Hangi Tasavvuf

Hangi Tasavvuf







Özel olarak Tasavvuf tarihiyle ve genel olarak İslamî ilimlerin tarihiyle ilgilenenlerin çok iyi bildiği üzere İslam'ın diğer sahalarında olduğu gibi Tasavvuf sahasında da bir kısım anlayış ve uygulamaların zaman zaman ve yer yer istikametten saptığı görülmüştür.
Bu, eşyanın tabiatındandır. Zira insan; mesleğine, meşrebine, içinde bulunduğu dinî ve sosyal çevreye bağlı olarak birinci derecede belirleyici bir tercihte bulunur. Bu -tabir yerindeyse-"altyapıdır. İkincil tercihler, yani "üstyapı" tabii olarak bu temel üzerine oturacaktır.Bahsimiz bağlamında temel belirleyici, "itikadî kabuller"dir. Kişi; Fıkıh,Tefsir, Hadis... gibi sahalardaki tercihlerini, tabii bir şekilde bu en temel aidiyetini, yani itikadî kabullerini merkeze alarak belirleyecektir.



Normal işleyiş böyle olmak durumundadır. Ancak zaman zaman kişinin ikincil -olması gereken- tercihlerinin, temel belirleyici olan itikadî kabullerin önüne geçtiği olur. Üstyapıyı altyapının belirlediği bu durum elbette normal dışıdır.Yukarıda da söylediğimiz gibi, diğer İslamî alanlarda olduğu gibi Tasavvuf alanında da bu tarz normal dışılıklar yaşanmıştır. Böyle durumlarda -mesela- bir es-Serrâc et-Tûsî'nin çıkıp, "... Asrımızda yaşayan bazı müteahhir âlimler tasavvufî manalardan söz söyledikleri(nde) ya da kendilerine bir şey izafe ettiklerinde bu hakikatlerden çok uzaktırlar. Onlar ilk sufilerin söz, hal ve vecdlerini farklı bir şekilde süsleyip kendilerine izafe ederek halk arasında mevki ve itibar kazanmayı amaçlarlar..." demesi ayrı bir anlam ifade eder şüphesiz.
Bu sebeple Tasavvuf içinde ilk asırlardan bu yana(1) bir tenkit, tahkik ve tashih faaliyeti var olmuştur. Cüneyd-i Bağdadî'den Ebu Süleyman ed-Dârânî'ye, - Ahmed b. Ebi'l-Havârî'den Sehl b. Abdillah et-Tüsterî'ye, Ebu'l-Kasım en-Nasrâbâzî'den Abdülkadir-i Geylânî'ye, İmam el-Gazzâlî'den Zerrûk'a, İmam-ı Rabbânî'den Mevlana Halid-i Bağdâdî'ye, Ahmed Ziyâuddîn el-Gümüşhânevî'ye, Eşref Ali et-Tehânevî (Tağnevî)'ye... kadar Tasavvuf yolunun kilometre taşı olan pek çok büyük isim bu noktaya ısrarla vurgu yapmıştır.(2)Bu ısrarlı vurguların bir sebebi Tasavvuf karşıtı cepheden gelen "Tasavvuf ehlinin Kitap ve Sünnet nasslarına kayıtsız/aykırı davrandığı" ithamıysa, bir diğer sebebi de hiç şüphesiz Tasavvuf intisabı görüntüsü altında zaman zaman felsefî, zaman zaman batınî/ibahî eğilimlerin ya da istismar maksatlı oluşumların bünyeye sızma girişimlerine mani olmaktır.



"Sufiyye"yi müstakil bir fırka olarak değerlendirirken İmam Fahruddîn er-Râzî tam da bu noktaya dikkatimizi çeker ve bu fırka mensupları arasında hiçbir ayrıma gitmeden, "sufi" olarak anılan kimselerin tamamını tebrie etmenin yanlışlığını vurgulayarak şöyle der: "Ademoğulları'nın en hayırlılarımda, "fırkaların en şerlisi"de Sufiyye arasında yer alır.(3)
Dikkat edilirse, bu vakaların tamamı günümüzde varlığını -birtakım tarz ve ton farklılıkları bulunmakla birlikte- devam ettirmektedir. Bir taraftan Tasavvuf münkiri çevreler Tasavvufun Kur'an- Sünnet -ya da "sadece Kur'an"!- çizgisinden sapma hareketi olduğu tarzındaki ithamları devam ettirirken(4), bir taraftan da "içeriden" birtakım yaklaşımlar Kur'an ve Sünnet çizgisindeki Tasavvuf yerine birtakım felsefî yaklaşımlara ya da hurafelere dayanan farklı bir anlayışı Tasavvuf adına tahkim etmeye çalışmaktadır.



"HER İLİM EHLİNDEN ALINIR"
Böyle diyor İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî (rh.a) ve devam ediyor: Öyle insanlar vardır ki, bir ilim dalında otorite oldukları halde, bir diğer ilim dalında avam mertebesindedirler.(5)
Bu hayati önemi haiz kaideye riayet edilmediğinde ne olur?



Cevap çok basit: İslam tarihinde gördüğümüz arızalar ortaya çıkar. Açalım: İslam tarihinde kimi zaman pusulaların şaştığı ve Akaid'in hadisçiden, Tefsir'in kelamcıdan, Hadisin mutasavvıftan öğrenilmeye çalışıldığı olmuştur. Bunun sonucunun istikametten şu ya da bu ölçüde "şaşmak" olması kaçınılmazdır.
Elbette bu İlimlerin tamamında yed-i tula sahibi imamlar olmuştur ve onlar hangi sahada olursa olsun konuştuğu, yazdığı zaman hedefi 12'den vurmuşlardır.
Ancak böyle İnsanların her zaman ve zeminde arzu edilen kemiyet ve keyfiyette varlık gösterebildiğini söylemek hayli tartışma götürür.
Asıl mesleği Hadis olduğu halde Akaid/Usulüddin konusunda yazıp konuşan şahsiyetlerin, bu sahada arızalı yapıların oluşmasına sebebiyet verdiğini yine bizzat insaf ehli hadisçilerden öğreniyoruz.
Söz gelimi büyük bir Hadis imamı olan ve hatta Hadis ilminde "İmamların imamı" ünvanıyla anılan İbn Huzeyme, Akaid/Usulüddin sahasında Kitâbu't- Tevhîd'ini yazdığı zaman, bir başka meslekdaşı, İbn Ebî Hâtim tarafından, "Keşke bu kitabı yazmasaydı; bizler Kelam ilmi tahsil etmedik; bu sahada konuşmamız doğru olmaz" sözleriyle kınanmıştır.Hatta İbn Huzeyme'nin bizzat kendisi, Kelam ilminin erbabı olmadığını, dolayısıyla bu alanda hata yapmasının normal karşılanması gerektiğini söylemiştir.(6)
İslam tarihi, Hadis kökenli âlimlerin Akaid/ Usulüddin sahasında söz söyleyip eser yazmalarından kaynaklanan çok büyük arızaların,çok büyük karmaşa ve kargaşaların yaşandığının en sadık şahididir. Ve bu arıza bugün de ne yazık ki devam ettirilmektedir...



Şu halde Akaid/Usulüddin sahasında bize kadar intikal etmiş "her şeyi" üstüne kapanarak sahiplenmek ve müdafaa etmek,yalnızca o arızanın devamına ve yayılmasına destek vermek anlamına gelecektir. Şüphesiz bu durum sadece hadisçilere ve onların diğer sahalardaki mesaisine mahsus değildir. Tefsir alanında da bize kadar intikal etmiş birikimi ehil insanların tashih/taz'ifine sunmadan "korumacı" bir refleksle hareket etmenin o sahada geçmişte yaşanmış arızaları bugün devam ettirmekten başka bir anlamı olmayacaktır.



Bid'at ehli tefsircilerin yazdığı tefsirlerin bugün yayılması ve yaşatılması böyledir. Dirayet yönünün çok güçlü olduğu herkes tarafından teslim edilen ez-Zemahşerî'nin el-Keşşâf'ının,ancak muhtevasındaki i'tizalî görüşlere yazılan reddiye mahiyetindeki haşiyelerle birlikte tedavülde tutulmuş olması bu noktada çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır.



Aynı durum Fıkıh ve fukaha için de geçerlidir. Mu'tezile mensuplarının önemli bir yekûnu fıkıh mezhebi olarak Hanefîliği benimsemiştir.Tarih içinde Hanefî mezhebinin bilhassa hadis kökenli âlimler tarafından şiddetli tenkitle maruz kalmış olmasının arkasında yatan sebeplerden biri de budur.



Hanefî mezhebine mensup mu'tezilîler hadislere karşı duyarsız davranmış "Hanefîler hadise karşı tavırlıdır" gibi bir anlayış oluşup yayılmış ve maalesef Ümmet'in büyük travmalar yaşamasına sebebiyet vermiştir.
Tasavvuf alanında da durum farklı değildir. Adı "sufi" olarak anılan herkesin söylediği her sözü ve ileri sürdüğü her iddiayı hiçbir ayıklamaya tabi tutmadan muhafaza ve müdafaaya kalkıştığımızda, Fahruddîn er-Râzî'nin "fırkaların en şerlileri" dediği kimse ve kesimleri; bu çerçevede Kerramiyye ve Salimiyye'yi de aklamış,Ehl-i Sünnet inancına aykırı pek çok yaklaşıma bu fırkalar üzerinden "Tasavvuf" damgalı bir meşruiyet kılıfı giydirmiş oluruz.(7)



Bu bakımdan, söz gelimi Akaid ilmini Hadis kökenli âlimden almaya kalkanlarla Tasavvuf mesleğine mensup âlimden almaya kalkanlar arasında çarpıcı bir paralelliğin bulunması şaşırtıcı değildir.
Şeyh-i Ekber, "vâhdet-i vücud" nazariyesinin tabii bir neticesi olarak âlemin kıdemine kail iken,(8) İbn Teymiyye, AllahTeala'nın fiilleriyle mahlukatın fiilleri arasında mevhum bir paralellik kurmak suretiyle "havâdis lâ evvele lehâ"ve"nev'in kıdemi"(9) gibi garabetler üzerinden aynı neticeye ulaşmıştır.(10)



Oysa ne Tasavvuf ehlinin vahdet-i vücudu müdafaa etme zarureti var, ne de Hadis ehlinin teşbih, tecsim ve kıdem-i havâdis görüşlerine saplanma mecburiyeti! Bu ikisinin ortası yok mudur? Elbette vardır. Hatta bu ikisini de terk edip Akideyi Usulüddin âlimlerinden almak bir zarurettir!
Bu noktada "altyapı" ile "üstyapı" arasındaki ilişkinin mahiyeti hayatî önem arz etmektedir. Ehl-i Sünnet dediğimiz "altyapı", Fıkh'ın da, Hadis'in de, Kelam'ın da,Tefsir'in de, Tasavvufun da biricik meşruiyet zeminini oluşturmaktadır. Bu zeminin dışında kalan ve onunla çatışma halinde olan faaliyet, kimden ve ne adına gelirse gelsin reddedilmelidir.



MUHTEMEL BİR İTİRAZ
Yukarıdaki tesbitlere mukabeleten, "Ben Tasavvuf mesleğini kendime yakın buluyorum. Dolayısıyla sadece seyr-ü sülukumda değil, itikad ve amelimde de Tasavvuf ehlinin çizgisinde yürümek istiyorum.
Usulüddin âlimine yahut Fıkıh veya Hadis âlimine mecbur muyum?" tarzında bir itiraz ileri sürmek mümkündür.Hatta, "Ben Hadisle ameli seviyorum. İtikadımı da, amelimi de, kalbî hayatımı da hadisler yönlendirsin istiyorum." diyenlerin itirazına kulak ve cevap vermek bu satırların yazarı için elbette bir mecburiyettir.



Ne kadar hamd etsek azdır ki, Yüce Allah bu ümmeti tahkik, insaf ve itidal ehli âlimlerden mahrum bırakmamıştır, O âlimler sayesinde itikadımızı da, amelî hayatımızı da, kalbî ve ruhî inkişafımızı da şüphelerden ari bir şekilde intizama sokma imkânına sahibiz.
Son dönemde bilhassa gençler, önlerine inhisaren konulan ekstrem seçenekler sebebiyle bir uçtan öbürüne savrulurken, hakikat da "uç'ların tekeline mahkûm edilmiş bulunuyor.Oysa varisi kılındığımız ilmî miras bu "uç"lardan ibaret değil. Bu ümmetin karakteristik vasfı olan "denge" ve "itidal" tarih içinde olduğu gibi bugün de bize istikamet gösterecektir.



İbn Dakîk el-lyd'lerin, Kemâluddîn İbnu'l-Hümâm'ların, Cemâluddîn ez-Zeyla'î'lerin, baba- oğul es-Sübkî'lerin, baba-oğul el-lrâkî'lerin, et-Tehânevî'lerin, Enverşâh el-Keşmîrî'lerin, İbn Hacer el-Mekkî'lerin, Ali el-Karî'lerin, Ahmed b. Zeynî Dahlân'ların,M. Zâhid el-Kevserî'lerin, Selâme el- Azzamî'lerin, Yusuf ed-Dicvî'lerin... yaktığı kandiller yolumuzu aydınlatmaya fazlasıyla yeterli.
Ancak önce bizim gözlerimizi açık tutmamız ve onların yaktığı ışığa doğru yürüme iradesini göstermemiz lazım.



"DENGE İNSANLARI"NIN TAVRI
Yukarıda bir kısmının isimlerini zikrettiğim "denge" âlimlerinden birisi de, hiç şüphesiz İmam-ı Rabbanî'dir. Onun, Şeyh-i Ekber'in vahdet-i vücud nazariyesine getirdiği tenkit, bir kandil gibi Tasavvuf yolunun yolcularının önünü aydınlatıp durmaktadır.Eğer o büyük imam vahdet-i vücud nazariyesini, seyr-u sülük esnasında aşılıp geçilmesi gereken bir merhale, hatta "akla ve şeriata aykırı" bir kabul olarak değerlendirmişse,(11) bu en azından şunu gösterir:
Bizler bu nazariyeye makuliyet, makbuliyet ve meşruiyet kisvesi giydirmek için teviller üretmek zorunda değiliz. Eğer vahdet-i vücud nazariyesi haksa, onu kesin bir dille mahkûm eden İmam-ı Rabbanî -haşa- yanlıştadır.



Eğer İmam-ı Rabbanî'nin çizgisi makul ve meşru olansa, vahdet- i vücud nazariyesini bir"zarurat-ı diniyye" ilkesi gibi yaşatma ve savunma tavrını gözden geçirmek durumundayız...Tasavvuf mesleği içinden vahdet-i vücud nazariyesini reddeden tek isim İmam-ı Rabbani değildir. İbn Arabi'ye bu noktada itiraz eden bir başka mutasavvıf, İbn Sebîn el-İşbîlî'dir. Onun Bed'u'l-Ârif isimli eseri, Şeyh-i Ekber'e reddiyedir.(12)
Bir diğer "denge insanı", Alâuddîn el-Buhârî'dir (841/1438). Aklî ve naklî ilimlerde yed-i tula sahibi olan el-Buhârî, aynı zamanda büyük sufilerdendir. Ne akidede Ehl-i Sünnet çizginin dışına çıkmıştır, ne fıkıhta, ne de diğer sahalarda...Onu calib-i dikkat kılan, günümüzde de varlığını devam ettiren gerilimin iki ucunu temsil eden İbn Arabi'ye de İbn Teymiyye'ye de karşı tavrıdır.(13) Bu tavırda kristalleşen Ehl-i Sünnet hassasiyeti bizi sarih bir şekilde şunu söylemeye sevk ediyor:
Ehl-i Sünnet inancı ne İbn Arabi'nin vahdet-i vücud nazariyesi, ne de İbn Teymiyye'nin teşbih ve tecsimine indirgenebilir.
Bir başka "denge İnsanı" yazının başına bir tesbitini koyduğumuz Zerrûk'tur. Kavâ'idu't-Tasavvuf isimli eserinde, zikrettiğimiz cümleden önce şunları söyler: "Fıkh'ın umum insanlar için koyduğu hüküm umumîdir.(...) Tasavvufun hükmü ise belli insanlara yönelik olup hususidir. (...)
Bu sebeple fakihin (kendisinden fıkha uymayan şeylerin sadır olduğu) sufıyi kınaması sahihtir; sufinin fakihi kınaması ise sahih değildir. Dolayısıyla (ikisi arasında bir çatışma olursa) Tasavvuftan Fıkh'a rücu etmek gerekir."(14)
Farklı kesimler tarafından tavırları her ne kadar tarih içinde ve günümüzde Ehl-i Sünnet inanana tetabuk ettirilmek üzere tevil edilmiş/ediliyor olsa da, şu hakikatin üstünü örtmek mümkün değil:



İbn Arabî ve İbn Teymiyye'den önce ve sonra yaşamış bulunan Ehl-i Sünnet Usulüddin ulemasının bu ümmetin selefinden naklettiği itikadın içinde ne vahdet-i vücud vardır, ne de teşbih ve tecsim !...



Bir diğer "denge insanı" hiç şüphesiz Muhammed Zâhid el-Kevserî'dir. Onun İbn Teymiyye hakkındaki görüşü ve tavrı herkesin malumudur. İbn Arabî konusundaki tavrına gelince, talebesi Ahmed Hayrî'nin, İbn Arabi'nin "Kunnâ Hurûfen Âliyât"diye başlayan kasidesi üzerine kaleme aldığı esere takdim/takrizinde şunları söyler:
"Müellif, kitapta ele aldığı bazı meselelere hiç girmeyebilirdi. Sekr ehli abidlerin şatahatlarına dalmaktan uzak durulması gerektiğini düşünüyorum.



Zira bu konuda söylenecek söz, son söz olmayabilir. Hatta bu meselenin hakkında ihtilaf eden tarafları razı etmesi az görülen şeydir. Vahdet-i vücud, onu açıklığa kavuşturmak için ortaya konulan her gayretin zayi olduğu bir mevzudur.
Hep müşahede edilegeldiği gibi, bu mevzunun derinliğine girenlerin ekseriyeti zararlı çıkmıştır. Bilindiği gibi şeriata bağlı kalanların tuttuğu yol, vahdet-i şuhud'dur.. "(15)



TASHİHE MUHTAÇ TUTUMLAR



Gerek tarih içinde gerekse günümüzde Tasavvuf pek çok çevre tarafından tenkit ve hücum konusu yapılmıştır. Ancak bunların Tasavvuf ve ehli üzerinde yıkıcı bir etki yapmadığı müsellem bir hakikattir. Özellikle günümüzde Tasavvufa asıl büyük zararın, "içeriden"geldiğini üzülerek müşahede ediyoruz.



