Baba Olarak Erkek-Anne Olarak Kadın: Mutlu Ailede Mutlu Çocuk

Baba Olarak Erkek-Anne Olarak Kadın: Mutlu Ailede Mutlu Çocuk


Çocuk, annenin transfer ettiği şefkat ve babanın verdiği güven ile gelen mutluluktur.

Bir toplum, değerleri doğrultusunda kültür üretir. Şiir, ede­biyat, sanat, günlük dilde klişe cümleler bu kültürün oluşma­sında ve taşınmasında etkili araçlardandır. Temel kaynaklardan beslenen bu kültürel formlar toplumsal ilişkilere derinlik ka­zandırır ve ait olduğu kaynağa gitmeden dilden dile dolaşarak değerler doğrultusunda ilişkiler ağını örer. Anadolu kültüründe aile alanında bu türden değerli sözler mevcuttur. Mesela Ana­dolu'da “intizar almak” deyimi anne-baba sorumluluğunu ifade eden âdeta birçok ayet ve hadisin hulasası olan bir sözdür. Hem sorumluluğu hem de bu sorumluluğa özen gösterilememesi hâlinde çekilecek cezayı ve başa gelecek belayı beraberce ifade eder. Bu ifade anne-babasının hoşnutluğunu almayanın dünya ve ahirette bedbaht olacağını ifade eden Türkçedeki en etkili sözlerdendir. Keza “âh almak” aynı yönde anne-baba ile sınırlı olmaksızın zulmedenin aldığı bedduanın kötü sonucunu ifade eder.

Bu gibi sözler ya da tutumlar temel kaynaklardaki veri­lerden beslenmeleri yanında tecrübeye, insanların zihninde yer bulan canlı olaylara ve yaşanan hatıralara işaret ettiği için çok güçlü bir etkiye sahiptirler. Hem olumlu davranış geliştirme de hem de olumsuzluğu engellemede eğitici bir güce sahiptirler.İşte bu bağlamda Anadolu kültüründe dilden dile dolaşan “hayırlı evlat , hayırsız evlat” ifadeleri aynı derinliğe sahip sözlerdendir Anadolu lisanında, “Hayırsız evlat ömür törpüsüdür.” sözü anne-babayı mutsuz kılan çok güçlü bir vurgudur. Tersinden bakıldığında “başarılı ve ahlaklı” çocuklar da anne-babalarının mutluluk kaynağıdır. Bu tecrübî olarak bilinen bir husus olsa da Kur’ân-ı Kerîm iyi çocukları anne-babaların mutluluğunu tamamlayan unsur olarak zikreder. Zira cennet ehlinin baba­ları, dedeleri, çocukları, hanımları ve hanımlarından sâlih amel işlemiş olanların topluca cennete girecekleri anlatılır.(Ra‘d (13), 23; Mü’min / Gâfir (40), 8.) Şayet iman bakımından atalarının izinden giden çocuklar amel ba­kımından onlardan daha geride ve bu sebeple makamları düşük ise anne-babalarından ayrı olmaları bu mutluluğa gölge düşüre­ceğinden çocukların dereceleri yükseltilerek onlara katılacak ve mutsuzlukları giderilecektir.(Tur,21) Bu da çocukların mutluluğunun aile saadetinde etkili olduğunu göstermektedir.

Ancak burada bir noktaya işaret etmek gerekir ki o da an­ne-babaların çocuklarından beklentilerini elde etmeleri ve on­larla mutlu olabilmeleri için üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmeleri gerekir. Şimdi bu hususu ele alabiliriz.

a- Çocuğa Din ve Dünya için Zarurî Bilgilerin Kazandırılması

''Bir anne-baba çocuğuna güzel terbiyeden / güzel ahlaktan daha değerli bir şey bağışlamamışttr” (Tirmizi, "Birr”, 33; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, M, 412; IV, 77,78).

Çocuklar anne-babaları için birer imtihandır,(Enfâl (8), 28; Tegâbün (64), 15.) sonucu da ya başarı ya da hüsrandır. İmtihanın konusu çocuğun dünya ve ahiret hayatına hazırlanmasıdır. Dünyevi olarak geçimini temin edeceği, kabiliyetine uygun bir eğitimle mesleğe hazırlamak ve hayatını ilgilendiren konularda temel bilgilerle donatmak, kül­türel mirası aktarmak, toplumdaki görgü kuralları ve adaba ri­ayet hususunda bilinçlendirmek; manevi olarak da dinî vecibe­lerini öğretmek, hassasiyetle ve sürekli olarak yerine getirecek bir duyarlılık kazandırmak, yüksek İslam ahlakı ile yetiştirmek en önemli görevdir. Kısaca söylemek gerekirse Hz. Peygamber’in Allah’m özel konuk olarak ağırlayacağını ve kıyamet sıkıntıları­nı yaşatmayacağını müjdelediği yedi bahtiyar sınıftan birisi olan “Allah’a kullukla büyüyen genç” (Buhârî, “Ezân”, 36, “Rikâk”, 24, “Zekât”, 16, “Hudûd”, 19..)olabilecek şekilde biçimlen­dirmektir. Bu, çocuk için en değerli sermaye, anne-baba için de en büyük saadettir.

Din ve dünya için zaruri bilginin kesiştiği önemli bir nokta vardır o da şudur: Kişisel beceri, yeti ve bu doğrultuda elde edilen maharet ahlak ile bütünleştiğinde olumlu sonuç verir. Bu da hem çocuğun hem de anne-babasının dünya ve ahiret mutluluğudur.

Çocukların hayata hazırlanması baba ve annenin müşterek görevleri olsa da özellikle erkek çocukların bir meslek ve meslek ahlakı edinmeleri için babanın, kızlara da ev işlerinin öğretil­mesi hususunda annenin sorumluluğu vardır. Geleneksel eğitim modeli bu yönde oluşmuştur. Dolayısıyla erkeğin daha çok ev geçiminden sorumlu tutulması sebebiyle meslek eğitimini baba üstlenmiş, kız da evin tertip-düzeninden mesul olduğu için an­nesi tarafından bu yönde eğitilmiştir. Bu iki hususu biraz açmak gerekirse şunlar söylenebilir:

Allah, her insanı farklı kabiliyet ve özelliklerle donatm tır.(Enam,165;İsra,21,Zuhruf,32)Her bir yeteneğe toplumun ihtiyacı vardır. Anne-babaya düşen, çocuğunu popüler meslekler doğrultusunda yönlendir­mek değil potansiyelini keşfedip işlemek, yeteneklerini geliştir mek ve o yönde hayata hazırlamaktır. Çünkü Nasîruddîn et-Tûsî (0.672/1274) gibi İslam düşünürlerinin isabetle belirttiği gibi bireysel farklılıklar ve toplumsal ihtiyaçlar açısından çocuğun eğitiminde kabiliyetlerinin merkeze alınması ve o doğrultuda eğitime tâbi tutulması esastır.(Tusi,Exlag-ı Nasıri(trc.Rahim Sultanov).Bakı 1989,s.160)Bu çaba hem nimetin takdiri ve fiilî şükrü anlamına gelir hem de çocuğa ve aynı zamanda toplu­ma yapılabilecek en büyük katkı ve iyiliği ifade eder.

Kabiliyet bakımından insan, yaratıldığı toprağa benzer. Bu açıdan her toprak farklıdır ve kendi özelliğine uygun bitkiler yetiştirir. Buğdaya uygun toprağa mısır ekmek anlamsız oldu­ğu gibi mesela sosyal bilimlere yatkın bir çocuğu fen bilimlerine yönlendirmek de o derece manasız ve sonuç olarak da verimsiz­dir. Bu, çocuğa eziyet olduğu gibi yetenek nimetinin kadr-u kıy­metini bilmeyerek nankörlük yapmak daha da önemlisi insanı taşıyamayacağı bir yükle sorumlu tutmak, toplumu da Allah’ın lütfettiği bir kabiliyetten mahrum bırakmak demektir. Bu yön­deki hatalı tercih, çocuğun başarısını olumsuz yönde etkileyece­ğinden ileride aile huzuruna olumsuz yansıyacak ilk kıvılcımdır.

Çocukları dindar ve ahlaklı yetiştirmek, anne-babanın be­raberce sorumlu oldukları alanı oluşturur. Hz. Peygamber’in bu konuda: “Bir anne-baba çocuğuna güzel terbiyeden / güzel ah­laktan daha değerli bir şey bağışlamamıştır.”,(Tırmızî, “Birr”, 33..) “Çocuklarınıza ikramda bulunun ve terbiyelerini güzel verin.”(İbn Mace,Edeb,3) şeklindeki ha­disleriyle ümmetine mesajı nettir.

İkramdan maksat helal dairesinde ve şımartmayacak ölçü­de çocukların ihtiyaçlarını gidermek, imkânlar ölçüsünde baş­kasına muhtaç etmemek, manevi anlamda da Allah’ın emir ve yasaklarına saygı bilinciyle donatmak, çevreleriyle ilişkilerinde yüksek İslam ahlakını ilke edinmelerini, Allah ve kul hakkına karrşı duyarlılıklarını temin edecek bir eğitim vermeleri anla­mına gelir. Bunun yanında çocuklara ikram anne-baba sevgisi kazandıracağı için(Bk. Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, Kahire 1356, II, 90-91;..) aileye olan bağlılıklarını da güçlendirecek etki yapar.

Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in özel olarak anne-ba­balara yüklediği en önemli görev çocuklara namaz bilincinin kazandırılmasıdır. Namaz eğitimine küçük yaşta başlanarak temyiz döneminde bu işin halledilmiş olması gerekir. Çocuklu­ğun bu devri, genellikle hayatın yedi yaş ile bülûğ çağı arasın­daki kısmını kapsar. Temel özelliği çocuğun iyiyi-kötüyü, faydalıyı-zararlıyı belli ölçüde ayırabilecek akli olgunluğa ulaşmış, bu yönde meleke kazanmaya başlamış olmasıdır. Bu çağda ka­zanılan namaz bilinciyle çocuk, tam mükellef olduğu âkıl-bâliğ dönemine hazır olarak adım atacak ve küçük yaşta kazandığı bu bilinç, hayatı boyunca kalıcılık arz edecektir. Bir anne-baba için çocuklarına dinî vecibelerini öğretip içselleştirmelerini, bir yaşam biçimine dönüştürmelerini, Allah’ın rızasını her şeyden daha önemli görmelerini sağlamaktan daha değerli bir şey ola­maz. Bu ise küçük yaşlarda kazandırılabilir. “Ağaç yaş iken eği­lir.” sözünün anlatmak istediği budur. İşte bunun için Hz. Pey­gamber çocuklara namaz öğretimine yedi yaşında başlanmasını istemiş ve on yaşına kadar bu sorunun halledilmesi gerektiğini bildirmiştir.(Ebû Dâvûd, “Salât”, 26.) Aile reisinin hane halkına dinî vecibelerini öğ­retmek ve hatırlatmakla, kendisi de bunları yaşayarak örnek ol­makla yükümlü olduğuna dair açık ayetler vardır:

Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun...”(Tahrim (66), 6.) şeklindeki ayetiyle genel nitelikli bir sorumluluktan bahsettikten sonra namaz özelinde konuyu ay­dınlatır:

“Aile fertlerine namaz kılmalarını emret Sen de sabırla devam et,biz senden rızık istemiyoruz, rızıklandıracak olan biziz. Güzel sonuç, Allah'ın emir ve yasaklarına içtenlikle bağlılık veren ve saygıda titiz davrananların (takva sahipleri) olacaktır.(Taha 132)

b- Anne-Babanın Çocuklara örnekliği

Aile ile efradına namazı emret, sen de sabırla devam et" (Tahâ, 20/132) ayeti geldikten sonra, Hz. Peygamber da­madı Hz, Ali ve kızı Hz, Fatıma'ya sabah namazlarına kaldırmıştır.

Başkasından talep edilen ortak bir davranışın ya da yapılması istenen bir eylemin öncelikle o kişi tarafından yerine getiril­mesi tutarlılık açısından çok önemlidir. Kur’ân-ı Kerîm:

“Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Böyle yapma­nız Allah katında çok sevimsiz bir davranıştır. (Saff,2-3)

*İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz yoksa?(Bakara,44)şeklindeki ayetlerinde bu hususu özellikle vurgular. Do­layısıyla ortak sorumluluklarda birisinden bir şeyi talep eden kişinin istediği şeyi öncelikle kendisi uygulayarak örnek olma­sı önemli bir ahlak ilkesidir. Bu, inandırıcılık, güvenilirlik ve tutarlılık açısından olduğu kadar eğitim bakımından da hayati önemi haizdir. Bu sebeple "aile efradına namazı emret, sen de sabırla devam et.” ayeti emredenin emrettiğini yapmaması hâ­linde tutarsız davranması sebebiyle talebinin karşılık görmeye­ceğine, inandırıcılığını ve güvenilirliğini kaybedeceğine, pratik olarak da sonuç alamayacağına işaret eder. Böyle bir durumda çocuk anne-babasının denetiminde bulunduğu sıralarda isteni­leni korku ya da bir başka saikle yapar, kendi başına kaldığında yapmaz, neticede istenilen yönde bir davranış ya da alışkanlık kazanmaz. En önemlisi ikiyüzlülük gibi bir şahsiyet bozukluğu geliştirmiş ve yalan söylemeyi öğrenmiş olur,.(Bk. Ebû Zehre, Zehretü 't-tefâsir, IX, 4814.)

Konunun dikkate değer bir başka boyutu daha vardır. O da çocuğun belli bir yaşa kadar anne-babasını taklit ederek bilgi kazandığı ve şahsiyetinin şekillendiği dikkate alınırsa aile bü­yüklerinin söz-davranış bütünlüğü sergilemesinin ve bu yolla küçüklere örnek olmasının ne kadar önemli olduğu kendiliğin­den ortaya çıkar.

Aile reisi çevresindekileri iyiye yönlendirmek, görevlerin ifa­sını sağlamakla yükümlüdür. Bu ise bizzat kendisinin en kâmil manada ve sürekli biçimde söylediklerine önderlik etmesi ve gü­zel örnek olmasıyla mümkündür.

Bunun içindir ki Hz. Peygamber’in cennetle müjdelenmiş olmasına rağmen “Aile efradına namazı emret, sen de sabırla devam et.” ayeti geldikten sonra, damadı Hz. Ali ve kızı Hz. Fa- tıma’ya sabah namazları için seslendiği nakledilmekte,(Kurtubî, e-Câmi' li-ahkâmi’l-Kur'ân, Kahire 1384/1964, XI, 263..) bizzat Hz. Ali de bu bilgiyi teyit etmektedir.(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1,91.)Bundan başka Hz. Pey­gamber’in sadece onları değil sabah namazına giderken yolu üstündekileri namaz için uyandırdığı bilinmektedir.(Ebû DAvûd, “Tatavvû*”, 4.)

