Osmanlı'nın Feth Ettiği Topraklarda Hak ve Adalet Getirmesi

Osmanlı'nın Feth Ettiği Topraklarda  Hak ve Adalet Getirmesi

Osmanlı istilâ ve fütûhâtını sevk ve idâre eden tevhit rûhu, dededen babaya, babadan oğula, askere, serdara, halktan idâreciye, vezirinden pâdişâha ka­dar hâkim olan bir hak ve adâlet şuuru idi.

Müslüman-Türk, yediden yetmişe maya tutmuş bu anlayışın istilâ ve fetheylediği ülkelere getirdiği hak ve adâlet terâzisi ile daha batı, insan haklarına saygı diye bir anlayışı henüz aklına dahi getirmeden, insan haklarının kaynağından içtiği prensipleri nazari olarak bırakmayıp bir laboratuvar titizliği ile hâ­kim olduğu her yerde tatbik eylemek üstünlüğünü göstermiştir. Zira Müslüman-Türk için insan haklarına saygı, tenefüs ettiği hava, içtiği su kadar tabiî bir anlayışın sarûrî neticesi demektir, öyle ki batıda bü­yük çekişmeler ile ancak 1215’de çıkarılan beyannâmelerle insan hak ve hürriyetine duyulan saygı anlayışına karşılık, Islâmiyetin bu mevzûdaki hassasiyeti daha Hz. Peygamber zamânında hazırlanmış olan Medine Anayasası ve Vedâ Hutbesi ile yâni insana hak ve hürriyet bildirisi diyebileceğimiz beyanlar, sünnet ve hadislerle tespit ve tâyin edilmiştir. Doç. Dr. Ahmet Akgündüz’ün, Eski Anayasa Hukuku ve Islâm Anayasası kitabında da bildirdiğine göre,Müslüman-Turk’ün bu idrâke varabilmesi için batıda ol­duğu gibi uzun çekişmeler ve zikzaklı bir devir geçir­diği söylenemez.

Zira İslâm'ın zuhuru ile başlamış olan bu anlayış, daha Peygamber zamanından îtibâren yürürlüğe gir­miş ve tökezlenmeden sürüp gitmiş, ama arada ak­saklıklar olmamış mıdır? Bugün dahi bir müslüman için insan hürriyet ve hakkına riâyet ve saygı bir emr i zaruri demektir. Ne ki noksanlarla mâlûl olan insan oğlu bu gerçeği batının malı zannederek hatâya düşse dahi bu mevzii bozukluklar kaideye diş geçir­mekten çok uzaktır.

Şu halde Islâm ümmetlerinin elindeki endâze ile boy ölçüşemeden, batının, yıllar süren aksak gidişi ile varabileceği merhaleye İslâm, asırlar evvel ulaşıp ça­dırını kurarak içine yerleşmiştir. İşte bu çadırdan ta­şan hak ve adalet dolayısıyla Osmanlı Türkleri istîlâ ve fetihlerinde kazandıkları zaferleri, bir de celâdet ve kahramanlıklarla birleştirince yeryüzüne bir Orta­çağ medeniyetinin anlı şanlı âbidesini kurmaktan geri kalmamıştır.



Samiha Ayverdi,Dünden Bugüne Ne Kalmıştır?
Devamını Oku »

Türk'lerin İmar ve İhyâ Ettiği Şehirlerden Bir Şehir Olan 'Belgrat'


Türk, aklının ve gönlünün takılıp kaldığı ülkele­rin hasretini çekerken nasıl olur da onları unutabilir?

İşte gene İstanbul’un yanı başındaki Belgrat Orman­ları...

Şehri kucaklayan bu ormanı, isim bulamamış gi­bi, Belgrat adı ile çağırmak ne kadar mânîdar...

Belgrat... Bir zamanlar tuğların dikildiği, ordula­rın hareket noktası olarak kaynayan Dârülcihat adlı şehir...

Türklerin bir sevgiliye hayran olur gibi gönül ko­yup Dârülcihat diye adlandırdıkları Belgrat da yine gözleri sonsuz ufuklara dikilmiş ordular için bir atla-ma taşı olmuş bulunuyordu. Nitekim Kânuni Sultan Süleyman'ın cülûsunun altıncı senesinde garba doğru çıktırdığı ordulurı, dört aylık bir uruştan sonra bu şehri de imparatorluk hudutları içine almıştı.Belgrat, Türklerin eline geçmeden evvel, küçük, bakımsız bir kasaba olduğu halde Osmanlı kılıcı bu beldeyi genişletmiş, îmar etmiş ve Balkanların en gözde şehirlerinden biri hâline getirmiştir.