Bilhassa uydurma hadisler konusunda, İlm-i Hadis'te behresi olan Tasavvuf büyüklerinin ikazlarını hiçe sayarak, hatta "Kim benim üzerimden bilerek yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazır olsun" tarzındaki ikaz-ı Nebevi'yi(16) kulak ardı ederek kitaplarında,sohbetlerinde, va'zu nasihatlerinde bol bol uydurma hadis nakleden insanların bu tavrının Tasavvuf ehlinden beklenen yüksek hassasiyetle örtüştürülmesi mümkün değildir.
Birçok Tasavvuf büyüğünün, aslı bulunamamış veya senedinde hadis uydurmakla itham edilmiş yalancı ravilerin bulunduğu rivayetlere eserlerinde yer verdiği bilinen bir husustur.
Onların bu hadislerin uydurma olduğunu bile bile böyle bir tasarrufta bulunduğunu söylemek kesinlikle doğru değildir. Bunun sebebi, onların, Hadis sahasına bu sahanın otoritesi olmalarını sağlayacak kadar mesai sarf etmemiş olmasıdır.
Özellikle kendilerinden önceki Tasavvuf büyüklerinin eserlerinden istifadeyle kitap yazanlar, o müelliflere olan hüsn-ü zanları sebebiyle, bu eserlerdeki rivayetleri ayrıca araştırmaya gerek duymaksızın eserlerine almışlardır.
Tıpkı İmam el-Gazzâlî'nin Ebû Tâlib el-Mekkî'nin Kûtu'l-Kulûb'undaki rivayetler hakkında yaptığı gibi... Burada, "İmam el-Gazzâlî, eserine o rivayetleri uydurma olduklarını bile bile almıştır" demek mümkün değildir.
Dolayısıyla İmam el-Gazzâlî bu noktada mazurdur. Ama o rivayetlerin uydurma olduğu bugün ayan-beyan ortaya çıkmışken, onları eserlerinde, sohbetlerinde "Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki..." diyerek -sahih hadismiş gibi- nakletmek kesinlikle caiz değildir.(17)
Ancak ne yazık ki günümüzde bazı erbab-ı tasavvuftan bu tarz fiiller sadır olabilmektedir.
Şurası açık ki, o rivayetleri "hadis" diye nakletmek Tasavvufa herhangi bir fayda sağlamıyor. Tam tersine, Tasavvuf ve ehli hakkında olumsuz kanaatlerin giderek daha geniş halk kitlelerine yayılmasına ve hâkim olmasına sebebiyet veriyor.
Keza rabıtanın, "ilahî ve zatî sıfatlarla muttasıf (...) bir şeyhe kalbi bağlamak..."olarak ifade edilmesi(18) de bu çerçevede zikre değer bir diğer arızadır. Eğer buradaki "ilahî ve zatî sıfatlar" ifadesiyle,Yüce Allah (c.c)'a mahsus ilahî ve zatî sıfatlar kast ediliyorsa, bunun Tevhid'e aykırı olduğu açıktır. Tevhid'in 5 esasını anlatırken, bunlardan birisinin "sıfatlarda vahdaniyet" olduğunu vurgulayan büyük mutasavvıf Abdülganî en-Nâblusî şöyle der:
"Bundan murad, (...) Yüce Allah'ın, sıfatlarından her birinde mislinin, nazirinin ve benzerinin olmamasıdır. (...) Yüce Allah'ın sıfatlarından herhangi birisinin kendisinin veya mislinin bir başkasında bulunması imkânsızdır..."(19)



ez-Zehebî, ed-Dimyâtî, el-Hekkârî, el-Alâî, Ebû Hayyân, Alâuddîn Moğoltay, İbnu'l-Mulakkın, el-lrâkî, el-Enbâsî, Burhânuddîn el-Halebî, İbn Nâsıriddîn, es-Sehâvî... gibi -aralarında Hadis âlimlerinin de bulunduğu- zahir ulemasına hırka giydiren mürşidlerin ve onların elinden hırka giyen mezkûr ekâbir-i ulemanın ve burada isimlerini zikredemediğimiz sayısız alimin dünyasında bu tarz arızaların bulunmadığını söylemek hakikatin ifadesi olacaktır.(20)



SON SÖZ

Pek çok Tasavvuf büyüğünden, Tasavvufun esasının Kur'an ve Sünnet olduğu sarahaten nakledilmiştir. Bundan kastın, Ehl-i Sünnet itikadı olduğu aşikârdır.
Zira ehlinin malumudur ki, hiçbir bid'at fırka Kur'an ve Sünnet'i açıktan reddetmemiş, hatta tam tersine her fırka Kur'an ve Sünnet'e asıl bağlı olanların kendileri olduğunu iddia etmiştir.
Bu türlü iddiaların gerçeğe ne ölçüde tekabül ettiğini öğrenmenin tek yolu, Ehl-i Sünnet itikadına uygun olup olmadığına bakmaktır.
Bu bütün İslamî sahalar için böyledir. İster Fıkıhla iştigal edelim, ister Hadis veya Tefsirle, nirengi noktamız Ehl-i Sünnet imamların ortaya koyduğu hakikatler olacaktır.
Bu durum Tasavvuf için de aynıyla geçerlidir. Nasıl diğer alanlarda bize kadar intikal etmiş birikimi Ehl-i Sünnet'in kriterlerine vurarak alıyor veya reddediyoruz; aynı durum Tasavvuf alanındaki miras için de geçerlidir.
Tasavvuf adı altında ortaya konulan teori olsun, pratik olsun, mutlak surette Ehl-i Sünnet ilkelerinin süzgecinden geçirilerek alınmak ya da reddedilmek durumundadır.
Hakk'ı kişilere göre değil, kişileri Hakk'a göre değerlendirme ilkesi hiç kimse için esnetilmemeli, Hakk'ın hatırı her şeyden üstün tutulmalıdır.



EBUBEKİR SİFİL HOCA
(RIHLE'NİN 15.SAYISINDAKİ MAKALESİ)



DİPNOTLAR;



1-es-Serrâc'ın vefatı 378/988'dir.

2-Bu konuda geniş bilgi ve nakiller için bkz. Seyyid Muhammed b. Alevî el-Mâlikî el-Hüseynî, Mefâhîm Yecib en Tusahhah, 107 vd., H. Kâmil Yılmaz, Tasavvuf Mes'eleleri, 53 vd.

3-Fahruddîn er-Râzî, İ'tikâdâtu Fıraki'l-Müslimîn ve'l-Müşrikîn,115-7

4-Abdülaziz Bayındır'ın Kur'an ve Sünnet Işığında Tarikatçılığa Bakış'ı ile İbrahim Sarmış'ın Tasavvuf ve İslam' ı bu alandaki yaklaşımlara iki çarpıcı örnektir.

5-eS'Seyfu's-Sakîl mukaddimesi, 12. (Alıntı anlam olarak yapılmıştır.)

6-Bkz. el-Beyhakî, el-Esmd ve's-Sıfât, 297-9.

7-Bu fırkalar hakkında geniş bilgi için bkz. DİA, XXV, 294 vd.; XXXVI, 50 vd.

8-İbn Arabi'ye göre âlemin varlığı -gölgeye kaynaklık eden varlığa nisbetle gölgenin varlığı gibi-, Allah Teala'nın isim ve sıfatlarına nisbetle gölge gibidir.
Gölgenin, kendisine kaynaklık eden varlıktan ayrılması nasıl düşünülemezse, âlemin de Allah Teala'nın isim ve sıfatlarından ayrılması, yani asıl ile gölgenin birbirinden ayrı olması aynı şekilde düşünülemez.
Dolayısıyla gölgeye vücut veren varlık kadim ise, onun gölgesi de kadim olmak lazım gelir.
Geniş bilgi için bkz. Fusûsu'l-Hikem (Tercüme: A. A. Konuk)/Âdem Fassı", I, 130;"Şit Fassı", I,237...

9-Evveli olmayan/ezelî hâvâdis!! Malum olduğu üzere, öncesinde yokluk bulunan, sonradan varlık âlemine çık(arıl)mış bulunan şeylerin ortak vasfı "hâdis"olmalarıdır.
Her hâdis, zaman içinde belli bir noktadan sonra varlık âlemine çık(arıl)dığı için, evvelinde yokluk (adem) vardır. Dolayısıyla varlıklarının bir başlangıç noktası vardır.

Bir şeyin hem varlıkta bir başlangıç noktasının bulunması, hem de "ezelî" olması muhaldir. Hal böyleyken İbn Teymiyye, izahı burada uzun sürecek bir dizi öncülün ardından "havâdis lâ evvele lehâ" gibi mütenakız bir görüşü benimseyebilmiştir!
"Nevin kıdemi": Allah Teala'nın irade ve meşietiyle meydana gelen "söz söyleme", "yaratma", "istiva"... gibi fiillerinin O'nun malum sıfatlarına dayandığı, o sıfatların kıdeminin, bu fiillerin de kadim olmasını gerektireceği gibi bir mantık örgüsünden kaynaklanan problemin çözümü adına ortaya attığı formülasyonun yarısını ifade eden bir tabirdir. İbn Teymiyye'ye göre bu türlü fiiller "ayn/şahıs" olarak hâdis, nev'/tür/cins olaraksa kadimdir.

Yani Allah Teala ezelden beri Arş'a istiva etmektedir. Ancak bu istiva, her an yeni bir arş yaratıp ona istiva etmesi şeklinde gerçekleşmektedir.

Dolayısıyla Arş da istiva da nev'olarak kadimdir. Bkz. Mecmû'u'l-Fetâvâ, VI, 307; XII, 143 vd...; Der'u Te'ârudi'l-Akl ve'n-Nakl, I, 310, III, 198, Şerhu'Hadîsi'n-Nüzûl,161...

10- Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî, Feydu'l-Bârî'de (I, 166) şöyle der: "Bahru'l-Ulûm (Abdülalî el-Leknevî, E.S), Şeyh-I Ekber (rh.a)'e (mahlukat cümlesinden) bazı şeylerin kadim olduğu görüşünü nisbet etmiştir.
Bu nisbetin sahih olduğunu düşünüyorum. ed-Devvânî'nin, Arş'ın kıdemi görüşünü İbn Teymiyye (rh.a)'e nisbetine gelince (bkz. Şerhu'l-Akâidi'l-Adudiyye, 47, E.S), bana göre bu nisbet doğru değildir."

İmamu'l-Asr, İbn Teymiyye'nin konu hakkındaki görüşünü bizzat tahkik edip itmi'nana ulaşmış mıdır? Bu soruya "evet" diyebiliyoruz.
Zira Feydu'l-Bârî'den sonra kaleme aldığı Mirkâtu't-Târem'de (61) İbn Teymiyye'nîn "havadis lâ evvele lehâ"yı kabul ettiğini ve bunun hata olduğunu açıkça belirtir.

O bu konuda hakikate vasıl olma şansını yakalamıştır. Ancak Rûhul-Ma'ânî sahibi allame el-Alûsî için aynı şeyi söyleyemiyoruz. İstanbul'a seyahatini anlattığı Garâibu'I-İğtirâbda dönemin şeyhülislamı ile aralarında geçen mübahesede (388),
ed-Devvânî'den başka Arş'ın kıdemi görüşünü İbn Teymiyye'ye dayandıran kimse olmadığı gerekçesiyle söz konusu naklin şüpheyle karşılanması gerektiğini ima eden el-Âlûsî, acaba İbn Teymiyye'nin eserlerinin tamamını inceleme imkânına sahip olsaydı ve mesela Arş'ın nevi kıdemi konusunda yukarıda zikrettiğimiz eserlerindeki sarih ifadelerini görseydi aynı tavrı sürdürür müydü?..

11-Bkz. Mektûbât, 1,84; 43. mektup.

12-el-Kevserî, Makâlât, 421.

13-Vehhabî çevre, onun Fâdıhatu'l-Mülhidîn isimli eserinde İbn Arabi'ye yönelttiği ağır tenkitleri alayı vala ile neşr ve tamim ederken İbn Teymiyye'ye reddi konusunda anlamlı bir suskunluk içindedir. Oysa İbn Teymiyye'ye "Şeyhülislam" diyenin küfre düşmüş olacağını söyleyen ondan başkası değildir. (Bkz. es-Sehâvî, ed-Dav'u'l-Lâ- mi', I, 122 vd.) Onun el-Mülcime li'l-Mücessime (veya Mülcimetu'l- Mücessime) isimli eseri, yaşadığı dönemde İbn Teymiyye'nin başını çektiği tecsim inancına reddiyedir.

14-Zerrûk, Kavâ'idu't-Tasavuf, 40.

15-Mukaddimâtu'l-İmâm el-Kevserî, 554.

16-Mütevatir hadisler arasında ilk sıralarda zikredilen bu rivayeti, İbnu'l-Cevzî'ye göre Sahabe'den 98 zat nakletmiştir. Bkz. el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, II, 362. el-Kettânî'nin Nazmu'l-Mütenâsirinde (35-6) bu hadisin 72 sahabî ravisi zikredilmiştir.

17-Cübbeli Ahmet hocanın bir vaazında zikrettiği uydurma bir hadis için şu linke bkz.: http://www.youtube.com/watch?v=50S7c3aa91w

18-Bkz. Heyet, Kur'an ve Sünnet Işığında Rabıta ve Tevessül, 6.

19-Abdülganî en-Nâblusî, el-Hadîkatu'n-Nediyye, 1,246.

20-Bkz. es-Sehâvî, el-Makâsıdu'l-Hasene, 331.
es-Sehâvî bir başka eserinde, hocası Medyen b. Ahmed el-Mağri- bî'nin biyografisini verirken şöyle der:"... Kendisiyle çok kere,bir araya geldim ve eskiden beri tarikatlerinde mevcut usul üzere kendisinden birkaç kere zikir (dersi) aldım. (...) Kendisi bana çok iltifatkâr davranır, "Şeyh Şemsuddîn" diye hitap ederdi. (...) Hatta bir keresinde, "Nafilelerinizi güzelce yerine getirin. Zira farzlarınız onlarla ikmal edilir" hadisini hocamıza (İbn Hacer) sordu.
Hocamız, "Bilmiyorum" diye cevap verince, "Bu rivayeti Tâcuddîn el-Fâkihânî, ibn Abdilberr'e atfen zikretmiştir" dedi. Hocamız, "Mümkündür" diye karşılık verdi." (Bkz. fes-Sehâvî, ed-Dav'u'l-Lâmi', X, 151.)
Burada geçen hadis hakkında es-Sehâvî el-Makâsıdu'l-Hasene'de (188), el-Fâkihânî tarafından İbn Abdilberr'e atfen zikredildiği bilgisini tekrarladıktan sonra şöyle der: "Farzların nafilelerle tamamlanacağı hususu sabittir..."

Devamını Oku »

Mealci sorar: İmam-ı Azam kendi adına kurulmuş mezhepten haberdarmıydı ?

Mealci sorar: İmam-ı Azam kendi adına kurulmuş mezhepten haberdar mıydı ?
Bir kısım din cahilleri "İmam Azam zamanında teşekkül eden bir mezhep oluşumu yoktur , Hanefilik onun adına uydurulmuş ve ona isnat edilmiş bir mezheptir" diyerek hadis-i şeriflerin Efendimize (s.a.v.) olan nispetini inkar ettikleri gibi Hanefi mezhebi ile İmam-ı Azam Ebu Hanife arasındaki nispeti de bu ucuz yaklaşımla inkar ederler..Oysa İmam-ı Azam üzerine yazılan menkıbe kitapları , biyografiler , tabakat kitapları , Mezhepler tarihi kitapları ve Hanefi mezhebinin gelişimini anlatan tüm eserler bu ilimden en ufak bir koku bulaşmamış atmasyonun aksini söylemektedir..Aşağıdaki yazımızda M. Ebu Zehra'nın Ebu Hanife adlı biyografi çalışmasından faydalanılmıştır..Şimdi bu bilinçsizce ortaya atılan iddiayı ayrı ayrı delillerle çürütelim. Esasında böyle zayıf, saçma bir iddiayı temizlemeye bir kurşun yeter ; bizim bir şarjörü boşaltmamız iddianın sağlamlığına , kuvvetine değil böyle iddiaların bu kadar delillerin çapraz ateşi altında yaşamasının veya hayatiyetlerinin devamının muhalliğine yorulmalıdır..Onların yaşayabileceği tek mekan vardır : Cahillikte ihtisas yapmış ve uzmanlık derecesini kazanmış kişilerin hayal dünyası..

1.delil: 60 bin mesele ne için halledildi?

Öncelikle iki mesele üzerinde duralım:

Takdiri Fıkıh Ve Ebu Hanife : Takdiri fıkıh dediğimizden murat: Vuku bulmayan mes'eleler hakkında verilen fetvalardır. Bunların vuku bulduğu farz ederek hükmü beyan olunur. Re'y ve kıyas fukahâsı fıkhın bu nev'inde biraz çokça ileri gitmişlerdir. Bu ahkâma göre buldukları illetle­rin muttarit olduğunu göstermek için bir takım olayların vukuu­nu da farz edip öyle yürürler, bunları farz ettikleri olaylara tatbik ederek izaha çalışırlar. Ebu Hanife de böyle yapmıştır. Naslardan illetleri çıkarıp kıyas yaparken o da bu yolu tutmuştur.