Aile bireylerine karşı aile reisinin sorumluluklarını açıkça ifade eden ayetlerde özellikle namazın vurgulanması onun bü­tün ibadetleri bünyesinde bulundurması sebebiyle dinin dire­ği(Beyhakî, Şu'abü'l-imân, IV, 300;..) ve cennetin anahtarı(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III 330.)olarak nitelenmesinden olmalıdır. Kötülük ve çirkinliklerden alıkoyan özelliğiyle namaz(Ankebût (29). 45.) ahlakın teminatı ve dindarlığın ölçüsünü veren bir ibadettir. Bu nokta sadece Kur’ân-ı Kerim'de değil Hz Peygamber'in hadislerinde de teyit edilir. Mesela Hz, Peygamberin: “Kimi kıldığı namaz kötülük ve çirkinliklerden alıkoymuyorsa onun ancak Allah'ta,uzaklığı artmıştır.”(..Muttaki el-Hindî, Kenzü’l-ummâL, nr. 20083.) hadisi ayetle tam paralellik göstermekte­dir. Aynı yöndeki: “Nice oruç tutanlar vardır ki onun yanına kalan açlık, nice gece namazı kılanlar vardır ki onun yanına kalan uykusuzluktur.”(İbn Mace,Sıyam,21)hadisi davranışa yansımayan ibadetin içi boş, anlamsız, kuru bir şekilden ibaret olduğunu bildirmektedir. Kıyamet günü kulun ilk hesaba çekileceği amelinin namazı oluşu, namazından hesabı kolay olanın diğer amellerinin muhase­besinin de kolay geçeceği(Tirmizî, “Salât”, 188)yönündeki Nebevi bilginin verdiği me­saj namazın hemen öğretilmesi ve süreklilik kazanması için takip edilmesi yönünde aile reisinin gerekli hassasiyeti göstermesidir.

Ayetlerde, öncelikle kişinin dinî vecibeleri kendisinin öğrenip yaşaması ve bu yönüyle örnek olması, sonra ailesini eğitip-öğretmesi, “önce en yakın akrabanı uyar.(Şuara,214) düsturundan anlaşıldığı kada­rıyla da yakınlarını doğru yola ulaştırmak için çabalaması,(Cessâs, III, 466.) iyiliği emir ve kötülüğü önleme prensibi(Al-i İmrân (3), 104,110,114; A‘râf(7), 157;Tevbe(9),71,112...)gereğince de gücüyle orantılı biçimde bütün toplumla ilgilenmesi (Müslim, “İmân”, 78;..) şeklinde gittikçe genişleyen bir sorumluluk alanının bulunduğu dikkati çekmektedir.

Bütün bu anlatılanlar dikkate alındığında dünyevi ve uhrevi işlevi nedeniyle çocuğa namaz bilincinin küçük yaşlardan itibaren kazandırılması ailenin en önemli görevidir denilebilir.

Bunun anne-babaya dönen tarafı da vardır. Kendileri öldü­ğünde hayatta kalan çocukları namaz kıldığı sürece amel defterleri kapanmayacaktır. Çünkü Hz. Peygamber, öldükten sonra geride kendilerine dua eden sâlih çocuk bırakan anne-babanın amel defterinin kapanmayacağını ve sevap yazılmaya devam edileceğini haber vermiştir.(Müslim, “ Vasıyyet”, 14;..) Namaz, salih ve muttaki insan­ların ameli(Bakara (2), 2-3,177.) olduğu gibi içinde de ana-babaya hayır-dua vardır. Son oturuşta Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan ve dua olarak okunan şu ayette bu görülmektedir: “Rabbim! Bana, ana-babama ve bü­tün mu minlere mağfiretinle muamele et!” (ibrahim (14), 41.)

Konuyla bağlantısı bulunan Hz. Peygamber’in amcasının oğlu, tefsir ve fıkıh ilimlerinde otorite kabul edilen ve çok hadis rivayet edenler arasında sayılan büyük sahâbî Abdullah b. Abbâs’ın (Ö.68/688) bir tespitine burada yer vermemiz uygun olur. O, Kur’ân-ı Kerîm’de üç ayette üç şeyin birbirine bağlı olarak nazil olduğunu ve peşindekinin eksik bırakılması hâlinde Al­lah’ın diğerini kabul etmeyeceğini söyler:

Birincisi “Allah’a itaat edin. Rasûlüne de itaat edin” ayeti.(Nisa 59) Kim Allah’a itaat edip de Rasûlüne itaat etmezse bu ameli mak­bul değildir.

İkincisi: “Namazı kılın, zekâtı verin.” ayeti.(Bakara (2), 43,83,110; Nûr (24), 56.) Kim namazı kılar, zekâtını vermezse namazı kabul edilmez.

Üçüncüsü de “(önce) bana ve (sonra da) ana-babana şükret. ayeti.(Lokman 14) Kim Allah’a şükreder de ana-babasına teşekkür etmezse şükrünü Allah kabul etmez.(Zehebî, Kitâbü’l-Kebâir, Kahire 1355,s. 43;...)

Son kısımla ilgili olarak Süfyân b. Uyeyne (Ö.198/814) beş va­kit namazı kılan Allah’a şükretmiş, namazın sonunda da onlara dua eden onlara teşekkür etmiş olur şeklinde bir değerlendirmede bulunur.(Âlûsî, Rûhu’l-me'ânî, Beyrut, ts, (Dâru İhyâi’t- türâsi’l-Arabî), XXI, 87.)Aslında namazın sonunda teşehhüdden sonra okunan duada ana-babaya mağfiret dileği yer aldığı için (rab. benâ’ğfir lî veli-vâlideyye...)(İbrahim 41)namazını kılıp bu duayı okuyan Müslüman bu emri yerine getirmiş olmaktadır.(Âlûsî, XV, 57.)

c- Çocuk için Annenin özel Görevi: Şefkat ve Merhamet Transferi

Son dönemde yapılan araştırmalara göre doğumu takip eden özellikle ilk yılda çocuğun ruh sağlığının temelinin atılması sebebiyle bu dönemde çocukta anne ilgisi, sevgisi ve şefkatindeki eksiklik ömür boyu telafi edilemez.

Kadının annelik rolü üzerinde özel olarak durmak gerekir. Çünkü Kur’ân ve Sünnette ona özel önem verilmiş, günümüzde yapılan bazı araştırmalarda da annenin çocuk için özel konu­muna vurgu yapan tespitlere yer verilmiştir. Çünkü anneliği öne çıkaran temel bir kavram vardır ki bu şefkattir. Şefkat sevginin en ileri boyutudur, ruhsal bir enerjidir ve çocuklar açısından en değerli kaynaktır, annenin çocuğa en değerli hediyesidir. (Nevzat Tarhan, Makul Çözüm, İstanbul 2007, s. 26...)Dolayısıyla anne sevgisi çocuğun gelişiminde hissettiği en temel ihtiyaçtır.(bk. Nevzat Tarhan, Evlilik Psikolojisi, İstanbul 2010, s. 147-148)

Babanın aile içinde oluşturduğu güven duygusunun çok önemli olduğunu, bunun getirdiği eksikliğin son derece olum­suz birtakım sonuçlar doğuracağını belirtmek gerekir. Ancak özellikle annelerin üzerinde durulmasının sebebi onun yerinin bir başkası tarafından doldurulamaması, bunun doğurduğu olumsuzluğun çok daha etkili olduğu gerçeğidir.

“Biz insandan anne-babasının üstüne titremesini istedik. Hele annesi, onca sıkıntılar sonucu güçten düşmesine aldırmayarak onu rahminde taşımıştır. Süt emme için belirlenen süre iki yıldır. İşte biz insana bana şükret, anne-babana teşekkür et diye tavsiyede bu­lunduk Dikkat edin! Dönüp-dolaşıp bana geleceksiniz.”(Lokman 34) ayetinde anne-baba beraberce zikredildikten sonra bir de ayrıca anneye yer verilmiştir. Hz. Peygamber de üç defa peş peşe "İyilik etmeme en layık kimdir?” sorusuna “Annendir” şeklinde aynı cevabı vermiş, dördüncü defa tekrar sorulduğunda “Babandır” demiştir.(Buhârî, “Edeb”, 2;..)

Babadan bir adım önde oluşunun sebebi çocuk açısından annenin alternatifinin bulunmamasıdır. Onu vazgeçilmez kılan, baba ve diğerlerinde bulunmayan annelik sevgisi ve şefkatidir ki bu bakımından onun yerini bir başkası alamaz.

İslam âlimleri, Kur’ân ve Sünnetin verileri ışığında kulluğun özünü ve ahlakın temelini “Allah’ın emir ve yasaklarına saygı, varlığa şefkat”(Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-31, X, 209;...) olarak belirlemişlerdir. Allah’ın kullarına, (En'âm (6), 12; Araf(7), 151; Yusuf (12), 64,92; Enbiyâ’ (21), 83; Mü’minûn (23), 109,118... )Hz. Peygamber’in ümmetine olan yaklaşımı hep şefkat ve mer­hamet kavramlarıyla ifade edilmiştir.(Tevbe (9), 128.) O zaman, “Şefkat ne­dir?” sorusuna cevap arayabiliriz.

Derinliği ve zenginliği olan kavramlar için tanım yapmak, onu sınırlandırmak ve anlamını kısırlaştırmak gibi olumsuz so­nuca yol açabileceğinden imkânlar ölçüsünde onu tasvir etmek daha sağlıklı bir yol olarak öne çıkmaktadır.

Şefkat, annenin önce rahminde sonra kollarında taşınmış, kucağında büyümüş, sütünü emmiş, ayaklarında uyumuş, ninnisini dinlemiş, salıncakta sallanmış, nefesini ve sıcaklığım his setmiş herkesin tanımlayamasa bile yaşayarak öğrendiği derin bir duygudur. O hâlde hem şefkat gören hem de şefkat gösteren açısından tasvir etmek gerekirse şefkat, Allah’ın ruhundan üfle­diği can, evreni kucaklayan, feleklere coşku veren hayat enerjisi­dir; incitmeksizin varlığa sevgiyle dokunuş, içten gelen bir tebes­sümle gönül tahtına kuruluştur, nezakettir, zarafettir, imtiyaz ve hiyerarşinin aşıldığı ilişkidir; kalbin sarmaladığı hayat iksiridir; tevazu ile yücelmenin sevincidir; vahşete meydan okuyan sığı­naktır, vahşice kükreyen güce gemdir; susuz köpeği sulamanın adıdır; Hakkın rızasına vuslat, cenneti bulmanın yoludur. Şef­kat, diğerini hissediş, onunla hâllenme, dertlenme, derdi olma, derde derman olurken derman bulmadır; zorluğu omuzlayış, acziyete meydan okuyuş, çaresizliğe çare oluş, karşılık beklemeden tutup kaldırış, sahibine mutluluk, karşısındakine hayat, güvenli sığınak, sağlam kalede ikamet, canavarları kovuş, yürekte yer kaçıştır. Şefkat, sevgi ile yoğrulanların, kalbi aklının önüne geçmiş olanların sahip olabileceği bir enerjidir.

Bu sebeple annenin çocuğuna transfer edeceği, ona üfleyeceği en değerli güçtür. Şefkat, Allah’ın anneye çocukları için lütfet­tiği çok değerli bir kaynak ve ayrıcalıktır. En vahşi hayvanların bile bu sevgi ve şefkatin etkisiyle yavrusunu korumak için ken­dini tehlikeye atması, hatta feda etmesi bu gerçekliği teyit eden bir husustur. Dolayısıyla anne-çocuk ilişkisinin zeminini oluş­turması gereken temel değer şefkattir.

İşte bütün bu tasvir edilen duyguları, tutumları kuşatan şefkatin makamı anneliktir, şefkat hissi onunla özdeştir. Yara­tılanlar içinde bu muhteşem özü taşıyan ve nakledebilen eşsiz varlık odur. Bu yüzden onun hakkı ödenemez ve cennet onların ayakları altındadır.(Kudâî, Müsneduş-şihâb, Beyrut 1407/1986, s. 102.)

Psikiyatr Sefa Saygılı ve Pedagog Ali Çankırılı, müşterek araştırmalarında doğumu takip eden özellikle ilk yılda çocuğun ruh sağlığının temelinin atılması sebebiyle bu dönemde çocukta anne sevgisi ve şefkatindeki eksikliğin ömür boyu dolduralamayağını, hiçbir zaman yeniden kazanılamayacağını ve telafi edilemeyeceğini, bu mahrumiyetin ilerleyen yıllarda birçok ruhsal hastalığı beraberinde getireceğini tespit etmişler­dir. (Annemi İstiyorum, İstanbul 1998, s. 24-26,29-31.)Modern psikiyatrinin çocuğun ana kucağından ve sevgi­sinden mahrumiyetini en temel depression sebeplerinden birisi olarak tespiti bu gerçekliğin teyididir.

Anneliğin bir kadın rolü olduğu tezini savunan John Bovvlby (1953) de şu tespitlerde bulunur:

“Eğer anne yoksa ya da çocuk annesinden küçük yaşta ayrılırsa -ki bu duruma anneden yoksunluk denir- çocuk büyük bir yeter­siz toplumsallaşma riski ile karşı karşıya kalır. Bu durum çocuğun hayatının ilerleyen dönemlerinde toplum karşıtı olması ya da psikopatik eğilimler göstermesi gibi ciddi toplumsal ve ruhsal sıkıntılar yaşamasına neden olabilir. Bir çocuğun refahı ve ruhsal sağlığı en iyi şekilde annesiyle kuracağı yakın ve sürekli bir kişisel ilişki yo­luyla güvence altına alınabilir. Şayet anne yerine bir başkası ikame edilecekse anne gibi olmasa da bu da bir kadın olmalıdır.”(Giddens, 515-516.)

İslam âlimlerinin varlıkla ilişkide şefkati merkeze almalarını ve İslam ahlakının özü saymalarını haklı çıkaran sebep budur.

Bütün bu açılardan Hz. Peygamberin şefkati anne ile ta­nımlaması açıklayıcı olduğu kadar da anlamlıdır. Zikredilecek şu örnekler meramı ifadeye kâfidir.

Hz. Ömer’den rivayet edildiğine göre kendisine getirilen bir grup esir arasında bir kadının panikle kaybettiği çocuğu­nu araması ve bulduktan sonra da onu şefkatle bağrına basıp emzirmeye başlaması Rasûlullah’ın (s.a.s.) dikkatini çekmiş ve yanındakilere: “Şu kadın hiç çocuğunu ateşe atabilir mi?” diye sormuş, onların: “Elbette atamaz yâ Rasûlallah!” cevabı üzerine: “İşte Allah, bu kadının çocuğuna olan şefkatinden kullarına çok daha şefkatli / merhametlidir.” buyurmuştur.”(Buhârî, “Edeb", 19; Müslim, “Tevbe”, 22.)

Bir kadın tandırı yakar ve ateş alevlenince de oradaki ço­cuğunu zarar görmesin diye ateşten uzaklaştırır. Sonra da ya­kınındaki Hz. Peygambere gelir: “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah merhametli olanların en merhametlisi değil mi?” diye sorar. Hz. Peygamber “evet” cevabını verince kadın: “Allah, kullarına bir annenin çocuğuna olan şefkatinden daha da şefkatli değil mi” diye ekler. Hz. Peygamber: “Evet” deyince bu sefer de kadın: “Bir anne çocuğunu asla ateşe atamaz, O zaman merhametli olan­ların en merhametlisi olan Allah kullarından bir kısmını nasıl ateşe atacak?” diye sorar. Bunun üzerine Hz. Peygamber başını önüne eğip gözleri yaşlı biçimde: Allah ancak yaratıcısını red­deden, azgın, inatçı, zorbayı ateşe atar, buyurur.(İbn Mace,Zühd,35)

Hz. Peygamber, Allah’ın rahmet ve şefkatini yüz parçaya böldüğünü doksan dokuzunu yanında tuttuğunu, bir parçasmı dünyaya indirdiğini, o bir parçayı yeryüzünün tamamına dağıt­tığını anlattıktan sonra bunun açılımını anne üzerinden yapar. Annenin çocuğuna, hayvanın yavrusuna gösterdiği şefkat ve merhamet o yüzde birden aldığı payın etkisiyledir. Allah ahiret yurdunda bütün mü’minlere yanında tuttuğu doksan dokuz ile muamele edecektir.(Buhari,Edeb,19..)

