Düşünmenin Engelleri

Düşünmenin Engelleri


Düşünmenin pek çok engelleri vardır. Bu engelleri şöyle sıralayabiliriz:

Sathi Bakış

Düşünmenin en büyük engellerinden birincisi, sathi bakıştır. Sathi bakışta, kavrama, anlama ve derinliklere inme merak ve heyecanı, aşk ve iştiyakı yoktur. Sathi bakış, olaylara, nesne ve objelere dikkatle bakamaz, süzüp, matlup mesajı alamaz.

Uzak mesafelerden bakanlar bir yıldızı mum ışığı gibi görürler. Olaylara uzaktan bakanlar da olayların arkasın­daki ilişkileri, derinlikleri ve ayrıntıları göremezler. Göre­medikleri için de olaylara karşı ilgisiz, lakayt, hissiz ve duyarsız kalırlar.

Sathi bakanlar, işin özüne ve hakikatine inemedikleri için, hep zevahirde dolanıp dururlar. Hep sığ bir dünyayı temsil ederler; bakışları kısa, idrak ve intikalleri dardır; engin deryalardan, derin ufuklardan haberleri yoktur. On­ların psikolojisi, uyku moduna giren insanların baygın ba­kışlarına benzer. Fersiz, ferasetsiz, ruhsuz ve kıvamsız.Sathi bakış, insanları zaman içerisinde zihnî tembelliğe götürür. Dimağ yeterli ölçüde çalışmadığı için hayat bir dünyaya münhasır kalır. Matematik bakışla ifade edersek, tabiri caiz ise, onların dimağlarının hesap işlemleri kuruşa alıp, beş kuruşa satan basit bir bakkaliyenin hacmi kadar olur. Onlar cebir ve geometriden, limit ve türevden anlamazlar. Tanjant ve kotenjantı hiç bilmezler Fonksiyonlar teorisi, diferansiyel denklemler, soyut cebir hayallerini bile ıslatmamıştır.(1)

Ülfet

Ülfet, düşünce ufkunu körelten, gözleri miyoba çeviren salgın bir marazdır. Ülfetle insan, baka baka bakar kör olur, bakar ama görmez. Dokunur ama hissetmez. Anladığını sanır ama anlamaz. Bildiğine inanır, ama hakkıyla bilemez. Hissettikleri, duydukları, zevk ettikleri, gün geçtikçe dün­yasında tesirini kaybeder, zihninden silinip gider.

Evet, baş belamızdır ülfet. Uyutucu gıdamızdnr ülfet. İnsanları uyutan sinekler misali, gaflet uykusunu şırınga eden sineğimizdir ülfet. Gaflet devletimiz, lakayt hükü­metimiz, rehavet otağımız, tembellik karargâhımız, sathî çadırımızdır ülfet.

Bayramlarda gül suyu ikram edilir. Dökülen gül suyu üç beş dakika sonra kokusunu kaybeder; tesiri hissedilmez. Ülfet ile zihne dökülen manalar da “gül suyu” gibi olur; çabuk uçup kaybolur. Önem verdiğimiz değerler, ruhumuza hoş gelen güzel kokulu manalar tefekkür derinliği içinde emilerek alınırsa, onlar gül suyu gibi olmaz; “gül yağı” gibi olur. Öyle kolay kolay uçup gitmez, tesiri silinmez. Ülfet idrak tarlasının erozyonudur. Erozyona uğramış tarla­larda arzu edilen semerelere ulaşılamaz. Ekinler canlılığını kaybeder, verim düşer.

Ülfet, idrakin kaymağını alıp götürür. Tatsız, tuzsuz, kı­vamsız bir coğrafyaya insanı iter. Ülfetin girdabına düşen­ler, kendilerini doğru dürüst bir şekilde yenileyemezler. Muhteşem tasanmlara, mükemmel açılımlara omuz ve­remezler.

Mektubat’taki şu ifadeler çok düşündürücüdür. Fevka­lade ibret verici ve tefekküre sevk edicidir:

“Senin levhanda gördüğün ikinci parçanın sahih sureti şudur ki; ben başımın üstünde onu bir Ievha-i hikmet olarak ta’lik etmişim. Her sabah ve akşam ona bakarım, dersimi alırım:

-Dost istersen Allah yeter. Evet, o dost ise, her şey dosttur.
-Yâran istersen Kur'an yeter. Evet, ondaki enbiya melaike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder.
-Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat eden, iktisat eder- iktisat eden, bereket bulur.
-Düşman istersen nefis yeter. Evet, kendini beğenen, belayı bulur zahmete düşer; kendini beğenmeyen, safayı bulur rahmete gider.
-Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve ahiretine ciddî çalışır.”
Hz. Üstad’ın “Her sabah ve akşam ona bakarım, der­simi alırım.” ifadesi gösteriyor ki, yüksek ehl-i hakikati ülfet vurmamaktadır. Her sabah ve akşam aynı levhaya bakıp dersini almak; bizi, levhanın derununda gizli olan mana tabakalanna götürebilmelidir. Bir seyahat-ı kalbiye, bir hareket-i fikriye ile, derinlik boyutu içerisinde, bir seyr-ü seyahate çıkartabilmelidir. İnsan iç dünyasında böyle bir açılım yaşayamazsa, her gün aynı olan ve hiç değişmeyen o levha bir müddet sonra ülfetle küllenir, örtülür. Bir zaman sonra, o levhaya bakanlar levhanın içindekilere bakmaz, belki, çerçevesine nazar eder:
“Maşallah! Bu levha ne güzel çerçevelenmiş! Kime yaptırdınız? Ben de böyle bir çerçeve yaptırmak isterim.” Yahut “Şu salonu kim tertip etmişse, mükemmel dizayn etmiş. Yahu! Şu levhaya bak! Ne kadar hâkim bir yere asıl­mış! Bu tabloyu şu yere kim yerleştirmişse, bin maşallah, hakkını vermiş. Maharetini sergilemiş!” cümleleri ağızlar­dan dökülür. Levhanın içindeki mesaj, zihinlerden silinip gider. İşte ülfet bu!

Evet, değişim, derinlik ve yeniden yeniye bakış insanın içinde olmalıdır; sürekli ilgi ile izlenmeyen, iştiyak duyulmayan, hasret ve hararetle ilgi bağı kurulmayan hikmetli sözler, ibretli levhalar; nefs-i emirde birer elmas kıymetinde iken, ülfetle kırık dökük cam parçalarına dönerler.

Uzun vadede, en ziyade korkulması gereken hastalık, ülfettir. Eğer bir insanın iç dünyasında hakikatler gittikçe “önemlilik değeri”ni kaybediyorsa, nükte çiçekleri soluyor­sa, meyvedar hakikatler pürsüyor, tadını yitiriyorsa, mari­fet iklimine iştiyak ve hasret sönüyorsa, bilinsin ki, o insan ülfet vadisine girmiştir. Ülfet vadisi, yürüdükçe derinle­şen, insanı içine çeken sisli, bulanık, kaygan bir çukur; düşük, kör bir vadidir. Çukurlara inmek kolaydır. Güç ve enerji istemez. Ama yükseklere tırmanmak azim ve irade, cehd ve gayret, güç ve enerji ister.

Ülfet vadisinden sıyrılıp çıkmak isteyenler, yeniden ye­niye bir gayretin içine girmeli; hizmete ciddi bir devamla, “Şu risaleleri ilk defa dinliyorum, ilk defa okuyorum.” psiko­lojisi içinde yeniden dikkatle, teenni ile mütefekkirane oku­maya gayret göstermeli; gönül dostları, dava arkadaşlarıyla irtibatını iyice perçinleştirmeli; hizmet eksenli seyahatlere iştirak etmeli ve halis ve muhlislerle daha ziyade beraber olabilmenin tedbirini almaya gayret göstermelidirler.

