İslam Kaderci Değildir

İslam Kaderci Değildirİslam,kaderci değildir.bu ifadeyi aynen ve üstüne basa basa tekrarlıyorum:İslam kaderci değildir.Müslümanların kadercilikleri konusunda bütün yazılıp çizilenlere ve söylenenlere rağmen,İslam kelimenin genel olarak kabul edilen anlamıyla,asla kaderci bir din değildir.İslam insanları(Hristiyanlığın yaptığı gibi) mevcud şartları zorunlu olarak kötü şartlar olarak kabul etmeye zorlamaz,;aksine,insanın kötülükleri aşma ve iyiye ulaşma konutunda sürekli olarak gayret göstermesini, mücâhede etmesini emreder.

İslâm, özellikle insanın gelişmesini, kendini geliştirmesini amaçlayan ve imanın günlük hayatını, sosval hayatını, siyasî hayatını, kısacası hayatının her alanını ihata eden sansa emir ve yasakla insanın kendini nasıl geliştirebileceğinin uygun yollarını gösteren ve bunların yanısıra da, insanın zihninin / aklının ve ruhunun gelişmesi için her tür yolu sonuna kadar açık tutan bir dindir. Bu emirler ve yasaklar,bütüncül bir sosyal ve siyasî sistem içinde şifrelenmiştir / kodifiye edilmiştir. İsiâm'ın sunduğu sosyal ve siyasî sistem tatbik edilebilir bir sistemdir, ara bu sistem, tarihin muazzam, muhteşem ve harıkulâde tanıklığıyla da sabit olduğu  üzere yüzyıllardır başarıyla tatbik edile- gelmiştir.

Pek çok yazar, Islâmın tarih boyunca gösterdiği bu gözkamaştırıcı başarıyı, dış / hâricî nedenlere -örneğin, civar halkların [ve medeniyetlerin) zayıflığına, kılıcın gelişigüzel, keyfi şekillerde kullanılmasına, zamanın zâlimliğine, elverişsizliğine ve talihsizliğine vesaire- atfederek açıklamaya kalkışmıştır. Ne var ki, bu yazarlar, tarihçiler, Müslümanların Kutsal Yasa’nın [Şeriat’ın] emirlerine harfiyyen uydukları ve bu emirleri titizlikle uyguladıkları sürece, bu emirlerin ve ilkelerin tatbik edilmesi surecinde muvaffak oldukları; ama bu emirlere uymayı ve itaat etmeyi ihmal etikleri sürece de muvaffak olamadıkları gerçeğini nasıl izah edeceklerdir?

Yine bu yazarlar ve tarihçiler, gayr-i müslimlerin Müslümanların kendilerine tanıdıkları geniş hakları ve özgürlükleri, bu emirler doğrultusunda hayatlarına tatbik ettikleri sürece başarılı olduklarını

ve bütün insanlığın yegâne kurtuluş yasalarını, tabiî yasaları ve ilkeleri olan Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in emirlerine aykırı hareket ettikleri kendi yok oluşlarını ya da daha açık ve doğru bir ifadeyle insan türünün yok oluşunu hazırladıkları gerçeğini nasıl izah edeceklerdir?

Pitchall,İslam Medeniyetinin Dinamikleri
Devamını Oku »

Müslümanların Savaşları

Müslümanların SavaşlarıHz. Peygamber’in (sav) ve O’nun râşid halîfelerinin zamanında gerçekleştirilen Islâm'ın savaşları, savunma savaşları olarak başlamıştı ve tarihte o zamana kadar tanık olunmamış bir insanlık ve düşmana karşı merhamet anlayışıyla gerçekleştirilmişti. Erken dönem Müslümanlarının, o zamanlar neredeyse dünyanın yarısını fethetmelerini ve bugüne kadar Müslümanlıklarını sarsılmadan sürdüren dünyanın yarısına yakın kısmının İslâm’a girmelerini sağlayan şey, Müslümanların savaşçılıklarının ve dolayısıyla savaşın bir ürünü değildi. Aksine Müslümanların âdil, şefkatli, merhametli ve katıksız insani tavırlarının ve uygulamalarının, dolayısıyla bu konularda bütün diğer kültürlerle ve halklarla karşılaştırıldığında sergiledikleri tartışmasız erdemlerinin ve üstünlüklerinin ürünüydü.

Bütün bu çarpıcı gerçekleri çok iyi idrak edebilmek ve görebilmek için, civar halkların ve medeniyetlerin içinde yaşadıkları veya bulundukları şartlan resmetmemiz gerekiyor: Sözgelişi, Mısırlıların, Suriyelilerin, Mezopotamyalıların ve Perslerin handiyse yüzde doksanı köleydi. Ve bu halklar, dâimâ bu Şartlar altında yaşayagelmişlerdi. Bu ülkelerden bazılarına Hıristiyanlığın girmesi, hu halkların hayat şartlarında ve statülerinde gözle görülür herhangi bir iyileşmenin yaşanmasına veya gözlenmesine imkân tanımamıştı. Hıristiyanlık, yöneticilerin diniydi ve yukarıdan aşağıya doğru topluma empoze edilmişti.

Hıristiyanların yönetimlerinde yaşayan halkların şahsî bedenleri [ve sosyal bünyeleri] asiller tarafından, zihinleri ise papazlar tarafından kontrol ediliyordu. Halklara hır şekilde sızan Hıristiyanlığın yegâne ideali, halkların özgürlüğü sadece öte dünyada hayal etmelerine neden olmaktaydı.

Asiller arasında lüks ve israf su gibi kol geziyordu ve gelişmeye değil, yozlaşma ve çürümeye yatkın bir kültür her tarafa sinmişti. Halkın çoğunluğunun durumunun hâl-î pür melâli perişandı. Hz. Peygamber in (sav) civar ülkelerin yöneticilerine, onları hurafeleri ve şirki terketmeye, ruhbanlığı ortadan kaldırmaya ve yalnızca Allah’a hizmet etmeye davet eden elçiler göndermesi ve Peygamberimizin gönderdiği elçilere gerçekten kötü muamele edilmesi bu ülkelerde bazı homurdanmaların oluşmasına yol açtı; o yüzden, bu ülkelerin çoğu yeni dinin ortadan kaldırılması için çeşitli.savaş hazırlıkları içine girdiler. Bu ülkelerin çoğunun yöneticilerinin, halklarıni, İslâm'ın şer-şeytan (yani;mevcut düzeni ve düzenekleri bozacak] bir şey olduğu konusunda uyandılar ve Müslümanları yok etme girişimlerine ve savaşlarına soyundular.

Sonunda Müslumanlar kendilerine saldıran bütün ülkeleri ve toprakları fethettiler ve ortaya koydukları;adil ve kucaklayıcı davranış biçimleri nedeniyle bütün bu halkların sevgisini kazanacak kalplerini de fethetmeyi başardılar.

O zamana kadarki dünya tarihinde, fethedilenler, ne kadar teslim olmuş olurlarsa olsunlar ve hatta fethedenlerin diniyle ne kadar aynı dini paylaşıyor olursa olsunlar, kesinlikle "fethedenlerin'' merhametine terk ediliyorlar ve onların iki dudakları arasından çıkacak bir çift lafa bakıyorlardı.

İlim dışındaki dinlerin, inançların ya da uygarlıkların tavaf anlayışı ve teorisi bugün de hâlâ budur, böyledir. Ancak İslâm’ın tavaf anlayışı ve teorisi böyle değildir. İslâm tavaf yasalarına / şeriatına göre, fethedilen topraklardaki İslâm’ı kabul eden herkes, bu toprakları fetheden Müslümanlarla her bakımdan kesinkes eşit oluyordu.

