Kadın, Hakkını Değil, Aklını Kullanmalı

Kadın, Hakkını Değil, Aklını Kullanmalı


“Yoksa her umduğu şey insanın kendisinin mi olacaktır" (Necm / 24)

Umduğumuz her şeye sahip olmak istiyoruz, elde edemeyince de sevdiklerimize ve hayata karşı kırgın oluyoruz.

Haklı olmak mı, mutlu olmak mı? İkisi arasında tercih yapmak zorunda kalsanız hangisini seçerdiniz?

İkisi bir arada olursa pek güzel olur; ama bu pek mümkün olmaz. İmtihan dünyası olması sebebiyle...

İnsan kendine iki dünya kurmalı;

1. Sevdiklerimizle kurduğumuz dünya
2. Sevdiklerimiz haricinde kurduğumuz dünya

Dış dünyada hak aramak lazım. Mü’min ne hak yer, ne de hakkını yedirir.

Alkol, uyuşturucu, ruh hastalığı gibi sebeplerle eşlerinden zulüm gören kadınlar bu yazının mevzusu değil.

Uğradıkları haksızlığa karşı onlara yardım etmek gerek. Onların da haklarını aramaları gerekir.

Ancak sevgi bağı olan yerde hak davası güdülmemeli. Yoksa sevgiyi kaybederiz. Evliler bilirler, haklı olmalarına rağmen mutsuz biten ne çok hâllere düştüklerini. Mühim olan, haklı olduğu hâlde sevgiyi ön plana almak, sevdiğini üzmemek için onu düşünerek hatayı görmemek.

İnsan kendini bütün iyi şeylere layık görür ve hepsini yaşamak ister.Umduğumuz şeylere kavuşmak istiyoruz. Hayal ettiğimiz evliliği yaşamak istiyoruz. Neyin hak, neyin hak olmadığı, kime göre hak, kime göre haksızlık olduğu, evlilik sahnesinde keskin çizgilerle belli olmaz. Bu, kişilere göre değişir.
Kendi hatalarımızı görmediğimiz için de haksızlığa uğradığımızı düşünüyor olabiliriz. Olanlara hep kendi penceremizden bakarız; görmek istediğimiz kadarını görürüz ve başkalarına da öyle anlatırız. Bir de karşıdakinin penceresinden bakmak lazım.

Kime göre haklısın? Kendine göre...

Bazen iki taraf da haklı olabilir.

Erkek “Karım çok çabuk yüzünü asıyor. Çok şey beklemiyorum, sadece bir güler yüz istiyorum, buna da hakkım vardır herhâlde.” diyor.

Kadın da buna benzer şeyler söylüyor: “Akşam eve iş sıkıntılarını getirmesin. Asık yüzle gelmesin, bir güler yüz de beklemeye hakkım yok mu?” diyor.

Kadın “Her gün evde kahvaltı yapıyorum, pazar günleri ol­sun dışarıda kahvaltı yapmaya hakkım var.” diye düşünüyor.

Erkek “Her gün dışarıdayım haftanın bir günü şöyle evimde ayaklarımı uzatayım, rahat rahat kahvaltımı yapayım, gazete­lere bakayım; her gün çalışıyorum, bir gün dinlenmek benim de hakkım.” diye düşünüyor.O zaman ne olacak? Gezmek için bile olsa erkek dışarı çıkmayı bir yorgunluk olarak görebilir.

Kocanız işten yorgun geldi ve bir sebeple kızdı bağırdı. Hiçbir suçunuz yok, siz haklısınız, şimdi ne yapmalısınız? Karşısında siz de mi bağırmaksınız?

Farz edelim ki karınıza “Şu saatte seni alacağım...” dediniz.

-O da Tamam... dedi. Siz o saatte oradasınız, ama karınız yok,sizi bekletti; ne yapmaksınız? Bağırıp kalbini mi kırmalısınız,yoksa sabırla beklemeli misiniz?

Bu anlarda haklılığı değil mutluluğu ön plana almak gerekir Yaptığımız iyiliklerin karşılığını hemen görmek istiyoruz.

Oğluna çok düşkün bir anneye “Bu kadar üstüne düşmeyin artık evlenme yaşına gelmiş. Evlenince de böyle yaparsanız gelininiz kıskanır.” dedim. Kendinden çok emin bir şekilde “Be­nim gelinim iyi olacak; çünkü ben kayın-validemle çok güzel anlaştım, çok hizmet ettim.” dedi.

“Yaptıysan bir iyilik, karşılığım mutlaka dünyada alacak­sın; yaptıysan bir kötülük onun cezasını da mutlaka dünyada çekeceksin...” diye bir kaide yok. Neticede biz bu dünya için yaratılmadık. Gerçek bayat ölüm sonrası olduğu için de yaptık­larımızın karşılığım esas orada bulacağız.

Velev ki gerçekten haksızlığa uğradık; Allah’ın (cc) bir ismi de “ÂdiTdir. Allah adalet sahibidir, haksızlık ve zulüm yapmaz. Haksızlık ve zulme maruz kalan kişi bağışlamadıkça da haksızlık edenleri bağışlamaz. Allah’ın (cc) “Adil” olması bütün suçların cezasını veya iyiliklerin mükâfatını dünyada vereceği manasına gelmez. Bazılarını hem dünyada hem ahirette, bazıla­rını ise sadece âhirette verebilir.

Nisa 40. Âyet-i Kerîme’de: “Şüphesiz Allah, zerre kadar haksızlık etmez.” buyruluyor. Dışarıdan bakıldığı zaman haksız­lık gibi görünen davaların altında kim bilir ne hikmetler vardır, bilmiyoruz.
Yaptıklarımızın karşılığını dünyada beklemek bizi depres­yona sokuyor, kırgın ve kızgın yapıyor. Psikologlara giden ka­dınların çoğu maddi imkânı iyi hanımlar ve çoğu eşlerinden şikâyetçi. Ortada dayak şiddet falan yok fakat çoğu, kocaları tarafından haksızlığa uğradığım düşünüyor. “Ben ne hata yap­tım?” diye kendini hesaba çeken pek olmuyor.

Aslında bu kadar hak davasına düşmemiz, bir noktada da iman zayıflığımızı gösteriyor. Bir sonraki hayata olan inancımız yakîn» sağlam bir iman olsa haksızlık karşısında bu kadar öfkelenmeyiz.Demek ki âhiretimiz hakkında ciddi endişelerimiz var; Âdil olan Rabb’imize tam güvenemiyoruz ki adaleti kendi elimizle sağlamaya çalışıyoruz.

Kaderle sürekli kavga hâlindeyiz. Yaşadıklarımızı bir türlü kabullenemiyoruz. “Ben bunu hak etmedim. Ben daha iyi bir kocayı hak ediyorum. Ben daha güzel bir kadım hak ediyorum. Ben bu davranışları hak etmiyorum. Bunları yaşamamam la­zımdı.” Al eline bir kalem, yaz kaderini o zaman!
Hakkımızın yendiğini düşündüğümüz zaman açık veya gizli cezalandırmalara başlıyoruz. Eşimizi cezalandıralım derken as­lında en çok kendimizi cezalandırmış oluyoruz.

Kocasıyla olan problemlerini anlatan bir hanıma “Eşinizle çok inatlaşmışsınız, biraz alttan alsaydınız, tamam deyiverseydiniz...” demiştim; o da “Aaa, biz Cumhuriyetken beri bu ka­dar kadın hakkını erkeklerin karşısında susalım diye almadık!” diye karşılık vermişti. Şimdi boşandı, tek yaşıyor, kedi sesinden bile korkuyor. Pek esip gürleyen kadın hakları şampiyonları onu korumuyor!

Sahi, Cumhuriyetten beri bu kadar “kadın haklarının bize niye verdiler ki? Erkeklerle mücadele edelim diye mi? Ortalık, haklarını bilen yalnız ve mutsuz kadınlarla dolu. Tabii bir de eşiyle hak mücadelesi yapmaktan yorulmuş bezgin kadınlarla...

Haklar meselesi konuşuldukça kışkırtıcı oluyor: “Hakkım var, o hâlde almalıyım...” Kimden ne alıyoruz? Sevgi bağı olan yerde hak çetelesi tutulur mu? Hak davası ya mezarda biter veya mahkemede.

Kadınlar “Aman kocamız bizi ezmesin!” diye korkularından eşleriyle sürekli mücadele ediyorlar: Bunun sonunda da kadınların, kocalarının ezmesine gerek kalmıyor, kadınlar kendi kendilerini gayet güzel eziyorlar.

Haklar değil vazifeler konuşulmalı. Kadın ve erkeğin sevgilerini yaşatmak için, mutlu bir evlilik hayatı yaşamaları için tvler yapmaları gerekir, bunlar konuşulsun ki insanlar yapmadıkları, unuttukları varsa hatırlasınlar, eksiklerini tamamlasınlar Hakları konuşmanın kime ne faydası oldu bu güne kadar?

Allah kadına iletişimle donanımlı müthiş bir zekâ vermiş. Kadın, hakkını değil, aklını kullanarak gayet güzel mutlu olabilir.

Kadın haklarını değil, kadın olmayı konuşmalıyız. Kadınlar olarak birbirimize destek olmalı ve kurulan tuzaklara düşmemek için çalışmalıyız. Bize öğretilen bütün yanlışları unu­tup, fıtratımızda var olan fakat üzerine toprak atılan orijinal kadını ayağa kaldırmalıyız. Modernlik çukurunda boğulma­yalım diye...

Hak ettiklerimizi değil, yaşamamız gerekenleri yaşıyoruz. Bizi olgunlaştıracak, çiğlikten kurtaracak hayatı yaşıyoruz. 0 hâlde, söylenmeden, şikâyet etmeden yaşamalı değil miyiz? Şikâyet ederek yaşamayı seçersek yaşadıklarımızın içindeki almamız gereken dersleri, incelikleri kaçırırız.

“Hamdım, piştim, yandım...” demiş Mevlâna. Eğer pişerken sızlanıp dırlanırsak, feryad-u figan edersek, tadımızı bulmadan, çabuk yanarız, öyle değil mi?

Sema Maraşlı - Sevmek Bu Kadar Güzelken
Devamını Oku »

Kaderin Tanığı


Pek çoğumuz, varlığımızın dünya üzerinde pek az yer tuttuğunu düşünüyoruz. İnsan teki, koca dünyada ne ka­dar da çaresiz, değil mi? Yapıp etmelerimizin, düş ve düşün­celerimizin dünyayı değiştiremeyeceğini sanıyoruz. Ben size şimdi başka bir hikâye söyleyeceğim: İyilik dünyayı değişti­rebilir. Kalbinde iyilik ve ruhunda bu iyiliği harekete geçi­recek bir irade taşıyan herkes, tarihi yeniden yazabilir. An­cak iyiliğin iradesi bizim dünyadaki varlığımızı görünür kı­lar; bizden başkalarına taşınacak bir ümit, bir neşe, bir se­vinç dünya yüzeyindeki alanımızı genişletir.

Ey hayatı bir eksiklik duygusuyla yaşayan ve hiç gelmeye­cek baharı terennüm eden nazenin ruh, bırak kendinle uğ­raşmayı. Senden yardım bekleyen bir dünya var bak dışarı­da. Bir insana çare ol. Bir yurtsuza barınak ol. Kendi evi­ne korkmadan yürü, kentli çocukluğuna kavuş. Şifa veren, seni erişkin hayatına yaralı bir ceylan olarak saldıysa, bu di­ğer yaralanmışları daha iyi anlayabilmen içindir. Onları iyi­leştir. Onlarla iyileş.

Bak, hayat yine çağıldıyor dışarıda. Onunla ve onda de­rinleş. Derinleş. O kadar derinlere in ki, kaderin sana gü­lümsediğini gör. Kimseye kendi kalbinden öte bir yurt yok. Oraya cihanı sığdırabilirsen, ne mutlu sana!

Kaynak:

Kemal Sayar,Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Hayat Teselli Bulmaktır

Her-Seyin-Bir-Anlami-Var


Bilmek için kimileyin sev­mek gerekir. İşte tasavvufun merhameti mihver alan öğretisi bu noktada insanın ruhsal sıkıntılarına çare olarak beliriyor.

‘İncinmemek ve incitmemek’ten yola çıkan ve “Gönüller yapmaya geldim” diyen bu zengin öğretinin, mutluluğu, tü­ketmekte arayan ve ciddi kimlik sorunlarıyla bunalan günü­müz insanına söyleyeceği çok şey var.

Her şeyden önce, anlamın insanın tam da içinde, ruhu­nun derinlerinde saklı olduğunu ve ancak bilinçli bir gayret­le gün yüzüne çıkarılabileceğini söylüyor bize. İnsanın temel meselesinin olgunlaşma serüveni olduğunu söyleyerek bizi içimizde saklı duran olgun insanı (insan-ı kâmil) açığa çıkar­maya davet ediyor. Bütün kadim öğretilerde olduğu gibi, ta­savvufta da hayat bir yolculuk olarak resmediliyor ve bu yol­culukta insanın geçmişin çalışma ve yüklerinden yavaş yavaş arınarak gerçek benliğini keşfetmesi isteniyor. Gerçek ben­lik, üzerine Allah'ın ışığının düştüğü; hırs, tamahkârlık ve hasetten arınmış benliktir. İnsan, varoluşun bu daha olgun düzeyinde ne kâinatı ne de diğer insanları tahrip ve istismar etmeyi düşünür, iyilikte meleklerle yarışır. İşte sufi psikolo­jisini günümüzün kimi maneviyatsız psikoloji öğretilerine nazaran farklı kılan noktalardan biri budur: İnsan ruhu te­kemmül edebilir, iyiye doğru evrilebilir, bencilce arzuların­dan sıyrılarak huzur ve itimi’nan bulabilir. İnsan yükselir. İn­san her durumda ızdıraplarından fazlasıdır. Yeri geldiğinde, ızdıraba tahammül ve kadere/kaçınılmaz olana rıza göster­mek de insanın olgunluk yürüyüşünde bir basamak olabilir. Yirmili yaşlarında, fidan gibi oğlunu kaybetmiş ve bir tera­pistin karşısında ağlamakta olan anneye terapist ne söyleye­cektir? Böyle durumlarda ‘ötelerin soluğunu taşımayan her kelime incitici olabilir.

Hayata hayret nazarıyla bakmak ve böylece kâinatı ve insan nefsini saran güzelliği fark etmek, bu yolculuğun ilk adımı. Bu bir aşk yolculuğu ve “Zafer değil, sefer” ilkesine dayanıyor. Yolculuğun kendisinin ruhu aşka boyayacağım, o aşkla içimizin/ kalbimizin şeffaflaşacağını ve güzelliği akset­tiren bir ayna olacağını ümit ediyoruz. “Yoktuk, bizi var et­tin ve şimdi yine bedenlerimiz yokluk âlemine gidiyor. Ama gel gör ki, bu arada sana âşık olduk. O nakşı işleyen kalemin sahibine âşık olduk” diyen bir aşk uygarlığı...

İnsan mutsuzluğunun tırmandığı bir çağda, sufi irfanı­nı işitmemiz gerek. Ruhun bilgeliğine ulaşmak için bilgeli­ğin ruhuna nüfuz etmeliyiz. Yola çıkmak, ruhun sızısına şifa Aramaktır. Hayat, bir bakıma şifa bulma arzusudur. İnsanın o,ilksel ayrılığından iyileşme ve Cânânla buluşma arzusu.

Şifa sahibini arayış...

Bir sufi sözün de söylendiği gibi, “Her arayan bulamaz, ancak bulanlar yalnızca arayanlardır.”

Kaynak:

Kemal Sayar - Her şeyin Bir Anlamı Var



Devamını Oku »

Telefonun Ucunda,Yaşanmayı Bekleyen Bir Hayat Vardır



herseyinbiranlamivar


Cep telefonları günümüz insanının en büyük derdi olan can sıkıntısına birebirdir. Modern çağın alametlerinden bi­risi, insanın onca uyaran karşısında bile can sıkıntısına ya­kalanabilmesi. Eğlence peşinde koşarız. Hayatı kocaman bir neşe, ölçüsünü şaşırmış bir kahkaha olarak yaşadığımızda mutlu olduğumuzu sanırız. O yüzden bizi eğlendirecek, ha­yatı unutturacak bir şey bulamadığımızda elimizin altında­ki oyuncağa yöneliriz. Telefonlar, giderek sesi iletmekten eğ­lendirmeye doğru bir evrim geçiriyor. Yetişkin insanın da oyuncağa ihtiyacı var. içimizin ritimlerini fark edemediği­mizde, dışarıdan da bir ritim alamadığımızda canımız sıkı­lır. Oyuncaklar bizi oyalar.

Cep telefonlarını yanımızda taşırız. Onlarla ne yaptığımız, kiminle konuşup kime mesaj attığımız, özel bir gay- ret olmazsa bilinemez. Cep telefonlarının, online yazışmalar gibi, aldatmanın bir aracı haline gelmesine şaşmamalı. Aldatılan eş, onun kayıtlarından iz sürer. Aldatan, kayıtlarını sil­meye, telefonunu yanından ayırmamaya gayret eder. Mo­dern çağda aldatmak da, teknolojinin imkânlarından yararlanır. Kaç öykü dinledim: Aldatılan, gerçeği cep telefonunda saklı mesajlardan öğrenmişti. Tuhaflık, kredi kartının insana harcama yapmıyor olduğu yanılsaması vermesi gibi, cep telefonunun da kişiyi iz bırakmadığı yanılgısına sürükleme- sindedir. Cep telefonuyla aldatan, aslında kendisini aldatmaktadır.

Cebinizde telefonunuz varsa uzaklığın bir anlamı yoktur. Yeni teknolojinin en büyük numarası işte bu: zaman-mekân sıkışması.Artık her yerdeyiz. Her an online, her an hattayız. Hiçbir yeri geride bırakmış olmuyoruz. Uzaklık bizi hiç­bir şeyden mahrum bırakmış olmuyor. Zihin, bedenden ba­ğımsız yolculuklara çıkabiliyor. Bedenimizin içinde mahpus değiliz. Risk ve belirsizlik çağında, hatta olmak bize bir em­niyet duygusu veriyor. O yüzden çocuklarımıza da bir an önce telefon almak, onları merak etmek derdinden kurtulmak istiyoruz. Hatta olmadığımızda, kötü bir haber gelmiş olabileceğinden endişeleniyoruz. Kötülüğü, elimizdeki sihir­li oyuncakla def edebileceğimizi düşünüyoruz. Ancak hat­ta kalırsak başımız sıkıştığında yardım isteyebiliriz. Kapsa­ma alanı içinde olmakla, görünmez çitler bizi kötülüklerden koruyacak zannediyoruz. Modern insan, korkar. Bir korku kültüründe yaşıyoruz. Başımıza her an, her yerden bir bela ilişebileceği bilgisiyle. Belayı hissettiğin anda tuşlara dokun.

Özgürlükle emniyet arasında bir seçim yapmamız gere­kebilir. Manyetik dalgaların yerimi tespit edemediği anlar ve yerler olmalı, kaybolabildiğim zamanlar. Cep telefonla­rı, kimi durumlarda, insanın en değerli hâzinesi olan özgür­lüğü alır elinden. Kaybolmayı başaramazsınız. İçinizin şar­kılarım doyasıya dinlediğiniz zamanlar mazide kalır. Özgür­lük için yapmamız gereken şey aslında basittir: Arada, kap­sama alanı dışında olmak. Sevgiliyi özlemek. Ona mektup yazmak. Uzun zamandır görmediğiniz dostları çat kapı ziyaret etmek.Bir kitabı, bir anı, bir sohbeti bölmeden yaşamak.Hayatın akışına kapılmak. Sessizliğe kulak vermek.

