Alem Hakîkat-i Muhammediyye’nin Yansımasıdır

Alem Hakîkat-i Muhammediyye’nin Yansımasıdır


Sûfîler, anlatabildikleri kadarıyla, tecelliyatın kendisinden neş'et ettiği yani Hakk'ın umûr-ı dünyeviyyeye yönelik kısmı olan o Logos'a "Muhammedi Hakikat" demişlerdir. Hakîkat-i Muham- mediyye kavramı bedenlenmiş, Mekke'de doğmuş, Medine de vefat etmiş, Abdullah'ın oğlu, Âmine'den doğma Hazret-i Muhammed dediğimiz o şahs-ı mücessemin hakikatidir. Bu hakikat yara­tılmamış olması hasebiyle, zaman zaman Hazret-i Muhammed le hakîkat-i Muhammediyye arasında anlatımda farklılıklar olur. Şöyle söyleyelim: Bütün peygamberler, Hazret-i Muhammed de içlerinde olmak üzere, hakîkat-i Muhammediyye'nin yansımasıdırlar. Hakîkat-i Muhammediyye ile Hazret-i Muhammed arasında miraç hadisesi vukû bulmuştur. Hazret-i Muhammed(sav), kendi hakikatine miracda ermiştir.

Sûfîlere göre âlem, hakîkat-i Muhammediyye'nin yansıma­sıdır, demiştik. Buna siz âlemin ruhu da diyebilir veya değişik adlar verebilirsiniz. Bundan dolayı sûfîler der ki: İnsanlık, daha genel anlamıyla bütün mahlûkat iki kategoriye ayrılır. Bir tanesine ümmet-i davet denir, bir tanesine ümmet-i icâbet denir. Ümmet, topluluk demektir. Davet topluluğu şudur: İster mü'min, ister kafir ister Putperest, ister Türk, ister Arap, ister İngiliz olsun,

bütün yaratılan şeyler, nesneler kozmik anlamda bu ilk yara­tılanın yansımasıdır. Her şey ondan çıktığı için yaratılmış her şey hakîkat-i Muhammediyye'nin kozmik genlerini taşır. Bütün âlemde bu hakikatin parçacıkları vardır, o her şeyin atomlarma kadar sirayet etmiştir. Sûfîler der ki: Yeryüzünün tamamında hakîkat-i Muhammedi'nin kokusu, rengi vardır. Bu gözle ba­kıldığı zaman bütün kâinat Muhammedi'dir. Bütün insanlık Muhammedi'dir. İster Müslüman, ister kâfir, ister Hristiyan ol­sun, hepsi Muhammedi'dir. Hepsi Muhammed'in çocuklarıdır; sallallahu aleyhi ve sellem. Bunlara ümmet-i davet denir.

Ancak bunların içerisinde bir grup vardır ki fıtratlarında, zâti olarak kendi cevherlerinde yer alan bu hakîkat-i Muhammediyye'nin parçacıklarını dünya hayatlarında yaşarken Hakk'a olan iman basamaklarında, şeriat-i Muhammediyye'yi de zâhirde kabul etmek suretiyle itiraf ettiklerinde zâhirleri de bâtınlarına uymuş olduğundan, zâhirleri de bâtınlarının davetine icabet etmiş ola­cağından, Muhammedi olan kişi böylece zâhirde ümmet-i icâbet haline gelir. Yani iç daveti fıtrata cevap vererek "Amentü bike ya Resûlallah, fedake ebî ve ümmîya Resûlallah! Anam babam sana feda olsun ya Resûlallah veya dahîlek ya Resûlallah/" gibi ona teslimiyeti, bağlılığı, imanı ifade eden ifade biçimleriyle bu niyetini izhar eden kişi, aslında kendi içindeki fıtrata iman etmiştir. Bu açıdan, bunun aslında bir sağlamasını da yapmamız mümkündür. Bunu nasıl yapabiliriz?



Nübüvvetin Ortak Adıdır Muhammediyye

Bütün peygamberler, hakîkat-i Muhammediyye'den neş'et ettikleri için her bir peygamber Hazret-i Muhammed'in bir yö­nünün izhar edicisi olmuştur. Bundan dolayı nasıl Allah ismi, lafza-yı Celâl, Hakk'ın diğer isimlerine câmi ise, bütün isimlerini kuşatıyorsa, Allah'ın her bir ismi o lafza-yı Celâl içerisinde ihata ediliyorsa aynı şekilde Muhammed ismi de -sallallahu aleyhi vesellem İsa, Mûsâ, İbrahim, Üzeyir, Âdem aleyhimüsselâm ve diğer bütün peygamberlerde mânen mündemiçtir. Dolayısıyla Hazret-i Muhammed adeta bütün peygamberlerin toplamıdır, bütün peygamberlerin ortak adıdır. Belki de buna bir müessese adı diyebilirsiniz. Peygamberliğin adıdır Muhammediyyet. Nü­büvvetin ortak adıdır Muhammediyyet. Ondan dolayı her nebi, aslında o nübüvvet nurunun bir veçhesini yansıtmıştır hayatında. Bunu, dinler tarihine baktığımız zaman çok iyi görürüz.

