Erkekleşme Hareketi ve Zararları

Erkekleşme Hareketi ve Zararları



“Kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara olsun.” buyurmuş, Allah Resûl’ü bir Hadîs-i Şerîf’inde.

Sevgili Peygamber’imiz “Rahmet Peygamberi”dir. Çok az lanet etmiştir. Onun bir şeye lanet etmesi, o şeyin çok kötü olduğunu gösterir. Kadın erkekleştiğinde veya erkek kadınlaştı­ğında Allah'ın yarattığı düzen bozulur.

Kadın-erkek arasındaki çekiciliği sağlayan şey zıtlıktır. Ya­ratılan her şey zıddı ile kaimdir. Güçler, karşı güçlerle eşleşip bütünleşirler: Ateş-su, gök-yer, siyah-beyaz, nefes almak-nefes vermek, itmek-çekmek, kadın-erkek...

Kadın ve erkek birbirlerine pek çok yönden zıt yaratılmıştır. İki cinsi birbirine çeken şey de bu zıtlıktır. Bedenen ve ruhen kadın yumuşak yaratılmış, erkek sert... Her iki cins, kendilerine has birtakım meziyetlerle doğar: Kadının mayasında şefkat ve teslimiyet vardır; erkekte lider­lik, güç ve iddia...

Güce karşı teslimiyet, iddiaya karşı şefkat birbirini tamam­lar.Yaratılışın aksine giderek mutlu olmak diye bir şey yoktur.

Modern hayatın en vahim hastalığı, bu zıtlığın bozulmaya çalışılmasından dolayı kadın ve erkeğin birbirine benzemeye başlamasıdır. Bu noktada erkekler; kadınlaşma yolunda daha yavaş giderken kadınlar hızla erkekleşiyorlar.

Feminizm, Avrupa’da insan yerine konmayan kadınları ko­rumak için iyi niyetle başlayan bir hareket iken bugün gelinen noktada eşitlik adına kadını erkekleştiren, erkeği kadınlaştıran, fıtrata karşı bir harekete dönüşmüştür.

İki cinsi tek cins hâline getirme çalışmaları, kadınların er­kek pantolonları giymeleri ile hız kazanmış, “üniseks” denilen cinsiyetsiz giyecekler ile ortak kıyafetler giyilmeye başlanmış ve kadın-erkek rakip hâline getirilerek yanşa sokulmuştur.

Feminizm duyguda kadın, davranışta erkek yeni bir tip “Femo kadın” ortaya çıkardı. Femo kadınlar, erkek gibi başarı odaklıdır. Basit bir tartışmayı bile kaybetmeye dayanamaz, tar­tışmacı ve iddiacıdır. “Femolar” bir kadının sahip olması gere­ken nezaketi, zarafeti ve edayı kaybetmişlerdir. Farkında olma­dan hem kendileriyle hem erkeklerle mücadele hâlindedirler. Bir türlü sükûna kavuşamazlar.

“Yuvayı yapan dişi kuştur.” Bir millet kadından yıkılır ya da kadından yükselir. Kadınların erkekler üzerinde tesiri çok fazla­dır. Kadın şaşarsa çocukların ve erkeklerin şaşması da peşi sıra gelir. Kadınlar kendi kıymetlerini bilmeliler ve halkı yönlendir­medeki güçlerinin farkına varmalılar. Kadınlar hayır yahut şer güçleriyle cemiyete yön verirler. Bu güç şer yöne çevrilmişse bu, ailenin ve sosyal yapının çöküşü demektir.

Feminizm hareketi kadına iyilik değil, kötülük etmiştir. Ba­tılı erkekler kadını koruma, eşitlik ve feminizm iddiaları ile ai­lenin maddi yükünü de yarı yarıya kadınların üzerine devretti­ler; fakat bunun yanında ev işi, çocuk yetiştirmek gibi işler yine kadının üzerinde kaldı.

