Hayır ve Şer Allah'tandır

Hayır ve Şer Allah'tandır

Bir hadis-i kudsîde “Kullarımdan bazısına fakirlik layık olur, eğer ona zenginlik versem hâli bo­zulur; bazı kullarıma da zenginlik layık olur, eğer onu fakır kılsam hâli bozulur” buyrulmuştur. Bu hadis yukarıda adı geçenlerin hepsini içine alır. Herkesin istidat ve kabiliyetine gerektirirse ona göre mu­amele olunur. Mesela Zeyd’in tavır ve fiilleri Amr’ın  tavır ve fillerin­den iyi ve güzel iken, Zeyd’in fakir ve mihnette olup, Amr’ın zengin ve rahat olması, takdir olunanın ortaya çıkması demektir. Kendi nef­sini teberri ve kadere isnad etmek tam cehalettir. Çünkü “insanlar amellerine göre karşılık bulurlar, amel hayr ise hayır, şer ise şer bu­lur” mealince her şahsın istidadı İlahî takdiri kendi nefsine icab ve davet eder. Meselâ iki talebe bir üstadtan ilim tahsilinde olsalar,ahlâklarına uygun olarak biri heva ve hevesine tabi olup okumadan câhil kalsa ve cehaleti yüzünden fakir ve zillette olsa diğeri gayret ve himmet ederek alim olup ilmi sebebiyle nimet ve izzette olsa, imdi bu iki şahsın kaderleri böyle imiş demek kaderi hatalı saymaktır.

İki kardeşe babalarından miras kalsa, biri sefahata harcayarak fa­kir, diğeri tedbirli, akıllı olup israf etmeyerek zengin olsa, bu iki kar­deşin fakir ve zenginliğini kadere isnad etmek cehalet ve avamın iti­kadıdır. Belki kendilerine hareket ve fiillerinin etkisinin gereği olarak ilahı kaderi bu halde bulunmalarına davet ve icab ettirdi. Zira “Senin Rabbin kimseye zulmetmez. ” (Kehf, 49) “Biz onlara zulmetmedik lâ­kin onlar kendilerine zulmettiler ” (Hud, 101) ve daha bunların ben­zeri ayetler ve hadislerin delâletleri zulüm ve isyanın kula isnad olun­masını işaret ederler.

Hatta şeytan “Beni iğva ettin” (Hicr, 39) kelâ­mında iğvayı Hakk Teâlâ’ya isnadla yalancı, Hz. Adem “nefsimize zulmettik” kelamında zulmü kendi nefsine isnad ederek doğru oldu­ğu için şeytan kovulmuş ve Hz. Adem makbul olmuştur. Hayır ve şer Hakktandır demek, yaratmak ve hüküm Haktandır ama benimseme ve irade kuldandır diye inanmak gerekir. Eğer böyle olmazsa irade-i cüz’ıyeyı inkar ve Cebriye mezhebini seçmek lazım gelir. Cüz’î irade­nin gerek mahluk, gerek gayr-i mahluk olsun kulun hallerinin hepsinin varcağı  yercüz’î iradedir. Tedbirde kusur edip takdire bahane bulmak aptallıktır. İlmin maluma tabi olduğu meselesini bundan önce beyan ettik. Kısaca her kesim giriftar olduğu mihnet ve meşakkati kendi kazanır.

Hakk Teâlâ cömert ve kerim, feyyaz-ı mutlaktır. Feyyaz-ı mutlak­ta cimrilik olmaz, bir kimseye zulüm ve gadr etmez ve müstehab ola­na yardım ve ihsanda eksiklik etmesi ihtimali yoktur. Cüz’î irade de­mek, her bir şahsın ruhunun meyil ve hoşlandığı şey ve evsafından ibarettir. Ruhun meyli ve hoşlandığı hangi tarafa yönelmiş olursa o tarafı irade ve arzu etmiş olur.

İşte bu iradesi hasebiyle gerek hayır­dan gerek şerden ne türlü muamele ve mücazat olunmasına müstehak ve layık ise külli İlahî irade o türlü muamele ve mücazat olunmasına taalluk eder. Ona kader derler. Güya cüz’î irade dolabın mihveri, küllî irade dolab mesabesindedir. Cüzî irade her ne kadar küllî irade­nin hükmü altında ise de küllinin hükmü cüz’înin devran ve liyakatı-na tabidir. Bu takdire göre her bir şahsın gerek hayır ve gerek şer ile muamele ve hüküm olunmasını gerektiren sebebi yine kendi zatıdır. Hatta bazı muhakkikler, her bir şahıs kendi nefsinin hem hakimi ve hem de mahkumudur.