Sahabeden bir zat, ormanda seslerini işittiği kuş yavrularını alıp elbisesinin içine koyar. Anne kuş, yavrularını alan bu ada­mın başının üstünde dolaşmaya başlar. Adam tuzak olmak üze­re anneye yavrularını gösterir ve şefkatle onların üzerine kon­duğunda onu da yakalar ve elbisesine sararak bir ağacın altında arkadaşlarıyla sohbet eden Hz. Peygamber’in huzuruna gelir. Olayı anlatır. Hz. Peygamber de “Onları yere bırak!” buyurur ve bıraktığında annesinin yavrularının başından ayrılamadığını görürler. Hz. Peygamber oradaki arkadaşlarına: “Şurada gördü­ğünüz, annenin şu olağanüstü esirgeyici çabası hayranlık uyan­dıran bir tutum değil mi?” diye sorar. Onlar hep bir ağızdan: Evet Yâ Rasûlallah! Gerçekten öyle” diye cevap verirler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Beni hakkın temsilcisi olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki Allah’ın kullarına olan şefkati bu annenin yavrularına olan şefkatinden kat be kat fazladır. Şimdi 0 yavruları annesiyle birlikte götür, yuvalarına bırak.” buyurur ve adam da emri yerine getirir.(Buhari,Cenaiz,1)

Abdullah b. Mes'ud şöyle anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) ile bir seferde idik, bir ihtiyacından dolayı yanımızdan ayrılmıştı. O sı­rada iki kuş yavrusu gördük ve aldık, anneleri de gelip onların üzerine kanatlarını germeye çalışıyordu. Derken Hz. Peygamber geldi. Bir başka rivayete göre onun gelişiyle anne Hz. Peygamber’in başının üstünde dolaşıyor ve sanki ona yavrularının alın­dığını şikâyet ediyordu. Hz. Peygamber: “Yavrularından ayıra­rak bu kuşa azap çektiren kim ise hemen onları annesine versin.” buyurdu ve emri yerine getirildi.(Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 112,..)

Bir gün yoksul bir kadın Hz. Âişe’nin evine geldi. Sırtında iki çocuğu vardı. Hz. Âişe ona üç hurma verdi. O da çocukla­rına birer tane verip ötekini yemek için tam ağzına götürür­ken çocuklar onu da istedi. Kadın o hurmayı da ikiye bölüp çocukları arasında paylaştırdı. Bu yoksul kadının şefkatine hayran kalan Hz. Âişe, gördüklerini Hz. Peygamber’e anlattı. Hz. Peygamber: “Bu şefkati sebebiyle, Allah Teâlâ o kadına mutlaka ya cenneti vermiş ya da onu cehennemden âzâd et­miştir.” buyurdu.(Müslim,Birr,148..)

Şefkat, İslam kültürünün en merkezî kavramlarındandır. Geleneğimizde anne ile birlikte anılmıştır. Büyük âlim, zahid Abdullah b. Mübârek’ten az önceki hadislere paralel olarak nak­ledilen şu söz başka bir şeye hacet bırakmayacak derinliktedir: “İnsanları övgü ve yergide acele etme! Zira bugün hoşuna giden bir adam yarın hiç hoşlanmadığın birisi hâline gelebilir. İnsan­lar tonlarca günah işler, kıyamet günü geldiğinde Allah günah­ları affeder. Allah kullarına, çocuğu için bir yatak serip de eliyle yatağın üzerinde çocuğunu sokacak bir yılan var mı ya da ona batacak bir diken var mı, varsa çocuğum yerine bana gelsin diye araştıran anneden daha şefkatlidir.” (Abdullah b. Mübârek, ez-Zühd ve’r-rekâik (nşr. Habîburrahman el-A‘zamî), Beyrut, ts. (Dâru’l-Kütübi’l-îlmiyye), s. 314;..)

Sünnet ve sahabe uygulamaları doğrultusunda İslam huku­kunda şefkatin hayati önemi dikkate alınarak belirlenmiş hü­kümler mevcuttur. Bu konuda karı-kocanın herhangi bir sebeple ayrılmaları ya da boşanmaları hâlinde çocuğun yedi yaşına kadar mutlaka anneye verilmesi gerektiği konusunda İslam hukukçula­rının görüş birliği içinde olmaları (icma)(Bk. Ali Bardakoğlu, “Hidâne”, DİA, XVII, 467-468.) örnek olarak zikredile­bilir. Temelinde de az önce bahsedilen gerçeklik vardır. Bu sebeple olmalı ki ayrıldığı kocasıyla çocuk hakkında anlaşmazlığa düşen ve Hz. Peygamber e gelerek: “Ey Allah ın elçisi! Şu oğluma rahmim yuva, göğsüm pınar, kucağım kundak oldu. Şimdi ise babası beni boşadı ve çocuğu benden çekip almak istemektedir, şeklinde müra­caatta bulunan kadına Rasûlullah, Sen evlenmedikçe çocuğunda daha fazla hak sahibisin.” cevabını vermiştir.(..Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 182;)

Buna benzer bir olay da Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döne­minde meydana gelmiş, Hz. Ömer ile boşadığı karısı Ümmü Âsim arasında çocukları Âsım’m kimde kalacağı hususunda anlaşmazlık çıkmış, nihayet Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber’in uygulaması istikametinde çocuğun annesiyle birlikte kalmasına karar vermiş ve bu vesileyle Hz. Ömer’e şunu söylemiştir: 'Anne­nin kokusu, nefesi, okşaması ve şefkati çocuk için büyüyüp kendi tercihini kullanıncaya kadar senin yanındaki petekli baldan daha hayırlıdır.”(Abdürrezzâk, el-Musannef (nşr. Habîburrahmân el-A‘zamî), Beyrut 1403/1983, VII, 154, nr. 12601; Zeyla‘1, Nasbu’r-râye, III, 266;..)

Yedi yaşına kadar anne şefkatini, merhametini içselleştiren ço­cuk, bu aşamadan sonra hayata hazırlanması için babasına verilir.

Bütün bunlar göstermektedir ki bir annenin en önemli göre­vi ve kendisine biçilen rol çocuğuna şefkat ve merhamet trans­feridir. Kur’ân-ı Kerîm’in özellikle kadınlan çocuk yetiştiren tarlalar olarak tavsif etmesi(Bakara,223) kadın için annelik rolünün fıtrî ol­duğuna, şefkatin de bunun merkezinde bulunduğuna işaret eder.

Bir annenin topluma kazandıracağı en temel değer, şefkatli ellerinde yetiştirdiği ahlaklı, şefkatli çocuktur. Mısırlı şair Hafız İbrahim annenin çocuk yetiştirmedeki rolünü ve bunun top­lumsal hayattaki önemini çok güzel şekilde resmeder:

Anne okuldur. Onu iyi yetiştirdiğinde, temiz (ahlaklı) bir top­lum yetiştirmiş olursun.(1)

Anne bahçedir. Onun suyu hayâdan verilmişse yemyeşil bitki­leriyle coştukça coştuğunu temaşa edersin

Anne, başarıda /yiğitlikte şöhreti ufukları aşan büyük hoca­ların ilk hocasıdır.(İbrahim el-Hâşimî, Cevâhiru’l-edeb, Beyrut, ts. (Müessesetü’l- Me ârıf), II, 249.196)

Bütün bunlar anne-çocuk ilişkisinin çok derinlikli bir özel­lik taşıdığının göstergesidir. Bu sebeple annenin babaya göre daha önde olması, yerinin doldurulamayışı ve hakkının öde- nemeyişi İslam’ın temel kaynaklarında ifadesini bulan bir hu­sustur. Bunun sebepleri arasında baba ile mukayese edildiğinde annenin hem şefkat ve sevgisinin hem de çocuğuna olan bağlılığının ona göre daha çok olması ve çocuğun da buna ihtiyacının bulunması sayılmıştır.(2)

Günümüzün iş hayatında kadının aktif olarak yer almasıyla birlikte çocukla olan ilişkisinin azalması sebebiyle annenin şef­kat ve merhamet elinin çocuğun üzerinden kalkması, bir başka ifadeyle çocuğu yoğuran annenin şefkat elinin aktivitesini kay­betmesi halkın öfke toplumuna dönüşmesinde belli ölçüde et­kisinin bulunduğunu belirtmek gerekir. Bu sebeple işten gelen ebeveynin, hususiyle annenin, çocuklarına olan sevgisini gös­termeleri, onlarla yeterince ilgilenmeleri ruh sağlığı açısından kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çünkü ihmalin pasif şiddet anla­mına geldiğini ve bunun insan psikolojisi üzerinde olumsuz etki bıraktığını modern psikiyatri de kabul etmektedir.

d- Modern İş Hayatında Kadın: Doğumdan ve Evden Kaçış

Hz. Peygamber buyurur ki: “Sevecen ve doğumdan kaçınmayan, yüksünmeyen kadınlarla evleniniz. Çünkü kıyamet günü ben sizin çokluğunuzla övüneceğim. (Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 3; Nesâî, “Nikâh”, 11; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 158,245). “Kadınların en hayırlı namazgahı evleri­nin köşesidir.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müs- ned, VI, 297, 301).

1980’li yılarda İslam ülkeleri ve Türkiye’de “aile planlaması” politikalarıyla doğum oranlarının düşürülmesi ve nüfus artış hızının aşağıya çekilmesi yönünde birtakım çalışmalar yapıldığını o dönemde yaşayan insanlardan hatırlamayan yoktur. Maalesef o donemde ülkemizde bazı ilahiyatçıların da Hz. Peygamber- doğurgan ve sevecen kadınlarla evlenip çoğalmayı tavsiye (den ve bu sayede kıyamet günü diğer ümmetlere karşı Muhammed ümmetinin çokluğuyla övüneceğini beyan eden hadisini(Nesai,Nikah,11..) farklı şekillerde yorumlayarak modern dünyanın İslam Alemini öğütmek için İnşa ettiği değirmene su taşıdıkları bilinen bir husustur. Bu hadisi “Hz. Peygamber'in kalitesiz, yoksul, geri kalmış insanların çokluğuyla övünemeyeceği, kastedilenin ekonomik durumu iyi, ilerlemiş, kültürlü Müslümanların çokluğuyla övü­neceği, dolayısıyla çok olup geri kalmış insanlardansa az olup ileri seviyedeki insanlara sahip olmanın daha iyi” olacağı şeklin­de yorumlayanlar olmuştu. Sosyal bir politika olarak aile plan­lamasının beklenen neticeyi vermediği söylenebilirse de gelinen noktada kariyer ve iş planlaması ya da işin araç olmaktan çıkıp amaca, bir varoluş mücadelesine dönüştürülmesinin de etkisiy­le kadınların doğumdan ve çocuktan kaçışı yönünde bir sonuç doğmuştur. Neticede ülkemizde de Batının yaşadığı sorunlara paralel biçimde nüfus yaşlanması probleminin işaretleri alınmış durumdadır. Kısa süre öncesinde % 3’lerden bugün % 13’lere gelmiş bulunan dünyadaki yaşlılık oranlarının 2050’li yıllarda dünya nüfusunun yarısına ulaşacağı dikkate alınırsa tehlikenin boyutları daha iyi anlaşılabilir.

Hz. Peygamber’in “Doğurgan kadınlarla evlenin.”(Ebu Davud,Nikah,3) hadisi­nin gerçekten mucizevi karakter arz ettiği bugün daha iyi anla­şılabilmededir. Trend bu şekilde devam ederse belli bir zaman sonra insan neslinin tehlikeye düşeceğini söylemek çok da güç değildir. Bugün, özellikle yaşlı nüfusun çoğunluğu oluşturduğu Avrupa ülkelerinde doğumun teşvik edilmesi ve doğum ücreti ödenmesi nüfusun önemine vurgu yapan uygulamalardan birisidir. Ancak ne kadar maddi imkân tanınırsa tanınsın zihinsel anlamda kadının evini işine önceleyebileceği, işini amaç değil araç olarak göreceği bir zihniyet oluşturulamadığı sürece bu so­run kolay çözülemeyecektir.

Modern iş hayatının bir varoluş mücadelesine dönüşmesi, işin araç olmaktan çıkıp amaç hâlini alması, kadınların kariyer önceli­ği, sadece doğumu sınırlandıran, geciktiren bir olgu değil doğum sonrasında da anne-çocuk ilişkisini kısırlaştırmış, çocuğa ayrılan zamanı daraltmıştır. Bencilliğin egemenliği ve fedakârlığın kay­bolması sebebiyle çocuğun ekonomik açıdan yük, iş ile kariyer önünde engel, özgürlüğü kısıtlayan ayak bağı olarak görülmesinin de bunda etkisi vardır. Yoğun iş hayatı ve değişen zihniyetin doğal sonucu olarak çocuklar, ev dışında kreş ve anaokullarında belli bir yaştan sonra da eğitim sürecinin gerektirdiği diğer resmî kurumlarda çocukluğunu tüketmekte; anneden, babadan, yuvadan mahrum büyüyen çocukların sayısı her geçen gün artmaktadır. Bu da çocuğun şefkat ve merhamet duygularıyla yoğrulması, ço­cukların sosyalleşmesinin temini, manevi değerlerin, kültürel bi­rikimlerin kuşaklar arasında geçişinin sağlanması ve yaşatılması gibi ailenin en temel fonksiyonlarını olumsuz yönde etkilemekte­dir. Bu, hemen her ailede gözlenebilen bir durumdur.

Gündüzleri kreşe giden ve akşamları da anne-babası yanın­da olmasına rağmen onların yalnızlığını çeken çocuğun ileride ebeveynine sıcak davranması ya da çevresiyle zarafet ve nezakete dayalı bir ilişki içinde olması oldukça güçtür. Bugün ailenin ço­cukla buluşma süresini en aza indirmiş olan bir hayat tarzının dayatıldığı dünyada aile dışı kurumlar sadece dışarıda değil eve geldiğinde de çocukların zamanını çalmakta ve onları ailesine bırakmamaktadır. Dolayısıyla günümüzde aile içi ilişkiler çocuk açısından olumsuz bir seyir takip etmektedir. Burada esas sorun bu yaşantının aileler nezdinde normalleşmiş olmasıdır. Çocuğu­nun ve kendilerinin mutluluğunu isteyen aileler bunun farkında olmalılar ve ona göre tedbirlerini almalıdırlar.

Aile içi ilişkiler sıcaktır, samimidir ve derinliğe sahiptir. Bu onun mutluluğuna ortak olmak yapılması gereken işlerdendir Bazı psikiyatri uzmanlarının isabetle belirttiği gibi oyun çocu­ğun işidir, oyun ise seyirci ile oynanır. (msl. bk. Mücahit öztürk, Çocuk Sorunları ve İslam Sempozyumu (İstanbul 2010)’ndaki bir tebliğin müzakeresi, s. 519.) Bu sebeple çocuklara özel odalar tahsis edip istediği bütün oyuncakları alıp onunla baş başa bırakmak çözüm değildir. Ebeveynler modern döne­min yorucu iş trafiğine rağmen çocuklarını kazanmak için ge­rekli fedakârlığı göstermek, aile içinde yalnız olarak kalmasına ve yalnızlık içinde kendisine, ailesine ve hayata küsen bir birey olarak yetişmesine fırsat vermemek, yalnızlığına çare bulmak zorundadırlar. İlgisiz çocuklar sadece aileye değil içinde yaşa­dığı topluma da büyük sıkıntıdır. Çocukla çocuk olmak, onunla çocukluğu paylaşmak, oyununu fark etmek, seyretmek, gerekti­ğinde onunla oynamak Hz. Peygamberin ifadesiyle çocukla ço­cuklaşmak en ideal çözüm yolu olarak gözükmektedir.