Telefonun ucunda, yaşanmayı bekleyen bir hayat vardır.

Kaynak:

Kemal Sayar-Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Kapsama Alanı


Sevgilinin sesi. Arayacak mı? Aramazsa ben onu aramalı mıyım? Telefonun ucunda sevgilinin sesi varsa bu bekleyişe yürek dayanmaz. Sevgilinin sesi her anı, bütün uza­yı doldursun istersin. Sadece onun sesi olsun ve bütün telefonlarda o konuşsun.

Telefonun en cana yakın ama bir o kadar da hayal kırıklığı yara­tan bir alet oluşu aşkla mümkün­dür. Sevenler ahizeye yapışık yaşar. Sevdikleriyle uzun uzun konuşur, faturaları hiçe sayarlar. Onun se­sini içine almakla var olur seven, onun sesi olmadığında ıssız kalıverir. Sevgilinin sesi yoksa telefon­da, endişe ruhu dövmeye başlar. Ya beni önemsemiyorsa? Ya beni benim onu sevdiğim kadar sevmi­yorsa?

O yüzden her telefon konuşma­sı aşkın teyidi ve varlığın geçerlenişidir.Sonra sonra, aşkın hayal kı­rıklıklarına açılan pencereleri beli­rir. Ses tonunda sevgilinin, binbirruh hali saklıdır. Neşeli: Beni seviyor. Durgun ve soluk: Benden bıktı,artık beni istemiyor. Telefonun bir ucun­da sevgili varsa, beri yanda hızla çarpan bir yürek vardır. O yüzden telefon kapatılmak bilmez, o yüzden o konuşma­ya doyulmaz. Bu konuşma, aradaki mesafeyi yok ederek iki kalbi buluşturur. Veya aşkın kaprislerini gönderir tellerden, küsüş ve susuşlarını. Aşk telefonda da bir sarhoşluk halidir.

Snsvyrm. Seni seviyorum. Cep telefonlarının kısa mesaj dili ne çok duyguyu sırtlanır. O mesajlarla kalbin her türlü hali kırık bir imlaya yüklenir. O kırık imlanın takati yetmez oysa öfkenin kurşunlarını taşımaya. Aşk, intikam, öfke, alay. Cep mesajıyla, yüz yüze söyleyemediklerimizi ne kadar ko­lay söylemiş oluruz.

Ama acaba onları ifâde etmiş olur muyuz? Karşımdaki benim o mesaja yüklediğim anlamı yakalayabilir mi? Mo­dern çağların bu yeni dili, sevinç anlarının ancak yüz yüze gelmekle çoğaltılabilecek coşkusunu öldürmüyor mu? Me­sajla kandil ve bayram kutladığımız ve aynı kalıbı bin kişi­ye aynı anda gönderdiğimiz zaman, o insanların bizim için taşıdığı hususiyetleri de görmezden gelmiş olmuyor muyuz? Mesaj, toplu halde gönderildiğinde gayrişahsîleşir. Benim kendi varlığımı telefon ajandamdaki isimlere hatırlatmamın bir yolu oluverir. Ama snsvyrm diye yazan bir liseli, aslın­da telefonda aşkını ölümsüzleştirmektedir. Saklanıp yeniden okunabilecek bir kısa mektup. Risksiz ve zahmetsiz. Ter akı­tılmamış, uğruna çile çekilmemiş. Modern aşk gibi onu ilet­menin dili de çabuk, ani ve kısa. Emeksiz. O yüzden kolay­ca silinebilir. O yüzden kolayca bir kenara bırakılıp unutu­labilir.

Zırıltı. Her yerde kablosuz telefonun zırıltısı. Uzayda bu dalgaların ulaşmadığı hiçbir yer kalmadı, insanın iç uzayı da cep telefonunun sesleriyle tıka basa dolu. Öyle ki, gerçek sesleri susturuyor. Konser salonunda, ibadethanede, en olmayacak yerde zırıldıyor. Konuşmanın tam ortasında. Çoğu insan, bir dostunu dinlerken çalan cep telefonuna cevap ver­mek ihtiyacı duyuyor. Telefon neden beklemesin? Hem ba­kalım telefondaki ses, o konuşmayı bozmaya değer önem­li bir söz edecek mi? Hayatın anları telefonun zırıltısıyla bö­lünüyor. Hâyat teknolojinin saldırısı yüzünden yekpare bit bütün olarak yaşanamıyor. İnsan sessiz, kendi başına kalıp hayat ve âlem üzerine esaslı bir iç konuşma geliştiremiyor. Kendi iç seslerini dinleyecek olsa telefon çalıyor.

Alo? Şu an çok uzak bir âlemde, bir şiirin kanatlarında seyahat ediyorum. Bana ulaşmanız mümkün değil. Günde­lik hayatın kapsama alanı dışındayım. Ruhum sessizlikle yı­kanıyor. Alo? Alo?

Kemal Sayar,Herşeyin Bir Anlamı Var

Devamını Oku »

Düşünmenin Engelleri

Düşünmenin Engelleri


Düşünmenin pek çok engelleri vardır. Bu engelleri şöyle sıralayabiliriz:

Sathi Bakış

Düşünmenin en büyük engellerinden birincisi, sathi bakıştır. Sathi bakışta, kavrama, anlama ve derinliklere inme merak ve heyecanı, aşk ve iştiyakı yoktur. Sathi bakış, olaylara, nesne ve objelere dikkatle bakamaz, süzüp, matlup mesajı alamaz.

Uzak mesafelerden bakanlar bir yıldızı mum ışığı gibi görürler. Olaylara uzaktan bakanlar da olayların arkasın­daki ilişkileri, derinlikleri ve ayrıntıları göremezler. Göre­medikleri için de olaylara karşı ilgisiz, lakayt, hissiz ve duyarsız kalırlar.

Sathi bakanlar, işin özüne ve hakikatine inemedikleri için, hep zevahirde dolanıp dururlar. Hep sığ bir dünyayı temsil ederler; bakışları kısa, idrak ve intikalleri dardır; engin deryalardan, derin ufuklardan haberleri yoktur. On­ların psikolojisi, uyku moduna giren insanların baygın ba­kışlarına benzer. Fersiz, ferasetsiz, ruhsuz ve kıvamsız.Sathi bakış, insanları zaman içerisinde zihnî tembelliğe götürür. Dimağ yeterli ölçüde çalışmadığı için hayat bir dünyaya münhasır kalır. Matematik bakışla ifade edersek, tabiri caiz ise, onların dimağlarının hesap işlemleri kuruşa alıp, beş kuruşa satan basit bir bakkaliyenin hacmi kadar olur. Onlar cebir ve geometriden, limit ve türevden anlamazlar. Tanjant ve kotenjantı hiç bilmezler Fonksiyonlar teorisi, diferansiyel denklemler, soyut cebir hayallerini bile ıslatmamıştır.(1)

Ülfet

Ülfet, düşünce ufkunu körelten, gözleri miyoba çeviren salgın bir marazdır. Ülfetle insan, baka baka bakar kör olur, bakar ama görmez. Dokunur ama hissetmez. Anladığını sanır ama anlamaz. Bildiğine inanır, ama hakkıyla bilemez. Hissettikleri, duydukları, zevk ettikleri, gün geçtikçe dün­yasında tesirini kaybeder, zihninden silinip gider.

Evet, baş belamızdır ülfet. Uyutucu gıdamızdnr ülfet. İnsanları uyutan sinekler misali, gaflet uykusunu şırınga eden sineğimizdir ülfet. Gaflet devletimiz, lakayt hükü­metimiz, rehavet otağımız, tembellik karargâhımız, sathî çadırımızdır ülfet.

Bayramlarda gül suyu ikram edilir. Dökülen gül suyu üç beş dakika sonra kokusunu kaybeder; tesiri hissedilmez. Ülfet ile zihne dökülen manalar da “gül suyu” gibi olur; çabuk uçup kaybolur. Önem verdiğimiz değerler, ruhumuza hoş gelen güzel kokulu manalar tefekkür derinliği içinde emilerek alınırsa, onlar gül suyu gibi olmaz; “gül yağı” gibi olur. Öyle kolay kolay uçup gitmez, tesiri silinmez. Ülfet idrak tarlasının erozyonudur. Erozyona uğramış tarla­larda arzu edilen semerelere ulaşılamaz. Ekinler canlılığını kaybeder, verim düşer.

Ülfet, idrakin kaymağını alıp götürür. Tatsız, tuzsuz, kı­vamsız bir coğrafyaya insanı iter. Ülfetin girdabına düşen­ler, kendilerini doğru dürüst bir şekilde yenileyemezler. Muhteşem tasanmlara, mükemmel açılımlara omuz ve­remezler.

Mektubat’taki şu ifadeler çok düşündürücüdür. Fevka­lade ibret verici ve tefekküre sevk edicidir:

“Senin levhanda gördüğün ikinci parçanın sahih sureti şudur ki; ben başımın üstünde onu bir Ievha-i hikmet olarak ta’lik etmişim. Her sabah ve akşam ona bakarım, dersimi alırım:

-Dost istersen Allah yeter. Evet, o dost ise, her şey dosttur.
-Yâran istersen Kur'an yeter. Evet, ondaki enbiya melaike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder.
-Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat eden, iktisat eder- iktisat eden, bereket bulur.
-Düşman istersen nefis yeter. Evet, kendini beğenen, belayı bulur zahmete düşer; kendini beğenmeyen, safayı bulur rahmete gider.
-Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve ahiretine ciddî çalışır.”
Hz. Üstad’ın “Her sabah ve akşam ona bakarım, der­simi alırım.” ifadesi gösteriyor ki, yüksek ehl-i hakikati ülfet vurmamaktadır. Her sabah ve akşam aynı levhaya bakıp dersini almak; bizi, levhanın derununda gizli olan mana tabakalanna götürebilmelidir. Bir seyahat-ı kalbiye, bir hareket-i fikriye ile, derinlik boyutu içerisinde, bir seyr-ü seyahate çıkartabilmelidir. İnsan iç dünyasında böyle bir açılım yaşayamazsa, her gün aynı olan ve hiç değişmeyen o levha bir müddet sonra ülfetle küllenir, örtülür. Bir zaman sonra, o levhaya bakanlar levhanın içindekilere bakmaz, belki, çerçevesine nazar eder:
“Maşallah! Bu levha ne güzel çerçevelenmiş! Kime yaptırdınız? Ben de böyle bir çerçeve yaptırmak isterim.” Yahut “Şu salonu kim tertip etmişse, mükemmel dizayn etmiş. Yahu! Şu levhaya bak! Ne kadar hâkim bir yere asıl­mış! Bu tabloyu şu yere kim yerleştirmişse, bin maşallah, hakkını vermiş. Maharetini sergilemiş!” cümleleri ağızlar­dan dökülür. Levhanın içindeki mesaj, zihinlerden silinip gider. İşte ülfet bu!

Evet, değişim, derinlik ve yeniden yeniye bakış insanın içinde olmalıdır; sürekli ilgi ile izlenmeyen, iştiyak duyulmayan, hasret ve hararetle ilgi bağı kurulmayan hikmetli sözler, ibretli levhalar; nefs-i emirde birer elmas kıymetinde iken, ülfetle kırık dökük cam parçalarına dönerler.

Uzun vadede, en ziyade korkulması gereken hastalık, ülfettir. Eğer bir insanın iç dünyasında hakikatler gittikçe “önemlilik değeri”ni kaybediyorsa, nükte çiçekleri soluyor­sa, meyvedar hakikatler pürsüyor, tadını yitiriyorsa, mari­fet iklimine iştiyak ve hasret sönüyorsa, bilinsin ki, o insan ülfet vadisine girmiştir. Ülfet vadisi, yürüdükçe derinle­şen, insanı içine çeken sisli, bulanık, kaygan bir çukur; düşük, kör bir vadidir. Çukurlara inmek kolaydır. Güç ve enerji istemez. Ama yükseklere tırmanmak azim ve irade, cehd ve gayret, güç ve enerji ister.

Ülfet vadisinden sıyrılıp çıkmak isteyenler, yeniden ye­niye bir gayretin içine girmeli; hizmete ciddi bir devamla, “Şu risaleleri ilk defa dinliyorum, ilk defa okuyorum.” psiko­lojisi içinde yeniden dikkatle, teenni ile mütefekkirane oku­maya gayret göstermeli; gönül dostları, dava arkadaşlarıyla irtibatını iyice perçinleştirmeli; hizmet eksenli seyahatlere iştirak etmeli ve halis ve muhlislerle daha ziyade beraber olabilmenin tedbirini almaya gayret göstermelidirler.

İnsanlar, çoğu zaman bilinçli veya bilinçsiz olarak belli düşünce kalıplarıyla; ya da ön yargılarla yahut belirli var­sayımlarla olay ve nesnelere bakar; kendi düşünce kalıp­larının içinde tıkanırlar. Bakış ufuklarını daraltır; kendi kendilerine engeller koyarlar.

İnsanların içine düştükleri birçok yanlışın kaynağı ön yargılar ve peşin hükümlerdir. Ön yargı ve peşin hükümler zihinlerde engeller oluşturur. Ön yargı ve peşin hükümlerle yürüyenler, bu bariyerleri aşamazlar, düşünce disiplininde tufeyli kalırlar.

Öte yandan bir kısım insanlar da kendi zihnini ve intikal kabiliyetini her şeyin ölçüsü görür, büyük yanlışlara imza atarlar. Kendi düşüncelerinin dışındaki fikir ve görüşlere itibar ve iltifat etmezler.
Bazı fıtratlar da sorulara tek bir cevap verme eğilimi içine girer, birden fazla cevap verme şeklindeki tarz ve yaklaşımlara sıcak bakmazlar. Hâlbuki düğümlenen meseleleri, ihtilafa medar konulan daha kolay bir biçimde çözmenin yolları vardır. Mesela bunlar: “Çözümlemeye dayalı teknikler” ile “önermelere dayalı yaklaşımlardır.

Önermelere dayalı düşünce sistemlerinde, birden fazla cevap arama eğilimi vardır. Bu arayış için değişik alternatifler, farklı dağılımlar, farklı sembolleri kullanarak daha semeredar sonuçlara ulaşmak, daha kapsamlı, daha derinliğine analizlere girişmek mümkündür. Bazen çözüm çok yakınımızdadır,bazen de çok uzağımızda. Miyop ve hipermetrop olanlar net göremezler; çare de üretemezler.

İç dünyamızın engelleri aynalara benzerler, insanlar, nesneleri yansıtmaktan ziyade, kendi iç dünyalarını yan­sıtırlar. Herkesin aynası düz ve pürüzsüz, net ve parlak değildir. İçbükey, dışbükey aynalar misali, olaylar dünya­mızda ya olduğundan ziyade büyütülür ya da küçültülür. Herkes hakikat dünyasını net algılayamaz, net göremez, net gösteremez.

Öte yandan, nefis, madde ve menfaat, makam ve rütbe sevdası gibi istikbal vaat eden unsurlara göz dikmişse, bu unsurlara ulaştıracak fikir ve düşünceleri filtre etmeden ka­bule meyil eder; aksi durumlarda, güzel düşüncelerin, ma­kul fikirlerin karşısına geçer, “Dur!”der, set çeker.

Klişeleşmiş Davranış Standartlarına Uyma Eğilimi

Her toplumda belirlenmiş statüler, hiyerarşik kademe'leşmeyi esas alan yaşam kültürleri ve o kültürlerin yansıması olan bir takım davranış kalıpları, teamül ve uygulamalar vardır. Bu uygulamalar da düşünmeyi engelleyen faktör­ler arasındadır. Özelikle firma kültürü içinde belirlenmiş kurallar, rutin kalıplar, kendi pozisyonlarını muhafaza adına üst tepe yönetimin yukarıdan İnme tasarruf ve icraatları da düşünmeyi engeller; zaman zaman mantık ve muhakeme ile de çatışır. Ekonomik hayatta ve çeşitli sevk ve idare kurum ve kuruluşlarında, genellikle üst yöne­tim, kendi istihsalleri olmayan “önermelere dayalı düşün­celerde sıcak bakmazlar. Fazla itibar ve iltifat etmezler. Rutin uygulamalar, çoğu zaman değişim ve gelişimin, sağ­lıklı düşüncenin önünde ciddi bir engel oluştururlar.

Öte yandan, statü olarak daha aşağı pozisyonda olan­lar ise, önlerinde olan kişilere ya saygılarından; ya da on­ları aşmamak gerektiği düşüncesinden hareketle genel eğilime muhalefet etmek istemezler. Daha güzel, saha fay­dalı veya daha pratik işlere kafa yormazlar; belirlenen normları sorgulamazlar; mekânı, olayları, eylemleri daha ziyade güzelleştirebilecek çarelere başvurmak istemezler. Klişeleşmiş davranış kalıplarının duvarları içinde kalır, bu sudan aşamazlar, fikir üretemezler. Bu psikoloji ve davra­nışlar, yeni fikir ve oluşumların, kaliteli yapılanmaların, tutarlı ve sağlam dayanışmaların ve sistemli büyüme ve gelişmelerin önünde bir engel teşkil ederler.

Yeniliklere Karşı Tepki

Tarih boyunca insanlar, toplum ve fert psikolojisinin bir refleksi olarak, yeni düşünce ve tasarımlara genellikle sıcak bakmamış; çoğu zaman hiçbir değerlendirmeye tabi tutmadan tepkilerini sergilemişlerdir. Aslında, insanları daha güzele, daha mükemmele; daha ziyade huzur ve sükûna; adalet ve hikmete; muvaffakiyet ve başarıya; yüksek ideal­lere götüren düşünce ve fikirlere kapılar açmak, onların intişarına kuvvet vermek, akıl ve mantığın, hikmet ve mü- debbiriyetin gereğidir.

Ülfeti kıran, hamiyet hissini uyandıran, akla kuvvet, kalbe itminan veren, ruhu ateşleyen, fıtrata mutabık ve düşünceler güzeldir, faydalıdır. Bu güzelliklere karşı“red ve tard” ile karşı çıkmak da düşüncenin önündeki muzır engeldir. Yeni yaklaşımlar geliştirmek ve yeni fikirler üretmek için ortaya atılan düşünceleri hiç süzmeden, tetkik etmeden yargılayan sözler; “işe yaramaz”, “faydasız” “kim bunları denemiş” gibi peşin hükmü yansıtan beyanlar sağlıklı düşünceleri bertaraf eden psikolojik ve tepkisel engellerdir. Bu tepkisel engellerin en dehşetlisi, asabi olan fertlerde daha ziyade kendini gösterir. Hz. Üstad “Bence en müdhiş maraz asabîliktir. Zira her şeyi haddinden geçirmekle aks-ül amel yaptırır. ” buyurmaktadır.