Kadınlar güçlüdür, erkeklerin yaptığı her şeyi yapabilir“ diye kadınları zorlanacakları işleri almaya teşvik ettiler. Yani yine aldanan kadınlar oldu.

Kadınlar yaradılışlarına uygun olan, kadınlar tarafından icra edilmesine lüzum ve ihtiyaç duyulan meslekleri seçerlerse hem kendi bünyelerini yormazlar hem de insanlara faydalı olurlar.Ailenin maddi ihtiyaçlarım erkek karşılıyorsa kadınlar illa para kazanmak peşinde koşmamak... Bunun yerine, ilim ve irfanla uğraşıp çocuklarım güzel yetiştirmeleri, demek ve vakıf çalışmaları ile faydalı sosyal faaliyetlere katılmaları, aileyi tehdit eden tehlikelere karşı mücadele etmeleri, sosyal yapının yük­selmesi için uğraşmaları kendileri, aileleri ve bütün insanlık için çok isabetli olur. Erkek - yaradılış olarak müsait olduğu için - meşakkatli ve ağır da olsa dış hizmetleri görürse aile daha sağlıklı yürür.

Feminizmin kadını ve erkeği eşit yapma iddiaları insanlığa zarardan başka bir şey getirmemiştir. Eşit olmak için benzemek gerekir. Oysa kadın ve erkeğin yaratılışı birbirinden çok çok farklıdır; Eşit yapıda olmayanları eşitlemeye çalışmak en büyük adaletsizliktir.

Kadın' erkek arasında denklik mümkün olmadığı için eşitlik mücadelesi bir müddet sonra üstünlük savaşına dönüşüyor. Ka­dınlar, ne kadar zeki, ne kadar becerikli, ne kadar başarılı olabileceklerini erkeklere göstermek ve ispat etmekle ömürlerini geçiriyorlar.

Feminizm ilk çıkış yıllarında kadını insan yerine bile koymayan Avrupa için belki elzemdi. Fakat bugün feminizm artık amacım aşmış vaziyettedir ve Avrupa’da da aile birliği için bir tehlike arz etmektedir. Avrupa ülkeleri de aile kurumunu korumak için kadınların geleneksel rollerine dönmeleri gerektiği ile ilgili çalışmalar yapmaya başladılar; Feminizm nerdeyse kadı­nın, ailenin ve insanlığın en büyük düşmanı hâline geldi.

Kadına değer veren bir dinin mensupları olarak feminizm aşısının bizde tutmaması gerekirken maalesef sinsi oyunlarla pek çok kadın feminizm bataklığına doğru çekiliyor. Medya köşelerinin kadın yazarlarının çoğu feministtir ve yazılanın da çoğu kadınları erkeklere karşı kışkırtmaktan başka bir işe yaramıyor.

Bu femo köşecilerin bütün yazdıkları “Kadınlar eziliyor, erkekler kadınlara zulmediyorlar. Erkekler kadınları mutlu etmiyorlar... Erkekler zevk düşkünü ve duygusuz varlıklar... Ey kadınlar, haklarınızı arayın!..” havasındaki teraneler... “Kadın, erkek, ilişki, sevgililik, aşk, özgürlük, aldatma” gibi ailevi mevzuları temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp vatandaşların önüne koyu­yorlar. Televizyon programlarında (diziler, filmler, tartışmalar; haberler, ekran çöpçatanlıktan...) da bu mesele renkli ekranla­rın değişmez menüsü olarak milyonlara sunuluyor.

Verimsiz ve parazit tiplerin gayretleri ile tutmayacak aşı tut­tu. Kadınların ellerine “kadın hakları” diye bir afiş verip onlar­dan “kadın olma hakkı”m aldılar.

Kadın olmayı unutturdular. Hak hukuk davasına düşen ka­dın, erkekle mücadeleye girdi.