60 bin mesele halletti denir. Hatta 300 bin mes'ele halletti diyenler var. Birinci rakam biraz fazlaca kabarıktır, mübalağadan hâli değildir. ikincisi ise kabul olunamaz. Tarihi Bağdat şunu naklediyor: Katâde Küfe'ye indiği zaman Ebu Hanife ona geldi ve :
— Ey Ebu Hattab, dedi, bir adam ailesini bırakıp gitse, ailesi yıllarca ondan haber almasa; karısı, kaybolan kocası ölmüştür zannıyla başka kocaya varsa, sonra birinci kocası çıka gelse bu mes'eleye ne dersin? Katâde;
— Bu mes'ele vuku buldu mu? dedi.
— Hayır.
— Öyleyse vuku bulmayan bir şeyi bana ne diye sorarsın?
— Biz belâ gelmeden önce hazırlanırız, bela gelip çatınca ne­reden girip nereden çıkacağımızı bilelim diye..Ebu Hanîfe'nin vuku bulmamış mes'eleleri ele alıp cevabını hazırlama hakkındaki görüşü işte budur. Hakikaten Ebu Hanife sırf faraziye yapmak hevesiyle bu işe sarılmış değildir. Nasları anlatmakta derinleşmesi, fıkıh mes'elelerini inceleme merakı onu buna götürmüştür. O her nevi mes'eleyi ele alıp illetlerini bulu­yor, onları gruplara ayırıyor, "şu sebepleri, şu neticeler doğurur" der gibi hepsinin illetini tespit ediyor bir fıkıh sistemi kuruyor ve mes'eleleri muttarit [muntazam , sıralı] kaideler altına alıyordu. Onun için takdirî fıkıh kıyasın doğurduğu bir şeydir. (Muhammed Ebu Zehra , Ebu Hanife)

Bir ihtimal: Fıkhı Ekber'in 60 bin mesele ihtiva ettiği söylenir :...Fıkh-ı Ekber denen eserin akaide dair değil de, fıkha ait bir eser olduğu da söyleniyor. 60 bin veya daha fazla mes'ele ihtiva edermiş. Fakat böyle bir eser bugün elde bulunmuyor. Göz önün­de olmayan bir eser hakkında tetkikat yapıp bir şey söylemek ol­maz. Meşhur olan Fıkh-ı Ekber'in akaide dair olduğudur ve elde mevcut olup her tarafa yayılmıştır. Bunun nispetinde söz varsa da elde olan budur. Meydanda olmayan başka bir eserin varlığını farz etmeye hacet yoktur, eldeki Fıkh-ı Ekber akaide dairdir.

Her iki anlatımdan çıkan sonuç ve meselemiz açısından değeri:

İmam Azam ve çevresinde öyle büyük öyle mükemmel bir ilim halkası vardı ki bunların bitip tükenmek bilmeyen bu titiz çalışmaları , 60 bin mesele gibi sadece anın veya içinde bulunulan zamanın değil gelecek zamanın da tüm ihtiyaçlarına ve suallerine cevap aranması bu fıkhın en baştan beri ümmetin hizmetine sunulmak için var olduğunun en önemli delilidir..

Dolayısıyla baştaki din cahilinin böylesi iddiaları öne sürmeden evvel çözmesi gereken bir soru da bu 60 bin meselenin ne için halledildiğidir..
-Bir insana sırf karnını doyurmak için bir tabak yemek yeter , eğer koca bir stadyuma masalar atılıp 60 bin kişilik servis açılıyorsa o hazırlığın tek kişi için yapılmadığını beyin nimetinin tek bir nöronundan faydalanmış olanlar rahatlıkla anlayacaktır..

2. İmam Azam gibi 100 senede değil bin senede bir benzeri gelmeyen şahıslar , ilim sahasında belli bir özel mevkide geldiklerini , adeta ısmarlama olarak gönderildiklerini ; kendilerine verilen üstün yeteneklerin ve olağanüstü ilmin sırf nefislerini kurtarmak için değil ümmetin istifadesine sunulmak için verildiğini bilirler..Hakeza hiç bir alim sırf şurada 3-5 talebe okutayım da gerisi önemli değil diyerek hedefi küçük tutmaz..Hele bu İmam Azam gibi büyüklüğüne mealciler bile şapka çıkarmak zorunda kaldıkları abide şahsiyet ise..
Hadis-i şerif faydalanılan ilmi sadaka-i cariye saymışken böyle bir ihtimalin varlığını düşünmek güçtür:

Bir Müslim hadisinde şöyle denmektedir: Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«İnsan öldüğü vakit bütün amelleri ondan kesilir. Yalnız üç şeyden : sadaka-i cariyeden, faydalanılan ilimden ve kendisine dua eden salih evlattan kesilmez.» buyurmuşlar. Ulemanın beyanına göre bu hadisin manası: Üç şeyden başka bü­tün ameller ölümle sona erer; yeni yeni sevap yazılmaz olur, demek­tir. Bu üç şeyden sevabın kesilmemesi bunlara meyyit sebep olduğun­dandır. Zira evlat doğrudan doğruya onun kesbidir. Talim veya tasnif suretiyle geriye bıraktığı ilimle sadaka-i cariye yani vakıf da öyledir. (Müslim , Vasiyet-14)
Geriye faydalı bir ilim bırakmaya teşvik eden böyle bir hadis varken hangi alim "benim bıraktığım bu faydalı ilimi sadece talebelerim okusun , benden sonrakiler istifade etmesin" diyebilir?

3. Geriye kendi eliyle yazılı kitap bırakmaması (risaleler bırakmış) devrinin özelliğine aittir , fıkhının yayılmasını isteyip istememe ile ilgisi yoktur:

"Ebu Hanife Fıkhının Naklî: O, Bablara Göre Fıkıh Kitabı Yazmıştır

Ebu Hanîfe'nin fıkıh bablarına göre tertiplenmiş fıkha dair bir eseri bilinmiyor. O asrın ruhuna ve zamanına akışına uygun düşen de budur. Zira kitap yazmak onun ömrünün son günlerine kadar şuyu bulmuş değildi. Bu iş onun vefatından sonra yayıldı. Müçtehitler sahabe devrinde bile fetvalarını ve içtihatlarını yazmaktan çekinirlerdi. Hatta Hz, Peygamberin Hadislerini bile yazmadılar Kur'ân-ı Kerîm'in bulunmasını arzu ediyorlardı. Çünkü Şeriatın direği Kur'ân'dır, O açık nurdur, kıyamete kadar kopmadan devam edecek bağlantı O'dur. Sonra ulema Hadisleri, fetvaları ve fık­hı yazmağa mecbur oldular. Medine fukahası Abdullah b. Ömer'in, Hz. Âişe'nin îbn-i Abbas'in fetvâlariyla onlardan sonra Medine'de gelen tabiinin fetvalarını toplamağa başladılar. Onlara bakıyorlar, onlara göre hüküm veriyorlardı. Iraklılar Abdullah b. Mes'ud'un fetvalarını, Hz. Ali'nin hükümlerini ve fetvalarını, Kadı Şureyh'in hükümlerini ve diğer Küfe kadılarının verdikleri hükümleri topla­dılar. İbrahim Nahaî fetvaları ve-esasları bir mecmua halinde top­lanmıştır. Ebu Hanîfe'nin üstadı Hammâd'ın da bir mecmuası vardı. Fakat anlaşıldığına göre bu mecmualar bablara ayrılmış, umum arasında yayılmış kitaplar halinde değildi. Bunlar müçtehidin ken­disi müracaat etmek için hazırladığı hususi notlar, müzakereler hâ­linde idi. Kitap hâlinde halka çıkarılmıyordu. Unutmayayım diye kaydettiği notlar kabilindendi. Ashabdan bazısının dahi bazı nadir hallerde böyle yaptıkları olurdu, bazı şeyleri not ederlerdi. Hatta Hz. Ali'nin bazı fıkıh hükümleri yazılı bir defteri yanında taşıdığı rivayet olunmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, bu nadir haller tabiin devrinde biraz artmağa başlamış, daha sonra te'lif ve tedvinin nü­vesini bunlar teşkil etmiştir. imam Malik Muvatta' kitabını yazdı, imam Ebu Yusuf Kitab'ül-Harac'ı ve Irak fıkhına dair diğer eserle­rini yazdı. Sonra imam Muhammed b. Hasan te'Iif işini esaslı bir şekilde ele aldı. Irak fıkhını tamimiyle bir bütün hâlinde yazdı."(Muhammed Ebu Zehra , Ebu Hanife)

4. Fıkhını kendi yazmasa bile yazan talebelerine onay vermiştir:
Onun Akvâlînî Talebeleri Toplamıştır

Ebu Hanîfe'nin fıkha dair bablara göre yazılmış bir fıkıh ki­tabı yazdığını bilmiyoruz. Fakat talebelerinin onun re'ylerini topla­dıklarını onun sözlerini kaydettiklerini kat'î olarak biliyoruz. Hat­tâ bazen bunları bizzat Ebu Hanife talebesine dikte ettirirdi. Ebu Hanîfe'nin re'ylerini nakleden imam Muhammed'in kitaplarının hepsi üstadından işitir, fakat kaydetmediği şeyler olmasına im­kân yoktur. Onları üstadının vefatından sonra yazmış olamaz. Bel­ki de bunlar hususi notlarda kayıtlı olup aynı zamanda üstadı olan Ebu Yusuf'un ve başkalarından almış olmalıdır. Onların bir kısmı­nı ancak Ebu Hanîfe'den doğrudan almıştır, Çünkü o küçücüktü. Ebu Hanîfe'nin dersinde bulunduğu zamanlar kısadır, bunca mes'eleler o dar zamana sığmaz. ;Ebu Hanife öldüğü zaman onun yaşı bunca mes'eleleri ihata etmesine müsait değildi. Ebu Hanîfe'nin vefatında 18 yaşında bulunuyordu. Bu yaş onun kitaplarına doldurduğu o mes'elelerin hepsini Ebu Hanîfe'den duymasına imkân verecek yaş olamaz. Bunları İmam-i A'zam'ın talebelerine ma­ruf olan tedvin edilmiş mecmualardan almış olmalıdır. Başka tür­lüsüne ihtimal verilmez. Bunların hepsini Ebu Yusuf'tan dinleme suretiyle alıp yazmasına da imkân yoktur. Eğer böyle olmuş olsay­dı behemehal senedi zikreder, rivayet yolunu gösterirdi. ilmî ema­nete riayet ederdi.
Ebu Hanife kendi gözetiminde Reylerini tedvin ettiriyor:

Bazı rivayetler biliyoruz ki, onlar Ebu Hanîfe'nin talebeleri üstatlarının re'ylerini tedvin ettiklerini, yazıp kaydettiklerini göste­riyor. Ebu Hanife o yazılanları gözden geçiriyor, muvafık olanları bırakıyor, yanlış olanları düzeltiyordu. İbn-i Bezzazı Menakıbı'nda şunu kaydeder:

Ebu Abdullah diyor ki, Ebu Hanîfe'ye kendi kavillerini okur­dum. Ebu Yusuf da ona kendi kavillerini katmıştı. Onun sözünün yanı sıra Ebu Yusuf'un kavlini zikretmeğe çalışırdım. Birgün dilim kaydı, onun kavlini zikrettikten sonra burada başka bir kavil de var, dedim. O kavli söyleyen kim? diye sordu. Bundan sonra zikretmeyeyim diye Ebu Yusuf'un kavillerine işaret koyardım. [2]

Bu rivayet bizim yukarıda çıkardığımız makul manayı teyit et­mektedir. Ebu Hanîfe'ye kitap nispet edenlerin veya fıkıh kitabı yazdı diyenlerin sözleri bu esasa göredir. Yani talebeleri onun ne­zareti altında ve bazan onun gözden geçirmesi suretiyle onun akvâlini yazmışlardır.

Talebeleri Notlarını Ona Okurlardı

Bu yazılmış mecmuaların Ebu Hanîfe'ye nispeti derecesi ne olursa olsun, fıkıhta Ebu Hanîfe'nin kitabı addolunacak bir eser biz bilmiyoruz. Ortada böyle bir eser yoktur. Fakat Mekkî Menakı­bı'nda şöyle diyor:

«Ebu Hanife bu şeriat ilmini ilk tedvin edendir. Ondan önce kimse bunu yapmamıştır. Çünkü ashab ve tabiin şeriat ilmini bablara ayırmadılar ve kitaplar tertip etmediler. Onlar anlayış kud­retlerine güvenirlerdi. Kalplerini ilim sandığı ittihaz etmişlerdi. Ha­fızalarına dolduruyorlardı. Onlardan sonra Ebu Hanife yetişti. İlmi yayılmış gördü. Sonra gelen kötü neslin onu zayi etmesinden kork­tu. Nasıl ki Hz. Peygamber buyurur: «Allahu Teâlâ insanların elin­den çekip almak suretiyle ilmi ortadan kaldırmaz; ilim, ulemanın ölümü sebebiyle ortadan kalkar. Cahil rüesa kalır. İlimleri olmadığı halde fetva verirler, hem saparlar, hem sapıtırlar.» Ebu Hanife işte bunun için fıkhı tedvin etti. Onu bablara ayırdı. Kitap hâlinde kısım kısım tertip etti. Kitab-ı Taharetle başladı. Sonra namaz, son-la diğer ibadetleri yazdı. Arkasından muamelat kısımları geldi, sonra mirasla bitirdi. Evvela taharetle başlayıp ve arkasından na­maz kısmına geçti, çünkü mükellef olan insan iman edip itikadım düzelttikten sonra ilk olarak namazla muhatap olur. Namaz iba­detlerin başıdır.»[3]

Bu sözden anladığımız tedvinden maksat onun talebelerinin hazırladığı şeylerdir. Racih olan onlar bunu üstatlarının irşadiyle yapıyorlardı. Onun içindir ki Mekki, kitabında Ebu Hanife'nin talebeleriyle birlikte mes'eleleri nasıl incelediklerini bize şöyle anla­tıyor:

«Ebu Hanife mezhebini talebeleriyle müşavere yoluyla vazet­miştir (ortaya koymuştur). [bu cümlenin baştaki iddiayı nasıl çürüttüğüne dikkat edelim] Onlarsız tek başına kurmuş değildir. Dindeki içtihadında Allah ve Resulu için mü'minlere nasihatte gayet samimi idi, Mes'eleleri birer birer ortaya atar, onları her cihetten inceler, talebele­rinin, düşüncelerini dinler, kendi görüşlerini söyler onlarla münaza­ra yapar nihayet bir kavil üzere karar kılarlar, sonra Ebu Yusuf onu usule göre tespit ederdi. Böylelikle usulün cümlesi tespit edil­miş oldu.»[4]

5. Talebeleri İmam Muhammed ve Ebu Yusuf Mezhebin yayılmasına çalıştıkları için hata ettiler denilebilir mi? Onlar üstatlarından aldıkları ders ile bunu yaptılar:

Ebu Hanîfe'nin talebelerinin, üstatlarının mezhebini be­yân ederek yazılı bir tarzda sonrakilere nakil suretiyle bu mezhebe yaptıkları hizmet, Ebu Hanîfe'nin mevkini çok yükseltmiştir. Çün­kü bu zatların her biri haddi zatında kendileri de birer imamdır. Ebu Yusuf şanı bü­yük bir imamdır. Uzun müddet devletin baş kadısı idi. imam Muhammed de, Ebu Yusuf gibi, re'y fıkhı ile Hadis fıkhını bir arada toplamış bir zattı. Irak fıkhının râvîsi olduğu gibi imam Mâlik'in Muvattânın da râvisidir. O bu iki meslek arasını gayet uygun bir surette birleştirmiştir. İlmî kudretleri meydanda olan bu imamla­rın üstatlarının fıkhını sonra gelenlere naklederek onun fıkhının râvisi olmağa razı olmaları, sonraki asırlarda Ebu Hanîfe'ye bir ilmî mevki kazandırmıştır. O fıkhını böyle imamların naklettiği büyük imam olarak tanınmış, imam-ı A'zam unvanına bihakkın liyakat kazanmıştır..

6.Ebu Hanife de kendi talebelerinin ve fıkhının tüm cihana yeteceğinin farkındaydı :

Ebu Hanîfe'nîn Talebelerini Takdîmî

Ebu Hanîfe'nin bir çok talebesi vardır. İçlerinden bazıları on­dan ders almak üzere başka yerlerden gelirler, bir müddet onun derslerine devamla onu dinleyerek onun usulünü ve yolunu öğren­dikten sonra memleketlerine dönerler, içlerinden bazıları ise daima onun dersine devam eder, ondan ayrılmazdı. Dersine devam edip ayrılmayan talebeler hakkında bir defa şöyle demişti: «İçlerinde 36 yetişmiş adam var, onlardan 28'i kadılığa yarar, altısı fetva maka­mına yarar, ikisi ise hem baş kadılığa ve hem de fetva makamına lâ­yıktırlar, bunlar da Ebu Yusuf'la Züfer'dir.[5] [Burada sormak lazım bir insan koca bir Abbasi devletinin baş kadılığına layık böylesi talebeleri neden yetiştirmiştir..Herhalde mahalledeki bir kaç tıfıla Kuran tilavetini öğretmekle sınırlı bir hayali olamaz bu kişinin..Büyük insanların gaye-i hayalleri de büyük olur..Cihana açılmak ve fıkhıyla cihanın ihtiyacını karşılamak gibi..]

Kadılık ve fetva makamlarına liyakat hususunda Ebu Hanîfe'­nin talebeleri hakkında bu hükmü, onun hayatta bulunduğu sıra­da idi. İlmî olgunlukları ve yaşları itibariyle bu mühim mevkiler işgale müsait olanlar o zaman bunlardı. Bu bakımdan İmam Muhammed b. Hasan'ı onların arasında saymaya imkan yok. Çünkü Ebu Hanife öldüğü zaman o henüz 18 yaşında bir gençti. Bu yaşta bir genç ise akıl ve fıkıh bakımından kadılığa ehil olacak derecede olgunlaşmış sayılmaz. Kadıları bu yaştaki gençler arasından seçmek âdet değildir. Yaşı küçük olan imam Muhammed, Ebu Hanîfe'nin vefatından sonra parlamıştır. Şunu da kaydedelim ki, hassaten Ebu Hanîfe'nin fıkhı ve umumi olarak da Irak fıkhı Muhammed b. Hasan'm kitaplarına borçludur. Onun hıfzedip gelecek nesillere ve­ren odur. Baş vurulacak mercii, kana kana içilen kaynağı o ha­zırlamıştır. (Muhammed Ebu Zehra , Ebu Hanife)

Sonuç: Ebu Hanife'nin talebeleri içinde en az 3 tane baş kadılığa liyakatlı kişi vardır..Ebu Hanife'nin takdiri fıkhı sadece zamanın değil daha sonrasının da ihtiyaçları gözetilerek oluşturulmuştur..Ebu Hanife Hakikat-ı Muhammediyye'yi ve Ehl-i sünnetin cadde-i kübrasını temsil etmeye aday bir fıkıh ortaya koyduğunu ve fıkhının cihanı ışıtacağını tahmin edebiliyordu ..Devrini , yaşadığı coğrafyayı aşan tüm gayretleri, çalışmaları ve hazırlıkları bu amaca hizmet eder mahiyettedir.