Ve kendi eski dinlerine inanmaya devam edenler ise, onların korunmaları, emniyetlerinin teminat akma alınmaları için müminlere sadece vergi ödemek zorundaydılar, böylelikle başka dinlerden olan bu insanlar veya halklar tam bir vicdan, yaşama ve kanaat özgürlüğüne tabip oluyorlar ve güvenlikleri garanti altına almıyor ve korunuyordu.
“Ya Islâm ya da Kılıç” alternatifleri, sanki Müslümanlar, “kılıç alternatifi’’ ile idam ya da katliamı kastediyorlarmış gibi, son derece yanlış bir şekilde yorumlanmıştır. Bu anlayışa ve yanlış yoruma göre, Kılıç, savaş demekti. Fethedilen toprakların halkları, ya Müslüman olmalıydılar, ya da sürekli savaş halini kabul etmeliydiler. Oysa kılıcın alternatifleri, hem manevî anlamda, hemde fiziki/ siyasî anlamda İslâma teslim olmaktı; ve teslim olmayanlar, zorla teslim olmaya ya da dinlerini değiştirmeye aslâ zorlanmıyorlardı. Müslümanlar, sadece güvenlerinin tehlikede olduğu durumlarda, dolayısıyla yalnızca savunma savaşı veriyorlardı.

Kaldı ki, Müslüman olmayan toplumlar,sürekli iç ve dış savaşlarla çalkalanıyordu. Müslümanlar, onlara “İslâm olun / teslim olun; barış, sükûn ve huzur bulun’’ çağrısı yaparak gerçekleştiriyorlardı fetihlerini.Müslümanlar, Mısır’ın Suriye’nin, Mezopotamya’nın, Perelerin, Kuzey Afrika’nın halklarıyla rahatça evlenebiliyorlardı. Ki, bu, bu halkların ve medeniyetlerin de, insanlık tarihinin seyrüseferi boyunca başka medeniyetlerin de daha önceden bilmedikleri, duymadıkları ve hiçbir zaman uygulanmadıkları bir şeydi. İslâm’ın bu coğrafyalara girişi, bu halklara ve medeniyetlere, yalnızca siyasî özgürlük değil, aynı zamanda entelektüel / zihnî özgürlük de getirmişti; çünkü İslâm, papazın, keşişin, ruhban sınıfının karartıcı gölgesini insan düşüncesin üzerinden kaldırıp atıveriyorlardı. Pers ülkesi hariç, bütün bu ülkelerin ve medeniyetlerin halkları, şimdi, Müslüman olduktan sonra, Arapçayı şeridi ana dilleri olarak kabul etmişlerdi ve milliyetlerinin ne olduğu sorulduğunda ise, verecekleri cevap şöyle oluyordu: Biz Arapların çocuklarıyız. Ve hepsi de, İslâm medeniyetini, Allah’ın yeryüzündeki “krallığı” / hükümranlığı olarak kabul ediyorlardı.

Bütün bunların sonucu, önceden bu tür bir imkânı ve şansı yakalayamayan halkların tam anlamıyla özgürlüklerine kavuşmaları ve dolayısıyla birkaç kuşak içinde bilim, sanat ve edebiyat eserlerinin yemişlerinin devşirilmeye başlandığı harikulâde bir medeniyet çiçeklenmesiydi.

Pitchall,İslam Medeniyetinin Dinamikleri
Devamını Oku »

İslam'da Irkçılık Yoktur

İslam'da Irkçılık YokturIslâm'da renk ya da ırk önyargısı yoktur ve tarih boyunca da olmamıştır.Kara, kahverengi, beyaz veya sarı renkli insanlar, şehâdette, camide veya saraylarda aynı eşitlik ve kardeşlik duygusuna sahip olarak yaşaya gelmişlerdir.İslâm bazı büyük yöneticileri, evliyaları ve bilgeleri, Abbâsilerin çöküş döneminde kömür kadar kara derili ve simsiyah yüzlü bilge Yemen sultanı Ceyyaş, Mısır'daki Hıdiv Hanedanlığının kurucusu Arnavut kökenli Muhammed Ali zamanındaki Mısır’ın büyük tarihçisi siyasî Ahmed ef-Ceberti İslâm'da ırk,renk veya deri ayırımcılığının olmadığının sadece birkaç örneğidir.

Öte yandan, bu muazzam ve muhkem kardeşlikte, neden beyaz insanların olmadığını düşünen veya soran insanlar olacak olursa, onlara, sarışın Kafkaslılardan veya oldukça erken zamanlarda göz kamaştırıcı bir kardeşlik düzeni ve düzeneği kurmayı başaran Anadolu’nun dağlı halklarından daha beyaz insanların olmadığını hatırlatmak isterim. Gerçekten de, İslâm medeniyeti, refah ve sosyal katmanlarda farklılıkların olduğu ama bu farklılıkların asla Batıda anlaşıldığı ve gözlendiği gibi sınıf ayırımlarına ya da hele de Hindistan'daki kast ayrımcılığına tekabül etmediği bir medeniyetti.

İslâm medeniyetinin dikkat çekici özeliklerinden biri de, Avrupa'nın kutsallıkla, pisliği birbirine karıştırarak pislik içinde yüzdüğü bir zaman diliminde, temizliğiydi. Her şehirde, sıcak sularla yıkanılan hamamlar, içme ve temizlik amacıyla kullanılan sebiller ve çeşmeler vardı. Müslümanların olduğu yerde ilk aranılan özellik tertemiz suyun bulunuyor olmasıydı. Sık sık yıkanma ve temizlenme, Müslümanların dinleriyle öylesine özdeş hâle gelmişti kı, Müslümanlar sürüldükten sonra Endülüs’te 1566 yılında, halka İslâm'ı hatırlattığı gerekçesiyle hamamların kullanılması ağır şekilde cezalandırılıyordu ve Işbili ye’deki talihsiz bir bahçıvan iş yaparken yıkandığı veya temizlendiği gerekçesiyle fiilen işkenceye tâbi tutulmuştu. Ben şahsen Anadolu'da bir Rum Hıris tiyan’ın başka bir Rum Hıristiyan hakkında, “bu arkadaş yarı Müslüman sayılır; çünkü ayaklarını yıkıyor” dediğine kulaklarımla ve gözlerimle tanık oldum.

Yiyecek ve içecek sağlayıcıları ve satıcıları, bütün Müslüman şehirlerde sıkı bir şekilde teftiş ediliyordu ve dükkânlarda, çarşı ve pazarlarda satılan et ve diğer bozulacak gıdalar, tozdan, dumandan ve sineklerden korunmak için kumaşlara / paketlere sarılarak satılıyordu.

Burada bizzat gördüğüm ve bildiğim bir şeyden sözediyorum; zira İslâm medeniyeti, ben Mısır, Suriye ve Anadolu'ya ilk gittiğim vakitlerde hâlâ var lığını esas itibariyle sürdürüyordu. Daha sonraki yüzyıllarda Kahire’de bir araya getirilip neşredilmesine rağmen Abbâsî hilâfeti dönemi ait hikâyelerden oluşan Binbir Gece Masallarını okuduğumda, 1890’lı yıllarda ziyaret ettiğim Şam’ın, Kudüs'ün, Halep'in, Kahire'nin ve diğer şehirlerin günlük hayatlarını görüyordum.

Ancak ben bu şehirleri gördüğümde, bu şehirlerin gözle görülür bir şekilde çöküş süreci yaşadıklarını gözlemlemiştim. Çöküş hâlindeyken bile beni çarpan şey, bu şehirlerdeki Avrupa'daki şehirlerle kıyasladığımda Avrupa'nın hemen hiçbir şehrinde göremediğim canlı hayat ve hayat coşkusuydu. Bu insanların, bizim hayatımızda karşı karşıya kaldığımız sorunlardan, zenginlik ve refaha ulaştıktan sonra tepemizde demoklesin kılıcı gibi dikiliveren ölüm korkusu gibi kaygılardan son derece uzak görünüyordu.