Feminizmin cinsel özgürlüğü savunması ve yaygınlaştırma­sı da yine kadınların aleyhine oldu. Bağlılık duygusuyla yaratı­lan kadın, koldan kola savrulurken mutlu olamıyor; çünkü fıt­ratında bir aile kurma ve anne olma saiki var. Tabii, feminizmin getirdiği cinsel özgürlük, evliliğin sorumluluğunu almadan pek çok kadınla birlikte olmak isteyen erkeklerin çok işine geldi. Bu yüzden feminizm, erkek taraftar bulmakta da zorlanmadı.

Evde, işte, kısacası hayatta eşitlik diye bir şey mümkün de­ğildir.Bunu artık anlamak lazım. Eşitlik davası komünist bir id­diadır aslında. Komünizmde zengini fakire eşitleyelim diye uğraştılar fakat yapamadılar.Feminizm de kadını erkeği eşitlemeye çalışıyor. İki dava da yaradılışa aykırı olduğu için temelsizdir ve sürmesi mümkün değildir.

Komünizm çöktü, dansı feminizmin başına...



Sema Maraşlı - Sevmek Bu Kadar Güzelken
Devamını Oku »

İslâm`da Hiçbir Eşitlik Yok!

İslâm`da Hiçbir Eşitlik Yok!

Bu karmaşaya modern zamanlara ait kavramlar ya da modern zamanların yeniden şekillendirdiği kavramlar mı sebep oluyor?

E.sifil:Modernitenin kendini yaşanabilir kıldığı zeminler, çok önemli ölçüde kavramlarla vücut buluyor. Kendisini önce evrensel ilan ediyor. Bu kavramlara hiçbir dinin hiçbir ideolojinin itiraz etmemesi gerektiğini söylüyor. Bu kavramlar algılarımıza da yerleşince dinimizi, kendi kimliğimi, kimlik unsurlarımızı bu kavramlar zemininde yeniden yorumlamaya başlıyoruz. Bunun farkında değiliz tabii çoğu zaman.  Eşitlik bunlardan birisi mesela. Bazen vaazlarda en büyük eşitlik İslâm`dadır, en büyük özgürlük İslâm`dadır gibi sözler duyarım, kulaklarıma kadar kızarırım. Niye? Çünkü burada bir tuzak kurgu var. En güzel insan hakları İslâm`dadır dediğiniz zaman; “insan hakları temeldir, İslâm`da bunu içerdiği için kıymetlidir” demiş oluyorsunuz. En güzel, en dokunulmaz değer özgürlüktür, İslâm da bunu ihtiva ettiği için, garanti ettiği için önemlidir demiş oluyorsunuz.

İkincisi, bu dediklerinizin İslâm`la hiçbir bağlantısı yok. Şimdi eşitlik deniyor, bir tarağın dişleri gibi vs. Ama ben aklım yettikçe bakıyorum, İslâm`da hiçbir eşitlik yok. Bir kere ontolojik olarak varlıklar arasında eşitlik yok. Zamanlar var, zamanlardan üstün. Mesela Kadir Gecesi, içinde Kadir Gecesi`nin bulunmadığı bin aydan daha hayırlıdır. Ramazan, diğer on bir ayın sultanı. Cuma, altı günün sultanı. Yani zamanlar arasında bir eşitlik yok. Mekanlara bakın orada da eşitlik yok. İşte Mescid-i Haram`da kılınan bir vakit namaz diğer yerlerde kılınanlardan 100 kat daha sevaplıdır. Aynı şey Mescid-i Nebevi için de geçerlidir. Mekanlar arasında da eşitsizlik var. İnsanlara bakın, yine eşitsizlik göreceksiniz. Bir kere bazı insanlar peygamber. Geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmış. Bazıları ulul azm peygamber, onların da üstünde. Şimdi nasıl bir eşitlikten bahsedeceğiz? “Erkekler kadınlardan bir derece daha üstündür” buyurmuş Allah-u Teâlâ. Şimdi bunu söylediğiniz zaman modern Müslüman bile itiraz ediyor. Ben söylemiyorum ki bunu. Bu Kur`an`ın, Sünnet`in önümüze koyduğu realitedir.