İnsanlar, çoğu zaman bilinçli veya bilinçsiz olarak belli düşünce kalıplarıyla; ya da ön yargılarla yahut belirli var­sayımlarla olay ve nesnelere bakar; kendi düşünce kalıp­larının içinde tıkanırlar. Bakış ufuklarını daraltır; kendi kendilerine engeller koyarlar.

İnsanların içine düştükleri birçok yanlışın kaynağı ön yargılar ve peşin hükümlerdir. Ön yargı ve peşin hükümler zihinlerde engeller oluşturur. Ön yargı ve peşin hükümlerle yürüyenler, bu bariyerleri aşamazlar, düşünce disiplininde tufeyli kalırlar.

Öte yandan bir kısım insanlar da kendi zihnini ve intikal kabiliyetini her şeyin ölçüsü görür, büyük yanlışlara imza atarlar. Kendi düşüncelerinin dışındaki fikir ve görüşlere itibar ve iltifat etmezler.
Bazı fıtratlar da sorulara tek bir cevap verme eğilimi içine girer, birden fazla cevap verme şeklindeki tarz ve yaklaşımlara sıcak bakmazlar. Hâlbuki düğümlenen meseleleri, ihtilafa medar konulan daha kolay bir biçimde çözmenin yolları vardır. Mesela bunlar: “Çözümlemeye dayalı teknikler” ile “önermelere dayalı yaklaşımlardır.

Önermelere dayalı düşünce sistemlerinde, birden fazla cevap arama eğilimi vardır. Bu arayış için değişik alternatifler, farklı dağılımlar, farklı sembolleri kullanarak daha semeredar sonuçlara ulaşmak, daha kapsamlı, daha derinliğine analizlere girişmek mümkündür. Bazen çözüm çok yakınımızdadır,bazen de çok uzağımızda. Miyop ve hipermetrop olanlar net göremezler; çare de üretemezler.

İç dünyamızın engelleri aynalara benzerler, insanlar, nesneleri yansıtmaktan ziyade, kendi iç dünyalarını yan­sıtırlar. Herkesin aynası düz ve pürüzsüz, net ve parlak değildir. İçbükey, dışbükey aynalar misali, olaylar dünya­mızda ya olduğundan ziyade büyütülür ya da küçültülür. Herkes hakikat dünyasını net algılayamaz, net göremez, net gösteremez.

Öte yandan, nefis, madde ve menfaat, makam ve rütbe sevdası gibi istikbal vaat eden unsurlara göz dikmişse, bu unsurlara ulaştıracak fikir ve düşünceleri filtre etmeden ka­bule meyil eder; aksi durumlarda, güzel düşüncelerin, ma­kul fikirlerin karşısına geçer, “Dur!”der, set çeker.

Klişeleşmiş Davranış Standartlarına Uyma Eğilimi

Her toplumda belirlenmiş statüler, hiyerarşik kademe'leşmeyi esas alan yaşam kültürleri ve o kültürlerin yansıması olan bir takım davranış kalıpları, teamül ve uygulamalar vardır. Bu uygulamalar da düşünmeyi engelleyen faktör­ler arasındadır. Özelikle firma kültürü içinde belirlenmiş kurallar, rutin kalıplar, kendi pozisyonlarını muhafaza adına üst tepe yönetimin yukarıdan İnme tasarruf ve icraatları da düşünmeyi engeller; zaman zaman mantık ve muhakeme ile de çatışır. Ekonomik hayatta ve çeşitli sevk ve idare kurum ve kuruluşlarında, genellikle üst yöne­tim, kendi istihsalleri olmayan “önermelere dayalı düşün­celerde sıcak bakmazlar. Fazla itibar ve iltifat etmezler. Rutin uygulamalar, çoğu zaman değişim ve gelişimin, sağ­lıklı düşüncenin önünde ciddi bir engel oluştururlar.

Öte yandan, statü olarak daha aşağı pozisyonda olan­lar ise, önlerinde olan kişilere ya saygılarından; ya da on­ları aşmamak gerektiği düşüncesinden hareketle genel eğilime muhalefet etmek istemezler. Daha güzel, saha fay­dalı veya daha pratik işlere kafa yormazlar; belirlenen normları sorgulamazlar; mekânı, olayları, eylemleri daha ziyade güzelleştirebilecek çarelere başvurmak istemezler. Klişeleşmiş davranış kalıplarının duvarları içinde kalır, bu sudan aşamazlar, fikir üretemezler. Bu psikoloji ve davra­nışlar, yeni fikir ve oluşumların, kaliteli yapılanmaların, tutarlı ve sağlam dayanışmaların ve sistemli büyüme ve gelişmelerin önünde bir engel teşkil ederler.

Yeniliklere Karşı Tepki

Tarih boyunca insanlar, toplum ve fert psikolojisinin bir refleksi olarak, yeni düşünce ve tasarımlara genellikle sıcak bakmamış; çoğu zaman hiçbir değerlendirmeye tabi tutmadan tepkilerini sergilemişlerdir. Aslında, insanları daha güzele, daha mükemmele; daha ziyade huzur ve sükûna; adalet ve hikmete; muvaffakiyet ve başarıya; yüksek ideal­lere götüren düşünce ve fikirlere kapılar açmak, onların intişarına kuvvet vermek, akıl ve mantığın, hikmet ve mü- debbiriyetin gereğidir.

Ülfeti kıran, hamiyet hissini uyandıran, akla kuvvet, kalbe itminan veren, ruhu ateşleyen, fıtrata mutabık ve düşünceler güzeldir, faydalıdır. Bu güzelliklere karşı“red ve tard” ile karşı çıkmak da düşüncenin önündeki muzır engeldir. Yeni yaklaşımlar geliştirmek ve yeni fikirler üretmek için ortaya atılan düşünceleri hiç süzmeden, tetkik etmeden yargılayan sözler; “işe yaramaz”, “faydasız” “kim bunları denemiş” gibi peşin hükmü yansıtan beyanlar sağlıklı düşünceleri bertaraf eden psikolojik ve tepkisel engellerdir. Bu tepkisel engellerin en dehşetlisi, asabi olan fertlerde daha ziyade kendini gösterir. Hz. Üstad “Bence en müdhiş maraz asabîliktir. Zira her şeyi haddinden geçirmekle aks-ül amel yaptırır. ” buyurmaktadır.

Bu engellerin psikolojisini ve gerekçelerini şöyle sırala­mak mümkündür:

1.Mevcut statüsünü kaybedeceğinden korkanlar, kurduğu dünyasının elinden alınacağını vehmedenler; saltanat ve sultasının yıkılıp gideceğinden şiddetle endişe duyanlar, şöhret-i kazibesinin söneceğinden rahatsız olanlar,

2.Bürokrasi çarkı içindeki menfaat-ı maddiyesinin uçup gideceğinden, kurduğu çıkar tezgâhlarının kuruya­cağından, sömürdüğü düzenin bozulacağından korkan ve panik yapanlar,

3.Yeni fikirlerin kendilerine rakip olabilecek biri veya birileri tarafından ortaya atılmasına tahammül edemeyen­ler,

4.Yeni fikirleri ortaya atan kişilerin genç ve birikimsiz olduklarını gerekçe gösterenler,

5. Kıskançlık, rekabet, haset, çekememezlik gibi duygular taşıyanlar,

6.Rahatını, rehavetini bozmak istemeyenler,

7.Değişim ve gelişime ayak uyduramayacak derecede yetersizler, kabiliyetsizler, yaşlılar, yorgunlar, bitkinler, tüke­nenler.