Her bir nebide aşağı yukarı bazı özellikler öne çıkmıştır. Ama Hazret-i Muhammed(a.s) Efendimize baktığımız zaman, bütün nebilerin özelliklerini buluruz. İsa'nın şefkati de var, Mûsâ'nın celâli de. Kılıç da var, teşbih de. Ümmîlik de var, yüksek ilim de. Fakr da var zenginlik de. Bundan dolayı Hazret-i Muhammed'in mane­viyatı, insan fıtratında yerleşik olan bütün özellikleri kuşatabilen bir yöne sahip. Evlilik de var, çocuk sahibi olmak da, bir odaya kapanıp inzivaya çekilmek de. Yemek yemek de var, peş peşe savm-ı Dâvûd tutmak da. Tek başına yapılan ibadetler de var, topluca yapılan ibadetler de. Siyaset var, ekonomi var ama bunun yanında güçlü bir maneviyat da var. Cemaat de var, uzlet de. Fakat bir manastırda, tek başına icra edilen bir uzlet yok.

Sadece top­lumsallık, toplumsallığın ferdi ezdiği, öldürdüğü bir din anlayışı da yok. Bugün din temelli bazı teorilerin ileri sürdüğü gibi dini sadece sosyo-politik bir teoriye indirgeme anlayışı da yok. Diğer taraftan güçlü bir maneviyat var fakat toplumsal sorumluluk da var. Güçlü bir sanata zemin hazırlayacak malzemeler de var. Do­layısıyla hakîkat-i Muhammediyye'nin tecellisi bütün insanlıkta var olmasından dolayıdır ki bir insanın Müslüman oluşunda daha doğrusu Muhammedi oluşunda bir tür fıtratının sesine cevap verme, icabet etme gibi bir yaklaşım söz konusudur. Bunun için hakîkat-i Muhammediyye yönüyle Hazret-i Muhammedi tanı­yanlar, o şekilde ihtida edenler -Martin Lings gibi, Rene Guanon gibi- hep şunu itiraf etmişlerdir: "Biz aslında fıtratımızın sesine kulak verdik." Yani Muhammedi olmakla biz dönmedik, kendi içimizi keşfettik.

Mahmud Erol Kılıç - Tasavvuf Düşüncesi

Devamını Oku »

Zikirle Allah’ı Bulma

Zikirle Allah’ı Bulma


Allah'ın isimlerini zikretmek yani saymak suretiyle o isimlerin ruhaniyeti, manası kişiye gelmeye, aksetmeye ve üzerinde hakimiyet kurmaya başlar. Bir müddet sonra o kişinin artık sırf dili değil, bütün azalan zikretmeye, o ismi söylemeye devam eder. Buna giden yol önce dil ile yani lisanı hareket ettirmek suretiyle olur. Lisanı hareket ettirmek, "Allah, Allah...", "Lâ ilâhe illâllah, lâ ilâhe illâllah..." zikrine devam etmektir ki, bu da kişide bir müddet sonra hızlanır ve sabit bir nokta haline gelir. Bir kere "Allah" der ama o bir defa "Allah" demenin ardında, on bin "Allah" rezonansı vardır. Buna, "zikr-i dâim" denir. Zikr-i dâim, çok yüksek bir makamdır. Büyük âriflerin çıkabileceği makamdır. Onlar sayısallığı artık aşmışlardır. Çünkü onların hayatlarında Allahın mazhariyetinin dışında bir oluş kalmamıştır.

Onlar bir hadis-i kutside ifade edildiği gibi; "O kimseler beni o kadar çok anarlar, bana o kadar çok ibadet ederler ki, (ibadet, anmak demektir aynı zamanda) Allah'ın isimlerini o kadar zikrederler ki, bir müddet sonra ben ve o, o kadar yakınlaşırız ki, onlar benim gören gözüm, tutan elim, yürüyen ayağım olurlar."10 Allah'ın eli olur mu? Allah'ın ayağı olur mu? Allah'ın gözü olur mu? Bunlar ayrı birtakım konular ama Allah hadis-i kutside, 'olurlar' diyor. Demek ki, yeryüzünde hiç kimse Allah ile, Allah olarak, ilah olarak yolda, sokakta karşılaşmış değildir. "Allah adamı" olarak Allah bulunur.

Allah'ın yeryüzünde Zâtı ile bulunamaması yeryüzünün, şehadet âleminin doğasının Zât'ını kaldıramayacağından ileri gelir ki, kayıtlılık âlemi, kayıtsızlık âlemini kaldıramaz. Bu sebepten dolayı, Allah ancak isimleri ile tecellileri ile bilinir. Allah'ı mükemmel bir şekilde tecelli ettirebilecek tek varlık "insan"dır. Çünkü "ve alleme'l-esmâe külleha" buyruluyor. "Ben bütün isimlerimi âdeme yükledim, öğrettim, bildirdim, bellettim." Bu âyetin ifadesinden biz, hayvanat, nebatat, cemadat gibi insan dışındaki diğer varlıklarda da Allah'ın isimlerinin belirli oranda bulunduğunu görmekteyiz ama bütünü, küllü sadece insandadır. "Allah'a giden en güzel yol, Allah'ın mazhar-ı tammı olan insandan geçer."

Umum dindarların, umum Müslümanların kendilerine bildirilen, aynı zamanda Peygamber Efendimizin(sav) hadislerinde de tavsiye edilen esmaların adetlerine devam etmelerinin bir mahzuru yoktur. Çünkü bunlar hafifletilmiş, herkesin günlük olarak yapabileceği zikirlerdir. Mesela, namazdan sonraki tesbihatlar gibi. Ama bunun üzerindeki özel rakamlar, beş bin kelime-i tevhid ya da yetmiş bin kelime-i tevhid ile başlamak gibi hususlar, hiçbir dindarın kendi başına karar verip bunlarla meşgul olmaması gereken önemli hususlardır. Çünkü bu, özel bir ilimdir, özel ilim, ancak bir rehber, bir bilen eşliğinde elde edilebilir.

Sayının ve esmanın doğru tespit edilememesi, çok yüksek rakamlarla kişinin kaldıramayacağı enerjiyi çekmesi, birtakım problemleri beraberinde getirir. Dolayısıyla, öncelikli olarak kişinin gücünü tespit etmek gerekir. Eğer bir insanın pazıları, ayak kasları o kadar sıkleti kaldıramayacak güçte ise -halterci tabiri ile söylüyorum- o ağırlığın altına o kişiyi sokmak bir antrenör problemini doğurur. Bu da, bilimsel bir hatadır. Herkes kaldırabileceği yükün altına girmelidir. Ama halter sporunda her zaman yüz kilo üstü kaldıran insanlar da bulunmaktadır. Bunlara da, dünya şampiyonları denmektedir. Her ilimde şampiyonlar olabilir. Tabii herkes şampiyon olacak diye bir şart yoktur. Biz pazar torbasını kaldırabilirsek -beş kilo on kilo gibi- günlük hayatımızı da böylece sürdürmüş oluruz.

İsimler şemasını gözümüzün önünde şöyle bir canlandırabili­riz. Varlık katmanlarını insanlar, hayvanlar, bitkiler ve katı cisim­ler âlemi olarak ele alalım. Bütün âlemin Allah'ın isimlerinden meydana geldiğine inanarak, (Nitekim O'nun isimlerinden başka bir şey yok) tek tek isimleri yazalım. Mesela, ilk olarak Allah'ın "Mütekellim" ismini ele alıp şemaya yazdığımız zaman, bu çe­telede insan karşısında (+) yazabiliriz, çünkü insan konuşan bir varlıktır. Demek ki, Mütekellim ismi insanda zuhûr etmektedir. Hayvanat da -bize göre anlamsız dahi olsa- belirli sesler çıkar­dığından, onlar da Mütekellim ismini taşırlar. Bakınız insanlar ve hayvanlar Allah'ın el-Mütekellim isminde müşterek oldular. Kendisinden bir ses çıkmaması hasebiyle, Mütekellim ismi bitkiler âleminde noksandır. Dolayısıyla eksi (-)... Cemadata geldiğimiz zaman, orda da Mütekellim ismi noksandır, yine eksi (-).

Bu şekilde, doksan dokuz ismin yukarıdan aşağı şemasını yaptığımız zaman, sadece insanlık mertebesinin hepsinde artı (+) olduğunu, hayvanlar âleminin yetmiş küsur isimde kaldığım, ta elli küsur isimde kaldığını, cemadatın ise otuz-kırk isimde kaldığını görürüz. Allah'ın el-Alîm, el-Hakîm, el-Latîf, el-Habîr gibi isimlerinin hepsi ancak insanda zuhûra geldiğinden dolayı, insan bütün varlığın imamı, bütün varlığın kendine secde edeceği, kendine yöneleceği bir varlık oluyor.