Bugün eskiden olduğu şekliyle büyük ve geniş ailenin ye­niden oluşturulması oldukça güç gözükmektedir. Bunun âhını çekmek yerine kendi değerlerimiz doğrultusunda yeni duruma adaptasyonun nasıl sağlanabileceğinin yollarını aramak gerekir. Bugün aile, ev içinde “çekirdek aile” konumuna gelse de evin dı­şına taşan yönüyle en azından ülkemiz açısından yine de geniş aile özelliğini korumaktadır. Bu yönüyle hâlâ Batıdan farklılığı­nı korumaktadır.

O hâlde yapılması gereken şey kadınların iş hayatının çocu­ğu ile ilgilenebilecek şekilde düzenlenmesi, aile bağlarının güç­lendirilmesine dair bir bilinç oluşturulması, geniş aile üyeleriyle ilişkilerin literatürümüzdeki ifadesiyle “sıla-i rahim” kültürünün diriltilmesiyle kurulması, bu yolla özellikle çocuk açısından iş ha­yatının eksik bırakacağı boşlukların doldurulması sağlanabilir.

Babanın aileye sağladığı güven duygusunun ya da ilgisinin yeterince oluşturulamaması da diğer bir ciddi sorundur. Burada hiçbir işin aileden daha önemli olmadığı bilinciyle baba, istis­nalar dışında işini evine taşımamalıdır. Ancak burada özellikle annelerin üzerinde durulmasının sebebi çocuk açısından mo­dern hayatın getirdiği eksikliğin bir başkası tarafından doldurulamaması, bunun doğurduğu olumsuzluğun çok daha etkili olduğu gerçeğidir.

Çalışan kadınların çocuklarına yeterli zamanı ayıramadık­ları bilinen bir gerçektir. Günün büyük bir bölümünü işinde ge­çiren ve evine yorgun hatta ortamına göre psikolojik yıpranmış- lıkla dönen kadın bir de geldiğinde ev işleriyle meşgul olmakta, şayet ev işlerini gören bir hizmetçi varsa yorgunluğunu gidermek için dinlenmeye ayırdığı zaman sebebiyle eşine ve çocuklarına yeterli ve kaliteli zamanı ayırma konusunda zorlanmaktadır.

Annesiyle yeterli zamanı geçiremeyen çocuk sıkıntı içinde büyümektedir. Çocuk ana kucağında merhamet-şefkat etkileşi­mi içindedir ve bununla yoğrulur. Daha ana kucağının tadını çı­karmadan, annesine doymadan, orada yoğrulmadan kreş, ana­okulu gibi kurumlara gönderilmesi, hem çocuk hem de toplum için sorunlu bireyin büyüyor oluşunu ifade eder. Çünkü çocuk okulda düzeni sağlamak için otoriteyi temsil eden öğretmeniyle karşılaşmakta, onu görerek yetiştiğinden belli ölçüde otoriter bir yapı kazanmaktadır. Çünkü belli dönemlerde çocuk gözleyerek, izleyerek, hayranlık duyduğu büyüklerini taklit ederek öğrenir. Bu çağdan sonra şefkatin telafisi var mıdır? Psikiyatr Sefa Saygı­lı ve Pedagog Ali Çankırılı kendilerine başvuran iş hayatındaki birçok kadının bunun ezikliğini yaşadığını ve bu sebeple de suç­luluk duygusu taşıdıklarını, sosyal hayata intibak sorunu çeken çocukların önemli bir bölümünün de çalışan annelerin çocukla­rı olduğunu tespit etmişlerdir.(Annemi İstiyorum, İstanbul 1998, s. 12*13.)Bu iki uzman, konu ile ilgili şu önemli tespitlerde bulunmaktadırlar:

Çalışan annelerin en önemli sorunu çocuk eğitimidir. An­neler, kendilerine ayıracak yeterli zamana sahip olamadığından ister istemez çocuklar yabancılar elinde büyümekte, bu da ço­cukla anne arasında sevgi ve şefkat ilişkisini kurmaya yetme­mekte, sonuçta da anne çocuğuyla sıcak bağ kuramamaktadır.

Bunu anlayamayan çocuk annesinin kendisini sevmediği gibi bir duyguya kapılabilmekte ve bu da çocukta güven duygusunun yerleşmesine mâni olmaktadır. Sevgi ve güven duygusu ise an­cak yaşanarak kazanılabilmektedir. Bu durum çocukların ruh sağlığını olumsuz olarak etkilemektedir. Bir çocuğun bakıcı eli­ne veya kreşe ne kadar erken yaşta verilirse ruh sağlığının da o kadar tehlike altında olacağı, anne kucağından, aile ocağından uzakta büyüyen çocukların ruh sağlığının ağır yaralar almış olacağı, şahsiyet kazanamayacağı da bilimsel olarak ispat edil­miş durumdadır.(Annemi İstiyorum, İstanbul 1998, s. 14*15.)

Ebeveynler modern dönemin yorucu iş trafiğine rağmen çocukları kazanmak için gerekli fedâkârlık için uygun şartla­rı oluşturmak durumundadırlar. İlgisiz çocuklar sadece aileye değil içinde yaşadığı topluma da bir sıkıntıdır. Çocukla çocuk olmak, onunla çocukluğu paylaşmak, oyununu fark etmek, seyretmek gerektiğinde onunla oynamak Hz. Peygamber’in ifade­siyle çocukla çocuklaşmak en ideal çözüm yolu olarak gözük­mektedir. Gündüzleri kreşe giden ve akşamları da anne-babası yanında olmasına rağmen onların yalnızlığını çeken çocuktan ebeveyni kendisine muhtaç hâle geldiğinde, yani yaşlandıkların­da merhametli davranmasını beklemek safdillik olur.

Çocukların merhametli oluşunun önündeki en önemli en­gellerden birisi de rekabet ortamı içinde yetişmeleridir. Bu du­rum, onların hayatları boyunca herkesi devre dışı bırakılması gereken birer rakip olarak görmelerine yol açmaktadır. Özel­likle imtihan hazırlıklarında diğer arkadaşlarını önünü kesen ve daha iyi okullarda okuyabilmesinin engeli olarak görmesine sebep olabilecek tutumlardan uzak durmak bir zorunluluktur.

(1)-Merhum Prof. Dr. Salim öğüt aile hakkında verdiği konferanslarda bu şiirin ilk mısraını sürekli okur ve anneyi bunun üzerinden anlatırdı. Kendisini rahmetle anıyorum.

(2)-İbn Atıyye, el-Muharrarul-vecîz (nşr. Abdüsselâm Abdüşşâfı Muhammed), Beyrut 1413/1993, IV, 348-349; Zehebî, s. 45; İbn Hacer el- Heytemî, II, 130-131; Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, İstanbul 1983, X, 481. Bu konuda bk. Saffet Köse, “İslam Açısından Ebeveynin Çocukları Üzerindeki Hakları veya Çocukların Ebeveynine Karşı Vazifeleri”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 12, Konya 2008, s. 345-368.



Saffet Köse-Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu
Devamını Oku »

Dindarın Şüphesi

Dindarın Şüphesi

...Meşrulaştırma veya rasyonalizasyon, hadi daha bildik bir deyimle ifade edelim, minareyi çalarken kılıfını hazırlama, insanın sıklıkla kullandığı bir savunma mekanizması, in­san kendisini mutlak hakikatin bir tecellisi olarak görme­ye başladığında, hangi meşrepte olursa olsun, arzularına kılıf bulur. Madem hakikat onda tecelli etmiştir, yaptığı her şey, söylediği her söz hakikatin pırıltısından ibarettir. Hz. Pey­gamber, insanı ‘havf ve reca’ yani korku ve ümit arasında bir varlık olarak tanımlamışken, ‘kesin inançlı’, kendisini kor­kudan münezzeh, tamamlanmış bir varlık olarak görmekte­dir. İşte tam da burada inançtan kötülüğe bir pencere açıl­maktadır. Eğer Tanrı kelâmının sizin içinizdeki yolculuğu­nu bitirdiği ve sizi takdis ettiği tarzında bir yanılsamaya du­çar olursanız, sözümona kutsal amacınız için bütün araçlar mübah olabilir.

Bir şair bunu şu sözlerle ifâde etmişti: “Dava için para kazanmaya giden arkadaşların hiçbiri eve dönme­di.” Oysa dindarlığı var kılan şey, bizatihi insanın kendi nef­sini ve edimlerini sürekli bir sorgulamaya tâbi tutabilmesi, korku ve ümit arasında yaşadığı sürgit gerilimdir. Dünya­nın gelip geçici olduğunu, maddî olan her şeyin zevale doğ-ru yol aldığını, hâsılı kelam, fâniliği ruhunun en ücra hücre­lerinde hissetmeyen bir insan, kendisini nasıl dindar olarak tanımlayabilir? Güzelliği baş tacı etmeyen, insan ilişkilerin­de ve kâinatta her dem güzelliğin peşi sıra koşmayan, hayatı bir huşu ve haşyet duygusuyla taçlandırmayan kişi, bize din­darlığının alameti olarak neyi gösterebilir?

Dindar olduğunu söyleyen ve fakat ahlâkın yolundan sa­pan kimse, bana öyle geliyor ki, bir şüphe tarafından kemi­rilmektedir. Şüphelerin en yakıcısı, en azap vericisi ve bir kez insanı teslim aldığında onun bütün kişiliğini değiştiren, ‘ruhu şeytana satan şüphe: Ya öte dünya yoksa? Ya benim dindarlığım boş bir vehimden ibaretse? Elimin altından ka­yıp giden bu dünya, bütün lezzetleriyle şimdi benim olamadiğı gibi, hiçbir zaman da olamayacaksa?

Bu manada modernleşme, dünyevîleşmenin ta kendisi­dir. Dünyadan, sadece kendisi için, kendi arzularının tatmi­ni için daha çoğunu istemek. Arzuyla savaşmakla itminan bulan bir iç dünyanın çölünden; ayartan, baştan çıkaran, ar­zuyu doyuran bir dış dünya serabına çıkış. Tanrının olmadı­ğı bir yerde sorumluluklardan kurtuluş. Aliya İzzetbegoviçin Dostoyevski şerhiyle söylersek: “Tanrı yoksa insan da yok­tur. İnsan yoksa sorumluluk yoktur. Sorumluluk yoksa suç da yoktur, öyleyse Tanrı yoksa suç yoktur. Tanrı yoksa her şey mübahtır.”

Din, insanın kendi kusur ve kısıtlamalarıyla yüzleşebil­mesi için bir imkân olarak da okunabilir. Kitap, ‘kendini sorgulayan nefs’i över. Kim ki inanmak yolunda kusursuz ol­duğunu düşünüyor, o uluhiyet iddiasındadır. Kötülük, yer­yüzü tanrıları’ eliyle yayılır. Kötülük, tanrılık taslayan kişi­de yuvalanır. O yüzden sufiler, “Nefsi dininin elinde kar gibierimeyen kişinin dini, neftinin elinde kar gibi erir” demişlerdir.

Prof.Dr.Kemal Sayar
Devamını Oku »

Günümüz Tesettürlü Kadınları Zor Durumda

Günümüz Tesettürlü Kadınları Zor Durumda
İBRAHİM HALİL ER

Özellikle  evli erkeklere söylüyorum. Günümüzde tesettürlü bayanlar gerçekten zor durumda.
Hayat, modernizm ile idealleri arasında sıkışmış durumdadırlar.

Çoğunun sohbet edecek dertleşecek bir sosyal çevresi bile yok. (Akraba çevreleri kıskançlık, çekememezlik ve dedikodu ile dolu. Bu durum kadınları daha da yıpratıyor.)

Bu nedenle tesettürlü ve hatta çarşaflı bayanlar facebook’ta sohbet etmeyi tercih ediyor.

Tabi ki onların sohbet ettikleri de hemcinsleri değil, erkekler oluyor. Önce dini muhabbet ve sonra özele kayıyor.

Erkeklerle sohbet etmeyi sevmelerinin nedeni, o sanal erkeklerin onların hoşuna giden tüm sözleri söylemeleri. Birçoğu hayatta eşlerinden duymadıkları iltifatları burada duymalarıyla kendilerini bir prenses gibi hissetmeye başlıyorlar.

Bu durum, nefislerine hoş geldiği gibi, sohbetler sonraları mahrem alanlara ve en azından düşüncede aldatmaya kadar gidiyor.

Yoğun bir boşanma furyası gelebilir.

Peki, erkekler ne yapıyor?

Mütedeyyin erkekler, eşlerinin başörtüsü ve namazlarına aldanıp eşlerine toz kondurmadıklarından hiçbir şeyden haberleri olmadığı gibi işi öğrendiklerinde ise çoğunlukla geç oluyor. Genellikle öğrenmeleri de yine eşlerinin kavga ve boşanma talepleriyle oluyor.

Peki, ne yapmalı?

Mütedeyyin erkeklerin eşlerini ihmal etmemeleri ve haftanın belli günlerini onlara tahsis etmeli, ayrıca her gün bir kaç saatini eşleriyle muhabbet etmeye, gezmeye ve ortak faaliyetlerde bulunmaya ayırmalıdırlar. Hatta eşlerinin sevdiği ortamlara takılarak onları anlamaya çalışmalıdırlar.

Çoğu erkek eşlerini tanıdığını sanır ama aslında eşlerinin onlara gösterdiği sahte yüzü tanırlar. Eşlerinin zamanla değiştiğini görmezler. Halbuki her şey değiştiği gibi eşleri de değişmiştir. Bu nedenle eşlerini ihmal etmemelidirler. Eşlerinin sanal ortamlarda aradığı huzuru, mutluluğu ve iltifatları mutlaka kendileri yerine getirmelidirler.

Bazı erkeklerin “biz kadınların her dediğini yapmak zorunda mıyız” eleştirisini duyar gibi oluyorum. Ama olay o kadar basit değil. Kadın, toplumun hassas terazisidir. Toplumdaki en ufak bir değişimi kendisinde yansıtır. Bu nedenle bir toplumun değişimi veya yozlaşmasını kadın üzerinden takip edebilirsiniz.

Kadınlarımız, modernizm karşısında bocalamışlardır. Özellikle yalnız kalmışlardır. Bu yalnızlığı bilgisayarla değil eşleriyle gidermelidirler. Kadın iltifat duymazsa, güneşe hasret kalan çiçek gibi solar. Bu nedenle onlara iltifatı esirgememelidir. Çoğu erkek, evlendikten sonra eşine kur yapmayı unutur ve bu durum evlilikleri bitirdiği gibi kadının bu ihtiyacını başka yönlerden gidermesine yol açar.

Eşlerinize sahip çıkın. Yalnız bırakmayın. Gezin, ortak faaliyetlerde bulunun. İyi sosyal çevrelere götürün. Ama mutlaka yalnızlığını giderin.

Sonuçta o sizin namusunuz. Namusunuzu emanet ettiğiniz kişiye hem hürmet edin. Hem saygı gösterin. Hem sabredin ve hem de anlamaya çalışın. Psikolojik ve sosyal ihtiyaçlarını giderin. Evlerinizi ve eşlerinizi ihmal etmeyin.

İSLAMİ FEMİNİST KADINLARIN ÖZLEDİĞİ ERKEK MODELİ VE İSLAMIN ERKEKLERE VERDİĞİ HAKLAR

Birçok İslami kadın kuruluşlarının veya Müslüman/mütedeyyin aydın kadınları okuduğumda İslam’ın kadın/erkek hakları konusunda kafalarının karışık olduğunu gördüğüm gibi maalesef konuyu hem anlamadıklarını ve hem de suladıklarını görüyorum.

Genelde çoğu sözüne şöyle başlar:

Efendim! Peygamber (sav)’de eşine yardım etmiş, ev işini yapmıştır.

Çoğu bunu söyler. Peki, bu söylemle neyi amaçlarlar?