Aklın yolu, yeni fikir ve düşüncelere açık olmaktır. Yar­gılamaktan ziyade o fikir ve düşünceleri anlamaya çalışmak­tır. Yeni fikir ve düşüncelerin “kuluçka dönemleri” vardır. İşin püf noktasını, esprisini, nüktesini yakalamaya ciddi gayret gösterenler sadece zihinleriyle değil, belki his, hayal, şuuraltı mekanizmasıyla işin içine girenler, orijinal fikirler yakalayabilir, o fikir ve düşünceleri insanlık âleminin isti­fadesine sunabilirler. O gayret ve himmetler, bazen birden ani ve defi olarak insanın içine doğabilir. Ya da bir olay veya düşünce, umulmadık bir anda çağrışım yolu ile yeni düşüncelere kapı açabilir.

Yeni düşünceler ile ilgili değerlendirmelerde dikkat edilmesi gereken bir diğer husus şudur:

Gündeme gelen her “yeni fikir” orijinal değildir, her zaman ve her yerde her yeni fikir “kurtarıcı kahraman olamaz. Hiçbir keyfiyeti içinde barındırmayan, uygulama noktasında yetersiz, kılıksız, çiğ, ham, kaba ve fıtrata muta­bık olmayan fikirler, hikmete ve maslahata uygun düşme­yen fikir ve düşünceler yeni olmuş olsalar bile, vicdanlarda makes bulamazlar; kalb-i küllide tutunamazlar.

Gülünç Duruma Düşme Korkusu

Fikir ve düşüncelerinin toplumda paylaşamayacağı, alay konusu olacağı, kendisinin aptallıkla itham edileceği şeklindeki algılamalar da düşüncenin önündeki engeller­den birisidir.Çevrenin alaylı bakışları, küçük düşürücü tavır ve ha- reketleri, mizansız tenkit ve tecessüsleri yeni fikirlerin do­ğuşunu engeller. Özellikle genç dimağlar, yeni fikirler ortaya atmak istediklerinde kıdemli yöneticiler, kendilerinden yaş ve konum itibariyle daha üstte olanlar ve değişim ve gelişime henüz hazır olmayan kişiler onları şapşallıkla ve düşüncesizlikle suçlarlar. O suçluluk psikoloji sebebiyle, onlara orijinal fikir ve düşüncelerini gizler, içlerinde kilitler, dışarıya vurmazlar.

Özellikle kuşak farkının yaşandığı kültür ortamlarında,cehalet, kaba kuvvet ve tahakküm rüzgârlarının estiği coğrafyalarda yeni fikirler üretmek ve onları gündeme taşımak bûyük yürek ve cesaret ister. İçine kapanık, birçok
dahiler, fikirlerini üretebilecek bir ortam bulamadıklarından orijinal düşüncelerini fiile dönüştüremezler.

Dipnot:

1)-Matematik sahasında profesör olmuş, yurt dışında çalışmış bir zat, yıllar sonra doğup büyüdüğü köyüne gitmiş. Eş ve dostları ile görü­şürken, bir mecliste ilkokul öğretmeni ile karşılaşmış, hemen yanına yaklaşmış elini öpmüş:

“Hocam sizin sayenizde okuduk, siz elimden tuttunuz. Size min­nettarım. ” demiş ilkokul öğretmeni bu iltifattan memnun olmuş, göğsü kabarmış. Sohbet esnasında “Söyle bakalım, sen şimdi ne iş yapıyor­sun? Görevin ne?” diye sormuş.

Profesör cevap vermiş:

“Hocam ben şimdi üniversitedeyim, matematik kürsüsünde profe­sörüm. ” demiş. Öğretmeni “Maşallah, bin maşallah, işte bizim talebele­rimiz böyle!” demiş, çok sevinmiş. Sohbet esnasında bir ara:

“Merak ettim. Söyle bakalım, Matematik derslerinde neler anlatı­yorsun? Hangi konuları öğretiyorsun?” diye sormuş.

Profesör de lisans, yüksek lisans ve doktorada verdiği dersleri tek tek sıralamaya başlamış. Başlamış ama hocası şaşırıp kalmış. Şimdiye kadar isimlerini bile duymadığı dersler. O şaşkınlık ve hayret içinde, kaşlarını da çatarak, ciddi ciddi:

“Ulan oğlum, bunlar da nereden çıktı? Ben 32 sene öğretmenlik yaptım; matematik okuttum. 32 yıl kitap karıştırdım senin anlattıkların^ hiç birine rastlamadım. Sen benimle şaka mı yapıyorsun? Dalga mı geçiyorsun? Okuttuğun altı üstü dört işlem değil mi?” demiş.

Profesör ne yapsın! Ne söylesin! İster istemez, cevap vermiş:

“Özür dilerim hocam! Okuttuğum dört işlem!Fazlası fazla! Fazlalar zaten idraklere sığmıyor. ” demiş.

Prof.Dr.Şener Dilek - Risale-i Nurda Derinleşme,syf;83-100
Devamını Oku »

Öğrenmenin Sicil Dosyası

Öğrenmenin Sicil Dosyası


İlk çırpıda böyle bir başlık insana garip gelebilir.''Öğrenmenin sicil dosyası mı olur?''Çünkü önemli olan her şey sicillenir, kayda geçer,tescil eder.Sicil dosyası, iki açıdan önemlidir.

Birincisi,sicil, aynı zamanda başarının bir göstergesidir.
Performans değerlendirmelerinde siciller gözden geçirilir.Çünkü sicil kayıtları, mazi sayfasının not defterleridir. Kırık notlar, bir anlamda eğitim ve öğretimin eksikliğinden,metod ve tekniklerin yetersizliklerinden kaynaklanır Öğrenme ile sicil arasında çok anlamlı bir ilişki vardır.

İkincisi, tartı, takdir ve tahsirı, ölçme ve değerlendirme faaliyetleri, kıymetli olan şeyler için daha önemli ve daha ehemmiyetlidir Bir de bir şey bekaya mal olacaksa, mizana girecekse, o zaman o şey bütün cephe ve cihetleriyle tartıya çıkar, hesaba çekilir. Bu açıdan bakıldığında, öğrenmenin,ilmin; ilim içinde amelin; amel içinde niyet ve nazarın da tartısı olacak, bu saydıklarımız da tek tek mizana girecektir.

Evet, kayda giren değerler tasnif edilir, istiflenir, arşive dönüştürülür Ve bir gün gelir o arşivler açılır, gösterilir,gözler önüne serilir. Sicil, insan karakter ve şahsiyetinin aynası hükmüne geçer; ne yaptığımızın, nasıl davrandığımızın, niyet ve nazarımızın, fiil ve icraatımızın kayıt merkezi,arşîv dosyası olur.

Sicil kirli ise, insan zillet ve hakarete maruz kalır, mah­cup, zelil ve perişan olur. Sicil, temiz olursa, yüz ak olur; şaibesiz, berrak yollar açılır, maksuda ermek kolaylaşır! Sicil dosyasındaki kir ve lekeler hem dünyada, hem kabir­de, hem de ahirette insanı takip eder, yakasına yapışır, pa­çasından tutar.