[1] İbn-i Nedim, Fihrist, s. 286.
[2] İbn-i Zezzâzî, Menâkıb-ı imam-ı A'zam, c. II, s. 109.
[3] Mekki, Menakıb-ı Ebu Hanife, c. II, s. 136.
[4] Mekki, Menakıb-ı Ebu Hanife, c. II, s. 136.
[5] Îbn-i Bezzâzî, Menâkıb-ı İmam-ı A'zam, c. n, s. 125.



http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2013/11/mealci-sorar-imam-azam-kendi-adna.html
Devamını Oku »

Öteki”ne benzemeye çalışmak

Öteki”ne benzemeye çalışmak

İslam, hayatın her alanına ve varlığın görünür-görünmez her boyutuna “kendine mahsus” damgasını vuran bir dindir. Müslüman olmanın kendine has hüküm, tarz, sembol ve göstergelerinin muhafazası, bu sebeple Efendimiz (s.a.v) tarafından ümmetine titizlikle öğütlenmiştir. Tarih boyunca Müslümanların hep “kendine mahsus” bir hayat yaşamış olması, eşya ve olayları bu “mahsus” telakki tarzıyla değerlendirmesi, kökü buraya dayanan “kimlik bilinci”nin tezahürleridir ve bu bilinç modern döneme kadar titizlikle muhafaza edilmiştir.
Efendimiz (s.a.v)’in müslüman kimliğinin muhafazası konusundaki hassasiyetinin, neredeyse ibadetlere teşvik derecesine vardığını görmek şaşırtıcı değildir. Zira vahyin hedefi, kendisini başkalarıyla eşitleyen, başkalarına benzemekte bir sakınca görmeyen, hatta bunu adeta “varlığının amacı” sayan birey ve toplum değil, hakkın ve hakikatin şahidi ve temsilcisi, inancından, kimliğinden ve aidiyetlerinden dolayı Yüce Yaratıcı (c.c) nezdinde ayrıcalıklı bir yeri olduğunu bilen, tarihe maruz kalan değil, tarihi yapan ve yazan birey ve toplumdur.

Efendimiz (s.a.v)’in, Müslümanların gayrimüslimlere benzememesi konusundaki ısrarlı ikazları bu çerçevede değerlendirilmelidir. Tarih içinde hep müslümanlar üstün durumda olduğu için “Kim kendisini bir kavme benzetirse onlardandır”[1] “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir”[2] gibi Nebevî uyarılar bağlamında, kılık-kıyafet gibi “görünür” alanlar dışında gayrimüslimlere benzeme olgusu pek fazla gündem olmamıştır.

Evet, bu rivayetler ilk planda dış görünüşte, kılık-kıyafette kendimizi başkalarına benzetmemizi yasaklıyor. Bu doğru. Ama hepsi bu değil. Hadislerin mutlak ifadesi dikkate alındığında yasaklanan hususun sadece kılık-kıyafetle sınırlı olmadığı, “benzeme” tavrının bilinçli bir tercih olarak tezahür ettiği her alanın bu yasağın çerçevesine dâhil olduğu görülecektir. Bilhassa günümüzde “gayrimüslimlere benzeme”, daha doğrusu “kendisini gayrimüslimlere benzetme” illeti, hayatın çok fazla fark edilmeyen boyutlarında son derece belirleyici durumdadır.

Ulemamız, mezkûr rivayetleri şerh ederken problemin bu boyutuna dikkat çekmiş ve buradaki “benzeme”nin, ahlakta, tavır ve davranışta, giyim-kuşamda… hasılı hangi konuda ve ne şekilde olursa olsun başkasına özenmeyi, kendine ait olanı terk edip başkasının özelliklerini benimsemeyi ifade ettiğini söylemiştir.[3]

Hatta bir düğün yemeğinde –içki içmek gibi– münker fiiller işleniyorsa, orada işlenen münkerata razı olduğumuz anlamına gelebileceği düşüncesinden hareketle ulemamız, o merasime iştirak etmenin caiz olmadığını ve bunun, “Kim kendisini bir kavme benzetirse onlardandır” [4]hadisinin hükmü altına gireceğini belirtmiştir.



[1] Ebû Dâvud, “Libâs”, 5; Ahmed b. Hanbel, II, 50, 92; et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, VIII, 179…  İbn Hacer (Fethu’l-Bârî, X, 271) bu rivayetin hasen olduğunu söylemiştir. Hadisin sıhhat durumu ve aynı doğrultudaki başka rivayetler için bkz. Muhammed Zâhid el-Kevserî, Makâlât, 85 vd. Ayrıca bkz. el-Albânî, İrvâu’l-Ğalîl, V, 109 vd.

[2] et-Tirmizî, “İsti’zân”, 8; et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, VII, 238.

[3] İbn Abdilberr, et-Temhîd, VI, 80; el-Münâvî, Feydu’l-Kadîr, VI, 104.

[4] el-Aynî, Umdetu’l-Karî, 8/10.



Ebubekir Sifil-İhya ve İnşa
Devamını Oku »

Bu Nasıl Kur’an Anlayışı?

 



 Kur’an’ın, insanlığın dünya ve ahiret saadetini te­min ve Allah’ın rızasına uygun, “insanca” bir hayat için gönderildi­ğini hepimiz bilir ve söyleriz de, bundan sonrasının “nasıl”lığı konusunda son yıllarda kafaların iyice karıştığı bir gerçek.

Yaklaşık 23 yıllık bir zaman kesiti içinde nüzulü ta­mamlanan, kimi zaman özel olaylara özel çözümler ih­tiva eden, kimi zaman bütüne şamil hükümler getiren; bazan hu­susi bir ifade kullandığı halde umumu, bazan da umumî bir ifade kullandığı halde belli bir kesimi he­def alan; tarihi, koz­mik dünyayı, görünen alemi ve öte­sini, bu dünyayı ve öbür dünyayı, “iyi”yi ve “kötü”yü, “farz”ı ve “teşvik”i içeren, bütün kitaplardan farklı bir kitap ve bütün hitaplardan farklı bir hi­tap…

Böyle bir kitabı anlayabilmek, sadece onu herhangi bir dildeki tercümesinden ve “roman okur gibi” oku­makla müm­kün olabilir mi?

Şu bir gerçek ki o, bir taraftan insanı ve toplumu rıza-ı ilahî doğrultusunda inşa eden, ama diğer taraftan tarih içinde görmüş ve hal-i hazır itibariyle ve görmekte olduğumuz bin türlü dalalete de geçit veren bir yapıya sahip.

Nasıl tarihte ortaya çıkmış her bir bid’at ve dalalet fırkası kendi gö­rüşlerini Kur’an’a dayandırıyor, Kur’an ayetlerin­den cımbızladığı delillerden destek çıkartıyor idiyse, bu faali­yet günümüzde de devam etmektedir.

Yüce Allah Kur’an hakkında, “Onun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir ki; onlar Kitab‘ın anasıdır. Diğer ayet­lerse müteşabihlerdir. Şu var ki, kalplerinde bir eğrilik ve bozukluk bulu­nanlar, fitne aramak, onun yorumuna önce­lik tanımak için Kitab’ın sadece müteşabih kısmının ardına düşerler…” buyurarak, müteşabih ayetlerin yorumuyla uğ­raşanların “fitne çıkarmak” amacındaki “bozuk kalpli” kimseler olduğunu ihtar ediyor.

Ayet böyle dediği halde, içlerinde bu meali kendi­sinden aktardığım kişinin de bulunduğu bir grup “eğri ve bozuk kalpli” zevat ne yapıyor? Tabii ki Kur’an’ın ha­ber verdiğini:

“Ne yazık ki, geleneksel baskı ve hurafe Âli İmran 7’deki bu apaçık ayeti saptırarak ufuk açıcı bir beyyine olmak­tan çıkarmış, Kur’an mü’minlerini prangalayan bir baskı ara­cına dönüştürmüştür. Bu sakat anlayış, Kur’an’ın en hayatî mesajlarından birini veren Âli İmran 7. ayet üzerinde uygula­nan bir operasyonla kurallaştı­rılmıştır. O ayet, içine sonradan konan ve cümlenin bit­miş olacağını kabulü gerektiren “mutlak durma işareti olan Mim” atılarak  değerlendirildiğinde şunu demekte­dir: “Müteşabihleri bir Allah bilir, bir de ilimde de­rinleş­miş olanlar…”

“Müdahale, ayetteki Allah kelimesi üzerine bir vakfe Mimi koyup cümleyi kendi anlayışına uygun ola­rak bölmekte ve anlamı şu şekle getirmektedir: “Müteşâbihlerin yorumunu Al­lah bilir. İlimde derinleşmiş olanlara gelince onlar şöyle demekle yetinirler…”Ayetlerin orasına-burasına harf ekleme hakkı Kur’an’ın tebliğcisi olan Peygamber’e bile verilmemişken, baş­kalarına nasıl verilebilir? Bu müdahale Kur’an bünyesinde ör­tülü bir müdahale olarak algılanırsa durum ne olacaktır?

“Bu yetkiyi bunlara kim vermiştir? Kur’an’da eksik­ler mi var da bunlar düzeltiyor? Eğer iş onların dediği gibi ise, Kur’an’ın yaklaşık yüzde doksan beşi bizim için anlam ifade etmez olacaktır. Çünkü ahkâm ayetleri de­nen 200-300 ayet dı­şındaki tüm beyyineler müteşabihtir. Biz altıbin küsur ayetin sadece 200-300 tanesini anlayabileceksek Kur’an’ın mufassal (ayrıntı ve­ren), mübîn (açık-seçik), anlaşılmak için kolaylaştı­rılmış olmasının anlamı nedir?

“Allah mı bizi aldatıyor, yoksa birileri bize oyun mu oynuyor?..”

Bu uzun alıntıyı, Kur’an’a ilişkin “temel” tesbitler ihtiva et­tiği için yaptım. Eğer bu “temel” tesbitler doğruysa söyle­nenlerde yerden göğe haklılık payı var. Peki ya doğru de­ğilse?!

Öyleyse olaya biraz yakından bakalım:

1-Her şeyden önce Kur’an’ın ne kadarının muh­kem ve ne kadarının müteşabih ayetlerden oluştuğu ko­nusundaki “yüzde”li rakamları ele alalım.

Yukarıda Kur’an’ın “yaklaşık yüzde doksan beşi”nin müteşabih ayetlerden oluştuğunun söylendiğini hep beraber gördük. Bu rakama inanabilir miyiz?

Bakmayın bu sözlerin sahibinin burada verdiği % 95 ra­kamına. Zira aslında kendisi bu konuda henüz ni­hai karar aşamasına gelebilmiş değil. Bu, onun kitapla­rından sadece bi­risinde verilen rakam. Diğer kitaplarına bakarsanız bu raka­mın, kimisinde % 5’lik bir tenzilatla “yüzde doksanına yakın” biçimine, kimisinde ise tam % 15’lik bir tenzilatla “yüzde sek­senine yakın” şekline gel­diğini görürsünüz.

Acaba bu “Kur’an uzmanı”nda müzmin bir unutkan­lık il­leti mi var, yoksa birileri birileriyle dalga mı geçiyor?! Bir nokta kesin: Allah bizimle dalga geçmiyor, ama bu muhterem, şecaat arz ederken sirkatin söylüyor.

Kur’an’daki muhkem ve müteşabih ayetlerin mik­tarı ko­nusunda yukarıda aktardığım çelişkili tesbitler, bu temel ko­nuda bile bir karar veremeyen “kalpleri eğri” kimselerin, muh­kem-müteşabih ayrımından da kalple­rindekine uygun bir “i’vicâc” çıkaracakları tabiidir.

Bir kere Kur’an’da mevcut bulunan müteşabih ayet­lerin tamamının aynı mahiyette olmadığını belirte­lim. Müteşabih kapsamına giren ayetlerin bir kısmı “hafî”, bir kısmı “müşkil”, bir kısmı “mücmel” ve bir kısmı da “halis müteşabih”tir.

Çağdaş “Kur’an uzmanı” mütemechid, bir taraftan “Kur’an’da mücmel ayet yoktur” derken, diğer taraftan Kur’an’ın yüzde 95’inin müteşabih olduğunu söylemekle Kur’an ilimleri konusundaki “derin” bilgisini konuştur­muş oluyor.

2-Öte yandan, 3/Âl-i İmrân, 7 ayetindeki vakfeye takı­larak her zamanki tavrıyla önüne gelene “veryansın” eden “Kur’anuzmanı”mız, bu ayetteki vakfe işaretinin “Ve’r-râsihûne fi’l-ilm”de olması gerektiğini söyleyen –başta İmam el-Eş’arîolmak üzere– alimlerin bulundu­ğunu ya bilmez, ya da bilmez­den gelir.

Kaldı ki tarih boyunca kaleme alınmış binlerce tef­sir ki­tabının hangisinde, “Kur’an’ın % 95’i müteşabihtir, öyleyse bun­ları tefsir etmeyelim” gibi bir ifade görül­müştür? Yine bu “Kur’an uzmanı”, ulemanın, yukarıda zikrettiğim müteşabih türlerinin tamamını –hatta “yed”, vech”, “istiva” gibi müteşabih-i mahz olanları bile– tef­sir/tevil etmekten geri durmadıklarını bilmez mi, bil­mezden mi gelir?

Ele aldığı her konuda eskilerin “recmen bi’l-gayb” dediği tarzda “birilerine saldırarak” mangalı da külleri ile birlikte sa­vuran bu zat, aslında ne yaptığının pekala far­kındadır. Ulema ile buluştuğu noktalarda bile –”hâlif tu’raf” fehvasınca– “mu­halefet eder” görünmenin “ge­tiri”sini hesaplama konusunda üstüne yoktur.

Müteşabih ayetlerin, muhkemler esas alınarak yo­rumla­nabileceğini söylerken doğru bir ilkeden hareket eden uzma­nımızın, işin bundan sonrasını karıştırdığını ve yaptığı yo­rumlarla ortada esas alınacak “muhkem” diye bir şey bırak­madığını bilenler biliyor.

Ahkâm ayetleri üzerinde “anlamın buharlaş­ması”na yol açan “oynamalar” yapmak suretiyle Kur’an’ın tümünü fiilen müteşabih hale getirmiş olan “İs­lam düşüncesi profesörü, ga­zeteci-yazar, avukat, tele­vizyon programcısı” –ünvanlar ken­dinden menkuldür–, hala ne diye sızlanıp durmaktadır bilmem ki!..

Ebubekir Sifil 

Devamını Oku »

Aydın İlahiyatçı’nın Kur’an Anlayışı



Aydın İlahiyatçı’nın Kur’an Anlayışı

Modern zamanlarda Batı’dan dünyaya yayılan ve “evrensel” olduğu söylenen hakim değer yargıları, İslâm dünyasında bir kısım ilahiyatçıları ve yarım aydınları ilgi çekici biçimde bir “din sorgulaması”na itti. Mevcut durumun mutlaklaştırılması sonucunda girilen bu yol, yolcularını, kaçınılmaz olarak “Din’e karşı din” noktasına getirdi.

İsrailoğulları’nın yaşadığı garip ve garip olduğu kadar da ibretamiz serüven, “Karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yoluna gireceksiniz” (Buhârî, Müslim, Ahmed b. Hanbel) hadisini doğrularcasına modern zamanların “aydın ilahiyatçıları” tarafından tekrarlanıyor. Nasıl İsrailoğulları, kendilerine ait kıldıkları dinlerini, Hz. Musa a.s.’a dayandırdıkları Yahudiliği müdafaa adına nice peygambere karşı çıktılar; din adına nice peygamber katlettiler; modern zamanların “aydın ilahiyatçıları” da benzer bir tavır içinde kendi din anlayışlarını Hz. Peygamber s.a.v.’e rağmen azm-u cezm-u kasd-u musammem ile müdafaa ediyorlar.

Bu “yeni din” tasavvurunda iki temel unsur tesbit ediyoruz:

1. Kur’an

2. Akıl


Modern Kur’an anlayışı





Bu unsurlardan ilki, yapılan işe “İslâmî” bir rengin verildiğini ifade etmesi bakımından önemli. Ama sadece bu kadar. Zira bulunduğumuz noktada Kur’an “belirleyen” değil, “belirlenen” konumundadır. Onun ne söylediği değil, “aydın ilahiyatçımız”ın onun ne söylemesini istediğidir önemli olan. Elbette o, söylediği şeyleri Kur’an’a dayandırıyor; görüşlerini desteklemek için ayetler zikrediyor. Ama aslında onun bütün yaptığı, önceden verilmiş kararları, tesbit edilmiş hükümleri Kur’an’a tasdik ettirme gayretinden ibarettir.

Tek başına bırakılmış, yalıtılmış, Sünnet’in “beyan ediciliği”nden soyutlanmış Kur’an, aslında “kuşatılmış” Kur’an’dır. Zira o artık Sünnet’in çizdiği çerçeveyi bir kenara bırakmak suretiyle “özgürleşmiş” aklın kabul ettiği “evrensel” değer yargıları ekseninde okunacak ve anlaşılacaktır! Dolayısıyla artık Sünnet tarafından beyan edilen Kur’an değil, “çağdaş değer yargıları”nı merkeze alan aklın kabul ve redleri tarafından kuşatılmış bir Kur’an söz konusudur.

Sünnet hakkında oryantalistler marifetiyle üretilen soru işaretleri, “aydın ilahiyatçımız”ın zihnini öyle kolay istila etti ve onlar tarafından öyle kolayca benimsendi ki, kapıldığı aşağılık kompleksi içinde onları şaşırtıcı biçimde benimsedi, özümsedi, kendisi üretiyormuş gibi düşündü, ifade etti ve yaydı.

