda ne kadar önemli ve islam tıbbının on ikinci/on sekizinci yüzyıla değin İran'da ve Hindistanda ne kadar canlı olduğunu gösteren Batılı bilginlerin daha yeni ve daha az tanınan araştırmalarına dalma zahmetine bile katlanmıyorlar.



Medîne toplumunu en mükemmel İslam toplumu tüm diğer İslâm toplumlarının ona göre yargılandığı hu toplum modeli“ olarak gören geleneksel İslâmî bakış açısına değil de, modern Batı’nın dünyevî yönü içindeki ‘medeniyet’ ölçüsüne' dayanan bu çöküş anlayışı, genç Müslumanların zihinlerini dumura uğratmış ve onların kendilerine ve kendi kültürlerine olan güvenlerini yitirmelerine yol açmıştır, İslâm dünyasında, aşama aşama ve normal bir ‘yaşlanma' ve zamanla vahyin semavi kaynağından gittikçe uzaklaşma süreci olarak meydana gelen çöküşü, bu çöküşün en son niteliği üzerinde fazla durumdan tasvir etmek yerine, bu tür yazarlar, İslâm dünyasının yedinci/on üçüncü yüzyılda çökmeye başladığı gibi hayâli ve iğrenç bu kuram ileri sürmektedirler.



Eğer durum dedikleri gibi olmuş olsaydı, İslam'ın büyük bir medeniyeti besleyip, bugüne değin yaşayan bir güç olarak ayakta kalmasına imkân bulunmayacağı gerçeğini nedense unutuyorlar, İsfahan'daki İmam Camii, İstanbul’da Sultanahmet Camii veya IV Mahal gibi san’at şaheserlerini, bir Câmî’nin, bir Sâib Tebrizinin edebî şaheserlerini ve bugüne değin büyük velîler yetiştire gelen tasavvufun içerdiği her zaman canlı manevî İslâm geleneği şöyle dursun, bir Molla Sadra ve bir Şeyh Ahmed Sırhındı (İmam-ı Rabbâni )nin kelam sentezlerini bir yana itiveriyorlar. Şurası gerçek ki, eğer çöküş,bütünüyle Batılı değer yargılarını kabul eden şu modernleşmiş Müslüman yazarların hayâl ettikleri ve ileri sürdükleri gibi, İslâm dünyasını çok erken bir tarihte yakalamış olsaydı, ortada, bu gruba şu yüzyılda ‘diriltmeleri’ için İslâm medeniyeti diye bir şey kalmazdı. Yığınla oryantalistin görmek istedikleri biçimde, uzun zaman önce ölmüş ve arkeolojik bir ilgi konusu haline gelmiş olurdu Islâm medeniyeti.



Seyyid Hüseyin Nasr,İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı

Devamını Oku »

Modern İnsanın Sonsuzluk Arayışı

Modern İnsanın Sonsuzluk Arayışı

 

Günümüzün karakteristiği haline gelen bu nefsi ruh yerine koyma yanlışlığı, insanın kendi dışsal deneyim dünyasının sınırlarını yok etme ihtiyacından kaynaklanan bir diğer güçlü eğilimle desteklenmektedir, Sûfîler her zaman, insanın Sonsuz arayışı içinde bulunduğunu ve maddî varlık sahibi olmak için harcadığı sınırsız çabaların ve sahip olduklarıyla yetinmemesinin, sonlu olanın asla gideremeyeceği Sonsuz’a duyulan bu susuzluğun bir yansıması olduğunu öğrete-gelmişlerdir. Bu yüzdendir ki sûfîler, rıza makamını, yalnızca Sonsuz’a ‘yakın’lık kesbeden ve sonlu varlık bağlarından kurtulanların erişebileceği yüce bir manevî hal olarak kabul ederler. Bu, Sonsuz'u arama ve sonlu olan her şeyin sınırlarını aşma ihtiyacı, bugün Batı’da yeniden uyanan dinî arzularda açıkça gözlemlenebilmektedir.

Yığınla modern insan, ne kadar rahat ve lüks bir hayat sürüyor olurlarsa olsunlar, günlük yaşantının sınırlı nefsî duyuşlarından bıkmış bulunmaktadırlar artık. Geleneksel toplumlarda ki sonlu varlık sınırlarını aşma aracı sağlayan gerçek manevî duyuşlara ulaşamadıklarından, kendilerine cehennemi de olsa, yeni yeni dünyalar ve ufuklar açan her türden nefsi duyuşlara yönelmektedirler. Nefs olgusuna duyulan büyük ilgi, ‘geziler’ (trıp: uyuşturucu yoluyla kendinden geçme), olağanüstü ‘duyuşlar' ve benzerleri, her zaman şu köşenin ardında bulunan kuruntusal bir maddî refah idealine doğru gittikçe artan bir hızla koşmaktan başka hiçbir amaç gütmeyen bir medeniyette her günkü yaşantının sınırlı ve boğucu dünyasını yarıp geçmeye yönelik içten gelen bu dürtülerle derinden bağlantılıdır .