Doğrusu budur ki kısas ve kati olunmaya müs­tehak bir katilin gerek kendinde değilken gerek uyku basmasıyla ve gerek çeşitli sebeplerle akl-ı maaşına ani bir halel, bozukluk olsa o anda katile, “Sen ne türlü mücazat ve muamele olmak istersin” diye sorsalar, katil, öldürülmek istediğini söyler. Keza hayır ile mücazat olunmaya müstehak salih bir kimsenin kendisine, sana ne türlü mu­amele olunması lazımdır diye sorsalar, hayır ile muamele olunması lazımdır diye cevap verirler. Keza zengin bir adam fakir olsa fakir ol­masını kendi batını kendine hükmeder. Kıyas bunun üzerinedir.

Kısa­ca herkesin bulunduğu hali kendi nefsi üzere kendisi icab ve hükme­der. Ama zahirde bilmezler. Batın hallerden bir miktar haberi olanlar bilirler. İnsanlar her zaman ekicidirler, yani ektiklerini biçerler “Dün­ya ahiretin tarlasıdır” hadisinin manası vaktinde ekilen hayır ve şer’i vakti gelince bulursun demektir. Bu takrirden anlaşıldığı gibi, İlahî fiillerin hepsi hüküm ve mesalih üzeredir. İllet ve arazla malul değil­dir. Bir kimsenin, bu niçin böyle, demeye hakkı yoktur. “Örtüyü açarsan, ortaya çıkan şeyde hatır yoktur” hadisi bu manayı doğrular. Bu mesele her ne kadar avama göre kolay ve açık ise de havasa göre kolay değildir.



Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü
Devamını Oku »

Huda-i Mevhum

Huda-i Mevhum


Ey arif! Hakikatta malûmun olsun ki, Âdemoğullarından pek çok kimseler farazi ve sahte (mevhum ve masnu’) bir İlaha taparlar ve daima da tapmaktadırlar. Çünkü her şahıs kendi fikir ve hayalinde bir şey tasavvur eder. O tasavvur ettiği şeye İlah  diye inanıp ona tapar. Herkesin tasavvur ettiği şey onun farazi ve sahte İlahı olur. Bütün insanlar bu tasavvurdan ırak olmaz. İşte böyle olan kimseler bütün gün putperestleri gıybet edip ‘putperestler kendi elleriyle put­lar yapıp ona taparlar’ diyerek onları kötülerler. Kendilerinin de bütün ömürlerinde diğer putperestler gibi olduklarını ve daima öyle olmak istediklerinini bilmezler. Rablerin Rabbı, gerçek Ma’bûd ve mutlak İlah’dan gafildirler.

Bu meselenin hariçte misali şudur: Bir abid Hz. Hızır’ın vasıflarını işitmekle ona aşık olup gece gündüz onunla karşılaşmayı ve sohbet etmeyi temenni edermiş. Fakat Hızır ismini işittiğinde şu kıyafette şu görünüşte olmalı diyerek hayalinde bir görünüş tasavvur etmiş. Bir gün halvette Hz.Hızır kendi cismani kıyafeti ile o abide görünüp ‘İşte görmek istediğin Hızır benim’’demiş.Abid hemen Hz.Hızır’ın suretine bakıp görmüş ki kalbinde tasavvur ettiği kıyafette değil. Abid ona ‘Sen Hızır değilsin’ demiş. Hızır (a.s.) abdie, ‘Niçin ben Hızır değilim’ dediğinde âbid, ‘Benim tasavvur ve vehm ettiğim Hızır bu kıyafette değildir’ şeklinde cevap verince, Hızır (a.s.) ona şöyle demiş: ‘Öyleyse sen bana aşık değilsin; ancak kendi tasavvur ve kuruntuna aşıksın’. Ve sonra kaybolmuş.''



Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü
Devamını Oku »

Kaza ve Kader

Kaza ve Kader


Ey arif! Allah’ın hükmü, kazası ve kaderi vardır. Bunların her biri başka başkadır, yani zıt isimlerdir, eşanlamlı isimler değildir. Hakk’ın ezelî ilmi O’nun hükmüdür. Bildiği şeyleri ortaya çıkarmak O’nun kazasıdır. Ve o şeyleri var ettikten sonra birden yaratıp zahire çıkarması O’nun kudret ve kaderidir. Her şey O’nun kaza ve kaderiyledir. Bu âlemde ne olursa O’nun kudretiyle olur. Bütün işler O’nun kaderiyledir.

Ey arif! Hakk’ın ilmi O’nun hükmü demektir. O hükmün sebep­lerini yaratmak O’nun kazasıdır. O sebepleri birden meydana getirmek O’nun kudret ve kaderidir. Yakinen bildik ki âlemde yaratılmışın (hâdis) bir şeye sebebolması mümkün değildir. Buna göre O’nun kudretinden hariç âlemde bir nesnenin zuhuru ve hudûsu mümkün olmaz. Bütün eşya O’nun kudret ve kaderiyle olur.