Evet, ahirette herkesin “sicil dosyası” açılacak; dosya içinde mevcut her şey sorguya tabi tutulacaktır. Sorguya tabi meselelerden bazıları da, neleri okuduğumuz, ne niyetle okuduğumuz, okuduğumuzu ne ölçüde yaşadığımız ve ne nisbette başkalarına anlattığımız olacaktır. Bu neden­le, “Öğrenmenin sicil dosyası” ahirette açılacak, önümüze konulacaktır.

Öğrenmenin sicil dosyası, hem öğrenme disiplini ve metodları açısından, hem de ahiretteki mizan noktasından büyük önem taşır. Aslında, bizim dünyamızda öğrenmek yaşamak içindir. Hakkın rızasını tahsil etmek içindir. Bu sırra mebni, ahirette mahcup, perişan ve zelil olmamak için şu beş soruya saffet ve samimiyetle cevap vermemiz gerek­mektedir:

1.Ne okuyacaksın?
2.Niçin okuyacaksın?
3. Nasıl okuyacaksın?
4. Nasıl aktaracaksın?
5. Nasıl özümseyeceksin?

Bu beş soruya metod açısından bakıldığında, bunların çok önemli beş mesajı yüklenmiş olduğu görülür. Beş soru, beş noktaya dikkatleri çeker:

Birinci soru, bizi metod itibariyle okunacak kitapların “önemlilik derecesi”ne götürür.

İkinci soru,niyet ve nazarımız”ı gözden geçirmemizi sağlar.

Üçüncü soru, metod açısından büyük önem taşır.
“Okuma metod ve tekniklerinin lüzum ve zaruretine par­mak basar.

Dördüncü soru, “tebliğ sorumluluğumuz“un önemini gündeme taşır.

Beşinci soru da, okuduklarımızı kalb ve vicdanımıza ne nisbette sindirdiğimize, hakikatlerin iç dünyamızda ne ölçüde “kabul gördüğü “ne işaret eder.

Evet, altını çizerek ifade edelim ki, özellikle kendilerini ilme adayanlar, ilim nuru ile aziz olmayı isteyenler, istidad- larını ziyade açmak arzu edenler, marifet ikliminde tahkiki bir biçimde yürümeye çalışanlar, marifet sahasında derin­leşmeyi cidden talep edenler; makam-ı tebliğ kürsüsünde oturanlar, temsil merkezli bir hizmeti omuzlayanlar belki herkesten ziyade bu beş soruya cevap aramak zorundadır­lar. Çünkü okuma ve öğrenmeden matlup keyfiyeti kaza­nabilmenin yolu, bu beş soruya verilecek cevap ile çok yakından ilgilidir.

Hem metod açısından, hem de hayatın önemliliğini vurgulama açısından bu beş sorunun daha yakından irde­lenmesi gerekir.

1.Ne Okuyacaksın?

“Size kat'iy yen ve çok emarelerle ve kat-i kanaatimle beyan ediyorum ki; gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, âlem-i İslam'a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahiri tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir."(Emirdağ Lahikası, rnk Neşriyat, s,81)

Bu sorunun cevabı, okunacak eserlerin önemlilik dere­cesini ortaya koyabilmeli ve okunacak kitapların önem de­recesine göre seçim ve tasnifini netice verebilmelidir. Çünkü insan ömrü, her kitabı okuyacak kadar uzun değil­dir. Bu itibarla seçici olmak, tercihini titizlikle yapmak ve bir kısım suallere cevap aramak gerekir:

“Niçin bu kitabı tercih ediyorum? Bu kitabın özel bir önemi mi var?”
“Bu kitap muhteva itibariyle diğerlerinden daha çok doyurucu, daha çok müdellel ve daha ziyade mesaj yüklü mü?
“Mesajları çok mu güzel? Çok mu merak uyandırıcı?”
“İşlediği bilgiler çok mu kudsî, çok mu derin? Çok mu yüksek?”

Buna benzer sorgulamalar, okunacak eserlerin kadr-u kıymetini ortaya koyabilmelidir.Kitap tercih ve tasnifinde, özellikle insanın yaradılışının ve dünyaya gönderilmesinin hikmet ve hakikatini ders ve­ren kitaplar tercihler zincirinde en öne alınmalı, okunacak kitaplar önemlilik derecesi itibariyle bir tasnife tabi tutul­malıdır. Tasnif ile ilgili yapılacak değerlendirmelerde, okuma disiplini ve eğitimden beklenen neticeler itibariyle, en evvel, her şeyden önce şu soruya cevap aranmalıdır:

Nedir hayatın en lazım dersi, en önemli dersi, en büyük dersi, en elzem dersi?”

Kur’an ve sünnet ışığında en büyük, en kudsî ve elzem ders, Allah-u Azimüşşan’ı tanımak ve marifet bilgisinde de­rinleşmektir.

Evet; hayata lazım ilk ders, en önemli ders, en büyük ders, en kudsî ders iman ilmidir, tevhid delilleridir.

Her mümin için hayatın en büyük gayesi, merak ve iştiyakı, aşk ve alakası, hamiyet ve gayreti en evvel ve her şeyden önce Kur’an-ı Kerim'i okumak, anlamak ve yaşamak olmalıdır ve Kur’an-ı Azimüşşan’m mübelliği, külü muarrifi, vahdaniyetin dellalı, rahmet-i ilahiyyenin timsali Hakkın en münevver bürhanı, tılsım-ı kâinatın miftahı, muamma-yı hilkatin keşşafı olan efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a.v) hayat ve sünnet uygulamasını öğrenmek ve hayata yansıtmak olmalıdır.

Evet, müminin dünyasında, mutlak referans, yanılmaz ve yanıltmaz mihenk, ölçü ve miyar, Kur'an-ı Azimüşşan ve Resul-u Ekrem aleyhisselatü vesselamdır.

Asırlarca, müçtehid, müceddid ve ulemalar tarafından “kitap-sünnet” ışığında itikat, iman, ibadet, ahlak ve mua­melat ile ilgili binlerce eserler telif edilmiş, ümmetin istifa­desine sunulmuştur. O eserler içinde, bu asırda, asrın mizacını dikkate aldığımızda okunması, anlaşılması gereken en bi­rinci eser Risale-i Nur Külliyatı’dır. Risale-i Nur, bu asırda telif dünyasının bir güneşidir.

Risale-i Nur, iman hakikatlerini güneş gibi göstermekte, akılları ikna, kalbleri işba etmektedir. Çağımızın maddi ve manevi sancı ve bunalımlarına Kur’an-ı Azimüşşan’dan re­çeteler sunan Risale-i Nur Külliyatı; okunması, anlaşılması ve ömür boyu mütalaa edilmesi gereken en yüksek bir ders-i imani ve en derin bir hakikat-i Kur’aniye ve en rasih bir ibadet-i imaniyedir.

“Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur'arim bahir bir bur­hanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem'a-i i'caz-ı manevî­si ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuaı ve o maden-i ilm-i hakikattan mülhem ve feyzinden gelen bir tercûme-i maneviyesi olduğundan onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan geçtiğinden, elbette Risale-i Nur’un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister; Kur'an izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür. Hiçbir ci­hetle fahre, temeddühe, gurura hakkı yoktur ve olamaz. ”(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, rnk Neşriyat, s.71.)
Evet, bu asırda, iman dersi ve hakikat bilgisi olarak “Ne okuyacağız?” sorusuna verilecek en güzel ve en haki­mane cevap, “Risale-i Nur Küliiyatı’nı okuyacağım.” ol­malıdır. Çünkü Risale-i Nur, Kur’an’dan nebean eden bir bahr-ı muazzam; bir hazine-i esrar, bir define-i marifettir. Bu definede pek çok elmaslar, yakutlar, inciler vardır. Bu kıymettar mücevherlerden istifade etmek isteyenler; o bahre gavvas olmalıdırlar. Kitap okuma adına enerjilerini, hami­yet ve gayretlerini birinci derecede bu bahr-i azimeye tah­sis etmelidirler ve dikkatlerini dağıtmadan ve şevklerini söndürmeden bir ömür boyu sürecek bir azim ve irade ile bu marifet sahrasında yürümelidirler.