Ben erkek olduğum için bunu söylemek bana kolay geliyor, kadın olsam itiraz mı edecektim? Hayır. Kadınlarımızın da itiraz etmemesi lazım. Bu bizim koyduğumuz bir taksimat değil. Bizi yaratanın koyduğu bir taksimat, derecelendirme. Burada eşitlik görmek için kendimizi zorlamayalım. Şimdi böyle bir şey varmış gibi vehmediyoruz. Ondan sonra dönüp diyoruz ki “efendim niye bir erkek dört kadınla evlenebiliyor?” Batılıya bunu izah etmekte zorlanıyoruz. Arkasından Kur`an`ı tahrif etmeye başlıyoruz. Nasıl oluyor? Efendim işte Kur`an ikişer, üçer, dörder alın buyurmuş. Bu ayetten sonra da “eğer adaletsizlik edeceğinizden endişe ederseniz bir kadınla evlenin” demiş. Sonra başka bir ayette de buyurmuş ki “ne kadar çalışırsanız çalışın, aralarında adaleti gözetemezsiniz, tam sağlayamazsınız.”

Burada aslında farkında olmadan insanlar (haşa) Allah-u Teâlâ`yı abesle iştigalle itham ediyor. Yani bir taraftan dörde kadar evlenebilirsiniz, bu serbest. Aralarında adalet yapın ama. Öbür taraftan da ne kadar çalışsanız adalet yapamazsınız, diyen bir Kur`an. Haşa Kur`an böyle bir çelişkiden münezzehtir. Peki, nedir bu? Bu aralarında “sevgide adalette ne kadar çalışsanız eşit davranamazsınız” diyor Kur`an. O sevgide adalettir. Öbürü; giyimde, kuşamda, nafakada, muamelede adalettir. Bunu sağlayabilirsiniz tabii ki. Dolayısıyla illa eşitlik fenomenine uyduracağım diye Kur`an`ı çarpıtmaya kadar giden bir çarpılma durumu var. Neden oluyor bu? İşte bu eşitlik kavramını mutlaklaştırmaktan oluyor. Aynı şeyi özgürlük için de söyleyebiliriz. İnsan hakları için de söyleyebiliriz. Bu kavramlar temelinde biz Müslümanlığımızı baya baya bir kuşa çevirmiş durumdayız.



Ebubekir Sifil-Sözü Müstakim Kılmak 2
Devamını Oku »

Bir Kader Sohbeti



Mutlak eşitlik, yâni, her şeyin her yönden aynı olması, adalete zıt!..

Bilirsin, bir şâir, kasidesinde her harfi kelimenin tamamını dikkate alarak yazar. Her kelimeyi, o şiirin bütününü nazara alarak yerleştirir. Her mısrayı da kasidenin tamamını gözeterek kaleme alır. Burada mutlak eşitlik değil, adalet söz konusu... İlk mısra başa gelir, son mısra dipte kalır, ama hepsi aynı gayeye hizmet ederler.

Bir fabrikatör, fabrikasının büyüklüğünü, bölmelerini, motorlarını, tâ en küçük cıvatasına varıncaya kadar hikmet ve adaletle tanzim eder. Ve ortaya mükemmel bir fabrika çıkar. Mutlak eşitlik, bu düzeni harap eder.

Bir ressam da öyle değil mi?.. O, çizdiği her bir tabloda, her şeyi yerli yerine oturtur. Renkleri, şekilleri mutlak eşitlikle değil, adaletle taksim eder. Neye ne yakışırsa, onu onunla boyar. Kime ne gerekliyse ona o şekli verir. Ve ortaya harika bir eser çıkar...