Ve Müslümanların o dillere destan hayır ve yardım severlikleri bir de.., Müslüman medeniyetinin şehirlerinde hiçbir insan, açlıktan ya da komşunun ihmalkarlığından ölmemiştir.

Pitchall,İslam Medeniyetinin Dinamikleri
Devamını Oku »

Hareketin Nazariyesi

Hakikatte nazariyesi olmayan tek bir hareket şekli olamaz.Hareketin nazariyesi demek,hareketten evvel yaptığım taslak, gayeye giderken tuttuğum yolun doğruluğu,selameti ve bu uğurda sarfedeceğim enerjiyi elinde tutan karardır, hareketimin evrensel nizâm içinde alacağı yeri belli etmektir. Hülâsa hareketimin tarih ve insanlığın mukadderatı ile ilgisini tasarlamaktır. Hareketlerimle dünyanın gidişi ve başkalarının hareketleri arasında böyle sistem yapmak, bütünün düşünülmesidır. Bütünü düşünmek, insanı hür ve iradeli şahsiyet yapar. Bu sahtekârlar ise düşüncelerin, eşya arasında cüzi münasebetler kurmak suretiyle hayati ve içtimai istifadeyi sağlamaya yarayan uysal bir âlet olmasını isterler. Bunlar, hiçbir fikrin doğruluğuna inanmazlar.

Her büyük fikri karartmasını bilirler. Bunlar, fikir hayatını küçük düşürmesini bilen burjuvalardır. Akıl yerine kullandıkları vasıtaların küçüklüğüne, adiliğine bakmayarak eşyanın ve hayat olaylarının, ilmin ve kâinat nizâmının hep ehemmiyetsiz, değersiz, küçük şeyler olduğunu telkin etmek isterler. İnsanlığın tarihi ve mâzisi, bunların gözünde uzun bir karanlıktır. En büyük hakikat, bunlarca hiçbir hakikat olmadığını bilmektir. Hiçbir fikrin doğru ve inanmaya değerli olmadığını isbata çalışan bu adamlar, aynı zamanda, her fikrin aksinin de kendisi kadar doğru olabileceğini iddia ederler, ki, her fikri çürütmek için en kuvvetli vasıtadır. Böylece bir fikrin doğruluğu iddiası, en kestirme bir usulle ortadan kaldırılmış olur ve hakikat maskeli şeytanın ayaklan altında gizlice ezilir, yok etli lir, izafiyecilik (relativisme), hakikatin en müthiş düşmanıdır. Hakikat inkârla bir defa öldürülür; fakat izafiyeciliğin elinde her gün ölmektedir. Çünkü izafıyecilik, "her fikirin doğruluğu başka bir ölçüte göredir” diyor. Böylece kâinattaki bütün fikirler, birbiri-ne tutunarak durabilen cansızları andırıyor ve kâinat, istifademiz için karşımızda duran, fakat kendiliğinden bir kıymet taşımayan büyük bir manken oluyor.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye

 
Devamını Oku »

M.Kemal'in Müslümanlığı Kaldırmak İstemesi

M.Kemal'in Müslümanlığı Kaldırmak İstemesiYine bir havadis: Mustafa Kemal yeni bir iş yapıyormuş. Müslümanlığı kaldıracakmış. Bunun için Çankaya'da bir mabet yapacakmış, yerini de Evkafa satın aldırmış. Bu çok mühim. So­ruşturdum. Doğru. Bunu Falih Rıfkılar ve Yakup Kadrilerle filân konuşuyormuş. Bu esnalarda Mustafa Kemal'de müthiş bir aza­met var. Kendisini çok mühim gibi bir şey sandığı sözlerinden, hareketlerinden hissediliyor. Meselâ, gazeteci soytarılarına "Vecizeler" adı altında sözlerini neşrettiriyor. Bu sözlerini dikkatle tetkik ettim. Adetâ Kur'an ağzı. Görülüyor ki, bu sözlere o tarzı vermeğe gayret etmiş... Demek bunlar Yeni İlâh'ın !! âyetleri. Fa­kat içinde hikmetten bir şey yok. Malûm, basit, bazı kelâm-ı ki­bar. Hem de öyle tenkidli ki çoğundan mana çıkmıyor. Demek âyetlerini yazmak için yeni ilâh çok yakınmış... Sonra kendileri de baktılar ki rezalet... Herkes alay ediyor, vecizelerden vazgeç­tiler.

Mabedin aslını öğrendik. Çankaya'da bir Ermenilerden met­ruk araziyi intihap etmiş alelusul müzayedeye koymuşlar. Buna herkes iştirak etmiş. Çorum meb'usu Münir'in akrabasından bir genç çocuk da iştirak etmiş. Çocuk bizzat anlattı. Bozok Salih kendisini tehdid edip, işten çektirmiş ve Salih, dört bin liraya orasını kapatmış. Sonra başka birinden öğrendim. Bu fiyata aldı­ğı bu araziyi, Evkafa seksen bin liraya satmış. Oh... Bir taşla iki kuş. Zaten yâran için bu arazi işi de bir vakitler kazançlı bir tica­ret yolu idi. Bir arsa alıyor, onu sefaretlere, hükümete dehşetli fi­yatlarla satıyorlardı.

Bu da Evkafa satılmış. Oraya mabet yapılacağı içinmiş. Evka­fa "Cami yapacağız" demişler... Bilmem nedense bu mabet ya­pılmadı. Yeni dinden de vaz geçildi. Yeni işittim. Mustafa Kemal birine söylemiş, "Bana dinde ıslâhat yapacak diyorlar..." Ne ise bu iş henüz muallâkta. Bu adama her yıl bir iki inkılâp lâzımdır. İş bulamayınca, belki bir gün bu işi yapar. Ben bunu o vakit işi­tince Türk Tarihi'nin Hindistan bahsini tab etmekte idim. Meş­hur Ekber Han da böyle bir şey yapmıştı. Bu vesile ile bunun Önüne geçmek için iyice düşünüp bu yeni din saçması aleyhine satırlar ilâve etmiştim. O bahiste okunsun. İhtimal bu tenkid önüne geçti.

Mustafa Kemal'in bir merakı daha var: Bakıyorum bunu bü­yük bir dikkatle takip ediyor. Mutlaka gazetelerde hergün ken­disinden bahsedilmek. Bir aralık gazetelerde makaleler yazdıra­rak kendisini meth ettirdi. Bir aralık nutuklarıyla sütunları dol­durttu. Bir aralık vecizelerini neşretti, bir aralık koca nutukla matbuatı işgal ettirdi. Her yıldönümünde askerî zaferlerini yaz­dırdı. Şimdi de Mahmut Siirt'e seyahatinde ve gazetecilerle olan muhaberelerini "Tarihe Büyük Hizmet Eden Vesikalar" unvanı altında neşrettiriyor. Zaten bu gazetenin başmakaleleri Mustafa Kemal'in Mahmut'a bizzat yazdırdığı makalelerdir. Halbuki bunlar hemen kamilen Mustafa Kemal'in şahsı, işlerini medihten ibarettir. Tarihe yarayacak bir yeri yok.