Ey arif! Malûmun olsun ki, ayetlerle hadislerin arasında tenakuz şeklinde bazı hükümler görülürse de görünüştedir (sûrî). Hakikatte tenakuz yoktur. Ulemâdan kelâmcıların, tenakuzların varacağı yeri (mevrid) ve musarreflerini inceleyip tenakuz yokluğunu bilmeleri gerekir. Aynı şekilde bir hadiste “Kader kılınmış şey değişmez"", diğer bir hadiste ise “Kaderi duadan başka hiçbir şey geri çevirmez“ rivayet olunmuştur. Dua, daha aşağıda olanın (ednâ) daha vakardan (âlâ) talep etmesi manasınadır. İmdi, bu iki hadis arasında olan tenakuz görünüştedir. Birinci hadise göre kader değiştirilmez ve ikinci hadise göre kaderin reddi mümkündür.

Ey arif! Eğer bir kimse, kaderi redd mümkün değildir derse, bi­rinci hadise göre doğru demiş olur. Bir başka kimse, kaderi redd mümkündür, derse, ikinci hadise göre yine doğru demiş olur. Mesele­nin tahkiki şudur; eşyada değişme mümkündür, ama bütünde müm­kün değildir. Mümkün olan, bazı eşyadadır. Kaderin reddi yine kader ile mümkün olur. Meselâ bir kimse çok bal yese vücudunda sıcaklık ortaya çıkar. Hummaya dönüşerek ölme ihtimali olabilir. Hazık ta­bibe haber verilerek bu hararet vücuttan savuşturulmuş oluncaya ka­dar ona kâfur yuvarlığı verip bu öldürücü hastalıktan kurtulma imkâ­nı bulabilir. Hiç şüphe yok ki o hararet Hakk’ın kaderiyleydi. Kâfur yuvarlağının yenmesi de yine Hakk’ın kaderiyledir. Buna göre kaderi redd kaderle mümkün demektir. Eğer humma hastalığı sonuna gelip rutubet tamamen dışarı atılmış ve harcanmışsa, hazık tabib ona ne kadar ilaç verirse versin hastalık kaldırılamaz.

Yıldızların ve feleklerin etkileri de böyledir. Mesela yaz mevsimi geldiğinde hava gayet sıcak olur. Bu sıcaklık Hakk’ın kaderiyledir. Bu harareti âlemden reddetmek mümkün değildir. Ama bir kimse yeraltı odası (seradib) yapar ve yaz döneminde orda oturursa kendi nefsin­den bu harareti uzaklaştırmış olur. Aynı şekilde kış mevsiminde hava gayet soğuk olur. Bu soğuğun Hakk'ın kaderiyle olduğundan şüphe yoktur. Bu kaderin âlemden reddi mümkün değildir. Soba ve ocaklık bulup kış günlerinde orada durursa, o soğukluğu kendi nefsinden uzaklaştırır. Diğer şeyleri sen buna kıyas et.

Ey arif! Kul tarafından ortaya konulan şeye tedbir derler. O şeyi Hakk Teâlâ yaratırsa ona takdir derler. “Kul tedbirle hareket eder, Allah takdir eder. ” Ama hakikat gözüyle incelense ikisi de İlahî ka­derdir. Kaderi yine Hakk’ın kaderiyle redd mümkündür. Kılıcı kılıç redd, askeri askerle redd, aklı akılla redd ve cehaleti cehaletle redd. Buna göre birinci hadisin musarrefi bütünde ve ikinci hadisin musarrefi bazılarında olup ikinci hadis arasında tenakuz olmadığı ke­sinleşmiş olur. Başka tenakuz şeklinde bulunan ayet ve hadisler de bu kıyas üzredir.

İmdi bu tahkik üzre şeriat ehlinin mezhebi Cebriyye ve Kaderiye’den uzak ve ayrı olur. Çünkü Cebriye tedbiri inkar edip,kaderi, reddmümkün değildir, “Kader kılınmış şev değişmez’’

Diyerek mutlak cebr de kaldılar. Kulların tedbirini ve cüzi ıradelerini toptan inkar ettiler. Kaderiye ise Hıristiyanlar ve Mecûsiler gibi Hakk’ın kaderinı bütün bütün inkâr ettiler. Kaderiye’nin hatası Cebriyenin hatasından daha büyük ve daha kötü olduğu açıktır. Hatta bir hadiste; “Kaderiye, bu ümmetin Mecusileridir"buyrulmuştur.