Bu engellerin psikolojisini ve gerekçelerini şöyle sırala­mak mümkündür:

1.Mevcut statüsünü kaybedeceğinden korkanlar, kurduğu dünyasının elinden alınacağını vehmedenler; saltanat ve sultasının yıkılıp gideceğinden şiddetle endişe duyanlar, şöhret-i kazibesinin söneceğinden rahatsız olanlar,

2.Bürokrasi çarkı içindeki menfaat-ı maddiyesinin uçup gideceğinden, kurduğu çıkar tezgâhlarının kuruya­cağından, sömürdüğü düzenin bozulacağından korkan ve panik yapanlar,

3.Yeni fikirlerin kendilerine rakip olabilecek biri veya birileri tarafından ortaya atılmasına tahammül edemeyen­ler,

4.Yeni fikirleri ortaya atan kişilerin genç ve birikimsiz olduklarını gerekçe gösterenler,

5. Kıskançlık, rekabet, haset, çekememezlik gibi duygular taşıyanlar,

6.Rahatını, rehavetini bozmak istemeyenler,

7.Değişim ve gelişime ayak uyduramayacak derecede yetersizler, kabiliyetsizler, yaşlılar, yorgunlar, bitkinler, tüke­nenler.

Aklın yolu, yeni fikir ve düşüncelere açık olmaktır. Yar­gılamaktan ziyade o fikir ve düşünceleri anlamaya çalışmak­tır. Yeni fikir ve düşüncelerin “kuluçka dönemleri” vardır. İşin püf noktasını, esprisini, nüktesini yakalamaya ciddi gayret gösterenler sadece zihinleriyle değil, belki his, hayal, şuuraltı mekanizmasıyla işin içine girenler, orijinal fikirler yakalayabilir, o fikir ve düşünceleri insanlık âleminin isti­fadesine sunabilirler. O gayret ve himmetler, bazen birden ani ve defi olarak insanın içine doğabilir. Ya da bir olay veya düşünce, umulmadık bir anda çağrışım yolu ile yeni düşüncelere kapı açabilir.

Yeni düşünceler ile ilgili değerlendirmelerde dikkat edilmesi gereken bir diğer husus şudur:

Gündeme gelen her “yeni fikir” orijinal değildir, her zaman ve her yerde her yeni fikir “kurtarıcı kahraman olamaz. Hiçbir keyfiyeti içinde barındırmayan, uygulama noktasında yetersiz, kılıksız, çiğ, ham, kaba ve fıtrata muta­bık olmayan fikirler, hikmete ve maslahata uygun düşme­yen fikir ve düşünceler yeni olmuş olsalar bile, vicdanlarda makes bulamazlar; kalb-i küllide tutunamazlar.

Gülünç Duruma Düşme Korkusu

Fikir ve düşüncelerinin toplumda paylaşamayacağı, alay konusu olacağı, kendisinin aptallıkla itham edileceği şeklindeki algılamalar da düşüncenin önündeki engeller­den birisidir.Çevrenin alaylı bakışları, küçük düşürücü tavır ve ha- reketleri, mizansız tenkit ve tecessüsleri yeni fikirlerin do­ğuşunu engeller. Özellikle genç dimağlar, yeni fikirler ortaya atmak istediklerinde kıdemli yöneticiler, kendilerinden yaş ve konum itibariyle daha üstte olanlar ve değişim ve gelişime henüz hazır olmayan kişiler onları şapşallıkla ve düşüncesizlikle suçlarlar. O suçluluk psikoloji sebebiyle, onlara orijinal fikir ve düşüncelerini gizler, içlerinde kilitler, dışarıya vurmazlar.

Özellikle kuşak farkının yaşandığı kültür ortamlarında,cehalet, kaba kuvvet ve tahakküm rüzgârlarının estiği coğrafyalarda yeni fikirler üretmek ve onları gündeme taşımak bûyük yürek ve cesaret ister. İçine kapanık, birçok
dahiler, fikirlerini üretebilecek bir ortam bulamadıklarından orijinal düşüncelerini fiile dönüştüremezler.

Dipnot:

1)-Matematik sahasında profesör olmuş, yurt dışında çalışmış bir zat, yıllar sonra doğup büyüdüğü köyüne gitmiş. Eş ve dostları ile görü­şürken, bir mecliste ilkokul öğretmeni ile karşılaşmış, hemen yanına yaklaşmış elini öpmüş:

“Hocam sizin sayenizde okuduk, siz elimden tuttunuz. Size min­nettarım. ” demiş ilkokul öğretmeni bu iltifattan memnun olmuş, göğsü kabarmış. Sohbet esnasında “Söyle bakalım, sen şimdi ne iş yapıyor­sun? Görevin ne?” diye sormuş.

Profesör cevap vermiş:

“Hocam ben şimdi üniversitedeyim, matematik kürsüsünde profe­sörüm. ” demiş. Öğretmeni “Maşallah, bin maşallah, işte bizim talebele­rimiz böyle!” demiş, çok sevinmiş. Sohbet esnasında bir ara:

“Merak ettim. Söyle bakalım, Matematik derslerinde neler anlatı­yorsun? Hangi konuları öğretiyorsun?” diye sormuş.

Profesör de lisans, yüksek lisans ve doktorada verdiği dersleri tek tek sıralamaya başlamış. Başlamış ama hocası şaşırıp kalmış. Şimdiye kadar isimlerini bile duymadığı dersler. O şaşkınlık ve hayret içinde, kaşlarını da çatarak, ciddi ciddi:

“Ulan oğlum, bunlar da nereden çıktı? Ben 32 sene öğretmenlik yaptım; matematik okuttum. 32 yıl kitap karıştırdım senin anlattıkların^ hiç birine rastlamadım. Sen benimle şaka mı yapıyorsun? Dalga mı geçiyorsun? Okuttuğun altı üstü dört işlem değil mi?” demiş.

Profesör ne yapsın! Ne söylesin! İster istemez, cevap vermiş:

“Özür dilerim hocam! Okuttuğum dört işlem!Fazlası fazla! Fazlalar zaten idraklere sığmıyor. ” demiş.

Prof.Dr.Şener Dilek - Risale-i Nurda Derinleşme,syf;83-100
Devamını Oku »

Klasik Rollerde Değişim



VI.TOPLUMSAL CİNSİYET PROJESİ

îslam toplumlarında, ailede kadın-erkeğin rolleri, statüleri belirli bir şekil almış ve kadının evin tertip-düzeninden, kocanın evin geçiminden sorumlu olduğu bir yapı benimsenmiştir. İs­lam’ın iki temel kaynağında yer alan bu yöndeki düzenlemeler er­keklik ve kadınlık normlarının bir gereği olarak yorumlanmıştır. Modern dünyada kadın-erkek eşitliğinin öne çıkmasıyla bu rol ve statülerde esnemeler, hatta değişimler meydana gelmiştir.

A- ROL VE STATÜDE FARKLILIĞI ZORUNLU KILAN ÖZELLİKLER

İnsan olarak kadın ve erkek aynı değere (eşdeğer) sahip olsa da cinsiyet farklılıkları açısından aynı değildirler. Bu açıdan birtakım tanımlamalar yapılmıştır. Bu konuda modernliğin öne çıkardığı ana unsur eşitliktir. İslam kültüründe ise bunun karşılığı eşdeğer­lilik ve tamamlayıcılıktır. Şimdi bu konuyu ele almak istiyoruz.

1- Modern Hurafe: Kadın-Erkek Eşitliği

Kadın-erkek hem biyolojik açıdan hem de sosyokültürel konumları / rolleri açısından eşit değil eşdeğerdir.

Kadın-erkek eşitliği, modern kültürün en fazla önemsediği, hatta kutsadığı kavramlardandır. Bu fikrin kökleşmesinde bü­yük ölçüde feminizm hareketinin faaliyetleri etkili olmuştur. Te­melindeki zihniyet de erkek gücünün kadın üzerinde kurduğu egemenliğe tepkidir. Talep de bu güce ortak olmaktır. Bu konu­yu biraz açmak gerekir.

Feminizmin iddialarının özünü, çeşitli alanlarda kadının erkeğin nesnesi ve ötekisi olarak görüldüğü tezi teşkil eder. Bu bağlamda feministler, toplumda ve ailede erkek egemenliğine dayalı eşitsiz bir yapının bulunduğunu, erkeklik gücünün kadın aleyhine bir sömürü ve şiddet aracı olarak kullanıldığını, erke­ğin kadını ezdiğini, değersizleştirdiğini, eve mahkûm ettiğini, tarihî süreçte erkeğe hizmet eden kadın tipi geliştirildiğini ve köleliğe dönüşen klasik itaat kültürünün de bunu pekiştirdiğini, cinsiyetçi ve biyolojik ayırımcılığın öne çıktığını, kadın emeği­nin sömürüldüğünü ateşli bir şekilde savunmuşlar, bu tezlerini sürekli olarak gündemde tutmuşlardır.
Bütün bu tezlerin canlı tuttuğu ve motive ettiği başkaldırı tüm dünyada etkisini göstermiş, bahse konu sorunlara kadın-erkek eşitliği fikri bir çözüm olarak üretilmiş, bu yönde yapılan yasal düzenlemelerle daha da güç kazanmıştır. Söz gelimi Tür­kiye Cumhuriyeti Anayasasının 41. maddesi: “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır.” şeklinde düzenlenmiştir. Bunun bir uzantısı olarak ülkemizde bu yönde politikalar geliştirilmiş, kadına yönelik pozitif ayırımcılık söy­lemleriyle önemli adımlar atılmıştır.

Modern dünya, ailede iyi bir ilişkinin, taraflardan her biri­nin eşit haklarının ve yükümlülüklerinin olduğu eşitler ilişkisiyle mümkün olabileceği tezini benimsemiştir. Bu düşüncenin oluş­masında, eşitliğin tarafların birbirlerine saygılı davranmasında etkili olacağı ve onun iyiliğini isteyeceğine olan inanç vardır.209
Batılı sosyologlardan bazısı feminizmin tezlerine paralel biçimde bir sorun olarak kadın-erkek eşitsizliğinin temelinde, erkeğin evin geçiminden, kadının ev işinden sorumlu olduğuna dair klasik görev dağılımının bulunduğu tespitinde bulunurlar. Böyle bir vazife paylaşımının eşitsiz olduğunu, bunun altında erkek-kadınların farklı alanlardan sorumlu olduklarının gerekli olduğuna dair örtük anlayışın yattığını ileri sürerler.210

Bu iddia sahiplerine göre kazanan tarafta yer almasıyla er­kek, ev dışında çalışan birisi olarak önemli bir güç, servet ve saygınlık elde etmiştir. Bu durum ev işleriyle meşgul olan kadının daha düşük statüde kalmasına yol açmıştır. Bu iş bölümü anla­yışı da kadınların eşitsizliği kanıksamalarına sebep olmuştur.211

Karı-koca arasındaki eşitlik düşüncesinin yaygınlaşmasına paralel olarak bugün kadınlar hem sorumluluklarının bir kıs­mını erkeklere devretmişler hem de bir hakkı kazanma adına onların yükümlülüklerinden bir kısmını kendi üzerlerine al­mışlardır. En azından belli noktalarda ya da eşitliğin bir değer olarak algılandığı ailelerde karı-kocanın klasik iş bölümü yeri­ne müşterek hayatın eşit parçaları rolünü oynadıkları bir zemin oluşmuştur.

Aile açısından postmodern döneme geçtiğimiz şu günlerde bir değer olarak belirlenen eşitlik fikri bir başka sonuç daha do­ğurmuştur. Heteroseksüel (kadın-erkek arası) ilişkilerin eşitsiz olduğu gerekçesine bağlı olarak eşcinsel (gay ve lezbiyen) evlilik­lerin itici gücünü ve zeminini eşitlik fikri oluşturmuştur. Doğal olarak heteroseksüel ilişkilerin çoğunda yerleşmiş bulunan rol­ler, beklentiler, kısıtlamalardan dolayı eşitsizliğe sebep olduğu sonucuna varanlar, iyi bir ilişkinin ancak eşit taraflar arasında yaşanabileceğini,212 bu açıdan eşcinsel evlilikleri daha eşitlik­çi,213 daha mantıklı bulmuşlardır.214 Eşcinsel evlilikler için eylem yapanlar açık biçimde diğer herkesle eşit haklara ve yükümlü­lüklere sahip olabilmek için eşcinsel evlilikleri önemsediklerini ifade etmişlerdir.215

Bu düşüncede olanlar, heteroseksüel ilişkilerde taraflardan birisinin diğerine göre daha az veya fazla haz alacağı ya da biri­sinin diğerini memnun etmek gibi bir yükümlülük altına girebi­leceği, bunun da eşitliği bozacağı tezini savunmaktadırlar.

Görüldüğü gibi bir olgu olarak kadın-erkek arası cinsel iliş­kilerde erkeğe rol üstünlüğünün sağlandığı ve kadına kısıtlama­lar getirildiği, bu şartlarda da gerçek eşitliğin sağlanamayacağı düşüncesi eşcinsel evliliklere kapı aralamıştır. Nitekim bu tür evlilikler ya da ilişkiler izah edilirken kimin başa geçeceğinin ya da gücün kimde olacağının tammlanmamasmın, rolü bir baş­kasının değil ilişkiye girenlerin bizzat kendilerinin belirlemele­rinin eşitliği sağlayan bir unsur olarak değerlendirilmesi216 de bunu göstermektedir.

Sonuç olarak eşcinsel birleşmeler yoluyla eşitliğin karşıt cins çiftlerde rastlanamayan farklı biçimlerinin elde edilebileceğine inanılmaktadır.217
Eşcinseller iyi bir ilişkinin ancak eşit taraflar arasında yaşa­nabileceği inancını taşımaktadırlar.218

Bütün bu ve benzeri kabuller resmî ve baskın erkek hetero- seksüelliği kurumuna meydan okuyan lezbiyen bir feminizm kolu ortaya çıkarmıştır.219
Modern eşitlik ve özgürlük kavramlarının bir gereği olarak bugün 14 ülke eşcinsel evlilikleri yasalaştırmıştır. En son Fransa 23 Nisan 2013’te eşcinsel evliliğe izin veren kanunu yürürlüğe koymuş ve ilk evlilik (gay) töreni televizyondan naklen yayın­lanmıştır. Batı dünyasında bu tür evlilikleri teşvik eden ve eşitli­ğin nasıl sağlandığını gösteren filmler de yapılmaktadır.

Gelinen noktada eşitlik, sadece eşcinsel evlilikleri tetikleme- miş, aynı zamanda rollerde ve statülerde parçalanma ve değişi­me sebep olmuştur. Bu bağlamda erkeğe ait bazı roller kadına, kadına ait bazı roller de erkeğe geçmiştir. Artık evde birbirini tamamlayarak bir bütün olmuş iki farklı yapıda kişilik değil birbirlerinden biraz rol çalmış ve tek tipleşmiş, birbirinden ba­ğımsız ve belli haklarla karşılıklı paylaşımda bulunan bireyler oluşmuş, farklılıklardan çok benzerliklerin olduğu bir ev ortamı ve evlilik hayatı meydana gelmiş, evlilik nikâh akdi yerine bey akdi (alış-veriş) merkezli bir çerçeveye oturmuştur. Cinsiyetleri ayrı da olsa sanki karşılıklı menfaatlerle bir araya gelen insanla­rın oluşturduğu bir yapı görüntüsü doğmuş, iki adet aynı insan varmış gibi bir ikili oluşmuştur.

Buraya kadar kısa bir panoramasını çizdiğimiz feminist ideolojinin etkisiyle gelişen eşitlik ideolojisi doğrultusunda ta­nımlanan modern kadın ve erkek tipinin tepkisel bir karakter arz ettiği ve çözüm olmaktan daha çok bizzat kendisinin sorun­lu olduğunu belirtmemiz gerekir. Kanaatimiz odur ki kadın ve erkeğin, anatomik, fizyolojik, psikolojik ve cinsiyet farklılıkları sosyal anlamda da eşitliği imkânsız kılan bir özelliğe sahiptir. Çok kısa söylemek gerekirse kadın-erkek arasında yapısal eşit­sizlik vardır. Bu da bir yaratılış gerçekliğidir. Bu farklılık eşitliğe engeldir. Dolayısıyla üzerinde söz söylemeye bile fırsat verilme­den kabullenilmesi gereken bir iman esası ve dogmatik bir değer olarak öne sürülse de ailede kadın-erkek eşitliği, aynı düşüncenin toplumsal mekanizmalara yansıması olan fırsat eşitliği modern hurafelerden birisidir ve ne ailede ne de toplumda huzuru, ada­leti ve mutluluğu sağlayabilecek bir özelliğe sahiptir.

Kadın-erkek eşitliği ideolojisinin tarihî arka planına bakıldı­ğında iki cinsin çatıştığı ve ezilenin kadın olduğu bir fikrî zemin mevcuttur. Bu ortamda eşitlik, kadını erkekten koruma ve erkek tasallutundan muhafaza etme amacına yönelik bir çözüm olarak doğmuştur. Erkeği bastırıp kadını öne çıkararak çatıştıran bir yaklaşımla erkeğin sınırlandırılması ve terbiye edilmesi sonucu elde edilecek bir eşitliğin çözümden ziyade çözümsüzlük getire­ceği aşikârdır.

Bugün fırsat eşitliği adı altında dayatılan hayat tarzı sadece aile kurumunu sarsıcı bir sonuç doğurmamış, aynı zamanda bir­çok açıdan mesela kadının beden ve ruh sağlığı, ev ve aile hayatı üzerinde telafi edilemez olumsuzluklara yol açmıştır. Söz gelimi beden sağlığı bakımından kadın-erkek eşitliğinin modern kadı­na faturası, kalp hastalıklarında erkeklerle eşit noktaya gelmek olmuştur. Ünlü kalp cerrahı Prof. Dr. Birgül Sönmez 23.05.2013 tarihli HABERTÜRK TV’nin sabah haberlerinde yer alan müla­katında kalp-damar hastalıklarında kadınların oranı erkeklere göre daha düşük iken artık eşitlendiğini belirtmiş ve şu gerekçe­yi ileri sürmüştür: “Çünkü kadınlar hayatın yüküne ortak oldu­lar.”

Sönmez, “onların ameliyatları daha riskli, çünkü damarları daha ince...” dedikten sonra şunu ilave etmiştir: “Artık kadın­larımız doğurmuyorlar, doğursalar çocuklarını emzirmiyorlar. Oysa doğum ve emzirme onları gençleştiren bir özelliğe sahip.” Kadınların kalp damar hastalıklarındaki ameliyatı ya da by­pass ve stent gibi tedavilerde damarlarının ince olması sebebiyle erkeklere göre daha riskli olduğunu Prof. Dr. Berent Dişçigil de ifade etmektedir.220

Kadın-erkek eşitliğinin ve kadının evden uzaklaşıp neredey­se toplumsal hayatın bütün alanlarında aktif olarak yer alma­sıyla çocuğun yüke dönüşmesi, doğum oranlarını düşürmüş ve bu durum nüfusu tehlikeye atan önemli bir insanlık sorununa dönüşmüştür. Özellikle kadın-erkek eşitliğinin zirve yaptığı, ka­dının toplumsal hayatın bütün alanlarında aktif olarak rol aldığı ABD ve Avrupa ülkelerinde çeşitli teşviklere rağmen doğumlar ölüm oranlarının gerisinde kalmıştır. Bu, nüfusun yaşlanması ve geriye gidişinin açık işaretidir.

Son zamanlarda yapılan bazı araştırmalarda eşitlik fikrinin cinsel hayatı olumsuz etkilediğine, eşler arasında cinsiyet farklı­lığı azaldıkça aralarında seks arzusunun da azaldığına dair bul­gulara yer verilmektedir.221

Son tahlilde bir değer yargısı olarak eşitliğin, farklılıkları dikkate almayan, birbirinden bağımsız iki ayrı varlığı aynileşti­ren / özdeşleştiren, iki varlığı tek tipleştiren, evi yuva olmaktan çıkarıp soğuk bir hukuk kurumuna dönüştüren özelliğe sahip olduğunu belirtmeliyiz. Eşitlik, farklılıkların çok önemli bir zenginlik ve güç kaynağı oluşturduğunu göz ardı eden, yaratılış gerçekliğine aykırı olarak bir tarafın artılarını aynısı olamayan öbür tarafa yükleyerek dengeleri altüst eden, ezen, ikiye bölen bir kavramdır. Dolayısıyla kadın-erkeği merkeze alarak söyledi­ğimizde eşitlik hiçbir zaman var olabilecek bir değer olmadığı gibi bunu kabullenmek de birçok açıdan hem erkeğe hem de ka­dına haksızlık oluşturacak birçok soruna sahiptir.

