15 Temmuz Öncesi,Esnası,Sonrası

15 Temmuz Öncesi,Esnası,Sonrası
[ Yılkı Dergisi - Temmuz 2016 ]

Zor bir coğrafyada, ağır bir tarihsel misyonun yüküyle yürümeye çalışıyoruz. Düşmanlarımız, kemiyet ve keyfiyet planında “dost” diyebileceklerimizle kıyas kabul etmez bir üstünlüğe sahip. Ümmet’in son kalesini de ele geçirip, ebedî rövanşlarını taçlandırmak üzere topyekün taarruz halindeler…

Efendimiz (s.a.v)’in işaretlediği üzere küfür, “Amik Ovası”ndaki o nihaî darbeyi yiyene kadar bizi diz çöktürmek için her türlü desiseye başvuracak. Her seferinde yeni bir oyun kurarak, yeni metotlar geliştirerek, yeni partnerler bularak…

15 Temmuz, şeytanın askerlerinin sahnelediği son tezgâh olarak geçti kayıtlara. Siyaset bilimciler, gazeteciler, yazarlar-çizerler hep bir ağızdan, bu son tezgâhın farklılığını anlatıyor. Namazlı-niyazlı insanların “son kale”yi çökertme hareketinde koçbaşı olarak kullanılmış olması şaşırtıcı geliyor…

Oysa biraz tarih bilenler, bu “namazlı niyazlı insanlar”ın söylemlerini tahlil edebilecek, zihin kodlarını çözebilecek kadar İslamî İlimler’de behresi olanlar, sergilenen ihanet karşısında şaşırmadılar. Hatta onlar bu ihanetin ayak seslerini 10 yıllar öncesinden duydular ve uyarı sirenleri çaldılar. Ama rüzgâr çok güçlü esiyordu ve o sesler gafletin ördüğü duvarlara çarpıp çarpıp geri geliyordu…

Olan oldu… Şimdi yapılması gereken, “Olanda hayır vardır” fehvasınca, “olan”dan dersler çıkarmak ve aynı delikten ikinci defa ısırılmamak için gerekli tedbirleri almak… Bunun için, hadiseyi soğukkanlılıkla “öncesi”, “esnası” ve “sonrası”yla tahlil etmek gerekir.

Öncesi

“İctihad kapısı açıktır, ancak o kapıdan girmek için şu zamanda çok maniler vardır” diyen Bediüzzaman Said Nursî merhumun çizgisi, görüşleri, mücadelesi herkesin malumu iken, kendisini ona nisbet ederek hareketine alan açan Fethullah Gülen’in “yeni ictihad lazımdır; gerekirse yeni bir metodoloji/usul ihdas edilmelidir” tavrı bizim için bir “uyarı ateşi” olmalıydı. Ama olmadı. Bediüzzaman, “Selef’in ictihadları semavîdir” derken Gülen’in talebeleri vasıtasıyla yayılan, “Fıkıh evrensel değildir; beşerîdir, değişebilir, hatta değişmelidir” herzeleri geldi, daha açık ve net ifadelerle. Onu da hazmettik hiçbir rahatsızlık duymadan. Kadınların kızların tesettürü “önemsiz” ilan edildi; “durun yahu, ne yapıyorsunuz?” demedik. Dinlerarası diyalog süreciyle mesele fıkıh zemininden akaid zeminine taşındı; Kur’an’ın açıkça “şirk” ve “küfür” olarak damgaladığı itikadlar, “İbrahimî dinler” söylemiyle makbuliyet/meşruiyet şemsiyesi altına sokuldu. Tepki göstermek yerine, Diyaloğu neredeyse devlet politikası haline getirdik. Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde Diyalog birimleri kuruldu… Fethullah Gülen, “Hristiyanların rehberleri ve din büyükleri onlara söylenmesi gerekenleri söylemektedirler. Benim onların söylediklerinden ve söyleyeceklerinden farklı bir sözüm yok” diyerek irtidadını ilan etti, “dünyanın şu kadar ülkesinde okul açtı, devletlerin yapamadığını yapıyor” diyerek Gülen’i ve hareketini adata kutsadık.

Bütün bunlar, Fethullah Gülen hareketinin ne büyük bir “fitne” ve “tehlike” olduğunu alabildiğine açık bir şekilde anlatıyorken biz, bu fitnenin İslam’a ve müslümanlara verdiği zararı önemsemedik. Ta ki bu şer şebekesinin eli devlete uzanana kadar!

Oysa bu şerri, dinin altını oymaya başladığını gördüğümüz anda kazıyıp atmalıydık bu coğrafyadan! Devleti kurtardık elhamdülillah; ama dine verilen o zarara göz yummanın vebalinin hala omuzlarımızda olduğunu unutmayalım!

Esnası

Aşağılık ihtirasların pençesinde bu milletin ezelî düşmanlarıyla işbirliği yapmaktan çekinmeyecek kadar ruhsuzlaşmış yaratıklar, bu milleti küfrün önünde diz çöktürmek için kumpas kurarken üç unsuru dikkate almadılar: Allah’ın takdiri, milletin iradesi ve dik duran lider.

Bir tuzak kurmaya çalıştılar, ama Allah tuzaklarını başlarına geçirdi. Çünkü niyetleri şer, maksatları münkerdi. Oyunları bozuldu.

“Bu millet askeri görünce evine kapanır” diye düşünerek hesap yaptılar; ama dilindeki tekbirden, elindeki bayraktan başka silahı olmayan bu millet çelik gibi iradesiyle tanklara, helikopterlere karşı durdu. Rüşdünü isbat etti ve artık kendi vergileriyle alınan silahların kendi geleceğini karartmasına sessiz kalmayacağını haykırdı. Hesapları tutmadı.

"Ya derdest eder itibarsızlaştırırız, ya da yurtdışına kaçar" diye düşündükleri Cumhurbaşkanı, “şapkasını alıp gitmedi” ; tam tersine arkasındaki millet iradesini devreye soktu ve milletiyle kenetlenerek bu topraklarda darbeler döneminin bittiğini ilan etti.

Sonrası

Tehlike büyük ölçüde savuşturulduktan sonra bu millet dostunu, düşmanını daha net görme ve daha net tavır koyma imkânına kavuştu. Ancak devleti yönetenler bakımından dikkat edilmesi gereken hususlar var:

FETÖ‘yü bir terör örgütü olarak değil, “hizmet hareketi” olarak gören tabanı rencide edecek uygulamalardan –her şeye rağmen– hassasiyetle kaçınmalıdır.
Devletin kılcallarına kadar girmiş bulunan kanserli hücreler temizlenirken kurunun yanında yaşın da yanmamasına dikkat edilmelidir.

Kamuda Paralel şebekeden boşalan alanlar doldurulurken kenarda ellerini ovuşturarak bekleyen potansiyel paralel yapılara dikkat edilmelidir. Ne milletin, ne de devletin aynı delikten ikinci kere sokulmaya tahammülü vardır! Bu çerçevede bir kısım çevreler, FETÖ‘nün “Sünnî” bir yapı olduğunu, dolayısıyla problemin kaynağının Sünnîlik olduğunu dile getirmeye başlamıştır. (Benzer iddiaların IŞİD/DAİŞ bağlamında da gündeme getirildiği malumdur.) Bu iddiayı dile getirenler, en hafif tabiriyle “samimiyetsiz”dir! Ehl-i Sünnet çizgide gâvurun piyonu olarak Müslümana kılıç çekme anlayışı yoktur. Ehl-i Sünnet bilgi sisteminde rüya, ilham vb. bağlayıcı/ilzam edici birer “delil” değildir! Ehl-i Sünnet inancında peygamberler dışında masum insan yoktur! Oysa FETÖ’nün liderinin kitleleri afyonlarken bunlara dayandığı açıktır.

Bu millet Müslümandır ve Müslüman kalacaktır. Müslümanlığın temeli de Kur’an ve Sünnet’i doğru anlama ve hayata yansıtma ameliyesinin mekanizması olan İslamî ilimlerdir! Kur’an ve Sünnet’in, İslamî ilimlerin sağladığı formasyona bigâne kalınarak sağlıklı bir şekilde öğrenilmesi ve hayata aktarılması mümkün değildir. İslamî ilimlerin öğrenilmesinin biricik zemini de, Sahn-ı Semân gibi, Süleymaniye gibi yüksek seviyeli eğitim müesseseleri, yani “medreseler”dir. Medrese hayatı ihya edilmezse, mevcut boşlukta IŞİD/DAİŞ’ten Şia’ya ve modernist hareketlere kadar her ideolojik yapı Kur’an ve Sünnet’i kendi hedefleri istikametinde istismar etmeye ve halkı bu istikamette manipüle etmeye devam edecektir.

Sonuç

Biz bu topraklarda 7 asırlık bir cihan devleti tecrübesinin mirasçıları olarak bulunuyoruz. Yönümüzü o tecrübeye döndüğümüz takdirde bize, başta sahih İslam çizgisi olmak üzere ihtiyacımız olan her şeyi sunacaktır. Bizim ithal hiçbir düşünceye, ideolojiye, sisteme ihtiyacımız yok. Kendi öz potansiyelimizi harekete geçirdiğimiz takdirde dünyanın yeni çekim merkezi olmamız ve ümmetin riyasetini yeniden deruhte etmemiz işten değildir.

Millet-devlet kaynaşmasının yeniden ve güçlü biçimde tesis edildiği bu süreçte yaşadığımız bu şerden çıkacak en büyük hayır, kelimenin en sahici anlamıyla “özümüze dönmek” olacaktır.

Ebubekir Sifil Hoca

Kaynak: http://sahniseman.org/15-temmuz-oncesi-esnasi-sonrasi/

Devamını Oku »

Aklımız Başımızda mı ?

Aklımız Başımızda mı ?

Aklın merkezinin neresi olduğuna doğru cevabı bulmak önemli. Çünkü aklı beynin bir faaliyeti olarak kabul ettiğimizde, insanı maddi-manevi bütün yanlarıyla sadece biyolojik bir varlık olarak görme tehlikesiyle karşı karşıyayız demektir. Sadece hayvanlardan biraz daha gelişmiş bir varlık. “İnsanı diğer canlılardan ayıran ve hepsinden üstün kılan en önemli özellik nedir?” diye sorulduğunda, cevabımız elbette ‘akıl’ olacaktır. Çünkü insan aklı ile düşünür, öğrenir ve iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırır. Bu soruya, “insanı diğer yaratılmışlardan ayıran en önemli özellik irade sahibi olmasıdır.” şeklinde de cevap verilebilir. Fakat sonuçta bu cevap da aynı kapıya çıkar. Çünkü insan, iradesini kullanırken birtakım tercihler yapar ve buna göre bir karar verir. Yani yine aklını kullanır. Aklı olmayanın iradesi de olmaz. Dolayısıyla burada da esas olan akıldır.

Peki “aklın merkezi ve mekânı neresidir?” tarzındaki bir sorunun doğru cevabı ne olabilir?

Akıl Nerede?

Sokaktan geçen herhangi birisini çevirip “akıl nerede?” diye sorsak, ya hiç tereddüt etmeden “elbette akıl baştadır” der. Ya da “böyle bir soru soran kimsenin aklı başından gitmiş olmalı” diye düşünür.

Aslında burada akıl ile zekânın birbirine karıştırıldığını söylemek mümkün. En zeki insanın bile, beyninin yüzde üçlük bir bölümünü kullandığı söyleniyor. En büyük dahilerden biri olarak kabul edilen Einstein’ın, beyninin ne kadarını kullandığını öğrenmek için öldükten sonra beyninin incelendiği şeklindeki haberler ve benzerleri, akıl ile zekânın birbirine karıştırılmış olmasındandır.

Oysa bu ikisi birbirinden oldukça farklıdır. Sözgelimi birtakım hayvanların, mesela yunus balıklarının, hiçbir eğitimden geçmedikleri halde, belli bir sınırı aşamasa da, zekâlarını kullanmaları, bu varlıkların akıllı oldukları anlamına gelmez. Bizim burada akıl kavramıyla kasdettiğimiz, insana muhakeme yapma, tercihte bulunma, iyi-kötü ve doğru-yanlış ayrımını yapma imkânını veren manevî bir cevherdir.

“Aklımız nerede?” sorusuna cevap ararken, Mukaddes Kitabımız bize ışık tutuyor:

“Yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı ki (kendilerinden önce isyanları sebebiyle helâk olanlardan geriye kalanları görsünler de) akledecekleri kalpleri, işitecekleri kulakları olsun. Zira gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac/46)

Bu ayet, akletme ve düşünme eylemlerinin kalp ile gerçekleştirildiğini açık bir şekilde belirterek, aklın sanıldığının aksine beyinde değil kalpte olduğunu haber veriyor.

Yüce Rabbimiz, aklın merkezinin kalp olduğu gerçeğini pekiştirircesine, günlük kullanımda akla izafe ettiğimiz diğer eylemleri de kalbe izafe ederek ve şöyle buyurur:

“Andolsun ki biz, cehennem için de birçok insan yarattık ki, kalpleri vardır fakat onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha sapıktırlar. İşte gafil olanlar onlardır.” (Araf /179)

Bu ayette kalbin eylemi olarak kullanılan kelime “yefkahun”dur ve “derinlemesine anlama, geneline vakıf olma” anlamına gelir ki, fıkıh kelimesi de buradan gelir.

Yine Rabbimiz yine şöyle buyurur:

“Onlar (Tebuk savaşına gitmeyen münafıklar) geriye kalan (çocuk, yaşlı ve kadın)lar ile beraber olmaya razı oldular, kalpleri mühürlendi. Artık onlar anlamazlar.” (Tevbe/87)

Yine En’am Suresi’nin 25, İsra Suresi’nin 46 ve Kehf Suresi’nin 57. ayetlerinde de inanmayanların kalpleri üzerine kat kat perdeler çekildiği için, Efendimiz’in tebliğ ettiği vahyi anlamalarının mümkün olmadığı izah edilir.

Demek ki insan kalbi ile düşünmekte, kalbi ile anlamakta. Kalbine perdelenmiş olanlar da, doğal olarak Kur’an’ın mesajını anlayamıyor.

Aklı Kalp'ten Bağımsızlaştırınca

İnsanın bu faaliyetlerinin adresi olarak kalbi gösteren Kur’an’da, akılla aynı kökten türemiş fiiller bulunmasına rağmen, akıl kelimesinin isim olarak geçmemesi de konumuz açısından son derece ilgi çekicidir. Bu gerçek şunu gösterir: Yaygın kabulün aksine, akıl bağımsız bir cevher olmayıp, manevi kalbimizin bir fonksiyonudur.

Acaba Kur’an’ın, akıl ile gerçekleştirilen faaliyetleri kalbe izafe etmesi, yani aklın merkezinin kalp olduğunu vurgulamasının bizi ilgilendiren sonuçları neler olabilir?