Bu cümleden olarak da, evvelce bir aralık "Hatırat" diye bir şeyler neşretmeğe başlamıştı. Bunlar Alman generali Lüdendrof kendisine Suriye'de rüşvet para vermiş, kabul etmemiş gibi şeylerdi. Bir iki neşretti. Alman ve İtalyan matbuatı cevap verip Gazi'mizi tenkid ettiler. Bunun üzerine derhal hatırat neşrinden vazgeçtiydi. Hem de gözönünde, hergün hadiselerin içinde olan birinin bu davada bulunması pek aykırı idi. Artık kendisine Pa­şa filân denemiyor, bu unvana tenezzül etmiyor. Sade Gazi haz­retleri veya Mustafa Kemal Hazretleri olmuştur. Fransa'da Cumhurreisi her Fransız gibi dömerg "Efendi" dir. Bizimki cumhurreisi ama, padişah cinsinden! Onlar gibi ad kullanıyor. Yine on­lar gibi kendisine mahsus bir bayrak da yaptı. Hangi binaya ve­ya gemiye girse oraya çekiyorlar. Padişahlardan farkı ne?

Bunları yazdı yazdı, artık sermaye kalmadı. Yaptıklarını şim­di bir düziye tekrar ediyor. Temcit pilâvı gibi oldu. Kabak tadı verdi. Artık kendisini medihte iflâs haline gelmiştir.

Gazetelerin, muharrirlerin sade bir şeyi var: Mustafa Kemal. Millet, Türkiye, Cihan, hep, o... Gazeteler hep onun methinden ibaret.

Matbuatımızın bu rezaletleri, bu millete büyük bir kara leke­dir. Bu matbuatı yüzlerce yaprak okuyunuz. Sade bir şey bulur­sunuz: Mustafa Kemal. Derler ki, ayının kırk türküsü varmış, hepsi de ahlat üzerine imiş. Tamam işte bu. Matbuat diye bu la­hana yaprakları, bu paçavralar olmasaydı daha iyi idi; böylesinin olmaması, olmasından hayırlıdır. Abdülhamid'e dahi bu kadarı yapılmamıştı. Fakat keder etmeğe lüzum yok. Çünkü bu matbuat milletin değildir. Millî umumî matbuat vefat etmiştir.

İş bununla da kalmadı. Bütün mektep kitaplarına şunları yazdırdı: "Gazi'yi severiz, milleti kurtardı. Bizi Arap harflerin­den kurtardı. O Türk millî kahramanıdır, ilh..." İlk mekteplerden Dârülfununa kadar, kitapların malûmatı bu. Tarih kitaplarında da hep bunlar. Bu kitaplarda Türk tarihini kendinden başlattı. Böyle hadise görülmemiştir. Mekteplerden din tedrisatını da ta­mamen kaldırdı.

 

Cumhuriyet Devrinin Perde Arkası , Dr. Rıza Nur

 

 
Devamını Oku »

Mevlânâ Hakkında Doğru Bilgiler



Mevlânâ Hakkında Doğru Bilgiler







Bilindiği gibi her yıl Aralık ayında Hazreti Mevlânâ’yı anma toplantıları düzenlendiği gibi Şeb-i Arus törenlerine de yer verilir. Öncelikle Konya’da icra edilen bu törene devlet ricali de tam kadro katılır.









Geçen yılın Aralık ayında, bir gün Üsküdar’da bir taksiye bindim. Araba biraz ilerleyince ön koltuğun arka cebindeki gazeteyi alıp okumaya başladım. Bu, 14 Aralık 2014 tarihli Habertürk gazetesiydi. Manşeti, “Şeb-i Arus’a Daha da Gitmem” şeklindeydi. Başlık ilgimi çektiği için haberin ayrıntılarını okumaya koyulmuştum ki, karayağız taksi şoförü birden arkaya dönüp “Dayı, gaste ne yazıyor?” diye sordu. Manşeti okuyarak Kılıçdaroğlu “Şeb-i Arus’a Daha da Gitmem” demiş cevabını verdim. Bir şey anlamayan şoför, “Nereye gitmeyecekmiş?” dedi. Yine “Şeb-i Arus’a” dedim. Bir şey söylemedi, yani sustu. Kim bilir, “Şeb-i Arus’u, belki de Şebinkarahisar zannetti. Yahut bu sözü ilk defa duyuyordu.

Haberin metni şöyleydi: “Kılıçdaroğlu, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez’i de eleştirdi. Görmez, hümanizmi tenkit eden bir konuşma yaptı, yadırgadım. Bir kere Mevlânâ’nın kendisi Hümanizm’dir, insan sevgisidir. Akıl tutulması yaşanıyor. Topluma bir şeyler dayatılıyor.”

Hemen belirtmek isterim ki sayın Kılıçdaroğlu’nun bu sözleri külliyen yanlıştır ve gönüller sultanı Hazreti Mevlânâ ile hiçbir ilgisi yoktur. Bütün sözlükler, bütün kaynaklar Hümanizmi “Eski Yunan ve Latin edebiyat ve felsefelerini en yüksek kültür örneği olarak ileri sürenlerin mesleklerine verilen isimdir. İnsanlık sevgisini en yüksek paye sayan felsefi doktrin, insancılık” diye tarif ediyor.

Allah aşkına söyleyiniz. Mevlânâ gibi, Cenab-ı Hakk’ı ve aziz Peygamber’ini yegane rehber kabul eden, ben Muhammed Muhtar (s.a.v.)’ın ayağının tozuyum diyen, Kur’an-ı Kerim’i başına taç edinen bir İslam bilgini, bir İslam mutasavvıfı, hiç eski Yunan felsefesini ve filozoflarını kendine örnek alır mı? İslam dini cihanşümul özelliğiyle ve güzelliğiyle ortada dururken ne idüğü belirsiz hümanizme ve bu doktrini en yüksek kültür örneği kabul eden adamlara ilgi duyar mı? Filozofların ve hümanistlerin birbirlerini tekzip eden saçma sapan sözlerine kulak verir mi. Bu büyük İslam aliminin felsefe için, “Silsile-i mükezzibin” nübüvvet için de, “silsile-i musaddikîn” denildiğini bilmediğini mi sanıyorsunuz. Hem güneş varken mum ışığı aramak akıl kârı mıdır?

Yeri gelmişken, Mevlana ve Mesnevi aşığı Tahirü’l- Mevlevi’den, konumuzla ilgili kısa bir iktibasda bulunmak istiyorum. Merhum diyor ki:

“Tasavvuf erbabı, felsefeyi ve müntesiplerini (bağlılarını) kabul etmiyor. Sırası geldikçe bu iki meslek arasında yakınlık bile olmadığını söylemekten geri durmuyor. Mesela, zahiri ve batıni ilimleri birleştirmek suretiyle hem medresede hem tekkede muhterem bir insan olarak tanınan Molla Cami, ‘Lehcetü’l-Esrar’ isimli kasidesinde, ‘Yunan filozoflarının hikmeti, nefsin ve hevanın verdiği vesvesedir. Ehl-i imanın hikmeti ise Peygamber’in buyurduklarıdır’ diyerek felsefe ile tasavvufun ayrı ve birbirine aykırı olduğunu açıktan açığa söylüyor. Yine o kaside de İbn-i Sina gibi bir dahi için, ‘Manevi rayihayı (kokuyu) Hazreti Ali’de ara. Ebû Ali’nin kokusu kerihtir!’ demekten çekinmiyor.”