İşte Türk kılıcının açıp Türk medeniyetinin îmar ve ihyâ ettiği şehirlerden bir şehir olan Belgrat’ın fet­hinden yüz elli sene sonra, gördüklerini bir ressam fırçası sadâkatiyle çizen Evliya Çelebi, karşımıza can­lı ve ihtişamlı bir medeniyet tablosu koyar. Süleyman Hân Câmiinin minâresine çıkıp bu “şehr-i azîme na­zar ettiğinde” karşısına serilen panorama, akıl durdu­racak bir azamettedir. Her biri yüzler ile sayılan imâ-retler, medreseler, mektepler, çeşmeler, sebiller, çar­şılar, pazarlar, hanlar, kervansaraylar, hamamlar, saraylar ile bu şehir artık, bir medeniyet merkezi, Türk medeniyetinin îmar ettiği bir cennet köşesidir.

Çarşı ve pazarlarında dört bine yakın dükkân ve yirmiden fazla han vardır. Birer amme hizmeti mües-sesesi olan kervansaraylarında ise, bir ay misâfır ka­lanlar dahi hayrat sâhibine hayır duâdan gayri bir habbe ödemeden konup göçerler.

Hele Sokollu Kervansarayı, altlı üstlü yüz altmış odası bulunan ocaklı, develikli, ahırlı ve kale misâli demir kapılı bir kârgir binâdır ki her gece kapıcıları ve bekçileri davul çalarak kapılarını örterler. Kapısı­nın üstünde “Bu kervansaraya konan oldu hep revan” yazısı da târihidir.

Orta Hamam, Süleyman Ağa Hamamı, Aşağı Ha­mam, Çukur Hamam, Çinili Hamam, Bayram Bey Hamamı’ndan gayrı, iki yüze yakın hânedan sarayı­nın her birinde, temizliği îmânın yanına koymuş bir cemiyetin suya olan aşkını gösteren hârikulâde zarif ve sanatlı hamamlar da vardı.Evliya Çelebi, kaleden baktığı zaman 400 kubbe saydığını söyler.Biz ise 1969 haziranında yaptığımız bir seyahatte bunlardan,bir tanesini dahi göremedik.

Parkın ortasında Mora Fâtihı Sadrâzam Ali Paşa’nın türbesi var. Belgrat Kalesine hala Kale Meydan diyorlar.Tunâ ve Sava’nın kesiştiği noktada oluşu da Belgratı bir transit ticaret merkezi yapıvermiş ve Balkanların çetin kışları Tuna’yı dopduruncaya kadar gemiler bu merkezle alışverişte bir karınca yuvası gibi işlekliğini muhafaza etmişti.

Kış bastırıp Tuna’nın doğduğu zamanlar ise, dış pazarlar ile ahş veriş kesildiğinden, bu defa iç piyasa hararetlenir,şaftlar artar, eğlenceler bollaşır, sıcak divanhanelerde ziyafetler çekilir, şenlikler ziyâdeleşir, öyle ki, bir ziyafette misafire çıkarılan tatlı nev’i,şâyet on türlüden eksik olursa, o davet sahibi yeni bir davet çekmek zorundadır

Değil eli açık kapısı dayalı hânedan saraylarında, halk arasında dahi refah ve hayat seviyesi öyle istikrarlı ve kıvamh bir ölçüye varmıştır ki, îktisadi, idâri ve sosyal meselelerini halledip yerli yerine oturmuş birr cemiyet bağrında gidişen enerjiyi ancak medeniyet hamleleriyle yatıştırabilir. İşte bunun için de memleket coğrafyası baştan aşağı müze şehirler ile donanmıştır.Belgrat da bunlardan bindir.

Burada, Türk medeniyetini abideleştiren her eserin cismi kadar ismi de ne kadar yerli, ne kadar mahalli, ne kadar şahsidir. Hatta mahallelerin ve sokak­ların adları bile o yekpare medeniyet manzumesinin birer hecesi gibidir.Bayram Bey,Eynehan Bey,Yımış Ağa,Namazgah,EmirHüseyin Ovacık,Taşlık Çıksalın….



Samiha Ayverdi,Dünden Bugüne Ne Kalmıştır ?
Devamını Oku »

Fatih Sultan Mehmed'in Medeni ve İnsan-i Tutumu

Fatih Sultan Mehmed'in Medeni ve İnsan-i Tutumu

Yirminci asırda dahi eşi olmayan şâhâne bir dev­let hukukunu dünyâya göstermiş olan ikinci Sultan Mehmed’in, Bizans’ı fethinden sonra, ülkenin sâkinlerine gösterdiği şefkat, merhamet ve âlicenapça muâmele gerçekten ne o devirlerde ne de bugün, benzeri olmayan nasıl bir medenî ve insân-i tutum idi ki, yerli halk, Bizans devrinde dahi göremediği serbestliği bul­muş, böylere de huzûrun tadını çıkarır olmuştu.

Öyle ki, Fâtih Sultan Mehmed’in başlattığı ve yüzyıllar boyunca, hakanın çizdiği yolda yürüyen to­runları, Rum cemâatten kimseyi incitmemiş, buna mukabil, bu azınlıktan Fâtih’lerin evlâtlarına, yapılmadık hiyânet kalmamıştır.