Cebriyye’nin câhillerine şu şekilde bir soru sorulur: Sîzler cüz î irade ve akılların tedbirini redd ve inkâr edip kaderin kaderle reddi mümkün değil diyorsunuz.Eğer nefs-ı emr'de sizin dediğiniz gibi olsaydı hocaların terbiyesinin, akılların tedbiri ve anlayışların düşüncesinin,aptalca ve abes olması gerekirdi. Hatta iyiliği emr ve kötülükten nehy etme de fayda olmazdı, bu soru gayet açık ve aydınlıktır. Açıklığınınn çokluğundan bu meselede ulemadan bir hayli cemaat hayrete düşüp sersemlediler. Kaderiye, Cebriye ve bazı bâtıl mezheplerin kurulması kader meselesini halledemediklerinden dolayı oldu.

Beyit

Dermiş ıkı milletin savaşı herkese özür,

Hakikati görmedikleri için efsane yolun vardılar!

Cebriye’nin Görüşlerini İptal İçin Diğer Bir Cevap

Muhakkikler kader sırrı hakkında şöyle söylemişlerdir: Alem ezelde İlâhî işlerde (şuûnât-ı ilâhîye)sinde iken her birinin mahiyeti ve gereğine Allah’ın ezelî ilminin taallukundan ibarettir. Öyle kı her bir ayn hariçte var olma zamanında, yani haricî varlığı hangi za­manda olması gerekiyorsa o gerektiği hal üzre zuhuruna ilmi taal­luk etmişti. Halbuki şuûnat ve a’yânlar kılınmış (mec’ûl) değildir. Kılanın (câil) kılması ona taalluk etmemiştir. İşte bu ilmi üzre hük­mü sabit oldu. Buna göre hükmü ilmine tabi oldu. İlmi de malûma tabı oldu. Şüphesiz Hak Teâlâ Hakîm’dir ve de Hakem’dır. Bir şey üzre kaza ve hüküm buyurmaz, ancak o şeyin ilmi hazretinde subûtu halinde ayn’ın ilerde kaza bulacak hallerine taalluk eden ilmi üzre hüküm buyurduğundan mahlukatta kesinlikle cebr ihtimali bulunmaz.’’Peki niçin falanı kafir,falanı mümin,falanı fakir, falanı zengin kıldı” diye sorulmaz. Herkesin hâli zatının gereği olmuş olur. Eğer bir kimse bu meseleyi anlamazsa ona “ Yaptığından sorulmaz ” (Enbiya, 23) cevabından başka cevap verilmez. Muhak­kiklerin meslekleri budur.

Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü(İnsan yay.)
Devamını Oku »

Bir Menkıbe

Bir Menkıbe

Bir gün Cüneyd-i Bağdadî’ye, kabiliyet ve istidatlı bir mürid gelip hizmetinde bulunmakla beraber az vakitte çok kemal tahsil edip diğer müridlere üstün gelmiş. Diğer bir kabiliyetsiz müridi hased ve kinin­den Cüneyd-i Bağdadî’ye, “Ben yirmi seneden fazla sizin hizmetiniz­de bulundum, bu yeni müridin birkaç gün zarfında kazandığı merte­beleri tahsil edemedim” deyince; Cüneyd-i Bağdadî, itiraz eden müridi aydınlatmak için yeni mürid ile eski müridine bir tavuk verip, her birine bu tavukları tenha bir yere götürüp kesin, sizden başka hiç kimse bunubilmesin diye emretmiş. Eski mürid tenha bir yer bulup tavuğu keserek şeyhin huzuruna getirmiş. Yeni mürid bir hayli etrafta dolaşıp kesmeden canlı olarak şeyhin huzuruna getirince, şeyh müri­de “Niçin bunu kesmediniz?” demiş. Mürid, “Efendim; siz bize, siz­den başka kimsenin bilmediği bir yerde kesin, diye emretmiştiniz.

Ben de tenha bir mahal bulamadım. Zira nerede kesecek olsam HakkTeâlâ biliyor ve görüyor. Yoksa emrinize muhalefet etmedim” deyin­ce, Cüneyd-i Bağdadî, eski müride dönüp “Ey nâdân, sen yirmi sene­den fazla hizmet ettin, bu kadar irfan kazanamadın. Bu mürid ise bir­kaç gün hizmetle bulunmakla sizin gibi ahmaklara üstün geldi. Kabili­yetsiz müridlere mürşid ne çare eylesin” diye cevap vermişler. Hz. İsa (a.s.), ölü cesedi ihyadan aciz değilim, ama ölü kalpli nadanı ihyadan acizim. Eğer böyle olmasaydı, enbiya ve evliya kendi zamanlarında olan ölü kalpleri irşâd ve ihya edip bu kadar zorluk çekmezlerdi.

Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü(İnsan yay.)
Devamını Oku »

Nebiler ve Velîlerden Yardım ve Şefaat istemek



Nebiler ve velîlerden yardım ve şefaat istemek (istimdâd ve istisfâ) Hakk’ın iradesiyle olabilir. Allah’ın iradesiyle ilgili olmadıkça bir kimseye yardım ve şefaat edemezler. Zamanımızda böcekler gibi olan insanlar o ılâhî emir ile amel etmeyip yasaklardan kaçınmayarak çeşitli haram ve münkerleri işlerken falan makamı ziyaret, filan makamın mevlidi için masraflar ve falan yerde zikr edilir diye acele etme ve makam makam dolaşıp bildiği günahları ve haramları işlediği halde evliya makamlarından yardım istemek ne kadar budalalık ve câhilliktir. Evliyanın yardımı­nın Hakk’ın rızasını elde eden kimseler için olduğunu bilmezler. Eğer bir kimseden Hakk Teâlâ razı değilse, o kimse hangi velînin zi­yaretine giderse o velînin ruhu ona buğz ve lanet eder. Ziyaret, zi­kir ve taat“Şüphesiz Allah muttakîlerden kabul eder" (Mâide, 27) mısdakına göre ancak takva ehlinden kabul edilir.

Eğer Allah bir kulundan razı olursa bütün nebîler ve velîlerin ruhları o kula dua ve yardım ederler ve uyku ve uyanıklığında onu ziyaret ederler. İşte salihlerin rüyalarından da nebîleri ve velîlerin görmelerinin sebebi budur. Maksat Allah’ın rızasını kazanmaktır. Nice konak sahipleri de konaklarında Kur’ân okutmak ve zikirler yaptırmak gibi şeylerle İlâhî hükümleri yerine getiririm zannettiklerinden, hemen İslâmiyet ve dindarlık budur inancıyla şer’î hükümleri toptan terk ederek helâl ve haram tanımayıp Kur’ân okutmakla bütün günahlardan temizlenme ve dünya ve ahiretini tamir eder zannıyla İslâmiyet ancak budur sanmışlardır.

Kur’ân’ın inmesinden maksadın onunla amel etmek olduğunu bilmezler. Yoksa gereğiyle amel etmeyerek, Kur’ân’ın lafızlarını okuyan ve dinleyenlere Kur’ân beddua ve lanet eder. Boş bir söz gibi Kur’ân'ı okumak ve dinlemek ancak Kur’ân’a hakaret ve onunla alay etmektir. Bundan Allah’a sığınırız. Mesela bir hükümdar kendi tebasına emir ve hükümlerini kapsayan bir fer­man gönderse, O teba padişahın fermanıyla amel etmeyip hemen fermanın ibaresini okuyup dinlemekte vakit geçirseler,o hükümdar böyle bir teba hakkında ne şekilde muamele edeceği açıklamaya ihtiyaç duymaz.

Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü(İnsan yay.)
Devamını Oku »

Hayır ve Şer Allah'tandır


Bir hadis-i kudsîde “Kullarımdan bazısına fakirlik layık olur, eğer ona zenginlik versem hâli bo­zulur; bazı kullarıma da zenginlik layık olur, eğer onu fakır kılsam hâli bozulur” buyrulmuştur. Bu hadis yukarıda adı geçenlerin hepsini içine alır. Herkesin istidat ve kabiliyetine gerektirirse ona göre mu­amele olunur. Mesela Zeyd’in tavır ve fiilleri Amr’ın  tavır ve fillerin­den iyi ve güzel iken, Zeyd’in fakir ve mihnette olup, Amr’ın zengin ve rahat olması, takdir olunanın ortaya çıkması demektir. Kendi nef­sini teberri ve kadere isnad etmek tam cehalettir. Çünkü “insanlar amellerine göre karşılık bulurlar, amel hayr ise hayır, şer ise şer bu­lur” mealince her şahsın istidadı İlahî takdiri kendi nefsine icab ve davet eder. Meselâ iki talebe bir üstadtan ilim tahsilinde olsalar,ahlâklarına uygun olarak biri heva ve hevesine tabi olup okumadan câhil kalsa ve cehaleti yüzünden fakir ve zillette olsa diğeri gayret ve himmet ederek alim olup ilmi sebebiyle nimet ve izzette olsa, imdi bu iki şahsın kaderleri böyle imiş demek kaderi hatalı saymaktır.

İki kardeşe babalarından miras kalsa, biri sefahata harcayarak fa­kir, diğeri tedbirli, akıllı olup israf etmeyerek zengin olsa, bu iki kar­deşin fakir ve zenginliğini kadere isnad etmek cehalet ve avamın iti­kadıdır. Belki kendilerine hareket ve fiillerinin etkisinin gereği olarak ilahı kaderi bu halde bulunmalarına davet ve icab ettirdi. Zira “Senin Rabbin kimseye zulmetmez. ” (Kehf, 49) “Biz onlara zulmetmedik lâ­kin onlar kendilerine zulmettiler ” (Hud, 101) ve daha bunların ben­zeri ayetler ve hadislerin delâletleri zulüm ve isyanın kula isnad olun­masını işaret ederler. 