Bu sözle birincisi Mütedeyyin erkeklerin Resulullah’ı kendilerine örnek almadığını savunmuş olurlar. İşte kadın erkek ilişkisine böyle çarpık baktıkları için maalesef sorun çözme değil, sorun üretme merkezi olmuşlar, hatta evlerinde çoğu eşleriyle kavgalıdır veya boşanma eşiğine gelmiştir.
Peki, nasıl okunmalı?

Burada Resulallah’ın bu davranışıyla eşlerimizle birlikte ev işleri yapabileceğimiz anlaşıldığı gibi, eşlerimize yardım etmemiz de (tabi ki vakti varsa) güzel olduğunu göstermektedir. Bu bir emir değil, aile içi muhabbetin gelişmesi yönünde bir harekettir. Eşler birlikte ev işlerini yaparak ortak bir duygu geliştirir, muhabbetleri artmış olur.

Fakat günümüz kadınları, işten yorgun argın gelen erkeğin mutfağa gidip yemek yapmasını, camları silmesini ve evin her türlü işini yapmasını beklemektedirler. Bu yanlıştır ve erkeğin konumlanmasına aykırıdır. Çünkü erkeğin görev alanı ev değil dışarısıdır. (Tabi ki karı koca çalışıyor ve eve birlikte geliyorlarsa ev işlerini paylaşmaları doğaldır, konumuz çalışan kadınlar değil)

Ayrıca, Resulullah’ın muhterem eşleri, evin temizliği ve işlerini Resulullah’tan beklemedikleri gibi, onun yaptığı yardımdan dolayı şeref duymakta ve müteşekkir olmaktadır. Fakat günümüz feminist İslamcı kadınları bunu erkeğin bir görevi gibi sunmaktadırlar.

Ayrıca bu kadınlar muhterem annelerimiz gibi tek göz bir evde yaşamayı, bazı günler aç kalmayı ve üzerlerine kuma gelmesini kabul etsinler biz de ev islerine yardım ederiz.

Peki diyelim ki günümüz feminist kadınları İslam’ın kendilerine verdiği bu hakları elde etmek için mücadele ediyorlar. Saygı duyarız. O halde Allah’ın erkeğe dörde kadar evlenme izni vermesi olayını da kabul etsinler ki onların samimiyetine inanalım. Yani hak ise hak…

Günümüz feminist İslamcıları çocuk bakma yükümlüğüne de sahip olmadıklarını ve çocuğa erkeğin bakması gerektiğini söylerken, boşanmada çocuğu almak için neden mücadele ederler?

Ya da boşandıklarında nafaka neden isterler? Çünkü İslam’da kadına nafaka yoktur. Sadece çocuk emziriyorsa bunun ücretini verir.

Ya da mirasta neden erkekle eşit miktarda ister de ayetle sabit olan yarısını almak istemez?
Ayrıca, ayette sabit olan kadınlar için en güzelinin evlerinde oturmak olduğunu neden görmezlikten gelip de dışarda dolaşırlar?

Kocasının izni olmadan kadının dışarı çıkamayacağı, onun izin vermediği kişilerle konuşmayacağını neden göz ardı ederler?

Kadının kocasının sözünü dinlemesi gerektiği sözünü dinlemediği zaman (nuşuz) kocası tarafından dövülebileceği ayetini ne yapacaklar?

Erkeğe verilen haklar daha fazladır. Erkek, aile mutluluğu için bu hakların birçoğundan fedakârlık yaparken kadın neden bir hak ve hukuk diye tutturmuştur?

Lütfen tutarlı olsunlar…

Çünkü ailede ve evlilikte asıl olan birliktelik, paylaşım ve muhabbettir. Yasal haklar çift yönlüdür.
Not: Tabi ki bizim sözümüz İslamcı Feminist Kadınlara yöneliktir. Yoksa biz kadınların sömürülmesini/ezilmesini/şiddet görmesini/dövülmesini asla tavsiye etmiyoruz.

Ama bu sıralar güçlenen bu feminist kadınlar, solcu ve kart feministlerle işbirliğine girip Müslüman/mütedeyyin erkeklere karşı mücadele etmekte ve İslami argümanları kullanmaktadırlar. Biz de bu nedenle onları uyarmaya çalışıyoruz.

Kadınlarımız Resulullah’ın eşleri gibi olduklarında erkekler de Resulullah gibi davranırlar.

Devamını Oku »

Türkiye İçin Henüz Vakit Var

Her-Seyin-Bir-Anlami-Var


'Sevgiye adanmış ruhlar pek nadidedir. “Sadelikleriyle et- kilerler; sadelik belki de onların ermişliğidir.

Gümüşlükte kalabalık bir aile halinde balık yiyoruz. Arka masada bir adamın sesi kulaklarımı tırmalıyor: Be­nim bu hayattaki zevkim para kazanmak...” Yani nasıl? Bu cümle, insanın yüzü kızarmadan, pişkin bir kahkahayla na­sıl söylenebiliyor?

îbni Sina’nın hayatını okuyordum, öğretmenlerinden birisi ondaki cevheri keşfettikten sonra babasından bir rica­da bulunuyor. Onu gündelik hayatın sıradan meşguliyetle­rinden uzak tutmasını, hayatını sadece ilme vakfedebilmesi için oğluna destek olmasını istiyor. Düşünüyorum: Bugün kaç baba, oğlunu ilim adamlığı yönünde özendirebilir? Ka­çımız evlatlarımızı Sevgbir köhne kitap, bir sarı kandil’in aydın­lığına emanet edebilecek kadar yürekliyiz? Kaç anne-baba çocuklarının erdemli bir hayat sürmesini, iktidar araçlarına râm olmanın önüne koyabiliyor?

Hayat, insan olmayı öğrenme yolculuğudur. Bilginin amacı dünyayı yağmalamak olamaz. Bilgi, kendimizi ve kâinatı daha iyi anlayıp insanlığımızı tastamam yaşayabile­lim diye bir vasıta olsa gerek. Bilmek, olmaktır.

İnsanlığımızı tam manasıyla yaşayabilmek için göklerle konuşmayı da öğrenmemiz icap etmiyor mu? İnsan, belki de göklerin dilini anlamadığı ve konuşamadığı için bu kadar kekeme. İnsan dili bu yüzden günümüzde birleştirmeye de­ğil, ayırmaya hizmet ediyor.

Kierkegaard onlara ‘iman şövalyeleri* demişti, Serres ‘in­sanlığın gizli aristokrasisi* diyor. “İman şövalyesi kendini başkalarına anlaşılır kılmanın acısını duyar’’ fakat başkasına yol göstermek için boş bir istek duymaz. Acısı doğru yolda olduğunun güvencesidir.”

İyiliği izlemek gerek. İyiliği yayan insanlar, yeryüzünü hepimiz için emin bir yurt kılıyor. Çünkü insanda insanda fazlası vardır. Çünkü kozmos ve ruh, iki ayrı gerçeklik değil, bir gerçekliğin iki ayrı yüzüdür. Zuni yerlilerinin söylediği ilahi gibi: “Zuni’de yağmur yağarsa, bütün dünyada yağar.”

Kaynak:

Kemal Sayar - Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Hayatı İnternette Dolaşır Gibi Yaşıyoruz

İnternet-hayat


Hayatı internette dolaşır gibi yaşıyoruz. Bir anda birkaç pencere birden açarak, ayrı iklimlerde geziniyoruz. Bedeni­miz bir yerde, ancak ruhumuz başka başka yerlerde gezini­yor. Bir gülüşün tam ortasında, uzay gemisinden yanlışlık­la dünyaya düşmüş bir yabancı gibi kalakalıyoruz. Sahi, ben orada değilken bu kadar komik ne otmuş olabilir? Niye gü­lüyor çevremdeki bu insanlar? Neyi kaçırdım ben?

Kaçırdığım şey, insan olmanın ta kendisi. Bir başkasının gözlerini ve yüzünü dikkatle izlemeyi kaçırdım. Gözlerin­de dolaşan bulutları, yüzünün bazı kelimelerde seğirmesini kaçırdım. Kelimelerin aldıkları vurguyla yeni anlamlara bü­rünmesini kaçırdım. O an orada olamamakla, hayan kaçırdım. Bir daha geri gelmeyecek o anı, sonsuza dek yitirdim.

O sohbet, o gülüş, o istiğrak hali geri dönmeyecek. Ben ha­yal yutmuş zombiler gibi hiçbir yerde olamamanın çölünde deveran edeceğim. Yurtsuz bir hayalet gibi.

Orada olamamak hayatın mutluluğunu alıp götürüyor. An bölünmemeli. Bir hazine gibi saklanmalı, üzerine titrenmeli. Bir kelime heyecanla ateşlenmeyecekse hiç dilimize düşmemeli. Sessizlik sözün tacıdır. Susmak ve dinlemekle­dir ki, ana katılırız. Dil sessizlikle olgunlaşarak vücut bulma­lı. Bir dostun huzurunda durduğumuzda, onun varlığı kafa­mızdaki bütün hesapları silmeli.

Teknolojik seslerin nüfuz edemediği kovukları olmalı ha­yatımızın. Baharın rayihalarını içimize çektiğimiz, toprağın hışırtısını duyduğumuz, rüzgârın fısıltısını işittiğimiz sak­lanma anları. Dost’un sesini duyabilmek, ruhu onun konuş­masına ayarlayabilmek için çılgın kalabalıktan uzaklaştığı­mız saatler.

Yine bir yazı yazmakla ruhuma şifa arıyorum. Orada ol­mak için, anın oğlu olmalıyım. Yaşanan an beni doğurmalı. Ve bütün ruhumla ona kendimi katmalıyım.Başka şansım yok: Rüzgârla konuşmalıyım.

Kaynak:

Kemal Sayar - Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

İkna odalarına değil, konuşma odalarına muhtacız..

konusma


-Tartışma veya müzakere gibi kavramlar diyaloğun ye­rini tutmuyor. İnsanların sağlıklı bir diyalog için önce ön- kabullerini askıya almaları gerekli. Diyalog halkası içinde; görüşlerini beğenmediğim, kendi varlığım için tehdit edici saydığım diğer insana karşı düşüncelerimi öfkeyle ifade et­miyorum, dahası ona için için küfretmeyi de bırakıyorum. Onunla kendimi aynı gemide hayal ediyorum. Bir varlık ve yokluk savaşı varsa eğer, birlikte var ya da yok olacağız. He­pimiz birbirimiz için bir aynayız, kimse ötekinden düşünce­lerini değiştirmesini talep etmiyor. Sadece kendimizi en iyi şekilde anlatmanın ve diğerini de en iyi şekilde anlamanın derdindeyiz.

Bazen insanların mutlak saydığı değerler, diyalog önün­de engel teşkil eder. “Bu ülkenin önceliklerini ve değişmez­lerini ben tanımlarım” diyen birisiyle nasıl diyalog kuracak­sınız değil mi? Konuşmayı sürdürmek gerek. Ancak anlama ve dinleme çabasıdır ki, mutlak olarak tanımlanan mec­buriyetlerin belki de o kadar mutlak olmadığı hissini do- gurur. Ancak birbirimizi sabırla dinleyerek, yıkıcı ve kesin inançlardan uzaklaşabilir, derdimizin ötekini yok etmek de­ğil, onunla birlikte var olmak olduğunu fark ederiz.

Diyalog, ‘ikna odaları' kurmak değildir. Diğer insanla­ra yoğun bir anlama çabası içinde yaklaşmakla, onların dü­şüncelerini anlamakla, o düşünceleri kendi düşüncelerimiz haline getiririz. Sevdiğimiz, insan olarak yakın bulduğumuz birinin düşüncelerinin bizi yok etmeye matuf olabileceğini düşünmeyiz.

Yaşadığımız ülkede sohbet halkalarının diriltilmesi gere­kiyor. Ön yargıları vestiyerde bırakarak, vicdanın yol gösteri­ciliğinde uzun bir konuşma başlatmamız lazım. Oysa ülke­mizde bir kör dövüşüdür gidiyor. Bürokrasi halkın değişim taleplerini görmezden geliyor ve Tek Hakikatin yeryüzündeki gölgesi gibi davranıyor. İtaat devri bitti. Zaman diyalog zamanı. Ötekinin sesinin de senin sesin kadar değerli şeyler söyleyebileceğini teslim etmen gerek.

Sevgili buyurgan ses, belki de sen yanılıyorsundur. Biraz konuşmaya ne dersin?

Kaynak:

Kemal Sayar - Herşeyin Bir Anlamı Var

Devamını Oku »

Bedenim Benim Kendi Meselemdir

Her-Seyin-Bir-Anlami-Var


Vücudum benim kendi mese­lemdir. Kimse bana nasıl görün­mem gerektiğini veya güzel mi, çirkin mi olduğumu söyleyemez. Ben, bundan daha önemli işlerim olduğunun farkındayım.”

Bu sözleri, Kanada yurttaşı, başı örtülü genç bir hanım söylü­yor. O ve onun gibi düşünen çok­ları için örtünme, yirmibirinci yüzyılın tüketimci kapitalist kül­türünde bedenin nesneleştirilme- si ve metalaştırılmasına karşı güçlü bir direniş aracı. Kadınları yalnız­ca dış görünüşleriyle değerlendi­ren, onlara erkek bakışı’na göre şe­kil veren, güzellik oyununda başka kadınlara benzemeye çağıran, na­rinlik istibdadı’ ile ruhlarını ezerek çeşitli ruhsal hastalıklara duçar ol­malarına yol açan tüketim ideolo­jisine hayır demenin bir yolu.

Ör­tünmek, o halde bazı kadınlar için bilinçli bir seçimdir: Eylem ve ki­şilikleriyle öne çıkmak, görüntüleriyle değil düşünceleriyle konuşmak güzellik hurafesine başkaldırmak isteyen kimi kadınlar bu şekilde giyinmeyi seçebilir. Yine de özsaygılarını giydikleri şeyden devşiremeyeceklerini, gerçek üstünlüğün iç olgunluğuyla sağlanabileceğini bilirler.

Uzun yıllardır kadın bedeni üzerinden bir ideolojik itiş \ kakış izliyoruz. Bu görüşlerin bir kısmı oryantalist klişeleri tekrar ediyor. Başörtülü Müslüman kadınlar, zamanın içinde donup kalmış, köleleşmiş, bilinçli tercihleri olma­yan, sesi kısılmış, kendi adına konuşamayan ve ozgürleştirilmeleri gereken bir topluluk olarak tanımlanıyor. Nasıl or­yantalizm Doğuya baktığında gerilik içinde kalmış, özgürlük/eşitlik/demokrasi gibi modern ideallerin trenini kaçır­mış ve bu yüzden ehlîleştirilmesi gereken bir uygarlık görü­yorsa, oryantalist klişelerle başörtüsüne bakanlar da orada kurtarılmayı bekleyen mazlum bir grup görüyor. Sömürge­ciliğin hoş bir tanımı var: ‘kahverengi adamları kahverengi adamlardan beyaz adamların kurtarması.’

Türkiye’de de ide­olojik taraftarlığın iyiden iyiye bağnazlaştırdığı bazı insanlar, kendi selametlerini ötekinin değiştirilmesinde ve kendi­sine benzetilmesinde buluyor. Tuhaf bir korku. Bana sorar­sanız, oryantalist klişeleri tekrar edenler, eğer başörtülü ka­dınlar kendilerine benzetilmezse kendilerinin onlara benze-yebileceğinden korkuyor. Bu korku ideolojisi, anlama değil çatışma üzerine kurulu. “Boyun eğdiremezsen boyun eğer­sin” düşüncesi, hakikatin türlü görünüşlerinin olduğu ço­ğulcu dünyada arkaik ve baskıcı kalıyor.Örtünmeyi kadınların esareti olarak gören indirgemeci yorum kendi seçimleriyle bu şekilde giyinen kadınların sos­yal dünyalarım görmezden geliyor. Onların yaptıkları şeyi bilinçli bir tercihle değil de geçmiş çağların zincirlerini kıra­madıkları için yaptıklarını söylemek, öznel dünyalarım hiçe saymak ve hikâyelerini geçersizleştirmek anlamına geliyor.