Samiha Ayverdi,Dünden Bugüne Ne Kalmıştır
Devamını Oku »

Müslüman-Türk İnanç ve Terbiyesi

Müslüman-Türk İnanç ve Terbiyesi
Saf olduğu kadar,hayırhah,dürüst ve hayatı ibadet ve iyi işlere koşmakla geçen bir kimse vardı. Batı­da olsa, düşünmeden gün be gün adetleri artırılan azizler zincirinin halkasına yerleştirilerek isminin başına bir saint sıfatı ilâve ediliverirdi. Halbuki bizim saf delikanlı, Müslüman-Türk inanç ve terbiyesinin gereğince, kendisinden üst olduğunun şuûrunda bulu­narak babasının karşısında el pençe duracak bir saygı hatta bir çeşit hayranlıkla dururdu.

Öyle ki, kendin-deki meziyetleri görmeyip babasının üstünlüklerine riâyeti, insanlık borcu bilmekten geri kalmayacak yapıda bulunan müstesnalardam biri idi.

Genç adam, gerçekten evliyâlık meziyetlerine sahip kimselerden biri idi ise de, kendi meziyet ve faziyetlerini ne görür hatta çevresinde îmâ yollu bir söz eden olursa ne de onu konuştururdu. Kendisinin âciz bir kul parçası olduğunu söylemeyi insanlık borcu sayarak, gerçek meziyetin, kendinde olan değerleri görmemek demek olduğunu ezelden öğrenmişçesine bilir, hep acz ve kul babında kalırdı.

Bizden uzaklaşmış bu terbiyeyi tutup geri getircek çarelerin ne olduğunu düşünmek elbette gerek­mektedir.
İster kabul edelim, ister etmeyelim, bu yangının saçaklara bulaşmadan söndürülmesini nasıl düşün­mez olabiliriz?
Eski Türk terbiyesinin içine solüsyon olarak eri­yip karışmış bir îman hayâtı vardı ki onu, kaçıp sak­lanmış bulunduğu gizliliklerden çıkarmadan, ona ye­niden sâhip olunacağına inanmak asla mümkün olamayacağını bilmem dünya ne zaman anlayacaktır? öyle ki, güneşin sıcak ve yumuşak hâle getirdiği hava misâli, insan oğlunun katı, sert ve donduruculuğunu güneşin buzu çözmesi gibi, insana söz geçirebilen reh­bere karşı bir mânevi mesûliyetimiz olduğunu kabul edip saygı göstermenin, cemiyetin tek kurtuluş çâresi olduğunu acaba ne kadar anlamazlıktan geleceğiz?

Samiha Ayverdi,Dünden Bugüne Ne Kalmıştır?
Devamını Oku »

Osmanlı Devleti'nin İman ve Vatan Aşkı

Osmanlı Devleti'nin İman ve Vatan Aşkı1878’de cereyan eden Türk-Rus Muharebesinde memleketin her bir köşesinden Silistre’ye de bir grup gönüllü gelmişti.

Kumandan paşa, bu gönüllülere hoş-âmedî eder­ken, aralarında yedi sekiz yaşlarında olan bir çocuğa gözü ilişti ve merak ederek, “Bu çocuk kimin?’ diye sordu. Gönüllüler arasındaki yaşlıca bir adam, Mûsâ Paşa’ya: “Ben kulunuzundur efendim. Sefer açıldığınu duyunca bir türlü arkamdan ayrılmadı’’ dedi. Ku­mandan Mûsâ Paşa, çocuğa: “Oğlum, sen pek küçüksün. Silâhı bile tutup kaldıramazsın,” deyince çocuk geri gönderileceğini zannederek ağlamaya başladı ve: “Amca hiçbir işe yaramasam su da mı taşıyamam," diyerek etrâfindakilere gözyaşı döktürdü.

Osmanlı Devletinde hangi müesseseyi kurcalaya­cak olsak, temelinde birbiri ile sarmaş dolaş olmuş bir vatan ve iman aşkı yattığını görürüz.

Yedi yaşındaki çocuğun küffara kılıç sallamak üzere, babası ile yollara düşmek istemesinde “Yâ gazi ol, ya şehit” terbiyesi ile büyümüş olmasının tesirini gördüğümüz gibi, kul hakkına riâyet etmekte, vatan müdâfaasında, devletçilik anlayışında, âile yapısında,hülasa cemiyet hayâtının bütününde dâima karşımıza çıkacak olan, adalet duygusunun tanınmasında sari ve cari olan, hep aynı iman fermanının asırlar içinde süregelmiş buyruğunun, Türk'ün iliğine kemiğine işlemiş vatan ve İman aşkının har vesile ile kendini göstermekten geri kalmamış olmasıdır.

 

Samiha Ayverdi,Dünden Bugüne Ne Kalmıştır ?
Devamını Oku »