Hazreti Mevlânâ’dan, bahs ederken, “filozof”, “hümanist” kelimelerini kullananların, “büyük Türk düşünürü ve hümanisti” diyenlerin sayısı eskiden daha fazlaydı. Özellikle Mevlana özel sayısı düzenleyen bazı dergilerde, böyle abuk subuk yazılara da yer veriliyordu. Kütüphanemde de “Mevlana Özel Sayısı” olarak çıkmış bir hayli dergi var. Bunların hemen hemen hepsinde ya cehalet sonucu olarak kaleme alınan veya kasten yazılan bu türlü yazılara da rastlıyoruz. Mesela Temmuz 1964 tarihli “Türk Yurdu” dergisi, “Mevlana Özel Sayısı” olarak göz dolduruyor. Mevlana ve Mevlevilikle ilgili bu yazıların büyük bölümü ilgiyle okunuyor. Yukarıda da belirttiğim gibi, bunların arasında aykırı ve yanlış yazılara da yer veriliyor. Mesela “Hümanist Mevlana”, “Mevlana ve Felsefesi” başlıklarıyla yayımlanan iki makale –maalesef- okuyucuya baştan sona yanlış bilgi veriyor.

İsterseniz bir özel sayıdan daha söz edeyim. 1943 tarihli “Konya Halkevi Kültür Dergisi Mevlana Özel Sayısı” da konuyla ilgili yazılara büyük  bir yer veriyor. Dergide Hasan Ali Yücel, Veled Çelebi İzbudak, Ömer Ferid Kam, Halid Ziya Uşaklıgil, Prof. Mehmet Ali Ayni, Mithat Bahari Beytur, Prof. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Tahir Olgun, İsmail Fenni Ertuğrul, İbnülemin Mahmut Kemal, Prof. Süheyl Ünver, Yaman Dede, Saadeddin Nüzhet Ergun gibi önemli yazarların makaleleri bulunuyor. Hakikaten zengin bir kaynak. Ayrıca Hazret’in filozof veya hümanist olduğunu iddia eden görüşlere yer verilmemiş. Adı geçen dergide beni rahatsız eden, sadece “Konya Halkevi, büyük ölünün ruhunu taziz eder” cümlesi oldu. “Büyük ölü” sözü Mevlana’ya hiç ama hiç yakışmıyor. Ben buna müsaadenizle “ölü cümle” demek istiyorum.

Mevlana’yı en doğru ve en güzel yine Mevlânâ tarif ettiğine göre, sahih Mesnevi şerhlerini  büyük bir dikkatle okumak gerekiyor. İsterseniz birkaç “şarih” ismi vereyim:

Abidin Paşa, Tahirül-Mevlevi, Ahmet Avni Konuk, Şefik Can…

 

Dursun Gürlek



Devamını Oku »

Lozan Zafer Mi Hezimet Mi?


Lozan Zafer Mi Hezimet Mi?










***

Bu an­laş­ma­nın ken­di­le­ri­ni pa­ha­lı ve be­de­li ağır ola­cak as­ke­ri se­çe­nek­ten kur­tar­dı­ğı­nı söy­lü­yor.  Bu­nun­la bir­lik­te tas­lak an­laş­ma­nın iki ül­ke ara­sın­da­ki buz­la­rı erit­me­di­ği­ni ve gü­ven­siz­li­ği or­ta­dan kal­dır­ma­dı­ğı­nı söy­lü­yor. Ha­zi­ra­n’­da fi­nal an­laş­ma­ya ula­şa­cak­la­rı­nı ve bu an­laş­may­la bir­lik­te müt­te­fik­le­ri­nin ve dün­ya­nın da­ha gü­ven­li ha­le ge­le­ce­ği­ni var­say­mak­ta­dır. Bu­nun hüs­nü ku­run­tu  ne­vin­den ol­du­ğu bir ger­çek.  İran da­ha nük­le­er güç ol­ma­dan böl­ge­yi ka­sıp ka­vu­ru­yor.  Kon­van­si­yo­nel tak­tik­ler­le ve si­lah­lar­la za­ten böl­ge­nin gü­ven­li­ği­ni ih­lal edi­yor. Ki­mi li­der­le­ri­ne gö­re Bush ve Oba­ma sa­ye­sin­de  im­pa­ra­tor­lu­ğu­nu kur­du bi­le.  Bu­nun­la bir­lik­te Ba­tı­lı­lar, İs­ra­il’­e iliş­me­dik­çe İra­n’­ın ya­yı­la­bi­le­ce­ği ka­dar ya­yıl­ma hak­kı ol­du­ğu­nu tes­lim edi­yor­lar.  Bu an­lam­da İran ile Ba­tı­lı ül­ke­ler ara­sın­da va­rı­lan bu ön an­laş­ma İs­lam dün­ya­sı ve böl­ge açı­sın­dan hiç­bir de­ğer ta­şı­mı­yor. Ke­en­lem­ye­kün hük­mün­de.   Son sı­ra­lar­da an­la­şıl­dı ki ön­ce­lik­li ola­rak İran Ba­tı ve İs­ra­il’­e de­ğil İs­lam dün­ya­sı­na yö­ne­lik ola­rak bir teh­dit­tir.  Bu teh­di­din nük­le­er bo­yu­tu­na yö­ne­lik ola­rak iz­len­me­si ge­re­ken yol bel­li­dir. Böl­ge­nin ve Sün­ni kit­le­le­rin nük­le­er si­lah edin­me­le­ri şart­tır.  Böl­ge­de İran ve İs­ra­il sa­de­ce ken­di­le­ri­ni tem­sil edi­yor­lar.   Var­sa ara­la­rın­da­ki kav­ga­nın, İs­lam dün­ya­sı na­mı­na ol­ma­dı­ğı ke­sin­dir. İran­lı­la­ra kim­se bu ko­nu­da bir yet­ki ver­me­miş­tir.

***

Nük­le­er me­se­le ve sı­nır so­run­la­rı böl­ge­sel çer­çe­ve­de çö­zül­me­li­dir. Bu şu de­mek olu­yor: 5+1 ül­ke­le­ri­nin İran ile var­dık­la­rı ve va­ra­cak­la­rı an­laş­ma bi­zi hiç­bir şe­kil­de il­gi­len­dir­mi­yor ve bağ­la­mı­yor.  İs­lam dün­ya­sı ken­di gö­be­ği­ni ken­di kes­me­li­dir. Bu­nun açı­lı­mı da şu­dur: İs­lam dün­ya­sı ken­di bom­ba­sı­nı üret­me­li­dir. Ab­dul­lah Fehd Ne­fi­si­’nin ifa­de et­ti­ği gi­bi Pa­kis­ta­n’­la bir­lik­te Tür­ki­ye ve Suu­di Ara­bis­tan gi­bi ül­ke­ler nük­le­er ku­lü­be üye ol­ma­lı­dır. Kim­se he­le Oba­ma bi­zim ve­ki­li­miz hiç de­ğil­dir.   Üze­ri­mi­ze dü­şen ken­di hu­ku­ku­mu­zu ko­ru­mak ve dos­ta düş­ma­na cay­dı­rı­cı­lı­ğı­mı­zı gös­ter­mek­tir. Yok­sa Ame­ri­ka­lı­la­rın var­mak is­te­dik­le­ri so­nuç bel­li­dir. Bir za­man­lar Sad­dam Hü­se­yi­n’­i Kör­fez ül­ke­le­ri­ne kar­şı  bay­kuş ola­rak kul­lan­mış­lar­dır. Şim­di de İra­n’­ı ay­nı ga­ye için bir kez da­ha kul­la­nı­yor­lar.  İran nük­le­er si­lah edin­se bi­le on­lar için gam de­ğil, bi­ze söy­le­ye­cek­le­ri şu­dur: Bi­zim hi­ma­ye­mi­ze gi­rin ge­ri­si­ni me­rak et­me­yin. İra­n’­ın nük­le­er si­lah­la­rı bi­zi il­gi­len­dir­mi­yor da ne­den Al­man­la­rı il­gi­len­di­ri­yor? Ola­cak şey mi­dir?  Se­nar­yo bel­li­dir: İran Ku­zey Ko­re gi­bi nük­le­er bir güç olur­ken biz­ler ise Gü­ney Ko­re gi­bi Ba­tı şem­si­ye­si al­tın­da vas­sal bir var­lık ha­li­ne ge­le­ce­ğiz.  İran Ku­zey Ko­re ör­ne­ğin­den fark­lı ola­rak dün­ya pi­ya­sa­la­rı­na da açıl­mak is­te­ye­cek­tir.  Ku­zey Ko­re­’den fark­lı ola­rak böl­ge­de Ba­tı­’nın gü­ve­ni­lir jan­dar­ma­sı ola­rak siv­ril­mek is­te­ye­cek­tir. Pa­zar­lık­la­rı bu yön­de.  Bu yö­nüy­le İs­lam dün­ya­sı ken­di aya­ğı üze­rin­de dur­ma­lı­dır.  İra­n’­ın nük­le­er teh­di­di de ya­yıl­ma­cı­lık teh­di­di de böl­ge­sel ola­rak çö­zül­mek du­ru­mun­da­dır. Bu yö­nüy­le Suu­di Ara­bis­ta­n’­ın bek­len­me­dik Ye­men ope­ras­yo­nu İra­n’­ın ve ona bel bağ­la­yan güç­le­rin he­sap­la­rı­nı boz­muş­tur.  Arap­la­rın mil­li kim­lik­le­ri İs­lam ile yoğ­rul­muş­tur, ka­rıl­mış­tır. Baş­ka var­lık­la­rı yok­tur. Türk­le­rin de öy­le­dir. Ama İran­lı­la­rın de­ğil­dir. On­lar ca­hi­li­yet­le­ri üze­rin­den ci­han­gir ol­mak is­ti­yor­lar. Biz ise an­cak İs­la­m’­a sa­rı­lır­sak pa­yi­dar ola­bi­li­riz.