Hem, bu asırda Risale-i Nur’a talebe olanlar, Nur’lar vasıtasıyla din-i İslam’a hizmeti gaye edinenler, kendi mes­lek ve meşreplerini bilme, anlama ve hakikatleri umuma duyurma adına, telif eserler içinde birini derecede risaleleri okumalı, anlamalıdırlar. Bu sorumluluk ve okuma ciddiyeti, mesleğimizin icrası için lazım olduğu gibi, hakaik-i imani- yeden beslenmek ve imanı tahkik derecesine çıkartmak için de elzemdir.

2.Niçin Okuyacaksın?

Medar-ı necat ve halas, yalnız ihlâstır. İhlâst kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâsh amel, batmanlarla halis olmayana müreccahtır.(Mesnevi-i Nuriye, rnk Neşriyat, s. 167)

Bu soruya verilecek cevap, gaye ve maksadımızı belirler; bizi doğrudan doğruya “gaye tahsisi” ne götürür.Kulluk şuurumuzu, ebedi hayat açısından hassasiyetimizi, niyet ve nazarımızı, hulusiyet, saffet ve samimiyetimizi 0rtaya koymuş olur.

Evet, bütün amellerimizde olduğu gibi, okuma ve tetebbuatlarımızın, ders takdimlerimizin de gaye ve maksadı, yalnız ve yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını tah­sil etmek olmalıdır. Hatta bu mana ve mazhariyet kalb ve dimağlarda öylesine nakş edilmeli ve öylesine sürekli tah­kim ve takviye edilmelidir ki, hiç silinmesin, hiç önemini kaybetmesin, sürekli içimizde büyüsün, gelişsin, saffetini muhafaza edip, letafetini uçurmasın.

İhlâslı istikamet, süreklilik içinde sürdürülemezse, o ulvi hislerde zamanla bir çözülme, o kalb âleminde bir sar­sıntı, o ruh haletinde bir çökme yaşanabilir. Bu nedenle okuma disiplininde işin başında “Niçin okuyacaksın?” so­rusuna verilecek cevabın gayet açık, gayet net, gayet ber­rak ve gayet şeffaf olması ve kalbin içlerinden gelen bir tasdikle tebellür etmesi lazımdır:

Niçin okuyacaksın?
“Hakkın rızası için...”
“Marifet-i İlahiyede derinleşmek için...”
“Tebliğ görevini yerine getirmek için... ”
“Temsil sorumluluğunu hayatıma yansıtmak için
“Tam bir amil kul olmak için...”

Evet, verilecek cevaplar bu şekilde ve bunlara benzet nitelikte olmalı. Çünkü insan hayatının manevi tanziminde niyet ve nazar iki ucu keskin kılıç gibidir. Hasenatı seyy seyyiatı hasenata tebdil eder. Niyet ve nazar bulanır ve kir­lenirse, hayat-ı bakiyeyi berbat eder. Niyet ve nazarın dağlardan fışkırıp akan memba suları gibi safi ve temiz olması gerekir Hakikat noktasında, bu akışın, istikamet kulvarından geçerek cuş-u huruşla, Hakk’ın rıza vadisine dökülmesi gerekir.

Evet, Risale-i Nur u eline alıp okuyacak her şahıs, evvel emirde niyet ve nazarını gözden geçirmeli; kendini şu sualle,çok ciddi anlamda murakabe ve muhasebe etmelidir

"Niyet ve nazarım gerçekten rahmani mi? Niyet ve nazarımı nefsanî arzular ve şeytanî hisler kirletiyor mu?

Evet, alkış hissi, maneviyatın aklını bulandırır. Şan u şeref hissi, habistir, fıtratı bozar, tağyir ve tebdil eder.
Risale-i Nur’u okuyan ve onda derinleşmek isteyen fertler, niçin okuduklarının gerekçelerini bilmeli ve zihinle-
rinde bu gerekçeleri önem derecesine göre sıralamak ve niyet ve nazarını bulandırmadan ihlâs vadisinde istikamet-
le yürümelidirler.

Peki, Risale-i Nur niçin sürekli okunmalı?

  • Hayatın mahiyet ve hakikati, maksut ve matlubu Rabb-ı Ce-lil’i tanımak; marifetullahda derinleşmektir. Zat-ı Akdes’i,daha ziyade bilmek, marifette daha ziyade yol atmak ve imanı daha ziyade tekmil etmek için okunmalı.

  • Şanı ulûhiyetin azamet ve kibriyasını, izzet ve istiğnasını;saltanat~ı rububiyetinin iclal ve haşmetini, kemal ve cemalini, hüsn ve rahmetini İzan ve ikan derecesinde tanıyabilmek için okunmalı.

  • Allah-u Azimüşşan'a daha ziyade tazim ile tespih, tahmid,takdis görevini daha kamilane yapabilmeye kuvvet katabilmek için okunmalı.

  • Hakaik-i imaniyeyi ve esasat-ı Kur’aniye’yi daha hakimane talim edebilmek için okunmalı.

  • İslam’ı nefsinde daha halisane yaşamak ve daha ziyade kulluk şuurumu keskinleştirmek için okunmalı.

  • Görev ve sorumluluklarımızı hakkıyla tebliğ ve tenis il etmek adına okunmalı.

  • Allah-u Azimüşşanın ilk emri “Oku!”dur. Bu emr-i celile ittiba için okunmalı.

  • “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” ayetine masadak olmak için okunmalı.

  • “Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır” hadis-i şerifi mucibince hakikat-ı tefekküre yetişmek, o derin bil­giye ulaşmak için okunmalı.

  • Hz. Adem’in (a.s) meleklere rüçhaniyetinin şifresi olan “talim-i esma sırrı ile esma ve sıfat-ı ilahiyye’de tayeran, aşk ve muhabbet-l Rabbaniye’de seyeran, marifet ve haki- kat-ı Kur’aniye’de cevelan etmek için okunmalı.

  • “Veraset-i nübüvvet'' ve “kurb-u risalet" sırrı ile ilim için­de hakikate giden bir yolda her gün tazelenen bir şevk ve gayret ile o deryaya daha ziyade dalmak ve tam bir gavvas olabilmek için okunmalı.

  • “İlim kimde ise hayır ondadır” sırr-ı azimine yetişebilmek; o hayırdan külli istifade etmek ve başkalarının da istifadesine vesile olabilmek için okunmalı.

  • Hakiki bir abd-i muhsin ve tam bir arif-i billâh olabilme yolunda sönmeyen bir aşk, tükenmeyen bir şevk ile yürüyebilmek ve ömür boyu o kutsi heyecan meşalesini söndürmen için okunmalı.

  • İsm i Rauf ve Rahim ’in tecellisiyle İslam dünyasının dert ve sıkıntılarını, elem ve ıstıraplarını bizzat vicdanında hissedip“Karşımda bir yangın var. İçinde evladım, ahbabım, akra­nım, imanım tutuşmuş yanıyor!” feryadıyla haykıran Hz. Ustad misali tebliğ sahasında ilim kılıcını kuşanmak için okunmalı.