İşte ! Bu kâinat da mükemmel bir kaside, muazzam bir fabrika ve harika bir tablo gibi. Bizim vazifemiz, bu İlâhî eserdeki sonsuz adalet tecellilerini hayretle ve hayranlıkla seyretmek...

EŞİTLİK GÜZEL Mİ?

“Eşitlik güzel midir?” konusunda bir anket yapsanız, umarım, çoğu kimse sorunuzu tuhaf karşılayacak, “bunun da sözü mü olur?” diyecektir. Ama, meseleye dikkatle yaklaşsalar ibretle görürler ki, hemen bütün güzelliklerin kaynağında “eşit olmamak” yatar.

Şu kâinat yaratılmadan, bütün varlık âlemi yoklukta eşittiler. Cenâb-ı Hakk bu âlemi yaratmayı irade buyurunca bu eşitliğin de ömrü sona erdi.

Kâinat sarayı, bildiğimiz kadarıyla, yüz yedi elementle, yani yüz yedi tip taşla bina edildi. Böylece değişiklikler ve aykırılıklar da başlamış oldu. Zaten, “saray” dediniz mi, mutlak eşitlik kalmaz ortada. Merdivenlerle kanepeleri, panjurlarla kandilleri eşit kılabilir misiniz? Sarayı güzel yapan da bu başkalıklar, değil midir?

İşte, kâinat böylesine başkalıklarla bezendi ve sonunda bu sarayda bambaşka misafirler boy gösterdiler. Yosunundan meyve ağaçlarına kadar bütün bitkiler, karıncasından devesine kadar çeşit çeşit hayvanlar kafileler halinde dünyaya geldiler ve bu âlemi şenlendirdiler

Ve en sonunda başkaların başkası “halifeler halifesi” ufukta göründü: İnsan.

Bilindiği gibi, varlık alemi üç ana gruba ayrılıyor. Cansızlar, yarı canlılar (bitkiler) ve canlılar. Mutlak eşitliği bu sınıflandırmaya uyarak biraz tahlil edelim.

İşe cansızlardan başlayalım:


Cansızların eşit olması için ya güneş taşlaşacak, ya taş alev saçacak; ya bütün hava su olacak veya bütün denizler havaya uçacaktı. Meselâ, Güneş Sisteminde eşitlik olsaydı bu durumda herhalde Dünya Güneş'in gezegeni olmayacak, Ay da Dünya'nın eteğini bırakacaktı; her gezegen Güneş kadar büyüyecek, hepsi alev kesileceklerdi.

Kaldı ki, eşitlik için hiç olmazsa, “iki taraf” bulunması gerekmez mi? Halbuki her şey eşit olunca, her şey bir şeye iner.

Bitkilerin eşitliğine gelince, lâleden elma ağacına, ısırgan otundan çama kadar bütün bitkilerin eşit olması halinde, milyonu aşkın çeşitteki güzellikler bire inecek, ortada bir tek bitki çeşidi kalacaktı.

Cenâb-ı Hak bütün hayvanları da bir tek nev'i olarak yaratabilirdi. Ama, o zaman bülbül şakımasından serçe cıvıltısına, aslan kükreyişinden kedi miyavlamasına, öküz böğürtüsünden kuzu melemesine, kurbağa viyaklamasından sinek vızıltısına kadar bütün sesler bire iner, bu harika âhengin yerini monoton bir uğultu alırdı.

Diğer yandan, böyle bir eşitlik için ya balığın kavağa çıkması, ya bülbülün denize girmesi lâzım.

Gelelim insan nevine:


Ruhla beden eşit olsaydı, ortada ne ruh kalırdı, ne beden. İnsan, ancak ruhunun sultan, her organının da birer nefer olmasıyla güzelleşir. Sultan neferle eşit olursa ortada devlet kalmaz.