Seyyid Hüseyin Nasr,İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı
Devamını Oku »

Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’u anlamak-1

Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’u anlamak-1


19. ve 20. Yüzyıllar, günümüze kadar gelen süreçte, İslam Coğrafyası ve Orta Doğu açısından en talihsiz yüzyıllar olmuştur. Bu yüzyıllar, özellikle 93 Harbi'nden (1293/1877-78 Osmanlı-Rus Harbi) itibaren “Alem-i İslâmın Kışı” mesâbesindedir.

19. asırda Endonezya ve Hindistan'dan Mağrib'e kadar uzanan geniş İslam Coğrafyasında Batı Avrupalı denizci devletlerin hakimiyet tesis edip, sömürgeleştirme faaliyetlerini artırmaları, Batı Avrupa'nın yükselen gücü karşısında, İslam âleminin son siyasi temsilcisi olan Osmanlı Devletinin inkıraza yüz tutup dağılması, İslam Dünyasında ve Osmanlı Coğrafyasında 93 Harbinden itibaren hızlanan felaketler zinciri, bu dünyayı karanlık bir kış ortamına mahküm eder.

Bediüzzaman Said-i Kürdî / Nursî Hazretleri, tam da bu kış döneminde zuhur etmiş bir şahsiyet'tir:

“Ey yüzden tâ üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitâne benim sözümü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile beni temâşâ eden Said, Hamza, Ömer, Osman, Yusuf, Ahmed, v.s. size hitap ediyorum.
Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşaallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica ederim ki, mâzi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini, mezartaşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız.” (Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası, Shf.343-344)

Bediüzzaman Hazretleri, yukarıdaki alıntıda ifade ettiği üzere, İslam Dünyası'nın kışı mesabesinde bir dönemde dünyaya gelip yaşamıştır. 93 Harbi yıllarında Bitlis-Hizan'ın Nors/Nurs karyesinde dünyaya gelen Üstad, daha çocukluk yıllarından başlayarak dağdağalı bir muhitte yetişti. Parlak zekâsı ve dehası, hızlı ve verimli bir tahsil hayatı, geçit vermez/sarp Kürdistan dağlarının tabii hayatı ile imtizaç etmiş haşin fıtratı ve buna muvazi iman salâbeti ve dinamizmi, irfan hayatına olan meyli ve kurucu/inşâ edici bir şahsiyet olarak temayüz etti. Mardin'de başlayan gayet fırtınalı ictimâî ve siyasi hayatı; Birinci Cihan Harbinin zuhuru ve esaret dönemi ile sona erer.

Bediüzzaman; bu esaret hayatında, kendini uzlet, ibadet ve nefsini muhasebeye verir. Burada iken önceki hayatını sıkı bir muhasebeye tâbi tutar. Bu dönem, Bediüzzaman''ın maceralı-siyasi hayatı bırakıp,manevi kemalata, Ma'rifetulllah hayatına yönelmesinin, dahası İkinci Said devresinin başlangıcını teşkil eder. Burada uzlette iken yaşadığı istihâle-i ruhiye ve muhasebe neticesinde, bu esaretten kurtulduğu takdirde kendini uzlet ve ibadet hayatına vakfedeceğine dair söz verir. (Bediüzzaman, bu sözünü 1923 Mayısında Van''a gidip uzlete-ibadet''e çekildiği zaman yerine getirmiş olur.)

Kosturama'daki esaret hayatında geçmiş hayatını muhasebeye tâbi tutan Bedüzzaman, istihale-i ruhiye ile uzlete çekilmeyi arzu eder. 1922 sonları ve 1923 başlarında, Ankara''da gördüğü tablo, hem bakış açısı hem de idealleri açısından hiç de iç açıcı ve ümit verici değildir. Meşrutiyyet dönemindeki fırtınalı ictimâî ve siyasi hayatı içersinde, idealleri ve projeleri ile ön planda olan Üstad; Birinci Dünya Harbi''ni, İslam medeniyetinin son temsilcisi olan bir imparatorluğun tümüyle dağılmasını müşahede eder. İstanbul''da İngiliz işgaline şiddetle karşı çıkarak “Hutuvât-ı Sitte”yi neşreden Bediüzzaman'ı Ankara''da müşahede ettiği tablo hayal kırıklığına uğratır. Nitekim Ankara''da iken, özellikle Ankara Kalesi''nde tefekküre dalan Üstad, bunu zerrelerine kadar hisseder.