Hatta şeytan “Beni iğva ettin” (Hicr, 39) kelâ­mında iğvayı Hakk Teâlâ’ya isnadla yalancı, Hz. Adem “nefsimize zulmettik” kelamında zulmü kendi nefsine isnad ederek doğru oldu­ğu için şeytan kovulmuş ve Hz. Adem makbul olmuştur. Hayır ve şer Hakktandır demek, yaratmak ve hüküm Haktandır ama benimseme ve irade kuldandır diye inanmak gerekir. Eğer böyle olmazsa irade-i cüz’ıyeyı inkar ve Cebriye mezhebini seçmek lazım gelir. Cüz’î irade­nin gerek mahluk, gerek gayr-i mahluk olsun kulun hallerinin hepsinin varcağı  yercüz’îiradedir. Tedbirde kusur edip takdire bahane bulmak aptallıktır. İlmin maluma tabi olduğu meselesini bundan önce beyan ettik. Kısaca her kesim giriftar olduğu mihnet ve meşakkati kendi kazanır.

Hakk Teâlâ cömert ve kerim, feyyaz-ı mutlaktır. Feyyaz-ı mutlak­ta cimrilik olmaz, bir kimseye zulüm ve gadr etmez ve müstehab ola­na yardım ve ihsanda eksiklik etmesi ihtimali yoktur. Cüz’î irade de­mek, her bir şahsın ruhunun meyil ve hoşlandığı şey ve evsafından ibarettir. Ruhun meyli ve hoşlandığı hangi tarafa yönelmiş olursa o tarafı irade ve arzu etmiş olur. İşte bu iradesi hasebiyle gerek hayır­dan gerek şerden ne türlü muamele ve mücazat olunmasına müstehak ve layık ise külli İlahî irade o türlü muamele ve mücazat olunmasına taalluk eder. Ona kader derler. 

Güya cüz’î irade dolabın mihveri, küllî irade dolab mesabesindedir. Cüzî irade her ne kadar küllî irade­nin hükmü altında ise de küllinin hükmü cüz’înin devran ve liyakatı-na tabidir. Bu takdire göre her bir şahsın gerek hayır ve gerek şer ile muamele ve hüküm olunmasını gerektiren sebebi yine kendi zatıdır. Hatta bazı muhakkikler, her bir şahıs kendi nefsinin hem hakimi ve hem de mahkumudur.

Doğrusu budur ki kısas ve kati olunmaya müs­tehak bir katilin gerek kendinde değilken gerek uyku basmasıyla ve gerek çeşitli sebeplerle akl-ı maaşına ani bir halel, bozukluk olsa o anda katile, “Sen ne türlü mücazat ve muamele olmak istersin” diye sorsalar, katil, öldürülmek istediğini söyler. 

Keza hayır ile mücazat olunmaya müstehak salih bir kimsenin kendisine, sana ne türlü mu­amele olunması lazımdır diye sorsalar, hayır ile muamele olunması lazımdır diye cevap verirler. Keza zengin bir adam fakir olsa fakir ol­masını kendi batını kendine hükmeder. Kıyas bunun üzerinedir. 

Kısa­ca herkesin bulunduğu hali kendi nefsi üzere kendisi icab ve hükme­der. Ama zahirde bilmezler. Batın hallerden bir miktar haberi olanlar bilirler. İnsanlar her zaman ekicidirler, yani ektiklerini biçerler “Dün­ya ahiretin tarlasıdır” hadisinin manası vaktinde ekilen hayır ve şer’i vakti gelince bulursun demektir. Bu takrirden anlaşıldığı gibi, İlahî fiillerin hepsi hüküm ve mesalih üzeredir. İllet ve arazla malul değil­dir. Bir kimsenin, bu niçin böyle, demeye hakkı yoktur. “Örtüyü açarsan, ortaya çıkan şeyde hatır yoktur” hadisi bu manayı doğrular. Bu mesele her ne kadar avama göre kolay ve açık ise de havasa göre kolay değildir.

Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü
Devamını Oku »

Kaza ve Kader



Ey arif! Allah’ın hükmü, kazası ve kaderi vardır. Bunların her biri başka başkadır, yani zıt isimlerdir, eşanlamlı isimler değildir. Hakk’ın ezelî ilmi O’nun hükmüdür. Bildiği şeyleri ortaya çıkarmak O’nun kazasıdır. Ve o şeyleri var ettikten sonra birden yaratıp zahire çıkarması O’nun kudret ve kaderidir. Her şey O’nun kaza ve kaderiyledir. Bu âlemde ne olursa O’nun kudretiyle olur. Bütün işler O’nun kaderiyledir.