Ya­hu­di­ler ise her çığ­lı­ğı aleyh­le­rin­de var­sa­yı­yor­lar.  Pers­ler gi­bi tat­min­siz ve alarm­cı bir mil­let­tir.  Bu ne­den­le de Ne­tan­ya­hu gi­bi­ler Lo­za­n’­ı he­zi­met ola­rak gör­mek­te ve onun öte­sin­de İs­ra­il’­in ta­bu­tu­na son çi­vi ola­rak tas­vir et­mek­te­dir­ler. Oy­sa ki,  Oba­ma bu an­laş­may­la bir­lik­te İra­n’­ın nük­le­er si­la­ha ulaş­ma yo­lu­nu kes­tik­le­ri­ni ifa­de et­mek­te­dir. Ya­hu­di­le­rin hu­yu­dur; Her an­laş­ma­dan ken­di­le­ri­ne bir pay çı­kar­mak is­ter­ler. Bu­ra­da da diş ki­ra­sı is­ti­yor­lar. Bu an­laş­may­la bir­lik­te İs­ra­il’­in var­lı­ğı­nın teh­dit al­tı­na gir­di­ği­ni ön­gö­rü­yor­lar.  Bu du­rum­da Lo­zan Oba­ma­’nın za­fe­ri, Ne­tan­ya­hu­’nun he­zi­me­ti olu­yor! Pe­ki!  İran için ne an­la­ma ge­li­yor?  O da bü­yük şey­tan­la bü­yük müt­te­fik ol­ma yo­lun­da yü­rü­yor. Hep­si­nin yü­zü­ne ib­lis­ler tü­ne­miş du­rum­da.

 



Devamını Oku »

"Fert yok, cemiyet var!”

"Fert yok, cemiyet var!” Pozitivizm, hakikati deneylere, pragmatizm menfaate, sosyolojizm ise onu cemiyete esir etmektedir. Bu sistemler hiçbir şeyi izah etmiş değillerdir. Onlar, ruhun görüş ve duyuş ufuklarının daraltılmasından doğmuşturlar. Ruh için bir iktidarsızlığın ifadesi oluyorlar. Pozitivizm, ruhu yalnız zekâdan ibaret farzederek duyguların ve iradenin varlığına hakikatler araştırmada değer vermiyor. İç hayatımızın en derin kaynaklarının onlarda bulunduğundan gaflet gösteriyor. Zekâyı da sistemli bir şekilde duyulara (görme, işitme, koklama, tadma ve dokunma) bağlıyor.

Pragmatizm, menfaate bağlı olmıyan bilgilerin doğuşunu izah etmekten âciz kalıyor. Fikirle işi birbirinden ayırdetmiyor. Fikirden iş çıkartacak yerde onu işin emrinde hizmetkâr yapıyor.

Sosyolojizm ise cemiyet halinde yaşayışımızın ortaya çıkardığı bir takım zaruretleri, zihin için birer ilke (prensip) haline koymakta müthiş bir meharet gösterdi.

İşin doğrusu şudur ki, biz kâinatı her tarafında tam bir nizam içinde tasarlıyoruz. Ferdin bu tasarımını cemiyet bozmuyor. Aynı görüşe tâbi oluyor. Fakat cemiyet bununla kalmıyarak, Dürkeym'in iddiasında, bu kâinat nizamının tasarımını kendine malediyor, onun, kendisinin eseri olduğu iddiası meydana çıkıyor. Hatta ahlâki yaşayışımızın nizam içinde akışına bakarak bu iddia sahipleri, yahudi maharetile, ahlâklılığın, cemiyet tarafından meydana getirilmiş bir değer olduğunu söyliyecek kadar ileri gittiler ve bundan insan ruhunun katli hususunda kurnazca bir fetva çıkardılar:

"Fert yok, cemiyet var!”

 

Nurettin Topçu,Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Evrensel Hüküm

Şüphesiz ki, yıldızların hareketiyle kalbin gizli hareketlerini idare eden aynı kanundur. Bir ucu sonsuz kâinata, öbür ucu insa­nın kalbine dayanan bu evrensel hüküm, akla durgunluk verecek kadar kudretle hâkim olduğu halde, onun altında, ondaki müthiş nizâma aykırı nice olaylar görülüyor. Kâinatımız asıl bu sonuncu­ların mahşeridir ve akıl onların varlığına mâna verememektedir. Sanki onlar, ne asla çözülemiyecek bir muamma olsunlar, ne var­lığın mânasını ebediyyen gizlesinler diye ortaya koyulmuşlardır. Temel yapısı ile muhteşem nizâm içinde kurulu olduğu halde bir­çok çelişmeler, nizâma aykırılıklar ve manasızlıklarla yüklü olan bu kâinatın içinde insan, ondaki durumun tıpkısına sahiptir. O da kalbinin evrensel kanunlarıyla yaratıldığı halde bütün hareketle­rinde çelişmeler, nizâma karşı koyan kuvvetler ve aldın tahammül etmediği nice mânasızlıklar yaşatmaktadır. Kâinatımızda hâkim bulunan çelişmeler ve mânasızlıkları düşünürken görüyoruz ki:

Varlığın var ölüşüyle yokettiğini zannettiğimiz yokluk, her yerde varlığa saldırıyor ve her varlığı günün birinde mutlaka pen­çesine geçiriyor; ölüm daima hayatı kovalıyor; sonsuzluk kendinde son fikrini taşıyor ve iradenin her yorulduğu yerde onu karşımıza çıkarıyor; karanlık aydınlığı kovalıyor; yaşayanlar ölülerden gıdalanıyor.