Kendisini tam da bu karanlık kış ortamında bulan Üstad Bediüzzaman tüm temel dini kurumları kökünden sarsan bu etkinin nihayet, ferdi cihetten en son kale olan iman kalesini de, o müstahkemi de temelden tehdit ettiğini açıkça görür. İnkarcılığa ve Tanrı-tanımazlığa dayanan pozitivist ve kaba materyalist felsefe ve düşünce akımlarının artık her yeri kaplar mahiyete geldiğini fark eder. Özellikle, 19. Yüzyıl››ın ikinci yarısından itibaren batılılaşan- sekülerleşen maârif sistemi, bu yöndeki tercüme hareketleri, Louis Büchner''in “Madde Ve Kuvvet”, Dozy''nin ''İslâm Tarihi'' gibi eserlerinin tercümeleri ile zirveye çıkan bu etkinin bir kadro hareketi olarak galip geldiğini gözlemler: “Maatteessüf, o dinsizlik fikri, hem inkişâf etti, hem kuvvet buldu. (Yirmiüçüncü Lem''a, Tabiat Risalesi)

Daha önce ictimâi reçeteler mahiyetinde olan, ''Münazarât'' başta olmak üzere, bir kısım önemli eserlerinde gerçekleştirmek istediği projeler bir yana, bu medeniyetin en temel yapı taşlarının bile çözülmüş olduğunu, son kale olan imanı tehdit eden ontolojik temel sorunu fark eder: “ Bin üçyüz otuz sekizde bundan oniki sene evvel Ankara''ya gittim. İslâm ordusunun Yunan''a galebesinden neş''e alan ehl-i imânın kuvvetli efkârı içinde gâyet müdhiş bir zındıka fikri(nin), içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsane çalıştığını gördüm. Eyvâh! dedim. Bu ejderha imânın erkânına ilişecek.” (23. Lem''a, Tabiat Risalesi)

 

Müfid Yüksel
Devamını Oku »

Cemil Meriç ve İmam-ı Gazali








İnsan okudukça neler öğreniyor. Yıllarca merhum Cemil Meriç’in yanında bulundum. Kendisine koca koca kitaplar okudum. Mesela Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin o meşhur eserini –ki yedi yüz sayfadan fazladır – kıraat ettim. Özel sohbetlerini büyük bir zevkle dinledim. Sert bir üslupla yaptığı eleştirilere kulak verirken yeni yeni bilgilere ulaştım. Merhum, hem batı kültürüne, hem doğu irfanına aşina idi. Bu arada belirteyim ki, “kültür” kelimesinden pek hoşlanmadığı için ciddi ciddi tenkit ederdi. Ona göre “irfan” daha geniş kapsamlı, daha sıcak ve yerli bir kavramdı. Nitekim eserlerinden birinin adı da “Kültürden İrfana”dır.

Cemil Meriç’in kitaplarını okuyanlar veya sohbetlerini dinlemiş olanlar onun İbn-i Haldun, Ahmet Cevdet Paşa, Tunuslu Hayrettin Paşa, Ahmet Mithat Efendi gibi kalem erbabına büyük bir hayranlık duyduğunu bilirler. Mesela, İbn-i Haldun için “kendi semasında tek yıldız” derdi. Nesirdeki üstadlarının Sinan Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa olduğunu söylerdi. Hace-i Evvel Ahmet Mithat Efendi’nin ne büyük bir tecessüse sahip olduğunu her fırsatta söylerdi. Son yıllarında bu zevat-ı kirama Said Nursi merhum da katılmıştı. İtiraf edeyim ki İmam-ı Gazali hazretlerine duyduğu ilgiyi ben de bilmiyordum. O kadar zaman yanında bulunduğum halde, bu konu hakkında tek bir cümlesine rastlamadım. Otuz yıl sonra okuduğum bir röportajdan, Cemil Meriç’in aynı zamanda Gazali’yi de keşfetmiş olduğunu öğrendim. Merakınızı şöyle gidereyim:

Kadim dostum Ekrem Kızıltaş’ın 1984 yılında Cemil Meriç’le yaptığı mülakat “Dil ve Edebiyat” dergisinin Şubat sayısında bu kadar uzun bir aradan sonra bir kere daha yayımlandı. “Cemil Meriç ile Lisan Meselesi ve Aydınlar Üzerine” başlığıyla neşredilen bu mülakatı büyük bir zevkle okudum. Arkadaşımızın üstada yönelttiği bir soru da şöyle: “Yeni yetişen nesle, okumada ne gibi bir yol takip etmelerini ve öncelikle hangi kitapları okumalarını tavsiye edersiniz?”