O hâlde kadın-erkeğin konumunu belirleyen değer nedir diye sorulursa bunun cevabı eşdeğerlilik ve tamamlayıcılıktır.

2- Fıtrî Yapı: Kadın-Erkek Eşdeğerliliği

Allah kadın ve erkeği birbirlerine karşı üstünlüklerle donatmıştır (Nisâ’, 4/34)

Ontolojik olarak kadın-erkek arasındaki ilişki eşitlik üzeri­ne kurulamaz. Bu anatomik ve fizyolojik farklılıklar açısından olduğu gibi erkek-dişi arasındaki roller ve toplumsal farklılıklar açısından da böyledir. Kadın-erkek arasındaki bu yapısal eşit­sizlik, eşitliği imkânsız kılar. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde kadınlık ve erkekliğin bir yaratılış gerçekliği olarak eşdeğerliliğinin ve tamamlayıcılığının öne çıktığı görülür. Özellikle Nisâ’ suresinin 34. ayeti kadın ve erkeğin birbirlerine karşı farklı özelliklerle donatıldığına, bunların da üstün yönle­rini oluşturduğuna vurgu yaparken 32. ayette kadın ve erkek, birbirlerinin üstünlüklerinin peşine düşmemeleri konusunda uyarılmaktadır.

Eşdeğerlilik, iki varlığın mevcut farklılıkları ve özellikleriyle diğeri nezdindeki değerini, ağırlığını ifade eder. Kadın-erkeğin birbirleri karşısında bu şekilde konumlandırılması hem fıtrat gerçekliğine daha uygun hem de modern dünyanın dayattığı eşitlik fikrine göre daha anlamlı ve tutarlıdır. Çünkü eşitlikte iki şey bir bütünün iki yarısıdır, aynı özelliklere sahiptir, birisi diğe­ri yerine konulabilir. Bu yönleriyle eşdeğerlilik eşitlikten ayrılır.

Yaratılan varlık, kendisi açısından ne kadar kıymetli ve önemli olursa olsun onun esas değerini, ne kadar anlamlı oldu­ğunu farklılığı ve bu doğrultuda çevresiyle etkileşimi, ilişkisi, kendisine duyulan ihtiyaç ve onun dışındakilerin ona olan ilgisi belirler. Bu, Âşık Veysel’in “Güzelliğin on para etmez / bu ben- deki aşk olmasa” dizelerinde ifade ettiği gerçekliktir.

Kadın-erkek eşdeğerliliğini en güzel anlatabilecek örnek elektrik enerjisi açısından zıt kutupların birbiri için çekim gücü oluşturması, bunların karşılaşması sonucu da enerji ve ışığın doğmasıdır. Burada zıt kutuplar birbirlerinin eşiti değil eşdeğe­ridir. Artı ve eksi birbirinin yerine konulamaz. Varlık bunların karşılaşmalarından doğmaktadır. Bu husus mıknatısta daha iyi görülebilir. Aynı kutuplar birbirini iterken zıt kutuplar birbiri­ni çeker, dinamizm de bundan doğar. Dolayısıyla bu farklılık o kadar hayatidir ki birisi diğerinin varlık sebebi olacak ölçüde önemlidir ve tamamlayıcı özellik oluşturur. Diğer bir ifadeyle birisinin yokluğu diğerini anlamsızlaştırır. Son tahlilde deni­lebilir ki kadın-erkek arasındaki zıtlığın oluşturduğu cazibe ile onun özel şekli ve en ileri derecesi olan aşkı doğuran işte bu ya­pıdır. Bu açıdan bakıldığında “Kadın mı daha önemlidir yoksa erkek mi?” ya da “Kadın mı daha üstündür yoksa erkek mi?” gibi sorular son derece anlamsız ve sanaldır / yapaydır.

O hâlde kadın-erkekten her birisi asli özelliklerini ne kadar baskın biçimde temsil edebilirse o kadar özüne sadıktır ve diğeri için o kadar anlamlıdır, çekicidir. Dengeyi kuran, yapıyı koru­yan, varlığa hayat veren bu özelliktir. Renk karmaşasının kendi asli hüviyetini temsil edemediği gibi kadın ve erkek özellikleri­nin, rol ve statülerinin karmaşıklaştığı durumlarda de ahenkten söz etmek zorlaşır.

Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerin eş için kullandığı zevç kelimesi hem eşdeğerliliğe işaret eder hem de bu özelliği en güzel şekil­de açıklar. Zira zevç kelimesi sözlükte aynı zamanda ayakkabı,terlik ve mest gibi çift giysilerin her bir teki (sağı-solu) için kul­lanılır.222 Karı-koca için kullanılan zevcân / zevceyn ifadesi de bir çift (iki eş) anlamına gelir. Dolayısıyla sağ ayak ile sol ayak ya da sağ ayakkabı ile sol ayakkabı eşit değil eşdeğerdir. Sağ ayak­kabı sola, sol ayakkabı sağa giyilemez, ayakkabı numaraları da farklı olamaz. Ayakkabı metaforu kadınlık ve erkekliği en güzel şekilde açıklamaktadır. Buna göre: Ayakkabı, yalınayak dolaşı- lamayacağı için evliliğin zaruri oluşunu; belirlenen ayağa aidi­yeti yani sağın sola, solun sağa giyilemeyecek oluşu, rolleri; aynı ölçülerde oluşu, denkliği; bir çift ayakkabının ayrılamaz oluşu yani birbirinden ayrılarak müstakil şekilde işleme tâbi tutulma­ması, yekvücut olarak bütünleşmeyi; birisi olmadan diğerinin anlamsızlaşması tamamlayıcılığı; sağ ve solun bire bir aynı ol­mayışı, farklılığı, bunların tamamı eşdeğerliliği ifade eder. Karı (zevç)-koca (zevce) da tıpkı bunun gibidir.

Ayakkabı metaforundan hareket ederek diyebiliriz ki eşlerin ahenkli birliktelik sağlayabilmeleri için öncelikle eşlerden her birisi her şeyiyle diğerinin birebir özdeşi olmadığını göz önünde bulundurarak birbirlerini kendilerine benzetmeye kalkmamalı­dır ve rollerini çalmamalıdır. Aksi tutum ayakkabıların ters gi­yilmesine benzer ve ahengi bozar, yürüyüşü tabii olanın dışına çıkarır. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerîm karı-kocanın birbirlerine ait farklılıkların peşine düşmemelerini, bir başka ifadeyle rol çalma teşebbüsünde bulunmamalarını talep eder.223

Son tahlilde denilebilir ki kadın-erkeği tutku ve aşk ölçüsün­de birbirine bağlayan, iki bedende yekvücut kılan, ilgiyi çeken, cazibeyi oluşturan işte bu zıt kutupluluktur. Buna göre ahenk ve uyumun sağlanması, mutluluğun doğması, karı-koca bütünlü­ğünün açığa çıkması farklılıkların olabildiğince abartılması ve belirginleştirilmesiyle daha açık ifadeyle eşlerin birbirleri için bir ölçüde erkeksi ve kadınsı karakterlerini kendi tabii sınırları içinde biraz şımartmalarıyla mümkündür. Eşitlik, bu farklılık­ları bastırdığı, törpülediği ve ikiye bölme anlamı taşıdığı için evlilik ahengi açısından işlevsel değil tam aksine sorunludur ve aynı sonucu vermez.

Sonuç olarak bir varlığı anlamlı ve değerli kılan farklılıkları ya da zıtlıklarıdır. Her şey zıddıyla kaim olduğuna göre aynı şey­den iki adedin bulunmasından iki zıt şeyden birer adet bulunması daha önemlidir. Bazen aynı şeyden binlerce bulunması bir şeyin varlığı için yetersiz ve dolayısıyla değersiz olabilir, onu değerli kı­lan zıt kutuptaki bir başka varlık olabilir. Kadın ve erkek böyledir.

Dipnotlar:

209 Giddens, Sosyoloji, s. 245.
210 Giddens, Sosyoloji, s. 260.

211 Giddens, s. 514.
212 Giddens, 482.
213 A. Giddens, Sosyoloji (trc. C. Güzel), İstanbul 2012, s. 276; Gillian A. Dunne, “Lezbiyenlerin Ev Yaşamı”, Sosyoloji Başlangtç Okumalart (ed. A. Giddens, çev. G. Altaylar), İstanbul 2010, s. 121,124-125.
214 Gillian A. Dunne, s. 125.
215 Giddens, 481.216 Gillian A. Dunne, s. 120-121.
217 Mesela bk. Giddens, Sosyoloji, s. 276.
218 Bk. Giddens, s. 482-483.
219 Rich, 1981’den naklen Giddens, s. 501.

220 http://www.sabah.com.tr/Gunaydin/Saglik/2010/09/08/bypass_ve_ stent_kadinda_daha_riskli 29.05.2013
221 Gottlieb, Lori, “Does a More Equal Marriage Mean Less Sex?” http://www.nytimes.com/2014/02/09/magazine/does-a-more-equ- al-marriage-mean-less-sex.html?hpw&rreff=magazine&_r=l.

222 Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “z.v.c.” md.
223 Nisâ’ (4), 32.

Saffet Köse - Genetiğiyle oynanmış kavramlar ve Aile medeniyetinin sonu
Devamını Oku »

Öğrenmenin Sicil Dosyası

Öğrenmenin Sicil Dosyası


İlk çırpıda böyle bir başlık insana garip gelebilir.''Öğrenmenin sicil dosyası mı olur?''Çünkü önemli olan her şey sicillenir, kayda geçer,tescil eder.Sicil dosyası, iki açıdan önemlidir.

Birincisi,sicil, aynı zamanda başarının bir göstergesidir.
Performans değerlendirmelerinde siciller gözden geçirilir.Çünkü sicil kayıtları, mazi sayfasının not defterleridir. Kırık notlar, bir anlamda eğitim ve öğretimin eksikliğinden,metod ve tekniklerin yetersizliklerinden kaynaklanır Öğrenme ile sicil arasında çok anlamlı bir ilişki vardır.

İkincisi, tartı, takdir ve tahsirı, ölçme ve değerlendirme faaliyetleri, kıymetli olan şeyler için daha önemli ve daha ehemmiyetlidir Bir de bir şey bekaya mal olacaksa, mizana girecekse, o zaman o şey bütün cephe ve cihetleriyle tartıya çıkar, hesaba çekilir. Bu açıdan bakıldığında, öğrenmenin,ilmin; ilim içinde amelin; amel içinde niyet ve nazarın da tartısı olacak, bu saydıklarımız da tek tek mizana girecektir.

Evet, kayda giren değerler tasnif edilir, istiflenir, arşive dönüştürülür Ve bir gün gelir o arşivler açılır, gösterilir,gözler önüne serilir. Sicil, insan karakter ve şahsiyetinin aynası hükmüne geçer; ne yaptığımızın, nasıl davrandığımızın, niyet ve nazarımızın, fiil ve icraatımızın kayıt merkezi,arşîv dosyası olur.

Sicil kirli ise, insan zillet ve hakarete maruz kalır, mah­cup, zelil ve perişan olur. Sicil, temiz olursa, yüz ak olur; şaibesiz, berrak yollar açılır, maksuda ermek kolaylaşır! Sicil dosyasındaki kir ve lekeler hem dünyada, hem kabir­de, hem de ahirette insanı takip eder, yakasına yapışır, pa­çasından tutar.

Evet, ahirette herkesin “sicil dosyası” açılacak; dosya içinde mevcut her şey sorguya tabi tutulacaktır. Sorguya tabi meselelerden bazıları da, neleri okuduğumuz, ne niyetle okuduğumuz, okuduğumuzu ne ölçüde yaşadığımız ve ne nisbette başkalarına anlattığımız olacaktır. Bu neden­le, “Öğrenmenin sicil dosyası” ahirette açılacak, önümüze konulacaktır.

Öğrenmenin sicil dosyası, hem öğrenme disiplini ve metodları açısından, hem de ahiretteki mizan noktasından büyük önem taşır. Aslında, bizim dünyamızda öğrenmek yaşamak içindir. Hakkın rızasını tahsil etmek içindir. Bu sırra mebni, ahirette mahcup, perişan ve zelil olmamak için şu beş soruya saffet ve samimiyetle cevap vermemiz gerek­mektedir:

1.Ne okuyacaksın?
2.Niçin okuyacaksın?
3. Nasıl okuyacaksın?
4. Nasıl aktaracaksın?
5. Nasıl özümseyeceksin?

Bu beş soruya metod açısından bakıldığında, bunların çok önemli beş mesajı yüklenmiş olduğu görülür. Beş soru, beş noktaya dikkatleri çeker:

Birinci soru, bizi metod itibariyle okunacak kitapların “önemlilik derecesi”ne götürür.

İkinci soru,niyet ve nazarımız”ı gözden geçirmemizi sağlar.

Üçüncü soru, metod açısından büyük önem taşır.
“Okuma metod ve tekniklerinin lüzum ve zaruretine par­mak basar.

Dördüncü soru, “tebliğ sorumluluğumuz“un önemini gündeme taşır.

Beşinci soru da, okuduklarımızı kalb ve vicdanımıza ne nisbette sindirdiğimize, hakikatlerin iç dünyamızda ne ölçüde “kabul gördüğü “ne işaret eder.

Evet, altını çizerek ifade edelim ki, özellikle kendilerini ilme adayanlar, ilim nuru ile aziz olmayı isteyenler, istidad- larını ziyade açmak arzu edenler, marifet ikliminde tahkiki bir biçimde yürümeye çalışanlar, marifet sahasında derin­leşmeyi cidden talep edenler; makam-ı tebliğ kürsüsünde oturanlar, temsil merkezli bir hizmeti omuzlayanlar belki herkesten ziyade bu beş soruya cevap aramak zorundadır­lar. Çünkü okuma ve öğrenmeden matlup keyfiyeti kaza­nabilmenin yolu, bu beş soruya verilecek cevap ile çok yakından ilgilidir.

Hem metod açısından, hem de hayatın önemliliğini vurgulama açısından bu beş sorunun daha yakından irde­lenmesi gerekir.

1.Ne Okuyacaksın?

“Size kat'iy yen ve çok emarelerle ve kat-i kanaatimle beyan ediyorum ki; gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, âlem-i İslam'a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahiri tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir."(Emirdağ Lahikası, rnk Neşriyat, s,81)

Bu sorunun cevabı, okunacak eserlerin önemlilik dere­cesini ortaya koyabilmeli ve okunacak kitapların önem de­recesine göre seçim ve tasnifini netice verebilmelidir. Çünkü insan ömrü, her kitabı okuyacak kadar uzun değil­dir. Bu itibarla seçici olmak, tercihini titizlikle yapmak ve bir kısım suallere cevap aramak gerekir:

“Niçin bu kitabı tercih ediyorum? Bu kitabın özel bir önemi mi var?”
“Bu kitap muhteva itibariyle diğerlerinden daha çok doyurucu, daha çok müdellel ve daha ziyade mesaj yüklü mü?
“Mesajları çok mu güzel? Çok mu merak uyandırıcı?”
“İşlediği bilgiler çok mu kudsî, çok mu derin? Çok mu yüksek?”

Buna benzer sorgulamalar, okunacak eserlerin kadr-u kıymetini ortaya koyabilmelidir.Kitap tercih ve tasnifinde, özellikle insanın yaradılışının ve dünyaya gönderilmesinin hikmet ve hakikatini ders ve­ren kitaplar tercihler zincirinde en öne alınmalı, okunacak kitaplar önemlilik derecesi itibariyle bir tasnife tabi tutul­malıdır. Tasnif ile ilgili yapılacak değerlendirmelerde, okuma disiplini ve eğitimden beklenen neticeler itibariyle, en evvel, her şeyden önce şu soruya cevap aranmalıdır:

Nedir hayatın en lazım dersi, en önemli dersi, en büyük dersi, en elzem dersi?”

Kur’an ve sünnet ışığında en büyük, en kudsî ve elzem ders, Allah-u Azimüşşan’ı tanımak ve marifet bilgisinde de­rinleşmektir.

Evet; hayata lazım ilk ders, en önemli ders, en büyük ders, en kudsî ders iman ilmidir, tevhid delilleridir.

Her mümin için hayatın en büyük gayesi, merak ve iştiyakı, aşk ve alakası, hamiyet ve gayreti en evvel ve her şeyden önce Kur’an-ı Kerim'i okumak, anlamak ve yaşamak olmalıdır ve Kur’an-ı Azimüşşan’m mübelliği, külü muarrifi, vahdaniyetin dellalı, rahmet-i ilahiyyenin timsali Hakkın en münevver bürhanı, tılsım-ı kâinatın miftahı, muamma-yı hilkatin keşşafı olan efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a.v) hayat ve sünnet uygulamasını öğrenmek ve hayata yansıtmak olmalıdır.

Evet, müminin dünyasında, mutlak referans, yanılmaz ve yanıltmaz mihenk, ölçü ve miyar, Kur'an-ı Azimüşşan ve Resul-u Ekrem aleyhisselatü vesselamdır.

Asırlarca, müçtehid, müceddid ve ulemalar tarafından “kitap-sünnet” ışığında itikat, iman, ibadet, ahlak ve mua­melat ile ilgili binlerce eserler telif edilmiş, ümmetin istifa­desine sunulmuştur. O eserler içinde, bu asırda, asrın mizacını dikkate aldığımızda okunması, anlaşılması gereken en bi­rinci eser Risale-i Nur Külliyatı’dır. Risale-i Nur, bu asırda telif dünyasının bir güneşidir.

Risale-i Nur, iman hakikatlerini güneş gibi göstermekte, akılları ikna, kalbleri işba etmektedir. Çağımızın maddi ve manevi sancı ve bunalımlarına Kur’an-ı Azimüşşan’dan re­çeteler sunan Risale-i Nur Külliyatı; okunması, anlaşılması ve ömür boyu mütalaa edilmesi gereken en yüksek bir ders-i imani ve en derin bir hakikat-i Kur’aniye ve en rasih bir ibadet-i imaniyedir.

“Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur'arim bahir bir bur­hanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem'a-i i'caz-ı manevî­si ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuaı ve o maden-i ilm-i hakikattan mülhem ve feyzinden gelen bir tercûme-i maneviyesi olduğundan onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan geçtiğinden, elbette Risale-i Nur’un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister; Kur'an izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür. Hiçbir ci­hetle fahre, temeddühe, gurura hakkı yoktur ve olamaz. ”(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, rnk Neşriyat, s.71.)
Evet, bu asırda, iman dersi ve hakikat bilgisi olarak “Ne okuyacağız?” sorusuna verilecek en güzel ve en haki­mane cevap, “Risale-i Nur Küliiyatı’nı okuyacağım.” ol­malıdır. Çünkü Risale-i Nur, Kur’an’dan nebean eden bir bahr-ı muazzam; bir hazine-i esrar, bir define-i marifettir. Bu definede pek çok elmaslar, yakutlar, inciler vardır. Bu kıymettar mücevherlerden istifade etmek isteyenler; o bahre gavvas olmalıdırlar. Kitap okuma adına enerjilerini, hami­yet ve gayretlerini birinci derecede bu bahr-i azimeye tah­sis etmelidirler ve dikkatlerini dağıtmadan ve şevklerini söndürmeden bir ömür boyu sürecek bir azim ve irade ile bu marifet sahrasında yürümelidirler.

Hem, bu asırda Risale-i Nur’a talebe olanlar, Nur’lar vasıtasıyla din-i İslam’a hizmeti gaye edinenler, kendi mes­lek ve meşreplerini bilme, anlama ve hakikatleri umuma duyurma adına, telif eserler içinde birini derecede risaleleri okumalı, anlamalıdırlar. Bu sorumluluk ve okuma ciddiyeti, mesleğimizin icrası için lazım olduğu gibi, hakaik-i imani- yeden beslenmek ve imanı tahkik derecesine çıkartmak için de elzemdir.

2.Niçin Okuyacaksın?

Medar-ı necat ve halas, yalnız ihlâstır. İhlâst kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâsh amel, batmanlarla halis olmayana müreccahtır.(Mesnevi-i Nuriye, rnk Neşriyat, s. 167)

Bu soruya verilecek cevap, gaye ve maksadımızı belirler; bizi doğrudan doğruya “gaye tahsisi” ne götürür.Kulluk şuurumuzu, ebedi hayat açısından hassasiyetimizi, niyet ve nazarımızı, hulusiyet, saffet ve samimiyetimizi 0rtaya koymuş olur.

Evet, bütün amellerimizde olduğu gibi, okuma ve tetebbuatlarımızın, ders takdimlerimizin de gaye ve maksadı, yalnız ve yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını tah­sil etmek olmalıdır. Hatta bu mana ve mazhariyet kalb ve dimağlarda öylesine nakş edilmeli ve öylesine sürekli tah­kim ve takviye edilmelidir ki, hiç silinmesin, hiç önemini kaybetmesin, sürekli içimizde büyüsün, gelişsin, saffetini muhafaza edip, letafetini uçurmasın.

İhlâslı istikamet, süreklilik içinde sürdürülemezse, o ulvi hislerde zamanla bir çözülme, o kalb âleminde bir sar­sıntı, o ruh haletinde bir çökme yaşanabilir. Bu nedenle okuma disiplininde işin başında “Niçin okuyacaksın?” so­rusuna verilecek cevabın gayet açık, gayet net, gayet ber­rak ve gayet şeffaf olması ve kalbin içlerinden gelen bir tasdikle tebellür etmesi lazımdır:

Niçin okuyacaksın?
“Hakkın rızası için...”
“Marifet-i İlahiyede derinleşmek için...”
“Tebliğ görevini yerine getirmek için... ”
“Temsil sorumluluğunu hayatıma yansıtmak için
“Tam bir amil kul olmak için...”

Evet, verilecek cevaplar bu şekilde ve bunlara benzet nitelikte olmalı. Çünkü insan hayatının manevi tanziminde niyet ve nazar iki ucu keskin kılıç gibidir. Hasenatı seyy seyyiatı hasenata tebdil eder. Niyet ve nazar bulanır ve kir­lenirse, hayat-ı bakiyeyi berbat eder. Niyet ve nazarın dağlardan fışkırıp akan memba suları gibi safi ve temiz olması gerekir Hakikat noktasında, bu akışın, istikamet kulvarından geçerek cuş-u huruşla, Hakk’ın rıza vadisine dökülmesi gerekir.

Evet, Risale-i Nur u eline alıp okuyacak her şahıs, evvel emirde niyet ve nazarını gözden geçirmeli; kendini şu sualle,çok ciddi anlamda murakabe ve muhasebe etmelidir

"Niyet ve nazarım gerçekten rahmani mi? Niyet ve nazarımı nefsanî arzular ve şeytanî hisler kirletiyor mu?

Evet, alkış hissi, maneviyatın aklını bulandırır. Şan u şeref hissi, habistir, fıtratı bozar, tağyir ve tebdil eder.
Risale-i Nur’u okuyan ve onda derinleşmek isteyen fertler, niçin okuduklarının gerekçelerini bilmeli ve zihinle-
rinde bu gerekçeleri önem derecesine göre sıralamak ve niyet ve nazarını bulandırmadan ihlâs vadisinde istikamet-
le yürümelidirler.

Peki, Risale-i Nur niçin sürekli okunmalı?

  • Hayatın mahiyet ve hakikati, maksut ve matlubu Rabb-ı Ce-lil’i tanımak; marifetullahda derinleşmektir. Zat-ı Akdes’i,daha ziyade bilmek, marifette daha ziyade yol atmak ve imanı daha ziyade tekmil etmek için okunmalı.

  • Şanı ulûhiyetin azamet ve kibriyasını, izzet ve istiğnasını;saltanat~ı rububiyetinin iclal ve haşmetini, kemal ve cemalini, hüsn ve rahmetini İzan ve ikan derecesinde tanıyabilmek için okunmalı.

  • Allah-u Azimüşşan'a daha ziyade tazim ile tespih, tahmid,takdis görevini daha kamilane yapabilmeye kuvvet katabilmek için okunmalı.

  • Hakaik-i imaniyeyi ve esasat-ı Kur’aniye’yi daha hakimane talim edebilmek için okunmalı.

  • İslam’ı nefsinde daha halisane yaşamak ve daha ziyade kulluk şuurumu keskinleştirmek için okunmalı.

  • Görev ve sorumluluklarımızı hakkıyla tebliğ ve tenis il etmek adına okunmalı.

  • Allah-u Azimüşşanın ilk emri “Oku!”dur. Bu emr-i celile ittiba için okunmalı.

  • “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” ayetine masadak olmak için okunmalı.

  • “Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır” hadis-i şerifi mucibince hakikat-ı tefekküre yetişmek, o derin bil­giye ulaşmak için okunmalı.

  • Hz. Adem’in (a.s) meleklere rüçhaniyetinin şifresi olan “talim-i esma sırrı ile esma ve sıfat-ı ilahiyye’de tayeran, aşk ve muhabbet-l Rabbaniye’de seyeran, marifet ve haki- kat-ı Kur’aniye’de cevelan etmek için okunmalı.

  • “Veraset-i nübüvvet'' ve “kurb-u risalet" sırrı ile ilim için­de hakikate giden bir yolda her gün tazelenen bir şevk ve gayret ile o deryaya daha ziyade dalmak ve tam bir gavvas olabilmek için okunmalı.

  • “İlim kimde ise hayır ondadır” sırr-ı azimine yetişebilmek; o hayırdan külli istifade etmek ve başkalarının da istifadesine vesile olabilmek için okunmalı.

  • Hakiki bir abd-i muhsin ve tam bir arif-i billâh olabilme yolunda sönmeyen bir aşk, tükenmeyen bir şevk ile yürüyebilmek ve ömür boyu o kutsi heyecan meşalesini söndürmen için okunmalı.

  • İsm i Rauf ve Rahim ’in tecellisiyle İslam dünyasının dert ve sıkıntılarını, elem ve ıstıraplarını bizzat vicdanında hissedip“Karşımda bir yangın var. İçinde evladım, ahbabım, akra­nım, imanım tutuşmuş yanıyor!” feryadıyla haykıran Hz. Ustad misali tebliğ sahasında ilim kılıcını kuşanmak için okunmalı.

  • Yandımsa İslam'ın derdine yandım” sırrıyla dava-i Kur’aniye'ye, hizmet-i imaniyeye daha ziyade kendini adamak için okunmalı.

  • “Ben başka maksattayım. Başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeylere yer bırakmamış." buyuran Aziz Üstadımıza varis olmak için okunmalı.(1)

  • ‘İki günü müsavi olan ziyandadır: ” hadis-i şerifi hükmünce kendini her gün yenilemek için okunmalı.

  • Hakikat-i Kur’ariıye ile ruhunu tutuşturmak, kalbini ha- kaike tam yöneltmek, dimağ laboratuarını tefekkürle tam yoğurabilmek; diğer latifeleriyle birlikte camiyet ve külliyet sırrı ile -kab ve kabiliyeti nisbetinde- şuhudi bir ayinedar- lığa yükselmek için okunmalı.

  • Yalnız ve yalnız ihlâsı esas tutup, fisebilillah şu hizmet-i ima- niyeyi azami gayret ve ciddiyet içinde tahkim ve takviye etmek adına azim bir güç ve enerjiye ihtiyaç vardır. Bu güç ve enerjiyi sürekli depolamak için okunmalı.

  • Nefsini bilen Rabbini bilir” sırrıyla mahiyet-i insaniye haritasını dikkatle ve ibretle tetkik etmek; o haritanın gizli, örtülü ve mestur noktalarını daha keskin bir nazarla keşfet­mek, daha ibretle temaşa etmek için okunmalı.
    • Benim maksadım, dert ve davam, gecem ve gündüzüm, tasa ve sıkıntım, şu insanlar Cenab-ı Hakk’ı tanısınlar, bilsinler, iman nuru ile şereflensinler. ” düşüncesiyle bu mananın tahakkuku için hafıza kütüphanesini envar ve esrar~ı Kur'aniye ile doldurmak ve o hakikatleri muhtaçlara ulaştırmak adına okunmalı.

  • “Şefkat içimi yakıyor, kavuruyor. Benim maksudum, matlubum, şu insanlığı küfür bataklığından, sefahat ateşinden, cehalet karanlığından, dalalet sapıklığından kurtarmaktır;'' görev anlayışı içinde bu görevi hakimane yürütebilmek için okunmalı.

  • Bu asırda, omzumuza ihsan-ı İlahi tarafından konulmuş olan şu hizmet-i iman ve bu dava-ı Kur’aniye’yi “hazm ve hami etmem gerekir. ” İşte bu sırr-ı azime mazhar olmak için okunmalı.

  • “Benim matlubum, şu zorlu nefsimin vehim ve vesvesele­rini, hıyanet ve rezaletlerini, alçak ve menhus sıfatlarını iyice tanımak; şu İblis’in desise ve tuzaklarını, denk ve dubarala­rını; fıtrat-ı insaniyenin zafiyet ve kırılma noktalarını daha iyi kavramak, onların hilelerine karşı daha uyanık olmak­tır”. Bu azim sorumluluğu tam hissetmek ve gerekli do­nanımı kuşanmak için okunmalı.

Elhasıl, her okuyucu, kendi mizaç, meşrep ve anlayı­şına muvafık ve mutabık bir biçimde marziyat-ı İlahiyye yo­lunda birer ölçü ve mihenk kabul ettiği gerekçelerle Hakka yürümelidir, Bu yürüyüş hulusiyet ve saffet ister. Sebat ve metanet ister. Fiilî gayret ve iştiyak ister. Bu iştiyak, bu azim ve gayret son nefese kadar sürdürülmelidir. Aksi halde bir müddet sonra, fıtrat-ı insaniye kabuk bağlayabilir. O şevkler sönebilir, o gayretler küllenebilir. O hamiyetler buharlaşabilir. O görev ve sorumluluklarda çözülmeler başlayabilir.

Düşünce ve fikirlerde, aşk ve ideallerde değişmeler, baş­kalaşmalar, farkh kulvarlara kaymalar yaşanabilir. Bütün bu muhtemel risk alanlarına ve hayatı tepe takla uçurum­ların ağzına götüren yıkımlara ve nefis ve şeytanın ihanet, gabavet, tembellik ve rehavetine karşı teyakkuz halinde olmak gerektir.

Evet, insan, hayatının sonuna kadar azami dikkat ve teyakkuz ile yürümek zorundadır. Her zaman, niyet ve na­zarını, hamiyet ve fiilî gayretini sorgulamak, nefsini sığaya çekmek, nefsin desise ve hilelerine karşı uyanık olmak mec­buriyetindedir. Bazen olur ki, nefis niyet ve amel itibariyle lakayt davranışları sergileyebilir, bazen niyet ve nazarlar bulanık hale dönüşebilir. Bazen de niyetler kirlenir. Bu noktada müteyakkız olmak, nefis muhasebesi adına bir sorgulama yapmak icap eder. Çünkü nefis muhasebesi, hikmet ve teyakkuzun bir gereği; ciddi istikametin de temel taşıdır:

Ey nefsim! Niçin okumanı terk ettin, görev ve sorumlu­luğunu unuttun?
Ey nefsim! İstikamet urganını kopartıp karanlık deh­lizlere mi sapmak istiyorsun?
Ey nefsim! Başka gayeler mi ruhunu istila etti? Alkış hissi mi, içine girdi? Şan ve şeref mi zihnini çaldı? İnsanla­rın takdir ve tahsinini kazanmak mı gündemini doldurdu?
Ey nefsim! Herkese niyetlerine göre verilir. Niyetin neyse sen osun, o kadarsın.
Ey nefsim! Niyetlerini çürütenler başkalarına ne vere­bilir, ne kadar faydalı olabilirler ki?
Ey nefsim! Samimi ol! Sırf okumuş olmak için mi o okuyorsun? Ya da, “Okumazsam beni kınarlar.”diye mi elin risaleleri alıyorsun? Yahut “Şu kitabı okusam, bana yeteri» diye rehavetini mi sergilemek istiyorsun?

Evet, bütün bu muhasebe ve murakabeler Hakk’ın rızasını netice verecek bir biçimde zihinlerimizde billurlaş, malıdır. Ta ki, hamiyetler ayağa kalksın, küheylanlar şahlansın. Ruhlar tutuşsun. Mah-rûyanlar himmet sahrasında yansın.

3.Nasıl Okuyacaksın?

“Geleceğin cahili, okumayan kişi olmaya­caktır. Nasıl öğreneceğini bilmeyen kişi olacaktır.-Alvin Toffler

Bu soruya verilecek cevap, bizi bu işin usûl, tarz, metod, yöntem ve talim tekniklerine götürür. Çünkü her sanatın, her maharetin, her ilim ve her uğraşın kendine mahsus metodu, üslubu, tarz ve teknikleri vardır. Tetkik ve araştırmalarda, ilim ve sanatta belirli yöntemler izlenme­den, gerekli metod ve tekniklere başvurmadan başarılara imza atmak adeta imkânsız gibidir. Kesin olarak bilmek ge­rekir ki, metodsuz, yöntemsiz, tarz ve üslupsuz yürüyenler tufeyli kalırlar; matlup kemale ulaşamazlar.

Evet, usûl olmadan vusûl olmaz. Vusulsüzlüğümûz usulsüzlüğümüzdendir.

Genel bir kaidedir: Bütün uzmanlık sahalarında, tüm meşguliyet alanlarında metod, yöntem ve tekniklerden fay­dalanılır. Ata binmenin, kılıç kuşanmanın, ok atmanın bir tekniği yok mudur? Bütün spor okulları, kendi tekniklerinin talimi ile uğraşmıyorlar mı? Güreşin, karate, judo, tekvando, futbol ve basketbolün teknikleri yok mudur? Şu spor faa­liyetleri kara düzen bir biçimde mi sürüp gidiyor? “Saldım çayıra,mevlam kayıra"mantığı ile olimpiyatlara hiç gi­dilebilir mi, başarılara imza atılabilir mi. zirvelere tırmanabilir mi?

Evet, her uğraş, ilim ve sanatın kemali, onların usûl ve yöntemlerini, teknik ve metodlarını bilmek ve geliştirmekle olur.Her sahada geçerli olan bu kanun, sözde, sazda, öğrenmede, öğretmede, ilm-i belağatte de geçerlidir. Söz söylemek bir sanattır, bir maharettir. Söze muhatap olmak, kelamdan anlamak; metni süzmek, derinliğine bak­mak; kelamın inceliklerine nüfuz etmek, mana çıkartmak, istihraç edebilmek, usûl ve tarz ister, yöntem ve metodlara vukufiyet ister.

Eğer bir kelamın, fikrî bir mesajın, ulaştırılması gere­ken bir hakikatin dünya çapında tamimi, tebliği, temsili gerekiyorsa, o yolda gidenler; söz söylemede, ilimde ve hi­tabet sanatında derinleşmek zorundadırlar. Çünkü tebliğ sorumluluğunun kemali, kelamı en güzel şekilde anlamayı ve aktarmayı iktiza eder. Bunun da yolu, ilimdir, ilim içinde talimdir; talim içinde metod ve yöntemlere vukûfiyettir. Usûl bilmeden, metod ve tekniklere aşina olmadan yürü­mek, çöllerde kılavuzsuz at koşturmaya benzer. Tahkiki bir derinliğe ve analiz edebilecek bir dirayete yükselebilmek için bu metod ve yöntemlerle yürüme zarureti vardır. Uzun soluklu fikrî yürüyüşler için, okuma ameliyesinde di­siplin sahibi olabilmek ve daha derinliğine ve daha seme-redar sonuçlara ulaşabilmek için metod ve yöntemlere başvurmak lazım ve elzemdir.

Evet, her şeyin tekniği olsun da, okumanın, öğren­menin tekniği olmasın!

4- Nasıl Aktaracaksın?

Kalbime gelen manalara bakıyorum birer inci, Ama ağzımdan dökülenlere bakıyorum birer çakıl taş,. ” (Bir Arap şairi)

Bu sorunun cevabı, bizi “bilginin transferi”ne, “tebliğ'' sorumluluğu” na ve “takdim şekilleri”ne götürür.Bilginin transferi, insanın elde ettiği ve kazanmış okluğu bilgi ve becerileri gerekli ortamlarda rahatça kullanabilme ve uygulayabilme maharetidir. Sadece belirli bir ortamda kalan, dışarıya aktarılmayan, yeterli ölçüde uygulamaya dönüştürülmeyen bilgiler transfer edilememiş bilgilerdir.

Özellikle tebliğ makamında olanların kazanmış oldukları bilgileri, beceri ve tutumları hayata yansıtmaları büyük önem taşır. Bilgi ve düşünceler güzel bir biçimde aktanlamıyor; alı­cılar da aktanlanları hayata yansıtamıyorlarsa; netice nokta­sında o yansıma, amele ve güzel davranışlara dönmüyorsa; daha açıkçası ilim hayata perçem vuramıyorsa, bu noktada emeklerin zayi olmasından söz edilebilir.

Bilgiyi transfer edebilmek, muhataplarının idrak ve kalblerine yansıtabilmek birçok şarta muhtaçtır. Lisan ve beyan dirayeti noktasından bakıldığında; düşünceyi kalıba dökebilecek, manaya libas giydirebilecek, o libasta tenasüp, letafet ve dengeyi koruyabilecek ve doğru düşünceye yar­dım edebilecek dirayetli bir akletme faaliyeti için altyapı olarak, her şeyden önce güçlü bir dile ihtiyaç vardır. Dil ne kadar zenginse, kelimeleri kullanma mahareti ne de­rece mükemmel ise; hem söz ile tebliğde, hem de kalemle hizmette o derece sağlam bir adım atılmış olur. Sözü anla­mada ve anlatmada gerekli olan bilgilere ve edebî sanat­lara ve dil inceliklerine sahip olanlara kelam daha ziyade kendini açar, mana daha ziyade kendini gösterir.

Olaya, “tebliğ sorumluluğu” noktasından bakıldığında, tebliğin kemali “üsluplu hakim” sırrına bakar. Yani, nerede, nasıl, ne şekilde ve ne kadar konuşacağını bilmek; tezyif ve tahkire girmeden kavl-i leyyin ile hakikatleri terennüm
etmek; mübalağa ve mücazefeye girmemek; mantık, mu­hakeme ve insafla muhatabına yaklaşmak bir üslup işidir. Bilgiyi pekiştirerek beyan ve kelamda iktidara yükselmek bir maharet işidir. Bilgiyi rahat bir biçimde aktarabilmek, takdim etmek bir metod ve yöntem işidir. Bütün bu kaza­nımlar, şüphesiz bir takım üslup, metod ve yöntemlerle gerçekleştirilebilir. Metodsuz derme çatma bilgilerle, kulak­tan dolma sözler ile hakimane tebliğ yapılamaz.

Peygamber Efendimiz (s.a.v), Arap’ın en beliğ konu­şanıydı. Hikmet-i ezeliye O nu, risalet görevine hazırlarken tebliğ görevini hakkıya ifa edebilmesi için en yüksek bir fetanette ve kelam ve beyan noktasında en muktedir bir biçimde teçhiz etmişti; Efendimizin sütannesi “Müdari Ka­bilesi” ndendi. Müdari Kabilesi, Arapçayı en güzel lehçe ile konuşan kabileydi. Kur’an-ı Azimüşşan da Müdari Kabile­si’nin lehçesi üzerine nüzul etmişti.

Evet, Kur’an-ı Hâkim’de “Çatlatırcasına konuş''(Hicr,9) emr-i Celili, tebliğ görevinde, kelam dirayetinin önemini ortaya koymaktadır. Ta kıyamete kadar, hakikat ve marifet-i imaniyeyi hakimane, en güzel bir biçimde, delil ve hüccetle, mantık ve muhakeme ile tebliğ etmek, boynumuzun bor­cudur. Çünkü tebliğ, farz-ı daimidir.

Ahir zamanda en önemli bir görev ve sorumluluk, idrak ve gönülleri aydınlatmak, iman hakikatlerini herkese, özel­likle ciddi talep edenlere ve ihtiyacını hissedenlere ulaştırmak­tır. Şüphesiz, bu yüksek amacın tahakkuku, “lisan hâkimiyeti” ve “üslup-u hakîm” ile birlikte “İlmî derinliği” de gerekli kılmaktadır. Nitekim Hz. Üstad’a ihsan edilen en büyük ni­metlerden birisi de ona bahşedilen “ilm-i Kur’ani’dir.(2)

Tebliğ görevi birçok şekilde gerçekleştirilebilir. En uygun tebliğ şekli, “takdim”dir.

Her takdim, altyapı olarak “tahkim”’e muhtaçtır. Ha- kikatleri güzel ve mükemmel bir biçimde hikmetle anlat­mak, duyurabilmek için takdimden önce “tahkim” lazımdır. Yani, tebliğden önce, iman hakikatlerini öğrenmek, anla­mak, kavramak; öğrendiklerini hayata ve amele yansıtmak lazımdır. Tahkim, hem İlmî ve fikrî, hem de amelî olarak gerçekleştirilmelidir.

Hiç unutmamak gerekir ki, tebliğ kabiliyet ve mahareti, “Nasıl aktaracağım?” manası uygulama ile gelişir, inkişaf eder. İman hakikatlerini etrafına duyurmak adına sergile­nen gayretler zaman içinde konuşma kabiliyetinin de inki­şafını netice verir. Bu noktada azim ve gayret fevkalade önemlidir. “Şu iman hakikatlerini bütün dünyaya duyura­cağım. Hakikat-ı Kur’aniyenin bir bülbülü olmaya çalışa­cağım. ” tarzında ortaya konulacak fiili bir gayret, tebliğ ve temsil sorumluluğuna güç katıp kuvvet verir. Bu özelliklerle birlikte, hakikatleri aktarma mahareti, “hal güzelliği” ile de tahkim ve takviye edilmelidir. “Mübarek lisan”, “halisane ahval” ile pekişirse, o zaman tebliğ olur, kemale yükselir.

Evet, mümin lisan zarafeti, fikir derinliği, tahlil dira­yeti, tebliğ mahareti, takdim letafeti yanında hal güzel­liği ve istikamet ciddiyeti itibariyle de mümtaz olmalıdır.

5.Nasıl özümseyeceksin?

“Eğer biz ahtâk-ı İslamiye’nin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtmı ef-alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler; belki Küre-i Arz'm bası kıt'alan ve devletleri de İslamiyet'e dehalet edecekler(Hutbe-i Şamiye, rnkNeşriyat, s.24)

Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan "irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye" herbirinin bir gayetü'l-gàyâtı var:İradenin ibadetullahtır. Zihnin, mârifetullahtır. Hissin, muhabbetullahtır. Lâtifenin, müşahedetullahtır. Takvâ denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat, şunları hem tenmiye, hem tehzip, hem bu gayetü'l-gàyâta sevk eder.(Age,s. 140)

"Nasıl özümleyeceksin?” sorusunun cevabı; öğren­diği hakikatleri ruhuna yazmak, kalbine nakş etmek, zih­nine yerleştirmek, vicdanında duymak ve hayatında bizzat sergilemek, amele dökmek; ömür boyu o mazha­riyeti yaşamak ve yaşatmaktır,

Öğrenmekten maksat, ameldir, iradî teşebbüs ve fiilî icraattır. Hayata yansımayan bilgi, hakikat noktasında daha henüz özümsenmemiş, emilmemiş bilgidir; hamdır, kı­vamsızdır Öğrendiklerini amele döndüremeyenler, fiilen teşhir edemeyenler ruhsuz ve kuru, sönük ve cılız, resmi ve çiğ bir dünyayı temsil ederler; onlar mecalsizdirler; ha­miyetleri ayağa kaldıramazlar, gayretleri tutuşturamazlar, vicdanlarda itminana vesile olamazlar.

Nefsülemirde, öğrenmek öğretmekten daha zordur. Çünkü öğretmede, mesajlar sunulur, öğretici elindeki bil­gileri aktarır. Ama gerçek manada öğrenme, derin bilgiye ulaşmaktır. Derin bilgi, insanı değiştiren bilgidir. Gerçek öğrenme de odur ki, insanın davranışlarını değiştirsin; on­ları iyiye, güzele, doğruya yöneltsin; tutumlarda olumlu değişimler ile insanı mükemmele tırmandırsın. Zaten öğ­renmeden beklenen kemal nokta da budur: Öğrendiklerini hayata yansıtmak, ilmi amele çevirmektir.
Hz. Üstadın İşaratül İ’cazda beyan buyurduğu gibi, ''ilmin i’tası, manen ameli emrediyor. ”’ (İşaratül icaz, rnk Neşriyat, s, 192)

İlmin sılâ-yı rahimi ameldir. İlim amele kavuşursa, kıvam ve tadını bulur, hakiki ilim olur. Amelin de sılâ-yı rahimi ihlastır. Öğrendiklerini ihlâsla hayatlarında fiilen sergeleyenler “temsil sırrı” mazhar olurlar. Temsil sırrı ile yürüyenler, pek çok güzelliklere ayna olurlar. Yani, konuştuklarını yaşar, yaşadıklarım konuşurlar. Yaşayan bir hakikat olarak imanın güzelliğine ubudiyetin izzetini, ahlakın mükemmelliğini, muamelatın ciddiyetini, sıdk ve doğruluğun tatlılığını, hakikatin cazi­besini hayatlarında bizzat sergilerler. Onlar, sıdk, hulusiyet, samimiyet, fedakârlık, gayret, şecaat, izzet, istiğna, iktisat, emniyet ve yüksek hamiyet gibi vasıflan itibariyle mümeyyiz bir hayatı yansıtırlar.

Bugün dünyada yüz binlerce eğitim ve öğretim mües- sesesi var. Nesiller bu tezgâhlardan geçiyorlar. Onlara tek­nik konularda bilgiler veriliyor, ilgi duydukları sahalarda yetişiyorlar. Ama bu tezgâhların pek çoğunda “tevhit” me­sajı unutulduğu ya da gerekli şekilde verilmediği için bu tezgâhlardan çıkan ürünlerin birçoğu defoludur; bu defolu ürünler, bu çürük malzemeler cemiyet hayatının inşasında kullanıldığı müddetçe, cemiyetin bünyesi sancılı, sarsıntılı ve hastalıklı bir nitelik taşıyacaktır. Bu durum sürüp gittikçe dalalet fırtınaları dinmeyecek; sefahat bataklıkları, ihanet şebekeleri, karanlık tezgâhlar yıkım faaliyetlerini devam et­tireceklerdir.

Bu bataklıkları kurutmanın, bu hastalıklı bünyeleri te­davi etmenin en müessir yolu, tebliğdir. Hakikat bilgisini özümsemektir. Hikmet penceresinden bakıldığında, her­halde istikbalde hizmet adına en büyük hisse, marifet bil­gisini nefsinde özümseyenlere düşecektir. Onlar temsil sim ile ahlâk-ı Islamiyenin ve hakaik-i imaniyenin intişarına kuvvet verecek, içimizdeki lakaytların, rehavet bataklığına düşenlerin, İslam’dan uzak yaşayanların ve sair dinlerin münfesihlerinin intibahına vesile olacaklardır. İnşallah.

Dipnotlar:

1)-Varis üçtür. Makamın varisi, halin varisi, ilmin varisi. Bu üç veraseti, Nur’un mesleği açısından şöyle ifade edebiliriz: Makamda ve­raset, tebliğ sırrıdır; yani, makam-ı tebliğde, neşr-i esrar-ı Kur’aniye va­zifesini ifa etmeye çalışmaktır. Halde veraset, temsil sırrıdır; yani, İslam m güzelliğini fiilen teşhir ve temsil etmek ve acz ve fakrın zirvesinde tam bir fena haline makes olmaktır. İlimde veraset, talim simdir. Yani,en yüksek ders-i Kur anî olan iman hakikatlerini okuyarak derinleşmek ve rusuhiyete yükselmektir.
2)-Hem hususi olarak bir ilm-i Kur'anî ve hikmet i imaniye verdi, ve o insan ile çok mahlukat üstüne bir tefevvuk verdi.”Şualar, rnk Neşriyat, s.66.

Prof.Dr.Şener Dilek - Risale-i Nurda Derinleşme,syf;50-69
Devamını Oku »

Hakîm et-Tirmîzî'de Öğrenme ve Algılama


Hakîm et-Tirmîzî'nin Psikoloji Anlayışında Öğrenme ve Algılama*

Abdüllâtif Abdurrezzâk
Çev. Salih ÇİFT**


ÖZET


İslamî psikolojide olduğu kadar Batı psikoljisinde de öğrenme ve algılama

iki önemli konu olarak görülmektedir. Algılama ve öğrenme vasıtasıyla

bilgiye ulaşılır.Öğrenme yalnızca bilgi edinme, duygusal alışkanlıklar,

sosyal etkileşim ve kişisel gelişmeyi değil, aynı zamanda yeni beceriler

hususundaki mahareti de kapsar. Kısaca doğumdan ölüme, hayatımızın her

yönünü kuşatmaktadır. Bu makale, III/IX. yüzyılda yaşamış olan, ünlü

müslüman âlim Hakîm et-Tirmizî tarafından ele alınmış olan bu konuyu

müzakere edecektir.



* Bu makale, al- Shajarah, Journal of the International Institute of Islamic Thought and Civilization (ISTAC), 2000, v.5, nu.2, adlı derginin 285-304. sayfaları arasında yayımlanmıştır.

** Araş.Gör. Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Bölümü Tasavvuf Anabilim Dalı.

Giriş

Öğrenme, insanoğlunun zeka potansiyelini geliştirmede en önemli araçtır. Öğrenme sayesinde insan, bilmediğine muttali olabilir ve cehaletten uzaklaşıp bilgiye yaklaşabilir. Bu konu İslam’da da çok önemli bir yer işgal etmektedir. Hz. Peygamber’e gelen ilk vahiy öğrenme ile ilgilidir.(1)

İslâmî psikolojide olduğu kadar Batı psikolojisinde de öğrenme ve algılama iki önemli konu olarak görülmektedir. Algılama ve öğrenme vasıtasıyla bilgiye ulaşılır. Bu makale, III/IX. yüzyılda yaşamış olan, ünlü müslüman alim Hakîm et-Tirmîzî tarafından irdelenen bu iki konuyu müzakere edecektir.(2)

Robert S. Feldman, Understanding Psychology adlı eserinde öğrenmeyi “tecrübe yoluyla davranışta meydana gelen nisbeten kalıcı değişiklik” şeklinde tanımlamaktadır.(3)



Bu tanım, olgunlaşma veya organizmanın geçici bir halinden dolayı meydana gelen herhangi bir değişikliğin, öğrenmenin kapsamı dışında kaldığını ima etmektedir. Öğrenme, bir organizmanın ölçülebilir bütün tepkilerini kuşatan genel bir terim olan “davranış”la ilgili olduğu için bütün yönleriyle ele alınamayacak derecede geniş bir konudur. Öğrenme, yalnızca bilgi edinme, duygusal alışkanlıklar, sosyal etkileşim ve kişisel gelişmeyi değil, aynı zamanda yeni beceriler hususundaki mahareti de kapsar. Kısaca, doğumdan ölüme, hayatımızın her yönünü kuşatmaktadır.Bununla birlikte, bu çalışmada bizim amacımız, öğrenmenin bütün yönlerini irdelemek değil, bilgi edinme sürecini Tirmizî’nin yorumladığı şekliyle ele almaktır.

Öğrenme, Bilgi ve Elde edilişi

Tirmizî’ye göre, iki türlü bilgi mevcuttur:

1- Kişinin kendi gayreti olmadan sahip olunan bilgi (el-ilmu’l-vehbî),

2- Belli bir çaba neticesinde elde edilen bilgi (el- ilmu’l-iktisâbî).(4)

Bu bilgilerden birincisi Allah (Azze ve Celle) tarafından ilham edilirken, ikincisi normal bilme vasıtaları ile elde edilir. Bilginin bu şekilde sınıflandırılması Hz. Peygamber’in şu hadisinden hareketledir:

“İlim iki çeşittir. Birincisi, dilin ilmi ki Allah (Azze ve Celle)’ın mahlukatına bir hüccetidir. İkincisi, kalbin ilmidir ki faydalı olan budur.” (5)

Tirmizî’nin yazdıklarından anlaşıldığına göre, o, hadiste geçen “dilin ilmi” ifadesinden kesbî bilginin, “kalbin ilmi” sözünden de vehbî bilginin kastedildiğine inanmaktadır. Tirmizî,neredeyse bütün eserlerinde, ilm-i bâtın ve ilm-i zâhir tabirlerini diğer bütün terimlere tercih etmiştir.

O, bâtın ilmini, hem “faydalı ilim” ve hem de “hakikat ilmi” olarak nitelerken, zâhir ilmini “dünya ilmi” şeklinde tanımlamıştır. Bunlardan ikincisi, birincisi olmadan hiçbir değer ifade etmez. (6)

Bu iki tür bilginin birbirlerine bağımlılığı ve kişinin bunların her ikisine birden olan ihtiyacı hususunda Tirmizî şöyle demektedir:

“Bu iki çeşit bilgiden hiçbiri, diğeri olmaksızın var olamaz. Zira zâhiri bilgi şeriatin tezahürü, bâtınî bilgi ise hakikatin direğidir. Bundan dolayı, kemale ermek için, kalb ve rûh bunların her ikisine birden ihtiyaç duyarlar. Dinin zâhiri görüntüsünün mükemmelliği şeriat bilgisine bağlıyken, derûnî muhtevasının kemali hakikat bilgisine dayanmaktadır. İyi alim olmak isteyen ilim erbabının, bu iki çeşit bilginin her ikisine birden sahip olmaları gerekir. Eğer bunların bir tanesinden mahrum kalırsa, ona noksan gözüyle bakılır. Her kim zâhiri bilgiye göre amel eder ve bâtınî bilgiyi inkar ederse o münafıktır. Her kim de şeriati tasdik amacıyla zâhiri bilgiyi öğrenmez ve onu inkar ederek yalnızca bâtınî bilgiye göre amel ederse o da zındıktır. Bu kişinin sahip olduğu, hakikatte ilim değil ancak şeytanın vesvesesidir.” (7)

Böyle bir sınıflandırma, bu iki tür bilginin nasıl elde edileceği konusunda ilginç bir müzakereye yol açmaktadır. Bu da bizi, insanın öğrenme melekelerinin ve bu sürecin Tirmizî tarafından nasıl tasavvur edildiğini irdelemeye sevk etmektedir.

İnsanın öğrenme melekelerine gelince; bu noktada Tirmizî’nin Kalb kavramını ve onun derûnî boyutları olan nefs ve aklı müzakere etmemiz (ele almamız) gerekmektedir. Kalb insanın hakikatidir. Kalb iyi olduğunda insan da iyidir. Bunun zıddı da doğrudur. Kalb, verdiği her emre itaat edilen bir kral olarak tasavvur edilir. O, insanda bilgi tahtıdır. Tirmizî, Kalb terimini iki anlamlı olarak tasavvur etmektedir. Birincisi, bütün bâtınî makamları kapsayan geniş anlamdaki Kalb, diğeri ise, dört derûnî makamdan biri olan kalb.

Bu ikisi arasındaki farkı belirtmek üzere, birincisinin baş harfi “K” ile, ikincisi ise “k” ile gösterilecektir. Tirmizî’ye göre, Kalb’in dört boyutu vardır: Sadr, kalb, fuad ve lübb.

Bu boyutlar öyle bir sisteme göre düzenlenmişlerdir ki, en dışta sadr bulunûr, onu kalb takip eder, daha sonra fuad ve en içte ise lübb yer alır. Tirmizî, lübbün içerisinde de daha başka makamlar olduğunu, ancak bunların kelimelerle ifade edilemeyecek derecede latif olduklarını belirtmektedir.(8)

Bu manevi varlıklarla ilgili açıklamasında, son derece soyut olan psiko-spiritüel kavramları basite indirgemek amacıyla somut örnekler vermeye yönelir.

Örneğin, Kalb’le insan gözü arasında karşılaştırmaya Göz, göz kenarları arasında yer alan her şeyi, yani, gözün siyah ve beyazını, gözbebeğini, camsı sıvıyı ve gözbebeğindeki ışığın tümünü birden kapsar. (9)

Bu bölümlerin kendi özel tabiatları ve önemli alanları vardır ve her biri diğerinden farklıdır.Bununla birlikte, bunların faaliyet ve fonksiyonları birbirlerine bağlı ve yardımcı durumundadırlar.(10)

Tirmizi, görüşlerini açıklarken birçok örnek verir. Mesela, Kalbi bir eve benzetir. Burada, ev terimi, geniş kapsamlı ve içindeki odalarla birlikte bahçesini de ifade edecek biçimde kullanılmaktadır. Tıpkı, Mekke’nin etrafındaki kutsal alanı, şehrin kendisini, mescidi ve Kabe’nin tümünü birden içeren “Harem-i şerif” tabirinde olduğu gibi. Ya da, fitil, yağ, ışık vs.tümünü ifade eden kandil kelimesi gibi. Zikredilen örneklerde, bütünü meydana getiren her parça, kendine has özelliklerinin yanında, aynı zamanda diğer parçalara da bağımlıdır. Tirmizî’nin, bu örnekleri vermesinin en azından iki sebebi vardır: Birincisi, insan zihin gücünün ötesinde olan şeyi algılayamaz.