Sünnet’ten soyutlanmış Kur’an’a istediğinizi söyletebilir, istediğiniz fikri ona tasdik ettirebilirsiniz. “Çağdaş yorum” dersiniz, “hermenötik” dersiniz, “tarihsellik” dersiniz… Böylece sadece onu istediğiniz zaman istediğiniz şekilde konuşturma imkânına değil, aynı zamanda istediğiniz zaman susturma imkânına da kavuşmuş olursunuz! Sonuçta Hz. Peygamber s.a.v.’in ve Sahabe’nin anladığı ve uyguladığı İslâm’dan farklı bir şey ortaya çıkmış olsa da, bu o kadar önemli değildir!

Nitekim 1985 yılında İzmir’de düzenlenen Uluslararası Birinci İslâm Araştırmaları Sempozyumu’na konuşmacı olarak katılan Prof. Dr. Montgomery Watt, hıristiyan bilim adamlarının İncil hakkında yaptıklarını müslüman ilim adamlarının da Kur’an hakkında yapmasını telkin etmekte ve şöyle demektedir:

“Yeni ilim dallarının bazıları, ilk planda devrin Batı eğitiminin temelleri olan klasik Yunan ve Latin edebiyatına tatbik edildi. Ancak çok önceleri bu yeni disiplinler (tarihî ve edebî tenkit metotları, E.S.) İncil metnine ve İncil tarihine de tatbik edildi. Bu yeni ilimlerle uğraşanlar, çok kere dini tenkit eden; hatta bir bakıma ona düşman (kimseler) olduklarından, onlar, vardıkları neticelerin birçoğunu hıristiyanların birçoğuna imanlarının inkârı gibi anlaşılabilecek usullerle ifade etme temayülünde olmuşlardır.

Ne var ki, zamanla bazı inançlı ilim adamları kendilerini bu yeni disiplinlerde yetiştirdiler ve vardıkları neticeleri temel Hıristiyan inançlarına uygun olarak formüle ettiler. Onlar, görünürde dine karşı olan orijinal neticelerin birçoğunu kabul ettiler; fakat bunların hiçbir temel dinî doktrine aykırı olmadığını, sadece kutsal metinlerin mahiyetiyle bunların, inananların mevcut imanlarıyla olan münasebeti hakkında bazı basit fikirler ve faraziyelere aykırı olduğunu gösterdiler. Hıristiyan ilim adamlarının büyük çoğunluğu şimdi artık, tarihî ve edebî tenkidin imanı zayıflatmadığı; bilakis onun birçok yönlerinin daha derinliğine anlaşılmasına sevkettiği görüşünü kabul etmektedirler.” (Uluslararası Birinci İslâm Araştırmaları Sempozyumu tebliğleri, s. 32.)

Bu telkin görünüşte Sünnet hakkında herhangi bir şey söylememekte ise de, aslında Sünnet’in “bir şekilde” yok sayıldığı bir zemin üzerinde yapıldığı için “tabiatı gereği” konumuzla yakından ilişkilidir. Bu noktayı biraz açalım:


Peygambersiz Kitap





Hıristiyanların dinî geleneği, kutsal saydıkları kitabın, bir “peygamber tebliği”ne dayanmıyor olmasıyla temayüz eder. İslâm’ın Kitabı’nı Hz. Peygamber s.a.v. tebliğ etmiştir; Kur’an, Efendimiz s.a.v.’in tebliğ ve beyanıyla Ümmet’in hayatına yansımış, fonksiyon ifa etmiştir.

Ancak mevcut İncil(ler), bizzat hıristiyanların da kabul ve ifade ettiği gibi Hz. İsa a.s. tarafından tebliğ edilmiş değildir. Aksine İncil yazarları, İncil metinlerini Hz. İsa a.s.’dan uzun yıllar sonra kaleme almışlardır. Üstelik bu İncil metinleri bugün elde mevcut değildir. Onlar Aramice kaleme alındığı halde, bugün mevcut İncil nüshaları Yunanca asıllardan çoğaltılmıştır.

Dolayısıyla Hıristiyanlığın gerek itikadî veçhesini, gerekse dinî geleneğini hemen tamamıyla Kilise, yani hıristiyan din adamları oluşturmuştur. Bu sebeple bir hıristiyanın, Peygamber tarafından tebliğ ve beyan edilmiş, pratikte yaşayarak da örnekliği ortaya konmuş bir Kutsal Kitap ve bağlayıcı Peygamber Sünneti anlayışına kesinlikle sahip olmadığına dikkat edilmelidir.

Onların bu farklı din anlayışı, büyük ölçüde oryantalistlerin çalışmaları ve telkinleri sonucunda zihni çağdaş Batılı değerler etrafında şekillenmiş “aydın ilahiyatçılarımız”a intikal ettiğinde, “müslümanların tartışması gereken” birtakım problemlerden söz edilmeye başlandı. İlahiyat fakültesi öğrencileri, İslâmî kitap ve dergi okuyucuları, bugüne kadar “geleneksel toplum yapısı”, “erkek-egemen kültür”, “Emevi/Arap merkezli din anlayışı” vb. unsurlar sebebiyle gündeme gelmemiş olan birtakım “problemler” bulunduğunu duymaya, okumaya ve giderek dillendirmeye başladı.


Modern akıl





Elbette yukarıda kısaca ifade edilen hususlar çalakalem, alelusul yapılıyor değil. Ehl-i Kitab’ın çağdaş versiyonunun yolunu izleyen “aydın ilahiyatçı”, onların kendi kitaplarına yaptığı muameleyi Kur’an’a reva görürken belli bir sistem içinde hareket ediyor.



Bu “ithal” modern akıl ona, içinde bulunduğumuz “bilgi çağı”nda 1400 yıl öncesinin dar kalıplarına sıkışıp kalmanın Müslümanlık olmadığını fısıldıyor. Ziraat toplumundan bilgi toplumuna geçmiş, her alanda baş döndürücü bir “gelişme” göstermiş bulunan insanlık, elbette yeni anlama ve yorumlama teknikleri ile hareket edecek ve “geleneksel” anlayışı bu çerçevede bir güzel sigaya çekecektir!


Yapılacak iş basittir: Kur’an’da açık-seçik yer almayan ve fakat Sünnet’le sabit olan hüküm ve uygulamalar baştan reddedilerek, Kur’an’da yer almış olanlar ise türlü şekillerde tevil edilerek hayatın dışına atılacaktır! Geriye kimsenin itiraz etmeyeceği akılcı, eşitlikçi, özgürlükçü, barışçı, hoşgörülü, demokrat bir Kur’an kalacaktır ve bütün bunları yapacak olan da “rasyonalite” ve “sekülerizm” merkezinde icra-i faaliyet eden modern akıldır.

İşte bu bağlamda yukarıda bir kısmı zikredilen “karşı konulmaz” kavramlara gönderme yapılarak kadının mirastaki payı, erkeğin birden fazla kadınla evlenebilmesi, hadd cezaları gibi pek çok hüküm ve kavram tartışma gündemine sokuldu. Bunların bizzat Kur’an’da yer alıyor oluşu inkâr edilmelerini imkânsız kılıyordu. Bu durumda “aydın ilahiyatçı”nın imdadına “tarihsellik” tezi yetişti.Evet, bu ve benzeri hükümler Kur’an’da mevcuttu ve bir dönem uygulanmıştı. Ancak onların uygulandığı toplum ile bugünkü toplum arasında “gelişmişlik” bakımından kıyas kabul etmez bir farklılık, hatta uçurum vardı. Dolayısıyla o “ilkel” hükümler bugünün gelişmiş toplumuna değil, o günün “ilkel” insanına hitap etmektedir. Bugün onların herhangi bir geçerliliği yoktur!


Sosyal Darvinizm





Müslümanlar Darvin’in biyolojik zeminde ifade ettiği “doğal seleksiyon” tezini refleks bir tepkiyle reddetmiştir. Ancak her ne hikmetse biyolojik Darvinizm’in bir versiyonu olan “Sosyal Darvinizm”i büyük ölçüde ve sessiz sedasız kabul etmiş durumda olduğumuz kimsenin dikkatini çekmiyor.

Efendimiz s.a.v.,“Kuşakların en hayırlısı benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenler, sonra onları izleyenler gelir…”(Buharî, Müslim, Tirmizî, Ahmed b. Hanbel…) buyurduğu ve Sahabe döneminden itibaren her kuşak, ilmin ve ilim adamlarının gittikçe azalmakta olduğunu, dolayısıyla insanî değerlerde bir düşüş olduğunu vurguladığı halde, birileri bize bunun tam aksini telkin edip duruyor: İnsanlık gittikçe gelişiyor diyorlar; bilgi çağında yaşadığımızı söylüyorlar.

Kur’an’ı “tarihsellik” tezleri doğrultusunda anlamaya çalışanların, Darvinizm’in sosyal versiyonunu temel bir gerçek olarak kabul ettikleri -kendileri tarafından söylenmese bile- açıkça görülüyor. Zira Kur’an’ın bazı hükümlerinin bugün için “miadını doldurmuş”, dolayısıyla “uygulanamaz” olduğu tezlerinin temelinde Sosyal Darvinizm olgusunun kabulü yatar. Aksi takdirde şu sorunun cevabını vermeleri mümkün değildir: Niçin Kur’an’ın bazı hükümleri geçmişte uygulanabilir olduğu halde bugün bu özellikte değildir?

Bu sorunun cevabı tekdir: Çünkü bugün hırsızlık yaptı diye kimsenin elini kesemezsiniz. Hırsıza daha “çağdaş” bir ceza vermelisiniz.

İşte her kim ki bu “çağdaşlık-çağdışılık” anlayışını kabul etmiştir, işte o, günümüzde insanlığın geçmişe oranla daha “gelişmiş” olduğunu kabul etmekle “Sosyal Darvinist” olduğunu ilan etmiş demektir!

“Bundan ne çıkar?” diye soran çıkabilir. Ama biraz düşününce bundan ne çıktığını anlamak zor değildir. İnsanın, benimsediği değerler ve ifade ettiği kıymet bakımından geçmişe oranla bugün daha ileri bir noktada olduğunu söyleyenler, aslında, nefsinin zebunu kılınmış modern insanının Sahabe’den daha üstün olduğunu söylemiş oluyor.

“Sahabe döneminde yaşayanlar Kur’an’ın hukukî emir ve yasaklarına uymak zorundadır; ama bugün için bu hükümler tarihseldir, bugünün insanını bağlamaz” demekle, bugünün insanının Sahabe’den üstün olduğunu söylemek arasında hiçbir fark yoktur.

Ali el-Karî, kendi dönemi için (vefat tarihi 1605’tir) şöyle bir tesbitte bulunuyor: “(…) İlim her geçen zaman gittikçe azalmakta, cehalet ise artmaktadır. Zamanımız alimlerinin ilimde terakki etmesi, günümüzde ilmin seviyesinin düşmüş olmasındandır. Yoksa öncekiler ile sonrakiler arasında ne ilim bakımından, ne de amel, hilm, fazilet, tahkik ve tetkik bakımından bir benzerlik vardır. Zira Efendimiz s.a.v.’in zamanından gittikçe uzaklaşıyor olmak, ilmin azalmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Tıpkı ışık kaynağından uzaklaşmanın, karanlığı artırıp aydınlığı azaltması gibi…

Buna el-Buhârî’nin rivayet ettiği şu hadis de delalet etmektedir: ‘Ümmetim hiçbir yıla girmeyecek ki, bir sonraki yıl ondan daha beter olmasın.’” (Mirkâtu’l-Mefâtîh, 1/507)

Ebubekir Sifil –  Ocak 2007 – Yazının özgün kaynağına buradan erişebilirsiniz.


kaynak:http://sahniseman.org/aydin-ilahiyatcinin-kuran-anlayisi/
Devamını Oku »

Ehl-i sünnetin Sahâbe ve Hulefâ-i Râşidin Hakkındaki İnancını Açıklama

Ehl-i sünnetin Sahâbe ve Hulefâ-i Râşidin Hakkındaki İnancını Açıklama

Üçüncü nokta, Ehl-i sünnetin sahâbe ve hulefâ-i râşidin hakkındaki inancını açıklama hususundadır. Bil ki; insanlar, sahâbe ve hulefâ-i râşidin konusunda bazı açılardan ileri gitmişlerdir. Bazıları onları aşırı överek imamların günahsızlığını (ismet) iddia etmiş, bazıları da sahabeyi kötüleme konusunda dilini serbest bırakıp eleştiriye kalkışmıştır. Sen asla bu iki gruptan olma ve itikadda orta yolu takip edenlerin yoluna gir!

Bil ki, Allah'ın kitabında muhacir ve ensâr hakkında övgüler almaktadır. Resûlullahın (s.a.s.) onları çeşitli ifadelerle övdüğüne (tezkiya) dair haberler tevatür derecesine ulaşmıştır. Onun (s.a.s.) "Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız kurtulursunuz"(Beyhaki, el-Medhal, s. 162-3) "İnsanların en hayırlısı benim asrımda yaşayanlardır, sonra da onları takip edenlerdir"(Buhârî, “Fezâilu’l-Ashâb”, 1) sözleri bunlardandır. Sahâbenin her biri hakkında özel övgü ifadeleri vardır ki bunları burada nakletmek uzun sürer. Bu nedenle onlar hakkında bu inan­cı taşıman ve hüsn-i zanna aykırı olan olayların nakledilmesinden dolayı sû-i zan etmemen gerekir.

Bu rivayetlerin çoğu taassup nedeniyle uydurul­muştur ve aslı yoktur. Nakil ile gelenlerin te’vili ise mümkündür. Onların aklın almadığı bir konuda hata ettiklerini ve yanıldıklarını mümkün gör­mek ve fiillerini -her ne kadar isabetli olmasa da- hayra niyetlenmeleri dışında yorumlamak mümkün değildir. Bunlar içinde en meşhur olanı, Hz. Muaviye ile Hz. Ali (r.a.) arasındaki savaş ve Hz. Âişe’nin (r.ah.) Basra’ya gitmesidir. Bu olayda Hz. Âişe’nin fitneyi söndürmek istediğini ancak işin [sonuç itibarıyla] kontrol edilemez bir boyut aldığını düşünmek gerekir. Çünkü işlerin akıbetinin başlangıçta arzu edildiği gibi gerçekleşmemesi ve kontrol edilemez bir noktaya varması mümkündür. Hz. Muaviye hakkındaki zan ise yorumdan ve onun yürütmekte olduğu işlerden kaynaklanır. Bunun dışında anlatılanlar ise tek yolla gelen (âhâd) rivayetlerdir ve bun­ların doğrusu ile yanlışı karışmıştır. İhtilaflardan çoğu, bu işlerle uğraşan, Râfizîlerin,(*) Haricîlerin(**) ve gereksiz işlere girenlerin uydurmalarından kaynaklanır. O halde doğruluğu ispatlanmayan haberlerin tümünü inkâr etmek, sabit olanların ise te’vili yolunu aramak gerekir. Bunu yapamadı­ğında ise “Muhtemelen (bu rivayetin) benim bilmediğim bir te'vil ve açık­laması vardır ancak ben şu an bunu bilmiyorum” demelisin!

Bil ki; şu an sen, Müslüman biri hakkında su-i zan etmek, onu eleştirmek ve bundan dolayı yalancı durumuna düşmek ile bir Müslüman hakkında hüsn-i zan etmek ve dilini eleştiriden alıkoymak arasındasın. Mesela bundan dolayı hata ettiğini düşünsek de Müslümanlar hakkında hüsn-i zanda hata yapmak, onları kötülemede isabet etmekten daha emniyetlidir. Mesela bir kimse ömrü boyunca îblis’e, Ebû Cehil’e, Ebû Leheb’e ya da kötü insanlardan birine lanet etmekten kaçınsa, bunun ona bir zararı olmaz. Ancak bu kimse, yüce Allah katında suçsuz olduğu bir konuda bir Müslümanı kötüleyerek hata etse helâka maruz kalır. Bilakis insanlar hakkında bilinen şeylerin çoğunu söylemek doğru değil­dir. Çünkü şeriat, gıybet edilen kimse hakkında doğru bile olsa, gıybeti yasaklamıştır ki buna riayet etmek gerekir. Her kim bu konuları anlarsa ve onun mizacında gereksiz işlere meyletme özelliği yoksa, susmayı, tüm Müslümanlar hakkında hüsn-i zan etmeyi ve selef-i sâlihînin tümü hak­kında övgü ile konuşmayı tercih etmesi gerekir. Sahâbenin tamamı hakkındaki hüküm budur.

Râşid halifelere gelince, onlar da diğer insanlardan faziletlidir. Ehl-i sünnete göre onların fazilet sıraları, imâmetteki sıraları gibidir. [Onların] bu yeri “Falanca falancadan daha faziletlidir” sözümüzdür ve mânâsı, âhirette Allah katındaki yerlerinin yüce olmasıdır. Bu ise sadece yüce Allah’ın bildiği ve Resûlü’nün de O’nun bildirmesiyle vâkıf olduğu gaybî bir husustur. Şeriatın sahibi olan peygamberden, [aralarındaki] faziletin bu sıraya göre olduğuna dair kesin bir nassın mütevâtir olarak geldiğini iddia edemeyiz.

Bilakis rivayetler, sahâbenin tamamı hakkında övgü ifade etmektedir. Peygamberin onları övmesinin inceliklerinden yola çıkarak fazilet hususunda bir tercih hükmü ortaya koymak ise câhilce bir işe kalkışmak ve Allah’ın istemediği bir şeyi yapmaktır. Ayrıca, zâhirî amellere bakarak bir kişinin Allah katındaki faziletini öğrenmek de aynı şekilde güçtür ve bunun amacı karanlığa taş atmaktır. Nice insanlar vardır ki, dış görünüşleri itibarıyla haram işlemektedirler, ancak Allah katında öyle bir yerdedirler ki, kalplerinde O’ndan başkası yer almaz. [Onların asıl] karakterleri içlerinde gizlidir. Bunun gibi zâhirî ibadetlerle bezenmiş nice insanlar da vardır ki, içlerinde gizlenen kötülükten dolayı, Allah'ın öfkesini kazanmışlardır, insanların içlerindeki sırları yüce Allah’tan başkası bilemez.