Ruh, mahiyetini ancak Yaratan'ın bildiği harika bir âlem. Bu âlemde çok değişik ülkeler var. Ruhun güzelliği akıl, kalp, hafıza, hayal gibi ana unsurların; sevgi, korku, merak, endişe gibi değişik hislerin bütününden ortaya çıkıyor. Bunları eşitlerseniz güzellikten eser mi kalır?

Ruhta uzaktan uzağa görebildiğimiz bu gerçeği, bedende çok daha açık seyredebiliriz:

Göz kapağımızla diz kapağımız aynı özellikte mi?

Göğüs çatımızla kafatasımız, içlerinde aynı şeyleri mi saklıyorlar?

Beyin hücresiyle tırnak hücresi aynı vazifeyi mi görüyorlar?

Akciğerle karaciğeri nasıl bir tutabiliriz? O zaman, alyuvarlarla akyuvarları da eşitlememiz, gözümüzün akıyla karasını birbirlerine katmamız gerekmez mi?

Organlar arasında eşitlik sağlamaya kalkarsak, ortada hiçbir şey kalmaz. Kalsa bile dövülmüş et gibi bir şey kalır ki, ona da neyin organı diyeceğiz?!..

Eşitliğin güzel olduğu bir tek saha var: Hukuk... Kanun karşısında herkesin eşit olması.

Ama, çoğu insanımız bu mânâyı pek de hatırlamıyor. Ve eşitlik denilince dünya nimetlerinden aynı miktarda faydalanmayı anlıyor.

Herkesin bir başka türlü imtihan edildiği bu dünya meydanında, böyle bir eşitliği ancak hayal âleminde yakalayabiliriz.

- Eşitlik konusunda şöyle düşünmemiz gerekiyor:

İnsanlar arasında mutlak eşitlik olsaydı; her şeyden önce, anne, baba ve evlat mefhumları kalır mıydı ortada?.. Ve yine böyle bir eşitlikte âmiri ve memuruyla, çiftçisi ve tüccarıyla, öğretmeni ve öğrencisiyle, işçisi ve işvereniyle bir bütün teşkil eden cemiyet hayatından artık söz edilebilir miydi?

Biz varlık âlemindeki farklı tecellileri ibretle seyretmeli ve şu geçici dünya hayatında insanların değişik imtihana tâbi tutulmalarını da bu şuurla değerlendirmeliyiz... Hikmeti, ancak âhirette anlaşılabilecek bazı farklılıkları, hemen itirazla karşılamamalıyız!..

- Dünya bir imtihan salonu ve imtihanlar çeşitli.. Zengin ayrı imtihan oluyor, fakir ayrı...

Zengin, kazancını meşru yolla elde edip etmemekten imtihan oluyor... Zekâttan, sadakadan imtihan oluyor... Şefkatten, merhametten imtihan oluyor...

Fakir ise sabırdan, kıskançlıktan, hasetten ve en önemlisi kadere itiraz edip etmemekten imtihan oluyor.

- Başkalıklar hep hikmet dolu. Ama insan aklı bunu anlamaktan âciz. Şimşek çakıyorsa; bulutların yükleri aynı olmadığındandır; biri negatiftir, diğeri pozitif.

- İnsanlığı bir bütün olarak düşünürsek, şu dünya, her an milyonlar, belki milyarlarca çeşit imtihana sahne olmakta... Kendisine rüşvet teklif edilen bir görevli, hastalıktan inleyen bir biçare, haram bir çehreyle karşılaşan genç... Ve daha niceleri... Hep imtihan oluyorlar. Sadece sorular farklı, o kadar.