  • Yandımsa İslam'ın derdine yandım” sırrıyla dava-i Kur’aniye'ye, hizmet-i imaniyeye daha ziyade kendini adamak için okunmalı.

  • “Ben başka maksattayım. Başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeylere yer bırakmamış." buyuran Aziz Üstadımıza varis olmak için okunmalı.(1)

  • ‘İki günü müsavi olan ziyandadır: ” hadis-i şerifi hükmünce kendini her gün yenilemek için okunmalı.

  • Hakikat-i Kur’ariıye ile ruhunu tutuşturmak, kalbini ha- kaike tam yöneltmek, dimağ laboratuarını tefekkürle tam yoğurabilmek; diğer latifeleriyle birlikte camiyet ve külliyet sırrı ile -kab ve kabiliyeti nisbetinde- şuhudi bir ayinedar- lığa yükselmek için okunmalı.

  • Yalnız ve yalnız ihlâsı esas tutup, fisebilillah şu hizmet-i ima- niyeyi azami gayret ve ciddiyet içinde tahkim ve takviye etmek adına azim bir güç ve enerjiye ihtiyaç vardır. Bu güç ve enerjiyi sürekli depolamak için okunmalı.

  • Nefsini bilen Rabbini bilir” sırrıyla mahiyet-i insaniye haritasını dikkatle ve ibretle tetkik etmek; o haritanın gizli, örtülü ve mestur noktalarını daha keskin bir nazarla keşfet­mek, daha ibretle temaşa etmek için okunmalı.
    • Benim maksadım, dert ve davam, gecem ve gündüzüm, tasa ve sıkıntım, şu insanlar Cenab-ı Hakk’ı tanısınlar, bilsinler, iman nuru ile şereflensinler. ” düşüncesiyle bu mananın tahakkuku için hafıza kütüphanesini envar ve esrar~ı Kur'aniye ile doldurmak ve o hakikatleri muhtaçlara ulaştırmak adına okunmalı.

  • “Şefkat içimi yakıyor, kavuruyor. Benim maksudum, matlubum, şu insanlığı küfür bataklığından, sefahat ateşinden, cehalet karanlığından, dalalet sapıklığından kurtarmaktır;'' görev anlayışı içinde bu görevi hakimane yürütebilmek için okunmalı.

  • Bu asırda, omzumuza ihsan-ı İlahi tarafından konulmuş olan şu hizmet-i iman ve bu dava-ı Kur’aniye’yi “hazm ve hami etmem gerekir. ” İşte bu sırr-ı azime mazhar olmak için okunmalı.

  • “Benim matlubum, şu zorlu nefsimin vehim ve vesvesele­rini, hıyanet ve rezaletlerini, alçak ve menhus sıfatlarını iyice tanımak; şu İblis’in desise ve tuzaklarını, denk ve dubarala­rını; fıtrat-ı insaniyenin zafiyet ve kırılma noktalarını daha iyi kavramak, onların hilelerine karşı daha uyanık olmak­tır”. Bu azim sorumluluğu tam hissetmek ve gerekli do­nanımı kuşanmak için okunmalı.

Elhasıl, her okuyucu, kendi mizaç, meşrep ve anlayı­şına muvafık ve mutabık bir biçimde marziyat-ı İlahiyye yo­lunda birer ölçü ve mihenk kabul ettiği gerekçelerle Hakka yürümelidir, Bu yürüyüş hulusiyet ve saffet ister. Sebat ve metanet ister. Fiilî gayret ve iştiyak ister. Bu iştiyak, bu azim ve gayret son nefese kadar sürdürülmelidir. Aksi halde bir müddet sonra, fıtrat-ı insaniye kabuk bağlayabilir. O şevkler sönebilir, o gayretler küllenebilir. O hamiyetler buharlaşabilir. O görev ve sorumluluklarda çözülmeler başlayabilir.

Düşünce ve fikirlerde, aşk ve ideallerde değişmeler, baş­kalaşmalar, farkh kulvarlara kaymalar yaşanabilir. Bütün bu muhtemel risk alanlarına ve hayatı tepe takla uçurum­ların ağzına götüren yıkımlara ve nefis ve şeytanın ihanet, gabavet, tembellik ve rehavetine karşı teyakkuz halinde olmak gerektir.

Evet, insan, hayatının sonuna kadar azami dikkat ve teyakkuz ile yürümek zorundadır. Her zaman, niyet ve na­zarını, hamiyet ve fiilî gayretini sorgulamak, nefsini sığaya çekmek, nefsin desise ve hilelerine karşı uyanık olmak mec­buriyetindedir. Bazen olur ki, nefis niyet ve amel itibariyle lakayt davranışları sergileyebilir, bazen niyet ve nazarlar bulanık hale dönüşebilir. Bazen de niyetler kirlenir. Bu noktada müteyakkız olmak, nefis muhasebesi adına bir sorgulama yapmak icap eder. Çünkü nefis muhasebesi, hikmet ve teyakkuzun bir gereği; ciddi istikametin de temel taşıdır:

Ey nefsim! Niçin okumanı terk ettin, görev ve sorumlu­luğunu unuttun?
Ey nefsim! İstikamet urganını kopartıp karanlık deh­lizlere mi sapmak istiyorsun?
Ey nefsim! Başka gayeler mi ruhunu istila etti? Alkış hissi mi, içine girdi? Şan ve şeref mi zihnini çaldı? İnsanla­rın takdir ve tahsinini kazanmak mı gündemini doldurdu?
Ey nefsim! Herkese niyetlerine göre verilir. Niyetin neyse sen osun, o kadarsın.
Ey nefsim! Niyetlerini çürütenler başkalarına ne vere­bilir, ne kadar faydalı olabilirler ki?
Ey nefsim! Samimi ol! Sırf okumuş olmak için mi o okuyorsun? Ya da, “Okumazsam beni kınarlar.”diye mi elin risaleleri alıyorsun? Yahut “Şu kitabı okusam, bana yeteri» diye rehavetini mi sergilemek istiyorsun?

Evet, bütün bu muhasebe ve murakabeler Hakk’ın rızasını netice verecek bir biçimde zihinlerimizde billurlaş, malıdır. Ta ki, hamiyetler ayağa kalksın, küheylanlar şahlansın. Ruhlar tutuşsun. Mah-rûyanlar himmet sahrasında yansın.

3.Nasıl Okuyacaksın?

“Geleceğin cahili, okumayan kişi olmaya­caktır. Nasıl öğreneceğini bilmeyen kişi olacaktır.-Alvin Toffler

Bu soruya verilecek cevap, bizi bu işin usûl, tarz, metod, yöntem ve talim tekniklerine götürür. Çünkü her sanatın, her maharetin, her ilim ve her uğraşın kendine mahsus metodu, üslubu, tarz ve teknikleri vardır. Tetkik ve araştırmalarda, ilim ve sanatta belirli yöntemler izlenme­den, gerekli metod ve tekniklere başvurmadan başarılara imza atmak adeta imkânsız gibidir. Kesin olarak bilmek ge­rekir ki, metodsuz, yöntemsiz, tarz ve üslupsuz yürüyenler tufeyli kalırlar; matlup kemale ulaşamazlar.

Evet, usûl olmadan vusûl olmaz. Vusulsüzlüğümûz usulsüzlüğümüzdendir.