Faziletin vahiy, Peygamberden gelen haberle­rin ise işitilerek bilindiği kabul edildiğinde, sahâbenin fazilet konusunda­ki farklılığına işaret eden [haberleri] işitmesi en uygun olan insanların, sürekli onunla (s.a.s.) birlikte bulunan kişiler olduğu da [anlaşılır.] Ayrıca onlar Hz. Ebûbekir’in (r.a.) hilafette önde geldiği hususunda icma etmiş­lerdir. Sonra Hz. Ebûbekir (r.a.) Hz. Ömer'i (r.a.) tayin etmiş,ondan sonra gelen Hz. Osman (a.s.) ile ardından Hz. Ali (r.a.) üzerinde icma edilmiştir. Allah hepsinden razı olsun. Onlardan herhangi birinin herhangi bir maksatla, Allah’ın dinine ihanet etmesi düşünülemez. (Sahabenin) bu konudaki icmaları faziletteki derecelerini gösteren en güzel delildir. Bu nedenle, Ehl-i sünnet bu fazilet sıralamasına inanmış ve ardından bu husustaki rivayetleri araştırmış, sahâbenin ve icma sahiple­rinin bu sıralamaya dayanmasını bilmelerini sağlayan delilleri bulmuş­lardır. İşte imâmetin hükümleri konusunda kısaca anlatmak istediğimiz hususlar bunlardır. Doğrusunu en iyi Allah bilir.

(*)Râfizîlik, Şîa’yı nitelemek için kullanılan isimlerden biridir.

(**)Hâricilik, İslâm tarihinde özellikle iman-amel ilişkisi konusundaki aşırı fikir ve uygulamaları üe tanınan ilk siyasî ve itikadî mezheptir.

İmam el Gazzali - İtikadda Orta Yol (Klasik yay.)
Devamını Oku »

Dikkat! Âmentümüze, İslâm’ın temellerine saldırıyorlar

Dikkat! Âmentümüze, İslâm’ın temellerine saldırıyorlar
Tarihin silbaştan yeniden yapıldığı zorlu bir süreçten geçiyoruz.

Bütün büyük doğumlar büyük sancıların çocuğudur.

Tarihi, fikir, oluş ve varoluş çilesi çekmeyi göze alan, bedel ödemekten kaçınmayan toplumlar yapar.

SELÇUKLU MAYASI VE OSMANLI RUHU, KÜRESEL BARIŞ YURDU KURDU

Anadolu, işte böylesi bir çileyle yoğruldu.

O yüzden Anadolu'ya ekilen Selçuklu mayası tuttu.

O yüzden Anadolu'da yeşertilen, hakikatten süt emen, Hakikat'in “çocukları” Mekke'den ve Medine'den beslenen, esinlenen, kendini her şeyden önce Devlet-i Âliyye-i Muhammediye olarak gören, hâdimü'l-harameyn olarak nefes alıp veren Osmanlı ruhu, Anadolu'da hayat buldu, Anadolu'da hayat oldu ve dünyaya Anadolu'dan hayat sundu.

Dünyada gerçek anlamda küresel adalet ve barış düzenini, küresel Dâru's-Selâm'ı (Barış Yurdu'nu) ve Dâru'l-İnsan'ı(İnsanlık Yurdu'nu) Osmanlı kurdu.

Özetle Selçuklu'nun ve Selahaddin'in çocuklarının ektiği tohumlar, Osmanlı'yla meyveye durdu: Üç kıta, işte ancak o zaman tam altı asır, küresel ölçekte huzura ve sükûna kavuştu. Bu, tarihte ilk ve son defa küresel ölçekte sözkonusu oldu.

Sadece bu gerçek bile, geleceği, geleceğin tarihini kimin, ne'yin, hangi ilkelerin ve ne tür bir medeniyet fikrinin belirleyebileceğini göstermeye çok iyi yetiyor olsa gerek.

ÂKÎDEYİ SARSACAK TEHLİKELİ İŞLER...
İşte tam da bu nedenle, dün Osmanlı'yı durduran ve dünyayı bir asırda -üstelik de özgürlükler, insan hakları ve demokrasi retoriğiyle- cehenneme çevirenler, aynı gerekçelerle çeyrek asırdır Türkiye'yi kuşatıyor, etrafını ateş çemberine çeviriyor, ülkede mezhepleri, hadisleri, Efendimiz'in (sav) konumunu tartışmaya açarak bu Müslüman Omurga'yı birbirine düşürmeye ve içerden çökertmeye çalışıyorlar.

Burada yalnızca Batılıların değil, içerideki Sünnet-i Seniyye ve mezhepleri tartışmaya açan, zihinlerinin çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüştüğünü göremeyecek kadar sığlaşan bazı çapsızların ve aymazların da aynı ölçüde sorumlu olduklarını hatırlatmama bile gerek yok.

Ama asıl kavranması gereken mesele şu: İslâm'a karşı İslâm savaşı stratejisini Batılılar geliştirdiler. İslâm'ın terörle özdeşleştirilmesi, “ılımlı İslâm”, “siyasal İslâm” gibi nitelemeleri ve projeleri yine bizzat Batılılar geliştirdiler.

Hadisleri tartışmaya açarak, Hz. Peygamber'in (sav) konumunu sarsma projesini önce iki asır evvelinden Batılı akademide, sonra da medya üzerinden bütün dünya ölçeğinde Batılılar bir proje olarak yine Batılılar geliştirdiler.

Mezheplerin tartışmaya açılması projesi de yine önce Batılı akademyanın, sonra da Batılı medyanın ve siyasanın geliştirdiği bir projedir.

Hedef: İslâm akîdesini sarsmak, önce Müslüman entelijansiyasının, sonra da Müslüman halkın zihnini çağdaş hurafelerle doldurmak ve yıkmak, böylelikle Müslüman kitlelerin İslâm inançlarını tarumâr etmek!

MEZHEP ÇATIŞMASI DEĞİL, İKTİDAR SAVAŞI
Tam bin yıl önce Selçuk çocukları Haçlılarla, Selahaddin çocukları da daha çok Mısır'dan Tunus'a kadar fitneci Şia'yla savaştı.

Burada Şia'yla savaşta, mesele, mezhep meselesi değil, iktidar meselesiydi. Üstelik de Moğol ve Haçlı saldırılarıyla boğuşulurken, Müslümanların birliğinin, dirliğinin önünde takoz gibi duran Şia / Fars tehdidiyle ve fitnesiyle savaşılmak zorunda kalınmıştı.

Ayrıca İslâm tarihinde mezhep savaşı gibi görünen çatışmalar, aslında, temelde, siyasiydi ve iktidar çatışmalarıydı.

İSLÂM'I, EHL-İ SÜNNET OMURGA AYAKTA TUTTU
Kritik soru şu: İslâm dünyası, Şia üzerinden birleştirilebilir miydi? En fazla % 10 oranında olan bir aktör, İslâm dünyasını elbette birleştiremezdi!

O yüzden ana Omurga'nın güçlendirilmesi gerekiyordu: İşte Ehl-i Sünnet Omurga, bu hem tarihî hem de akîdevî gerekçelerle tahkim edilmek zorundaydı.

Selçuk, Selahaddin ve Osman çocukları tam da bunu yaptılar: Bin yıl önce, İslâm dünyasını Ehl-i Sünnet Omurga üzerinden akîdevî, fikrî ve siyasî olarak birleştirecek üç sarsılmaz sütun diktiler. İşte bu üç ana sütun, bin yıl İslâm dünyasının iç ve dış saldırılardan korunmasının garantisi oldu.

Bugün de bin yıl sonra yaşadığımız ikinci büyük medeniyet krizinde benzer sorunların yaşanıyor olması oldukça dikkat çekici.

Bin yıl önceki gibi 100 yıldır, Batılıların kuşatması altında İslâm dünyası.

Yine bin yıl önceki gibi, Müslümanların birlik, dirlik ve kardeşliklerinin teminatı akîdevî, fikrî ve siyasî üç ana sütun yıkılmaya çalışılıyor.

Hz. Peygamber'in konumunu sarsacak tartışmalar da, mezhepleri yoksayan tartışmalar da akîdeyi, fikrî temelleri ve siyasî bütünleşme zeminini yerle bir etmekle sonuçlanacak tehlikeli tartışmalar.

Hz. Peygamberi (sav) devre dışı bırakırsanız, din kısa devre yapar: Önüne gelen, dini kafasına göre yorumlar ve ortaya sahte bir din çıkar.

MEZHEPLER, DEĞİŞKENLERİN SÂBİTELERİ YUTMASINI ÖNLER
Mezhepleri kaldırıp atarsanız, mezhepsizlik tek din olur: Ortaya kelle sayısı kadar Kur'ân, kelle sayısı kadar İslâm çıkar! Herkes din'e uyacağına, kafasına göre din uydurur. Protestanlığın tarihine bakın göreceksiniz bu ürpertici gerçeği.

Şunu üç temel gerçeği iyi bileceksiniz:

1-Mezhepler, değişkenlerin, sâbiteleri yutmasını önler.
2-Mezhepler, değişkenlerin, sâbite'ler tarafından yorumlanmasını mümkün kılar.
3-Mezhepler, değişkenlerin, sâbite katına yükseltilmesinin önüne set çeker.

Özetle: Hadislerin, mezheplerin tartışılmaya açılması, Müslüman toplumlarda Müslüman Omurga'nın çökertilmesini hedefliyor. Müslüman Omurga'nın korunması, ancak akîde, fikir ve siyasî bütünlüğün teminatı Ehl-i Sünnet Omurga'nın korunmasıyla mümkün olabilir.

Ehl-i Sünnet Omurga çökerse, Müslümanların birlik hayalleri de suya düşer. Dolayısıyla tarihin yeniden yapıldığı bir süreçte, Müslümanların tarihin yapılmasında kilit rol oynamaları aslâ mümkün olamaz.

Elbette ki, mezhepçilik yapmayalım. Ama mezhepsizliğin tek mezhep hatta kaçınılmaz olarak din katına yükseltilmesine de aslâ gözyummayalım. Yoksa önüne gelen dini kafasına göre yorumlarve ortada hiç bir muhkem ortak payda kalmaz. Benden uyarması...



Yusuf Kaplan
Devamını Oku »

Elfaz-ı Küfür Listesi” Neyin Göstergesi?

Elfaz-ı Küfür Listesi” Neyin Göstergesi?

Soru:

Elfaz-ı küfr bahsi ile ilgili olarak çeşitli kaynakları tetkik ettim. Bazı kitaplarda uzun listeler veriliyor. Verilen misaller arasında günümüzde halkın diline yerleşmiş ve hiç düşünmeden kullanılan bir takım cümleler de var. Hatta beş vakit namazlı, mütedeyyin insanlardan dahi bu tarz sözler sadır olabiliyor. (Meselâ; “yüzünü gören cennetlik” demek, “yürü Allah yürü, git Allah git” vs. demek “bu adam Allahlık” demek, “yukarıda Allah var” demek gibi.)

Gerçekten böylesine ciddi sonuçlar doğuran; insanı küfre düşüren, nikâhını bozan, amelini iptal eden bir fiil, düşünmeden söylenen bir kelime ya da cümleyle gerçekleşmiş olur mu?

“Bu tür sözleri bilmeden kullanmak da aynı sonucu doğurur, çünkü bilmemek mazeret değildir” deniyor. (Ehl-i Sünnet Akâidi, M.Zahid Kotku) Gerçekten öyle mi?

Ben şahsen belki bilmeden yanlış bir söz sarf etmiş olabilirim diye her gün tecdid-i iman dualarını (Allahümme inni üridü en üceddidel imane ven nikaha tecdiden bi kavli La ilahe illallah Muhammedurrasulullah) okuyorum. Ama nikâh için ne yapılabilir, bilmiyorum. Bu duayı okumakla nikâh da tazelenmiş olur mu?

Bu konuda Millî Gazete yazarı Mevlüt Özcan Hocanın dört ciltlik (beşinci cildi de çıkmış olabilir) “Sorumsuzca Söylenen Sözler” kitabı var. Mümkün olduğunca çok örnek görmek açısından bu tür kitapları okumak faydalı mıdır?

Cevap:

Önce “elfaz-ı küfür” meselesinin bu derece önemsenmesinin arka planıyla ilgili bazı temel tesbitler yapalım.

Sadece İslâm’la ilişkisi “inkâr” üzerinde şekillenmiş kimi çevrelerden değil, “Müslüman” olduğunu söyleyen bir kısım kimselerden de zaman zaman bu konuda istismara varan eleştiriler sadır olduğunu biliyoruz. Bu eleştirilerin gerekçesini şöyle özetleyebiliriz: İnsanların iç dünyasıyla ilgili olması gereken bir alanda “şu sözü söylersen kâfir olursun” tarzında sınırlamalar, ulema sınıfının insanların inançlarına ipotek koyma gayretlerinin sonucudur. Din’in bu türlü şeklî/biçimsel göstergelerden çok, vicdânî/kalbî bir bağlılık, samimi bir inanç olması gerekir…

Bu gerekçe bir bakış açısına göre ilk anda doğru görünebilir; insanı küfre götürücü sözlerin listesinin verilmesi, çetelesinin tutulması, Din’in şekle/biçime kurban edilmesi olarak algılanabilir. Ancak meseleye asıl bakılması gereken zaviyeden baktığımızda meselenin veçhesi değişmektedir. Şöyle ki;

“Mü’min olma hali”, salt “vicdânî bir kabulleniş”in ifadesi değildir. Onun, insanın kişiliğini inşa edici bir boyutu da olmalıdır ki, böylece bireyden başlayarak çevre ve toplum da mü’min olabilsin. Düşünme ve algılama biçiminden davranışlara, yani kalp ve beyinden, zahirî organlardan sadır olan fiillere kadar insanla ilgili ne varsa hepsinin mü’min olmasından bahsediyoruz.

Bunları “zahir-batın” şeklinde kategorize etmek doğruysa, batını yeterince mü’min olmamış bir kimseden sadır olan fiillerin de fillere aksetmemiş soyut kabul/redlerin de birer “arıza” durumunu işaret ettiğini söylemek durumundayız.

“Mü’min olma hali”nin kemal seviyesindeki tezahürü, “öz”le “söz”ün, imanla amelin, zahirle batının birbirini bütünlemesi, tasdik etmesi ve beslemesi ile mümkündür. “En büyük ve temel değer” iman olduğuna göre, onun muhafazası ve kemale doğru yükseltilmesi de en büyük ve temel hassasiyet olmalıdır.

Bir kimseden, bunun hilafına sadır olan herhangi bir söz veya eylem, sadece hassasiyet azlığını değil, imandaki önemli bir zaafı da işaret ettiği için ulema, bu noktaya önemle dikkat çekmiş, hatta bununla da yetinmeyerek halk arasında yaygın olarak kullandığı görülen bazı “kalıp ifadeler”i zikrederek “iman muhafazası” hassasiyetinin teminine çalışmıştır.

Avam farkında olmasa da, “elfaz-ı küfür listesi”nde yer alan her bir sözün mefhum ve/veya mantukunda sahih iman için tehlike arz eden bir arka plan mevcuttur. Kelam kitaplarında “bid’at fırkalar”ın görüşleri tartışılırken söz konusu listede yer alan sözlerin birçoğunun ne türlü sakıncalara yol açtığını gösteren izahat bulunduğuna dikkat edilmelidir. Güncellenmiş bir İlm-i Kelâm’dan mahrum bulunmasaydık, “elfaz-ı küfür listesi”nde yer alan maddelerin her biri tafsil edildiğinde ne türlü imanî tehlikelerin söz konusu olduğunu -en azından ulemanın zikrettiklerinin dışında kalan maddeler için- görebilirdik. Bu konudaki eksikliği kapatmak için soruda adı verilen türden kitaplardan incelenmesinde elbette fayda var.

Meselenin bir de şöyle bir boyutu var: “Elfaz-ı küfür listesi”nde yer alan hususlardan herhangi birini inkâr, tahfif (hafife alma) veya benzeri bir kasıt olmaksızın ve itikadî olarak neye müncer olacağını düşünmeksizin/bilmeksizin telaffuz eden bir kimseyi hemen tekfir edip bütün amellerini ve nikâhını boşa çıkarmak doğru değildir. “Tekfir”den önce, insanları bu konuda bilinçlendirmek ve meselenin hassasiyetini vurgulamak gerekir.

“Bilgiye ulaşma”nın değil, ama “doğru bilgiye ulaşma”nın hayli zor olduğu, hatta bizatihi doğruyu yanlıştan ayıracak kriterlerin tartışma konusu yapıldığı günümüzde, “tekfir”den önce “tebliğ” üzerinde durulmalıdır.

Ebubekir Sifil - OCAK 6, 2005

Devamını Oku »

Ehli Sünnet vel Cemaat Hak Yol Üzerindedir

Ehli Sünnet vel Cemaat Hak Yol Üzerindedir

İsrâil oğullarının başına zaman zaman gelen belalar ~iki ayak­kabının birbirine hizâdarlığı gibi- ümmetimin başına da gelecektir. Şayet onlardan biri alenen anasına gelmişse, ümmetim de o İşin aynısını İşleyecektir. Şübhesiz İsrail oğulları yetmiş iki millete ay­rıldı. Halbuki ümmetim de yetmiş üç millete ayrılıp parçalanacaktır. Hepsi ateştedir, bir tek millet müstesnadır.”

Ashab: "Bunlar kinlerdir ya Rasûlallah?" dediler.

“Beytim ve ashabımın üzerinde olduğumuz şey(itikad, amel ve ahlak)dır.” buyurdu.

İttiba' Ehli Sünnetedir' adlı eserde, bu hadîs-i şerifin üzerinde durulmuştur. Denilebilir ki bu eserimiz, sadece bu hadîs-i şerifin şerhidir "Ehli Sünnetin Nazarı" adlı eserimiz, sadece Ehli Sünnet vel-Cemaat- itikadının zabtedilmesi üzere yazıldığı için, bu meselede yine bu hadîs-i şerifin üzerinde duralım.

1-Zaman zaman riyâset, şöhret, servet, şehvet puttan insanların ruhlarına hükümran olmuştur.

Allah Teâîâ bu nimetleri bazı kullarına vermiştir. Kimisi, bunların emanet ve Allah Teâlâ'dan bir nimet olduğunu idrak etmiş, herhangi bir peygamberin davetine ulaştığı veyahud davetin ona ulaştığı zaman da, peygamberlerin davetine icabet etmiştir. Bu icabetle şereflenen insan­lara Ehli Tevhîd ve İslam milleti denilir. Din de budur. Mûsâ aleyhiselam'ın, İsâ aleyhisselâm'ın, Dâvûd aleyhisselâm'ın ve Hazreti Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'in daveti de bu dînedir.