Aklı her an hayrette koymaya kabiliyetli olan büyük kâinat nizâmının ta göbeğinde barınan bu nizâma aykırılıklarla çelişmelerin eşdeğerleri insanın da yaradılışında ve yaşayışında görülüyor. Kalbin ebedi ve değişmez kanununun yanında onu yerin dibine batıran nice kanunsuzluklar, mânasızlıklar ve bed­baht çelişmeler vardır. Onların da bazılarını sıralayalım:

Kalple kafa arasındaki çatışmalardan bunalımlar doğuyor. Bazan duygularımız düşüncenin ağırlığını sonsuz bir şekilde geçiyorlar. Bazan da onu çiğniyor veya reddediyorlar. Akıl yürütmeleri­mizin sebebini icadeden, bu sebepleri yaratan hislerimizdir. Yine duygular, olmayanı var gibi gösteriyorlar. En yüksek heyecan aklı kovuyor, aklın hakikat dediğini yerden yere vuruyor ve biz, aklın sultanı olmakla övünen insan, yalnız hislerimize kalbimizde yer veriyor ve onları kutsallaştırıyoruz.

Ellerle emeller arasındaki pek aşırı mesafe farkı elem yaratı­yor. İnsanın, çok kere ihtirasla, bazan boynu bükük gönülle iste­dikleriyle elde ettikleri ve yapabildikleri arasındaki büyük fark, elde ettiklerinin dilediklerine göre hemen hemen hiç denecek kadar azlığı, sefaletlerinin iradesinde barınan sebebidir.

Hayatın birbirini kovalayan ve hep bir evvelkini yıkan çağla­rı arasındaki çalkantılar, gençliğin çocukluktaki sâfıyete hasreti, ihtiyarlığın, erginlik yaşının kuvvetlerini kurutucu yıkılışı, hayat savaşında ve fizyolojik ihtiyaçla birbirini tamalayan iki cinsi ida­re eden ruh yapıları arasındaki uçurum, erkekle kadının, birlikte yaşamaya mahkûm olduğu kadar birbirine zıt ruh halleri yaşıyan bu iki yaratığın uçurumun iki yanında yer almış olması, hep bir­birini kovalayan ve bazan biri öbürünü aratacak kadar derinleşen ıstırapların sebebi olmaktadır.

Her tarafına haz ve saadet vasıtaları serpilen bir dünyada insan hayatında acılarla ıstırapların yarışırcasına birbirini kovalamaları, dünyamızı tahammülü güç bir aldatılma sahnesi haline koymak­tadır.

Düşünen her insanı hayrette bırakmaya yeterli olan bir nizâmı barındıran dünyamızda zâlimle mazlumun, hainle merhametlinin yanyana ve çok kere elele yaşamaya mahkûm oluşları, yaratılışın affedilmez insafsızlığını temsil eder gibi görünüyor.

İnsan kalbinin sığındığı en büyük ihtiyaç adalet olduğu halde dünyamız, birbirine zulüm yapmakla yaşayan insanların saadetiyle değerli olmaktadır.

Yaratılışıyla yalnız yaşayamayan insan yine insanlardan duy­duğu nefretlerin doğurduğu bunalımlarla çok kere insanlar arasın­da veya insanlardan kaçıp yalnız yaşayacak köşe aramaktadır.

Ebediliğe susamış gönülle yaşayan insan, hayatın güya ebe­diliğe götüren her adımında sahip oklukları varlıkları birer birer kaybetmeğe, sonunda hepsini ve herşeyi birden bırakarak ölümün kucağına atılmaya mahkûmdur. Kendinde sonsuzluk vehmini yaşatan zaman akımı, her an verdiğini yine her an elimizden alıyor. Halbuki insan, kendini çeviren kâinatın bir tutamdan fazlasına sahip olmadığı halde onun bir zerresini fedaya razı değildir, ölen insan, sâde kendi sahip olduklarını değil, dünyanın bütününü kay­bediyor demektir. Bunun için ölüm, fert olan varlığın son bulma­sından ibaret bir eriyiş, bir sönme, bir işini bitirme olayından çok fazla bir şey, ebedî bir hüsran darbesidir.

Her varlığa bağlanan ve dünyalara sığmayan her ümidin arka­sında yokluk gizlidir. Sonsuzluk isteğinin iradenin en küçük zerre­sini bile doldurduğu bu dünyada herşey fâniliğe koşmaktadır.

İyilikle fenalığı yanyana barındıran dünyamızda fenalık her zaman iyiliğe üstün gelmiş ve fenalar iyileri ezmiştir. Bedenler her zaman ruhlara düşman yaşamış, katı eller her devirde narin kalp­leri hançerlemişlerdir.

Kuvvetle aşkı da yanyana yaşatan bu âlemde kuvvetin hisse­sinde zevk ve saadetler sunulmuş, aşkın her zaman nasibi ıstırap olmuştur.

Kalp şeffaf bir ayna yapısındayken onun üstüne yüzlerce perde örtülmüş insanların çoğu bütün ömürlerince kalplerinde gizlenen samimiyete hasret yaşamışlardır. Kendi varlığını yine kendi kalbi­ne mezar yapan yaratığın bu hali, insan sefaletlerinin hem de en müthişidir. İlâhi emanetlerin hepsini kendinde barındırdığı hal­de onları kullanamayan kalbin katilleri bütün insanlardır, bütün cemiyettir, belki de bütün zekâmızdır.

Hep kuvveti alkışlamaktan usanmayan insanlık, kuvvetlinin hazzına hak adını vermiş ve onu kutsal bir örtüyle örterek kâbi haline koymuş, nesiller boyunca gelenekler onun kutsallığına bağ­lanmışlardır.

Beş duyunun bağlandığı dış dünya, aslında bizim duyuları­mızla vücut verdiğimiz bir hayâl olduğu halde, ona gerçek gözüyle bakan insanda, olanla olamayanın, hayâl ile hakikatin çatışmaları ruhları harab etmektedir.

Bunlar, insanın yeryüzündeki sefaletleriyle ıstıraplarının baş­lıca sebepleridir. Hayatı zehirleyen, dünyadan ezel! şikâyet fer­yatları çıkartan bu sebepler, giderilmesi kabil olmayan fenalıklar­dır. Çünkü hiçbir zaman bunlardan ayrılamayan dünya hayatının ağır yükünü teşkil eden elem ve acıların sebebi, arzuların giderilmeyişinden ibaret değildir. Onu iradenin yapısına bağlayanlar da yanılıyorlar. Onlarca, bir gayeye doğru giderken harcanan sürekli çabalar elem ve acılar yaratmaktadır. Gayeye ulaşınca duyulan sevinç geçici oluyor ve bir başarı, bir tatmin onu elde eden insanda daha büyük bir emel doğuruyor. Bu sonuncuya ulaşmak için harca­nan çabalar daha büyük elem ve ıstırap yaratıyorlar. Böylece hayat, başından sonuna kadar birbirine zincirlenen elemlerin toplamı olmaktadır. Bu görüş doğru değildir. Eğer hayatın sahnesi içinde çaba harcayan ferdi kuşatan şartlar onu ezecek yerde doyum verici olsaydı, çaba elemle dolmayacaktı. İnşam asıl ezen, yaşamak için yaşamanın azabıdır. Bunda hayatın kendisi zâlim olmaktadır. Bir cellâdın okşayışlarından doğacak neşenin gücü ve değeri ne olabi­lir? İstırabın sebebi, herşeyi karamsayan ruh yapısının mecalsizliği de değildir.