Dünyanın değişik yörelerinde çok farklı biçimlerde örtüne- bilen, dünyaya ve hayata karşı çok farklı duruşlar gösterebi­len Müslüman kadınları sadece giyim kuşamları ekseninde tanımlamak, onları tektipleştirmeye yarıyor.

Eğer kadınları merhamete ve kurtarılmaya muhtaç olarak tanımlıyorsak, onları sadece bir şeyden değil, bir şey için de kurtarmayı görev edinmişiz demektir. Onları farklı bir dün­ya için kurtarmak istiyoruz, değil mi? Peki onlara vermek is­tediğimiz bu yeni dünya ve hayatın üstünlüğü nereden men­kul? Başka kadınları kurtarma ve onları çağdaşlaştırma’ öde­vi, Batıkların üstünlük duygusuna yaslanır ve sonunda bu duyguyu pekiştirir. Burada üstünlük taslayan, tahakküm eden, boyun eğdirmek isteyen bir kibrin izleri vardır.

Dünyada başka bilme biçimleri vardır. Başka sevmeler vardır. Başka patikalar. Diğer insanların tercih ve öncelikle­rine saygı duymayı bilmek gerekir. Farklılığa saygı duymak gerekir. Üstelik özgürleşme, eşitlik, haklar gibi modern söy­lemler dünyanın başka bölgelerindeki kadınlar için uğru­na savaşılacak idealleri temsil etmeyebilir. Siz yanlış bulsa­nız da, o ‘başka’ kadınlar sağlam ilişkileri olan sıcak bir aile­de, Tanrıya yakın, barış içinde yaşamayı hayatlarının önce­liği olarak tanımlayabilirler.

Her şeyden önce, kadınların bedenlerini nasıl örtecekleri meselesini erkeklerin tepişme mevzuu olmaktan çıkarmaları gerekir. Bir bakış nesnesine, görüntüye dönüştürülen kadın, erkeklerin teftiş alanından çıkmalıdır. “Bedenim benim me­selemdir! diyebilen kadınlar, hemcinslerini kurtarma mis­yonu yerine, dayanışma ve birlik ahlâkıyla bu fitili ateşleye­bilir.

Kaynak:

Kemal Sayar-Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Evlendirme Programları

Evlendirme Programları


Evlendirme programlarını çok takip eden biri değilim; ama ara ara seyrediyorum. Bu programlar yapılmalı; fakat şu anki hâliyle değil elbette. Şehir hayatı insanları birbirinden uzaklaştırdı. Komşular birbirini tanımıyor, her akraba bir yerde. Görü­cü usulü neredeyse ortadan kalktı.

Peki, nasıl evlenecek insanlar? Internet’e güvenilmez. Ora­da burada bulduğuna güvenme. Peki, alternatif ne? Evlilik­ler azaldı, çok fazla bekâr ve boşanmış olanlar var. Yalnızlara, bekârlara bir teşvik ve yardım gerekli değil mi? Evli olanlar umumiyetle kınıyorlar bu programlara katılanları. Yalnızların hâlinden ancak yalnızlar anlar. Yurdunu yuvasını kurmuş olan­lar, evlenmek isteyenleri kınamasınlar.

Yalnız şu an televizyonlarda yapılanlar, hiç yapılmasın daha iyi. Belki üç beş kişiyi evlendiriyorlar; ama halkımıza çok faz­la zarar veriyorlar. Bilhassa erkekleri evlenmekten ve kadınlar­dan tiksindiriyorlar. Neredeyse bütün erkekler kadınların para­dan başka hiçbir şey düşünmediklerine inanmaya başlamışlar.

Çünkü bu programlarda çok kere şöyle oluyor; Kadın ona talip olan erkeği ilk gördüğünde, yüz ifadesinden, bakışından onu beğendiğini çok belli ediyor. Biz de ekran başından yakış­tırıyoruz.
“Tamam, bunlar birbirine çok uygun, muhakkak evlenir­ler,..” derken erkek maddi imkânlarını açıklamaya başladıkça; işi, kazancı orta hâili ya da biraz düşükse, kadının yüz şekli değişmeye başlıyor. “Olmaz, elektrik alamadım.” deyip çıkı­yor. Nasıl elektrik alamadın? Adamı görünce aldığın elekt­rikle bir mahalle aydınlanır, nasıl inkâr ediyorsun, gözümüze baka baka?

Tam aksi de şöyle oluyor: Kadın erkeği ilk gördüğünde du­dağını kıvırıyor, beğenmediğini her hâlinden belli ediyor; ada­mın malını, mülkünü, kazancını duyunca yüzü değişmeye, ağzı yayılmaya başlıyor: “Olabilir, elektrik aldım.” diyor. Velhasıl ar­tık “Kadınlar erkeklerden elektriği para ile alıyorlar.” kanaati ortaya çıkıyor.

Kaç kişiden duydum şu son zamanlarda, gerçek hayatta, er­kekler maddi imkânları iyi olduğu hâlde, eş adayı ile ilk görüş­tüklerinde kazançlarını, maddi imkânlarını olduğundan daha az söylüyorlarmış. “Beni bu hâlimle beğenirse, bu onun paragöz olmadığım, beni ben olduğum için beğendiğini gösterir.” diyorlarmış. İşte, televizyonun aile kurumuna bir zararı daha... Eski­den erkeklerde kadınlara karşı böyle bir itimatsızlık yoktu.

Elbette bir hanım evleneceği erkeğin evin geçimi sağlaya­cak, onu ele güne muhtaç bırakmayacak imkanı olsun ister. Bunun ayıplanacak bir tarafı yok. Fakat bu programlardakiler evi olsun, arabası olsun, yüksek kazancı olsun, her şeyi olsun is­tiyorlar Programa gelen erkeklerin zaten çoğunun evini geçin­direcek kadar kazancı var. Fakat kadınlar çok daha fazlasını is­tiyorlar bu da ülkemizdeki bütün kadınlar öyleymiş gibi bir in­tiba bırakıyor.

Ben asıl, bu programa gelen erkeklerin cesaretlerini çok takdir ediyorum. “Nasıl oluyor da bu kadınları gördükten son­ra hâlâ evlenmeyi istiyorlar?” diye şaşıyorum. Çünkü programa gelen kadınların çoğu kadından çok erkeğe benziyor. Oturmaları, konuşmaları, erkekleri süzmeleri, hâlleri tavırları, çok erkeksi...

Arada bir iki hanımefendi tipler de geliyor; ama kadınların çoğu azman gibi. İşte erkeklere bunun için şaşıyorum. İnsan niye ister ki erkek özentisi kadını? Bu ne cesarettir, bu ne gözü karalıktır! Kadınlar öyle duruyorlar ki adam yanlış adım atsa kadın ordan “Hööööt!” diye bağıracak sanki. Ben erkek olsam, o kadınları trafoya bağlasalar, onlardan gram elektrik alamam.

Velhasıl evlendirme programları yapılmalı ama şu anki formatı ile değil. Edebi ile terbiyesi ile... Dinî kanallar biraz bu meseleye el atsalar, gençleri evlendirseler çok iyi olur. Program bekârlara örnek olsa, katıl anlar birbirinde dinî hassasiyet arasalar...

Erkek çıksa dese ki: “Hanımefendi hâfız, Rabb’imin kelâmını ezberlemiş, kabul ederse onu baş tacı edeceğim.” Kadın çıksa dese ki: “Beyefendinin asgari maaşı bize yeter, şu ölümlü dün­yada aç gözlülüğe gerek yok, ben onun yaşlı annesine bakması­nı takdir ettim, onun kalbini sevdim, olur bu evlilik.”

O günleri görsek ne güzel olur.

Sema Maraşlı - Sevmek Bu Kadar Güzelken
Devamını Oku »

Kadının Gücü !

Kadının Gücü !



Kadının gücü insanlığı doğurup yetiştirmesindedir. Ve bu yüce görev için de bütün meziyetlere de sahip olarak yaratıl­mış. İnsanları yetiştirmekten daha büyük bir güç olabilir mi? Fakat annelik ve ev hanımlığı aşağılanarak, kadınların bu kutsî vazifesine burun bükülüyor ve kadına zoraki güçler atfedilerek, kadın erkekleştirilmeye çalışılıyor.

Kadının gücü şefkat ve teslimiyetindedir. “Kadın güçlenme­li...” sözlerinin altında bir kışkırtıcılık var: “Siz kadınlar aciz, zavallı varlıklarsınız, güçlenmelisiniz.” mesajı da gayet net oku­nuyor. Sizi güçsüz bırakan kim? Tabii ki erkekler...

Kadının gücü iletişim yeteneğindedir. Kadınlar doğuştan halkla ilişkiler uzmanı olarak yaratılmışlardır. Kadın iletişim yeteneği sayesinde hem aileyi hem toplumu çok güzel yönlen­direbilir.

Güçlendirme ve özgürleştirme kampanyalarıyla, takma ka­natlarla kadınları zorla uçurmaya çalışıyorlar. Oysa kadının fıt­ratında aile olma ve bağlanma duyguları var. Kadın uçtuğu za­man değil, bir erkeğe bağlandığı zaman mutlu olur. Yaradan öyle yaratmış...

“Ancak erkeklerin yaptıklarını yaparsan güçlü olursun” diye erkeklere karşı kadınları kışkırtıyorlar. Gücü özgür olmakta ve para kazanmakta zanneden kadınlar, taşıyabileceklerinden daha fazla yük almaya başladılar.

Tahsilli, çalışan, güçlü görünen; fakat yalnız yaşayan ve mut­suz olan pek çok kadın var. Erkeğe ihtiyacı yokmuş gibi davra­nan, yalnız kaldığında ise bolca gözyaşı döken... Güçlü, mutsuz ve yalnız kadınlar ordusu...

Ve bu orduya yeni neferler katmak için uğraşıyorlar. Genç kızlar, üniversite sınavına hazırlanırken aileleri ve öğretmen­leri tarafından: “Okuyun, erkeklere muhtaç olmayın, evlenip anlaşamazsanız kocalarınızı kapıya koyarsınız...” diye motive ediliyorlar. Bu telkinlerle yetişen genç kızlar evlendikleri za­man kendilerinden kaynaklanan sorunlarda bile çözüm yerine boşanmaya kalkıyorlar. Fakat para mutluluk getirmiyor.

Medya dünyasına baktığımızda şöhretli, zengin, çok güzel kadınlar sürekli sevgili değiştirmekten mutlu görünmüyorlar Hepsi evlenmek, yuva kurmak istiyor Ne kadar modern gö­rünmeye çalışılsa da fitrat inkâr edilemiyor demek ki.

Güçlülük gazı, kadınları çok etkiliyor. Kadınların çoğunda bir ezilme korkusu var. Neredeyse her seminerimde “Biz erkek­lere yumuşak davranırsak, onlar bizi ezerler.” itirazı kadınlar­dan mutlaka geliyor. Sanki kadınlar çim, erkekler de fil; onları ezmek için fırsat kolluyorlar.

Kadınlar masum, kibar, iyi; fakat erkekler kaba saba ve anla­yışsız, demek çok tehlikeli bir söz ve Allah'a karşı kötü zandan başka bir şey değildir. “Yaradan, kadınları iyi, erkekleri kötü yaratmış...” demek olur ki bu söz “Allah, erkekleri kadınlara Zulmetsin diye yaratmış...” demekten başka bir şey değildir.

Allah (cc) erkekleri, koruma ve kollama insiyakıyla yarat­mış. Kadın, erkekle güç mücadelesine girmediği müddetçe, er­kek kadının yanında olur; onu koruma ihtiyacı duyar.

Fizik olarak kadın zayıf, erkek güçlü yaratılmış. Evlerde ço­cuklar zayıf, anne babalar güçlüdür; ama sevgi ilişkisinden do­layı güçlü olan ebeveynler zayıf olan evlatlara hizmet eder. Mü­him olan, gücün kimde olduğu değildir.

Kadınlar, güçlü olmak için oyun oynuyorlar. Kadınlığın te­melinde olan şefkat ve teslimiyeti bir yana bırakıp güçlü görün­mek adına asık yüzlü, inat, iddiacı ve sert olmaya çalışıyorlar. Erkekle güç çatışmasına giriyorlar.

Evlerde yaşanan huzursuzlukların çoğunun temelinde kadın-erkek güç çatışması vardır. Rabb’imiz, güç çatışmasına girmesinler diye, kadınlara gizli güçler, erkeklere açık güçler vermiş. Birbirlerini tamamlasınlar diye.

Kadın kendine verilmiş güç ve kabiliyeti kullanmayıp er­keksi roller alarak, erkek silahı ile silahlanıyor. Kendine bir za­rar gelmesin diye de kibirden bir kalkan örüyor. Evlendirme programlarına bir bakın, kadınların ne hâle gelmiş olduğunu görürsünüz.

Erkekler güçlüdürler; fakat kadına karşı zayıftırlar. Hz. Mevlânâ bunu güzel bir misalle anlatır:

“İnsan, yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa, Hamza’dan bile cesur olsa yine de hükmetme hususunda karısının esiridir. Gö­rünüşte su, ateşten üstündür... Fakat ikisinin arasına bir tence­re (sevgi) girdi mi ateş o suyu kaynatır, buharlaştırır, yok eder. Görünüşte su nasıl ateşten üstünse sen de kadından üstünsün; fakat hakikatte ona mağlupsun, onu istemektesin.”

“Şah bile sevgiye kuldur, köledir.” Kadının asıl istediği sevgi­dir. Sevgiyi de erkekten kavga ederek alamaz. Bu yüzden de ka­dını mutlu etmeyecek sahte güçler; kadına yük olmaktan başka bir işe yaramaz.



Sema Maraşlı-Sevmek Bu Kadar Güzelken
Devamını Oku »

Erkekleşme Hareketi ve Zararları

Erkekleşme Hareketi ve Zararları



“Kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara olsun.” buyurmuş, Allah Resûl’ü bir Hadîs-i Şerîf’inde.

Sevgili Peygamber’imiz “Rahmet Peygamberi”dir. Çok az lanet etmiştir. Onun bir şeye lanet etmesi, o şeyin çok kötü olduğunu gösterir. Kadın erkekleştiğinde veya erkek kadınlaştı­ğında Allah'ın yarattığı düzen bozulur.

Kadın-erkek arasındaki çekiciliği sağlayan şey zıtlıktır. Ya­ratılan her şey zıddı ile kaimdir. Güçler, karşı güçlerle eşleşip bütünleşirler: Ateş-su, gök-yer, siyah-beyaz, nefes almak-nefes vermek, itmek-çekmek, kadın-erkek...

Kadın ve erkek birbirlerine pek çok yönden zıt yaratılmıştır. İki cinsi birbirine çeken şey de bu zıtlıktır. Bedenen ve ruhen kadın yumuşak yaratılmış, erkek sert... Her iki cins, kendilerine has birtakım meziyetlerle doğar: Kadının mayasında şefkat ve teslimiyet vardır; erkekte lider­lik, güç ve iddia...

Güce karşı teslimiyet, iddiaya karşı şefkat birbirini tamam­lar.Yaratılışın aksine giderek mutlu olmak diye bir şey yoktur.

Modern hayatın en vahim hastalığı, bu zıtlığın bozulmaya çalışılmasından dolayı kadın ve erkeğin birbirine benzemeye başlamasıdır. Bu noktada erkekler; kadınlaşma yolunda daha yavaş giderken kadınlar hızla erkekleşiyorlar.