İnsanın bilgi edinme, tercihte bulunma, düşünme, akletme ve anlama faaliyetinin merkezi olan kalp, aynı zamanda hissin, sezginin, inancın ve inkârın da merkezidir. Dolayısıyla insanı sevk ve idare eden bir tek merkezden söz edebiliriz: Kalp.

Demek ki o merkezi geliştirmeye, terbiye etmeye, arındırmaya yönelik çabaların hedefi insanın bütün varlığıdır. Efendimiz A.S.’ın işaret buyurduğu gibi o merkezin iyi durumda veya bozulmuş olması insanın bütününü o yönde etkileyecek.

Diğer taraftan, ilâhi vahyin öğrettiğinin aksine, düşünme ve anlama gibi eylemler akla; hissetme, sezme gibi eylemler ise kalbe izafe edildiğinde karşımıza ilginç bir nokta çıkıyor: Böyle düşünen insanlar varlıklarını kendi içlerinde parçalamaktalar. Doğal olarak, birden fazla bağımsız merkezin sevk ve idaresine muhatap olan insan, hayatı boyunca çelişkiye düşmekten, yolunu şaşırmaktan, tereddütten ve kararsızlıktan kurtulamıyor.

“Aklım şunu, duygularım bunu emrediyor” gibi ifadeler, böyle insanların yaşadığı iç çelişkilerin dışa yansımasından başka bir şey değildir.

Yukarıda birkaçını andığımız ayet-i kerimeler ve hayli fazla sayıdaki hadis-i şeriflerden insanı yönlendiren tek merkezin kalp olduğunu öğrendikten sonra şu soru sorulabilir:

Acaba Kur’an ve Sünnet’te akletme eyleminin mekânı olduğu haber verilen kalp mecazî anlamda kullanılmış olabilir mi?

Mealini zikrettiğimiz Hac Suresi’nin 46. ayetinin, gerçek körlüğün gözlerdeki körlük değil, göğüs kafesindeki kalplerde gerçekleşen körlük olduğunu anlatan son cümlesi, böyle bir mecaz ihtimalinin mevcut olmadığını gösterir. Bu demektir ki, yürek ile kalp arasında bir ilişki var.

Nitekim İslâm alimleri de buradaki kalbin, göğsümüzün sol tarafında bulunan ve vücudumuza kan pompalayan yürek ile aynı şey olmasa da, onunla bir alâkası olduğunu belirtirler.

Ancak İmam Gazalî Rh. A.’in, “mükâşefe ilmi”nin konusu olduğunu söylediği kalp-yürek ilişkisinin mahiyeti konusunda fazla şey söyleme imkanımız yok. Ancak şu kadarını söyleyelim ki, gerek Kur’an ve Sünnet’te, gerekse İslâm alimlerinin sözlerinde geçen kalp, madde ile mananın buluşma noktası, insanın özü, rabbanî ve ruhanî bir lâtifedir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran da işte bu kalptir. Zira yürek veya cismanî kalp, hayvanlarda hatta ölülerde bile mevcuttur.

Sözümüzü, Söz Sultanı A.S.’ın bir duasıyla bağlayalım:

“Ey kalpleri (dilediği şey üzerinde) sabit kılan (Allah)! Kalplerimizi senin dinin üzerinde sabit kıl!” (Buharî, Tirmizî, Ebu Davud, İbnu Mace, Ahmed b. Hanbel)

Ebubekir Sifil

Semerkand dergisi
Devamını Oku »

Yaradılış Mayamıza Dönüş:Fıtratı Hatırlamak

Yaradılış Mayamıza Dönüş:Fıtratı Hatırlamak

...Efendimiz bu durumu şöyle beyan ediyor: “Mü’min kul bir günah işlediği zaman kalbinde bir siyah nokta oluşur. Eğer tevbe ederse o nokta silinir ve kalbi cilalanır (eski haline gelir).Eğer günah işlemeye devam ederse o noktalar da artar ve nihayet bütün kalbini kaplar.” (Tirmizî, bn-i Mace, Ahmed b. Hanbel)

Her Günah Fıtrata Bir Darbe

Bu çok net açıklama şunu anlatıyor: Fıtratı kirleten, bozan her türlü davranış yanlıştır ve bu anlamdaki her yanlış dinimiz tarafından günah olarak isimlendirilmiştir. Bir diğer şekilde söylersek, her günah, fıtrat kirleten, zedeleyen ve bozan bir “müdahale”dir.

Fıtrat kirliliği son aşamaya geldiği zaman insanın kalbi mühürlenir. Kalbi mühürlenen insan da artık hakikatleri kavramaktan uzaklaşmış bir varlık olarak, hem kendisine hem de çevresine her türlü zararı verebilecek bir varlığa dönüşmüştür.

Şu halde en başta söylediklerimizi de hatırlayarak şu noktanın altnı bir temel tesbit olarak çizmeliyiz: İnsan denen varlığın, yaradılışından ve özünden getirdiği değerlere (yani fıtrata) uygun davranışın tek adresi vardr: İslâm.

İslâm, aslî olandır, tabii olandır, yaratlış cevherinin muhafaza edilmesinin tek yoludur. İslâm, varlığın ve hayatın dinidir.

Bunun karşısında günahlar ve küfür ise arzî, yani sonradan olmadır. Aldatcıdır, kirleticidir, sahte değerleri temsil eder ve fıtratı yozlaştırır.

“İnsan” kelimesindeki “unutmak” anlamı, insanın, varlığın temeli olan İslâm’a yaradılıştan meyilli, kabiliyetli ve uygun yaratıldığına bir hatırlatmadır. Tekrar belirtelim, burada İslâm’dan kastımız sadece dar anlamda “inanç, ibadet ve ahlâk” ilkeleri ile sınırlı somut emir ve yasaklar bütünü değildir. Varlığa hakiki anlamını veren, bütün alemlere hakim olan varlık yasalarıyla uyum içinde bulunmamızı sağlayan temel ve yegâne doğru tavırdır. Bu tavrı benimseyen insanın, iç içe halkaların en dışta olanından içeriye girdiğini kabul edersek, sonraki halka, bu kabulün insana yüklediği “doğru biçimde iman etme” yükümlülüğü olduğunu görürüz. Ondan sonraki halka ise amel. En içteki halkayı da tasavvuftaki prensipler oluşturuyor.

İşte bu halkalar bir bütün olarak “fıtrat”ı oluşturuyor. Bu kelimeye eş anlamlı olarak bu çerçevede “ahlâk” kelimesini önerebiliriz. Zira hulk ve halk, yani yaradılış kelimelerinin aynı kökten türemiş olması anlamsız değildir. Şu halde ahlâklı insan, yaratılışın mayasını oluşturan “öz”e; tebdile ve bozulmaya uğramamış aslına uygun düşünen ve yaşayan insan demektir. Ahirette yüce huzura kalb-i selim ile varanların kurtulduğunu bildiren Kur’an ayetini de bu doğrultuda anlayabiliriz. Zira selim olmak, bulanıklıktan, karışıklıktan, aykırı unsurlar içermekten ve arızadan uzak olmak demektir.

Bu geniş anlamıyla İslâm’a aykırı düşen insan ise, yaratılış suyunu bulandırmış, asıl yapısını bozmuş ve dolayısıyla yaratılışından gelen doğal-ilahî-doğru varlığına, yapay-gayri ilahî-yanlış unsurlar eklemek suretiyle saf varlığını kirletmiş insandır. “Küfr” kelimesinin, örtmek ve karanlık gibi anlamlar ihtiva ettiği de hesaba katılırsa, “kâfir” kelimesinin, gerçeğin üzerini örten ve varlığın aydınlık gerçeğini yanlış telakkilerin ve değer yargılarının karanlığına maruz bırakan kişiyi anlattığı sonucunu çkarabiliriz.

Keza “nifak” kelimesi de geçmek ve nüfuz etmek anlamı taşıdığından, münafıkın kalbindekiyle dilindekinin birbirini yalanlayan şeyler olması dolayısıyla hakikatin içine yanlışı, sahteyi sokan kimse olduğunu söylemek mümkün.

Netice şudur: İman, fıtrata uygun, onun gerektirdiği doğal durumdur. Küfür ise bu doğal, temiz ve saf yapıya sonradan arz olan yabancı ve aykırı bir durumdur ki, imanın saflığını bozan harici bir müdahaledir. Yani iman fıtrîdir, küfür ise arzîdir. Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i kudside “Ben kullarımı hanifler olarak yarattım. (Ancak) onlar(ın kâfir olanlarnı) şeytanlar dinlerinden çevirdi” buyurulmuş olması bu hakikatin dile gelişidir.

Fıtrat Ne Demek?

“Fıtrat”, Arap dilinde “ilk defa yarattı, yaptı, yardı” anlamındaki “fatara” kelimesinden gelen bir isim. Bu anlam, bünyesinde orijinaliteyi, tazeliği ve saflığı da barındırır.

“Fatara” kelimesinin anlamını daha iyi kavrayabilmek için şöyle bir örnek verelim: Hiçbir ışığın olmadı zifiri karanlık bir gecede etrafa göz gezdirdiğimizi düşünelim. Hiçbir noktada karanlığı yaran bir ışık, bir delik göremeyiz. Sanki herşey karanlıkta ve yoklukta kapanık vaziyettedir. Sonra bir yerden ani bir ışık çaktığını tasavvur edelim. İşte bu ışığın aniden belirerek karanlığı yarması “fatara” kelimesi ile ifade edilir ve bu ani beliriş “fıtrat” halidir.

Bir şeyden başka birşeyin, bir tohumdan bir tanenin ve tomurcuktan çiçeğin çıkması olaylarında, ilk maddenin bozulmasından ikincinin vücut bulması söz konusu iken, yokluktan varlığa çıkarmada (fatr) böyle bir bozulma durumu yoktur. Bunun için fıtrat kelimesinin bünyesinde, eskilerin “mahz-ı salâh” dedikleri “katkısız saflık, sıhhat ve pürüzsüzlük” vardır. (Elmalılı, Hak Dini, 3/1889-1890)

Fıtrat kelimesinin bu dikkat çekici anlamı dolayısıyla Yüce Allah Kur’an’da şöyle buyurmuştur:

“O halde sen yüzünü dine, Allah fıtratına bir hanif olarak tut ki, insanları onun üzerine yaratmıştır” (Rûm suresi, 30)

İslâm Fıtrat Dinidir

Din, yani İslâm fıtrattır. Bir başka deyişle yaradılışın ilk tarzı ve tavrı ne ise, İslâm da insanları o bozulmamış ve dejenere olmamış berraklığa çağırmaktadr. Bu incelik sebebiyle “İslâm fıtrat dinidir” denmiştir.

Şu halde müslüman, yaradılıştaki safiyetini muhafaza eden ve onun herhangi bir yabancı unsur tarafndan bulandırılmasna izin vermeyen, fıtrat yasalarına teslim olmuş kimsedir.

Yaradılışından getirdiği “güzele, iyiye, doğruya yatkınlık, ünsiyet” sebebiyle “insan” ismini almış olan varlık, ancak bütün benliğiyle “din”e, yani İslâm’a, yani “fıtrat”a yöneldiği zaman, evren içindeki ahenk sağlanmış, büyük alem ile küçük alem arasındaki uyum temin edilmiş olur.

Ebubekir Sifil - semerkanddergisi

yazının tamamı için bk

:http://hisar-bab.com/index.php?option=com_content&view=article&id=6629:yaradl-mayamza-doenue&catid=121:secme-makaleler&Itemid=586

Devamını Oku »

Müçtehid İmamlar ve Zühd Hayatı

      Müçtehid İmamlar ve Zühd Hayatı

Parçalanmış Bilinçle Bütüne Kör Kalmak

Ortasından dört bir yana doğru çizgi çizgi çatlamış bir pencere camından dışarıyı seyreden bir kimse, karşısındaki manzarayı bütün olarak görebilir mi? Bu nasıl mümkün değilse, varlığı, eşyayı ve olayları da böyle parçalanmış bir zihin yapısıyla bir bütün olarak görmek mümkün değildir.

Sözü getirmek istediğimiz nokta, geçmişimizi değerlendirirken genellikle farkında olmadan düştüğümüz bir yanılgı, bir bilinç parçalanması" durumu. Özellikle İslâmî ilimler sahasında yaşanan ekolleşme vakıası, geçmişin kompartımanlara ayrılmış bir şekilde algılanmasına bir ölçüde zemin hazırlamış olsa da, meseleye yakından bakıldığında bunun da bir yanılsama olduğu görülecektir.

Bir başka şekilde söylersek, İslâmî ilimlerin herhangi bir dalından söz edildiğinde, o alanla ilgili olarak hemen akla gelen sembol isimlerin sanki sadece o ilim dalı ile sınırlı bir hayat sürdüğü ve diğer sahalarla hiç ilgilenmediği gibi bir kanaat oluşur kendiliğinden. Oysa onların sadece belli bir ilim dalı ile birlikte anılması ve başka ilim dalları bahse konu edildiğinde başka isimlerin ön plâna çıkması, onların İslâm'ı tek boyutlu yaşamış olmasından değil, bizim onları değerlendirmede düştüğümüz eksiklikten kaynaklanmaktadır. Biz farkında olmadan, bilinçaltımızda onları birbirinden keskin hatlarla ayıran çizgiler oluşmuştur adeta

Söz gelimi Fıkıh ilminden bahsedildiğinde aklımıza ilk gelen isimler, mezhep imamları ile onların izinden giden Fıkıh alimleri olur. Hadis ilmi söz konusu olduğunda Kütüb-i Sitte dediğimiz 6 temel Hadis kaynağını vücuda getiren Hadis alimleri ve diğer Hadis ulemasını anarız. Aynı durum Usul, Tefsir, Kelâm ilimleri için olduğu gibi, Tasavvuf adı altında sistemleşen zühd hayatı için de aynıyla vakidir.

Oysa şüphesiz o büyük insanların her birinin, diğer ilim dallarının iştigal sahasına giren hususiyetleri de vardı. Konuyu zahir ilimleri ve batın ilimleri diye iki kategoride ele alacak olursak, Hadis, Tefsir, Fıkıh, Kelâm gibi zahirî ilimlerde öne çıkan sembol isimler zühdiyyat olgusunun asla uzağında değildi. Zühd ve Tasavvuf sahasında ün yapmış isimler de keza zahir ilimlerine ilgisiz değildi.

Esasen bunda şaşılacak bir durum da yoktur. Hatta söylemek gerekir ki, bunun tersi anormal olurdu. Zira İslâm ancak bu şekilde bir bütün olarak yaşanabilir; Kur'an ve Sünnet'in bizden istediği de budur. Bu iki temel kaynağın, gerek ibadetlerin gerekse alışveriş, nikâh-talâk ve diğer hususların zahirî/dış şartlarına/rükünlerine yaptığı vurgu, bütün bunların batınî/iç boyutuna yaptığı vurgudan farklı değildir. İslâmî hayatın bu iki yönünün, örnek nesil olan Sahabe'de iç içe geçmiş olarak bir bütün halinde yaşandığını görüyor oluşumuz bundandır.