Asıl sebep, hayatı elemli yapan esaslı facia, insanın yapısı ile içinde yaşadığı âlemin çatışmasıdır. Yıldızlarıyla insa­nı çevreleyip kuşatan dışındaki dünyanın ve cemiyet hayatının nizâmı ile kendi iç yapısının kanunları arasındaki çatışma bunca sefaletlerin, hayatı dolduran acılarla ıstırapların sebebi olmaktadır. Zenginliğiyle gözleri kamaştıran bu kâinatta biz, bir büyük zengi­nin evine aldığı hizmetçilere benziyoruz. Sevinerek işe başlıyoruz. Orada bir Ömür boyunca kullandığımız ve el sürdüğümüz şeylerin bizim olmadığını ve nihayet onun mirasına da konma ümidimiz olmadığını görüp denedikten ve buna inandıktan sonra ıstırabımız ağır oluyor. Tahlil edilse asılsızlığı kolayca meydana çıkacak müp­hem ümitlerle bir müddet oyalanabiliyoruz. Ümitlerin söndüğü yerde doğan hiç teselli bulmaz acılar, hayranlıkla başladığımız hayat seyahatini, adeta utancından bir avuç toprağa girme isteğiy­le nihayetlendiriyor. Lâkin her varlığın koşarak hiçliğin kucağına atıldığı bu âlemde sonsuzluk inancıyla beslenen ebedî emeller var; gençlik, aşk, ruhu doyuran "faziletler ve hayatı yaşamaya değer­li yapan saadet hâzineleri var. Böyle bir dünyanın mânasızlığını iddia etmek gülünç değilse de, hem akim, hem de kalbin huzurun­da imkânsız görünüyor.

Hareket, VI/71, Kasım 1971.

Nurettin Topçu, İslam Ve İnsan
Devamını Oku »

Kalp

Bizde gizlenmiş bir Allah sesi var; ona kalp diyoruz. Onun yapısı ar­zu ve haset olan etle, zulüm ve kuvvet olan kemikden başkadır. Onla­ra büsbütün yabancı olan kalp, çok kere aşk ve hayranlıkdır. Her adımda acılara ulaştırdığı için hayata dost olur. Bunca acının da yetmediğini, elemin elem doğurmasından sarhoş olduğunu söyler. Bazan da o merhamettir. Aklın nefretle nisyana attığını, unutarak bir köşe­sinde kararttığını her yad edişte eriyen kalp değil midir? Geçmişte ya­şanan elemlerle aziz ve rahim olan da kalp değil midir? Akın dıştan tanıyanı içsel kaynaşma yaparak tanıyanla tanınanı aynı ışıkda birleş­tiren de kalpdir. Pascal'ın dediği gibi, "kalbin öyle akılları var ki akıl onlardan hiç habersizdir."

Filhakika kalp ile tanıdıklarımızdan çoğu kere aklın haberi olmuyor. Akıl daha başlanglıçta iken, kalp işini biti­riyor bile. Akıl bekliyor ki duyumlar alınsın, deliller toplansın, öncül­lerden sonuç çıkarılın. Tenkid harekete geçsin; tercihler yapılsın; gerçekle zaruretin üzerinde durulsun. Kalp ise içten bir temas ve bir işaretle çokdan bu mesafeyi aşmıştır. Kalbi anlamayan zavallıların hayrette kaldığı bu yetinin, sonsuzluğa uçuran ilham kanadı olduğunu niceleri söylememiş mi? O bizde ilahi lutf olan sezgi kuvvetidir. Kalp, dostluğun tükenmek bilmez kaynağıdır. Verdikçe verme ihtisa­sını artırır, sevdikçe sevme iştiyakını taşırır. Kalp, sonu olmayan gençliktir; korku bilmeyen ölümsüzlüktür. Korkusuz yaratıldığı için onun kini ve kıskançlığı da yoktur.

Sonsuzlukda yaşadığından fani hazları ve ezici istekleri tanımaz. Mukaddesatın kaynağı kalpdir ve ancak bir kalp huzurunda hürmet duyulur. Tövbe, aklın sapkınlıklarından kurtularak kalbe sığınmaktır. İbadet, kendi kalbine çevrilmek­tir; bedenin ve bütün isteklerin kalbe dolmasıdır. Kalp ile yapılmayan ibadet, faydasız bir yorgunluktur; belki bir alışkanlık ve kor bir itaat­tir. Allaha açılan kapı, kalbin kapısıdır. Kalpler, Allahın göründüğü yerdir. Kalp, gerçek imanın yoludur. Kalp ile günah işlenmez. Din ilmi, kalp ilmidir. Taasup, kalbe garazkarlıktır; onun başladığı yerde din biter. Kalp ile okunmayan Kur'an’dan kim ne anladı? Kur'an’da, sonsuzluğu dolduran kalbi bulmayan, büyük Kitab’ı hiç anlamamıştır. Cenneti, fani isteklerden sıyrılmış saf kalpde aramayıp da bazı beden hareketlerinin karşılığı olarak satın almaya hazırlananlar, hiylekar bezirganlara benzerler. Onlar, kalpdeki cennet neşvesini hiç bir za­man tatmayacaklardır.

Taassup sahipleri gibi, bütün ömrünü kalbin­den habersiz geçiren hüner ve zeka adamları yok mu? İşte onlar, kan­ları donmuş, kaskatı kesilmiş ölü ruhlardır. Kalbin keşifleri, aklın bu­luşları gibi dört basamaklı ve sınırlı değildir; onun namütenahi dere­celeri vardır. Her şeyden şüphe edilir, kalpden şüphe edilmez. Herşeyi kırmak caiz olur, kalbi kırmak cinayettir.

Fetihlerin en güzeli, kalple­rin fethidir. Rousseau tabiatta kendi kalbini buluyordu. Ne mutlu kal­bini bütün alem yapanlara! Son nefesine kadar kalbini aklın şerlerin­den koruyabilen insan, insanların en bahtiyarıdır. İnsanın asıl hüneri, kalbini kullanabilmektir; kalbin emirlerine uymasını bilmektir. Dün­ya, kalbin emirlerine asi şeytanlarla doludur. Bu şeytanların işareti sa­na akılsızlık gibi geliyor. Bu ise senin zaif oluşundandır. Siyaset de­nilen, dostluğa karşı kullanılan zeka, kalblerin katledilmesinden başka bir şey midir? Kurnazın  kazandığı fani bir nesne, kaybı ise kalbin ku­cakladığı bütün bir kainattır. Kalpsizlikle elde edilen kazanç, kayıpların  telafi edilmez olanıdır. Kurnaz ne bilir neyi kaybettiğini.

Kalbin, insanlardan çektiği bunca çilelere rağmen insan oğluna hiz­metten usanmayışının hikmetine şaşacaksın belki. Bu insan sürüsünün sefaleti içinde hiçe eşit değersizliğini bildiği halde onun, başı yere eğik, küçülmüş halini alçalış sanma sakın. O bilir ki hayâ hikmetle beraberdir; hizmetse kalbin en büyük emridir. Kalbin akıl almaz fedakârlığına ne isim vereceksin? Nefsine ait korkularınla başkalarına çevrilen zaafların seni şaşırtmaya yeter. Açlarla sefillerin yanında olmanın sevincini sen ne bilirsin? Kalbin dilinden anlarsan onu murada ermiş bir kalbe sor. Kalp dilinden anlamayanlarla bütün bir ömür bo­şuna konuştun. Bu insanlar arasında beni bunalmış görürsen, onda kalp sözü duymadığındandır. Bilgi kalbe diken olduktan soma, di­kenden sakınan gül olmak daha iyi idi. Vay güllerle, ağaçlarla, kurt­larla, kuşlarla konuşamayanların haline! Rüzgârların, derelerin ve dağların dilinden anlamayan, cehennemi uzak bir akıbette aramasın sakın. Kalbin emirleri bir zorbadan, bir zenginden, bir hasetten alınır mı sanırsın? Onun emirleri nazenin bir ağaçlan, hıçkıran bir kuştan, ağlayan bir dereden alınır.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »