Hayır ve Şer Allah'tandır

Hayır ve Şer Allah'tandır

Bir hadis-i kudsîde “Kullarımdan bazısına fakirlik layık olur, eğer ona zenginlik versem hâli bo­zulur; bazı kullarıma da zenginlik layık olur, eğer onu fakır kılsam hâli bozulur” buyrulmuştur. Bu hadis yukarıda adı geçenlerin hepsini içine alır. Herkesin istidat ve kabiliyetine gerektirirse ona göre mu­amele olunur. Mesela Zeyd’in tavır ve fiilleri Amr’ın  tavır ve fillerin­den iyi ve güzel iken, Zeyd’in fakir ve mihnette olup, Amr’ın zengin ve rahat olması, takdir olunanın ortaya çıkması demektir. Kendi nef­sini teberri ve kadere isnad etmek tam cehalettir. Çünkü “insanlar amellerine göre karşılık bulurlar, amel hayr ise hayır, şer ise şer bu­lur” mealince her şahsın istidadı İlahî takdiri kendi nefsine icab ve davet eder. Meselâ iki talebe bir üstadtan ilim tahsilinde olsalar,ahlâklarına uygun olarak biri heva ve hevesine tabi olup okumadan câhil kalsa ve cehaleti yüzünden fakir ve zillette olsa diğeri gayret ve himmet ederek alim olup ilmi sebebiyle nimet ve izzette olsa, imdi bu iki şahsın kaderleri böyle imiş demek kaderi hatalı saymaktır.

İki kardeşe babalarından miras kalsa, biri sefahata harcayarak fa­kir, diğeri tedbirli, akıllı olup israf etmeyerek zengin olsa, bu iki kar­deşin fakir ve zenginliğini kadere isnad etmek cehalet ve avamın iti­kadıdır. Belki kendilerine hareket ve fiillerinin etkisinin gereği olarak ilahı kaderi bu halde bulunmalarına davet ve icab ettirdi. Zira “Senin Rabbin kimseye zulmetmez. ” (Kehf, 49) “Biz onlara zulmetmedik lâ­kin onlar kendilerine zulmettiler ” (Hud, 101) ve daha bunların ben­zeri ayetler ve hadislerin delâletleri zulüm ve isyanın kula isnad olun­masını işaret ederler.

Hatta şeytan “Beni iğva ettin” (Hicr, 39) kelâ­mında iğvayı Hakk Teâlâ’ya isnadla yalancı, Hz. Adem “nefsimize zulmettik” kelamında zulmü kendi nefsine isnad ederek doğru oldu­ğu için şeytan kovulmuş ve Hz. Adem makbul olmuştur. Hayır ve şer Hakktandır demek, yaratmak ve hüküm Haktandır ama benimseme ve irade kuldandır diye inanmak gerekir. Eğer böyle olmazsa irade-i cüz’ıyeyı inkar ve Cebriye mezhebini seçmek lazım gelir. Cüz’î irade­nin gerek mahluk, gerek gayr-i mahluk olsun kulun hallerinin hepsinin varcağı  yercüz’î iradedir. Tedbirde kusur edip takdire bahane bulmak aptallıktır. İlmin maluma tabi olduğu meselesini bundan önce beyan ettik. Kısaca her kesim giriftar olduğu mihnet ve meşakkati kendi kazanır.

Hakk Teâlâ cömert ve kerim, feyyaz-ı mutlaktır. Feyyaz-ı mutlak­ta cimrilik olmaz, bir kimseye zulüm ve gadr etmez ve müstehab ola­na yardım ve ihsanda eksiklik etmesi ihtimali yoktur. Cüz’î irade de­mek, her bir şahsın ruhunun meyil ve hoşlandığı şey ve evsafından ibarettir. Ruhun meyli ve hoşlandığı hangi tarafa yönelmiş olursa o tarafı irade ve arzu etmiş olur.

İşte bu iradesi hasebiyle gerek hayır­dan gerek şerden ne türlü muamele ve mücazat olunmasına müstehak ve layık ise külli İlahî irade o türlü muamele ve mücazat olunmasına taalluk eder. Ona kader derler. Güya cüz’î irade dolabın mihveri, küllî irade dolab mesabesindedir. Cüzî irade her ne kadar küllî irade­nin hükmü altında ise de küllinin hükmü cüz’înin devran ve liyakatı-na tabidir. Bu takdire göre her bir şahsın gerek hayır ve gerek şer ile muamele ve hüküm olunmasını gerektiren sebebi yine kendi zatıdır. Hatta bazı muhakkikler, her bir şahıs kendi nefsinin hem hakimi ve hem de mahkumudur.

Doğrusu budur ki kısas ve kati olunmaya müs­tehak bir katilin gerek kendinde değilken gerek uyku basmasıyla ve gerek çeşitli sebeplerle akl-ı maaşına ani bir halel, bozukluk olsa o anda katile, “Sen ne türlü mücazat ve muamele olmak istersin” diye sorsalar, katil, öldürülmek istediğini söyler. Keza hayır ile mücazat olunmaya müstehak salih bir kimsenin kendisine, sana ne türlü mu­amele olunması lazımdır diye sorsalar, hayır ile muamele olunması lazımdır diye cevap verirler. Keza zengin bir adam fakir olsa fakir ol­masını kendi batını kendine hükmeder. Kıyas bunun üzerinedir.

Kısa­ca herkesin bulunduğu hali kendi nefsi üzere kendisi icab ve hükme­der. Ama zahirde bilmezler. Batın hallerden bir miktar haberi olanlar bilirler. İnsanlar her zaman ekicidirler, yani ektiklerini biçerler “Dün­ya ahiretin tarlasıdır” hadisinin manası vaktinde ekilen hayır ve şer’i vakti gelince bulursun demektir. Bu takrirden anlaşıldığı gibi, İlahî fiillerin hepsi hüküm ve mesalih üzeredir. İllet ve arazla malul değil­dir. Bir kimsenin, bu niçin böyle, demeye hakkı yoktur. “Örtüyü açarsan, ortaya çıkan şeyde hatır yoktur” hadisi bu manayı doğrular. Bu mesele her ne kadar avama göre kolay ve açık ise de havasa göre kolay değildir.



Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü
Devamını Oku »

Huda-i Mevhum

Huda-i Mevhum


Ey arif! Hakikatta malûmun olsun ki, Âdemoğullarından pek çok kimseler farazi ve sahte (mevhum ve masnu’) bir İlaha taparlar ve daima da tapmaktadırlar. Çünkü her şahıs kendi fikir ve hayalinde bir şey tasavvur eder. O tasavvur ettiği şeye İlah  diye inanıp ona tapar. Herkesin tasavvur ettiği şey onun farazi ve sahte İlahı olur. Bütün insanlar bu tasavvurdan ırak olmaz. İşte böyle olan kimseler bütün gün putperestleri gıybet edip ‘putperestler kendi elleriyle put­lar yapıp ona taparlar’ diyerek onları kötülerler. Kendilerinin de bütün ömürlerinde diğer putperestler gibi olduklarını ve daima öyle olmak istediklerinini bilmezler. Rablerin Rabbı, gerçek Ma’bûd ve mutlak İlah’dan gafildirler.

Bu meselenin hariçte misali şudur: Bir abid Hz. Hızır’ın vasıflarını işitmekle ona aşık olup gece gündüz onunla karşılaşmayı ve sohbet etmeyi temenni edermiş. Fakat Hızır ismini işittiğinde şu kıyafette şu görünüşte olmalı diyerek hayalinde bir görünüş tasavvur etmiş. Bir gün halvette Hz.Hızır kendi cismani kıyafeti ile o abide görünüp ‘İşte görmek istediğin Hızır benim’’demiş.Abid hemen Hz.Hızır’ın suretine bakıp görmüş ki kalbinde tasavvur ettiği kıyafette değil. Abid ona ‘Sen Hızır değilsin’ demiş. Hızır (a.s.) abdie, ‘Niçin ben Hızır değilim’ dediğinde âbid, ‘Benim tasavvur ve vehm ettiğim Hızır bu kıyafette değildir’ şeklinde cevap verince, Hızır (a.s.) ona şöyle demiş: ‘Öyleyse sen bana aşık değilsin; ancak kendi tasavvur ve kuruntuna aşıksın’. Ve sonra kaybolmuş.''



Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü
Devamını Oku »

Kaza ve Kader

Kaza ve Kader


Ey arif! Allah’ın hükmü, kazası ve kaderi vardır. Bunların her biri başka başkadır, yani zıt isimlerdir, eşanlamlı isimler değildir. Hakk’ın ezelî ilmi O’nun hükmüdür. Bildiği şeyleri ortaya çıkarmak O’nun kazasıdır. Ve o şeyleri var ettikten sonra birden yaratıp zahire çıkarması O’nun kudret ve kaderidir. Her şey O’nun kaza ve kaderiyledir. Bu âlemde ne olursa O’nun kudretiyle olur. Bütün işler O’nun kaderiyledir.

Ey arif! Hakk’ın ilmi O’nun hükmü demektir. O hükmün sebep­lerini yaratmak O’nun kazasıdır. O sebepleri birden meydana getirmek O’nun kudret ve kaderidir. Yakinen bildik ki âlemde yaratılmışın (hâdis) bir şeye sebebolması mümkün değildir. Buna göre O’nun kudretinden hariç âlemde bir nesnenin zuhuru ve hudûsu mümkün olmaz. Bütün eşya O’nun kudret ve kaderiyle olur.

Ey arif! Malûmun olsun ki, ayetlerle hadislerin arasında tenakuz şeklinde bazı hükümler görülürse de görünüştedir (sûrî). Hakikatte tenakuz yoktur. Ulemâdan kelâmcıların, tenakuzların varacağı yeri (mevrid) ve musarreflerini inceleyip tenakuz yokluğunu bilmeleri gerekir. Aynı şekilde bir hadiste “Kader kılınmış şey değişmez"", diğer bir hadiste ise “Kaderi duadan başka hiçbir şey geri çevirmez“ rivayet olunmuştur. Dua, daha aşağıda olanın (ednâ) daha vakardan (âlâ) talep etmesi manasınadır. İmdi, bu iki hadis arasında olan tenakuz görünüştedir. Birinci hadise göre kader değiştirilmez ve ikinci hadise göre kaderin reddi mümkündür.

Ey arif! Eğer bir kimse, kaderi redd mümkün değildir derse, bi­rinci hadise göre doğru demiş olur. Bir başka kimse, kaderi redd mümkündür, derse, ikinci hadise göre yine doğru demiş olur. Mesele­nin tahkiki şudur; eşyada değişme mümkündür, ama bütünde müm­kün değildir. Mümkün olan, bazı eşyadadır. Kaderin reddi yine kader ile mümkün olur. Meselâ bir kimse çok bal yese vücudunda sıcaklık ortaya çıkar. Hummaya dönüşerek ölme ihtimali olabilir. Hazık ta­bibe haber verilerek bu hararet vücuttan savuşturulmuş oluncaya ka­dar ona kâfur yuvarlığı verip bu öldürücü hastalıktan kurtulma imkâ­nı bulabilir. Hiç şüphe yok ki o hararet Hakk’ın kaderiyleydi. Kâfur yuvarlağının yenmesi de yine Hakk’ın kaderiyledir. Buna göre kaderi redd kaderle mümkün demektir. Eğer humma hastalığı sonuna gelip rutubet tamamen dışarı atılmış ve harcanmışsa, hazık tabib ona ne kadar ilaç verirse versin hastalık kaldırılamaz.

Yıldızların ve feleklerin etkileri de böyledir. Mesela yaz mevsimi geldiğinde hava gayet sıcak olur. Bu sıcaklık Hakk’ın kaderiyledir. Bu harareti âlemden reddetmek mümkün değildir. Ama bir kimse yeraltı odası (seradib) yapar ve yaz döneminde orda oturursa kendi nefsin­den bu harareti uzaklaştırmış olur. Aynı şekilde kış mevsiminde hava gayet soğuk olur. Bu soğuğun Hakk'ın kaderiyle olduğundan şüphe yoktur. Bu kaderin âlemden reddi mümkün değildir. Soba ve ocaklık bulup kış günlerinde orada durursa, o soğukluğu kendi nefsinden uzaklaştırır. Diğer şeyleri sen buna kıyas et.