Feminizm, Avrupa’da insan yerine konmayan kadınları ko­rumak için iyi niyetle başlayan bir hareket iken bugün gelinen noktada eşitlik adına kadını erkekleştiren, erkeği kadınlaştıran, fıtrata karşı bir harekete dönüşmüştür.

İki cinsi tek cins hâline getirme çalışmaları, kadınların er­kek pantolonları giymeleri ile hız kazanmış, “üniseks” denilen cinsiyetsiz giyecekler ile ortak kıyafetler giyilmeye başlanmış ve kadın-erkek rakip hâline getirilerek yanşa sokulmuştur.

Feminizm duyguda kadın, davranışta erkek yeni bir tip “Femo kadın” ortaya çıkardı. Femo kadınlar, erkek gibi başarı odaklıdır. Basit bir tartışmayı bile kaybetmeye dayanamaz, tar­tışmacı ve iddiacıdır. “Femolar” bir kadının sahip olması gere­ken nezaketi, zarafeti ve edayı kaybetmişlerdir. Farkında olma­dan hem kendileriyle hem erkeklerle mücadele hâlindedirler. Bir türlü sükûna kavuşamazlar.

“Yuvayı yapan dişi kuştur.” Bir millet kadından yıkılır ya da kadından yükselir. Kadınların erkekler üzerinde tesiri çok fazla­dır. Kadın şaşarsa çocukların ve erkeklerin şaşması da peşi sıra gelir. Kadınlar kendi kıymetlerini bilmeliler ve halkı yönlendir­medeki güçlerinin farkına varmalılar. Kadınlar hayır yahut şer güçleriyle cemiyete yön verirler. Bu güç şer yöne çevrilmişse bu, ailenin ve sosyal yapının çöküşü demektir.

Feminizm hareketi kadına iyilik değil, kötülük etmiştir. Ba­tılı erkekler kadını koruma, eşitlik ve feminizm iddiaları ile ai­lenin maddi yükünü de yarı yarıya kadınların üzerine devretti­ler; fakat bunun yanında ev işi, çocuk yetiştirmek gibi işler yine kadının üzerinde kaldı.

Kadınlar güçlüdür, erkeklerin yaptığı her şeyi yapabilir“ diye kadınları zorlanacakları işleri almaya teşvik ettiler. Yani yine aldanan kadınlar oldu.

Kadınlar yaradılışlarına uygun olan, kadınlar tarafından icra edilmesine lüzum ve ihtiyaç duyulan meslekleri seçerlerse hem kendi bünyelerini yormazlar hem de insanlara faydalı olurlar.Ailenin maddi ihtiyaçlarım erkek karşılıyorsa kadınlar illa para kazanmak peşinde koşmamak... Bunun yerine, ilim ve irfanla uğraşıp çocuklarım güzel yetiştirmeleri, demek ve vakıf çalışmaları ile faydalı sosyal faaliyetlere katılmaları, aileyi tehdit eden tehlikelere karşı mücadele etmeleri, sosyal yapının yük­selmesi için uğraşmaları kendileri, aileleri ve bütün insanlık için çok isabetli olur. Erkek - yaradılış olarak müsait olduğu için - meşakkatli ve ağır da olsa dış hizmetleri görürse aile daha sağlıklı yürür.

Feminizmin kadını ve erkeği eşit yapma iddiaları insanlığa zarardan başka bir şey getirmemiştir. Eşit olmak için benzemek gerekir. Oysa kadın ve erkeğin yaratılışı birbirinden çok çok farklıdır; Eşit yapıda olmayanları eşitlemeye çalışmak en büyük adaletsizliktir.

Kadın' erkek arasında denklik mümkün olmadığı için eşitlik mücadelesi bir müddet sonra üstünlük savaşına dönüşüyor. Ka­dınlar, ne kadar zeki, ne kadar becerikli, ne kadar başarılı olabileceklerini erkeklere göstermek ve ispat etmekle ömürlerini geçiriyorlar.

Feminizm ilk çıkış yıllarında kadını insan yerine bile koymayan Avrupa için belki elzemdi. Fakat bugün feminizm artık amacım aşmış vaziyettedir ve Avrupa’da da aile birliği için bir tehlike arz etmektedir. Avrupa ülkeleri de aile kurumunu korumak için kadınların geleneksel rollerine dönmeleri gerektiği ile ilgili çalışmalar yapmaya başladılar; Feminizm nerdeyse kadı­nın, ailenin ve insanlığın en büyük düşmanı hâline geldi.

Kadına değer veren bir dinin mensupları olarak feminizm aşısının bizde tutmaması gerekirken maalesef sinsi oyunlarla pek çok kadın feminizm bataklığına doğru çekiliyor. Medya köşelerinin kadın yazarlarının çoğu feministtir ve yazılanın da çoğu kadınları erkeklere karşı kışkırtmaktan başka bir işe yaramıyor.

Bu femo köşecilerin bütün yazdıkları “Kadınlar eziliyor, erkekler kadınlara zulmediyorlar. Erkekler kadınları mutlu etmiyorlar... Erkekler zevk düşkünü ve duygusuz varlıklar... Ey kadınlar, haklarınızı arayın!..” havasındaki teraneler... “Kadın, erkek, ilişki, sevgililik, aşk, özgürlük, aldatma” gibi ailevi mevzuları temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp vatandaşların önüne koyu­yorlar. Televizyon programlarında (diziler, filmler, tartışmalar; haberler, ekran çöpçatanlıktan...) da bu mesele renkli ekranla­rın değişmez menüsü olarak milyonlara sunuluyor.

Verimsiz ve parazit tiplerin gayretleri ile tutmayacak aşı tut­tu. Kadınların ellerine “kadın hakları” diye bir afiş verip onlar­dan “kadın olma hakkı”m aldılar.

Kadın olmayı unutturdular. Hak hukuk davasına düşen ka­dın, erkekle mücadeleye girdi.

Feminizmin cinsel özgürlüğü savunması ve yaygınlaştırma­sı da yine kadınların aleyhine oldu. Bağlılık duygusuyla yaratı­lan kadın, koldan kola savrulurken mutlu olamıyor; çünkü fıt­ratında bir aile kurma ve anne olma saiki var. Tabii, feminizmin getirdiği cinsel özgürlük, evliliğin sorumluluğunu almadan pek çok kadınla birlikte olmak isteyen erkeklerin çok işine geldi. Bu yüzden feminizm, erkek taraftar bulmakta da zorlanmadı.

Evde, işte, kısacası hayatta eşitlik diye bir şey mümkün de­ğildir.Bunu artık anlamak lazım. Eşitlik davası komünist bir id­diadır aslında. Komünizmde zengini fakire eşitleyelim diye uğraştılar fakat yapamadılar.Feminizm de kadını erkeği eşitlemeye çalışıyor. İki dava da yaradılışa aykırı olduğu için temelsizdir ve sürmesi mümkün değildir.

Komünizm çöktü, dansı feminizmin başına...



Sema Maraşlı - Sevmek Bu Kadar Güzelken
Devamını Oku »

Düşman ve Aşk

Düşman ve Aşk
'Televizyon insanoğlunun mutsuzluğunun baş sebebi iken evlerin başköşesini kaplıyor. Başköşesini değil başköşelerini kaplıyor. Neredeyse her evde birden fazla televizyon var. Bey, hanım, çocuklar ayrı ayrı odalarda, ayn kanallarda, ayn prog­ramlarda takılıyorlar.

Sanki dünyaya vakit doldurmak için geldik de televizyon o ihtiyacı karşılıyor. Sevdiklerimizle geçirmediğimiz vakitleri, on­ları kaybedince anlayacağız; ama biraz geç olacak.

Düşman ile aşk yüzünden, sevgiler soluyor, sevenler mut­suz oluyor.

Sevdiklerimizle aynı evde yalnızlaştık, hayatımıza başka dünyalar girdi.

İnsana ait ahlaki değerlerin çoğunu televizyon başında kay­bettik.

Dünyadan haberi olan adamlar, yanı başındaki karısından habersiz kaldı.

“Daha fazlasını iste.” reklam sloganları ile kanaat duygumu­zu kaybettik, aç gözlü olduk.

Hırsızlığı arsızlığı oradan öğrendik.

Ağlak muğlak dizilerle, merhamet ve itimat duygumuzu yi­tirdik. En yakınlarımızdan şüphelenir olduk.

Aşk dizileri ile aşkı ucuzlattık, ihaneti öğrendik.

En kötüsü, biz kadınlar, kadınlığımızı onunla kaybettik

Filmlerdeki kadınlardan; dik dik bakmayı, güçlü görünmeyi, erkeklerle mücadele etmeyi, erkeği adam yerine koy mamayı, gururu, kibri, çokbilmişliği ve ukalalığı öğrendik.

Kadının kadınlığını, yumuşaklığını, komedi dizilerinde dalga geçilirken gördük. Kadının eşine “Peki canım!” demesini ezilmişlik, fedakârlığını aptallık, ev işleri yapmasını fakirlik, erkeğe hizmet etmesini geri kalmışlık olarak öğrendik.

Bütün bunları hikâye içinde, bize sevdirilen oyunculardan, hiç farkında olmadan, rol çalarak elde ettik. Göz gördü, şuu­raltı sevdi...

Fakat bir problem var; Onlar filmde, biz gerçek hayattayız. Oradaki kadın bütün dikbaşlılığına rağmen kıymetten düşmü­yor. Sevilmeye devam ediyor.

Erkek, kendine bağıran, laf sayan, güya gurur timsali gibi gösterilen kadına bir gün sonra elinde çiçekle gelip barışmak için uğraşıyor. Kadını neredeyse taç yapıp başına takacak...

Gerçek hayatta ise bunların tam tersi oluyor. Film de zaten orda kopuyor.

Medyanın zararı bu kadarla da kalmıyor. Reklamlar kadını aşağılık hissettirmeye ayarlı hazırlanıyor. Firmalar daha fazla satış yapmak için kadın bedenini kullanılırken ekran başındaki kadınların da bedenlerine saldırılıyor.

“Yeterince iyi değilsiniz, ancak bu ürünü kullanırsanız, bu kadın gibi olursanız kendinizi düzeltebilirsiniz, güzelleştirebilirsiniz. O zaman erkekler sizi beğenir.“

Bu arada televizyondaki incecik, her daim bakımlı kadınlar, erkeklerin de kafasındaki kadın ölçülerini değiştiriyor. Onlar da eşlerinde kusur bulmaya başlıyorlar, evde manken gibi eşler görmek istiyorlar. Bu da pek mümkün olmadığı için hem kadın eşine karşı kırgınlık duyuyor hem erkeğin gözü dışarıda kalıyor.

Televizyon, çocuklarımız için de ayrı bir tehlike. Onlara ver­meye çalıştığımız manevi değerlerimiz televizyonla yerle bir edi­liyor. Çocuklarımızın tertemiz zihinlerine çizgi filmlerle, gözü­müzle göremediğimiz; fakat şuuraltına ulaşan (subliminal) 25. kare tekniği ile pek çok tehlikeli fikirler aşılanıyor.

Tabii kötü olan televizyon değil, programlar. Bütün kanal­ları ve programları aynı kefeye koymayalım. Maneviyata saygı­sı olan, faydalı bilgiler sunan kanallar da var. Fakat maalesef ki bilhassa çocuklara ve gençlere diğer zararlı yayınlar yapan; fa­kat nefse hitap eden, albenili, eğlenceli programlar daha hoş geliyor. Aşk ve ihanet dizileri de kadınları cezbediyor. Erkekler­de de futbol merakı, mafya ve polisiye dizi merakı varsa en teh­likeli kanallar açılıyor.

Velhasıl, dikkat edelim de kendimizi ve ailemizi ekran başın­da kaybetmeyelim.

Sema Maraşlı - Sevmek Bu Kadar Güzelken
Devamını Oku »

Tüylerimizi diken diken eden emir

Tüylerimizi diken diken eden emir

“Saliha kadınlar gönülden itaat ederler.'' (Nisa Sûresi 34.Ayet-i Kerîme)

Allah (cc) “İyi kadınlar kocalarına gönülden itaatli ve saygılıdırlar.” buyuruyor. “Erkekler kavvamdır...” diye başlayan” ve ailede İslâmî düzeni anlatan Nisa 34. Âyet-i Kerîmede...“
Kadın erkeğin evde reisliğini ve koruyuculuğunu kabul et­tikten sonra ne olacak? Tabiatıyla evin reisine saygılı olacak.

Tüylerimizi diken diken eden bir emir: Kocaya itaat... Bu iki kelime yan yana geldiğinde biz kadınları çok fazla rahatsız edi­yor. “Allah’a itaat tamam, seve seve, başım üstüne ama kocaya itaat olmaz...” diyorlar. Oysa kocaya itaat Allah’ın (cc) emri olduğu için aslında Yaradan’ına itaat etmiş oluyor kadın.

Sevgili Peygamber’imiz de pek çok Hadîs-i Şerîf ile kadının kocasına itaatinin ehemmiyetine dikkat çekiyor:

“Kadın, beş vakit namazı kılar, orucunu tutar, iffetini korur ve kocasına itaat ederse, cennete girer.” buyuruyor. Öyle kaçılmak isteniyor ki bu Ayet-i Kerîme’nin emrinden, Ayet inkâr edilemiyor fakat bu Âyet’i destekleyen bazı Hadîs-î Şerifleri inkâr noktasına gelebiliyor kadınlar.

“İnsanın insana secde etmesini emredecek olsaydım, nın kocasına secde etmesini emrederdim...”

Mesela bu Hadîs-i Şerifi pek çok kadın “Sahih değildir...” diyerek kabul etmiyor Oysa Hadîs-i Şerîf sahih, kaynakları da sağlam. Riyâzu’s-Sâlihînden aldığım Hadîs-i Şerif kaynak ola­rak Tirmizî-Radâ 10; Ebû Dâvûd-Nikâh 40; İbni Mâce- Nikâh 4’te yer alıyor.

Buradaki secdenin Allah’a yapılan secdeyle elbette hiç alaka­sı yok. Peygamber’imiz bu Hadıs-i Şerifle ailede muduluk için kadının kocasına saygı duymasının ne kadar gerekli olduğuna dikkat çekmiş. Arapçada çok kullanılan “teşbih” sanatı yapılmış.

“Ne yani, şimdi biz kocalarımıza itaat edeceğiz; onlar da bizi paspas gibi ezecekler; öyle mi?” diyenler var.Allah’a karşı ne kötü bir zan! Rabb’im kadının ezilmesini ister mi?

Yaradan’ımız kadının kocasına itaatini emretmişse el­bette bunda pek çok hikmetler vardır Kadına, itaat emredilirken, erkeğe kadını ezme hakkı verilmemiş, koruma ve kollama duyguları verilmiş...
Karşılıklı haklar var.

Bakara 228. Âyet-i Kerîme’de buyuruluyor ki:

“Erkeklerin kadınlar üzerinde ma’ruf (meşru olan) hakları olduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Yalnız erkeklerinki onlara göre (aile reisliği ve mesuliyetleri bakımın­dan) bir derece fazladır. Allah mutlak galiptir, hüküm ve hik­met sahibidir.”

Kadına, kocasına saygılı olması emredilmiş. Bu emir kadı­nı ezmek için değil, korumak için... Kadın kendinden güçlü yaratılmış erkeğin karşısında ancak ona yumuşak davranarak kendini koruyabilir. Nitekim “Yumuşak ipeği en keskin kılıç bile kesemez.”

Kız çocukları ve erkek çocukları farklılıktan üzerine yapılan bir araştırmadan çıkan sonuca göre kız çocukları sevgiye, erkek çocukları saygıya değer veriyor. Biz bütün çocuklar sevgi ister zannediyoruz. Oysa erkek çocukları saygıya daha çok değer veriyor. Saygı isteği erkekliğin temelinde var.