Ey arif! Hakk’ın ilmi O’nun hükmü demektir. O hükmün sebep­lerini yaratmak O’nun kazasıdır. O sebepleri birden meydana getirmek O’nun kudret ve kaderidir. Yakinen bildik ki âlemde yaratılmışın (hâdis) bir şeye sebebolması mümkün değildir. Buna göre O’nun kudretinden hariç âlemde bir nesnenin zuhuru ve hudûsu mümkün olmaz. Bütün eşya O’nun kudret ve kaderiyle olur.

Ey arif! Malûmun olsun ki, ayetlerle hadislerin arasında tenakuz şeklinde bazı hükümler görülürse de görünüştedir (sûrî). Hakikatte tenakuz yoktur. Ulemâdan kelâmcıların, tenakuzların varacağı yeri (mevrid) ve musarreflerini inceleyip tenakuz yokluğunu bilmeleri gerekir. Aynı şekilde bir hadiste “Kader kılınmış şey değişmez"", diğer bir hadiste ise “Kaderi duadan başka hiçbir şey geri çevirmez“ rivayet olunmuştur. Dua, daha aşağıda olanın (ednâ) daha vakardan (âlâ) talep etmesi manasınadır. İmdi, bu iki hadis arasında olan tenakuz görünüştedir. Birinci hadise göre kader değiştirilmez ve ikinci hadise göre kaderin reddi mümkündür.

Ey arif! Eğer bir kimse, kaderi redd mümkün değildir derse, bi­rinci hadise göre doğru demiş olur. Bir başka kimse, kaderi redd mümkündür, derse, ikinci hadise göre yine doğru demiş olur. Mesele­nin tahkiki şudur; eşyada değişme mümkündür, ama bütünde müm­kün değildir. Mümkün olan, bazı eşyadadır. Kaderin reddi yine kader ile mümkün olur. Meselâ bir kimse çok bal yese vücudunda sıcaklık ortaya çıkar. Hummaya dönüşerek ölme ihtimali olabilir. Hazık ta­bibe haber verilerek bu hararet vücuttan savuşturulmuş oluncaya ka­dar ona kâfur yuvarlığı verip bu öldürücü hastalıktan kurtulma imkâ­nı bulabilir. Hiç şüphe yok ki o hararet Hakk’ın kaderiyleydi. Kâfur yuvarlağının yenmesi de yine Hakk’ın kaderiyledir. Buna göre kaderi redd kaderle mümkün demektir. Eğer humma hastalığı sonuna gelip rutubet tamamen dışarı atılmış ve harcanmışsa, hazık tabib ona ne kadar ilaç verirse versin hastalık kaldırılamaz.

Yıldızların ve feleklerin etkileri de böyledir. Mesela yaz mevsimi geldiğinde hava gayet sıcak olur. Bu sıcaklık Hakk’ın kaderiyledir. Bu harareti âlemden reddetmek mümkün değildir. Ama bir kimse yeraltı odası (seradib) yapar ve yaz döneminde orda oturursa kendi nefsin­den bu harareti uzaklaştırmış olur. Aynı şekilde kış mevsiminde hava gayet soğuk olur. Bu soğuğun Hakk'ın kaderiyle olduğundan şüphe yoktur. Bu kaderin âlemden reddi mümkün değildir. Soba ve ocaklık bulup kış günlerinde orada durursa, o soğukluğu kendi nefsinden uzaklaştırır. Diğer şeyleri sen buna kıyas et.

Ey arif! Kul tarafından ortaya konulan şeye tedbir derler. O şeyi Hakk Teâlâ yaratırsa ona takdir derler. “Kul tedbirle hareket eder, Allah takdir eder. ” Ama hakikat gözüyle incelense ikisi de İlahî ka­derdir. Kaderi yine Hakk’ın kaderiyle redd mümkündür. Kılıcı kılıç redd, askeri askerle redd, aklı akılla redd ve cehaleti cehaletle redd. Buna göre birinci hadisin musarrefi bütünde ve ikinci hadisin musarrefi bazılarında olup ikinci hadis arasında tenakuz olmadığı ke­sinleşmiş olur. Başka tenakuz şeklinde bulunan ayet ve hadisler de bu kıyas üzredir.

İmdi bu tahkik üzre şeriat ehlinin mezhebi Cebriyye ve Kaderiye’den uzak ve ayrı olur. Çünkü Cebriye tedbiri inkar edip,kaderi, reddmümkün değildir, “Kader kılınmış şev değişmez’’

Diyerek mutlak cebr de kaldılar. Kulların tedbirini ve cüzi ıradelerini toptan inkar ettiler. Kaderiye ise Hıristiyanlar ve Mecûsiler gibi Hakk’ın kaderinı bütün bütün inkâr ettiler. Kaderiye’nin hatası Cebriyenin hatasından daha büyük ve daha kötü olduğu açıktır. Hatta bir hadiste; “Kaderiye, bu ümmetin Mecusileridir"buyrulmuştur.