Ey arif! Kul tarafından ortaya konulan şeye tedbir derler. O şeyi Hakk Teâlâ yaratırsa ona takdir derler. “Kul tedbirle hareket eder, Allah takdir eder. ” Ama hakikat gözüyle incelense ikisi de İlahî ka­derdir. Kaderi yine Hakk’ın kaderiyle redd mümkündür. Kılıcı kılıç redd, askeri askerle redd, aklı akılla redd ve cehaleti cehaletle redd. Buna göre birinci hadisin musarrefi bütünde ve ikinci hadisin musarrefi bazılarında olup ikinci hadis arasında tenakuz olmadığı ke­sinleşmiş olur. Başka tenakuz şeklinde bulunan ayet ve hadisler de bu kıyas üzredir.

İmdi bu tahkik üzre şeriat ehlinin mezhebi Cebriyye ve Kaderiye’den uzak ve ayrı olur. Çünkü Cebriye tedbiri inkar edip,kaderi, reddmümkün değildir, “Kader kılınmış şev değişmez’’

Diyerek mutlak cebr de kaldılar. Kulların tedbirini ve cüzi ıradelerini toptan inkar ettiler. Kaderiye ise Hıristiyanlar ve Mecûsiler gibi Hakk’ın kaderinı bütün bütün inkâr ettiler. Kaderiye’nin hatası Cebriyenin hatasından daha büyük ve daha kötü olduğu açıktır. Hatta bir hadiste; “Kaderiye, bu ümmetin Mecusileridir"buyrulmuştur.

Cebriyye’nin câhillerine şu şekilde bir soru sorulur: Sîzler cüz î irade ve akılların tedbirini redd ve inkâr edip kaderin kaderle reddi mümkün değil diyorsunuz.Eğer nefs-ı emr'de sizin dediğiniz gibi olsaydı hocaların terbiyesinin, akılların tedbiri ve anlayışların düşüncesinin,aptalca ve abes olması gerekirdi. Hatta iyiliği emr ve kötülükten nehy etme de fayda olmazdı, bu soru gayet açık ve aydınlıktır. Açıklığınınn çokluğundan bu meselede ulemadan bir hayli cemaat hayrete düşüp sersemlediler. Kaderiye, Cebriye ve bazı bâtıl mezheplerin kurulması kader meselesini halledemediklerinden dolayı oldu.

Beyit

Dermiş ıkı milletin savaşı herkese özür,

Hakikati görmedikleri için efsane yolun vardılar!

Cebriye’nin Görüşlerini İptal İçin Diğer Bir Cevap

Muhakkikler kader sırrı hakkında şöyle söylemişlerdir: Alem ezelde İlâhî işlerde (şuûnât-ı ilâhîye)sinde iken her birinin mahiyeti ve gereğine Allah’ın ezelî ilminin taallukundan ibarettir. Öyle kı her bir ayn hariçte var olma zamanında, yani haricî varlığı hangi za­manda olması gerekiyorsa o gerektiği hal üzre zuhuruna ilmi taal­luk etmişti. Halbuki şuûnat ve a’yânlar kılınmış (mec’ûl) değildir. Kılanın (câil) kılması ona taalluk etmemiştir. İşte bu ilmi üzre hük­mü sabit oldu. Buna göre hükmü ilmine tabi oldu. İlmi de malûma tabı oldu. Şüphesiz Hak Teâlâ Hakîm’dir ve de Hakem’dır. Bir şey üzre kaza ve hüküm buyurmaz, ancak o şeyin ilmi hazretinde subûtu halinde ayn’ın ilerde kaza bulacak hallerine taalluk eden ilmi üzre hüküm buyurduğundan mahlukatta kesinlikle cebr ihtimali bulunmaz.’’Peki niçin falanı kafir,falanı mümin,falanı fakir, falanı zengin kıldı” diye sorulmaz. Herkesin hâli zatının gereği olmuş olur. Eğer bir kimse bu meseleyi anlamazsa ona “ Yaptığından sorulmaz ” (Enbiya, 23) cevabından başka cevap verilmez. Muhak­kiklerin meslekleri budur.

Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü(İnsan yay.)
Devamını Oku »

Ahmed B. Hanbel (r.a) Hakkındadır

Ahmed B. Hanbel (r.a) Hakkındadır




İmam Ebû Abdullah Ahmed bin Muhammed Ibni Hanbei-i Şeybânî aslın Mervli'dir. Hicri yüzaltmış dört yılında (M. 780) Bağdad’da dünyaya geldi. Ikiyüz kırk bir (M. 855) de yine Bağdad’da vefât eyledi. Yetmiş yedi yıl yaşadı. Fıkıh ve hadîste, Zühd, vera' ve İbâdette imam idi.

(Din ve sünnetin imâm-ı mezhebin ve milletin öncüsü, ilim, amel ve takva nümunesi, dört imâmın, dördüncüsü idi. Ehl-i sünnet vel cemaat Imamlanndandır).. Sahihin sahih olmıyandan ayrılması onun sebebiyle an­laşılmıştır.

Bağdad'da birçok âlimlerden ilim öğrenmiş, hadîs-i şerif dinlemiştir. Sonra Kûfe'ye, Basraya, Mekkeye, Medîneye, Yemene ve Şama gitmiş, tekrar Bağdada dönmüştür. Bu dolaştığı şehirlerde bulunan en büyük âlimlerden fıkıh ve hadîs öğrendi. Yezîd bin Hârundan, Yahyâ bin Said-i Kaftandan, Süfyân Ibni Uyeyneden, Muhâmmed bin idris-i Şâfiîden, Abdurrazzak bin Hümamdan ve daha birçok âlimlerden hadis öğrendi. Ken­disinden de hedîs-i şerif rivâyet ve nakl edenler çoktur. Oğulları Salih ve Abdullah, amcasının oğlu Hanbel bin Ishak, sonra Muhammed bin İsmaîl-i Buhârî, Müslim bin Haccac-ı Nişapûrî, Ebû Dâvud Sicistânî ve daha bir çok âlimler.

Fazilet ve menkabeleri çok, Islâmiyyetteki yeri meşhurdur. Medhu senâsı bütün dünyaya yayılmıştır.

Ishak bin Raheviyye der ki: Ahmed Ibni Hanbel, yeryüzünde Allahü teâiâ ile kulları arasında bir hüccettir, delildir. Ya ni kullar, onun vasıtası ile Allahü teâlânın yolunda gitmektedirler.

İmâm-ı Şafiî der ki : Bağdad’dan ayrıldığım zaman, Bağdad’da Ah­med Ibni Han belden daha âlim, daha faklh, vera, ve takvâsı ondan daha fazla kimseyi bırakmadım.

Ebû Zer'a der ki: Ahmed Ibni Hanbel beşyüz binden ziyâde hadîs-i şerif ezberledi.

Ibrâhim-i Harık der ki: Ahmed Ibni Hanbeli gürdüm. Sanki Âllahü teâlâ evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini onda toplamıştı. Her ilimde böyle idi Fakat dilediğini söyler, dilediğini söylemezdi.

Ebû Dâvud-i Sicistâni der ki: Ahmed ibni Hanbelin meclisi, yalnız ahıret için idi. Orada dünya kelâmı konuşulmazdı. Bir kerre dünyadan bahs ettiğini duymadım.

Ahmed bin Mûsâ der ki: Haşan bin Abdülazîze Mısır'dan mirâa ola­rak yüz bin altın getirdiler. O da Ahmed ibni Hanbele üç kese altın gön­derdi. Her kesede bin altın var idi. Ve : «Efendim, bu para halâldır, bunu kabûl edin, ailenize ve evinize harcayın» dedi. İmam, benim paraya ihti­yacım yok, ben kanâat içinde yaşamayı severim deyip paraları almadı.

Oğlu Abdullah der ki, çoğu zaman babamın, namazdan sonra: «Ya rabbi, senden başkasına secde etmekten alnımı koruduğun gibi, senden başkasından birşey istemekten de, yüzümü koru» dediğini duyardım.

Meymûn İbni Esba’ der ki : Bağdad’da idim. Bir feryâd işittim. Ne oluyor? diye sordum. Cevabında : Ahmed İbni Hanbelin sesidir, işkence ediyorlar dediler. Yanına girdim. Bir sopa vurdukları zaman : «Bismillah» dedi, kinci sopayı vurduklarında : «Lâ havle velâ kuvvete illâ billah» dedi, üçüncü sopayı vurduklarında: «Kur’ân-ı kerîm Allahü teâlânın kelâmıdır, mahlûk değildir, mahlûktur denemez» dedi. Dördüncü sopayı vurdukla­rında : «Sen onlara de ki, Allahü teâlânın bizim için yazdığından başka birşey bize gelmiyor» mubârek kelâmını okudu. Böylece yirmidokuz sopa vurdular. İmanım belinin uçkuru bezden idi. Koptu ve pantolunu kasığının üzerine düştü, imam gözlerini göğe çevirip, ağzından bir şeyler söyledi. Hemen, o anda, pantolunu beline çıktı. Yedi gün sonra İmamın yanına git­tim ve : «Ogün dudaklarınızı oynattınız, acaba ne söylediniz efendim?» dedim. Cevabında : «Ya rabbi, Arşını onunla doldurduğun isminin hâtırı için, eğer ilm-i şerifin benim haklı olduğuma müteallik ise, benim hayâ perdemi yırtma, beni utandırma» diye dua ettim buyurdu.

Ahmed ibni Muhammed-i Kindî der ki ; Ahmed ibni Hanbeli rüyada gördüm. Hak teâlâ sana nasıl muamele etti? dedim. Buyurdu ki : Beni mağfiret eyledi. Sonra dedi ki, Ey Ahmed! Seni benim için dövdüler mi? Evet, yârabbi dedim. Hak teâlâ: «Ey Ahmed, Baki Bu benim vechimdir. iyi bak, bakmak sana yasak değildir» dedi.

Bundan önce Ahmed ibni Hanbelin, Kur'ân-ı kerîme mahlûk demesi için imtihan olunduğunu, ya’nî kendisine eziyyet ve işkence ettiklerini uzun uzun, yeri düşmüşken, anlatmıştık. Tekrâr yazmamıza lüzûm yok.

Vefat ettiği zaman, namazına müslümanlardan o kadar halk toplandı ki, saymağa imkân yok idi. Sonra Mütevekkil, halkın namaz kaldıkları ye­rin alanının ölçülmesini emretti. Gördüler ki, iki milyon üçyüz bin kişiyi : alacak geniş bir meydan idi. Vefat haberi etrafa yayılınca, eşrâf ve fakir­eler kitle kitle gelip, kabri üstünde namaz kıldılar. Bu şekilde namazını kı­lanlar da, sayılamıyacak kadar çok idi. Hattâ rivâyet olunur ki, o gün yahudî ve hıristiyanlardan otuz bin kişi, cenazesindeki kalabalığı ve daha bir çok acîb halleri görüp müslüman olmuşlardır.

(Tezkiretül evliya) da diyor ki: Verâ, takvâ, riyâzetler ve kerâmetler sâhibi olup, ileri görüşlü idi. Duası kabûl olanlardandı. Her fırka onu mu- bârek tutmuştur. Bir gün oğlu : «Âdemin (aleyhisselâm) hamurunu kendi eliyle, (ya’ni kudretiyle) yoğurdu» kelâmını söylerken, elini kaftanının ye­ninden dışarı çıkardı. Ya'nî elini gösterdi. Babası buyurdu ki: «Allahü te- âlânın yed’inden (elinden) bahsederken kendi eline işâret eyleme!»

Büyük evliyâdan çokları ile görüştü. Zünnûn-ı Mısrî, Bisr-i Hâfî, Serrı-yı Sekatî, Ma’rûf-i kerhî ve bunlar gibi nice evliya ile sohbet etmiştir.

Bişr-i Hâfî der ki: Ahmed'de üç haslet vardır. Bunlar bende yoktur. Kendisi ve ailesi için halâlı ister, ben ise kendim için isterim.

Sırrı-yı Sekatî der ki: Bütün hayatı boyunca mutezileden zarar ve zi- yân görmüştür. Mu'tezile ona çok ta'n ettiler. Vefatında ise, Müşebbihe tâifesi ta'n eylediler. Halbuki Ahmed ibni Hanbel, onların ta’nlarından be­ri ve uzak idi.

Bağdadda mu'tezilenin çok ve sözlerinin geçerli olduğu bir zaman­da, Mutezile: Onu zorlamalıyız ve Kur’ân-ı kerîme mahlûktur detirtmeliyiz dediler. İmamı halîfenin sarayına götürdüler. Halîfenin kapısında bir kumandan vardı. İmama dedi ki: Ey imâm! Merd ol! Doğruyu söylemek­ten çekinme. Ben bir zamanlar birşey çalmıştım. Bana bin deynek vur­dular. Yine de ikrâr ve itirâf etmedim. Sonunda kurtuldum. Ben, bâtıl bir şey üzerine sabr eyledim. Sen ki, muhakkak haklısın, elbette daha çok sabredersin.