Bunu böyle bilip, bu dünya imtihanında kul olduğumuzu unutmayacak ve haddimizi aşmayacağız. Ne kendi nefsimize, ne de bir başkasına Allah'tan daha merhametli olamayacağımızı hatırdan çıkarmayacağız. Fuzulî avukatlığını yaptığımız o sakat, kör yahut fakir insanlar hep Allah'ın kulları... Onları yokluk karanlıklarından kurtarıp varlıkla şereflendiren O. Annelerinin rahimlerinde her şeyden habersiz olarak geçirdikleri o dokuz aylık devreyi safha safha tanzim eden O. Şu anda hepsi Onun verdiği can ile yaşıyor, Onun taktığı organları kullanıyor, Onun dünyasında geziyor, Onun güneşiyle aydınlanıyorlar...

Ve hepsi âhiret yolcusu... Onun huzuruna çıkacak, Ona hesap verecekler. Salih kullar Onun Cennetine varacaklar. Küfür ve isyan yolcuları ise Onun azabına uğrayacaklar.

Şunu da unutmamak gerek:

Kimin hakkında neyin hayırlı olduğunu biz bilemeyiz!.. O, bir İlâhî sırdır.Biz gerek kendi nefsimize, gerekse başkalarına karşı vazifemizi elden geldiğince yapmakla mükellefiz.

Prof.Dr.Alaaddin Başar
Devamını Oku »

Tek-biçimleştirme

Tek-biçimleştirme

Bireylerde, nicelik niteliğe ne kadar üstün gelirse,bireyler, eğer deyim yerindeyse, sadece basit birey durumuna düşmeye o kadar yakın olacaklardır ve böylece birbirlerinden de o kadar çok ayrılmış olacaklardır; kuşkusuzdu, birbirlerinden farklılaşmış olacak­lardır, anlamında değildir, çünkü tamamen niceliksel farklı­laşmanın —ki söz konusu ayrılma budur— tersine, bir de ni­teliksel farklılaşma vardır. Buradaki ayrılma bireyleri, keli­menin en dar anlamıyla, sadece çok sayıda "birimler"  haline koyar ve onların bütününden bir niceliksel çokluk meydana getirir. Uç noktada bu bireyler, her türlü niteliksel belirlenimden yoksun olacaklarından dolayı, ancak fizikçile­rin sözüm ona "atomları"na benzer bir şey olabilirler; işte, bu uç noktaya (la limite) gerçekten hiçbir zaman ulaşılamaz ise de, modern dünyanın gittiği, yöneldiği yön böyledir.

İster in­sanlar söz konusu olsun, ister insanların içinde yaşadıkları nesneler söz konusu olsun, gittikçe her şeyin her yerde tek biçimliliğe(uniformité)indirgenmeye çalışıldığını görebilmek için, insanın sadece etrafına şöyle bir göz atması gerekir, ve şurası son derece açıktır ki, böyle bir sonuç ancak, her türlü nitelik farkını mümkün olduğunca ortadan kaldırarak elde edilebilir. Fakat burada oldukça dikkat edilmesi gereken bir başka husus da şudur: Tuhaf bir yanılsamayla (illusion),kimi­leri bu "tekbiçimleştirme"yi (uniformisation) bir "birleştirme"(unification) sanmaktadırlar, oysaki gerçekte tam tersi bir du­rumu yansıtmaktadır; "farklılaşmanın (séparativité)gittikçe belirginleşen bir yoğunlaşması söz konusu olduğuna göre, bu durum gayet açık gözükebilir. Üstüne basa basa söylüyo­ruz ki, nicelik sadece ayırabilir ve kesinlikle birleştiremez. "Madde"den (matière) kaynaklanan her şey, değişik biçimler altında, parçalar halinde olan "birimler" (unités) arasında, sa­dece çatışma ve uyuşmazlık meydana getirir. Aslında bu di­rimler" gerçek birliğin tam zıt ucunda bulunurlar ya da en azından, artık nitelikle dengesi sağlanamayan bir niceliğin bütün ağırlığıyla tam o zıt uca doğru giderler; fakat bu "tek- biçimleştirme" modern dünyanın çok önemli ve aynı zaman­da yanlış yorumlanmaya çok müsait bir yönünü oluşturmak­tadır.