Bu nedenle o, tasavvur edilmesi mümkün olmayan anlama sürecinde, insan için düşünülebilir ve tanıdık olan nesnelerin aracılığına ihtiyaç duyar. İkincisi, verilen örnekler, söylenen sözü açıklama görevi görürler. Misaller vasıtasıyla izah yöntemi, öğrenme sürecinde çok önemlidir ve İslam eğitim geleneğinde birçok hoca bu yöntemi kullanmışlardır.Tirmizî’ye göre, bilgi, ya dışarıdan girme yoluyla, ya da bizzat kalbden kaynaklanmak suretiyle, iki yolla sadra ulaşır. (11)

Tirmizî, bunlardan birincisinin, dinleme, çalışma, ezberleme, gayret ve azimle gerçekleşen öğrenme sayesinde elde edilen bilgi olduğunu ifade eder. Bu, dil ilmi (ifade edici bilgi, el- ilmu’l- ibâre) diye isimlendirilir. Çünkü bu ilim dille ifade edilir. Bu bilginin muhafaza edildiği yer “sadr”dır. Bu bilgi, uzun süreli tekrarlar, yoğunlaşma ve gayret olmaksızın tam olarak elde edilemez.
Unutulması ihtimali olan bir bilgidir. Çünkü, nefs sayesinde kazanılmış ve muhafaza edilmiştir.

Nefs ise, doğası gereği unutkandır.(12)

Tirmizî, ayrıca bilgiyi, sadr üzerinde belli etkileri olan bir nûr (ışık) olarak da tasavvur eder. Bir kimse, araştırma ve kullanma amacıyla bilgiyi arzuladığında, bilgi nûru onun sadrında, kişinin arzusu oranında artar. Bu nûr kişiyi aydınlatır, bilinmeyen şeylerin tanınmasına ve bilinenden hareketle bilinmeyeni çıkarsamaya yardım eder. Bu nûr, bilgi artık kullanılmadığında azalmaya başlar. Tirmizî, bu tür zahirî bilginin ardına düşme noktasında bizi cesaretlendirmektedir.

Ancak o, kalbin bâtınî bilgisiyle takviye edilmediği sürece bu bilginin kusurları hususunda da uyarıda bulunûr. Bu noktada gayet net bir şekilde şunları söylemektedir: “Nefsin getirdiği ve sadrın öğrendiği her bilgi, nefsin kibir ve gururunun artmasına ve hakikati inkarına sebep olur.

Böylece, nefsin bilgisi arttıkça, kardeşlerine karşı kıskançlığı, şeytanın peşinden gidişi ve azgınlığı da artar. Şunu bil ki sahip olunan bilgi ne kadar az ise bunun karşılığı da o derece az olur ve bu bilginin sahibi nihayetinde Allah (Azze ve Celle)’a itaati reddeder. Bilgi, yalnızca, fıkhı uygulamak, terbiyeyi gerçekleştirmek, rûhu cehaletten koruyup geliştirmek ve ayrıca dinin ortaya koyduğu hadleri bilmek ve dinin zâhirî yönünü doğru uygulamak için öğrenilir.

Bu bilgi, hakikaten değerli olan, yani Allah (Azze ve Celle) ’ın insanın kalbine ilham ettiği bilgi olduğu taktirde değeri artar.”(13)

Kesbî olan bilginin aksine, kulun kalbinden neşet eden bilgi, gerçekte Allah (Azze ve Celle) ın bir ihsanıdır. Allah (Azze ve Celle) onu kulları arasında dilediğine bahşeder.Bu bilgi, sahibini Allah (Azze ve Celle)’a daha da yakınlaştırır. Tirmizî’ye göre, hikmet latifeleri ve ihsan şahidleri olmaları açısından bu tür bilgiler, sadra doğru ilerleyebilir, fakat burada sağlam bir şekilde yerleşemezler. Çünkü sadr, gereksiz düşüncelerin, arzuların ve diğer olumsuz dürtülerin giriş yeridir.(14)

Tirmizî, kalbin derûnî boyutlarını mütalaa ederken, açık bir şekilde belli bilgileri belli mevkilere tahsis eder. Ona göre, Allah (Azze ve Celle)’dan gelen ledünnî bilgi, kalbde (yani, sadr’dan sonra olan ikinci alanda), marifet ve rüyet fuadda, Allah (Azze ve Celle)’ın ihsan ve lütufları ise en içteki lübb’de muhafaza edilir. Bu bilgi her ne kadar Allah (Azze ve Celle) tarafından ilham ediliyor ise de buna talip olanın belli bir gayreti göstermesi gerekir.

Böyle değerli bir bilgiye nail olabilmek için, zâhiri bilgiyi edinmedeki olağan yöntemlerde olduğu gibi öğrenme ameliyesi ve tecrübe gerekmez. Bilakis, bilginin mekanı olan kalbin temizlenip arındırılması gerekir. Tirmizî, ilhamî bilginin nasıl elde edileceğine dair yararlı tavsiyelerde bulunûr. Bu hususla ilgili şöyle demektedir: “Bu bilgi, tedricî olarak ve Allah (Azze ve Celle)’a karşı ihlaslı olmakla elde edilir.
İhlaslı olmak da, O’nun isteğine uygun bir hayat ve hiçbir değeri olmadığına inanılan, insanın kendi arzularını kesinlikle dikkate almaması ve onları zaptetmesi ile olur. Bu kabil vasıtalarsayesinde insan Allah (Azze ve Celle)’ın nûruyla ödüllendirilir. Bu nûr sayesinde insan, kendisinin sırlarına ve mahlukatın gizemlerine vakıf olur.Bütün bunlar hakkındaki bilinç, bir his olarak kalbte ortaya çıkar.”(15)

Kalbi temizleyip arıtmak için nefsin dürtülerini dikkate almama ve onları tamamen kontrol altına alma sayesinde Allah (Azze ve Celle) kalbi, saflığı ve hazırlığı oranında lütuflandırır. Tirmizî’ye göre, bu durum, Kalb denizinin sonsuz derinliği ve odenize akan nehirlerin sayılamayacak kadar çok olmalarından dolayıdır. Bu bilgi için çabalayanlar, denizlerdeki inci avcılarına ve nehirlerdeki balıkçılara benzerler. Onların her biri, kendisi için belirlenmiş olan miktarı ancak
bulup getirebilirler. (16)

Kalbden farklı, fakat öğrenmede en az onun kadar önemli olan bir başka meleke ise akıldır. İslam, aklı ve onun başlıca fonksiyonu olan akletmeyi, hayvandan ayırdedilmesini sağlayan başlıca özellik olduğu için, insanın sahip olduğu en değerli şey olarak kabul eder.

Tirmizî’ye göre, aklın iki vechesi vardır. Bunlardan biri genel, diğeri ise özeldir. Genel olan aklın üç gelişim aşaması vardır. Birincis, fıtrî akıldır ki, akıllı olduğu kabul edilen herkese verilen akıl budur.

İkincisi, hüccet aklıdır(el-aklu’l-hucce/ intellect of evidence) ki, delil ve ispatla ilgilidir.

Üçüncüsü tecrübî akıldır. Bu da tecrübeyle ilgilidir. Tirmizî, insanın herhangi bir şeyden elde edeceği faydanın, sahip olduğu aklın derecisine bağlı olduğuna inanır. Örneğin, tecrübî akla sahip olan, hüccet aklına sahip olana göre daha bilgilidir.Herhangi bir kimse bu aklî melekelerini öğrenme ve deneyim yoluyla tedricî olarak geliştirebilir. Bununla birlikte, aklın bu vechelerini aşan bir insana, Allah (Azze ve Celle)’ın marifeti bahşedilmeyebilir.(17)

Tirmizî’ye göre, sahibinin Allah (Azze ve Celle)’ı bilmesini sağlayan akıl, dengeli akıldır (el- aklu’l- mevzûn). Bu Allah (Azze ve Celle)’ın bir ihsanıdır ve bunun sayesinde kişi Allah (Azze ve Celle)’ı bilebilme durumuna gelmiştir. Müminler arasında, Allah (Azze ve Celle)’ın marifetinin kendilerine bahşedildiği bir grubun özel olarak sahip oldukları bir şeydir bu. Allah (Azze ve Celle) hakkındaki bilgiye sahip olmak isteyen bir kişinin öncelikle, genel akletme melekesine sahip olması gerekir. Bu özellik olmadan, kişiye ilahî bilgi bahşedilmez. Bir bebeğe, bir deliye veya iyiyle kötüyü, faydalıyla zararlıyı birbirinden ayırdedemeyen, ya da kendi yakınlarıyla başkaları arasındaki farkı bilmeyen kişilere bu tür bir bilgi verilmez. Çünkü, dengeli akıl öncelikle realite ile ilişki kurabilen bir kişiye ihtiyaç duyar.

Tirmizî, aklı ikiye ayırması noktasında bize şunu işaret etmek istemektedir ki, her akıl sahibi Allah (Azze ve Celle)’ı bilir demek değildir, fakat Allah (Azze ve Celle)’ı bilen her kişi akıl sahibidir. Böyle olduğu için, dengeli akla sahip olmak isteyen kişinin, öncelikle genel akletme yeteneğine sahip olması gerekir.
Bununla birlikte, bu genel yeteneğe sahip olan kişiye özel bir meleke bahşedilmesi de gerekmez.(18)

Aklın bu şekilde ikiye ayrılması, iki tip öğrenmeyi de beraberinde getirmektedir. Bunlar bâtınî ve zâhirî öğrenmedir. Bunlardan birincisi kalbin öğrenmesiyken, ikincisi duyusal tecrübe yoluyla bilgi ve deneyim kazanma şeklinde anlaşılmaktadır. Bu iki çeşit öğrenmenin her biri diğerinden tamamen farklıdır. Tirmizî, zâhirî bilginin, kişiye hadiselerden sonuç çıkarmak ve mevcut bilgiden hareketle bilinmeyeni anlama hususunda yardım ettiğini belirtir.

Bâtınî bilgi ise, yalnızca bir beceri ortaya koymakla kalmaz. Bunun yanında eşyanın hakikatine uygun çıkarımlar yapmak noktasında kesinlik de ifade eder. (19)

Algılama

Algılama, “etrafımızda olup bitenleri bilme sürecimizi ifade eden genel bir terimdir” şeklinde tanımlanır. O, duyu organlarıyla yakından ilişkilendirilen belli bir süreçtir. Çok katmanlı ve etkileşimli bir sistem içerisinde gerçekleşir.(20) Örneğin, görmeyle ilgili olarak, harici bir objeden gelen ışık yansır ve gözümüzün içinden geçer. Burada o, optik sinirlerdeki dürtüyü tahrik için, retina hücrelerini harekete geçirir. Optik sinirler bu etkileri görsel verileri işlemden geçiren ve belli aktivite çeşitlerini harekete geçirdikleri yer olan beyin kabuğu bölgesine taşırlar. Bunun sonucunda, dış alemi temsil eden belli renklerdeki imgeler öznenin bilincinde ortaya çıkar.

Dikkate değer benzer bir işlem, işitme, koklama, tatma ve dokunma gibi
diğer duyusal alanlarda meydana gelir.(21)

Tirmizî’nin algılama ile ilgili görüşlerine geçmeden önce, Gazâli’nin,insanın algılama eylemi ile ilgili düşünceleri üzerinde durmak gerekir. Gazâli’ye göre, algılamada başlıca iki duyu söz konusudur: Dâhili ve hârici duyular. Birincisi, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunmayı içerir ve dış dünyadaki haricî nesnelerin formlarını algılamaya yarar. Bu formlar daha sonra yine beş tane olan iç duyulara geçerler. Bunlar, Gazâli’nin doğru bir şekilde beynin katmanları içerisine yerleştirdiği ve bizim bugün beyin kabuğu dediğimiz yerde bulunurlar. Bu dahilî duyuların birincisi hayaldir.

Gazâli’nin bununla ilgili verdiği örnek şöyledir:

Bir insan bir objeyi gördükten sonra gözlerini kapatırsa, bu nesnenin resmini hayal gücü veya muhayyilesi sayesinde zihnine veya ruhuna taşır. Zâhiri nesnenin bu iç alemdeki resmi, kişinin zihninde muhafaza edilebilir. Bu muhafaza işlemi, Gazâli’nin “hafıza” adını verdiği meleke tarafından gerçekleştirilir. Kişi, bir çok farklı algıları hafızasında topladığında, o doğal olarak, kavramları ve genel ilkeleri düşünme ve formüle etme yeteneğini kullanabilir. Gazâli buna düşünme ve tefekkür adını vermektedir.

Düşüncenin idrakle ilgili bu süreciyle ilgili olarak, Gazâli, kişinin farklı hayal ve tecrübelerini hafızasından hatırladığını ve onları açık genellemeler yapmak üzere bir araya getirdiğini söyler. Bu, kişinin unuttuğu şeyleri hatırlamasına yardım eder ve böylece, benzer içerikli bütün hayalleri bir araya getirip, onları sağduyu ile (el- hissü’l- müşterek) diğerlerinden soyutlar.

Gazâli’nin sağduyu ile ilgili görüşü, bizim bu terimi gündelik kullanımımızdan farklıdır. Ona göre, ortak kullanıma sahip, hayal edilen ve algılanan farklı duyu algıları, aralarındaki bu ortaklık ve benzerliğin hissedilmesi sayesinde bir araya gelirler. Böylece, Gazâli’ye göre, iç aleme ait beş duyu söz konusudur: Sağduyu (akl-ı selim, el-hissü’l- müşterek) hayal, tefkir ve tefekkür, hatırlama (tezekkür) ve hafıza. Bu, onun İhyâu ulûmi’d-din isimli eserinden sadeleştirilmiş bir özettir.22

Burada şu hususu vurgulamak gerekir ki, Gazâli bu değerli bilgiye deneysel psikoloji araştırmaları neticesinde ulaşmış değildir.

O, bu bilgiyi tefekkür ve ilham neticesinde elde etmiştir.(23) Bilindiği gibi, ilham Tirmizî’nin algılama teorisinin köşe taşı durumundadır. Aynı şekilde, Gazâli de yalnızca duyu algılarına ve akletmeye dayanmanın,hakikate ulaşma noktasında yeterli olmayacağını ifade etmektedir. İlham ve keşf vasıtasıyla elde edilen bu tür bilgiye sahip olmak için olağanüstü bir araç söz konusudur. Ona göre, bu iki vasıtayla elde edilen, en güvenilir ve kesin olan bilgi türüdür. Bu, eşyanın hakikatinin bilgisidir. İnsanlar bunun sayesinde nesneleri hakikatte oldukları şekilde görebilirler.(24)

Bütün bunların yanında, o, duyuların ve aklın belli bilgi çeşitlerine sahip olma noktasındaki yetkinliklerini de tamamen inkar etmez. Hem duyular ve hem de akıl, kendilerine verilmiş olan güç oranında belli şeyleri algılama yeteneğine sahiptir. Örneğin ağaçlar, gün ışığında yeşil renkteyken gece siyah olur. Bunun sebebi, ışığın azalmasından dolayı, görme duyusunun sınırlanmasıdır (gücünün azalmasıdır).

Buna ilaveten, Gazâli, bir şeyin aynı anda, hem var olup ve hem de yok olamayacağı, on sayısının üç ve birden büyük olduğu gibi, temel hakikatler grubuna dahil olan akli verilerin (el- evveliyyât) rolü hususunda şüphe duymaz.(25) Diğer taraftan, akıl, örneğin Peygamber’in miracını ve gayba ait birçok şeyi tasavvur edemez. Çünkü, daha önce de belirtildiği gibi, bu tür fenomenler, onun kapasitesini
aşmaktadır. Gazâli şöyle devam eder:

“Görmüyor musun? Uykuda birtakım şeylerin varlığına inanıyorsun, birtakım hayalleri tahayyül ediyorsun, onlarda sebat ve istikrar bulunduğunu kabul ediyorsun. O durumda onlar hakkında hiçbir şüpheye düşmüyorsun. Sonra uyanıyorsun, görüyorsun ki bütün tahayyül ettiğin, inandığın şeylerin aslı yok. O halde uyanık iken hissin, yahut aklın delaletiyle edindiğin itikadın hak olduğuna nasıl emin olabilirsin? Vakıa, o itikad, içinde bulunduğun hale nazaran haktır. Lakin mümkündür ki sana diğer bir hal arız ola ki, onun uyanıklığına nisbeti senin uyanıklığının uykuya nisbeti gibi olsun. uyanıklığın o hale izafetle uyku sayılsın. O hal sana arız olduğu zaman aklınla tevehhüm ettiğin her şeyin hayal olduğunu, asılsız bulunduğunu kesin olarak anlarsın.”(26)

Gazâli’nin, insanın fiziksel duyuları ve idrakle ilgili derûnî algılarına dair ayrıntılı açıklamalarıyla karşılaştırıldığında, Tirmizî’nin,kendisini Kalb ve Kalbin dahilî boyutlarıyla sınırlandırdığını görmek ilginçtir. Tirmizî’nin ulaşabildiğimiz bütün eserlerinde içsel duyularla ilgili bu tarz ayrıntılı değerlendirmelere rastlamadık. Bu hususta, aklı sınırlandırmaya dair Gazâli ve Tirmizî’nin görüşlerinde çok fazla benzerlik mevcuttur.

Tirmizî’nin akıl telakkisiyle ilgili değerlendirmelerimiz esnasında bu
sınırlandırmayı açıklamıştık. O, müminler içerisinde, kendisine marifetullah bahşedilmiş olanların aklıyla, geri kalanların sahip oldukları akıl arasında ayırım yapar. Ona göre, öncekilere, onun psiko- spiritüel sisteminde Kalb’in en içteki bölümü ve lübbün muadili olan dengeli akıl (el- aklu’l- mevzûn) bahşedilmiştir. Kalb’in en içteki bölümünden (lübb) dışa doğru, Allah’dan gelen veya rüya kaynaklı olan derûnî bilgilerin saklandığı kalb ve fuâd yer alır.

Kalb ve fuâd, her ikisi birlikte, kişinin bir şeyin hakikatini ve o şeyin bizzat kendisini olduğu gibi görebilmesini sağlayan marifet ve rüyanın merkezindedir.27
İnsan kalb ve fuâdla, çok yüce bir makama ulaşabilirse de, bunlardan da yüksek bir bölüm vardır ki bunun sayesinde daha üstün bir lütuf elde edilebilir. Bu, kendisine sahip olanlara “ulü’l- elbâb” adı verilen lübb’dür.

Bu yüce makama nail olan kişiye Allah, onun gözlerinden gizlenen şeyleri görebilmesini sağlamak suretiyle yardım eder. Eşyanın hakikati (anlamı) kendisine ifşa edilir. Allah şöyle buyuruyor: “And olsun ki sen bundan gafildin. Şimdi gözünden perdeyi kaldırdık. Bugün bakışın pek keskindir”(Kaf, 50/22).