İmam der ki: «Onun bu sözü çok hoşuma gitti». İmam zayıf ve yaşlı idi. Tuttular, yatırdılar ve Kur'ân-ı kerîme mahlûk demesi için binbir dey­nek vurdular. Fakat o, Kur’ân-ı kerîme mahlûktur demedi. Elleri bağlı idi. Yukarıda geçtiği gibi uçkuru koptu. Gaibden bir el gelip bağladı. Bunu gö­rünce İmamı serbest bıraktılar. Vefatına yakın, insanlar gelip, size eziyyet edenler hakkında ne söylersiniz diye sordular. Cevabında: «Allah için beni dövdüler. Haksız olduğumu zan ettiler. Onların bu deyneklerinin ya­raları, ağrıları içerisinde olduğum halde, kıyâmete kadar onlara bir düş­manlığım yoktur» buyurdu.

Bir gencin, kötürüm olmuş, hasta bir annesi vardı. Birgün oğluna: Ey oğlum! Eğer benim rızamı almak, beni sevindirmek istersen, Imâm-ı Ahmedin huzuruna git ve bana dua etmesini söyle, belki Allahü teâlâ, be­ni bu hâle getiren, bu hastalıktan kurtarır dedi. Genç, İmamın kapısına geldi ve seslendi. İçeriden bir ses: Kimsin? dedi. Cevâbında, size muh­tacım, hasta bir annem var, sizden dua istiyor dedim. İmam çok üzüldü. Kendi kendine, Beni nereden biliyorlar dedi. Sonra kalktı, gusl abdesti aldı ve namaza durdu. İmamın hizmetçisi, o gence: Sen geri dön, İmâm senin için uğraşıyor dedi. Genç geri döndü. Evin kapısına geldiği zaman, annesi kalktı ve kapıyı oğluna açtı. Allahü teâlânın izni ile tam sihhate kavuştu.

Bir su kenarında abdest alıyordu. Bir başkası da onun yukarısından abdest alıyordu İmama hürmet için kalktı ve İmamın aşağısına gelip ab­dest aldı O kimse öldüğü zaman, rüyâda gördüler ve Allahü teâlâ sana ne yaptı dediler. Cevabında, Alahü teâlâ bana, abdest alırken İmama hürmet ettiğim İçin rahmet eyledi dedi.

Imam-ı Ahmed der ki: Ka'beye gidiyordum. Sahralara düştüm. Yalnız idim. Yolu şaşırdım. Bir köylü gördüm. Bir kenarda oturmuş idi. Gideyim kendisinden yolu sorayım dedim. Gidip sordum. Açım dedi. Bir parça ek­meğim vardı. Ona verdim. Gür bir sesle: «Ey Ahmed! Sen kim oluyorsun ki, Allahü tealânın evine (Beytullaha) gidiyorsun! Allahü teâlâ oraya git­mene râzı olmayınca, elbette yolunu şaşırırsın» dedi. Imam-ı Ahmed der ki: Bu söz gayretime dokundu ve: «Yâ rabbî, senin köşelerde, kenarlarda sakladığın, halkın gözünden örttüğün böyle kulların vardır» dedim. O zat şöyle dedi: «Ne zannediyorsun Ahmed, ne zannediyorsun! Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, eğer Allahü teâlâdan isteseler, bütün yerler ve dağlar onların hürmetine altın olur.» İmam der ki: O anda etrafıma bak­tım. Toprak ve dağlar altın olmuştu. Kendimden geçtim ve düştüm. Gizli bir ses duydum: «Ey Ahmed, kalbini niiçin cem’iyyetde bulundurmuyorsun? O, benim öyle bir kulumdur ki, isterse onun için gökleri yere, yeri gök­lere kavuştururum. Onu sana gösterdim, ama sen hâlâ görmüyorsun» di­yordu.

Imâm-ı Ahmed Bağdadda otururdu. Fakat hiçbir zaman Bağdad mah­sûlünden ekmek yemezdi. Bu toprağı Emîr-ül müminin Hazreti Ömer (ra- dıyallahü anh) gazilere vakf eylemiştir derdi. Musula altın gönderir, buğ­day unu aldırır, ekmek yapar, yerdi.

Oğlu Sâlih bin Ahmed, bir sene Isfahanda kadılık yaptı. Gündüz oruç tutar, gece sabaha kadar ibâdet ederdi. Gecede iki saatten fazla uyu­mazdı. Kendi evinde, kapısı görünmiyen bir oda yaptırdı. Gece orada bu­lunurdu. Bir kimsenin, geceleyin bir iş için gelip de, kapısını kilitli bulma­sını istemezdi. Böyle bir kadı idi. Birgün Imâm Ahmed için ekmek pişir­diler. Bu ekmeğin hamurunun mayasını, bu oğulları Sâlih’den almışlardı. Ekmeği önüne getirdikleri zaman: «Bu ekmeğe ne oldu? buyurdu. Hamu­runun mayası, oğlunuz Sâlihdendir dediler. Buyurdu ki, o bir sene Isfa­handa kadılık yapmıştır, bu ekmeği biz yutamayız. Peki bu ekmeği ne ya­palım? dediler. Cevâbında: «Şuraya koyunuz. Bir dilenci gelirse, hamuru Sâlihdendir, isterseniz alınız dersiniz» buyurdu. Ekmek kırk gün evde kaldı.

Bir dilenci gelip almadı. Orada küflendi. Dicle nehrine atılar.İmam Ahmed, o ekmeği ne yaptınız? buyurdu. Dicleye attık dediler. İmam bun­dan sonra Dlcie nehrinden çıkan balıklardan yemedi. Takvam o derece idi ki, bir cemaatte herkes gümüş sürmedin kullanıyorsa, yanlarında otu­rulmaz, derdi.

İmama bir talebe misafir geldi. O gece ibriği su doldurup yanına koy­du. Sabahleyin gördü ki, ibrik koyduğu gibi dolu duruyor. İmam:«İbrik niye su ile dolu duruyor» dedi. Talebe, ne yapacaktım diye sordu. «Abdest alırdın ve teheccüd namazı kılardın. Yoksa bu ilmi ne için öğrendin bu­yurdu.

İmamın, gündelikle çalışan bir işçisi vardı. Akşam üstü talebesine, bu işçiye ücretini fazla ver dedi. Talebe, ücretinden fazla para verdi. İşçi almadı ve gitti. İmam, talebesine, arkasından yetiş, şimdi alır dedi. Ta­lebe, niçin şimdi alır diye sordu. İmam, o zaman, aklından böyle blrşey geçiyordu. Şimdi İse, bu düşünce onda yok. Alması tevekkülünü bozmaz buyurdu.

Imâm-ı Ahmed, Abdulah ibni Mübârekin gelmesini ve onunla görüş­meği çok arzu ediyordu. Nihâyet bir gün oğlu: «Babacığım, Abdullah ibni Mübarek geldi. Kapıdadır, Sizi görmek istiyor» dedi. İmam, içeri alma dedi. Oğlu: «Babacığım, bunda ne hikmet var ki, senelerdir onu görmek arzusuyla yanıyordun, bugün bu saadet, bu ni'met kapınıza geldi de, içeri almıyorsun» dedi. Babası, evet söylediğin gibidir, ama korkarım ki, onu gördükten sonra, letâfetine kapılır, sonra ayrılığına dayanamam. Onun korkusu için bir ömür harcarım. Onu, ayrılmak olmıyan yerde görmek is­terim buyurdu.

Muamelâtta yüksek sözleri vardır. Muamelâta dâir süâl soranlara cevab verir, hakikate, vilâyetin yüksek derecelerine âid süâl soranları, Bişr-i Hâfiye gönderirdi.

Buyurdu ki: Allahü teâlâdan, bana bir havf (korku) kapısı açmasını dua ettim. Bu duamdan sonra öyle oldum ki, Allah korkusundan, nerdeyse aklımı kaybedecektim.

Bir kerre, rüyâda Allahü teâlâyı gördü ve: «Yâ rabbi, sana yaklaşmak istiyen kulların ne ile yaklaşırlar» dedi. Cevabında: «Benim kelâmımla,» ya’nî Kur’ân-ı kerîm okumakla buyurdu. İmam yine: «Yâ rabbi, ma’nasını aniıyarak mı okumalı, yoksa anlamadan da okumalıdır? diye süâl etti. Allahü teâlâ: «O benim kelâmımdır. İster ma'nasını aniıyarak okusunlar, ister anlamıyarak» buyurdu.

Ihlâs nedir? diye sorduklarında: «Amellerin âfetlerinden kurtulmak­tır» buyurdu.

Taşköprülüzade Ahmed Efendi - Mevzuat-ul Ulum

Devamını Oku »

İmam Şafii (r.a) Hakkındadır



İmam Şafii (r.a) Hakkındadır
İmam Ebû Abdullah Muhammed bin idris bin Abbâs ibni Osman bin Şafiî’ bin Sâib bin Ubeyd bin Abd-i Yezid bin Hâşim bin Muttalib İbni Abd-i Menâf Kureyşlidir. Dedesi Şâfi’ delikanlılığında Resûlullah (salla)- lahü aleyhi ve selem) ile görüşmüş, şerefli sohbetine kavuşmuştur. Onun babası Sâib (radıyalahü anh) Bedir günü islâma gelmiştir. Bu harbin ba­şında Benî Hâşim sancağını taşırdı. Sonra müslümanların elinde esîr ol­du. Fidye verip kurtulduktan sonra müslüman oldu.

Imâm-ı Şâfiî Gazzede, bir rivâyette Askalanda, yahut Yemende, yüz elli (m. 676) yılında dünyaya geldi. Yukarıda geçtiği gibi, bu yıl, Imâm-ı A’zamın (rahmetullahi aleyh) vefat ettiği senedir. Bazıları, imâm-ı A’zamın vefâtı günü dünyaya geldi dediler, iki yaşında iken Mekkeye getirdiler.

Muhammed bin Hakem der ki: Imâm-ı Şâfiînin annesi, İmama hâmile iken, rüyâda, Müşterî yıldızının karnından çıkıp, her memlekete bir par­çasının düştüğünü gördü. Rüyâ ta’bircisine gidip, rüyâsını ta’bîr ettirdi. Tabirci, büyük bir âlim olacak çocuğun dünyaya gelir dedi.

Imâm-ı Şâfiî der ki: Bir gece rüyâda Resûlulahı (sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm. Ey oğul, sen kimdensin buyurdu. Ey Allahın Resulü, si­zin kabîlenizdenim dedim. «Bana yaklaş!» buyurdu. Yanma gittim. Ağzı­nın bereketli suyunu alıp, dilime, ağzıma ve dudaklarıma sürüp:«Hadi git, Allah sana bereket versin» buyurdu.

Yine İmâm buyurdu: Mekkede, çocuk iken Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâda gördüm. Tam heybet ile, Mescid-i haramda imam olup, insanlara namaz kıldırıyordu. Namazı bitirince, yüzünü insanlara dö­nüp, ilim öğretmekle meşgul oldu. Ben de yanına yaklaşıp: Bana da öğre­tin dedim. O anda yenlerinden bir mîzân, ya’nî terâzî çıkarıp: «Bu senin içindir» deyip bana verdi. Ben rüyamı, ruyâ tabircisine arz ettim. Sen ilimde imam olursun ve sünnet üzere bulunursun. Zirâ Mescid-i haramın imamı, bütün imamların üstünüdür. Terâzî ise, sen kendinde Resûlullahın hakikatim bilip, kavuşursun dedi.

Derler ki: imâm-ı Şâfiî önceleri fakîr idi Ders okumak, ilim öğrenmek için hocaya verdiklerinde, hocaya verecek parası yok idi. Bu yüzden hoca kendisiyle iyice meşgul olmazdı. Ama muallim, ne zaman bir çocuğa birşey öğretse, imam derhal onu ezberler ve öğrenirdi.Sonra muallim başka yere gitse, ezberlediklerini çocuklara öğretirdi.Nihayet hoca gördü ki,Şâfiîden çocukları öğretmede kendisine hâsıl olan fayda,ondan istediği ücretten fazladır. Hırs ve mal isteğini bırakıp ondan para istemedi.Bu hal üzere devam etti. Dokuz yaşında Kur an-ı kerîmi öğrendi.

Imâm-ı Şafii anlatır: Kur’ân-ı kerîmi hatim ettiğim zaman, âlimler ile oturur, sohbet ve arkadaşlık ederdim. Hadîs ve mesele ezberlerdim Fa­kir idim, öyle ki, kâğıd alacak param yoktu. Bazen bir kemik parçası alıp, üstüne yazardım. En önce Müslim bin Hâl idden ilim öğrendim. O zaman Mâlik bin Enes’in müslümanların imâmı, muvahhıdlerin rehberi olduğu ha­berini aldım. Onun huzuruna gidip talebesi olmak arzusu içime doğdu. Bu arzuyla, Mekkeden birinden bir (Muvattâ) nüshası ariyet, emânet ola­rak aldım ve ezberledim. Sonra Mekke vâlisinin meclisine gittim. Bana iki mektûb verdi. Birisi Medine vâlisine, diğeri Mâlik bin Enese yazılmış idi. Mektûbları alıp. Medîneye vâlinin yanına gittim. Vâli bana: «Ey genç, eğer bana Medîneden Mekkeye kadar yalın ayak gitmeği teklif eylesen, Imâm-ı Mâlikin kapısına gitmekten kolay bulurdum» dedi. O zaman ben: Eğer emir (ya’nî vâli) emr ederse, İmâmı da'vet edip, huzûrunuza getirir­seniz iyi olur dedim. «Nerde onun bize gelmesi! Keşke biz onun kapısı­na varıp, uzun zaman beklesek de, sonra bize kapı açılsa, râzıyız» dedi.

İmam anlatır: Sonra vâli ata bindi. Biz de beraber gidip, İmâm-ı Mâ­likin evine geldik. Vâlinin yanında bir kimse var idi. Kapıyı çaldı. Siyâh bir câriye çıktı. Vâli, câriyeye: Efendine söylel Vâli kapıdadır dedi. Câ­riye içeri girdi. Bir müddet kaldıktan sonra gelip: Efendim der ki, suâli var ise, bir kağıda yazsın cevabını verelim. Yok bir başka iş için geldi ise, perşembe günü konuşmuştuk, şimdi görüşmemize luzûm yok, dö­nüp gitsin» dedi. Vâli, yanımda Mekke vâlisinin mektûbu vardır, önemli bir mes’eledir, kendisine arz etmek isterim dedi. Câriye içeri girdi ve gel­di. Elinde bir iskemle vardı. İskemleyi yere koydu. O sırada Imâm-ı Mâ­lik çıktı. Uzun boylu idi. Büyük âlimlere mahsûs kaftan giyiyordu. O hali ile tam heybetli idi. Mekke-i mükerreme vâlisinin mektûbunu İmama ver­di. Mektûbda: Muhammed bin Idris, değerli bir insandır. Annesi tarafın­dan şeriftir... Hâli şöyledir, şöyledir dediği yere gelince, mektûbu elin­den atıp: «Sübhânellah, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve selem) ilmi, mektûb ve risâle göndermekle ¡stenecek, elde edilecek hâle mi geldi?» dedi. Immâ-ı Şâfiî der ki: Evet, kerem etmiş olursunuz efendim dedim. Sonra İmam buyurdu: «Allahü teâlâ senin kalbine bir nûr vermiştir. Onu nasiyet ile söndürme!» Arkasından devam edip: «Yarın, sana (Muvattâ) kıraat edecek bir kimse ile gelirsin» buyurdu. Ben, Muvattâyı ezber­den okurum diye arz ettim. Ertesi gün imama geldim. Okumağa başladım.

İmama ağırlık olmasın, onu çok yormıyayım diye, ne zaman okumağı kes­mek istesem, benim güzel okuyuşumun zevki İle: «Ey genç oku, daha oku» der idi. Böylece birkaç günde kıraati tamamladım. Sonra Medinede kaldım. Imam-ı Mâlik vefât edinciye kadar ayrılmadım.

Imâm-ı Şâfiî, Imam-ı Mâlikin bir sözünü söyliyeceği zaman : -Bu, bi­zim üstâdımız Mâlikin sözüdür,» der idi.

Imam-ı Ahmed bin Hanbelin oğlu Abdullah der ki: Babama, Şâfiî na­sıl bir kimse idi? Sizin ona çok dua ettiğinizi ve onu hep övdüğünüzü duyu­yorum dedi. Babası buyurdu: Ey benim oğlum! Şâfiî, günün parlak güneşi olup, insanlara sihhat ve âfiyyet sunucu idi. Bunlara kimse ihtilaf ede­mez.

Abdullahın kardeşi Sâlih bin Ahmed bin Hanbel der ki: Bir gün ba­bam hasta idi. Şâfiî iyâdete, ya’nî babamı ziyârete geldi. Babam hasta ol­duğu halde, derhal kalkıp karşıladı. İki gözünün arasını öpüp, kendi ye­rine oturttu. Kendisi de onun önünde oturdu. Sonra bir saat ona süal sor­du. Şâfiî kalktı ve atına bindi. Babam özengisini tuttu ve yanı sıra yürü­dü. Bu haber, Yahyâ bin Muine gelince: Sübhânellah, niçin böyle yaptın? dedi. Babam: «Ey Ebû Zekeriyyâ, eğer sende bir tarafından yürüseydin faydalanırdın. Fıkıh ve ilim öğrenmek istiyen, onun bindiği hayvanın kuy­ruğunu koklasın» buyurdu.

Yine Ahmed Ibni Hanbel anlatır: Şâfiînin zamanında İslam üzere min­net ve gayreti çok olan, Şâfiîden ileride kimse yok idi. Ben her nazamdan sonra ona dua edip: Yârabbil Beni, annemi - babamı ve Muhammed bin Idris-i Şâfiîyi mağfiret eyle derim.

Hüseyin bin Muhammed Za'ferânî der ki: Şâfi'den okuduğum her kitabda, Ahmed bin Hanbel şâhid ve hazır idi.

Imâm-ı Şâfiî der ki: İlmi, izzet-i nefs ve kibr (kendini büyük görmek) için istiyenlerden hiç biri felah bulmuş değildir. Ama ilmi, kendini aşağı görmek, kimseden birşey almamak, âlimlere ve insanlara hizmet etmek için istiyen elbette felah bulur, kurtulur.

Yine buyurdu : Münâzaradan maksadım, doğruyu meydana çıkarmak idi. Kendi sözümü kabûl ettirmeği düşünmezdim.

Şâfiînin kızkardeşi oğlu Ebû Muhammed, annesinden naklen anlatır: Bazan bir gecede Şâfiînin yanına otuz kere ışık getirirdik. Zira âdeti şöy­le idi ki, sırt üstü yaslanır, tefekkür ederdi. Sonra ışık getirin derdi. Işık götürürdük. Yazılması lâzım gelen şeyleri yazar, ışığı götürün derdi.

Şâfiî buyurdu ki: Bir kimse bir mümin kardeşine gizli olarak nasihat eylese, faydalı olur. Herkesin ortasında nasihat ederse, hiyânet etmiş olup, faydası olmaz.

Müzni der ki: Ben Şâfilden kerem sâhibi kimse görmedim. Bir bayram gecesi onunla beraber mescidden çıktım. Bir mes'ele hakkında konuşu­yorduk. Evinin kapısına gelince, bir köle kendisine bir kese getirip, efen­dimin size selâmı var, bu keseyi kabul eylesinler buyurdu, dedi, imam keseyi aldı. O sırada birisi gelip: Yâ Ebâ Abdillah, şu an hanımım bir ço­cuk doğurdu. Yanımda hiç param yoktur. Senden, Allah rızası için biraz para istiyorum dedi. Elindeki keseyi, o gelene verdi ve evine girdi. Hal­buki kendi yanında hiç parası yok idi.

Yûnus bin Abdül-a'lâ der ki: Şâfiîden işittim: Allahü teâlânın, bir kim­seyi, şirkten başka her günâha mübtelâ etmesi, kelâmda bahis ve münâ- zara etmesinden hayırlıdır. Çünkü ben, kelâmdan, kat’iyyen beklemedi­ğim bir şeye muttali’ oldum buyurdu.

Yine buyurdu: Kelâm mubahasesini iltizâm edip, felâh bulan kimse yoktur.

Hamîdi anlatır: Şâfii San’adan Mekkeye geldi. Bir mendil içinde sak­ladığı onbin altını vardı. Mekkenin dışında, Çerke dedikleri çadırını kur­du. Gelen geçene o altınlardan verdi. Hepsini bitirinceye kadar Mekke­nin Finâsından ayrılmadı. Sonra Mekkeye geldi.

İmamın üstünlükleri, faziletleri bu kadarla tamam olmaz. Onun üstün­lük ve meziyyetleri sayılamıyacak, anlatılamıyacak kadar çoktur. Velha­sıl dünyanın hertarafının imamıdır. Allahü teâlâ önceki ve sonraki ilimleri onda toplamıştır. Onun kadar adı duyulan olmamıştır. Ondan önceki ve sonraki imamlarda olmıyanlar, onda vardı. Hazreti Mâlik bin Enesten, Süfyân bin Uyeyneden, Müslim bin Hâlidden ve daha birçok âlimlerden ha­dîs dinlemiştir. Ondan da, Ahmed bin Hanbel, Ebû Sevr İbrahim bin Hâlid,

Ebû Ibrâhim Müznî, Rebî bin Süleymân-ı Murâdî ve daha bir çok âlimler tahdîs eylemiş, ya'nî hadîs öğrenip rivayet etmişlerdir. Yüz doksan beş (m. 810) yılında Bağdada geldi. İki yıl kaldı. Sonra Mekkeye gitmek niy- yetîyle çıkıp, yüzdoksan sekiz (m. 813) yılında, Mekkeye vardı. Orada bir kaç ay kalıp, sonra Mısıra gitti ve orada vefat eyledi. Cum’a gecesi yat­sı namazı vaktinde bu dünyayı terk eyledi. Cum'a günü ikindiden sonra defin olunmuştur. İkiyüz dört (m. 819) yılı Receb ayının son günü idi. Elli dört sene yaşadı.

Rebî’ der ki: Imâm-ı Şâfiînin vefâtından birkaç gün önce, rüyâmda, hazreti Âdem aleyhisselâmın vefat ettiğini gördüm. Sabah olunca, bazı âlimlere anlattım. Bu rüyâ, yeryüzünün en büyük âliminin öleceğine işârettir dediler. Zira Allahü teâlâ herşeyin ismini Âdem aleyhisselâma öğret­miştir. Az zaman sonra Imam-ı Şâfii vefât eyledi.

Muzni det ki, vefatı hastalığında Imam-ı Şâfiînin yanına gittim. Bu geceyi nasıl geçirdin, sabaha nasıl çıktın? dedim. Buyurdu ki; Dünyadan göçerek, kardeşlerden, dostlardan ayrılarak sabahladım, ölüm şerbetini içip, kötü emellerimle Melik ve Mabudun divân ve huzuruna çıktım. Yine de bilmiyorum ki, Cennetlik miyim. Bilsem sevinir müjde veririm. Bilmi­yorum ki. Cehennemlik miyim, kendime taziye vereyim. Sonra ağlayıp şu mealde beyitler söyledi:

Kalbimi zulmet basıp, daralınca yollarım,

Ricâm merdiven olur, hep afvını umarım.

Ne kadar büyük olta işlediğim günâhlar,

Onlardan daha büyük mağfiretin, afvın var.

O büyük günâhları ancak sen afv edersin,

Afvet beni yâ rabbi, İhsân sahibi sensin.

Merhametin olmasa, şeytandan kim dönerdi.

Safıyyullah Âdemi bile iğva eyledi.

(İleri görüşlülükte, zekâda ve idârede bir tane idi. Mürüvvet ve fütüvvette şaşılacak mertebede idi. Cihânın kerimi, zamanın cömerdi idi. Vaktinin en üstünü, zamanının en âlimi, imamların hücceti, delili İdi. Riyâzet ve kerâmeti bu kitabda anlatılacak cinsten değildir. Onüç yaşında iken, Haremde; «İstediğinizi bana sorunuz» diye seslendi. Onbeş yaşın­da iken fetvâ vermeğe başladı. Cihânın imamı olup, üçyüzbinden çok hadîs-i şerifi ezberden bilen imâm-ı Ahmed, Imâm-ı Şâfiîye talebe olmağa geldi. Huzurunda edeble oturdu. Birtakım insanlar; «Sizin, onun yanına gitmenize lüzûm yoktu» dediler. Cevâbında; Bizim ezber bildiklerimizin ma’nalarını o biliyor. Onu görmeseydik, ilmin kapısında kalacaktık. Biz yalnız hadîs-i şerif biliyoruz. O ise, âyetlerin ve hadîslerin hakikatim an­lıyor. O, cihânı aydınlatan bir güneş, insanları selâmete kavuşturan bir rehberdir» dedi.