Bu sayıdan itibaren dört mezhep imamının hayatından zühd hayatıyla ilgili kesitler sunmaya çalışacağız. Onların hayatlarını anlatan kaynaklarda yer alan oldukça geniş malumattan sadece küçük bir yansıma olan bu seri yazı bize şunu gösterecek: Müçtehid imamların İslâmî kişiliği, sadece Mezhepler Tarihi veya Fıkhî meseleler bahse konu edildiğinde aklan gelen zahir boyutundan ibaret değildir. Onlar aynı zamanda âbid, zahid ve müttaki sıfatlarını bihakkın haiz, zahir ve batın ilimlerinde zirve isimlerdi. Allah Tealâ hepsinden razı olsun.



İmam Ebu Hanîfe rh.a. ve zühd hayatı



(İlmiyle amel eden) ulemanın yaşantısının ve güzel ahvalinin nakledilmesi bana Fıkh'ın pek çok bahsinden daha sevimli gelir. Çünkü bu nakillerde onların adabı anlatılmaktadır. (Abdülfettâh Ebu Gudde, el-Hâris el-Muhâsibî'nin Risâletu'l-Müsterşidîn'ine yazdığı takdim yazısı, s. 3-4.) diyerek salih kimselere olan muhabbetini dile getirmiş olan İmam Ebu Hanîfe rh.a.'in kendisi de şüphesiz salihler zümresindendi.

Az konuşur, çok amel ederdi

Abbasî halifesi Harun Reşid, onun ahval gidişatından bahsetmesini istediğinde talebesi İmam Ebu Yusuf rh.a., İmam Ebu Hanîfe hakkında şunları söylemişti:

- Allah Tealâ'nın haram kıldığı bir şeyin kendisine isabet etmesinden ve Din hususunda bilmediği bir konuda konuşmaktan şiddetle kaçınırdı. Allah Tealâ'ya itaat edilmesinden ve O'na karşı ma'siyet işlenmemesinden hoşlanırdı. Ehl-i dünyadan uzak durur, dünyalık üzerine kurulu güç ve kudreti elde etmek için kimseyle yarışmazdı. Her zaman suskun ve düşünceli bir hali vardı. Çokça salih amel işlerdi. Çok ve gereksiz konuşmazdı. Bildiği bir mesele kendisine sorulursa konuşur ve öncekilerden işittiği şekilde cevap verirdi. Eğer o konuda öncekilerden duyduğu bir şey yoksa, hakka (Kur'an ve Sünnet'te belirtilmiş hususlara) kıyas yapardı. Kendi nefsini ve dinini korumak için hakka ittiba eder, ilmini ve malını hak yolunda cömertçe bezl ederdi. Kendinde olanla yetinir ve insanların bütününden istiğna ederdi. Tamahkârlığa meyletmez, gıybetten uzak dururdu. Hakkında konuştuğu kimseyi sadece hayırla yad ederdi.

Bu sözleri dinleyen Harun Reşid, bunun salihlerin ahlâkı olduğunu söyledi ve yanındaki görevliye:

- Bunları yazıp oğluma ver ki üzerinde düşünsün. dedi. Sonra da oğluna dönerek:

- Yavrucuğum! Bunları iyi belle ki, inşallah ileride bu konuda seni imtihan edeceğim. şeklinde konuştu. (Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe, s. 31-32.)

Az güler, genellikle kendisine soru sorulmadıkça konuşmazdı. Sanki az önce başına büyük bir bela gelmiş gibi hüzünlü ve düşünceli bir hali vardı. (Zehebî, Menâkıb, s. 18-19.)

Zühd hayatının ve Hadis ilminin imamlarından Abdullah b. Mübarek ki kendisi de İmam Ebu Hanîfe'nin talebelerindendi şöyle demiştir:

- Ebu Hanîfe aleyhine konuşan birini gördüğüm zaman, başına ilâhi bir bela gelir de ben de kendisiyle birlikte helak olurum diye korktuğum için bir daha onu ne görmek, ne de kendisiyle oturmak isterim. Allah Tealâ biliyor ki, ben böyle kimselerin söylediklerinden hoşnut değilim. Ebu Hanîfe, kendisini (şöyle veya böyle) zikredenlerin hepsinden daha hayırlıdır (Saymerî, a.g.e., 32.)


Bir takva zirvesi

Yine Abdullah b. Mübârek şöyle demiştir:

- Kûfe'ye geldiğimde bu şehrin en fakihini sordum; Ebu Hanîfe' dediler. En zahidini sordum, Ebu Hanîfe' dediler. En çok verâ sahibi kimdir diye sordum, yine Ebu Hanîfe' dediler. (Muvaffak el-Mekkî, Menâkıb, 168.)

Yine zühd hayatının önderlerinden Fudayl b. Iyâd k.s. şöyle demiştir:

- Ebu Hanîfe fakih bir adamdı. Fıkıh'taki üstünlüğü ile maruf, (aynı zamanda) verâsı ile meşhurdu. Zengindi; çevresinde bulunanlara harcamasıyla tanınırdı. Gece-gündüz demeden etrafına ilim öğretmede çok sabırlıydı. Geceleri ihya eder, çok konuşmazdı. Ancak kendisine helal-haram (Fıkıh) sahasına giren bir mesele geldiğinde konuşurdu. Hakkı ikame konusunda çok gayretli idi. Yöneticilerin malından parasından kaçardı (Süyutî, Tebyîdu's-Sahife er-Resâilu't-Tis' içinde, s. 301-302.)

İmam Ebu Yusuf anlatıyor:

- Bir keresinde Ebu Hanîfe ile birlikte yürüyorduk. Yanından geçtiğimiz gruptan birisi arkadaşına dönüp şöyle dedi: Bu Ebu Hanîfe'dir. Geceleri hiç uyumaz.' Bunun üzerine Ebu Hanîfe bana şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki yapmadığım bir şey söyleniyor değil.' Kendisi namaz, tazarru ve dua ile bütün geceyi ihya ederdi. (Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, 6/399.)

Hizmetçisinin anlattığına göre onun uyku zamanı yaz mevsiminde öğle ile ikindi arası, kış mevsiminde ise gecenin evveli idi. Nitekim Ebu'l-Cüveyriye şöyle demiştir:

- Ebu Hanîfe ile 6 ay beraber kaldım. Bir gece olsun yanını yere koyup uzandığını görmedim. (Zehebî, Menâkıb, s. 21-22.)


Kılı kırk yaran hassasiyet

Yalan yere yemin etmek şöyle dursun, doğru bir şey üzerine yemin ettiğinde dahi bir dinar tasadduk etme konusunda kendi kendisine söz vermişti. Ne zaman ev halkının ihtiyaçları için bir harcama yapsa, ihtiyaç sahiplerine de aynı miktarda tasaddukta bulunurdu. Bir gece namaz kılarken kamer suresini okumuştu. Hayır, buluşma zamanları o (uyarıldıkları) saat (kıyamet)dir. O saat cidden çok feci ve acıdır. mealindeki 46. ayete geldiği zaman ağlamaya başladı. Ağlaması ve niyazı tan yeri ağarana kadar sürdü. (Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, 6/400, 401.)

İmam Ahmed b. Hanbel rh.a.'in yanında birisi:

- Ebu Hanîfe'nin ilimde bir mevkii vardı." şeklinde konuşmuştu. İmam Ahmed adamı azarlarcasına şöyle dedi:

- Sübhanallah! (Bu nasıl söz?) İlim, verâ, zühd ve ahireti dünyaya tercihte onun mevkiine yetişen kimse olmamıştır. (Zehebî, Menâkıb, s. 43.)

Sıcak bir günde güneşin altında oturduğunu gören birisi, niçin hemen yanındaki evin gölgesine girmediğini sorduğunda şöyle demişti:

- Bu evin sahibinden bir miktar alacağım var. Bu sebeple onun gölgesine girmeyi haksız menfaat elde etmek olarak gördüm. Böyle bir davranış başkaları için gerekli değildir. Ancak alim olan bir kimse, ilminden insanlara aktardığı kısmın daha fazlasıyla kendi nefsi için amel etmeye muhtaçtır. Bu sebeple onun evinin gölgesinde oturmayı doğru bulmadım. (Muvaffak el-Mekkî, Menâkıb, s. 166.)

Döneminin ileri gelen alimlerinden Hasan b. Salih rh.a. şöyle demiştir:

- Allah rahmet eylesin, Ebu Hanîfe çok verâ sahibi idi; harama düşme korkusuyla ve şüpheden kurtulmak için birçok helalı terk ederdi. Kendisini ve ilmini şüpheli şeylerden korumakta onun kadar hassasiyet gösteren bir fakih görmedim. Bütün hazırlığı kabir hayatı içindi. (Muvaffak el-Mekkî, aynı eser, s. 181.)

Abbasi halifesi Ebu Cafer el-Mansur, İmam Ebu Hanîfe'yi kadı olarak tayin etmek istemişti. İmam kabul etmedi ve aralarında şöyle bir konuşma geçti:

- Yoksa bizim gidişatımızı mı beğenmiyorsun?

- Ben bu iş için uygun kişi değilim.

- Yalan söylüyorsun.

- Müminlerin emiri bu sözüyle benim bu iş için uygun kişi olmadığıma hükmetmiş oldu. Zira eğer ben yalan söyleyen birisi isem, kadılık görevine uygun değilim demektir. Yok eğer doğru sözlü birisi isem, size bu iş için uygun kişi olmadığımı haber vermiştim.

Bu konuşmanın ardından Ebu Cafer el-Mansur kendisini hapsetti. Hapiste işkence gördü ve bu halde iken (bir rivayette zehirlenerek) hayata gözlerini yumdu. (Saymerî, aynı eser, s. 62, Zehebî, aynı eser, 6/402.)

Allah ona rahmet eylesin ve kendisinden razı olsun.


İmam Şafiî (rh.a.) ve Zühd Hayatı 


İpekle döşenmiş odaya girmeyecek, yalan yere olması şöyle dursun, doğru yere bile yemin etmeyecek kadar büyük bir hassasiyet sahibi olan İmam Şâfiî’nin (rh.a.), doyuncaya kadar yemek yemeyi hoş karşılamadığını görmek şaşırtıcı değildir.

Şöyle dediği nakledilmiştir: “Doyuncaya kadar yemek yemeyeli on altı sene oluyor. Bu süre zarfında bir kere doyuncaya kadar yemek yedim; onu da hemen geri çıkardım. Doyuncaya kadar yemek bedeni ağırlaştırır, kalbi katılaştırır, fetaneti (basiret, ince anlayış) köreltir, uyku getirir ve ibadet şevkini azaltır.”(İbn Ebî Hâtim, Âdâbu’ş-Şâfi’î, 106.)

Teslimiyeti ve tevazusu

Geceyi üçe böler ve birinci kısmı kitap yazımına, ikinci kısmını uykuya, üçüncü kısmını da namaza ayırırdı.(Fahreddîn er-Râzî, Menâkıbu’l-İmâm eş-Şâfi’î, 310.)

Ömrünün sonlarına doğru rahatsızlığı, görenleri acındıracak seviyeye ulaşmıştı. Bir gün olsun şikâyetçi olmadı, hatta şöyle dua etti: “Allahım! Eğer bu hastalıkta senin rızan varsa, onu artır.” Bu haldeyken zahidlerden İdris b. Yahya el-Me’âfirî kendisine haber gönderdi ve şöyle dedi:  “Sen bela insanı değilsin. (Ümmet adına ilimle meşgul olan birisin; bu görevini ifa etmek için sağlıklı olman gerekir.) Onun için Allah Tealâ’dan afiyet iste.”(a.g.e., 310.)

Sadece Fıkıh ilminde değil, başka pek çok sahada “imam”lığı bütün ümmet tarafından müsellem olan o büyük insanın tevazuu da ilimdeki  yüceliğiyle mütenasip idi. “Bütün emelim iki şeyi öğrenmekti: Atıcılık ve ilim. Atıcılık sahasında emelime ulaştım. Hatta öyle ustalaştım ki, onda on isabet ettiriyordum.”

Bu sözü nakleden Amr b. Sevâde diyor ki: “Diğer emeli olan ilim konusunda bir şey söylemedi ve sustu. Bunun üzerine ben dedim ki: Allah’a yemin ederim ki, ilimde elde ettiğin derece atıcılıktaki derecenden daha ileridir.”(Ebû Nu’aym, Hilyetu’l-Evliyâ, 9/86.)

Rabbi’nin himayesi altında 

Abbasî halifesi Harun Reşid, bir gün son derece kızgın bir şekilde görevlilerden birini çağırıp, İmam Şâfiî’yi kastederek: “Şu Hicazlı nerede? Derhal onu bulup bana getir!” dedi. Görevli, İmam Şâfiî’yi seven biriydi. Halife’nin hışmına uğrayacağından endişe eder vaziyette İmam’ın evine gitti. Durumu anlattı; birlikte saraya gittiler. Yolda giderken İmam’ın dudaklarının kıpırdamasından bir şeyler okuduğunu anlamıştı.

Huzura alındığında Harun Reşid ayağa kalktı, İmam’ı buyur etti ve önüne oturdu. O kızgın halinden eser kalmamıştı. Uzun süre konuştular. Ardından İmam’a bir kese altın hediye etti ve görevliye, onu evine kadar götürmesini emretti. İmam, saraydan ayrılınca kesedeki altınların hepsini halka dağıttı. Harun Reşid’deki bu değişikliğin sebebini anlayan görevli, İmam’a saraya giderken ne okuduğunu sordu.

İmam, Âl-i İmrân Sûresinin, “Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti” diye başlayan 18. ve 19. ayetlerini okuduğunu söyledi ve ardından, okuduğu uzun duayı nakletti.

Bu duayı ezberleyen görevli daha sonra şöyle diyecekti: “Harun Reşid bana ne zaman kızacak olsa, bu duayı okudum, kızgınlığı hemen yatıştı. Bu, Şâfiî’den kaynaklanan bir bereketti.”(Ebû Nu’aym, a.g.e., 9/87-88.)

Kalp hassasiyeti

Abdullah b. Abdilhakem anlatıyor: “Bir sohbette abid ve zahidlerden bahsediyorduk. Söz Zünnûn’a geldi. O sırada Ömer b. Nübâte yanımıza geldi ve ne konuştuğumuzu sordu. Biz, abid ve zahidlerin menkıbelerini konuştuğumuzu ve Zünnûn’dan bahsettiğimizi söyledik.

Şöyle dedi:  Allah’a yemin olsun ki, Şâfiî’den daha fasih, daha çok verâ sahibi bir kimse görmedim. Bir gün ben, o ve Hâris b. Lebîd Safa tepesine çıkmıştık. Hâris, “İşte bu, sizi ve öncekileri bir araya topladığımız o hüküm günüdür.” (Mürselât, 38).ayetini okudu. Şâfiî’nin sarsıldığını ve şiddetli bir şekilde ağladığını gördüm. Sonra şöyle dedi: “İlâhi! Yalancıların sözlerinden ve gafillerin yüz çevirmesinden sana sığınırım. İlâhi! Ariflerin kalpleri senin emrine boyun eğmiş, müştakların kalpleri seninle sarhoş olmuştur. İlâhi! Kereminden bana bağışta bulun. Rahmet ve mağfiretinin örtüsüyle beni ört. Kereminle beni affeyle ey merhametlilerin en merhametlisi…”(Fahreddîn er-Râzî, a.g.e., 311.)

Kur’an ayetleri okunduğunda yaşadığı halet-i ruhiye, Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in hadisleri konusunda da aynıyla vaki idi. Bir gün büyük fakih ve muhaddis Süfyân b. Uyeyne’nin meclisine gitti. Süfyan b. Uyeyne, kalbi rikkate getiren bir hadis rivayet etti. İmam Şâfiî, hadisi duyar duymaz bayıldı. Orada bulunanlar Süfyan b. Uyeyne’ye hitaben, “Ebû Muhammed! Muhammed b. İdris (İmam Şâfiî) neredeyse öldü!” dediler. Bunun üzerine, Süfyan b. Uyeyne: “Eğer Muhammed b. İdris öldüyse, zamanının en üstünü öldü demektir.” karşılığını verdi.(Ebû Nu’aym, a.g.e., 9/102)

Muarızlarıyla ilmî münazaralarda bulunurken, onlara nasihat etmekten başka bir amaç taşımazdı. İlmî münazaralarda aradığı tek şey hakkın ortaya çıkmasıydı. Şöyle derdi: “Münazarada bulunduğum hiç kimse olmadı ki, iddiasında kendisine başarı verilsin, tahkim ve yardıma mazhar olsun diye arzu etmemiş olayım. Münazarada bulunduğum kimselere Allah Tealâ’nın yardım etmesini, kendilerini (sürçmelerden) korumasını temenni ederim. Münazara anında Allah Tealâ’nın, hakkı benim dilime mi, yoksa muhatabımın diline mi yerleştirdiğine aldırmam (muhatabım hakkı söylediği zaman, benden sadır olmuş gibi kabul ederim).”(Ebû Nu’aym, a.g.e., 9/126.)

Dostluğa dair tavsiyeleri

Arkadaşlarından birisine şöyle tavsiyede bulunmuştu: “Bir arkadaşının hoşlanmadığın bir şey yaptığına dair bir haber alırsan, sakın ola ki hemen ona karşı düşmanlık besleyip dostluğu kesme. Böyle yaparsan, yakînen bildiğin bir şeyi şüphe sebebiyle terk etmiş olursun.

Böyle bir durum olursa, o arkadaşına, “Senin şöyle şöyle yaptığına dair bana bir haber ulaştı.” de. O haberi sana getireni zikretmen de uygun olur. Eğer inkâr ederse, “Sen ondan daha doğru söyledin ve bu işten uzaksın.” de ve daha fazla bir şey söyleme. Eğer itiraf ederse ve o işi yapmakta bir mazeretini bulursan, o mazereti kabul et. Eğer o işi yaptığını reddetmezse, “O işi yapmaktaki amacın neydi?” diye sor.

Eğer bir özür beyan ederse kabul et. Eğer arkadaşın herhangi bir mazeret beyan etmez ve sen de bir çıkış yolu bulamazsan, onun o işi yaptığını kabul et ve onun bir kusur işlediğini düşün. Bundan sonra muhayyersin; dilersen ona, o işin misliyle –fazlasıyla değil– mukabele et; istersen kendisini affet. Affetmek takvaya ve kereme daha uygundur.

Çünkü Yüce Allah, “Bir kötülüğün karşılığı, misli bir kötülüktür. Ama kim affedip ıslah ederse, onun ecri Allah’a aittir.” (Şura, 40.) buyurmuştur.

Eğer onun hareketinin misliyle kendisine mukabele etmen gerektiği konusunda nefsin seninle çekişirse, arkadaşının sana karşı önceki iyi ahvalini hatırla. Bu kötülüğü sebebiyle onun son hali, senin nazarında önceki iyiliklerini eksiltmesin. Zira bu, bizzat zulümdür. Salih bir kişi şöyle demiş- tir: Allah Tealâ, benim bir kötülüğüme mukabil bana onun daha fazlasıyla mukabele ederek hakkımı eksiltmeyen kimseye rahmet eylesin.”

Eğer bir dostun varsa, ona sımsıkı sarıl. Zira dost edinmek zor, dosttan ayrılmak ise kolaydır. O salih kişi, dosttan ayrılmanın kolaylığını şöyle bir benzetmeyle açıklardı: Bir çocuk, büyük bir taşı kuyuya atar. Onu oraya atmak o çocuk için kolaydır. Ama onu oradan çıkarmak, yetişkin insanlar için zordur. Sana tavsiyem budur, vesselam.”

Hikmetli sözlerinden

* Kendisine dünya sevgisi ve dünyevî arzuların galebe çaldığı kimse ehl-i dünyaya kulluk etmek zorunda kalır. Kanaat sahibi olan kimse ise, ehl-i dünyaya boyun eğme zilletinden kurtulur.

* Ahiret nimetlerinin kadrini bilmeyen kimse dünyaya karşı nasıl zahid olur? Aldatıcı arzulardan kurtulamamış kimse dünyadan nasıl kurtulur? İnsanların elinden ve dilinden salim olmadığı kimse, insanlardan nasıl güvende olur? Sözüyle Azîz ve Celîl olan Allah’ı murad etmeyen kimse nasıl olur da hikmetli konuşur?

* Dört şey vardır ki, azı bile çoktur: Hastalık, fakirlik, düşmanlık ve ateş (Cehennem azabı).
* Hem dünya hem de dünyanın yaratıcısının sevgisini aynı anda kalbinde taşıdığını söyleyen kimse yalancıdır.(İbn Abdilberr, el-İntikâ, 156 vd.)

Allah’ın rahmeti üzerine olsun.


İmam Mâlik Rh.a. ve Zühd Hayatı


Medine alimlerinin ilminin vârisi. Hicret yurdu imamı, yüzüne bakanların ahireti hatırladığı Mâlik b. Enes rahmetullahi aleyh... Bu güzide alimimizin Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'i rüyasında görmediği bir gece dahi olmadığı rivayet edilmiştir.

Malikî mezhebinin imamı Mâlik b. Enes rh .a . Medine'de, Mescid -i Nebî'de ders verirken Hz. Ömer r.a.' ın hüküm ve meşveret için oturduğu yerde otururdu. Evi de büyük sahabi Abdullah b. Mes'ud r.a.' ın oturduğu evdi. ( Ebu Nuaym , Hilyetu'l -Evliya, 6/346)

Salih zatlarla birlikte bulunmaya ayrı bir önem verir ve şöyle derdi:

“Kalbimde bir kasvet hissettiğim zaman Muhammed b. Münkedir'e gider, bir süre yüzüne bakarım. Bu, günlerce bana bir ibret ve nasihat olarak yeter.” (Kadı İyâd , Tertîbu'l - Medârik , 1/179)

Peygamber saygısının zirvesi

Kendisine talebelik etmiş olan İmam Şâfiî rh.a. anlatıyor:

Mâlik'in kapısında bağlı cins atlar ve bir de katır gördüm ve “ne güzel!” dedim. “Al, hepsi benden sana hibe olsun.” dedi. “Binmen için birini kendine ayır.” dedim; şöyle karşılık verdi:

- “Allah'ın Peygamberi'nin gezdiği toprakta hayvan sırtında gezmekten hayâ ediyorum.” (Aynı eser, aynı yer.)

Talebelerinden biri şöyle demiştir:

- “Mâlik bizimle beraber oturduğu zaman sanki bizden biriymiş gibi olur, bizimle beraber söze dalar, bizden daha çok tevazu gösterirdi. Fakat hadis-i şerif rivayetine başladığı zaman, artık sözü bizde heybet hissi uyandırır; sanki bizi tanımıyormuş, biz de kendisini tanımıyormuşuz gibi konuşurdu.” ( Ebu Zehra, İmam Mâlik , 53)

Hadis dersine çıkmadan önce abdest alır, güzel elbiselerini giyer, güzel koku sürünürdü. Ders boyunca vakar ve sekinetin muhafazasına dikkat ederdi.

Bir keresinde Ebu Hâzim'in meclisine gitmiş, yer bulamadığı için ayakta kalmıştı. Ebu Hâzim'in naklettiği hadisleri yazmadığını görenler bunun sebebini sorduklarında şöyle demişti:

- “Hz. Peygamber s.a.v.'in hadislerini ayakta iken almayı uygun görmedim.” (el- Halîlî , el- İrşâd , 26)

Ayakta iken, yürürken veya acele bir işi varken hadis rivayet etmekten hoşlanmaz ve şöyle derdi:

- “ Rasul -i Ekrem s.a.v.'den rivayet ettiğim hadisin anlamını iyi kavramak isterim.” ( Ebu Nuaym , a. g.e ., 6/347)

Gece ibadeti

Yine Kadı Iyâd'ın naklettiğine göre İmam Mâlik rh .a .'in her gece kılmayı alışkanlık haline getirdiği belli bir miktar gece namazı vardı. Cuma geceleri ise bütün geceyi ihya ederdi.

Bir keresinde namaz kılarken Fatiha'dan sonra Tekâsür Suresi'ni okumaya başladı. “Sonra, andolsun ki o gün her nimetten sorguya çekileceksiniz.” mealindeki ayete geldiği zaman uzun uzun ağladı. Bir taraftan ayeti tekrar ediyor, bir taraftan da ağlıyordu. Nihayet tan yerinin ağardığını hissettiğinde rükû ve secde yaparak namazını tamamladı.

Zorlama altında söylenen boşama sözünün geçerli olmayacağı konusunda fetva verdiği zaman, bu fetva Emevî sultanları tarafından halktan zorla alınan biatın geçerli olmayacağı görüşünde olduğu şeklinde yorumlanmış, İmam Mâlik rh .a . bu yüzden takibata uğramıştı. Hatta kendisine sopa atılmış, işkenceden dolayı omuzu çıkmıştı. ( İbn Abdilberr , el- İntikâ , 87)

Bu takibat sürecinde bile gece namazını aynen devam ettirmişti. Kendisine, “Bari bu durumda gece namazını biraz hafiflet” denildiğinde şöyle mukabele etmi şti:

- “Allah için amel işleyen bir kimseye gereken, o amelini güzelleştirmektir.” (Kadı Iyâd , a. g.e ., 1/178)

Allah korkusu ve sorumluluk duygusu

İmam Mâlik rh .a . kendisine sorulan bütün sorulara cevap vermez, çoğu zaman susmayı veya bilmiyorum demeyi tercih ederdi. Öyle meseleler olurdu ki, üzerinde on yıl, hatta yirmi yıl düşünür, araştırma yapar, buna rağmen kalbi mutmain olmadığı için o konuda kesin bir şey söylemezdi.

Öğrencisi İbn Vehb şöyle demiştir:

- “Mâlik , sorulan bir soruya cevap vermeden önce (o kadar uzun süre susardı ki), bir kimse elindeki boş bir sayfayı ‘bilmiyorum' kelimesiyle doldurmak istese bunu yapabilirdi.” (Kadı Iyâd , a. g.e ., 1/147)

Meclisinde bulunanların çok soru sormasından hoşlanmaz, kimi zaman da soru soran kişiye:

- “Yazıklar olsun sana! Beni kendinle Allah Tealâ arasında hüccet kılmak mı istiyorsun? Ben önce kendimi nasıl kurtaracağıma bakayım; seni sonra kurtarırım” dediği olurdu. (Aynı eser, 1/146)

Kendisine bir mesele sormak için Mağrib'den kalkıp altı ay yol teptikten sonra Medine'ye gelen birine, “bir araştırayım, yarın gel” demişti. Ertesi gün adam tekrar geldi ve neticeyi sordu. İmam Mâlik “bilmiyorum” cevabını verdi. Adam, “Benim geldiğim yerde insanlar yeryüzünde senden daha alim birisi bulunmadığını söylüyor!” deyince şöyle mukabele etti:

- “Onlara gittiğinde benim ‘bu işin altından kalkamıyorum' dediğimi söyle.”

Yine kendisine sorulan yirmi sorunun ancak ikisine, uzun süre “lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” dedikten sonra cevap vermişti. Kendisine; “Sen de bilmiyorum dersen kim bilir?” dendiğinde şöyle mukabele etmi şti:

- “Yazık ... Beni ne zannediyorsunuz? Ben neyim ki sizin bilmediğinizi bileyim?” (A. g.e ., 1/146-147)

Öğüt ve tavsiyeleri

Kendisinden tavsiye isteyen birisine şöyle demişti:

- “Allah Tealâ'dan ittika et ve hadisi ancak ona ehil olan kimseden al.”

Şu öğüt ve tavsiyeler de ona aittir:

- “İlim talep eden kimseye düşen, vakar, sekinet ve haşyeti muhafaza etmek ve kendisinden önce yaşamış olanların izine uymaktır.”

- “Din konusunda şahsi görüşleriyle hareket edenlerden uzak durun. Onlar Ehl -i Sünnet'in düşmanıdır.” ( Ebu Nuaym , a. g.e ., 6/348 vd .)

- “İlim bir nurdur ki, ancak takva ve Allah korkusu ile dolu olan kalp ile ünsiyet eder.”

Kendisine, “İlim öğrenmek farz mıdır?” diye sorulduğunda şöyle cevap vermi ştir:

- “Hayır ! İnsanların hepsi alim olacak değildir. Halk arasında öyleleri var ki, onlara ilim talep etmelerini emretmem. (Mecburi olanın dışındaki) ilim insanların hepsine farz değildir.”

Bu konuda talebesi İbn Vehb'e şu tavsiyede bulunmu ştur:

- “İşittiğin şeyleri hayatına tatbik et ve bununla yetin. Başkalarının menfaati için kendi sırtına yük alma. İnsanların en bedbahtı, ahiretini dünya için satandır. Ondan daha bedbahtı ise, kendi ahiretini başkasının dünyası için satandır.”

Yine şöyle demiştir:

- “Kendisine ilim nasip edilen ve ilimde parmakla gösterilecek seviyeye ulaşan kimsenin, nefsiyle baş başa kaldığında başına topraklar saçıp nefsini azarlaması, riyaset (üstünlük) sebebiyle rehavete kapılmaması gerekir. Zira kabrine uzanıp da üstüne toprak atıldığında elde ettiği riyaset onun aleyhine olacaktır.”

- “İstemediğin şeyi sorup da istediğin şeyi unutma. Zira muhtaç olmadığı bir şeyi satın alan kimse, ihtiyaç duyduğu şeyi satmış olur.”

- “Sana soru soran herkese cevap vermen, ilmi ortadan kaldıran hususlardandır. Duyduğu her şeyi nakledenlerin önderi olma. Sorulmadığın şey hakkında konuşman da ilmi ortadan kaldıran sebeplerdendir.”

- “Allah Tealâ'ya taat çerçevesinde bir ilim öğrendiğin zaman, onun eseri üzerinde belli olsun.”

- “Kişi dilini muhafaza etmedikçe imanı kemale ermez.” (Kadı Iyâd, a.g.e., 1/185-186)

Allah ondan razı olsun.



İmam Ahmed Rh.a. ve Zühd Hayatı




O, dört hak mezhepten biri olan Hanbelî mezhebinin imamı. Büyük muhaddis ve fakih. Hadis rivayetlerini topladığı Müsned adlı kitabı dokuz önemli hadis kaynağından biri. Onun ilmi ve hayatı dinî ilimlerle uğraşanlar için hakiki ve tam bir ibret vesikası. Zira o sadece bilgisiyle değil; ameliyle, takvasıyla, zühd ve verâsıyla semamızda bir yıldız. Cenab-ı Hak ondan razı olsun.

Aşağıda zikredeceğimiz “mihne olayı”nın failleri olan Mutezile dışında bütün Ümmet-i Muhammed’in, hatta gayrimüslimlerin hürmet ve muhabbetine mazhar olan bu büyük imam, ilim ve amel yanında kanaat, zühd, istiğna ve tevazuuyla da Hak ve halk nazarında müstesna bir mevki elde etmiştir.

Yakın arkadaşı ve yardımcısı el-Merrûzî’nin anlattığına göre, bir gün hıristiyan bir tabip, yanında bir rahip bulunduğu halde İmam Ahmed b. Hanbel’in evine gelir. Tabip yanındaki rahibi göstererek, “Ebû Abdillah’ı (Ahmed b. Hanbel) görmek için benimle birlikte geldi” der. el-Merrûzi onları içeriye alır. Rahip, İmam Ahmed’e şöyle der: “Yıllardır seni görmek istiyordum. Senin varlığın sadece İslâm için değil, bütün mahlukat için hayır ve salâhtır. Bizim cemaatimiz arasında senden razı olmayan yoktur.”

Bunun üzerine el-Merrûzî der ki: “Öyle umuyorum ki, ülkenin bütün şehirlerinde senin için dua ediliyor” dedim, şöyle mukabele etti: “Ey Ebû Bekr ! Bir kimse kendi nefsini bilirse, insanların sözü ona bir fayda vermez.” (Zehebî , a. g.e ., 11/211)

Meşhur alimlerimizden Zehebî , döneminde ve daha sonra yaşayan birçok velinin İmam Ahmed b. Hanbel’den övgüyle bahsettiğini, kendisiyle teberrükte bulunduklarını ve hakkında, “ Ahmed b. Hanbel’in yüzüne bir kere bakmak bizim nazarımızda bir sene nafile ibadete denktir” dendiğini zikreder ve bu söz üzerine şu yorumda bulunur: “Bu, aşırılık ifadesidir ve uygun değildir. Bununla birlikte bu sözü söyleten, Allah’ın bir velisine Allah için duyulan muhabbettir.” (Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ , 11/211)

Zühd ve kanaat örneği

“Dünyalığın azı yeterli olur da, çoğu yeterli olmaz” diyen İmam Ahmed , iki kere yürüyerek Bağdat’tan Hicaz’a hac için gitmiş ve bu yolculuğu esnasında sadece 14 dirhem parayla yetinmiştir.

“Kitâbu’z-Zühd” isimli bir de eseri bulunan bu büyük imamın, bu eserini okuturken de muhtevasına ve yazılış maksadına uygun hareket etmesi şaşırtıcı değildir.

Öğrencilerinden İshak b. Hâni anlatıyor: “Bir gün sabah erkenden Kitâbu’z-Zühd’ü okumak için İmam Ahmed’e gittim. O yanıma gelmeden önce yere bir hasır serdim ve üzerine bir de minder koydum. Yanıma geldiğinde “Bu nedir?” dedi. “Oturman için hazırladım.” dedim. “Onu kaldır! Zira zühd konusunun işlendiği bir meclisin hakkı, ancak zühde riayetle verilmiş olur” dedi. Kaldırdım, toprağa oturdu ve derse öyle başladık.” (İbn Ebî Ya’lâ, Tabakâtu’l-Hanâbile, 1/10)

Bir keresinde dua etmesini isteyen arkadaşları ve kendisi için şöyle dua etmişti: “Allahım. Bizim arzu ettiğimizden daha fazlasını verdiğini biliyorsun. Bizi de senin hoşnut olduğunu yapan kimseler eyle. Allahım. Senden, göklere ve yere hitaben ‘İsteyerek veya istemeyerek gelin! Dediler ki: İsteyerek geldik.’ (Fussılet, 11) buyurduğun şeyi yapma (sana taati isteyerek gelme) kudreti vermeni diliyoruz. Allahım . Bizi razı olduğun şeyleri yapmaya muvaffak kıl. Allahım, senin rızana kavuşturan dışındaki her türlü fakirlikten ve senin için gösterilen dışındaki her türlü zilletten sana sığınıyoruz.” (Zehebî, a.g.e ., 11/229)

Mihne olayındaki tutumu

Bilindiği gibi Mutezile’nin, Kur’an’ın mahluk olduğu görüşü, Abbasî halifesi Me’mun döneminden (h. 218) itibaren 15 yıl boyunca devletin resmi mezhebi olarak kabul edildi ve bu görüşü kabul etmeyen yüzlerce alim takibata, tutuklama ve işkenceye maruz kaldı.

Bu alimlerin başında İmam Ahmed b. Hanbel geliyordu. Hak bildiği yolda gözünü budaktan esirgemeyen bu büyük imam, Kur’an’ın mahluk olduğu görüşüne şiddetle karşı çıktığı için tutuklanıp sorgulanmış, iki seneden fazla hapiste kalmış ve işkence görmüştü. Zindandayken yüz elli kişi sırayla kendisini kamçılamıştı. Kaynaklar o gece büyük bir deprem olduğunu ve etkisinin Abadan’dan bile hissedildiğini nakleder. (Tâcuddîn es-Sükbî, Tabakâtu’ş-Şâfi’iyye, 1/205)

Bir keresinde yine kırbaçlanırken şalvarının bağı çözülmüş ve şalvarı belinden aşağıya doğru kaymaya başlamıştı. Bunun üzerine yediği şiddetli kırbaç darbelerine aldırmayarak gözünü semaya diktiği ve bir şeyler söylediği görüldü. Bunun üzerine şalvarı tekrar eski yerine geldi.

Aradan zaman geçip bu çile ve işkence dönemi sona erdiğinde, bir gün kırbaçlandığı dönem hatırlatıldı ve o esnada gözünü semaya dikerek ne söylediği soruldu. İmam şöyle dua ettiğini söyledi: “ Allahım ! Arş’ı dolduran ismin adına senden isteğim odur ki, eğer bu meselede benim inancım doğru ise avret yerimin açılmasına ve rezil olmama müsaade etme.” (es-Sübkî, a.g.e ., 1/214)

İlim ve zühd ehlinin şahitliği

“Bağdat’tan ayrıldığımda, arkamda Ahmed b. Hanbel’den daha efdal, bilgili, fakih ve müttaki birisini bırakmadım.”

Bu sözün sahibi İmam Şâfiî’dir. İmam Ahmed b. Hanbel , büyük Hadis imamlarından olan arkadaşı İshak b. Râhûye’ye, “Benimle gel. Seni eşi benzeri görülmemiş birisine götüreyim.” der ve onu alıp İmam Şâfiî’ye götürür. Olayı nakleden İshak b. Râhûye diyor ki: “Şâfiî de Ahmed b. Hanbel gibisini görmemiştir.” (Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 11/195-196)

Zünnûn el- Mısrî’nin “Efendimiz” dediği İmam Ahmed’i , İmam Nesâî de şöyle anlatıyor: “Ahmed b. Hanbel , Hadis bilgisi, Fıkıh, verâ, zühd ve sabır hasletlerinin hepsine sahip birisi idi.”

İmam Ebû Dâvûd da onun hakkında şöyle der: “Ahmed b. Hanbel’in meclisleri ahiret meclisi idi. O meclislerinde dünyaya ait bir şey konuşmazdı. Onun dünyayı zikrettiğine asla şahit olmadım.” (Zehebî , a. g.e ., 11/19-199)

Allah ondan razı olsun



bkn:Ebubekir Sifil - Hikemiyat,syf;227-243



Devamını Oku »

Selçuklular ve Gayrı Müslimler



6 . Selçuklular ve Gayrı Müslimler

Türkler Islâmdan önce, Gök-türk, Uygur ve Hazar hanları idaresinde kendilerine sığman yabancı din mensuplarını himâye ediyor; bizzat kendileri de bu dinlere giriyor ve bir çok dinlere bağlı olarak, bir arada cemaatler halinde, ahenk içerisinde yaşıyorlardı.(36). Selçuklular Yakın Şarkta karşılaştıkları Hıristiyan ve Yahudi gibi gayrı müslim unsurlara karşı da aynı zihniyeti devam ettirmiş; görülmemiş bir müsamaha ve şefkati onlardan esirgememişlerdi. Hıristiyan memleketleri fethetmiş olmasına rağ­men Alp Arslan onların müellifleri tarafından da âdil, merhametli bir insan olarak tasvir edilir ve aleyhinde hiç bir şey söylenmez.

Melik­şâh: “kalbi Hristiyanlara karşı şefkatla dolu idi; geç­tiği memleketlerin halkına baba gibi davrandı, bu sebeple bir çok vilâyetler, 1086 da, kendiliğinden onun idaresine girdiler; Ermenistan ve Rum memleketleri onun kanunlarını tanıdılar”; “onun idaresinde' oniki millet yaşıyordu(37); Başka bir Hıristiyan kaynak: “Melik Şah insanların en mümtazı idi; iyiliği ve şefkati ile meşhur idi; Hıristiyanlara karşı adaleti ve hayrı ile tanınmış­tı(38)” demekte ve bu ifâdeler îslâm kaynaklarım teyid etmektedir. Bağdad’da halifenin veziri Ebu Şucâ’, Hazreti Ömer’e atfolunan kaidelere göre, diğer îslâm memleketlerinde olduğu gibi, sık-sık, Zimmilerin kıyafetlerine müdahale ediyor; onları kendilerine mahsus işaretleri taşı­maya zorluyor ve sert bir siyaset takip ediyordu. Bu baskı dolayısiyle gayri müslim görünmemek yüzünden devlet makamlarında bulunan bir çok yüksek Zimmî müslüman oldu. Melikşâh’ın ve Nizâm ül-mülk’ün vekili bulunan Yahudi îbn Samhâ bu sert tedbirler dolayısiyle Bağdad şahnesi Gevher Âyîn ile birlikte huzura çıkarak sultana ve vezirine şikâyette bulundular. Onlar da bu sebeple halifenin vezirini azlettiler.

Vezir Ebu Şucâ’ aleyhinde şikâyette bulunurlarken onun Melikşâh’ın Türkistan zaferlerini küçümsediğini, bu fetihlerin Rumlara karşı değil müslümanlara (Karahanlılara) karşı kazanıldığını ve bu sebeple ehemmiyet vermediğini söylemekte olduğunu da bildiriyorlardı(39). Yahudi sermayedarlar, Bağdad’­ da ve imparatorluğun büyük merkezlerinde büyük ticarî faaliyetlerde bulunuyor; Selçuk devleti üzerinde malî ve siyasî tesirler icra ediyordu. Nitekim îbn Samhâ Melikşâh’ın Bağdad’da giriştiği büyük imâr ve inşa iş­ lerinde de müteahhitlik ediyordu. Sultan ve vezirinin ölümünden sonra onun öldürülmesi çok mânalı olup bu, Melikşâh’ın gayrı müslimlere karşı takip ettiği himâye siyasetinin ne derece ileri olduğuna başka bir delildir(40). ‘ Bununla beraber daha evvel 1079 da bir Yahudi sermayedarının öldürülmesi hâdisesi de vardır.

Gerçekten sultan avlanmak maksadiyle Ahvaz’a gittiği zaman Nizâm ül-mülk’e dost olmayan Gevher Âyin ve Humâr-tekin Basra mültezimi (zâmin) olan İbn ‘Allân’m öldürülmesine mü­saade almışlardı. Bu Yahudi sermâyedarın nüfuzunu belirtmek maksadiyle, karısı öldüğü zaman, kadı müstesna, bütün Basra şehir halkının cenazesi arkasında yürüdüğünü kaydetmek kâfidir. Öldürüleceğini anlayan İbn Allân derhal servetine ait defteri denize attı. Fakat bu deftere ait bir vasiyetnâmesi (barmûz) sâyesinde mallarının çoğu bulundu.400.000 dinar nakdi ve eşyası arasında 1000 dinar değerinde bir süpürgesi çıkması bir fikir verir. Bu hâdise dolayısiyle çok üzülen Nizâm ül - mülk üç gün evinden çıkmamış ve sultana da teessüflerini bildirmiştir. Melikşâh bir kasdı olmadığını söylemiş ve özür beyan etmiştir(41).

Bu husus Yahudi sermâyedarlarının nüfuzunu ve devlet adanılan üzerindeki tesirlerini gösterir. İbn ‘Allân ailesi bir asır önce de Bağdad’da, bankerlik (cahbaz) yapıyor; iktisadı ve siyasî hayatta rol oynuyordu(42). Melikşâhının bu siyaseti ve devlet merkezini Rey’den İsfahan’a nakletmesi bu şehirde zaten mevcut olan Yahudi nüfusun çok artmasına sebep oldu. Kaynaklarda bu şehrin bir kısmının “Yahudi İsfahanı” adını alması bu hüviyeti dolayısiyledir(43). XII. asir İspanya Yahudilerinden Benjamin de Tudelle’in Türkleri Yahudi dostu göstermesi de bu münasebetledir. Bir Yahudi kaynağı bu devirde Mezopotamya’da, İsfahan, Hemedan, Semerkant ve sair büyük İslâm şehirlerinde Yahudilerin miktarını çok mübalâğalı bir şekilde kaydeder(44). Ermeni patriği Basile 1090 senesinde “Dünyanın Hakimi ” Sultan Melikşah’a giderek kiliselere, manastırlara ve râhiplere konmuş olan vergilerin affını diledi ve sultan taleplerini kabûl ederek ona bu hususta fermanlar verdi ve patrik oradan Antakya’ya gitti(45).