Başkalarının gözünde böyle biri yaşayan bir insandır, fakat kişinin kendisi çoktan öldüğünü ve Rabbi’nin yanında olduğunu düşünür ve bunun neticesinde de perde ondan kaldırılmış olur. O artık Herşeyi Gören’in gözüyle görmekte ve Herşeyi Duyan’ın kulağıyla işitmektedir. Bu görüşün doğruluğunu teyid amacıyla Tirmizî şu hadisi nakletmektedir:

“Kulum farz ibadetlerle yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Nafilelerle de bana yaklaşır, ta ki ben onu severim. Ben onu sevdiğimde onun gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli, yürüyen ayağı ve kalbi olurum. Bu organlardan hiçbiri benim rehberliğim olmadan herhangi bir şey yapamazlar.”(28)

Bu ruh halini yaşayan kişinin eşyayı nasıl algıladığını ve ne şekilde tecrübe ettiğini tasavvur edebilir miyiz? Bu tür imtiyazların verilmediği diğer insanlarla karşılaştırıldığında onun durumu nedir? Tirmizî bu durumu
şöyle izah etmektedir:

“Onun rehberlik (guidance) denizinden içmesine müsaade edilmiş ve o, şeytanın iğvalarından korunmuştur. O,kendisinde ölmüş, fakat Rabbi’nde hayat bulmuştur. Onun gafleti kendisine ifşa edilmiş, diriliş zamanı gelmiş ve Rabbi’nde yaşamaya başlamıştır. Çünkü Allah, hıfzıyla onu kuşatmış, koruması altına almış, kalbine güç ve hayat vermiştir. Böylece o, daha önce hiç kimsenin görmediği hakikat ışığı ile görmüştür. Bu, Hz. Peygamber’in şu sözüyle kastettiği şeydir: "Kişi öldüğünde onun dirilişi başlamış demektir.”(29)

Bir kimse kalkıp, bu manevi makamın herhangi bir insanın nail olabileceği makamlardan olmadığını iddia edebilir. Bununla birlikte, samimi ve istekli ise ve riyazet egzersizleriyle manevi arzularını gerçekleştirmeye hazırsa, herhangi bir müslüman bu mertebeye ulaşabilir. Kişi öğrenme ve tedris yoluyla en yüce makama ulaşamaz. Ancak, hayvanî nefsini dizginlemek ve Rabbi uğrunda gayret etmekle bu makam elde edilebilir. O, Rabbi’nin iradesi ile, en sağlam, güvenilir ve bütün ihsanların kaynağı olan bilgiye ulaşır. Tirmizî, bu durumu şu cümle ile güzel bir şekilde ifade etmektedir: “Bütün iyiliklerin kendisinden kaynaklandığı ve yine bütün iyiliklerin kendisine döndüğü bir deniz.”(30) Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
“Bizim uğrumuzda cihad edenlere Biz yollarımızı gösteririz” (Ankebut 29/
69).

Gazâli, İhyâ’sında, bu bakış açısını güçlü bir şekilde desteklemektedir.O: “Eğer Allah, kullarının bu yüce ‘ulü’l- elbâb’ makamına ulaşmak için gayret etmelerini emrediyorsa, şu halde O, kullarını bu makama ulaşabilecekleri manevî araçlarla donatmış olmalıdır” diye iddia etmiştir.

Kendi ifadesiyle:

“Bütün insanlar kendi tabiatları, ya da “fıtrat”ları sayesinde hakikati (Allah hakkında marifeti) elde edebilirler.” İnsanı diğer mahlukattan ayıran ilahi düzenden dolayı bu böyledir. Gazâli bunun Kur’ân’ın şu ayetine dayandığını belirtmektedir: “Doğrusu biz, sorumluluğu göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir” (Ahzâb 33/ 72). Bu ayet, Allah’ın emanetini taşıyabilme özel kabiliyetinden dolayı insanın ayrı tutulduğunu beyan etmektedir. Bu emanet her bir insanın kalbine yerleştirilmiştir.(31)

Duyuötesi Algı (Altıncı His)

Tirmizî’nin yazılarında, insana gaybı ve eşyanın hakikatini görebilme yeteneğinin verilmiş olduğuna dair bazı vakalar nakledilmektedir. Başkaları tarafından görülemeyen şeyleri görebilsinler diye Allah onlara güç ihsan etmiş ve kalblerini aydınlatmıştır. Tirmizî’ye göre bu durum, kalbi maddi fikirlerin zulmetinden uygun bir şekilde temizlenip arındırılmış ve behîmî arzuları kontrol altına alınmış olan kişiler için söz konusudur.(32)

Tirmizî’nin öne sürdüğü görüş, yeni veya İslamî öğretiye göre bid’at kabul dilebilecek bir şey değildir. Bir insanda bu tür bir yeteneğin bulunma olasılığı, Hz. Peygamber’in: “Müminin firasetinden sakının, çünkü o Allah’ın nuru ile bakmaktadır”33 hadisinde bahis konusu edilmiştir.

Tirmizî’ye göre, bu firasetinden dolayıdır ki Hz. Ömer hutbede iken İslam ordusunun komutanı Sâriye’ye: “Ey Sâriye, dağa!” şeklinde hitap etmiştir. Bunun üzerine, hutbeyi dinlemek üzere camide toplanmış bulunan halk son derece şaşırmışlardı. Sariye seferden döndüğünde, Hz. Ömer’in dağa doğru gitmesini buyuran sözünü duyduğunu belirtmişti. O da söyleneni yapmış ve  İslam ordusu düşman karşısında zafere ulaşmıştı.

Konuyla alakalı bir başka örnek, Hz. Ebû Bekir’in, ölüm döşeğinde iken kızı Âişe’ye söyledikleriyle ilgilidir. O, Âişe’ye mirasın, erkek kardeşi ile iki kız kardeşi arasında pay edilmesini söylemişti. Ne var ki, o esnada Âişe’nin yalnız bir kız kardeşi vardı. Diğeri ise henüz doğmamıştı. Ebû Bekir doğacak çocuğun kız olduğunu önceden görebilmişti. Zamanı gelince de bunun doğru olduğu ortaya çıkmıştı.(34)

Modern Batılı psikologlar, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir’in bu paranormal tecrübelerini, parapsikolojik fenomenler olarak ele alıp incelemelidirler. Bu manevi tecrübelerle, modern parapsikologların telepati, gaibden haber verme ve sezgi (modern psikologların duyuötesi algı dedikleri şey) gibi alanlardaki keşifleri arasında yüzeysel bir benzerlik varsa da, bu tür psişik fenomenler seküler bir sisteme göre tasavvur edilemez. Tirmizî, bir çok eserinde, Allah’a samimi bir şekilde ibadetle ve zikirle kalbini arındıran müminin; normalde gizli olan şeylerin, geçici veya daimi engellere rağmen normal üstü bir şekilde algılanması demek olan, keşfe ulaşabileceğini ifade etmektedir.

Altıncı his üzerine yapılan modern araştırma, Tanrı’nın ruhundan bir nefes (lik pay alan) bir mahluk olarak insana verilen sınırlı ruhsal güçlerin ancak bir kısmına yaklaşmakta, fakat bu yönün mahiyeti hakkında hiçbir şey bilmemektedir. Ebû Bekir ve Ömer’in keşfine daha yakından bakıldığında, bu hallerin, onlar uyanıkken gerçekleştiği, bu ruhsal tecrübelerin ise rüyada vuku bulduğu görülür. Tirmizî, rüyalara çok büyük ilgi duyar. Kendisinin doğru yolda olduğuna inanmasını sağlayan rüyalar görmüştür. Onun manevi makamına işaret eden ve çoğu karısı tarafından görülmüş olan yirmiye yakın vizyon ve rüya nakledilmiştir.

Bununla birlikte rüyalarda bazan biz olağanüstü şeylerin sanki gerçekten var olduklarını hissedebiliriz. Fakat uyandığımızda onların gerçekte hiçbir anlam ifade etmediklerini anlayabiliriz. Bundan dolayı bütün rüyalar vizyon olarak değerlendirilemez. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Batıda, rüyalar bilimsel araştırmaların konusu olagelmişlerdir.(35) Psikanaliz’in kurucusu olan Freud’a göre, dayanılmaz derecede acıya yol açacağından, ahlakî yönden şuur tarafından kabul edilemez ve egonun rasyonel şuuru tarafından da tolere edilemezliği gibi sebeplerle, şuurun baskı altına aldığı arzuların gerçekleşmesi haline rüya denir. Bu arzular genellikle ilk çocukluk dönemlerine dayanırlar. Uyku esnasında baskı mekanizmasının dikkati daha az olduğundan, baskı altında tutulan arzular şuura sızarlar.(36)

Bunun yanında, Davranışçılar (Behaviorists) ve Fizyolojik Psikologlar (Physiological psychologists) rüyaları, uygun kişinin beyninde ve sinir sisteminde rasgele meydana gelen faaliyetler olarak değerlendirirler. Sinir sisteminden kaynaklanan bu rasgele ateşlemelerden (firings) kaynaklanan belli hayaller görülür. İdrak sistemimiz tarafından bu hayaller, olaylar dizisi şeklinde, ya da bizim rüya diye nitelendirdiğimiz resimler halinde bir araya toplanırlar.(37)

Başka bir deyişle rüya, basitçe, beynin sinir sisteminden kaynaklanan rasgele ateşlemelerden, aklın bazı anlamlar meydana getirme çabasıdır. Rüyalarla ilgili bu iki hakim modern teorinin yanında, batılı psikolog ve psikiyatristler tarafından ortaya atılmış olan başka birçok teori daha mevcuttur.Maalesef bunlardan hemen hiçbiri rüyaları birer manevi aktivite olarak değerlendirmemektedir. Rüyalar, İslam’da oldukça önemli bir konuma sahiptir. Firavun’un ve kendisiyle birlikte hapiste bulunan iki mahkumun rüyalarını yorumlayan ve gerçek hayatta bu yorumların isabeti tesbit edilen Hz. Yusuf’la ilgili Kur’ân’da anlatılan kıssa bu duruma bir örnektir.

Hz. Peygamber’in bir hadisindeki ifadelerine dayanarak biz, İslamî açıdan rüyaları üç kısma ayırmaktayız. O rüyaların şu üç çeşitten birine dahil olacağını belirtmektedir:

1) Allah’tan ilham getiren güzel görüntüler şeklinde,

2) Şeytandan gelen ve hoş olmayan görüntüler şeklinde,

3) Kişinin günlük deneyimleri hakkında, nefsin iç alemdeki fısıltıları şeklinde.(38)

Bunlardan birincisi, Tirmizî’nin ilgi duyduğu rüya çeşididir. Bu, Hz. Peygamber’in müjdeli haberler (mübeşşirât) olarak zikrettiği şeydir: “Peygamberlikten, mübeşşirât dışında hiçbir şey kalmamıştır.” Ona şu soruldu: “Ey Allah’ın Rasûlü mübeşşirât nedir?” Şöyle cevap verdi: “O, kişinin kendisi tarafından veya bir başkasının onun
hakkında gördüğü rüya-yı sâlihadır. Bu da peygamberliğin 46 cüzünden bir cüzdür.”(39) Bu nübüvvet nurundan bir parça ve bir çeşit vahiy olduğu için tamamen doğru olarak kabul edilebilir.(40) Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmaktadır: “Mümin Allah’ın nuruyla görür” ve o şöyle devam eder:

“Onun gördüğü şey yanlış olmaz.”(41)

Sonuç

Tirmizî’nin öğrenme ve algılama anlayışında, insanın manevî yönünün değeri birinci derecede önemi olan bir husustur. Örneğin o, kalb, akıl ve ruhun rollerine çok fazla vurgu yapar. İnsanı diğer bütün mahlukattan ayıran bu manevî yön aslında onun hakikatidir. Bu tarz bir anlayışın modern seküler psikolojinin hakim ekollerinde bulunması hemen hemen imkansızdır.Çünkü onlar insandaki manevî yönü dikkate almazlar. Onların yaymaya çalıştıkları şeyi Prof. Malik Bedri şöyle tanımlamaktadır: “Ruhsuz psikoloji (ruhu devre dışı bırakarak psikoloji yapmak) ruhu olmayan bir insan üzerinde çalışmaktır.”(42)

Bu konuda Hakîm Tirmizî, psikoloji sahası için paha biçilmez bir hediye bırakmıştır. Bu, din kökenli olan ve geniş kapsamlılık, tutarlılık, kesinlik ve insan tabiatına uygunluk gibi niteliklerle tasvir edilen bir psikolojidir. Tirmizî’nin öğrenme ve algılama ile ilgili fikirlerinin yanında Kur’ân kaynaklı olan ve İslam psikolojisi için sağlam ve tam bir temel oluşturan insan ruhuyla ilgili görüşleri üzerine yapılacak çalışmaların onun daha iyi anlaşılmasını sağlayacağı ümit edilmektedir.

Dipnotlar:

1-Kur’ân, Alâk, 96/1-5.)

2-(Hakîm Tirmizî’nin biyografisi için bk. Muhammed İbrahim el-Ceyûşî, ‘al-Hakim al-Tirmidhi, His Works and Thought’ Islamic Quarterly, 14, no 4, 1970; Hasan Kasım, ‘The Life and Works of al-Hakim al-Tirmidhi’, Hamdard Islamicus’ 2, no I,1979;Radtke,Bernd, The Concept of Sainthood in the Early Islamic Mysticism, Surrey 1966.)

3-(Feldman, Robert S., Understanding Psychology, New York 1987, s. 183)

4-Hasan eş-Şerkavî, Min hukemâi’l-ümme.

5-(Bu hadis, Tirmizî tarafından Beyânü’l-fark beyne’s-sadr ve’l-kalb ve’l-fuâd ve’l-lübb isimli eserinde nakledilmiştir, ed. Nicholas Heer, Kahire ts., s. 49. Hadis, ayrıca, el-Muttakî’nin, Kenzu’l-ummâl fî süneni’l- akvâl ve’l- ef’âl adlı kitabında da bulunmaktadır,I-VI, 1993, 5: 4050.)

6- (Beyan, s. 49, terc. Nicholas Heer, ‘A Sufi Psychological Treatise’, The Muslim World 51, no: 1, 2, 3, 4 (1961), s. 84. Bu çalışma bundan sonra SPT şeklinde zikredilecektir.)

7-(el- Ceyûşî, ‘al Tirmidhi’s Theory of Gnosis’ The Islamic Quarterly 15, no: 4, 1971, s.171, bu makale ilerleyen sayfalarda TTG şeklinde verilecektir. )

8-(Beyan, s. 38.)

9-(Tirmizî’nin yaşadığı dönemde, görme işlemiyle ilgili yaygın kanı,; görmenin, harici objeden gelen sayesinde değil, gözden çıkan ışığın hariçteki ıbjeye ulaşması sonucunda gerçekleştiği şeklindeydi. Bu anlayışın yanlış olduğu, hariçteki objeden yansıyan ışık sayesinde görme işleminin meydana geldiğini ilk kanıtlayan alim İbn Heysem’ (ö. H. 430) dir, Dr. Sigrid Hunke, Şemsu’l-arab testau ale’l-garb, terc. Faruk Beydûn ve Kâmil Desukî, Beyrut 1981, s. 369; Malik Bedri, et- Tefekkür, Herndon, VA. el-Me’hadü’l âlemi’l-fikri’l-İslâmî, 1991, s. 103.)

10- (Tirmizî, Beyân, s. 33; Tirmizî, el-Emsâl mine’l-Kitâb ve’s-sünne, ed. Seyyid el-Cemili, Beyrut 1987, s. 137-141; el-Ceyûşî, ‘al-Tirmidhi’s Conception of the Areas of
Interiority’,Islamic Quarterly 16, no 3-4, 1972, s. 387-398. Bu makale bunda sonra TCAI şeklinde zikredilecektir.)

11-(Burada zikredilen kalb, esas Kalb’in alt boyutu olan kalb’tir, Beyan, s. 38.)

12- (a.g.e. s. 46.)

13-(a.g.e. s. 49.)

14- (Kalbin en dıştaki alanı olması açısından sadr, günah ve tehlikeli dürtülerin ilk ulaştığı yerdir. Nefsin, kalb içinde yegane nüfuz edebildiği alan da burasıdır, Beyan, s. 35.

15-(TTG, s.173.),

16-(Beyan, s. 50; SPT, s. 84.)

17- (Beyan, s. 74-76; SPT, s. 169-171.)

18- (a.g.e. s. 76; ayrıca bk. el-Ceyûşî, ‘Al-Tirmidhi’s Conception of the Struggle between Qalb and Nafs’ The Islamic Quarterly 18, no. 3-4 1974; Bu makale bundan sonra ‘Struggle between Qalb and Nafs’ şeklinde verilecektir.)

19-(a.g.e. s. 78; Struggle between Qalb and Nafs, s. 172)

20 Rita L. Atkinson ve diğerleri, Introductio to Psychology, New York 1993, Glossary, A. 48.

21 Mohd Zeydi İsmail, ‘The Sources of Knowledge in al-Ghazali:Appsychological
Framework of Epistemology’ M.A. diss. ISTAC, 1985, s. 49; Bu çalışma buradan itibaren Epistemology şeklinde zikredilecektir.

22. İhyâu ulûmi’d-din, I-IV, Beyrut 1982, III, s. 7.

23 Gazâli, Meâricu’l-kuds fî medârici marifeti’n-nefs, Beyrut 1988, s. 64. Attas’a göre, Gazâli’nin Meâric’de kullandığı terim “vicdan” ise de, kelime burada, genel anlamı olan “müşahadeye dayalı ilham” şeklinde anlaşılmaktadır, bk. Attas, Prolegomena to the Metaphysics of ıslam, Kualalumpur (ISTAC) 1995, s. 150.

24 Epistemology, s. 5.

25 Richard Joseph McCarthy, Freedom and Fulfillment: An Annoted Translation of al-Ghazali’s al-Muqidh min al-Dalal and Other Relevant Works of al-Ghazali, Boston 1980, s. 65; ayrıca el-Munkız’ın Abdülfettah Harun İbrahim tarafından yapılan tercümesi, Penyelamat Dari Kesesatan, Kualalumpur 1991, s. 8-9.

26 Freedom and Fulfillment, s. 65.

27 SPT, s. 163, 164, 166.

28 Buharî, Tevâzu; Benzer bir rivayet için bk. Buhâri, Rikâk, 38 (çev.).

29 SPT, s. 253.

30 a.g.e. s. 248.

31 İhya, III, s. 15.

32 Tirmizî, Marifetü’l-esrâr, yazma, Kastamonu, v. 214; TTG, s. 173.

33 el-Muttaki, Kenzu’l-ummâl fî süneni’l- akvâl ve’l- ef’âl, I-IV, 1993, II, 30730.

34 Tirmizî, Hatmu’l- evliyâ, ed. Osman Yahya, Beyrut 1965, s. 397; ayrıca, el- Ceyûşî, ‘al-Tirmidhi’s Theory of Saints and Sainthood’ The Islamic Quarterly 15, no 1 1971, s. 31-32
35 C.S. Hall, ‘Dream’ Concise Encyclopedia of Psychology,ed. Raymond J. Corsini ve Allan J. Auerbach, New York 1996, s. 267.


36 a.g.e. Daha fazla ayrıntı için bk. Freud, İnterpretation of Dreams, ed ve terc. James Trachey, New York 1980.


37 Robert A. Baron, Psychology, Toronto 1989, s. 147-148.


38 Muhammed Seleme Ceber, Kitabu acâibu’r-rüya ve’l-ahlâm,Riyad 1990, s. 4. Bu eser bundan sonra Acâib şeklinde verilecektir.

39 Tirmizî, Nevâdiru’l- usûl fî marifeti ahâdisi’r-Rasul, Beyrut ts. s. 118; Muhammed Seleme Ceber, Acâib. el- Ceyûşî’ye göre, “peygamberliğin 46 cüzü” 23 yıl süren peygamberlik görevinin dışında kalan ilk altı aylık dönemi ifade eder ki o dönemde vahiy rüyalar şeklinde gelmekteydi, el- Ceyûşî, ‘al- Tirmidhi’s Theory of Saints and Sainthood’ s. 24.

40 Acâib, s. 13.

41 Kenzu’l-ummâl, I, s. 825.

42 Malik B. Bedri, The Dilemma of Muslim Psychologists, London 1979, s. 5.

Devamını Oku »