Ahmed bin Hanbel dedi ki; Fıkhın kapısı insanlara kapanmıştı. Allahü teâlâ bu kapıyı, Şâfiînin sebebiyle açtı. Şâfiî dört ilimde derin âlim idi. Bu ilimler lügat, ilmi, münâzara, fıkıh ve meânî ilimleri idi. Peygam­ber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurduğu; «Her yüz sene başında, benim dînimi insanlara öğretmek için bir âlim gönderilir» hadis-i şerifle övülen Imâm-ı Şâfiîdir.

Süfyân-ı Sevrî der ki: Şâfiînin aklını, insanların yarısının aklı ile tart­salar, ağır gelirdi.

Bilâl-i Havas der ki; Hızır aleyhisselâmdan Şâfii hakkında ne düşün­düğünü sordum. Cevabında; «Evladlardandır» dedi.

Önceleri, düğünlere ve da’vete gitmezdi. Dâima ağlardı ve aşk-ı ila­hi ile yanardı. Sonra Selim-i Râtini sohbetine kavuştu. Sohbetinde uzun zaman kaldı. Vilâyet makamlarını geçip, kuvvetli tasarruf ve te'sir sahibi oldu. Nitekim Adbullah-ı Ensârî (rahmetullahi aleyh) der ki: Ben Şâfinin mezhebini bilmiyorum. Fakat onu seviyorum. Çünkü, evliyalığın hangi ma­kamına baktımsa, onu önümde gördüm.

Şafiî der ki: Hazreti Aliyi (kerremallahü vecheh) rüyada gördüm. Par­mağından yüzüğünü çıkardı, parmağıma taktı. Bu hareketi, kendi ilminin ve Resûlullahın ilminin bana geçmesi sebebi ile idi.

Şafiî, altı yâşında iken, mektebe gitmeğe başladı. Annesi, Beni Hâşim kabilesinden ibâdete düşkün zâhide bir hanım olup, insanlar emânet­lerini ona verirlerdi. Birgün iki kişi gelip, saklaması için bohça verdiler. Sonra birisi gelip, bohçayı istedi. Herkese itimadı olduğundan bohçayı gelene verdi. Biraz sonra diğeri geldi. Bohçayı istedi. Cevâbında, bohça­yı arkadaşına verdim dedi. Gelen, biz ikimiz beraber gelmeyince, vermez­siniz dememiş miydik deyince, evet dedi. O halde, niye bohçayı ona ver­din? diye sordu. Şâfiînin annesi üzüldü. O sırada Şâfiî geldi ve: «Anne­ciğim niye üzgünsün?» dedi. Annesi durumu anlattı. Şâfiî dedi ki, üzüle­cek, korkacak birşey yok. Bohçayı istiyen nerededir? Onunla konuşayım. Bohçayı istiyen, benim dedi. Şâfiî dedi ki, senin bohçan yerindedir. Git arkadaşını getir ve bohçayı al dedi. O adam ne yapacağını şaşırdı. Yanın­da bulunan kadıvekili de, bu cevabdan hayretler içersinde kalıp, öylece uzaklaştılar.

Sonra İmâm-ı' Mâlikin talebesi oldu. O zaman Mâlik yetmiş yaşın­dan fazla idi. Mâlikin evinin kapısında oturdu. Mâlikin verdiği fetvâları, kapıdan çıkanlardan okur, fetvâ istiyene, ya’nî soru sorana derdi ki, geri dön ve imama söyle ki, daha ihtiyatlı olsun, imam dikkat nazarı ile bakın­ca, Şâfiîinin haklı olduğunu görürdü; Şâfiîyi severdi ve okşardı. O zaman, halîfe, Hârun Reşîd idi.

Hârun Reşîd, bir gece hanımı Zübeyde ile münâkaşa etti. Zübeyde, Hâruna: «Ey Cehennemlik» dedi. Hârun cevabında: «Eğer ben cehennem­liksem, seni boşadım» dedi. Biribirlerinden uzaklaştılar. Halbuki Hârun Zübeydeyi çok severdi. Bu ayrılık, bu uzaklaşma Hâruna çok dokundu. Bağdad âlimlerini toplayıp, bu mes’eleyi sordu. Hiç kimse cevab vereme­di. Hepsi Hârunun cehennemlik veyâ cennetlik olduğunu Allah bilir dedi­ler. Âlimlerin arasından bir genç kalktı ve: «Ben cevâb veririm» dedi. Oradakiler şaşakaldılar. Ve herhalde deli olsa gerektir, zira bu kadar âlimin cevâb veremediği bir mes’eleye, nasıl cevâb verir dediler. Hârun bu genci çağırdı ve: «Hadi, cevab ver» dedi. Şâfiî dedi ki, senin mi be­nimle işin vardır, benim mi seninle? Hârun, benim seninle işim var dedi. Şâfiî, o halde, tahttan in. Zira âlimlerin makamı daha yüksektir dedi. Ha­life, onu tahta oturttu. Sonra Şâfiî dedi ki, önce sen benim sorularıma cevab ver, sonra ben senin sorularına cevab vereyim. Peki, sor dedi. Şâfii sordu: Bir günâhı işliyebileceğin halde, Allah Korkusundan, onu terk et­tiğin oldu mu? Hârun, evet Allahü tealâya yemin ederim ki, oldu dedi Şafii: «Senin Cennetlik olduğuna hükmettim buyurdu. Oradaki âlimler «Hangi delil ve vesika ile bunu söyledin» diye bağırdılar. Şâfii: Delilim Kur'ân-ı kerimdir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerimde: «Bir kimse, Allah korku­sundan nefsini arzularından, isteklerinden (ya’ni günâhlardan) men’ eder­se, onun yeri elbette Cennettir» buyuruyor, dedi. Âlimler, bu kimbilir, na­sıl bir insan olacak dediler.

Bir kere ders verirken, ders esnasında on defa ayağa kalktı. Sebebi­ni sordular. Buyurdu ki: Seyyidlerden bir çocuk, kapının önünde oyun oynuyor. Kapının önüne gelip, kendisini gördüğüm zaman, hürmeten aya­ğa kalkıyorum. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) torunu ayakta dururken, oturmak revâ değildir.

Bir kimse Mekkenin mücâvirlerine verilmek üzere, bir mikdar para gönderdi. Şâfii de orada idi. Paranın bir kısmını ona getirdiler. Şâfii pa­ranın sahibi, bu parayı kimlere verin demiştir? dedi. Cevâbında, takvâ sa­hibi dervişlere verilmesini vasiyyet etti deyince, Şâfii, ben bu paradan alamam, ben takvâ sâhibi değilim dedi ve parayı almadı.

Hârun Reşide her sene Bizans İmparatorluğundan vergi olarak çok pa­ra ve mal gönderirlerdi. Bir sene, âlimlerle münâzara etmek üzere, ruhban­lar gönderdiler. Eğer, bizi yenerlerse, onlara vergi vermeğe devam ede­riz, yoksa vermeyiz dediler. Dörtyüz hıristiyan geldi. Halîfe, bütün âlim­lerin, Dicle nehri kenarında bulunmalarını emretti. Sonra Hârun, Şâfiiyi çağırdı ve : «Onlara Sen cevab vereceksin» dedi. Diclenin kenarında top­landılar. Şâfii seccâdeyi omuzuna alıp, nehre doğru yürüdü. Seccâdeyi suyun üzerine atıp, üzerinde oturdu ve : Benimle münâzara etmek isti- yenler buraya gelsin» dedi. Bu hâli görünce, hepsi müslüman oldular. Bi­zans İmparatoruna, gönderdiği adamların Şâfiînin elinde müslüman ol­dukları haberi gidince, imparator: «Allaha şükür ki, o adam (Imâm-ı Şâ­fii) buraya gelmedi. Eğer buraya gelseydi, buradakilerin hepsi müslüman olurdu, kendi dinlerini bırakırlardı» dedi.

Bir grup insanlar Haruna, Şâfiînin Kur’ân-ı kerîmi ezberlemediğini söylediler. Gerçekten de öyle idi. Fakat hafızası öyle kuvvetli idi kî, Hâ­run onu imtihan etmek isteyince, kendisini Ramazanda imam tayin etti. Şâfii, her gün, Kur'ân-ı kerîmden bir cüz mütalâa ederdi ve gece terâvih namazında o cüz'ü okurdu. Böylece bir Ramazanda Kur'ân-ı kerîmi ez­berledi.

Ahmed-i Hanbel mezhebine göre, bir namazı bile bile terk eden kâfir olur. Şâfii mezhebine göre kâfir olmaz, fakat öldürülür. Şâfii, Ahmede dedi ki,bir kimse namazı terk ile (size göre)kâfir oluyor, müslüman olması için ne yapmalıdır. Cevabında, namaz kılmalıdır dedi. Şâfiî: Kâfirin namaz kılması doğru olur mu? Dedi.Fıkhın esrarını bildiren bu söz üzerine Ahmed sustu.

Buyurdu ki: Ruhsat ve tevillerle uğraşan bir âlim görürseniz, anla­yın ki ondan fayda gelmez.

Buyurdu : Bana edebden bir kelime öğretenin kölesi olurum.

Buyurdu : Câhillere ilim öğretmeye kalkan, İlmin hakkını zay' eder, ilmi lâyık olandan esirgeyen, zulm etmiş olur

Buyurdu : Eğer dünyayı bir ekmek kırıntısına bana şatsalar, almam. Buyurdu : Aklı, fikri mi'deainde olanın kıymeti, bağırsaklarından çı­kanla ölçülür.

Bir gün İmama bir kimse gelip, nasihat İstedi. Buyurdu ki : Parası ve malı senden çok olanı kıskanma. O, malına ve parasına hasret olarak ölür. Gıbta edeceğin kimsenin, İbâdet ve taatının çokluğuna gıbta et; zira  ölene kimse gıbta etmez. Yaşıyanlar da az sonra öleceği için, onlann dünyalıkları özenmeğe değmez.

Ebü Saîd der ki, Şâfiî: Bütün âlimlerin İlmi, benim ilmime yetişeme­di, benim ilmim de tasavvuf ehlinin İlmine yetişemedi, onların da ilmi ta­savvuf büyüklerinin ilmine yetişmedi buyurdu.

Ahmed ibni Hanbel anlatır : İmâmı rüyâmda gördüm ve : Ey karde­şim, Allahü teâlâ sana ne muamele etti? diye sordum. Cevabında ; «Beni mağfiret eyledi. Kerâmet tâcı giydirdi. Bana tac verip, insanlar arasında yüksek bir mertebe ihsan etti ve bana dedi ki, sana bu ni'meti vermemin sebebi, halinle övünmemen, sana verdiğim ilimle kendini büyük görmemendir» buyurdu.

Fıkıh, usûl, hadis, nahiv ve lügat âlimleri, Imâm-ı Şâfiînin emâneti, adâleti, zühdü, veraı, takvâsı, cömertliği, hüsn-ö sireti (ahlâkının güzelliği) ve mertebesinin yüksekliğinde icma’ eylemişlerdir. (Rahmetullahı aleyh, rahmeten vâsıaten).

Imam-ı Gazali (rahmetullahi aleyh), Ihya-ül ulûm kitabının birinci cil­dinde, Imâm-ı Şâfiîyi anlatırken şöyle yazıyor: İmâm çok ibâdet ederdi. Geceyi üçe ayırır, üçte birini ilme, üçte birini ibâdete, üçte birini de uy­kuya verirdi.

Rebi' der ki, Imâm-ı Şâfiî, Ramazanda Kur'ân-ı kerîmi altmış defa hatm ederdi. Hepsini de namazda okurdu. Eshâbından olan Buveytî de Ramazanda, Kur’ân-ı kerimi hergün bir kerre hatim ederdi.

Hasan-i Kerâlûsî der ki: Şâfiî ile bulunduğum geceler, gecenin üçte birini namaz kılardı. Elli âyetten fazla okuduğunu görmedim. Rahmet ayeti okununca, kendisi için ve başka müslümanlar için Allahü teâlâdan rah­met istemeyince geçmezdi. Azab âyeti okuyunca, bu azabdan Allahü teâlâya sığınır, kendisi ve bütün müminler için kurtuluş dilerdi. Daimâ havf ve recâ arasında idi.