Melikşâh “her tarafta barış ve hakimane bir idare kurdu. Bütün hükümdarlardan daha akıllı ve kudretli idi ve bildiklerimizin hepsinden de âdil olduğundan kimseye keder vermedi. Yüksek fikirleri, asil ahlâkı ve şefkatiyle kendisini herkese sevdirdi. Böylece harp ve şiddetle değil, gönülleri kazanmak suretiyle hiç bir hükümdarın elde edemediği memleketlere sahip oldu. Eğer ömrü vefa etse idi, çok sür’atle artan kudreti dolayısiyle, Avrupa ’yı d a devletinin hudutları i çine alacaktı. îşte onun yirmi yıl süren saltanatı hakkında Sar- kavag’ın dedikleri bunlardır”(46). Melikşâh’ın ölümünden sonra Azerbaycan meliki olan amcası Yâkutî’nin oğlu îsmâ’il zamanında Ermenilerin çok himâye ve itibar gördüklerini, onları îranlıların manastırlardan vergi almak için yaptıkları tazyiklerden kurtardığım aynı kaynaklar yazar(47).

Hıristiyan halkın çok bulunduğu Anadolu’da Türkiye sultanları ve meliklerinin onlara karşı siyaset ve muameleleri ise tarihte görülmemiş bir derecede idi(48). Rivâyete göre Melikşâh Nizâm ül-mülk ile Hısn Keyfâ’ya gittiklerinde orada bir şeyh vezire Allah tarafından Melikşâh’a elçi olduğunu söylemiş ve bu garip söz üzerine sultana götürülmüştür. Sultana misvâk ve tarak hediye eden şeyh, kızlarını evlendirmek için ondan çehiz parası istemiş ve elçi olduğunu ispat için rüyada Hazreti Peygamber’in kendisini gönderdiğini, inandırmak için de Melikşâh’ın her gece Tebâreke okuduğunu bildirmesini ve bunu kimsenin bilmediğini söylemiş ve bu suretle çok ihsanlara kavuşmuştu(49).

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »

İnsan Hakları Bizde Neden Yok?

İnsan Hakları Bizde Neden Yok?

“Emanet”i bilen, “emniyet”le onu taşıyan iman etmiş bireylerden oluşan İslâm toplumu, geçmiş ve şimdiki Batı toplumlarında var olan pek çok hastalığı bünyesinde barındırmaz.

“İnsan hakları” kavramının Batı aleminde ortaya çıkması da bu durumla ilişkilidir. Zira imanın sağladığı emniyet ortamının söz konusu olmadığı Batı toplumunun geçmişi, zulmün, sömürünün, yağma ve talanın tarihidir adeta.

Toplumun “asiller” ve “köleler” diye iki sınıfa ayrıldığı Eski Yunan’da, sadece asiller “vatandaş” sayılırdı ve demokrasi de sadece onlar için söz konusuydu. Köleler ise sadece asillere hizmet etmek, onların en süfli taleplerini yerine getirmek, hatta gerektiğinde arenalarda, günlerce aç bırakılmış vahşi hayvanlarla ölümüne mücadele ederek asilleri eğlendirmek için vardı.

Ortaçağ’a geldiğimizde gördüğümüz manzara daha dehşetlidir: Batı alemi için, kadınların “şeytan” olarak görülüp diri diri yakıldığı, toprak ağaları ve derebeylerinin yoksul insanları köle olarak kullandığı, vahşet, barbarlık ve eşkiyalığın kol gezdiği, ırk ve mezhep savaşlarında milyonlarca insanın can verdiği, sadece güçlü olanların ayakta kalabildiği yüzyılların adıdır Ortaçağ.

İnsanları kardeş olarak değil, “birbirinin düşmanı” canlılar olarak gören Batı toplumunun ekonomi ilmine bakışının temelinde “homo homini lupus” (İnsan insanın kurdudur) tesbitinin yatması da bundandır…

İşte bu uzun yüzyıllar sonunda, kendi kendini bitirerek bir yere varamayacağını anlayan Batılı toplum ve insanlar, birbirlerinin zulüm ve vahşetinden karşılıklı korunmak için “insan hakları” kavramını geliştirdiler. Yani “sen bana dokunma, ben de sana dokunmayayım” felsefesi…

Bu felsefenin İslâm dünyasında ortaya çıkmaması, arka plânında bulunan vahşet ve dehşetin İslâm tarihinde yaşanmamış olmasındandır.

Çünkü bizzat kendisine düşmanlığın ve gaddarlığın en fenasıyla muamele eden müşrikler tarafından bile “emin/güvenilir” sıfatıyla anılan Efendimiz s.a.v., “müslüman”ı, “insanların, elinden ve dilinden zarar görmediği kimse” olarak tarif etmişti.

Çünkü İslâm, müslümanlar’ın hükümran olduğu yerlerde, hangi din ve mezhepten olursa olsun, bütün insanlara adalet, hakkaniyet ve merhametle muamele edilmesini emrediyordu.

Kısacası İslâm, gittiği her yerde adalet ve emniyete dayalı bir toplum tesis ettiği için, kimse kendisini ek önlemlerle ayrıca garantiye alma ihtiyacı hissetmemişti.

Yani “insan hakları” kavramı medeniyetten değil, vahşetten doğdu.

İşsiz Kalan Mahkeme

Yüce Dinimiz’in öğretilerine samimiyetle bağlanan toplumlarda nasıl bir adalet ve emniyet ortamının hakim olduğuna dair, tarihten yüzlerce, binlerce örnek göstermek son derece kolaydır. Biz burada sadece Osmanlı’nın son dönemlerine kadar varlığını sürdürmüş olan bu ortamı yansıtan bir örnek zikretmekle yetineceğiz.

Osmanlı Devleti’nde paşalık rütbesine kadar yükselmiş, hatta bir ara şeyhülislâmlık makamına getirilmesi söz konusu olmuş Ahmet Cevdet Paşa’yı hepimiz biliriz.

Mecelle’yi hazırlayan komisyonun başkanlığını yapmış olan ve başta Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Cevdet olmak üzere pek çok kıymetli esere imza atmış olan bu büyük alim ve devlet adamı, o zamanlar (19. asrın sonları) Osmanlı Devleti’nin bir parçası olan Balkanlar’da teftişte bulunmak üzere görevlendirilmişti.

Bu görevi esnasında Saray Bosna’daki ticaret mahkemesi yetkilileri, mahkeme çalışanlarının maaşlarını ödeyemeyecek durumda olduklarını belirterek Paşa’nın yardımını istemişlerdi. Durumu tahkik eden Cevdet Paşa, uzun yıllardan beri mahkemeye herhangi bir dava getirilmediği için gelir elde edilemediğini tesbit etti. Mahkemeye niçin hiç başvuru olmadığı konusundaki tesbitlerini kendi ifadesiyle okuyalım:

“… Boşnakların, ahlâkı bozulmamış kimseler olduğuna bir delil de Bosna’da cari olan alışveriş muamelesidir. Buranın alışveriş muamelesi sırf güven üzerine kurulu ve garip bir şekilde cari idi. Liva (kazadan büyük, vilayetten küçük yerleşim birimi) tacirlerinden biri (ticaret merkezi olan) Saray Bosna tüccarından tanıdığı bir büyük tacirin mağazasına gidip kendisine lazım olan malları söyler, mağazanın görevli elemanı da istediği malların listesini çıkarıp karşısına fiyat ve miktarını yazar, bu listenin bir kopyasını da alıcıya verir. Müşteri malları alıp memleketine götürür ve yine böyle güvene dayalı bir muamele ile satar. Ara sıra Saray Bosna tüccarı tarafından gönderilen tahsildarlara parça parça ödeme yapıp, kendilerinden, ödeme yaptıklarına dair belge alır.

Hasılı, Saray Bosna’ya bağlı liva ve kazalardaki tacirler, Bosna’dan senetsiz ve şahitsiz bir şekilde üçer beşer yüzbin kuruşluk mal alıp, pusulasıyla birlikte memleketlerine götürüyorlar. Bu durumda onlar borçlarını inkâr etseler, isbata medar olacak elde bir şey yok.

… Fakat böyle büyük bir eyaletin ticari muameleleri senetsiz ve şahitsiz nasıl dönüyor? Burasını merak ettim.

Bosna tüccarından Merhemik Mehmet Ağa adında bir zat vardı. ‘Ne kadar alacağın vardır?’ dedim, onbin keseden fazla olduğunu söyledi. ‘Elde senet veya şahit var mı?’ dedim, ‘Hayır, adet olmamış’ dedi. ‘Ya müşterilerden bazısı borcunu inkâr edecek olursa ne yaparsın?’ dediğimde şaşkınlıkla gülerek, ‘Bu kadar malı denkler ile mağazadan kaldırıp pusulasıyla götürdü; nasıl inkâr edebilir?’ karşılığını verdi. ‘Ya bunlardan biri ölürse paranız batmaz mı?’ dedim, ‘Ölürse bizim pusulamız terikesinden çıkar; veresesi onu öder’ dedi. Gerçekten de (…) bunca senelerden beri Saray Bosna tüccarından kimsenin alacağının inkâr edilmemiş olduğu tahkik olundu…” (Tezâkir, 3/24 vd.)

Ebubekir Sifil,Hikemiyat,syf;343-345
Devamını Oku »

Gençlik bunalım dönemi mi?

 Gençlik bunalım dönemi mi?
Hiç düşündünüz mü, çağdaş dünyada “gençlik” denince akla ilk önce “hayatının en bunalımlı döneminde bulunan” yaş grubunun gelmesi normal mi?

Çocukluk dönemini bir yana bırakacak olursak, “gençlik bunalımı”, “orta yaş bunalımı” (yaşlılar zaten otomatik olarak bunamış görülür) gibi ifadeler, artık dilimize de iyice yerleşmiş bulunuyor. Biraz düşününce, bu tabirlerin insana hayatının her döneminde hastalıklı muamelesi yapılmasını reva gören çarpık bir anlayışın ürünü olduğunu anlamak zor olmasa gerek.

Parçalara Bölünerek Bunalmak

Bir başka şekilde ifade edecek olursak, insan hayatını belli yaş gruplarına göre sınıflandırarak, her bir grup için, “anormallikler yapması yaşı itibariyle normaldir” şeklinde bir ön yargı geliştirmek, hastalıklı bireylerden oluşan hastalıklı toplumların işi olsa gerek.

Gerçek şu ki, bu durum, özellikle hayatının en verimli ve en enerjik dönemini yaşayan, beynini ve vücudunu en üretken biçimde kullanabileceği çağda bulunan genç insanlar için, son derece olumsuz bir yargıyı ifade eder.

Oysa bu yaş grubunda bulunan bireyler öğrenmeye, yeteneklerini ve becerilerini geliştirmeye ve kendilerini olgunlaştırmaya en uygun çağlarında bulunmaktadır.

Bu noktada şu soruları da sormak gerekir: Hayatı daha yeni tanıma ve öğrenme sürecinde olduğu halde, Batılı hayat tarzı içinde anne babasından bile “bağımsızlaştırılan” genç, kişiliğini nasıl bulacak, istikametini nasıl çizecek, yetenek ve becerilerinin farkına nasıl varacaktır? Hangi kurum ve hangi sosyal hizmet uzmanı bu gence, kendi ailesinin ve yakınlarının verebileceği duyguyu, ilgiyi ve desteği verebilir?

Anlattığımız bu sınıflandırma ve bağımsızlaştırma adı altında olumlu-olumsuz her türlü etkiye açık bırakma durumu, hayatını biz müslümanlardan farklı yaşayan; varlığa, hayata ve insana bizden oldukça farklı bir gözle bakan Batılı anlayışı yansıtıyor.

Bunalım Edebiyatı Bizde Neden Yok?

‘Bizim kültürümüzde durum nedir?’ diye baktığımızda, karşılaştığımız manzara kısaca şöyledir:

Herşeyden önce, İslâm kültüründe bireyin anlattığımız tarzda toplumsal açıdan çeşitli yaş kategorilerine ayrılmasının sözkonusu olmadığının altını çizelim. Uzun medeniyet tarihimiz boyunca hayatın her alanına ve insan denen “zübde-i alem”in her boyutuna ilişkin incelemeler yapmış, eserler vermiş bulunan ulema ve hukemanın, gençlik döneminin kendine mahsus problemleri olduğunu söyleyen ve bu problemlere çözümler öneren bir çalışmasını, kitabını veya risalesini bilmiyoruz.

İslâm medeniyetinde sayısız çalışmanın konusu olan alanların bazılarını sayalım: Başta bütün dinî ilimler, tıp, botanik, veterinerlik, farmakoloji (ilaçlarla ilgilenen ilim dalı), musiki, mimari, günlük hayatta kullanılan aletler ve kap-kacak, hayvanlar, kuşlar, böcekler, putlar, muhtelif canlıların sesleri ve bunların özellikleri, madenler, astronomi, meteoroloji, tarih, coğrafya, aritmetik, geometri, fizik, kimya, arkeoloji, felsefe, mantık, zaman ve mevsimler, harflerin ve rakamların esrarı (cifir), sihir (tılsım), uzun boylu insanlar, kısa boylu insanlar, uzun yaşayan insanlar… ve daha niceleri. Evet, medeniyetimizde hayatın her alanına ilişkin eser vermiş, kitap yazmış olan İslâm alimlerinin, “gençlik ve sorunları” tarzında bir eser vermemiş olmasının elbette bir anlamı olmalıdır.

Bu anlam şudur: İnsanın, kendi fıtratına uygun bir ortamda, kendine ait hayat tarzını sürdürebilmesi, ancak kendine ait değerlerle inşa olmuş, yaşayan canlı bir medeniyetin varlığı ile mümkün olabilir. Hiç şüphesiz, böyle bir hayat tarzı olmaksızın, insan fıtratını ve hayatı her yönüyle kuşatmış canlı bir medeniyet olmaksızın, bireyin veya toplumun sağlıklı olabilmesi mümkün değildir.

İslâm kültüründe “gençlik ve sorunları” başlıklı bir problemin bilinmiyor olmasını, işte böyle bir medeniyet olgusunun varlığında aramalıyız.

Bir Liman Toplum

Bizim medeniyet ve kültürümüzde çocuk daha doğar doğmaz beynine ilk nakşolan, sağ kulağına okunan ezan ile sol kulağına okunan kamet sesidir. Anne sütü ile beslenme devresi boyunca çocuk, “taharet-i kübra” üzere bulunmaya özen gösteren annesi tarafından helâl süt ile emzirilir, uyutulurken salâvat ile, ilâhi ile uyutulur. Öğrenme yaşına geldiği zaman, her bir hücresi önce İlâhî Kelâm ile dolar.

Çağdaş hayatın dayattığı çekirdek aile tarzının ve modern yaşama biçiminin yalıtılmış dar çerçevesine hapsolmaksızın, alabildiğine geniş bir çevrede başlar hayatı tanımaya. Sadece anne-babasından değil, topluca paylaşılan bir hayatın hazzını ve yaşayan bir geleneğin terbiye usulünü dedesinden-ninesinden, hocasından ve mahalle büyüklerinden devşirir. Büyüklerinin katkılarıyla, komşuluk, mahalle arkadaşlığı ve saygıyı, sevgiyi, güveni, paylaşmayı, dayanışmayı, fedakârlığı öğrenir.

Böyle bir yetişme süreci ve sosyal çevre güvencesiyle gençlik dönemine adım atan çocuk, üretmeye hazır, donanımlı, kendinden emin ve kişilikli bir birey olarak hayata atılacaktır. İlim tahsil ediyorsa, yüzyıllar içinde olgunlaşarak pekişmiş bir eğitim sisteminde kendini geliştirecektir. Herhangi bir meslek ve sanat dalına intisap etmişse, yine asırların birikimiyle oluşmuş çırak-usta ilişkisi içinde alanında ihtisas sahibi olacaktır.

Çağdaş dünyanın “bunalımlı genç” profilinin aksine, gençlik dönemi onun için artık öğrendiklerinin semeresini verme çağıdır.

İslâm ilim tarihine adını altın harflerle yazdırmış simalara bakın. 7-8 yaşlarında Kur’an’ı ezberlemiş, 10-15 yaşlarında temel İslâmî ilimleri tahsil etmiş ve 20 yaş sınırına dayandığında artık eser yazmaya, fetva vermeye ve ilim meydanında nam salmış alimlerle yarış etmeye başlamış bu insanları yetiştiren, elbette kurumsal yapısı ve oturmuş sistemiyle canlı medeniyetten başkası değildir.

Başka hiçbir kültür ve medeniyette örneği bulunmayan “Tabakât” ve “Terâcim” türü kitaplarda, böyle onbinlerce büyük insanın hayat hikâyesi canlı birer ibret tablosu olarak elimizde bulunmaktadır. Namazda gözü olanlar için ezan sesi her devirde çınlama devam ediyor.

Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL - Burhandergisi
Devamını Oku »

Biz Kardeşiz

Biz Kardeşiz.....

“Önce Ona Götür”

Gelin hep birlikte Yermuk savaşından bir sahneyi seyredelim:

Hişam oğlu Haris, Ebu Cehil oğlu İkrime ve Ebu Rebia oğlu Ayyaş, Yermuk savaşında ağır yaralar almışlardır. Yerlerinden kıpırdayamayacak haldedirler. Ebu Sabit oğlu Habib, elinde bir su kırbasıyla yaralıların arasında dolaşmaktadır, belki su isteyen olur da, bu kızgın çöl sıcağında susuzluğuna derman olurum diye.

Uzaktan bir ses gelir. “Su, ne olur biraz su!” diye kısık sesle yardım isteyen kişi, Hişam oğlu Haris’tir. Habib hemen o tarafa doğru koşar ve kırbayı Haris’in dudaklarına götürür. Tam o esnada öteden bir ses duyulur: “Allah rızası için bir yudum su veren yok mu?” Sesi duyan Haris, son nefesini vermekte olduğu halde başını yana çevirerek kırbayı ağzına almayı reddeder ve Habib’e, kırbayı sesin sahibi olan İkrime’ye götürmesini söyler.

Bu defa Habib İkrime’nin bulunduğu yere koşar. İkrime tam suya kavuşmuşken yanıbaşındaki Ayyaş’ın sesi duyulur: “Su, bir yudum su!” Haris’in, İkrime’yi kendi nefsine tercih ettiği gibi, İkrime de Ayyaş’ı kendi nefsine tercih eder ve başıyla kırbayı Ayyaş’a götürmesini işaret eder.

Habib bu sefer de Ayyaş’a su yetiştirmek için koşar, ancak yanına vardığında Ayyaş, bir daha susamayacak şekilde şehadet şerbetini içmiştir bile.

“Bari İkrime’ye su vereyim” diye düşünerek çabucak onun yanına döner Habib. Ama o da son nefesini vermiştir. “Hiç olmazsa Haris’e yetişeyim” diye onun bulunduğu yere doğru hareketlenen Habib’in bu çabası da sonuçsuz kalacaktır. Çünkü o da şehitlik şerrbetinden kana kana içeli çok olmuştur…

Bir Kese Para Üç El

İsterseniz gelin bir de o kutlu devirde bir bayram hazırlığını izleyelim birlikte:

Mübarek bir bayram arifesidir. Müslümanlardan birisinin, ev halkının bayram ihtiyaçlarını karşılayacak parası yoktur. Çocuğunu bitişikte oturan müslüman kardeşine göndererek bir miktar ödünç para ister. İstediği para gelir. Allah’a hamdederler ailece.

Tam o esnada kapı çalınır. Gelen, başka bir müslüman kardeşin çocuğudur. “Babamın selamı var” der çocuk, “varsa bir miktar ödünç para istedi.” Adam “belli ki hiç paraları yok” diyerek ağzını açmaya dahi fırsat bulamadığı para kesesini olduğu gibi çocuğa verir. Çocuk sevinç içinde para kesesiyle evin kapısından henüz girmiştir ki, bu defa da onların kapısı çalınır.

Bu kez gelen, diğer komşudur ve bayram için ödünç para istemektedir. Üçünçü kere el değiştiren para kesesini eline alan komşu bir de ne görsün, bu kese, az önce komşu çocuğuna kendisinin verdiği kese değil mi!

Evet! Para kesesi birkaç el dolaştıktan sonra dönüp yine ilk sahibine gelmiştir. Durumu anlayan para sahibi, kesenin içindeki parayı komşularıyla paylaşır ve bayramın coşkusuna kardeşliğin ve paylaşmanın mutluluğunu da ekleyerek hep birlikte Allah’a hamdederler.

Onların müslümanlığı işte böyle bir kardeşlik bağı oluşturmuştu aralarında ve onlar bu sarsılmaz bağlılıkla tarihin müşahede ettiği en bahtiyar toplumu oluşturmuşlardı.

Ya biz? Onları insanî duyguların zirvesine yükselten İslâm’ın yüce mesajı aynen bugün bizim de elimizde olduğu halde, niçin yanı başımızdaki kardeşlerimizin haline bu kadar kayıtsızız?

İslâm’ın diriltici soluğunu ve fertleri birbirine kenetleyici ruhunu, kendi nefsimizin dışında başka insanlarda arayıp durduğumuz sürece ne öyle bir müslümanlığa, ne de öyle bir kardeşliğe ulaşmanın mümkün olmadığını ne zaman fark edeceğiz?

Bizler işte bu kadar kardeş olduğumuz için müslümanlığımız da bu kadar. Ve toplum olarak müslümanlığımız bu kadar olduğu içindir ki başımız dertten kurtulmuyor!

Ebubekir SİFİL, Semerkand Dergisi , Ocak 2001.
Devamını Oku »

Mülk Kimin

Mülk Kimin
....

Mal sahibi mülk sahibi

...Sekülerleşme (dünyevîleşme) denen durum, her şeyin dünya merkezli olarak ele alınıp değerlendirildiği bir süreci ifade ediyor. Bu süreçte bütün değerler “madde”ye indirgenmiş, insanın manevi yanı yok sayılmıştır. Batı dünyasında insanların yoğun bir şekilde dinden (hristiyanlıktan) uzaklaşması hadisesi sadece hristiyanlığın kendi iç arızalarından kaynaklanmıyor; aynı zamanda Batılı insanın her şeyi madde planında vehmetmesinin de buradaki payı hayli fazla.

İnsanı sadece maddi yanıyla ele alan seküler pozitivist ideolojilerin mal mülk ve servet meselesine bakışı da çarpıktır. Maddi hayatın aşırı abartılması ve her türlü değerin maddeye indirgenmesi, sonuç olarak ortaya iki türlü körlük çıkardı: Özel mülkiyete karşı körlük (Komünizm) veya topluma karşı körlük (Kapitalizm).

İslâm’ın bu iki körlükten birisine eklemlenmesini de üçüncü ve en büyük körlük olarak işaretlememiz gerekiyor. Zira özellikle son bir asırdır insanlığın yaşadığı travmalara bu iki körlükten birisi kaynaklık ettiği halde, insanlığın biricik kurtuluş ve saadet iklimi olan İslâm’ı Kapitalizm veya Komünizm çağrışımlı yorumlar eşliğinde takdim etmekten daha büyük bir arıza olamaz!

İfrat ve tefrit

Mal ve servet edinme konusunda biraz sonra üzerinde duracağımız iki tabir, meselenin mahiyetini oldukça güzel özetlemektedir. Böyle bir ayrıma gitmeksizin konu hakkında ortaya atılacak görüşler ister istemez ya ifrat veya tefrit tarafına kayacaktır.

Konu hakkındaki ifrat tavır şöyle ortaya çıkıyor: Dinimiz çalışıp kazanmayı emretmiş, özel mülkiyete dokunmayı yasaklamış ve kişinin, dilediği kadar kazanıp dilediği gibi harcamasına kimsenin müdahale edemeyeceğini bildirmiştir. Dolayısıyla bir kimse, helal yoldan kazandığı malını -zekâtını verdikten sonra- dilediği gibi ve dilediği yere sarf edebilir. Buna kimse karışamaz.

Nitekim Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz kimsenin elindeki servete müdahale etmemiş, sahabenin zenginlerine karşı hiçbir zaman olumsuz bir tutum içinde olmamıştır.

Bu tavır, bir adım sonrasında sahibini “mülkünün mutlak sahibi olduğu” vehmine sürüklüyor. Hepimizin etrafında, kendisine emanet olarak verilen zenginlik sebebiyle tekebbüre kapılan ve etrafına tepeden bakan insanlar vardır. Ümmet-i Muhammed’in yoksulları, yetimleri, kimsesizleri kendilerine uzanacak merhametli bir el beklerken onlar “helal yoldan kazandım; zekâtımı da verdim” diye kasılarak, standartları hayli yüksek hayatta bir elleri yağda diğeri balda yaşarlar. Yaşadıkları mekânlarla, tüketim tarzlarıyla, alışkanlıkları ve çevreleriyle diğer insanlardan farklı durmaya özen gösterirler. Bu tavrın Yüce Kitabımız’ın “malın azdırdığı insan tipi”ne örnek olarak dikkatimize sunduğu Karun’dan ne farkı vardır?

İslâm mülk edinmeyi yasaklamaz

Tefrit tavır ise, mal biriktirmenin ve servet edinmenin İslâm’ın onayladığı bir davranış olmadığını söyler. Bu tavrı benimseyenlere bakarsanız İslâm -tıpkı Komünist sistemde olduğu gibi- özel mülkiyeti ve servet sahibi olmayı teşvik etmemiş, aksine bunu yasaklamış ve böylece eşitliği sağlayarak servet sahiplerinin toplumun diğer kesimlerini sömürmesinin önüne geçmek istemiştir. Nitekim Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz hiç para biriktirmemiş, ganimet ve sair kalemlerden kendisine gelen malları fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıtmadan gecelememiştir.

Bu fikri taşıyanlar da diğerleri gibi, dünyanın bir “imtihan” yurdu olduğu gerçeğini ıskalıyorlar. Bu dünyada kimimiz zenginlikle, kimimiz yoksullukla deneniyoruz. Evet Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz hiç mal ve para biriktirmemiş, ancak malını Allah yolunda sarf etme iradesine sahip hiç kimseyi de zengin ve servet sahibi olmaktan men etmemiştir. Hatta tam tersine, yeri geldiğinde Hz. Ebu Bekir r.a. gibi, Hz. Osman gibi, Abdurrahman b. Avf gibi (Allah onlardan razı olsun) varlıklı sahabilerin sağladığı imkanlarla ordular teçhiz etmiş, beldeler fethetmiştir. Aynı şekilde fertlerin, hibe, alışveriş, miras, ganimet gibi helal yollardan elde ettiği mülke hiçbir zaman dokunmamış, “toplumda eşitliği sağlamak” gibi bir düşünceyle o mülkü rızaları dışında onların elinden alıp fakirlere dağıtmak gibi bir politika asla izlememiştir.

İbn Kuteybe, el-Ma’ârif adlı eserinde ileri gelen sahabilerin sanat ve mesleklerini zikretmiştir. Onlar o sanat ve mesleklerini serbestçe icra etmeleri sayesinde bir yandan bol kazanç elde ediyor, ama diğer yandan bu kazancı Allah yolunda infak etmekten de geri durmuyorlardı. Toplumda dayanışmanın ve paylaşmanın önünü açmak, varlık sahiplerini çalışıp kazanmaktan men etmekle değil, dünya malına zebun olmaktan korumakla mümkün olur.

Hem Ebu Bekir hem Ebu Zerr

Yukarıda iki “körlük” olarak ifade ettiğimiz ifrat ve tefrit tavır, kendisine Kur’an ayetlerinden, hadis-i şeriflerden ve Sahabe’den gerekçeler temin etmeyi de ihmal etmez. Büyük sahabi Ebu Zerr r.a. bu cümleden olarak adı sıklıkla telaffuz edilen sahabilerin başında gelir. Onun, mal biriktirme aleyhindeki tavrı, yukarıda ifade ettiğimiz “tefrit” tavrın “İslâmî” gerekçelerinin ilk sırasında yer alır.

Oysa, “madem ki Ebu Zerr r.a. mal biriktirmeye ve servet edinmeye karşıdır, o halde İslâm’ın hükmü budur” tavrı, Kur’an’ı, Sünnet’i ve Sahabe’nin tutumunu bir tek sahabinin içtihadına indirgemekten başka bir şey değildir. Yukarıda da söylediğimiz gibi ne Kur’an ne de Sünnet helal yoldan çalışıp kazanmaya mani olmamıştır, Sahabe döneminden itibaren tarih boyunca İslâm toplumlarında gördüğümüz vakıa da budur.

Yine bu çerçevede halk arasında çok meşhur olmuş -sahih olmayan- bir “Sa’lebe kıssası” vardır.

Rivayete göre Ensar’dan, Bedir savaşına da katılmış bulunan Sa’lebe b. Hâtıb çok fakirdir ve Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’den, zengin olması için kendisine dua etmesini ısrarla ister. Efendimiz s.a.v., “Şükrünü eda edebildiğin az mal, şükrünü eda edemediğin çok maldan hayırlıdır.” buyurarak geri çevirse de o ısrar eder. Sonunda Efendimiz s.a.v. dua eder ve Sa’lebe zengin olur. Fakirken mescide herkesten önce geldiği için “mescit kuşu” olarak anılan Sa’lebe önceleri vakit namazlarını aksatmaya, malı çoğalınca Cumalara da gelmemeye başlar. Derken Efendimiz s.a.v. zekât memuru vasıtasıyla Sa’lebe’den zekâtını ister. Ancak Sa’lebe mala öylesine bağlanmıştır ki, zekât vermek ağırına gider ve vermeyi reddeder. Bunun üzerine, “Ve onlardan bazıları da ‘Eğer fazlu kereminden bize ihsan ederse elbette tasaddukta bulunacağız ve elbette salih kimselerden olacağız’ diye Allah’a söz vermişti.” mealindeki ayet (Tevbe, 75) indi. Sa’lebe çok pişman oldu ve zekâtını getirip vermek istediyse de Efendimiz s.a.v. kabul etmedi. Bu durum Hz. Ebu Bekir r.a. ve Hz. Ömer r.a. zamanlarında da devam etti. Onlar da Sa’lebe’nin zekâtını kabul etmediler. Nihayet Sa’lebe Hz. Osman r.a. zamanında bu hal üzere vefat etti.