“Gerçekte Allah nezdinde (Allah Teâlâ'nın hoşnut olup kabul edece­ği) din İslamdır..." [Âli imrân/19]

Dikkat edilirse, 'el islamu' kelimesi, ma'rifedir. Yani din = millet, Allah Teâlâ'nın peygamberlere bildirmiş olduğu ve yüz yirmi dört bin pey­gamberin ittifakla tebliğ ettikleri din, doğrusu onlarca tanınmış olan din, onların tarif ettiği İslamdır. Bunun dışında din diye bir şey yoktur. Bunun dışındaki inançlar, insanların hislerine kapılıp ihdas ettikleri ekollerdir.

İşte bu hisse kapılanlar, Allah Teâlâ'nın bildirmiş olduğu dîni terk ederek, Allah Teâlâ'nın kendilerine vermiş olduğu şöhret, servet riyâset şehvet nimetlerini kendilerinden bilerek put edindiler; ve ona taptılar. Peygamberlerin davetine mukabil isimler buldular; ve anlamsız yahud sahibsîz isimlere taptılar. Böyle olunca yahudi ve hristiyan bilginlerinden birçoğu, reislerinden yahud ellerindeki sen/etten yahud tasladıkları şöh­retten korktular, egoizme girdiler, dinlerini, korktuktan veya sevdikleri kimselerin istek ve arzularına uydurdular. Bu uydurmayla yetmiş iki fırkaya ayrıldılar, ki Allah'ın Rasûtü sallallâhu aleyhi ve sellem:

“Şübhesiz İsrail oğulla­rı yetmiş iki millete ayrıldı.' cümlesiyle beyan buyurdu.

2 -Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in vefatından sonra, yine şeytan ve şeytan kalbli insanlar hemfikir olup, Tevhîd dînini yani İslâmî, hevâ ve heveslerine uydurmak istediler. Fakat gerek zalim reisler olsun ve gerek başkaları yani İslam dîninden hariç düşmanlar otsun, Hulefâi Râşıdîn'in hayatında muvaffak olamadılar. Ne kadar saldırdılarsa da ya­hud birtakım yaldızlı ılkaatlarıyla fitne ve fesadı çıkardılarsa da, Tevhîd dinini bozamadıkları gibi, Ehli Tevhidi de Tevhitden uzaklaştıramadılar. Çünkü ashab ve tâbiîn, tebe-i tâbiin; Hulefâi Râşidîn'in anlayışlarıyla ve ashabdan fakih olanların istınbaî ve ictihadlarıyla ‘ amel ettiler. Benliklerini, onların benliklerinde yok ettiler. Doğrusu, benliklerini ortadan kaldırıp halkı onlara davet ettiler.

Üçüncü asrın sonlarından itibaren bugüne kadar, Ehli Tevhidi, tevhidden ve İslamdan uzaklaştırmaya çalıştılar. Derken Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in buyurduğu gibi, onun ümmeti de yetmiş üçten fazla fırkalara ayrıldılar. Onun buyurmuş olduğu gibi de oldu. Nitekim bunu da  “Halbuki ümmetim de yetmiş üç millete ayrılıp parçalanacaktır." cümlesiyle beyan etti.

Görülmez mi, bugün müslümanlar, yahudi ve hristiyanların Örf ve âdetlerine uymaktadırlar. Onları örnek almaktadırlar, işte Örnek alanlar ve almayanlar arasında büyük bir mücadele meydana gelmiştir. Fakat işin kökü, yine de riyâset ve servete göz dikmekten başka değildir.

Tefrikaya düşenler, kök itibarıyla yetmiş üç, teferruatıyla üçyüz küsur fırkanın hepsi ateştedir, biri müstesna. O da Rasûlullah'ın tarif bu­yurduğu üzere, ashab, tâbiîn ve tebei tâbiînce ma'rûf olan Ehl-i sünnet Cemaattir. Yani, ashabın ve ashabın ardınca gidenlerin itikadında, ahlakında olup, onlar gibi ibadet edenler, yasaklardan sakınanlardır.

Bu cemaat müstesna olmak üzere, bunlardan başkası, hepsi ateştedir. Nitekim bu da “Hepsi ateştedir, bir tek millet müstesnadır.” ifadesiyle buyrulmuştur. “Ateştedir" kelimesi, ebediyetle kaydedilmediği için, birçok ehli ilim dediler ki: Ateşe girenler de iki kısımdır:

Birincisi, Tevhid ve inancını bozmaksızın, iç ve dış düşmanların ilkaatına kulak verip, yahudi ve hristiyanlara örf ve âdette uyup günah işle­yenlerdir. Bunlar muvakkat olarak ateşe girecekler; ya şefaatle yahud mücerred afuv-u İlâhîye ile ateşten çıkacaklar veyahud cezalarını çek­tikten sonra çıkacaklar. Bunlar dahi Ehli Sünnetten sayılıp, islâmın sapık kolları yani kebâir işleyen; yahud bid'ate dalıp, bid'atiyle tekfir edilme­yen müslümanlardır.

İkincisi, Tevhidde bile gayrı müslimlerin telkin ve ilkaatlarına aldanıp imanını kaybedenlerdir. İşte bunlar ebediyen ateşte kalacaklardır. Hakîkî cehennemlikler de bunlardır. Bunlardan bir kısmı, İslam dînini reddet­mekle; bir kısmı, istihlâl-i ma'siyet yani Allah Teâlâ'nın yasaklarını helal saymakla; bir kısmı da istihfaf, yani şer'î hükümleri hafife almakla, iman­la şereflendikten sonra tekrar küfre dönenlerdir. Allah Teâlâ bütün müslümanları bundan korusun.

Demek, Ehli Sünnet velCemaate düşmanlığın iki sebebi vardır:

Birincisi, riyâset, servet ve şöhret gibi istek ve arzulara göz dikerek, Ehli Tevhidi kendilerine uydurmak arzusudur. İşte bu arzu kendilerinde hükümran olanlar, fitne fesadı çıkarırlar, müslümanları birbirine düşürür­ler, hak mezheblere saldırırlar, ashab, tâbiîn ve tebei tâbiînin ölçülerini ortadan kaldırıp benliklerini ve ölçülerini ortaya koyarlar. Ekseriyet bu fitneciler, İslam kisvesiyle müslümanlara saldırırlar. Nitekim Havâricîler bu kisveye bürünerek Şîr-i Hudâ Hazreti Ali kerremallahu vecheh ve anhu'nun karşısına geldiler. Kendilerini hak üzerine ve Pey­gamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in maiyetiyle üstün şerefi kazanan Hazreti Ali radıyallahu anhu'yu bâtıl üzerine gördüler. Şuursuz insanlar her zamanda böyle yaparlar.

İkinci sebebi, gayrı müslimin debdebelerine, hayat ve felsefelerine, fen ve sanatlarına, istidrac mesâbesinde olan terakkiyelerine göz dikip, kısmen veya büsbütün Allah Teâlâ'nın insanlara sevk etmiş olduğu dîni = kanun ve nizamlannı ortadan kaldırıp, beğendikleri nizam ve kanunları ortaya koyarlar. Bunlar da, müslüman görünen fâsıklardır veya kafirler­dir. Bunlar dahi İslam fikriyle yani "Müslümanım" demekle fitne ve fesadı çıkarırlar.

İşte bu iki sebebden dolayı Ehli Sünnet velCemaate saldırırlar. Bu saldırı, Hazreti Osman radıyallâhu anh'ın zamanından başlayarak ve şimdiye kadar devam etmektedir. Demek Ehli Sünnet vel-Cemaatten olmayanlar veyahud Ehli Sünnet vel-Cemaatten olup cehalete sapla­nanlar, Selef-i Sâlihîne saldırırlar. Böyle saldırıcı kim olursa olsun, Ehli Sünnetten ayrılmıştır. (1)

Şu bir kaidedir: Bir fikri ortadan kaldırmak için, mutlaka başka bir fik­ri yerine getirmek gerekir. Elbette Ehli Sünnet vel-Cemaatin itikadını orta­dan kaldırmak için, müslümanlardan sapık kollar da, bazı düsturları, kai­de ve usulleri ihdas etmişlerdir. Müslüman her zaman uyanık olmalıdır.

Ehli Sünnet vel-Cemaat denildiği zaman, Eş’arîler ve Mâturîdîler kasdedilir. Nitekim Hayâlî, Şerh-ul-Akâid'in hâşiyesinde diyor ki: «Bizim diyarımızda, Horasan'da, Irak'ta, Şam'da Ehli Sünnet velCemaate Eş'arî denilir. Bunlar Ehli Sünnet vel-Cemaattir. Maverâunnehir ve birçok ülke­lerde ise, Ehli Sünnet vel-Cemaate Mâturîdî denilir. Mâturîdîlerde, İmam Ebû Mansûr'un ashabıdır. Bu iki taife arasında, tekvin ve başkası gibi bazı meselelerde ihtilaf olunmuştur.» Kestelî de buna ilaveten şöyle der: «Horasan, Irak, Şam ve birçok ülkelerde, Ehli Sünnet vel-Cemaate Eş'arî derler. Eş'ariler de, Ebu-l-Hasen el-Eş'arî'nin ashabıdır. İlk kez muşârun ileyh, Ebû Ali el-Cebbâî'ye muhalefet ederek, mezhebinden Ehli Sünne­te, doğrusu Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem'in sünnetine dönmüştür. Bu takdirde Ehli Sünnet vel-Cemaat, ashâb-ı kiram radıyallâhu anhum'un yolu demektir. Ki Maverâunnehir'de bunlara Mâturîdî denilir.»

İmam ibnu Subkî, Şerh-u Akîdet-i ibn-il-Hâcib adlı eserinde diyor ki: «Ehli Sünnet vel-Cemaat, bir tek akîde üzerinde ittifak ettiler. Allah Teâlâ' nın hakkında vacib, caiz ve muhal olan sıfatlarda ihtilaf etmediler. Ancak bu itikada ulaşabilecek bazı meselelerde ihtilaf ettiler. Yani delillerde ihtilaf ettiler.

Uzun araştırmadan anlaşılıyor ki, Ehli Sünnet velCemaat üç taifedir:

Birincisi, ehli hadistir. Bunlar, sadece Kitab ve sünnete dayanırlar; bundan başkasına iltifat etmezler. Bunların delilleri, Kitab, sünnet ve içmâı ümmettir.

İkincisi, fikir, sanat ve aklî delillerle meseleleri muhkemleştiren taifedir. Bunlara Eş'arî ve Hanefî denilir. Eş'arîlerin imamı, Ebu-I-Hasen el-Eş'arî; Hanefîlerin imamı ise, Ebû Mansûr el-Mâturîdî'dir. Bunlar aklî delillerde ve maksadlarda müttefiktirler. Sem'î delillerden aklın mümkün gördüğü meselelerde de müttefiktirler. Ancak maksad olan bazı itikadî meselelerin delillerinde, mesela tekvin ve taklid meselelerinde ihtilaf ettiler.

Üçüncüsü, keşif ve ehli vicdan taifesidir. Bunlara söfiyye denilir. So­filer de bidayette, ehil nazar ve istidlal, yani Eş'arî ve Mâturîdîler gibi­dirler,. Nihayette ise, keşif ve ilhamla hükmederler.»

Hafız Zebîdî diyor ki: «Malum olsun ki, İmam Ebu-l-Hasen ve İmam Ebû Mansûr radıyallâhu anhumâ, İndî meselelerden son derece sakın­dılar. Bir bid'ati ihdas etmediler. Mezhebleri, ashab, tâbiîn ve tebel tâbiî- nin yolundan ayrılmamıştır. Bilakis Selefin itikadlarını, aklî ve naklî delil­lerle esaslaştırdılar. Mesela İmam Eş'arî, İmam Şâfiî'nin görüş ve ictihadlarını, açık nasslarla teyld ederek mezhebine yardım etmiştir. İmam Mâturîdî ise, aynı yolla İmam Ebû Hanîfe'nin mezhebini aklî ve naklî delillerle takviye etmiştir. Her ikisi de ehli bid'atle savaşmışlar; ve Allah Teâlâ onları muvaffak kılmıştır. Filhakîka cihadın aslı da, bunların yaptık­ları cihaddır. Bu takdirde bunlara intisab, ashab, tâbiîn ve tebei tâbiîne intisabdır. Bunlara bağlanmak, onlara bağlanmaktır. Nitekim Izzeddin Abdisselam diyor ki: “Şâfiîler, Mâiikîler, Hanefîlerin kısm-i a'zamîsi ve Hanbelîlerden ehli fazîlet, İmam Eş'arî'nin itikadı üzere icmâ' ettiler. Ni­tekim imam Eş'arî'nin muasırlarından Ebû Amr-u ibn-ul-Hâcib, Mâlikî ol­duğu halde ve Hanefîlerin şeyhi olan Şeyh Cemâleddîn de Hanefî oldu­ğu halde, Eş'arî'nin itikadı gibi eser yazdılar.” İmam Takyeddîn İbnu Subkî, ibnu Abdisselâm'ın bu naklini tasvib etmiştir.»

Onların zamanından şu ana kadar, onlardan hiçbir âlim, hiçbir âlimi tekfîr, tebdî' ve tefsîk etmemiştir. Bu da onların hak yol üzerinde olma­sına delildir.

İmam Takyeddîn-is-Subkî, nazmen ve neşren yazmış olduğu "Ehli Sünnet Arasındaki İhtilâfî Meseleler" risâlesinde şöyle der: «En faydalı ilim, Kur'an, sünnet, fıkıh, usûl-u fıkıh ve nahuv ilimleridir. Bu iiimieri, akidesi sağlam, kelam ve Yunan felsefesinden ictinab eden zevattan öğrenmelidir. Aslında kelam ve Yunan felsefesi gibi zarar veren hiçbir ilim yoktur. Hakîkatte ikisi de birdir; İlâhî ilimlerdir. Ancak Yunanlılar, ilâhiyat ilimlerini mücerred akıllarından çıkarmaya çalıştılar. Ehli kelam ise, hem akıl ve hem nakil yoluyla çıkarmaya çalıştılar. Ehli kelam da, üç fırkaya ayrıldı. Birincisine, akıl ciheti galebe çaldı. Bunlara Mutezile de­nilir. İkincisine nakil tarafı galebe çaldı. Bunlara Haşeviyye denilir. Üçün­cüsü, aklı ve nakli bir arada tutarak, akıl yoluyla nakilden, yeril yerinde delilleri çıkarttılar, işte Ehli Sünnet velCemaat de bunlara denilir. Ashâb-ı Kiram, tâbiîn ve müslümanların kısm-i azamîsi bu itikaddadırlar. Mutezililer, üçüncü asrın başlarında devlet mekanizmasını ele geçirdi­ler. Halîfe ve padişahların gazabî kuvvetlerini tahrik ettiler. Onlarla Eş'a-rîler arasında birçok nizâlar meydana geldi. Onlar, Yunan felsefesine dayanarak aklî delilleri muhkemleştirdiler. Eş'arîler ise Kitab ve sünnete dayanarak aklî delilleri muhkemleştirdiler. Kitab ve sünnet üzere işi tesis ettiler. Adaletle hükmettiler. Mu'tezileler, Yunan felsefesine hayran kal­dıklarından dolayı, ümmet İçerisine birçok şerleri, fitne ve fesadı soktu­lar.Haşevîlere gelince, bunlar da rezil ve cahil bir taifedir.

İmam Ahmed'e nisbet edilirler, imam Ahmed bin Hanbel, onlardan beridir. Bunla­rın İmam Ahmed’e nisbet edilmesinin sebebi de, İmam Ahmedin, Mute­zilenin zulmüne karşı baş kaldırarak, işkencelerine tahammül gösterme­si ve delillerini reddetmesidir. Haşevîler, Imam'ın bazı sözlerini nakle­derler; cehaletlerine kapılıp kötü itikadları yayarlar. Her sonra gelen, Ön­cekisine uyup gidiyor. Şu ana kadar onlar içerisinde muayyen bir imam yoktur. Bunlar devlet reislerine tâbi' olurlar. Matteessüf bazı Şâfiîler, bazı ehli hadis, onların dalâletine girmektedir. Bunun için Ibnu Asâkir, böyleleri meclisine sokmaz; ve tâbi'lerini onlardan sakındırırdı.»

İmam Takyeddîn-i Subkî'nin naklinden anlaşıldığı üzere ve şu anda müşahade ettiğimiz gibi, tahrifçilerin kısm-i â'zamîsi, Avrupa ilimlerine hayran kalarak, felsefî, mücerred aklî görüşlerle yola çıkmaktadırlar. Neredeyse ayet ve hadisleri, zan ve tahminlerine uydurmaya çalışırlar. Diğer bir takım, bunlara karşı çıkarak, ayet ve hadis meallerini zâhirine hamledip müslümanların itikadını bozmaktadırlar. İşte Ehli Sünnet vel- Cemaatin bu iki yoldan da sakınmalarından dolayı, dâhilî olarak da bunlar düşmanlık yaparlar. Gavurların müslümanlara saldırmaları bir taraf, bunların saldırmaları bir taraf... Onun için bu eserde, Ehli Sünnet vel-Cemaatin haricinde yetmişten fazla sapık itikadları nazar-ı itibara alarak, Ehli Sünnet velCemaatin yolunu tesbit etmeye çalıştım.

Ebû Bekr-il-Varrâk, va’zederken bir adam soru sormuş; "Bunu bil­miyorum." deyince, soru sahibi: "Bilmiyor musun, minbere çıkmakla in­san yükselmez." demiştir. Bunun üzerine Ebû Bekr-il-Varrâk kuddise sırruh da: "Bilgim nisbetinde şu minber kadar yükseldim. Eğer cehaletimin nisbetinde yükselseydim, göklere kadar çıkardım." Evet, fakir de, ilmi nisbetinde Ehil Sünnet velCemaatin görüşlerini ortaya koymuştur. Eğer cehlim nisbetinde ortaya çıksaydım...

Hâsılı, Ehli Sünnet velCemaate, sapıkların düşmanlığının yegâne sebebi, tatbîk-i islamdan aciz kalmalarıdır. Onların acizlikleri, onları sev­giden çevirip düşmanlığa saptırmıştır, önüne gelen kitab yazar; karalar, çizer. Kimisi "bilim adamı" der; kimisi "ayet, hadis" der. Buna çok dikkat çekmeliyiz. Ehli Sünnet vel-Cemaatin itikâdî ve amelî ölçüleri, tevâtür senedlerle zamanımıza ulaşmıştır.