Cebriyye’nin câhillerine şu şekilde bir soru sorulur: Sîzler cüz î irade ve akılların tedbirini redd ve inkâr edip kaderin kaderle reddi mümkün değil diyorsunuz.Eğer nefs-ı emr'de sizin dediğiniz gibi olsaydı hocaların terbiyesinin, akılların tedbiri ve anlayışların düşüncesinin,aptalca ve abes olması gerekirdi. Hatta iyiliği emr ve kötülükten nehy etme de fayda olmazdı, bu soru gayet açık ve aydınlıktır. Açıklığınınn çokluğundan bu meselede ulemadan bir hayli cemaat hayrete düşüp sersemlediler. Kaderiye, Cebriye ve bazı bâtıl mezheplerin kurulması kader meselesini halledemediklerinden dolayı oldu.

Beyit

Dermiş ıkı milletin savaşı herkese özür,

Hakikati görmedikleri için efsane yolun vardılar!


Cebriye’nin Görüşlerini İptal İçin Diğer Bir Cevap


Muhakkikler kader sırrı hakkında şöyle söylemişlerdir: Alem ezelde İlâhî işlerde (şuûnât-ı ilâhîye)sinde iken her birinin mahiyeti ve gereğine Allah’ın ezelî ilminin taallukundan ibarettir. Öyle kı her bir ayn hariçte var olma zamanında, yani haricî varlığı hangi za­manda olması gerekiyorsa o gerektiği hal üzre zuhuruna ilmi taal­luk etmişti. Halbuki şuûnat ve a’yânlar kılınmış (mec’ûl) değildir. Kılanın (câil) kılması ona taalluk etmemiştir. İşte bu ilmi üzre hük­mü sabit oldu. Buna göre hükmü ilmine tabi oldu. İlmi de malûma tabı oldu. 

Şüphesiz Hak Teâlâ Hakîm’dir ve de Hakem’dır. Bir şey üzre kaza ve hüküm buyurmaz, ancak o şeyin ilmi hazretinde subûtu halinde ayn’ın ilerde kaza bulacak hallerine taalluk eden ilmi üzre hüküm buyurduğundan mahlukatta kesinlikle cebr ihtimali bulunmaz.’’Peki niçin falanı kafir,falanı mümin,falanı fakir, falanı zengin kıldı” diye sorulmaz. Herkesin hâli zatının gereği olmuş olur. Eğer bir kimse bu meseleyi anlamazsa ona “ Yaptığından sorulmaz ” (Enbiya, 23) cevabından başka cevap verilmez. Muhak­kiklerin meslekleri budur.

Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü(İnsan yay.)
Devamını Oku »

Bir Menkıbe



Bir gün Cüneyd-i Bağdadî’ye, kabiliyet ve istidatlı bir mürid gelip hizmetinde bulunmakla beraber az vakitte çok kemal tahsil edip diğer müridlere üstün gelmiş. Diğer bir kabiliyetsiz müridi hased ve kinin­den Cüneyd-i Bağdadî’ye, “Ben yirmi seneden fazla sizin hizmetiniz­de bulundum, bu yeni müridin birkaç gün zarfında kazandığı merte­beleri tahsil edemedim” deyince; Cüneyd-i Bağdadî, itiraz eden müridi aydınlatmak için yeni mürid ile eski müridine bir tavuk verip, her birine bu tavukları tenha bir yere götürüp kesin, sizden başka hiç kimse bunubilmesin diye emretmiş. Eski mürid tenha bir yer bulup tavuğu keserek şeyhin huzuruna getirmiş. Yeni mürid bir hayli etrafta dolaşıp kesmeden canlı olarak şeyhin huzuruna getirince, şeyh müri­de “Niçin bunu kesmediniz?” demiş. Mürid, “Efendim; siz bize, siz­den başka kimsenin bilmediği bir yerde kesin, diye emretmiştiniz.

Ben de tenha bir mahal bulamadım. Zira nerede kesecek olsam HakkTeâlâ biliyor ve görüyor. Yoksa emrinize muhalefet etmedim” deyin­ce, Cüneyd-i Bağdadî, eski müride dönüp “Ey nâdân, sen yirmi sene­den fazla hizmet ettin, bu kadar irfan kazanamadın. Bu mürid ise bir­kaç gün hizmetle bulunmakla sizin gibi ahmaklara üstün geldi. Kabili­yetsiz müridlere mürşid ne çare eylesin” diye cevap vermişler. Hz. İsa (a.s.), ölü cesedi ihyadan aciz değilim, ama ölü kalpli nadanı ihyadan acizim. Eğer böyle olmasaydı, enbiya ve evliya kendi zamanlarında olan ölü kalpleri irşâd ve ihya edip bu kadar zorluk çekmezlerdi.

Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü(İnsan yay.)
Devamını Oku »