 

.......

Tekbiçimciliğin mümkün olması için, her tür nitelikten yoksun ve sadece basit sayısal ''birlikler" durumuna indirgenmiş varlık­ların olması öngörülmektedir. İşte bu yüzden böyle bir tekbiçimcilik gerçekten hiçbir zaman gerçekleşemez, fakat onu gerçekleştirmek için yapılan bütün çabalar, özellikle İnsanî alanda, varlıkları kendi niteliklerinden tamamen soyma ve yoksun bırakma sonucunu doğurabilir; böylece onları müm­kün olduğu kadar basit makinelere benzeyen bir şey durumuna getirir,çünkü modern dünyanın tipik bir ürünü olan makinanın,şuana kadar ulaşılabilcek en yüksek derecede niceliğin üzerindeki üstünlüğünü temsil eden şeydir;’’Demokratik’’ ve ‘eşitlikçi’’ görüşler,toplumsal görüş açısından tam olarak işte buna doğru yönelmektedirler; bu görüşlere göre, bütün bireyler kendi aralarında eşittir; bu görüş; bütün bireylerin ne olursa olsun, her şeye eşit şekilde yetenekli ol­maları gerekirmiş gibi saçma bir varsayımı da beraberinde getirmektedir.

Bu öyle bir "eşitlik"ki yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı, tabiat bunun bir örneğini sunmamakta­dır, çünkü o zaman bireyler arasında tam bir benzerlikten başka bir şey olmazdı bu eşitlik. Fakat şurası gayet açıktır ki, modem dünyada tersinden en kıymetli "ideallerden birisi olan, bu sözüm ona "eşitlik" adına, tabiatın imkân verdiği ka­darıyla bireyler kendi aralarında gerçekten benzer kılınmaya çalışılmaktadır. Bu da, her şeyden önce herkese aynı eğitimi zorla vermeye kalkışmakla yapılmaktadır.

Her şeye rağmen, bireyler arasındaki yetenek farkını tamamen ortadan kaldır­mak mümkün olamayacağı için, böyle bir eğitimin herkes için tamamen aynı sonuçları vermeyeceği doğaldır. Bununla birlikte şu da bir gerçektir ki, her ne kadar bu eğitim bazı in­sanlara sahip olmadıkları nitelikleri vermeye muktedir değil­se de, buna karşılık, diğer insanlardaki orta düzeyi aşan bü­tün imkânları silip süpürmeye çok elverişlidir. İşte bu yüz­den "eşitleştirme" (nivellement) her zaman aşağıdan yapıl­maktadır ve zaten başka türlü de yapılamaz; çünkü bizzat eşitleştirme sadece aşağıya doğru yani her maddî zuhûrdan daha aşağıda bulunan saf niceliğe doğru giden bir eğilimin ifadesidir. Saf nicelik sadece en ilkel canlı varlıkların işgal et­tiği maddî derecenin altında değil, fakat aynı zamanda çağ­daşlarımızın "ham madde" (matière brute)diye adlandırmayı uygun gördükleri şeyin altında, fakat bununla birlikte duyu­lanınıza gözüktüğüne göre, her tür nitelikten tamamen yok­sun olmaktan uzak olan şeyin altında bulunur.

Modern Batılı zaten kendine bu tür bir eğitimi vermekle yetinmemekte, aynı zamanda bu tür bir eğitimi, maddesel ve zihinsel bütün alışkanlıklarıyla birlikte, başkalarına da zorla benimsetmek istemektedir; bunu da, bütün dünyayı tekbiçimleştirmek amacıyla yapmaktadır; nitekim aynı zamanda sanayi ürünlerini yaymakla dünyanın, dış yönüne varıncaya kadar her şeyini tekbiçimleştirmektedir!

 

Rene Guenon - Niceliğin Egemenliği
Devamını Oku »