Kadın erkeğe saygı göstermeli, erkek de karısından sevgisi eksik etmemelidir. Yaradan’ın kurduğu nizam böyledir, tersine kürek çekerek asla mutlu olamayız. Fakat günümüzde maalesef ki kadınların çoğu, erkeklerle mücadele etmeyi bir maharet zannediyorlar. Erkeğe itaat bir “geri kalmışlık” gibi addediliyor Bu da ailenin düzenine ciddi zararlar veriyor. Neticede kadınlar mutsuz, erkekler kırgın...

Erkekler sert yaratılmışlar; fakat kaba değil. Arada çok bü­yük bir fark vat Kadın erkeğin sert tabiatını, filmlerdeki ro­mantizm sosuna batırılmış erkeklere bakarak “kabalık” olarak yorumluyor ve erkeklere kızgınlık besliyor. Kabalık aile terbi­yesiyle alakalıdır ve kadın da erkek de kaba olabilir. Kabalık yaratılıştan değildir.

Biz kadınlar, bir şey işimize gelmezse içimizi rahatlatmak için çıkış yolları ararız. Allah'ın emrini inkâr edemeyeceğimize göre âhirete kadar kendimizi oyalayacak sebepler bulmamız lazım ki iç sesimiz bizi dürtüp rahatsız etmesin...

Bulmak istersek bahane tükenmez: “İtaat etmiyorsam se­bebi var canım. Allah böyle bir kocaya itaati emretmemiş- tir herhâlde. Bu adam geçmişte bana şöyle şöyle haksızlık yapmıştı. İlmî ehliyeti yok. Namazını ancak kılıyor. Gelsin Peygamberimiz gibi bir erkek, ona itaat edeyim.

Allah (cc) bir âyette “İyi kadınlar, iyi erkeklere itaat ederler” buyurmuyor. İtaat edilmesi gereken erkeklerin vasıfları sayıl' mamış. Şu hâlde kadının koca olarak kabul ettiği erkek, saygıyı hak etmiş oluyor...

Kadın ya kocasına saygılı olacak ya da onu koca olacak va­sıflarda görmüyorsa boşanacak. “Hem yaşarım hem de adamı adam yerine koymam, süründürürüm...” gibi üçüncü bir alter­natif, dinimizde yok.

Pek çok dindar kadın kocasını beğenmiyor, takvalı bulmuyor. Kimi kocasının nafile oruç tutmamasından, kimi televizyona bakmasından, kimi müzik dinlemesinden, kimi çok kitap okumamasından dolayı derdi.

Kocalarını kendileri kadar asil bulmadıkları için onları basit zevkleri olmakla suçlayıp aşağılayan ve kocalarından daha fazla ibadet ettikleri için de kendilerini pek bir takvalı ve sâliha hanım zanneden kadınlar çok.

Oysa Allah (cc) “Sâliha hanımlar kocalarına gönülden itaat ederler.” buyuruyor. “Kocalarını kendilerinden aşağı görürler.”demiyor.

Velev ki bilgi, zenginlik, tahsil gibi hususlarda kadından daha geride olsa bile mademki Rabb’imiz erkeği aileye idareci olarak seçmiş, her hâlukârda kadın kocasına itaatli ve saygılı olmak zorundadır.

“Teşbihte hata olmaz.” derler, üniversite mezunu bir çalışa­nın ilkokul mezunu diye patronunu beğenmeyip istediklerini yapmaması, isyankâr olması mümkün müdür? Ya orda çalışmayacak ya da patron olarak onu kabul ediyorsa saygılı olacak.

Çalışan kadın, iş yerinde patronuna gayet saygılı, onun tahsilini sorgulamıyor. Maaşım alabilmek için patronun emirlerini yerine getiriyor ve kendini ezik falan hissetmiyor. Fakat aynı kadın eve gelince kocasının iki sözüne tahammül edemeyip saygı sınırlarını aşıyor. Allah’ın emrine karşılık, patronun parası daha öne geçebiliyor maalesef. Hâlbuki eşi de ailenin maddi-manevi mesuliyetini taşıyor.

Bizden önceki nesilde erkeğe saygı vardı; fakat bu gönülden bir saygı değildi çoğu kez. Kadınlar erkeklerden korktukları için onlara zoraki saygı duyarlardı. Erkek düşmanlığının üzerine güzel bir saygı inşa etmek zaten zordur.Kadın kocasının karşısında konuşmaz; ama bunu kendine dert eder, içinde biriktirir.

Mutfağa gitse çocuklarına kocasının ardından konuşur çocukları babasına düşman eder; komşuya gider, kocasını çekiştirir. Ezik psikolojisi içinde yaşar.Oysa Allah zoraki bir itaatten bahsetmiyor. Gönülden yapılacak bir itaat istiyor. Çünkü “Gönülsüz aş ya karın ağırtır, ya baş.”

Allah (cc) bu âyette saliha kadınları “kaanitât” olarak vasıflandırmıştır. “Kunut” severek isteyerek itaat üzere olmak, demektir “Zoraki,hoşlanmayarak, içinde sıkıntı duyarak ara sıra yapılan bir itaat” değil tam aksi, yani “isteyerek, severek, içinden gelerek itaat edilmesi” Rabb’imizin istediğidir.

Bu da ancak nefsine tapınmayan ve Allah'ın rızasını isteyen mü’min hanımlar için mümkündür. Çünkü evin reisini erkek olarak Allah(cc) tayin etmiştir. Neticede kocaya itaat Allah’a (cc) itaattir; Mü’mine kadın bunu seve seve, Allah rızası için, gönülden yapar.

Ayrıca kadının kocasına itaat etmesi ailede hep erkeğin sözü geçecek, kadının istedikleri hiç olmayacak demek değil­dir.

Kadın istediklerini kocasına tatlı tatlı yaptırabilir. Kadın yine itaat etmiş olur. Ayet-i kerime ile kadının kocasının kar­şısına dikilmesi, ona bağırması, onunla kavga etmesi, inatlaş­ması yasaklanmış. Kadın psikolojisini düşündüğünüz zaman bu tavır, önce, hissî yaratılmış kadını yorar, yıpratır. Güzel söz çok işe yarar: Gerginliği giderir, kavgayı önler. Aksi aksi, dik dik söylenmiş söz doğru bile olsa kalp kırar, ailelerin dağılmasına sebep olabilir.

Kocaya hizmet ve saygı, gönlünü hoş etmek çok sevap oldu­ğu gibi kadın böyle yaparsa kendi de sevgi-saygı görür. “Güzel söz sahibine sevap kazandırır ve sadaka yerine geçer.” buyuru­yor Peygamberimiz, Edep olarak büyüğe, hocaya, kocaya ters ters konuşmak, karşılık vermek uygun bir davranış değildir.

Ayet-i Kerîme itaat emrinden sonra şöyle devam ediyor:

“Hem de Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri gizlide de (kocalarının olmadığı yerde de ırzlarını ve kocalarının mallarını) koruyanlardır.”

Kadınlar, namuslarını ve kocalarının mallarını korur, kocalarının sırlarım ifşa etmez ve kocalarıyla kendileri arasında gizli hâlleri başkasına anlatmazlar. Allah’tan korktukları için, koca­ları olmadığı zaman bile onların haklarını korurlar.

Elimizde Yaradan’ımızın mutluluk reçeteleri var, daha niçin mutsuzuz ki? Kadınlar için ilaç biraz acı gibi görünüyor; ama o ilacı almadan şifa mümkün değil...

Sema Maraşlı - Sevmek Bu Kadar Güzelken
Devamını Oku »

Kadına Otorite Yakışır mı?



Kadın ve erkek eşitliğine dair, Rabb’imiz şöyle buyuruyor;

'Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri arzulamayın, erkeklere kendi kazandıklarından bir pay olduğu gibi kadınlara da kendi kazandıklarından bir pay vardır. Allah’ın lütfundan isteyin. Allah hakkıyla bilendir.” (Nisâ Sûresi / 32. Âyet)

“Sizi birbirinizden farklı noktalarda üstün yarattık, birbirini­ze özenmeyin.” buyrulmuş, daha bunun üzerine söyleyecek söz yok. Her iki cinse ne lazımsa verilmiş.

Erkekler hükümet gibi, kadınlar gizli devlet gibi.

Görünen açık güçler erkeklere verilmiş: cesaret, liderlik vas­fı, mali güç, beden gücü...

Gizli güçler de kadınlara verilmiş: kurnaz bir zekâ, küçük şeyleri gözden kaçırmamak, iletişim yeteneği, anne olma...

Materyalist bakışta, görünmeyen güçler, göz ardı ediliyor. Kabul edilen, görünenin varlığı. Tahsil ve maddi güç... Kadı­nı güçlendirelim, erkeklere ihtiyaçları kalmasın. Oysa her ne olursa olsun kadın erkeğe, erkek kadına farklı noktalarda her zaman muhtaç olacaklar.

“Sizi birbirinizden farklı noktalarda üstün yarattık.” Yani ya­ratılış olarak kadının erkeğe, erkeğin kadına bir üstünlüğü yok, iki cinsin birbirinden üstün olduğu sahalar var. Mesela kadınlar beynin sağ tarafını daha çok kullandıkları için duygusal konu­larda ve iletişim konularında erkeklerden daha üstündürler;

Erkekler ise beynin sol tarafını daha çok kullandıkları için sistematik düşünme ve mantık sahalarında kadınlardan üstündürler.

Kadın- erkek farklılıkları incelendiğinde pek çok noktada  iki cinsin birbirlerinden farklı ve üstün yönleri ortaya çıkar.

Rabb’ımiz Ayet-i Kerîme'de buyurduğu gibi herkese gerekli olanı vermiş ve “Birbirinizdekileri arzulamayın, onun gibi olmaya çalışmayın...” ve “Allah'ın fazlından isteyin...” buyruluyor, yani  kendinize verilen meziyetleri geliştirmeye çalışın.

İnsan olarak eşitiz. Kanunlar önünde kadın-erkek nasıl eşitse, dinen de bu böyle. Suçlara verilecek cezalarda ya da iyiliklere yapılacak mükâfatlarda kadın-erkek ayırımı yok.

Kadınlar, eşit olalım derken, çoğu zaman otoriteyi kendi ellerine alıyorlar, farkında değiller. Otorite kadına değil, erkeğe yakışan bir şeydir. İş yerlerinde yapılan araştırmalarda çalışan kadınların çoğu, kadın idareci istemiyorlar, erkek idareciyi ter­cih ediyorlar.

Kadın idarecilerin otoriteyi sağlamak için erkekleşmeleri ge­rekiyor; fakat bu da fıtratla çatışmaya sebep olduğundan tam olarak yapamıyorlar. Bu durum iş yerinde çalışanlara ve idareci kadınların aile hayatlarına zarar veriyor. Dışarıda idarecilik ya­pan kadınlar evde de idarecilik yapmaya devam ediyorlar. İda­reci kadınlar iş yerinde otoriteyi asık yüzlü durarak sağlamaya çalışıyorlarmış.

Oysa erkekler için idarecilik yaradılışlarında var olan bir şey olduğu için erkek idareciler güler yüzlü olmaktan ve çalı­şanları ile şakalaşmaktan, onlara yakın davranmaktan korkmuyorlarmış.

Evde idareyi ele almaya heveslenen pek çok hanım da oto­ritelerini kabul ettirmek için iş yerindeki idareci kadınların me­todunu kullanıyorlar: asık yüz... Kadınlar çocuklarına ya da eşlerine kızdıkları zaman kendi otoritelerini göstermek için hemen yüzlerini asarlar. Oysa bu hiç iyi bir metot değildir. Kadının kendi ruh sağlığı bozulmaya başlar. Kadın canı sıkıldığında üzüldüğünü gösteren bir yüz ifadesi ile durumu anlatsa problemler daha çabuk çözülür. Kadının kızgınlık ifadesi takınması evde güç çatışmasına sebep olur.

Dünyanın pek çok farklı ülkesinde de bunu anlatan ataşe­leri vardır:

“Mutlu evlilik, erkeğin baş, kadının kalp olduğu evliliktir.” (Portekizler)

“Kadın pantolonun bir bacağını istiyorsa, pantolonun iki bacağı da gitmiş demektir.” (Frizce)

“Bir kadın kendi eteğiyle kocasının pantolonunu ayırt ede­biliyorsa akıllıdır.” (İskoçlar, Britanya)

“Hakların denkliğinden kavga doğar.” (Cenap Şehabettin) “Bir milletin başında iki iyi lider olacağına, bir kötü lider olsun.” (Napolyon)

Yani ailede iki lider mümkün değildir. Her kurumda bir baş­kan vardır. Her arabada bir direksiyon ve tek şoför vardır. İki direksiyonlu, iki şoförlü araba olmaz, yapılsa da onunla hiçbir yere gidilemez.
Eşitlik davası ile kadınların çoğunda erkeklere karşı aşağı­lık kompleksi oluşturdular. Kadınlar sürekli erkeklerle eşit olduklarını yahut onlara üstün olduklarım ispat etmeye çalışıyor­lar» bu uğurda ciddi mücadelelerle hayatlarını heder ediyorlar.

Günümüzde aksaklık erkeğin evde idareci olması noktasın­da başlıyor. Feminist kadirim kabul etmek istemediği gerçek bu. Çünkü Feministler pederşahi (ataerkil / patriarcal) sistemi yok etmek istiyorlar. Erkeğin idareci olduğu aile sistemi yerine ka­dının idareci olduğu maderşahi (anaerkil / matriarcal) sistemi getirmeye çalışıyorlar. Bu da daha fazla asık yüzlü ve kızgın ka­dın demektir. Yaratılışa uymayan roller kimseyi mutlu etmez.

Bir evde iki otorite olamayacağı için kadın otorite olduğun­da erkek kendi otoritesinden vazgeçmek zorunda oluyor. Ka­dın, erkek rolünü alınca erkek de kadın rolünü almaya başlıyor. Kadın evde reis olunca çocuklarına da babalık yapmaya başlı­yor. Normalde çocuklar anneden sevgi almalılar; babadan oto­rite... Dominant annelerde büyüyen çocuklar, anneden sıcacık bir sevgi alamıyorlar, sevgi eksikliği yaşıyorlar. Evde izin mercii anne, kurallar koyan anne, neyin yapılıp yapılmayacağına karar veren anne, kızan ve cezalandıran anne olunca çocuk anneye kızgınlık duymaya başlıyor.

Kendi kocalarına reislik yapan bazı kadınlar; kocalarının ço­cuklarına hâkim olmasını, çocuklarının babaya saygı duyması­nı, yanlış yapacağı zaman babayı hatırlayarak çekinip korkma­sını istiyorlar; fakat çocuklar da annenin koca olarak saymadı­ğı adamı baba olarak saymıyor ve ondan çekinmiyorlar. Günü­müz gençliğinin problemli tiplerden meydana gelmesindeki en mühim sebeplerden biri de annelerin otorite olacağım diye ço­cuklarına yeterince sevgi vermemesi ve erkeğin ailede itibarını kaybetmesidir...

Kocasına saygılı davranmayan, onun evde reis olmasını ka­bul etmeyen pek çok kadın kendi oğulları evlendiğinde oğullarının gelin tarafından saygı görmesini bekliyorlar. Oğullarına “Karından korkma, erkek ol, sözünü dinlet!” diye öğütler veri­yorlar. Oysa pasif baba, reis anne ile büyüyen erkek çocukları da kendi evliliklerinde “kavvam” olmakta zorlanıyor, ekseriyetle eşleri tarafından idare ediliyor, çoğu zaman da eziliyorlar.

Sema Maraşlı - Sevmek Bu Kadar Güzelken
Devamını Oku »