Genel bir kaidedir: Bütün uzmanlık sahalarında, tüm meşguliyet alanlarında metod, yöntem ve tekniklerden fay­dalanılır. Ata binmenin, kılıç kuşanmanın, ok atmanın bir tekniği yok mudur? Bütün spor okulları, kendi tekniklerinin talimi ile uğraşmıyorlar mı? Güreşin, karate, judo, tekvando, futbol ve basketbolün teknikleri yok mudur? Şu spor faa­liyetleri kara düzen bir biçimde mi sürüp gidiyor? “Saldım çayıra,mevlam kayıra"mantığı ile olimpiyatlara hiç gi­dilebilir mi, başarılara imza atılabilir mi. zirvelere tırmanabilir mi?

Evet, her uğraş, ilim ve sanatın kemali, onların usûl ve yöntemlerini, teknik ve metodlarını bilmek ve geliştirmekle olur.Her sahada geçerli olan bu kanun, sözde, sazda, öğrenmede, öğretmede, ilm-i belağatte de geçerlidir. Söz söylemek bir sanattır, bir maharettir. Söze muhatap olmak, kelamdan anlamak; metni süzmek, derinliğine bak­mak; kelamın inceliklerine nüfuz etmek, mana çıkartmak, istihraç edebilmek, usûl ve tarz ister, yöntem ve metodlara vukufiyet ister.

Eğer bir kelamın, fikrî bir mesajın, ulaştırılması gere­ken bir hakikatin dünya çapında tamimi, tebliği, temsili gerekiyorsa, o yolda gidenler; söz söylemede, ilimde ve hi­tabet sanatında derinleşmek zorundadırlar. Çünkü tebliğ sorumluluğunun kemali, kelamı en güzel şekilde anlamayı ve aktarmayı iktiza eder. Bunun da yolu, ilimdir, ilim içinde talimdir; talim içinde metod ve yöntemlere vukûfiyettir. Usûl bilmeden, metod ve tekniklere aşina olmadan yürü­mek, çöllerde kılavuzsuz at koşturmaya benzer. Tahkiki bir derinliğe ve analiz edebilecek bir dirayete yükselebilmek için bu metod ve yöntemlerle yürüme zarureti vardır. Uzun soluklu fikrî yürüyüşler için, okuma ameliyesinde di­siplin sahibi olabilmek ve daha derinliğine ve daha seme-redar sonuçlara ulaşabilmek için metod ve yöntemlere başvurmak lazım ve elzemdir.

Evet, her şeyin tekniği olsun da, okumanın, öğren­menin tekniği olmasın!

4- Nasıl Aktaracaksın?

Kalbime gelen manalara bakıyorum birer inci, Ama ağzımdan dökülenlere bakıyorum birer çakıl taş,. ” (Bir Arap şairi)

Bu sorunun cevabı, bizi “bilginin transferi”ne, “tebliğ'' sorumluluğu” na ve “takdim şekilleri”ne götürür.Bilginin transferi, insanın elde ettiği ve kazanmış okluğu bilgi ve becerileri gerekli ortamlarda rahatça kullanabilme ve uygulayabilme maharetidir. Sadece belirli bir ortamda kalan, dışarıya aktarılmayan, yeterli ölçüde uygulamaya dönüştürülmeyen bilgiler transfer edilememiş bilgilerdir.

Özellikle tebliğ makamında olanların kazanmış oldukları bilgileri, beceri ve tutumları hayata yansıtmaları büyük önem taşır. Bilgi ve düşünceler güzel bir biçimde aktanlamıyor; alı­cılar da aktanlanları hayata yansıtamıyorlarsa; netice nokta­sında o yansıma, amele ve güzel davranışlara dönmüyorsa; daha açıkçası ilim hayata perçem vuramıyorsa, bu noktada emeklerin zayi olmasından söz edilebilir.

Bilgiyi transfer edebilmek, muhataplarının idrak ve kalblerine yansıtabilmek birçok şarta muhtaçtır. Lisan ve beyan dirayeti noktasından bakıldığında; düşünceyi kalıba dökebilecek, manaya libas giydirebilecek, o libasta tenasüp, letafet ve dengeyi koruyabilecek ve doğru düşünceye yar­dım edebilecek dirayetli bir akletme faaliyeti için altyapı olarak, her şeyden önce güçlü bir dile ihtiyaç vardır. Dil ne kadar zenginse, kelimeleri kullanma mahareti ne de­rece mükemmel ise; hem söz ile tebliğde, hem de kalemle hizmette o derece sağlam bir adım atılmış olur. Sözü anla­mada ve anlatmada gerekli olan bilgilere ve edebî sanat­lara ve dil inceliklerine sahip olanlara kelam daha ziyade kendini açar, mana daha ziyade kendini gösterir.

Olaya, “tebliğ sorumluluğu” noktasından bakıldığında, tebliğin kemali “üsluplu hakim” sırrına bakar. Yani, nerede, nasıl, ne şekilde ve ne kadar konuşacağını bilmek; tezyif ve tahkire girmeden kavl-i leyyin ile hakikatleri terennüm
etmek; mübalağa ve mücazefeye girmemek; mantık, mu­hakeme ve insafla muhatabına yaklaşmak bir üslup işidir. Bilgiyi pekiştirerek beyan ve kelamda iktidara yükselmek bir maharet işidir. Bilgiyi rahat bir biçimde aktarabilmek, takdim etmek bir metod ve yöntem işidir. Bütün bu kaza­nımlar, şüphesiz bir takım üslup, metod ve yöntemlerle gerçekleştirilebilir. Metodsuz derme çatma bilgilerle, kulak­tan dolma sözler ile hakimane tebliğ yapılamaz.

Peygamber Efendimiz (s.a.v), Arap’ın en beliğ konu­şanıydı. Hikmet-i ezeliye O nu, risalet görevine hazırlarken tebliğ görevini hakkıya ifa edebilmesi için en yüksek bir fetanette ve kelam ve beyan noktasında en muktedir bir biçimde teçhiz etmişti; Efendimizin sütannesi “Müdari Ka­bilesi” ndendi. Müdari Kabilesi, Arapçayı en güzel lehçe ile konuşan kabileydi. Kur’an-ı Azimüşşan da Müdari Kabile­si’nin lehçesi üzerine nüzul etmişti.

Evet, Kur’an-ı Hâkim’de “Çatlatırcasına konuş''(Hicr,9) emr-i Celili, tebliğ görevinde, kelam dirayetinin önemini ortaya koymaktadır. Ta kıyamete kadar, hakikat ve marifet-i imaniyeyi hakimane, en güzel bir biçimde, delil ve hüccetle, mantık ve muhakeme ile tebliğ etmek, boynumuzun bor­cudur. Çünkü tebliğ, farz-ı daimidir.

Ahir zamanda en önemli bir görev ve sorumluluk, idrak ve gönülleri aydınlatmak, iman hakikatlerini herkese, özel­likle ciddi talep edenlere ve ihtiyacını hissedenlere ulaştırmak­tır. Şüphesiz, bu yüksek amacın tahakkuku, “lisan hâkimiyeti” ve “üslup-u hakîm” ile birlikte “İlmî derinliği” de gerekli kılmaktadır. Nitekim Hz. Üstad’a ihsan edilen en büyük ni­metlerden birisi de ona bahşedilen “ilm-i Kur’ani’dir.(2)

Tebliğ görevi birçok şekilde gerçekleştirilebilir. En uygun tebliğ şekli, “takdim”dir.

Her takdim, altyapı olarak “tahkim”’e muhtaçtır. Ha- kikatleri güzel ve mükemmel bir biçimde hikmetle anlat­mak, duyurabilmek için takdimden önce “tahkim” lazımdır. Yani, tebliğden önce, iman hakikatlerini öğrenmek, anla­mak, kavramak; öğrendiklerini hayata ve amele yansıtmak lazımdır. Tahkim, hem İlmî ve fikrî, hem de amelî olarak gerçekleştirilmelidir.