Şafiî buyurur ki: Onaltı yıl oluyor, doyuncaya kadar yemek yeme­dim. Çünkü, tokluk vücûda ağırlık, kalbe kasvet verir, zekâyı giderir, uy­kuyu getirir ve sâhibini çok ibâdet etmekten alıkoyar. «Tokluğun, fazla yemenin âfetlerini, zararlarını düşünmesindeki hikmetine ve çok ibâdet etmedeki gayretine bakınız. «Çünkü, ibâdet için karnını doyurmağı terk etmiştir. Kulluğun başı az yemektir.

Şâfiî buyurur: Allahü teâlâya, hiç bir zaman, doğru veya yalan yere yemin etmedim. Hürmetine, Allahü teâlâyı tevkırine dikkat ediniz! Bu ha­reketi, Allahü teâlânın celâline karşı olan ilmini gösterir.

Şâfiîye bir suâl sordular. Durdu. Sonra : Allahü teâlâ sana merha­met eylesin, niçin cevab vermiyorsun? dedi. «Cevab mı versem iyi olur, sussam mı?» diye düşünüyorum dedi. Dikkat buyurunuz! Bu sözünde, Imâm-ı Şâfiinin (rahmetullahi aleyh) dilini nasıl kontrol ettiği ve ne kadar koruduğunu görüyorsunuz. Fıkıh âlimlerinin en kuvvetli uzuvları, dilleri­dir. Tutulması, zabt edilmesi en güç olan uzuv da budur. Konuşması ve susması fazilete kavuşmak ve sevab istemek için idi.

Ahmed bin Yahyâ bin Vezir anlatır: Bir gün Şâfiî, Kanadîl çarşısına çıktı. Biz de arkasından gidiyorduk. Bir kimsenin, ilim sâhibi bir kimseye sövdüğünü görünce bize döndü ve : «Dilinizi kötü sözlerden koruduğunuz gibi, kulaklarınızı da korunuyunz. Çünkü dinliyen, söyliyenin ortağıdır. O sefîh, kendi kabındaki habasete, kötülüğe bakıyor ve bu habaseti, sizin kabınıza boşaltmak istiyor. O sözü söyliyen, şakî olduğu gibi, reddeden de saîd (iyi) olur» buyurdu.

Şâfiî buyurdu ki: Dünyayı ve yaradanını bir arada sevdiğini söyliyen kimse yalancıdır.

Süfyân Ibni Uyeyne bir hadîs-i şerif okurken, Şâfiî kendinden geçip düştü. Süfyâna, öldü dediler, «öldüyse, zamanın en üstünü öldü» bu­yurdu.

Abdullah bin Muhammed Belevî der ki: Ömer bin Nebâte ile oturu­yorduk. Âbidler ve zâhidler hakkında konuşuyorduk. Dedi ki: Muhammed bin Idris-i Şâfiîden (rahmetullahi aleyh) vera' sâhibi ve güzel konuşan kimse görmedim. Ben, Imâm-ı Şafii ve Hars ibni Lebûd, Safâ tepesine çıktık. Hars, Sâiih-i Merî’nin yüksek talebesinden idi. Sesi de güzel idi. O güzel sesiyle Kur'ân-ı kerim okumağa başladı. «Bu, o gündür ki, kâfirlerin dilleri söylemez olur ve özür dilemek için de onlara izin verilmez» âyet-i kerimesini okudu. Şâfiiyi gördüm. Yüzünün rengi değişmiş; vücûdu tit­riyordu. Büyük elem ve şiddetli tzdtrap içinde idi. Bir ara kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelince, şöyle diyordu: «Yâ rabbil Yabani­lerin hâlinden, gafillerin uzaklığından sana sığınırım. Yâ rabbil Ariflerin kalbleri sana karşı alçak ve edebil olur. Sana kavuşmak Istiyenlerin bo­yunları, huzurunda eğik olur. Yâ rabbl, cömertliğinden bana ihsân eyle örtün ile bana tecelli eylel Zâtının hürmetine kusurlarımı afv eylet» Böyle söyledi ve gitti. Biz de oradan ayrıldık. Biz bağdada gelince, O Irak'da idi.

Bir gün nehir kenarında idim. Abdest alıyordum. Yanımdan birisi geçti ve bana : Ey oğul, abdestini iyi al. Cenâb-ı Hak sana şu dünyada ve âhtrette iyilikler, güzellikler versin, dedi. Başımı çevirip ona baktım. Gördüm ki: kendisine birçok kimsenin tâbi’ olduğu bir kimsedir. Abdestimi çabuk aldım. Arkasından gittim. Dönüp bana baktı ve bir isteğin var mı? dedi.

Evet, Allahü teâlânın sana öğrettiği şeylerden bana birşey öğret dedim Buyurdu ki : Allahü teâlâya sâdık olan (seven, emirlerine ve yasaklarına riâyet eden) kurtulur. Onun dininde şefkatli, merhametli olan, red olmaz.

Dünyadan zühd eden, ya’nî dünya malına gönül vermiyen, düşkün olmayan, âhırette özlediğine kavuşur. Daha söyliyeyim mi? dedi’ Evet, buyu­run dedim. Buyurdu ki : üç meziyyete sâhib olanın imânı kâmil olur

— Emr-i bil-ma’ruf yapmak. Ya’nî Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yaptırmak.

— Nehy-i anil-münker yapmak. Ya’ni Allahü teâlânın yasaklarını yapmamak ve yapılmaması için uğraşmak.

— Her işinde, Allahü teâlânın dinde bildirdiği hududlar içerisinde bulunmak.

Daha ister misin? dedi. Evet dedim. Buyurdu ki, dünyada zâhid ol, dünya malına bağlanma. Âhıreti isteyici ol ve onun için çalış. Her işinde Allahü teâlâyı hatırla. Böyle yaparsan kurtulmuşlardan olursun. Bunları söyledi ve gitti. Bu zâtın kim olduğunu sordum. Şâfiîdir dediler. Kendin­den geçme hâline ve sonra va'z ve nasihatine dikkat buyurunuz da, züh­dünün çokluğunu, korkusunun derecesini anlayınız. Bu korku ve zühde, ma'rifetullah olmadan kavuşulmaz. Zira : «Allahü teâlâdan korkanlar, an­cak âlimlerdir» buyurulmuştur. Şâfiî, bu korku ve zühdü, selem ile satış, kira ve buna benzer fıkıh bilgilerinden öğrenmedi. Bunları, önceki ve son­raki, ya’nî bütün ilmi içine alan Kur’ân-ı kerimden ve hadîs-i şeriflerden elde etti.

Şâfiî (rahmetullah aleyh) kalb esrârında ve âhıret bilgilerinde de âlim idi. Bu hususta çok menkabeleri vardır. Şâfiîye, riyâ nedir diye soruldu­ğunda açık olarak şöyle bildirdi ; Riyâ bir fitnedir kî. onun akdi hevâdır. (Ya’ni nefsin arzusunu yapar). Âlimlerin kalb gözlerinin hayâlidir. Ona al­çak nefslerlnin kötülüğü ile baktılar. Ve amellerini, iyiliklerini yok ettiler. Buyurdu ki: Amelin üzere sükut edersen (ya’nî kâfi görürsen) ucb etmiş otursun. Aradığının, istediğinin rızasını gözet. Hangi sevaba, hayırlı işe rağbet ediyorsun? Azaba götürecek işlerin hangisinden kaçıyorsun? Hangi âfiyyete şükr ediyorsun? Hangi belâları hâtırlıyorsun? Bu haslet­lerden birini düşünürsen, amelin, gözünde küçük görünür. Riyânın haki­katim ve ucbun, ya’nî kendini beğenmenin ilâcını, çâresini nasıl anlattı­ğına dikkat ediniz. Bu ikisi kalb âfetlerinin büyüklerindendir.

Yine buyurdu ki: Kendini yasaklardan korumıyanın ilminden istifade edilmez.

Buyurdu : Allahü teâlâya ilimle itaat eden kimsenin kalbinde büyük faydalar olur.

Buyurdu : Dostu ve düşmanı olmıyan hiç bir kimse yoktur. Madem kİ böyledlr, o halde Allahü teâlâya itaat edenlerle beraber bulun, onları sev.

Birgün Şâfîye, sabır mı, mihnet mi, yoksa temkin mi üstündür dedi­ler. Cevâbında  «Temkin, Peygamberlerin (aleyhisselâm) derecesidir. Temkin de, mihnetten sonra olur. Mihnet olmayınca, temkin olmaz. Mihne­te sabırla, temkinle kavuşulur. Görmezmisin ki, Allahü teâlâ Ibrâhim aley­hisselâma mihnet verdi, sonra onu temkin eyledi. Eyyûb aleyhisselâma mihnet verdi, sonra temkin eyledi. Süleyman aleyhisselâma mihnet verdi, sonra temkin eyledi ve ona büyük mülk verdi. O halde temkin, derecele­rin en üstünüdür» buyurdu. Bundan sonra Yûsuf aleyhisselâmın ve Eyyûb aleyhisselâmın mihnet ve temkinlerini bildiren âyet-i kerîmeleri okudu. Şâfiînin bu sözleri, onun Kur’ân-ı kerîmin esrârında, derin ma’nalarındaki ince görüşünü ve Allahü teâlâya ma'nevî bir yolla yaklaşan Peygamber­lerin ve evliyânın makamlarını bildiğini ve âhırete âit derin ilme sâhib ol­duğunu gösterir.

O yüksek imamın hâli anlatmakla bitmez. Bu kadarla iktifa eyledik. Bu anlattıklarımızı Şeyh Nasr Ibni Ibrâhim-i Makdesînin Imâm-ı Şafiî (radıyallahü anh) hakkında yazdığı (Menâkıb-ı Imâm-ı Şafiî) kitabından aldık. (Ihyâ-ül ulûm) dan tercüme burada tamam oldu).

O halde İmam hakkında ne kadar yazılsa yine az kalır. Ne kadar medh edilse, bitirilemez. özellikle onu anlatmak için cildlerle kitablar ya­zanlar, o engin denizden, sahile ulaşamamışlardır. Nerde kaldı ki, bu bir kaç sahîfelik yerde anlatabilelim.

Taşköprülüzade Ahmed Efendi - Mevzuat-ul Ulum
Devamını Oku »

Bir Menkıbe

Bir Menkıbe

Bir gün Cüneyd-i Bağdadî’ye, kabiliyet ve istidatlı bir mürid gelip hizmetinde bulunmakla beraber az vakitte çok kemal tahsil edip diğer müridlere üstün gelmiş. Diğer bir kabiliyetsiz müridi hased ve kinin­den Cüneyd-i Bağdadî’ye, “Ben yirmi seneden fazla sizin hizmetiniz­de bulundum, bu yeni müridin birkaç gün zarfında kazandığı merte­beleri tahsil edemedim” deyince; Cüneyd-i Bağdadî, itiraz eden müridi aydınlatmak için yeni mürid ile eski müridine bir tavuk verip, her birine bu tavukları tenha bir yere götürüp kesin, sizden başka hiç kimse bunubilmesin diye emretmiş. Eski mürid tenha bir yer bulup tavuğu keserek şeyhin huzuruna getirmiş. Yeni mürid bir hayli etrafta dolaşıp kesmeden canlı olarak şeyhin huzuruna getirince, şeyh müri­de “Niçin bunu kesmediniz?” demiş. Mürid, “Efendim; siz bize, siz­den başka kimsenin bilmediği bir yerde kesin, diye emretmiştiniz.

Ben de tenha bir mahal bulamadım. Zira nerede kesecek olsam HakkTeâlâ biliyor ve görüyor. Yoksa emrinize muhalefet etmedim” deyin­ce, Cüneyd-i Bağdadî, eski müride dönüp “Ey nâdân, sen yirmi sene­den fazla hizmet ettin, bu kadar irfan kazanamadın. Bu mürid ise bir­kaç gün hizmetle bulunmakla sizin gibi ahmaklara üstün geldi. Kabili­yetsiz müridlere mürşid ne çare eylesin” diye cevap vermişler. Hz. İsa (a.s.), ölü cesedi ihyadan aciz değilim, ama ölü kalpli nadanı ihyadan acizim. Eğer böyle olmasaydı, enbiya ve evliya kendi zamanlarında olan ölü kalpleri irşâd ve ihya edip bu kadar zorluk çekmezlerdi.

Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü(İnsan yay.)
Devamını Oku »

Alem Hakîkat-i Muhammediyye’nin Yansımasıdır

Alem Hakîkat-i Muhammediyye’nin Yansımasıdır


Sûfîler, anlatabildikleri kadarıyla, tecelliyatın kendisinden neş'et ettiği yani Hakk'ın umûr-ı dünyeviyyeye yönelik kısmı olan o Logos'a "Muhammedi Hakikat" demişlerdir. Hakîkat-i Muham- mediyye kavramı bedenlenmiş, Mekke'de doğmuş, Medine de vefat etmiş, Abdullah'ın oğlu, Âmine'den doğma Hazret-i Muhammed dediğimiz o şahs-ı mücessemin hakikatidir. Bu hakikat yara­tılmamış olması hasebiyle, zaman zaman Hazret-i Muhammed le hakîkat-i Muhammediyye arasında anlatımda farklılıklar olur. Şöyle söyleyelim: Bütün peygamberler, Hazret-i Muhammed de içlerinde olmak üzere, hakîkat-i Muhammediyye'nin yansımasıdırlar. Hakîkat-i Muhammediyye ile Hazret-i Muhammed arasında miraç hadisesi vukû bulmuştur. Hazret-i Muhammed(sav), kendi hakikatine miracda ermiştir.

Sûfîlere göre âlem, hakîkat-i Muhammediyye'nin yansıma­sıdır, demiştik. Buna siz âlemin ruhu da diyebilir veya değişik adlar verebilirsiniz. Bundan dolayı sûfîler der ki: İnsanlık, daha genel anlamıyla bütün mahlûkat iki kategoriye ayrılır. Bir tanesine ümmet-i davet denir, bir tanesine ümmet-i icâbet denir. Ümmet, topluluk demektir. Davet topluluğu şudur: İster mü'min, ister kafir ister Putperest, ister Türk, ister Arap, ister İngiliz olsun,

bütün yaratılan şeyler, nesneler kozmik anlamda bu ilk yara­tılanın yansımasıdır. Her şey ondan çıktığı için yaratılmış her şey hakîkat-i Muhammediyye'nin kozmik genlerini taşır. Bütün âlemde bu hakikatin parçacıkları vardır, o her şeyin atomlarma kadar sirayet etmiştir. Sûfîler der ki: Yeryüzünün tamamında hakîkat-i Muhammedi'nin kokusu, rengi vardır. Bu gözle ba­kıldığı zaman bütün kâinat Muhammedi'dir. Bütün insanlık Muhammedi'dir. İster Müslüman, ister kâfir, ister Hristiyan ol­sun, hepsi Muhammedi'dir. Hepsi Muhammed'in çocuklarıdır; sallallahu aleyhi ve sellem. Bunlara ümmet-i davet denir.

Ancak bunların içerisinde bir grup vardır ki fıtratlarında, zâti olarak kendi cevherlerinde yer alan bu hakîkat-i Muhammediyye'nin parçacıklarını dünya hayatlarında yaşarken Hakk'a olan iman basamaklarında, şeriat-i Muhammediyye'yi de zâhirde kabul etmek suretiyle itiraf ettiklerinde zâhirleri de bâtınlarına uymuş olduğundan, zâhirleri de bâtınlarının davetine icabet etmiş ola­cağından, Muhammedi olan kişi böylece zâhirde ümmet-i icâbet haline gelir. Yani iç daveti fıtrata cevap vererek "Amentü bike ya Resûlallah, fedake ebî ve ümmîya Resûlallah! Anam babam sana feda olsun ya Resûlallah veya dahîlek ya Resûlallah/" gibi ona teslimiyeti, bağlılığı, imanı ifade eden ifade biçimleriyle bu niyetini izhar eden kişi, aslında kendi içindeki fıtrata iman etmiştir. Bu açıdan, bunun aslında bir sağlamasını da yapmamız mümkündür. Bunu nasıl yapabiliriz?



Nübüvvetin Ortak Adıdır Muhammediyye

Bütün peygamberler, hakîkat-i Muhammediyye'den neş'et ettikleri için her bir peygamber Hazret-i Muhammed'in bir yö­nünün izhar edicisi olmuştur. Bundan dolayı nasıl Allah ismi, lafza-yı Celâl, Hakk'ın diğer isimlerine câmi ise, bütün isimlerini kuşatıyorsa, Allah'ın her bir ismi o lafza-yı Celâl içerisinde ihata ediliyorsa aynı şekilde Muhammed ismi de -sallallahu aleyhi vesellem İsa, Mûsâ, İbrahim, Üzeyir, Âdem aleyhimüsselâm ve diğer bütün peygamberlerde mânen mündemiçtir. Dolayısıyla Hazret-i Muhammed adeta bütün peygamberlerin toplamıdır, bütün peygamberlerin ortak adıdır. Belki de buna bir müessese adı diyebilirsiniz. Peygamberliğin adıdır Muhammediyyet. Nü­büvvetin ortak adıdır Muhammediyyet. Ondan dolayı her nebi, aslında o nübüvvet nurunun bir veçhesini yansıtmıştır hayatında. Bunu, dinler tarihine baktığımız zaman çok iyi görürüz.

Her bir nebide aşağı yukarı bazı özellikler öne çıkmıştır. Ama Hazret-i Muhammed(a.s) Efendimize baktığımız zaman, bütün nebilerin özelliklerini buluruz. İsa'nın şefkati de var, Mûsâ'nın celâli de. Kılıç da var, teşbih de. Ümmîlik de var, yüksek ilim de. Fakr da var zenginlik de. Bundan dolayı Hazret-i Muhammed'in mane­viyatı, insan fıtratında yerleşik olan bütün özellikleri kuşatabilen bir yöne sahip. Evlilik de var, çocuk sahibi olmak da, bir odaya kapanıp inzivaya çekilmek de. Yemek yemek de var, peş peşe savm-ı Dâvûd tutmak da. Tek başına yapılan ibadetler de var, topluca yapılan ibadetler de. Siyaset var, ekonomi var ama bunun yanında güçlü bir maneviyat da var. Cemaat de var, uzlet de. Fakat bir manastırda, tek başına icra edilen bir uzlet yok.

Sadece top­lumsallık, toplumsallığın ferdi ezdiği, öldürdüğü bir din anlayışı da yok. Bugün din temelli bazı teorilerin ileri sürdüğü gibi dini sadece sosyo-politik bir teoriye indirgeme anlayışı da yok. Diğer taraftan güçlü bir maneviyat var fakat toplumsal sorumluluk da var. Güçlü bir sanata zemin hazırlayacak malzemeler de var. Do­layısıyla hakîkat-i Muhammediyye'nin tecellisi bütün insanlıkta var olmasından dolayıdır ki bir insanın Müslüman oluşunda daha doğrusu Muhammedi oluşunda bir tür fıtratının sesine cevap verme, icabet etme gibi bir yaklaşım söz konusudur. Bunun için hakîkat-i Muhammediyye yönüyle Hazret-i Muhammedi tanı­yanlar, o şekilde ihtida edenler -Martin Lings gibi, Rene Guanon gibi- hep şunu itiraf etmişlerdir: "Biz aslında fıtratımızın sesine kulak verdik." Yani Muhammedi olmakla biz dönmedik, kendi içimizi keşfettik.

Mahmud Erol Kılıç - Tasavvuf Düşüncesi

Devamını Oku »

Zikirle Allah’ı Bulma

Zikirle Allah’ı Bulma


Allah'ın isimlerini zikretmek yani saymak suretiyle o isimlerin ruhaniyeti, manası kişiye gelmeye, aksetmeye ve üzerinde hakimiyet kurmaya başlar. Bir müddet sonra o kişinin artık sırf dili değil, bütün azalan zikretmeye, o ismi söylemeye devam eder. Buna giden yol önce dil ile yani lisanı hareket ettirmek suretiyle olur. Lisanı hareket ettirmek, "Allah, Allah...", "Lâ ilâhe illâllah, lâ ilâhe illâllah..." zikrine devam etmektir ki, bu da kişide bir müddet sonra hızlanır ve sabit bir nokta haline gelir. Bir kere "Allah" der ama o bir defa "Allah" demenin ardında, on bin "Allah" rezonansı vardır. Buna, "zikr-i dâim" denir. Zikr-i dâim, çok yüksek bir makamdır. Büyük âriflerin çıkabileceği makamdır. Onlar sayısallığı artık aşmışlardır. Çünkü onların hayatlarında Allahın mazhariyetinin dışında bir oluş kalmamıştır.

Onlar bir hadis-i kutside ifade edildiği gibi; "O kimseler beni o kadar çok anarlar, bana o kadar çok ibadet ederler ki, (ibadet, anmak demektir aynı zamanda) Allah'ın isimlerini o kadar zikrederler ki, bir müddet sonra ben ve o, o kadar yakınlaşırız ki, onlar benim gören gözüm, tutan elim, yürüyen ayağım olurlar."10 Allah'ın eli olur mu? Allah'ın ayağı olur mu? Allah'ın gözü olur mu? Bunlar ayrı birtakım konular ama Allah hadis-i kutside, 'olurlar' diyor. Demek ki, yeryüzünde hiç kimse Allah ile, Allah olarak, ilah olarak yolda, sokakta karşılaşmış değildir. "Allah adamı" olarak Allah bulunur.

Allah'ın yeryüzünde Zâtı ile bulunamaması yeryüzünün, şehadet âleminin doğasının Zât'ını kaldıramayacağından ileri gelir ki, kayıtlılık âlemi, kayıtsızlık âlemini kaldıramaz. Bu sebepten dolayı, Allah ancak isimleri ile tecellileri ile bilinir. Allah'ı mükemmel bir şekilde tecelli ettirebilecek tek varlık "insan"dır. Çünkü "ve alleme'l-esmâe külleha" buyruluyor. "Ben bütün isimlerimi âdeme yükledim, öğrettim, bildirdim, bellettim." Bu âyetin ifadesinden biz, hayvanat, nebatat, cemadat gibi insan dışındaki diğer varlıklarda da Allah'ın isimlerinin belirli oranda bulunduğunu görmekteyiz ama bütünü, küllü sadece insandadır. "Allah'a giden en güzel yol, Allah'ın mazhar-ı tammı olan insandan geçer."

Umum dindarların, umum Müslümanların kendilerine bildirilen, aynı zamanda Peygamber Efendimizin(sav) hadislerinde de tavsiye edilen esmaların adetlerine devam etmelerinin bir mahzuru yoktur. Çünkü bunlar hafifletilmiş, herkesin günlük olarak yapabileceği zikirlerdir. Mesela, namazdan sonraki tesbihatlar gibi. Ama bunun üzerindeki özel rakamlar, beş bin kelime-i tevhid ya da yetmiş bin kelime-i tevhid ile başlamak gibi hususlar, hiçbir dindarın kendi başına karar verip bunlarla meşgul olmaması gereken önemli hususlardır. Çünkü bu, özel bir ilimdir, özel ilim, ancak bir rehber, bir bilen eşliğinde elde edilebilir.

Sayının ve esmanın doğru tespit edilememesi, çok yüksek rakamlarla kişinin kaldıramayacağı enerjiyi çekmesi, birtakım problemleri beraberinde getirir. Dolayısıyla, öncelikli olarak kişinin gücünü tespit etmek gerekir. Eğer bir insanın pazıları, ayak kasları o kadar sıkleti kaldıramayacak güçte ise -halterci tabiri ile söylüyorum- o ağırlığın altına o kişiyi sokmak bir antrenör problemini doğurur. Bu da, bilimsel bir hatadır. Herkes kaldırabileceği yükün altına girmelidir. Ama halter sporunda her zaman yüz kilo üstü kaldıran insanlar da bulunmaktadır. Bunlara da, dünya şampiyonları denmektedir. Her ilimde şampiyonlar olabilir. Tabii herkes şampiyon olacak diye bir şart yoktur. Biz pazar torbasını kaldırabilirsek -beş kilo on kilo gibi- günlük hayatımızı da böylece sürdürmüş oluruz.

İsimler şemasını gözümüzün önünde şöyle bir canlandırabili­riz. Varlık katmanlarını insanlar, hayvanlar, bitkiler ve katı cisim­ler âlemi olarak ele alalım. Bütün âlemin Allah'ın isimlerinden meydana geldiğine inanarak, (Nitekim O'nun isimlerinden başka bir şey yok) tek tek isimleri yazalım. Mesela, ilk olarak Allah'ın "Mütekellim" ismini ele alıp şemaya yazdığımız zaman, bu çe­telede insan karşısında (+) yazabiliriz, çünkü insan konuşan bir varlıktır. Demek ki, Mütekellim ismi insanda zuhûr etmektedir. Hayvanat da -bize göre anlamsız dahi olsa- belirli sesler çıkar­dığından, onlar da Mütekellim ismini taşırlar. Bakınız insanlar ve hayvanlar Allah'ın el-Mütekellim isminde müşterek oldular. Kendisinden bir ses çıkmaması hasebiyle, Mütekellim ismi bitkiler âleminde noksandır. Dolayısıyla eksi (-)... Cemadata geldiğimiz zaman, orda da Mütekellim ismi noksandır, yine eksi (-).

Bu şekilde, doksan dokuz ismin yukarıdan aşağı şemasını yaptığımız zaman, sadece insanlık mertebesinin hepsinde artı (+) olduğunu, hayvanlar âleminin yetmiş küsur isimde kaldığım, ta elli küsur isimde kaldığını, cemadatın ise otuz-kırk isimde kaldığını görürüz. Allah'ın el-Alîm, el-Hakîm, el-Latîf, el-Habîr gibi isimlerinin hepsi ancak insanda zuhûra geldiğinden dolayı, insan bütün varlığın imamı, bütün varlığın kendine secde edeceği, kendine yöneleceği bir varlık oluyor.

O insan tanındığında Allah tanınır...

Mahmud Erol Kılıç - Tasavvuf Düşüncesi

Devamını Oku »

Nuri Pakdil - Bağlanma (Kısa Notlar)


Büyük bir yalnızlık içindedir çağdaş insan = (Çünkü unut­tuk sevgiyi = uygulayım bilimin yoğun ağırlığı altında büküldü belimiz + ruhumuzun gereksinimlerini konuşmanın ayıp olduğu bir çağda insanlık idam edildi = yana kaymış gözlerimizle, bir­birimizin asılı bedenlerini seyrediyoruz ipte). Yeryüzünde, sürekli soyut, somut darağaçları; öldürme araçtan yapılıyor, üretiliyor: ben beni bildim bileli böyle görünüyor bana yeryüzü. (Sürek­li, bir tutunma, bir dayanma gereğini duymuşumdur: gerekiyor çünkü: ulaşılmamayacak bunsuz hiçbir yere: bunsuz bir milimet­re ilerlenemez: tutunmadan insana: insana yeniden bağlanma­dan: insanı yeniden sevmeden: insanların acılarıyla yeniden acı­lanmadan: insanla ulaşılacak Allah'a)

-----------------------

İnsan, biraz da, bir eklentidir sonsuza. Sonsuz da, ola ki, insan var diye, başsız olmakta, bilinememektedir sonu (= İnsanın gizemli gücü bu). Bütün anlamlar insanda birikmiştir: başlangıçta, insan yüklendi çünkü: sorumluluğu. Büyüklüğü, so­rumluluğu yüklenişinden geliyor insanın: yoksa, etimizin, kemi­ğimizin ne değeri var? + ekmeği aşan büyüklük burda işte. Bu sorumluluğun bilincine varabilmek de, çok derinlerden özsu da­madan bulabilmemize bağlı + sürekli sürmemize bağlı toprağı + kaldırımlarda değil, büyük topraklarda araştırma yapmamıza bağlı = çünkü büyük, engin, gizemli yeryüzü.



--------------------------

Çağdaş insanın korkusu, vicdansızlığından kaynaklanıyor belki de. Kim duyumsatacak vicdanımızı bize? İnsan mı, toprak mı? Ölüm mü, yaşam mı? Çağdaş insanın en büyük olumsuzlu­ğu vicdansızlığıdır. Vicdanımız işlevini yapmadan nasıl gide­rilir bu yoğun karanlıklar? Adaletsizliği, zulmü, ancak vicdanlı olabildiğimiz zaman durdurabileceğiz: tüm yeryüzünde. Öncü bilgelerle, zaman zaman, insanın vicdanı eklenir toprağa: yeni bir güç katmak için yeryüzündeki inanç devinimine + sonsuz toprak, bilge insanla, öncü insanla yenilenir de: inanıyorum böyle oldu O'nunla da.
Devamını Oku »

Şeriatta Farklılık

Şeriatta Farklılık


Şeriatta farklılık bulunan hususlar, çoğu kez sadece mutlak olan ve belirli bir sınır konulmayan, aksine mükellefin değerlendirmesine bırakılan konularda bulunur.[1]Bu durumda her mükellef kendi kav­rayış ve değerlendirmesine göre sorumlu olur. Mesela, birisi böyle bir durumda şunu anlar, o onunla sorumlu olur; bir ikincisi onun anlayı­şından daha ileri gider, o da onunla sorumlu olur. Öbür taraftan mü­kellefin, altına girdiği yükümlülüğe göstereceği sabır ve metanet ölçü­sünde de farklılık ortaya çıkar. Herkes güç yetirebileceği mertebeden sorumlu olur. Güç yetiremeyeceği mertebede olan bir durumla sorum­lu tutulmaz. Daha önce arzedilenlere muhalif olduğu sanılan hususlar işte bu noktadan kaynaklanmaktadır. Allah en iyisini bilir.

Bizzat bu nokta göz önüne alındığı içindir ki, amelî konularda hükümler, mükellefleri meşakkate düşürmeyecek ve bu yüzden onları usandırmayacak tarzda, dünya hayatını düzenli bir şekilde yürütme­sini ve çıkarlarını kollamasını sağlayan âdetlerini ortadan kaldırma­yacak biçimde konulmuştur. Şöyle ki: Ümmî olup ne şeriattan ne de aklî hükümlerden hiçbir şeyle uğraşmayan bir kimse, öteden beri alış­kın olduğu âdetlerinden bir anda soyutlanırsa, elbette ki onun kalbi kendisini bu duruma sokan şeyden sıkıntı duyacaktır. Daha önceden bu gibi şeylerden haberdâr olan kimseler ise böyle değildir. İşte bu nokta göz önünde tutularak Kur'ân yirmi (küsur) senede parça parça indirilmiş, yükümlülük getiren hükümler azar azar gelmiş; bir anda ve toptan gelmemiştir (Tedrîcîlik prensibi)[2]. Bu, kalplerin bir anda şeriattan soğuyup ondan yüz çevirmemesini sağlamak için yapılmış­tır.

Rivayet olunduğuna göre Ömer b. Abdulaziz'e, oğlu Abdulmelik[3] şöyle der: "Sana ne oluyor dahükümleri (umur) uygulamıyorsun.Allah'a yemin ederim ki, hak yolda beni de, seni de kazanlarda kaynatsalar, zerre kadar aldırmam!" Ömer ona:

"Acele etme yavrum, Allah içkiyi Kur'ân'da iki defa kötüledi, üçüncüde haram etti.[4]Ben hakkı toptan insanların üzerine yükledi­ğim zaman, onların da toptan onu reddetmelerinden ve bundan fitne kopmasından korkuyorum" diye karşılık vermiştir.

Bu doğru bir mânâdır ve insanların yapageldikleri incelendiğin­de buna itibar ettikleri ortaya çıkacaktır. Uygulanan tedrîcîlik meto­du hem insanların maslahatlarını daha iyi bir şekilde ortaya koymuş, hem de ısındıra ısındıra daha tesirli olmuştur. Hükümlerin çoğu mey­dana gelen sebepler üzerine gelmiştir. Hükümlerin olaylara paralel olarak inmesi ve şeriatın bu şekilde yavaş yavaş parça parça oluşması insanlar üzerinde hem daha tesirli olmuş ve hem de onların kabulleri­ni kolaylaştırmıştır. Çünkü şeriat böyle geldiğinde, inen her hüküm için, bir önce gelen (ve ona bir ön hazırlık durumunda olan} hüküm ar­tık yerleşmiş ve mükellefin daha önce yükümlülükten ve onun bilgi­sinden haberi olmayan nefsi ona alışmış oluyordu. Dolayısıyla her hü­küm indikçe, o bir sonraki için alt yapı oluşturduğu için ikinci, üçüncü, dördüncü... hükümlerin kabulü gittikçe kolaylaşıyordu.

Yine bu yüzdendir ki, ilk muhatap olan Arapların başlangıçta, bu şeriatın ataları olan İbrahim'in şeriatı olduğu telkini ile aynen çocu­ğun işe, baba mesleği diye sındırılması gibi ona ünsiyet peyda etmeleri temin edilmek istenmiştir: "Babanız İbrahim'in şeriatı..[5] "Şimdi ey Muhammedi Sana, 'Doğruya yönelen (hanîf), puta tapan­lardan olmayan İbrahim'in dinine uy'diye vahyettik"[6]Doğrusu îbrahime en yakın olanlar, ona uyanlar, bu peygamber Muhammed ve inananlardır[7] ve benzeri âyetler[8] bu doğrultuda inmiştir.

Eğer tedrîcîlik prensibine uyulmasa da, Kur'ân bir defada top­tan indirilseydi, o zaman mükellef üzerine yükümlülük getiren hü­kümler bir anda çoğalacak ve insanlar bir ya da iki hükmü kabul eder, onlara boyun eğer gibi onların tamamım kabul edemeyecekti. Hadiste "Hayır âdettir"[9]buyrulmuştur. İnsan, hayır işlerden birini kendisi­ne itiyat haline getirdi mi, kalbinde onun sayesinde bir nur oluşur ve kalbi ona açılır. O şeyle ikinci defa karşı karşıya kaldığı zaman, nefsin­de ona karşı bir kabul duygusu bulunur. Yüce Allah'ın tâat ehli hakkındaki âdeti böyledir.

Nefiste yer eden bir başka âdet daha vardır: Nefis, daha önceden kendince alışkın bulunduğu bir fiilin türünden olan başka bir fiili kabule daha yatkındır. Bundan dolayıdır ki, Hz. Peygamber bunun (yani tedrîcilik, kolaylaştırma ve sevdir­me metodunun) zıddı olan şeylerden hoşlanmaz, ona uygun olan şeyle­ri severdi; yumuşaklığı sever, sertlikten hoşlanmazdı, derine dalmayı, tekellüfü, kaldırılamayacak yüklerin altına girilmesini yasaklardı. Çünkü bu tavır, nefislerce kabule daha yatkın ve çoğunluk insanlar için teşride uygulanacak daha kolay bir yoldu. [10]

--------------

[1] Her halükârda bu tür farklılıklar mevcuttur. Ister burada müellifin belirttiği fîili mutlak olan hususlarda olsun ister olmasın. Dolayısıyla problem izale edilmiş değildir.

[2] Bu konuda bilgi ve kaynakları hk. bkz. Erdoğan, M.Ahkâmın Değişmesi, İstanbul, 1991.

[3] Abdulmelikb. Ömer(v. 101/719), babasına büyük destek olmuş, onun gidişa­tına uymuş Emevî emirlerinden birisidir. Babasından biraz önce vefat etmiş­tir. (Âlâm, 4/161) (Ç)

[4] Vakıa, içki Kur'ân'da bir defada yasaklanmamış, tedricî olarak nihâî yasağa sırasıyla: 16/67, 2/19, 4/43 ve nihayet 5/90 âyetleriyle ulaşılmıştır. (Ç)

[5] Hac 22/98.

[6] Nahl 16/123.

[7] Âl-i Imrân 3/68.

[8] Müellifin sözünün zahiri hem Mekkî hem de Medeni âyetleri kapsamaktadır. Medenî olan CJ/6H gibi) ve. daha sonra gelen âyetler hak kında sözü açık değil­dir. Ancak bu tür Medeni âyetlerin daha imce ki Mekkî âyetleri takrir ve teyit ettiği  anlamına yorulabilir. Nitekimle'yi  ve  le'kil   mahiyetinde  Mekkî âyetlerde işlenen konuların Medine'de  tekrarlandığı bilinmektedir.

[9] ibn Mâce nin Sünen'inde (Mukaddime, 18| 1/801.) rivayet ettiği bu hadisin ta­mamı şöyledir: "Hayır âdettir, şer ise husûmettir, 'içi tırmalan Allah kimin hakkında hayır murad ederse, onu dinde anlayışlı fakih kılar." Hadisi şu şekilde yorumlamak mümkündür: iman ve takva ölçülerini uygunIarak yaşayan müminin kalbine, hayrın yolları açılir ve hayır, onun için bir âdet olur. Çünkü insan bayır üzere yaratılmıştır, Şer ise, öyle delil­dir. Ona kalp açılmaz, insanın kalbine ondan ancak şeytanın ve nefs-ı emmâre.nin vesvesesi dolar. (Ç)

[10] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/77-92
Devamını Oku »