Kısaca arz ettiğimiz bu kıssanın sahih olmadığını Hadis ilminin mütehassısları ortaya koymuştur. (Bkz. ez-Zeyla’î, Tahrîcu’l-Ahâdîsi’l-Keşşâf, 2/84-86; İbn Hacer, el-İsâbe, 1/400-401.)

Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye bizi, sahibini azdırmış zenginlikten de, sahibini azdırmış fakirlikten de sakındırmıştır. Orta yol ve itidal burada da temel rehberlerimizin onayladığı ve teşvik ettiği tavır olarak tezahür etmektedir. Bu sebeple İslâm Ümmeti tarih boyunca “hem Ebu Bekir, hem Ebu Zerr” demiş, onların birini diğerine tercih etmemiştir. Hz. Ebu Bekir r.a. infakla bereketlenen zenginliğin, Ebu Zerr r.a. da varlığı sonuna kadar paylaşmayı teşvik eden merhametin sembolü olarak inanç dünyamızdaki yerlerini almışlardır. Önemli ve doğru olan onlardan birini tercih etmek değil, ikisinin tavrını da makul ve İslâmî çerçevede açıklayıp yerli yerine oturtmaktır.

“Teşri” ve “tevcih”

Çağımız İslâm mütefekkirleri son derece isabetli bir şekilde, kazanmanın ve harcamanın ilkesini ve sınırlarını bu iki tabirle ifade etmiştir. Biz de konuyu bu iki tabiri esas alarak ortaya koymaya çalışacağız.

İmam Muhammed b. el-Hasan rh.a.’in dediği gibi, kişinin kendisine gerektiği kadar ilim öğrenmesi nasıl farz ise, çalışıp kazanması da öyle farzdır. (Kitâbu’l-Kesb, 71) Çünkü Efendimiz s.a.v.’den hem ilim öğrenmenin, hem de çalışıp kazanmanın farz olduğunu ifade eden hadisler nakledilmiştir. Mülk ve servet konusunda günümüzde iki noktanın birbirine karıştırıldığı görülüyor: “Teşri” ve “tevcih”.

Kişinin, ihtiyaçlarını karşılayacak ve gerek kendisini gerekse ehlü ıyalini başkasına muhtaç etmeyecek kadar çalışıp kazanması farzdır. Bu, çalışıp kazanmanın asgari/olmazsa olmaz sınırıdır. Bundan fazlası ise mübahtır. Dileyen, dinî mükellefiyetlerini aksatmamak ve helal yoldan sapmamak üzere daha fazla kazanmak için daha fazla çalışabilir. (İmam Muhammed b. el-Hasen, Kitâbu’l-Kesb, 81 vd., 96 vd.)

Çalışıp kazanma, mal mülk, servet edinme ve kazancı üzerinde tasarrufta bulunma konusunda Yüce Dinimiz müminlere herhangi bir sınırlama getirmemiştir. Yeter ki mal helal yollardan kazanılsın, kimsenin hakkına hukukuna tecavüz edilmesin ve malî mükellefiyetler hakkıyla yerine getirilsin. Dinimize göre kişi, el emeği göz nuru, meslek ve sanat, ticaret, ganimet, hibe, miras vb. meşru yollarla mal mülk sahibi olabilir ve -yine meşru sınırlar içinde kalmak kaydıyla- mülkü üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Bu durumdaki kimseye, normal şartlar altında herhangi bir ilave sorumluluk yüklenemez. Kazanırken ve harcarken kimseye zulüm ve haksızlık etmeyen, bakmakla yükümlü olduğu kimselere karşı mükellefiyetlerini yerine getiren, zekât, fitre gibi malî ibadetlerini hakkıyla eda eden kimse, “teşri” noktasında yükümlülüğünü yerine getirmiş demektir.

Nitekim Yüce Kitabımız’da Efendimiz s.a.v.’in şahsında bize, “Eli sıkı olma. Büsbütün eli açık (varını yoğunu harcayan) da olma.” (İsrâ, 29) buyurulmakla meselenin “teşri” yönü gösterilmiş olmaktadır. Dolayısıyla teşri noktasında cimrilik edip eli sıkı davranmak da, büsbütün saçıp savurmak da doğru değildir. Bu ikisi arasında orta yol tutulacaktır.

Sahip değil vekil

“Tevcih” yönüne gelince, Allah Tealâ şöyle buyurur: “Allah’a ve Rasulü’ne iman (etmekte sebat) edin. (Sizden önce gelip geçenlerin ardından Allah’ın) sizi (tasarruf için) vekil kıldığı maldan O’nun yolunda infak edin. İçinizden iman edip de (o suretle) infak edenler için büyük bir mükâfat vardır.” (Hadîd, 7)

Bu ayet-i kerime, mal ve servetin insanlara emanet olarak verildiğini, onu elinde bulunduranların aslında onun “sahibi” değil, “vekili” olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir. Dolayısıyla insan, kendisine nasip edilen ve üzerine vekil kılındığı mal mülkü kendi yetenek ve birikimiyle kazandığı vehmine düşmemeli, mülkün gerçek sahibini unutarak şeytanın ve nefsin iğvalarına kapılmamalıdır. Evet, mülk Allah Tealâ’nındır ve akıllı kişi, vekili kılındığı mülkü O’nun rızasını kazanma yolunda sarf etmekten geri durmayandır.

Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, “Veren el alan elden hayırlıdır” (Buharî, Müslim) buyurmak suretiyle “isteyen” konumunda olmayı değil “veren” konumunda olmayı teşvik etmiştir.

Ancak bunu yaparken dengenin muhafaza edilmesine büyük hassasiyet göstermiş, mal mülkün insanı yoldan çıkarıcı özelliğine de sıklıkla vurgu yapmıştır.

Bir keresinde Aşere-i Mübeşşere’den Ebu Ubeyde b. el-Cerrah r.a.’ı Bahreyn’e göndermişti. Ebu Ubeyde r.a., külliyetli bir miktar mal ile döndü. Bunu duyan Ensar, sabah namazında Mescid-i Nebi’de toplandı. Namaz bittikten sonra Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in etrafını sararak imalı bir şekilde Ebu Ubeyde r.a.’den bahsetmeye başladılar. Efendimiz s.a.v. gülümseyerek, “Ebu Ubeyde’nin bol mal ile geldiğini duyduğunuzu sanıyorum.” buyurdu. Onlar, “Evet!” diye karşılık verince şöyle buyurdu:

“Size müjdelenen şeyle sevinin ve ondan fayda bekleyin. Allah’a yemin ederim ki, ben sizin yoksulluğunuzdan korkmuyorum. Sizin hakkınızda korktuğum husus, sizden evvelkilerin sahip olduğu gibi geniş servetlere sahip olmanız ve onların birbirini çekemeyip helâk olmaları gibi sizin de birbirinize haset edip helâk olmanızdır.” (Buharî, Müslim)

Mülkün iki tehlikesi

Dünyanın Yüce Kitabımız’da sıklıkla “aldatıcı” olarak nitelendirilmesinde şüphesiz bizim için büyük bir uyarı vardır. Kalbinde küçük bir zayıf nokta, iradesinde az bir gevşeklik bulunan kimsenin dünyaya kapılıp gitmesi hayli kolay ve sık rastlanan bir durumdur.

Zira dünyaya bağlılık ve düşkünlük bulaşıcı hastalık gibidir. Hastalığın bağışıklık sistemindeki en küçük bir gevşemeyi fırsat bilerek insanı ele geçirmesi gibi, dünya ve dünyalık da irademizdeki en küçük bir zaaftan istifade ile bizi kendisine zebun eder. Bu, insandan insana bulaşan bir hastalıktır. Birinin elindeki servet, ev, araba, yazlık kışlık, harcama kapasitesi ve tüketim seviyesi, çoluk çocuğuna sarf ettikleri, giyim kuşamı… bütün bunlar iradesi zayıf insanları özendirir, kıskandırır ve “ben de öyle olmalıyım” düşüncesine sevk eder.

Mülkün iki tehlikesinden biri budur. Servet sahibi insanlar dayanışma, paylaşma ve infak hassasiyetinden uzaklaştığı takdirde toplumda zenginlerle fakirler arasında uçurumlar oluşur ve bu durum toplumu bir arada tutan bağların zayıflayıp kopmasına kadar gider. Toplumsal patlamaların sebebi budur. Dünyayı bir asra yakın meşgul eden, milyonlarca insanın şu veya bu şekilde mağdur olmasına, sürülmesine, acı çekmesine, ölümüne yol açan komünizm belası böyle zeminlerde gelişip serpilmiştir.

Kur’an’da şöyle buyurulur: “Allah’ın, (fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) haline gelmesin diye (Allah böyle hükmetmiştir). Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr, 7)

Mülkün diğer tehlikesi ise, eline emanet olarak verildiği insanlar üzerinde “saptırıcı” bir etki yapmasıdır. Zengin kişi çok kuvvetli bir iradeye ve engin bir gönüle sahip değil ise, kendisini malının yegâne hükmedeni sanacak, “küçük dağları ben yarattım” edasıyla diğer insanları hakir görecek ve böylece kendi kazancıyla helaka sürüklenecektir. Zenginliğin gurur ve büyüklenmeye sürüklemediği insan gerçekten ne kadar azdır! Oysa Efendimiz s.a.v., kalbinde zerre miktarı kibir bulunan kimsenin cennete giremeyeceğini haber vermiştir! (Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî)

Servet bir emanet

Küçük çaplı bireysel girişimlerin pek bir işe yaramadığı, liberal ekonomik düzenin kaçınılmaz gereği olan acımasız rekabeti sürdürebilmek için şirketlerin birleşip holdingleri, tröstleri oluşturduğu bir dünyada yaşıyoruz. Hep kazanmak, hep en önde olmak, daha çok üretmek ve kazanmak dürtüsüyle adeta canavarlaşmış uluslar üstü sermaye birikimlerinin ortaya çıktığı bu dünyada infakın, dayanışmanın, paylaşmanın, fakiri düşünerek hareket etmenin ve hepsinden önemlisi de serveti bir “emanet” olarak görecek ruh ve şuur durumunu muhafaza etmenin imkanı var mıdır?

İslâm hem bireyi hem de toplumu bu iki tehlikeye karşı muhafaza altına almanın yollarını göstermekte, ifrata ve tefrite meyletmeden, insan fıtratının özelliklerini de dikkate alarak orta yolu göstermektedir.

Senin Her Varlığın Hakir

Hz. İbrahim a.s.’a inen sahifelerde şöyle buyurulduğu nakledilmiştir:

“Ey dünya! Senin yapmacık süslerin iyiler (ebrar) katında hiçbir kıymet ifade etmez. Zira ben onların gönüllerine sana husumeti ve senden yüz çevirmeyi yerleştirdim. Senden daha düşük bir şey yaratmadım. Senin her varlığın hakirdir ve yok olmaya mahkumdur.

Seni daha ilk yarattığım zaman kimse için devamlı olmamanı ve kimsenin sende daimî kalıcı olmamasını takdir ettim.

İçlerinden bana iman eden, beni tasdik eden ve istikamet üzere bulunan salihlere müjdeler olsun. Onlara tekrar tekrar müjdeler olsun ki, mezarlarından kalkıp bölük bölük bana gelecekleri zaman onların mükâfatları, önlerinde parlayan nurları ve kendilerini kuşatan meleklerle beraber benden umdukları rahmete ulaşmalarıdır.” (İbn Ebi’d-Dünyâ, Zemmu’d-Dünyâ, 63.)

Hz. İsa a.s. Böyle Buyurdu

Hz. İsa a.s.’ın şöyle buyurduğu rivayet edilir:

“Dünyayı kendinize efendi (rab) edinmeyin ki, o da sizi kendisine köle (kul) edinmesin. Servetinizi zayi etmeyecek birinin korumasına verin. Zira dünya hazinelerine sahip olanların çeşitli afet ve felaketlerle karşılaşmalarından korkulur. Ama Allah’ın hazinelerine sahip olanlar için böyle bir korku yoktur.”

Yine şöyle demiştir:

“Ey havarilerim! Sizin için dünyayı ben yüz üstü yere vurdum. Sakın benden sonra onu ayağa kaldırmayın! Dünyanın kirli olduğunun bir delili, onda Allah’a isyan edilmesi, diğer delili de ahiretin ancak onu terk etmekle elde edileceğidir. Dünyadan geçin, onu imarla uğraşmayın. İyi bilin ki, bütün kötülüklerin başı dünya sevgisidir. Kısa süreli bir arzu, sahibine uzun süren bir hüzün ve pişmanlık vereceğini unutmayın!” (İmam Gazalî, İhyâ, 3/198)

Zenginlik Allah’ın Fazlu Keremindendir

Muhacirlerin fakirleri bir gün Efendimiz s.a.v.’e gelerek,

– Ey Allah’ın Rasulü! Varlık sahipleri yüksek dereceleri ve daimî nimetleri alıp gittiler, diye şikayetlendiler. Efendimiz s.a.v.,

– Neymiş o, diye sordu.

– Onlar da bizim kıldığımız gibi namaz kılıyor, bizim tuttuğumuz gibi oruç tutuyor. (Ama onlar bizden fazla olarak) sadaka (zekât) veriyor, biz veremiyoruz; onlar köle azad ediyor, biz edemiyoruz. (Bazı rivayetlerde burada, “Onlar hacca gidiyor, umre yapıyor, biz yapamıyoruz” ifadesi de vardır.)

Bunun üzerine Efendimiz s.a.v.:

– Ben size bir şey öğreteyim mi? Onunla sizi geçenlere yetişir, sizden sonrakileri de geride bırakırsınız. Hem hiç kimse sizin bu yapacağınızı yapmadıkça sizden daha faziletli olamaz.

Muhacirler:

– Buyurun ey Allah’ın Rasulü (öğretin), dediler. Efendimiz s.a.v. şöyle buyurdu:

– Her namazdan sonra otuz üç kere “Sübhânallah”, otuz üç kere “Elhamdülillâh”, otuz üç kere de “Allahu Ekber” dersiniz,” buyurdu.

Fakir muhacirler sevinerek Efendimiz s.a.v.’in yanından ayrıldılar. Ancak bir süre sonra tekrar gelerek şöyle dediler:

– Mal mülk sahibi kardeşlerimiz bizim (sizden öğrenerek) yaptığımız ameli öğrenmişler. Onlar da böyle yapıyorlar (dolayısıyla biz yine geride kaldık).

Bunun üzerine Efendimiz s.a.v. şöyle buyurdu:

– Bu, Allah’ın fazlu keremidir; dilediğine verir.” (Buharî, Müslim)

Ebubekir Sifil
Semerkand, Haziran 2010
Devamını Oku »