Fırka-i Nâciye de, Ehli Sünnet vel-Cemaattir. Allah'ın Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem, bu fırkayı:

 “Benim ve ashabımın üzerinde olduğumuz şey (itikad, amel ve ahlak)dır.” cümlesiyle beyan etmiştir, Ashâb-ı kirâmın itikadı, ahlakı üzere olup, ma'rûfu emreden, münkerattan sakındıran ve kebâir-i terk eden, onlar gibi ibadet eden, Ehli Sünnet vel-Cemaattir.

Onların yolunda olmak farzdır, işte bu itibarla İbrahim Hakkı şöyle dedi;

Hep ashâb-ı güzîn u tâbiîn u müctehidînin
Ne ki var Ehli Sünnet vel-Cemâat cümle Ehlullah

Tüm ashâb-ı güzîn, tâbiîn, müctehidler, hepsi, Ehli Sünnet velCemaattir; Allah'ın dostlarıdırlar.

Kamûnun i'tikâdı bu yüzon beyt içre bil Hakkı!.

Budur hak mezheb ancak bunda sâbit eylesin Allah

Ey Hakkı!.. Artık onların itikada dair ölçülerini, yukardaki yüzon beyt içerisinde bil.Budur hak mezheb. Allah Teâlâ bizi bu itikad üzere sabit etsin.

İbnu Abdilberr'in Câmiu Beyân-il-İlmi adlı eserinde, İbnu Esîrin Câmiu-I-Usûl adlı eserinde tahric ettikleri bir hadîs-i şerifte İbnu Mes'ûd radıvallâhu anh şöyle buyurmuştur:

“Kim bir âdeti yol edinmek isterse, vefat edenin yolunu yol edinsin. Çünkü muhakkak diri üzerindeki fitneden emin olunmaz.Onlar (ölüler) Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'in ashabıdırlar. Bu ümmetin en üstünleridirler. Kalb olarak en doğrudurlar. İlim olarak en derindirler. Zorluğa en az katlananlardır. (Yani, ibadetleri, yemek içmek gibi tabiî; ve başkalarının vebali altına çok az girenlerdir.) Allah Teâlâ onları Nebîsi sallallâhu aleyhi ve sellem'in sohbetine ve dînini ayakta tutturmaya seçmiştir. Öyleyse onların şereflerini biliniz. İzlerine tâbii olunuz. Gücünüz yettiği kadar ahlak ve sîretlerine tutunun. Şübhesiz onlar dosdoğru hidayet üzerindedirler.”

İbnu Mes'ûd'un bu sözü, Rasûl-u Muhterem (a.s)'ın: "Ashabımın şerefini koruyun.” sözünün tefsiridir.

Veyahud “Benim ve ashabımın da üzerinde bulunmuş olduğu şey(itikad, amel ve ahlak)dir." cümlesinin tefsiridir.

Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbnu Mâce ve İmam Ahmedin tahric ettikleri bir hadiste İrbad bin Sariye radıyailâhu anh şöyle anlatır;

Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem, birgün bize namaz kıldırdı. Sonra yüzüyle bize yöneldi. Bunun üzerine en açık bir sûrede öğüt verdi. Ondan benizler sarardı, gözler yaşardı, kaibler korktu. Bir adam: "Ey Allah' ın Rasûlü, sanırım ki şu öğüdünüz, vedalaşmanın öğüdüdür. Ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz bize?” dedi. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

“Size Allah Teâlâ'dan korkmayı, habeşî bir köle olsa dahi (âmi­rinize) kulak vermeyi ve boyun eğmeyi tavsiye ederim. Gerçek şu ki, Benden sonra sizden yaşayan, elbette birçok ihtilafları görecektir. Bu takdirde size Benim sünnetim ve Benden sonra rüşd ve hidayet yolunu gösteren halîfelerimin sünneti gerek; ona tutunun, (aç kimse bütün dişleriyle ekmeğe sarıldığı gibi) sımsıkı sarılın.. Sizi yeni çıkan modalardan sakındırırım. Çünkü yeni çıkan her moda bid'attir. Ve her bid’at dalâlettir.”

“Bütün dişlerinizle ısırın.” cümlesi, istiare olarak beyan buyrulmuştur. Yani: “Aç bir kimse, elleriyle, dişleriyle, ruhen ve bedenen yiyeceğe yapıştığı gibi, ashabdan sonra gittikçe kıtlık başladı­ğında, sizler de sünnetime ve Huiefâi Râşidîn'in sünnetine yapışın, tutu­nun. Bunu “Külliyyetiniz ile ona tutunun.” diye tercüme ediyoruz. Demek, ashab, tâbiîn ve tebe-i tabiînden sonra, din kıtlığı gittikçe artar. Din kıtlığı arttıkça, emr-i Nebevî üzerine Hulefâi Râşidîn’in sözüne yapışmamız vacib olmaktadır. Evet, itikadlarını kendimize ölçü ederiz. Onlardan ayrıl­mayız. Şereflerini koruruz. Ehli Sünnet vel-Cemaatin bâriz alâmeti bun­lardır.

Yukarda anlatılan esaslara uygun ve gerçek ittibâa başlayan kim­seye, dînin ikâmesi yoluna baş koyduğu için, dîni reddeden kafirler yahud dîni hafife alan müslümanlardan sapık kollara girenler veyahud âdetâ gayrı müslime dellailık yapan ve masiyeti helal sayan kimseler, düşmanlıklarını izhar ederler. Demek Ehli Sünnet vel Cemaate düşman­lığın altı sebebi vardır:

Birincisi, ashâb-ı kirâmı hayrla yad etmek ve hatalarından sükut et­mek; yahud da onların hiçbir hatasını görmemektir. Bu, kafirlerin ve zayıf imanlıların gözünü çıkarır.

İkincisi, gayrı müslimlerin örf ve âdetlerini terk etmektir. Haliyle onla­rın örf ve âdetlerini terk eden ve dünyevî debdebelerine göz dikmeyen, kafirlere hedef olmuş olur.

Üçüncüsü, mezheb İmamlarına saygı göstermek yolunda gitmektir. Kendilerinde benlikleri hükümran olanlar, nefslerini imamlarının yerine koyarak, indî ve felsefî ictihadlarına müslümanları davet ederler. Davala­rına icabet etmeyenlere kinlerini izhar ederler.

Dördüncüsü, emr-l ma'rûf ve nehy-i anil-münkeri tebliğ etmektir. Ehli Sünnet vel-Cemaat, takvâyı, doğru itikadı tebliğ ederlerken, her hususta menhiyata dalmış kimseler, onlardan hased ederek kinlerini izhar eder­ler.

Beşincisi, sadece dört mezhebe ittibâ1 etmektir; müslümanların vah- detini temin eden de, dört mezhebe ittibâ'dır. Müslümanların manevî olan İlâhî desteğinin, nusret ve yardımının, vahdetle meydana geldiğini kendileri de bilirler. Bunun için iki müslüman sevgi ve şefkatle biraraya geldi mi, gayrı müslim mutlaka saldırırlar. Onları razı etmek isteyen mü­tefekkirler, bilerek veya bilmeyerek onlardan aldıkları zehirli soruları, müslümanlar arasında yayarlar ve vahdeti bozarlar. Hâsılı müslümanla- rın biraraya gelmeleri, kafirlerin müslümanlara karşı cebhe almalarına sebebiyet verir.

Bu takdirde müslümanlara, İlmî ve aklî, felsefî sorular sorarlar. He­nüz nefsin ilkaatından kurtulmayan mütefekkirler, onlara cevab vermeye kalkışırken, bilmeyerek birçok hadisleri; veyahud bilerek birçok hüküm­leri inkar etmeye başlarlar. Onlara atacakları sapan taşları, haliyle müs­lüman kardeşlerine dönmüş olur. Bu da Allah Teâlâ'nın sevgisini, Rasûlullah'a ittibâı bozduğu gibi, mü'minler arasındaki eminlik ve sevgi bağlarını kırar, işte bu kırgınlıktan kafirler hoşlanır.

Akıllı müslüman, düşmanın rızasını hedef edinemez. Bu hususta en üstün düstur, Allah Teâlâ için sevgi ve Allah Teâlâ için buğzetmektir.

Nitekim Müslim ve Buhârinin tahric ettikleri Enes radıyallâhu Teâlâ anh'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Üç haslet kimde bulunursa, imanın tatlılığını bulur:

-Kendisine Allah ve O'nun Rasûlü, başkasından daha sevimli olan kimse;

-Bir kulu severken, Allah'(ın rızasını kazanmak) tan başkası için sevmeyen kimse:

-Allah onu küfürden kurtardığı zamandan sonra, ateşe atıl-maktan tiksindiği gibi küfre dönmekten tiksinen kimsedir.”

Bir şeyi sevmek, diğer bir şeyi terk etmeyi gerektirir. Çünkü iki sevgi bir kalbde birleşmez; gece ve gündüz, küfür ve iman, ateş ve su bir yerde biıieşmediği gibi. Binaenaleyh ya Allah Teâlâ'yı sevmek veyahud gayrını... Ehli Sünnet vel-Cemaat, Allah Teâlâ'nın üstün sevgisini koru­mak istediklerinden; servet, riyâset debdebesinde olanlar, kendilerini sevdirmek ve beğendirmek için saldırırlar.İşte bu saldırıda saldırganlara teslim olmayanlara, küffar düşman olurlar. İmanın temeli, Allah Teâlâ ve O'nnun Rasûlü'nü sevmek ve sevgilerini izhar ederek, başka her şeyi sarfı nazar etmektir.

“İnsan iyiliğin kölesidir.” Gaflete düştüğü vakit,velinimet otan Allah-u Teâlâ'yı unutup, kendisinde nimet gördüğü kimseyi sever. Tıpkı, sahibi zil ile kendisine gıda veren köpeğin, zil sesini duy­makla iştiyak ve arzuları uyandığı gibi, gafil insanlar da, zil mesabesinde olan sebeblerin beraberliğinde görmüş oldukları nimetleri, sebebden zannederler; artık nerede zil varsa, orada yem vardır diye inanırlar. Ki­misi annesini babasını, kimisi soyunu sopunu, aşiretini, devletini, tarla­sını, mağazasını sever, hayatının bizatihi bunlardan olduğunu zanneder, inanır. Köpek zil sesini duyduğu zaman harekete geçtiği gibi, o da bu sebebleri gördüğü yerlerde oynar. İşte bu sevgiyi yıkıp, sebeblerin fâil olmadığına inanmak, imanın ikinci aslı sayılmıştır. Bunu en veciz, mu­kaddes ve geniş manayla “Bir kulu severken, Allah'(ın rızasını kazan­maktan başkası için sevmeyen kimse.” cümlesi ifade etmiştir. Kul için de en zor, Allah Teâlâ için sevgiyi nefsine kabul ettirmesidir. Doğuşuyla birlikte sebebleri e arkadaşlık yaptığından, bu arkadaşlık alışkanlığından kabul ettiremiyor. İşte Ehli Sünnet vel -Cemaat, büyük müctehid, ulemâ ve diri rehberlerinden bu hakikati anlayıp, sebeblere önem vermedikleri için, sebeblere önem verenler, kendilerine düşman olurlar.

Artık Allah Teâlâ'yı sevmenin ve O'nun için mahlukunu sevmenin kaibde yerleşebilmesi için küfürden korkmak gerekir, dolayısıyla kafir­den kaçmak gerekir. Nitekim bu da, “Allah Teâlâ onu küfürden kurtar­dığı zamandan sonra, ateşe atılmasından tiksindiği gibi küfre dön­mekten tiksinen kimse.” cümlesiyle beyan edilmiştir.

Altıncısı, sosyalizm, kapitalizm, demokrasi... hâsılı Allah Teâlâ'nın izin ve düsturlarına dayalı olmayan her hükümden yüz çevirmektir.

Allah Teâlâ'nın şeriatinden, dîninden, doğrusu peygamberlerin bu­yurmuş oldukları şeriatten yüz çevirenler, Ehli Sünnet vel-Cemaatten bu­nu görünce, hevâ ve heveslerine onları döndürmek isterler. Kendilerine uyduramadıktan zaman saldırırlar. Müslümanların birliklerini dağıtmak isteyenler, en çok bu sebebden isterler. Çünkü bunlann kalbleri gafildir; yemlerini sebeblerden inanırlar. Alışmış oldukları hayatı terk etmek iste­mezler. En güzel ifadeyle:

“Rabb’lerini inkar edenlerin misali (şöyledir): ''Onların amelleri (fen,sanat ve felsefeleri) fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler. İşte bu sapıklığın ta kendisidir.'' [lbrahim/18]

Öyle ya, kalblerinde Tevhid İnancı olmadığı için, huzurdan; aralarında kardeşlik ve Allah Teâlâ için sevgi olmadığı İçin de, bereketten mahrumdurlar. Bu, dünyadaki cezalarıdır. Ahirette de şiddetli azaba duçar olmalarında şübhe yoktur. Müslümanlardan da bir takım, onların hastalıklarına yakalanıp, müslüman kardeş­lerine saldırırlar. Halihazırda müslümanların tefrikaya düşmelerinin sebeblerinden en büyüğü, Allah Teâlâ'nın şeriatinden yüz çevirmeleridir. Halbuki Amentü'de "Ve kütübihi" = Allah Teâlâ'nın kitablarına da inan­dım, deyişimiz: “Allah Teâlâ'nın Kur'an'da beyan buyurmuş olduğu hü­kümlerine, nizamına inandım." demektir.

İşte bu hükmü reddetmeye küfür; kabul edip hafife almaya yahud yasaklarını mübah saymaya yahud emrlerini yasak saymaya, yani istihlâl-i ma'siyete, mürtedlik denilir. Dinden çıkmak... En çok bundan tevbe etmek gerekir. En çok bunda uyanık olmak gerekir. Ateşten tiksindiğimiz gibi küfürden tiksin­memiz gerekir.

Bu itibarla İbrahim Hakkı Hazretlerinin ifadesiyle:

Eğer benden küfür emden hatâen sâdır olduysa

Ben ol küfrün cemîinden berî oldum Livechillah

Eğer benden, kasden veya hatâen küfür sâdır olmuşsa, hepsinden beri oldum; Allah Teâlâ'ya yöneldim.

Dinden çıkmaya sebeb olabilecek söz veya fiilin meydana gelişin­de, tevbe bu şekildedir. Eğer günah; fısk ve isyan ise, tevbesi şöyledir:

Dahi şer'a muhâiifse eğer akvâl u efâlim

Ben anlardan rücu* etdim ve tubtu kurbeten Liltah

Sözüm, fiilim, şeriate muhalifse, ondan pişmanım; döndüm. İbadet olarak Allah'a tevbe ederim. (Ve)

Ne ki kılmış Habîbullah bize tebllğ-i ahkâmı
Kabul etdim anı âmentu Billah ve Hukmillah.

Allah'ın sevgili kulu, Allah Teâlâ'nın ne gibi hükümlerini bizebildirdiyse,Kabul ettim; ona razı oldum. Allah Teâlâ'ya ve hükümlerine ve Peygamberin getirdiklerine inandım.

İmam Ahmed, Müslim ve Tirmizî'nin de Tahric ettikleri Hazreti Abbas radıyallahu anh'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

'Muhammed sallallâhu    aleyhi ve sellem'i Allah'ın elçisi olarak,İslâmî din olarak  ve Allah'ı  Rabb olarak kabul  edip (hükümlerine) ra­zı olan kimse, imanın lezzetini tatmıştır.”

Allah’ım, bunların cümlesine gönül bağladım, razı oldum ve:

Dilim ikrârımı kalbimle tasdîk eyledim candan

Sen'in hıfzında îmânım emânet olsun ey Allah 

Kalbimle candan tasdik ederek, dilimle söylerim.

Allah'ım, bu gönül bağlılığım; tasdik ve itirafım, dönüş ve ibadetle­rim, hepsi, Sen'in hıfzında emanet olsun.

Buraya kadar, bilgim ve gücümün nisbetinde bu kadar yazabildim. Bütün kusur ve taksiratımdan Allah Teâlâ'ya sığınırım. Eğer cehaletim ve cesaretim nisbetinde yazmış olsaydım, bu kitab iki mislini bulurdu. Her hâlukârda hatalarımdan istiğfar ederim. Tâkatim nisbetinde gücümü harcayarak 19741te yazmış olduğum "Ehli Sünnetin Nazariyesi itikadın Ölçüsüdür” adlı eserimi tashih ettim. Tashihimin hitâmı 18.1.1992 ve hicrî 13 Receb 1412 tarihine tesadüf etmiştir. Bazı muasır munakkidlerimin ve Tevhid ilminde aşina olmayan hasedcilerin tenkidlerine mebnî "Ehli Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür” diye ismini değiştirdim.

Son söz olarak:

Allâhumme Ente Rabbî lâ ilâhe illâ Ente. Halaktenî; ve ene abduke. Ve ene ala ahdike ve va'dike mesteta'tu. Eûzu bike min şerri mâ sana'tu. Ebûu leke bini'metike aleyye ve ebûu bizenbî. Fağfir lî; feinnehu lâyağfir-uz-zunûbe illâ Ente.

(1)Şeyh Zâhid Kevserî Min ibar-it-Târîh-i fi-l-Keydi Lil'İslam adlı risâlesinde, bu hususta birçok örnekler vermiştir. Özeti: “Riyâsete göz dikip, yaptıkları işleri İslâma malederek kusurlarını gizlemek için, İslam dînini değiştirdiler." Ihyâu-I-Ulûm'un şârihi Hafız Zebîdî, İthâf-us-Sâddet-il-Muttakîn adlı eserinin ikinci cildinin mukaddimesinde, bu hususta bir­çok nakiller yazmıştır. Arabî bilen kardeşler, Ehli Sünnet vel-Cemaatin itikadının tamamını orada bulabilirler. Tabiî ki, Şerh-ul-Makâsıd, Şerh-ul-Mevâkıf, Şerh-ul-Akâid ve bunların üzerine yazılan hâşjyeler, Ehli Sünnet velCemaatin teferruatıyla itikadını izah etmektedir.



İsmail Çetin-Ehli Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür

Devamını Oku »