Hiç unutmamak gerekir ki, tebliğ kabiliyet ve mahareti, “Nasıl aktaracağım?” manası uygulama ile gelişir, inkişaf eder. İman hakikatlerini etrafına duyurmak adına sergile­nen gayretler zaman içinde konuşma kabiliyetinin de inki­şafını netice verir. Bu noktada azim ve gayret fevkalade önemlidir. “Şu iman hakikatlerini bütün dünyaya duyura­cağım. Hakikat-ı Kur’aniyenin bir bülbülü olmaya çalışa­cağım. ” tarzında ortaya konulacak fiili bir gayret, tebliğ ve temsil sorumluluğuna güç katıp kuvvet verir. Bu özelliklerle birlikte, hakikatleri aktarma mahareti, “hal güzelliği” ile de tahkim ve takviye edilmelidir. “Mübarek lisan”, “halisane ahval” ile pekişirse, o zaman tebliğ olur, kemale yükselir.

Evet, mümin lisan zarafeti, fikir derinliği, tahlil dira­yeti, tebliğ mahareti, takdim letafeti yanında hal güzel­liği ve istikamet ciddiyeti itibariyle de mümtaz olmalıdır.

5.Nasıl özümseyeceksin?

“Eğer biz ahtâk-ı İslamiye’nin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtmı ef-alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler; belki Küre-i Arz'm bası kıt'alan ve devletleri de İslamiyet'e dehalet edecekler(Hutbe-i Şamiye, rnkNeşriyat, s.24)

Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan "irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye" herbirinin bir gayetü'l-gàyâtı var:İradenin ibadetullahtır. Zihnin, mârifetullahtır. Hissin, muhabbetullahtır. Lâtifenin, müşahedetullahtır. Takvâ denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat, şunları hem tenmiye, hem tehzip, hem bu gayetü'l-gàyâta sevk eder.(Age,s. 140)

"Nasıl özümleyeceksin?” sorusunun cevabı; öğren­diği hakikatleri ruhuna yazmak, kalbine nakş etmek, zih­nine yerleştirmek, vicdanında duymak ve hayatında bizzat sergilemek, amele dökmek; ömür boyu o mazha­riyeti yaşamak ve yaşatmaktır,

Öğrenmekten maksat, ameldir, iradî teşebbüs ve fiilî icraattır. Hayata yansımayan bilgi, hakikat noktasında daha henüz özümsenmemiş, emilmemiş bilgidir; hamdır, kı­vamsızdır Öğrendiklerini amele döndüremeyenler, fiilen teşhir edemeyenler ruhsuz ve kuru, sönük ve cılız, resmi ve çiğ bir dünyayı temsil ederler; onlar mecalsizdirler; ha­miyetleri ayağa kaldıramazlar, gayretleri tutuşturamazlar, vicdanlarda itminana vesile olamazlar.

Nefsülemirde, öğrenmek öğretmekten daha zordur. Çünkü öğretmede, mesajlar sunulur, öğretici elindeki bil­gileri aktarır. Ama gerçek manada öğrenme, derin bilgiye ulaşmaktır. Derin bilgi, insanı değiştiren bilgidir. Gerçek öğrenme de odur ki, insanın davranışlarını değiştirsin; on­ları iyiye, güzele, doğruya yöneltsin; tutumlarda olumlu değişimler ile insanı mükemmele tırmandırsın. Zaten öğ­renmeden beklenen kemal nokta da budur: Öğrendiklerini hayata yansıtmak, ilmi amele çevirmektir.
Hz. Üstadın İşaratül İ’cazda beyan buyurduğu gibi, ''ilmin i’tası, manen ameli emrediyor. ”’ (İşaratül icaz, rnk Neşriyat, s, 192)

İlmin sılâ-yı rahimi ameldir. İlim amele kavuşursa, kıvam ve tadını bulur, hakiki ilim olur. Amelin de sılâ-yı rahimi ihlastır. Öğrendiklerini ihlâsla hayatlarında fiilen sergeleyenler “temsil sırrı” mazhar olurlar. Temsil sırrı ile yürüyenler, pek çok güzelliklere ayna olurlar. Yani, konuştuklarını yaşar, yaşadıklarım konuşurlar. Yaşayan bir hakikat olarak imanın güzelliğine ubudiyetin izzetini, ahlakın mükemmelliğini, muamelatın ciddiyetini, sıdk ve doğruluğun tatlılığını, hakikatin cazi­besini hayatlarında bizzat sergilerler. Onlar, sıdk, hulusiyet, samimiyet, fedakârlık, gayret, şecaat, izzet, istiğna, iktisat, emniyet ve yüksek hamiyet gibi vasıflan itibariyle mümeyyiz bir hayatı yansıtırlar.

Bugün dünyada yüz binlerce eğitim ve öğretim mües- sesesi var. Nesiller bu tezgâhlardan geçiyorlar. Onlara tek­nik konularda bilgiler veriliyor, ilgi duydukları sahalarda yetişiyorlar. Ama bu tezgâhların pek çoğunda “tevhit” me­sajı unutulduğu ya da gerekli şekilde verilmediği için bu tezgâhlardan çıkan ürünlerin birçoğu defoludur; bu defolu ürünler, bu çürük malzemeler cemiyet hayatının inşasında kullanıldığı müddetçe, cemiyetin bünyesi sancılı, sarsıntılı ve hastalıklı bir nitelik taşıyacaktır. Bu durum sürüp gittikçe dalalet fırtınaları dinmeyecek; sefahat bataklıkları, ihanet şebekeleri, karanlık tezgâhlar yıkım faaliyetlerini devam et­tireceklerdir.

Bu bataklıkları kurutmanın, bu hastalıklı bünyeleri te­davi etmenin en müessir yolu, tebliğdir. Hakikat bilgisini özümsemektir. Hikmet penceresinden bakıldığında, her­halde istikbalde hizmet adına en büyük hisse, marifet bil­gisini nefsinde özümseyenlere düşecektir. Onlar temsil sim ile ahlâk-ı Islamiyenin ve hakaik-i imaniyenin intişarına kuvvet verecek, içimizdeki lakaytların, rehavet bataklığına düşenlerin, İslam’dan uzak yaşayanların ve sair dinlerin münfesihlerinin intibahına vesile olacaklardır. İnşallah.

Dipnotlar:

1)-Varis üçtür. Makamın varisi, halin varisi, ilmin varisi. Bu üç veraseti, Nur’un mesleği açısından şöyle ifade edebiliriz: Makamda ve­raset, tebliğ sırrıdır; yani, makam-ı tebliğde, neşr-i esrar-ı Kur’aniye va­zifesini ifa etmeye çalışmaktır. Halde veraset, temsil sırrıdır; yani, İslam m güzelliğini fiilen teşhir ve temsil etmek ve acz ve fakrın zirvesinde tam bir fena haline makes olmaktır. İlimde veraset, talim simdir. Yani,en yüksek ders-i Kur anî olan iman hakikatlerini okuyarak derinleşmek ve rusuhiyete yükselmektir.
2)-Hem hususi olarak bir ilm-i Kur'anî ve hikmet i imaniye verdi, ve o insan ile çok mahlukat üstüne bir tefevvuk verdi.”Şualar, rnk Neşriyat, s.66.

Prof.Dr.Şener Dilek - Risale-i Nurda Derinleşme,syf;50-69
Devamını Oku »