Cemil Meriç, ne tavsiye edebilirim ki, tavsiye edebileceğim kitapların yüzde doksanı tercüme, tercümelerin de yüzde doksan dokuzu berbat deyip acı bir gerçeği dile getirdikten sonra irfan açısından belli bir yere gelmek isteyen gençlerin lisan öğrenmelerini ve kendilerini iyi yetiştirmelerini istiyor. Yani, suyu kaynağından içiniz diyor. Doğru söylüyor. Maalesef tercüme edilen kitaplar, kötü tercüme edildikleri, dil keşmekeşine maruz kaldıkları için okunmuyorlar. Böylece o kıymetli eserler bir nev’i katledilmiş oluyor. “Mütercim katildir!” sözü, işte bu faciaya, dil faciasına işaret ediyor. Yıllar önceydi. Kayıhan Yayınevi’nin sahibi merhum Burhaneddin Kayıhan, bir gün bana basılmadan önce redaksiyonunu yapmam için bir dosya verdi. Bu, Hazreti Ömer hakkında tercüme bir kitaptı. Doğrusu, ilk başta, İslamın ikinci büyük halifesi hakkında – redaksiyon maksadıyla da olsa – böyle koca bir kitap okuyacağım diye sevindim. Eyvah, daha birkaç sayfa okur okumaz sevincim kursağımda kaldı. Çünkü, mütercim son derece bozuk bir tercüme ile hazırlamış. Burhaneddin Bey’e, bütün sayfaları kırmızıya boyasam bile yine düzeltemeyeceğim, eseri yeniden yazmak gerekir dedim. Mütercimi razı olursa ben bunu yapabilirim, diye ilave ettim. “Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü”nden bihaber mütercim bu teklifi: “Benim cümlelerime kimse dokunamaz!” efelenmesiyle kabul etmedi. Böylece ben de büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş oldum.

İşte Cemil Meriç, bu bozuk ve kötü tercüme furyasına ne yazık ki, Gazali’nin de kurban edildiğini belirtiyor, dolayısıyla irfan dünyamıza beklenen faydayı verememiştir, diyor. Ona göre böyle yetersiz çeviriler, müellifin hakkıyla anlaşılmasına ve istifade edilmesine engeldir. Sadece Gazali mi, İbn-i Haldun da aynı akıbete uğramıştır. Gazali’nin eserlerinin başına gelenler, “Mukaddime” nin de başına gelmiştir. Cemil Meriç, sözün burasında “Tercüme edilen, sadeleştirilen kitaplar ne dereceye kadar aslını aksettirebilir?” diye sorduktan sonra, acı bir gerçeği dile getiriyor, işte bu yüzden gençlerimize tavsiye edebileceğim on kitap bulabileceğimi zannetmiyorum, diyor.

Tercüme hastalığına böyle bir teşhis koyan Meriç, yeri gelmişken ilginç bir noktaya daha değineyim deyip, sözü halkımızın Gazali hayranlığına getiriyor. Tercümedeki bütün bu olumsuzluklara rağmen Büyük İmam’a, büyük bir muhabbet duyulmaktadır. Acaba bu sevginin kaynağı nedir? Mesela her türlü reklam vasıtasıyla desteklenmesine rağmen Charles Darwin’in tercüme edilen kitabı 250 adet bile satılmıyor ama Gazali 250.000 satabiliyor. Burada araya girip ben de bir ilavede bulunayım. Bugün Hazretin eserleri çok daha fazla satılıyor. Neredeyse “İhya”nın ve “Kimya”nın girmediği ev kalmadı. Aynı oranda okunup okunmadığı başka bir yazının konusu olduğu için onu geçiyorum. Eğer okunmuyorsa sebeplerinden biri de – yukarıda da belirttiğim gibi – kötü tercümelerdir.

Yine Cemil Meriç’e dönecek olursak, sözü tekrar ilgi ve alaka meselesine getiriyor, Darwin ve benzeri yazarların kitaplarının tutması için bütün yollar denendi. Akla gelen her şey yapıldı. Okullara sokuldu, klasikler arasında basıldı. Ama bir Gazali’nin binde biri kadar bile ilgi görmedi. Bu nedendir acaba, sorusunu bir kez daha kendi kendine soruyor. Merak etmeyin, cevabını da yine kendi veriyor: “Gazali Huccetü’l-İslam’dır. Bir çok meselede son mercidir. Müphem de olsa bu özelliği toplumun şuur altına sinmiştir.”diyor.

Evet, Gazali, hem “Huccetü’l İslam”dır, hem “Zeynü’d-Din”dir. Yani dinin hem delili hem zinetidir, süsüdür. Delilden, zinetten kim hoşlanmaz. Bu millet, bu sırrı keşfettiği için onu baş tacı ediyor.

Sevmeyenleri mi sordunuz? İsterseniz bu sevimsiz konuya hiç girmeyelim.

Dursun Gürlek



Devamını Oku »