O insan tanındığında Allah tanınır...

Mahmud Erol Kılıç - Tasavvuf Düşüncesi

Devamını Oku »

Modern Müslüman'ın Dengesizlik Problemi

Modern Müslüman'ın Dengesizlik ProblemiMeşhur pergel metaforu. Pergelin bir ayağı sabit. Bu sabiteden öbür ayağı yetmiş iki âlemi dolaşıyor. Bugün modern Müslümanın en büyük problemi, pergelin iki ayağının bir yerde sabit olması, hiçbir yere hareket edemiyor olması, dolayısıyla, radikalizme yönelmesidir. Bana göre, el Kaide'nin Islâm anlayışı, iki ayağı sabit bir İslâm anlayışı. Yorum yok, hiçbir şey yorumlayamazsın. Ya kabul yada redden ibarettir. Veya bazı modernist Müslüman yaklasımlarında olduğu gibi, zihniyet kalıpları itibariyle pergelin iki ayağı birden sabit değil.Bir sabitesi olmadığı için, bir rüzgar esiyor buraya, bir rüzgar esiyor oraya gidiyor. Onu takip eden gençler de yoruluyorlar, acaba seneye nereye gideceğiz, diye.

Bu da güzel bir macera ama insan ömrü çok sınırlı. Bizim bu sınırlı ömrümüzde, hikmeti inşa ederek elde etmemiz çok zor. Gel ustalara tâbi ol, o ustalar, hikmeti inşa etmede zaten kendi ustalarından gördüğü sanatı sana aktarsın. Sen de, al eline çekici başla dövmeye, ortaya güzel bir sanat eseri çıksın inşallah..

Mahmud Erol Kılıç - Tasavvuf Düşüncesi
Devamını Oku »

Tasavvuf Hakkında

Tasavvuf HakkındaGelelim en önemli konuya. Tasavvuf gibi bir "anlam bilim"in tabii ki pek çok problemleri de olacaktır. "Büyük dağın büyük karı olur." misali, onun problemlerinin ve bu problemlerin yol açacağı tesirlerin de diğer branşlarınkinden çok daha Önemli olduğunu kabul edenlerdenim. Bir çiçekte bal usâresi varsa onun etrafında arılar da dolanır diğer haşerat da. Her kaliteli markanın muhakkak sahteleri olur. Eğer kalite yoksa sahtesini bile yap­mazlar. Dünya tarihinde her zaman nebiler olmuş, karşılarında da mütenebbîler ve bel'amlar olmuştur. Bir mütenebbî çıktı diye hiçbir nebî nübüvvetinden vazgeçmemiştir. Tasavvufun da daha ilk dönemlerinden itibaren sahteleriyle hep başı derde girmiştir. Bu yüzden büyük mutasavvıflar insanları sahtelere karşı uyarmış­lardır. Tasavvuf literatürü dikkatli taranacak olursa birçok sûfî müellifin "sahteleri tanımanın yolları" başlığı altında eserlerinde bölümler açtıkları görülecektir. Bu yönüyle oto-kritiğini geliş­tirmiş ilk disiplinlerdendir tasavvuf. Bu noktada altını çizmek istediğim bir husus var. Nasıl tasavvuf ilminin uzmanı olmak için

Belirli eğitimden geçmek gerekiyor ve uzman olmayan kimsenin bu konuda söz söylemesi erbabınca pek ciddiye alınmıyorsa, bu problemlerin üzerine konuşmak ve hal çarelerini sunmak da aynı uzmanların işidir. Zira birtakım art niyetli kişiler, her branşta bulunabilecek bazı suiistimalleri ontolojik anlamda o branşın varlığına yönelik küllî bir redde dönüştürmek gayesindedirler.

Rüşvet alırken yakalanan bir savcının yüzünden bütün hukuk fakültelerini kapatmak ve hatta hukuk ilmini yok etmeye kadar çıkmak gibi kabul edilemez totalizmler yapıyorlar. Din ilimleri arasında birbirini reddeden bu yaklaşımlar maalesef çok fazla. Her şeyden evvel ortada bir problem varsa bu tasavvufa ait bir problemdir ve halli de yine tasavvufçulara aittir. Sebepleri biz­lerce malum bazı durumlardan dolayı özellikle ülkemizde, son yıllarda tasavvuf bezirganlarının çoğaldığı da bir gerçek. Taşları tutup köpekleri salıverirseniz bunun sonuçlarına da katlanmak icap eder. Bir camiye müezzin olmak için bile birçok imtihandan geçersiniz ama şeyh olmak isterseniz anında olursunuz. Tabii toplumsal etiket anlamında söylüyorum.

Mahmud Erol Kılıç,Tasavvuf Düşüncesi

 
Devamını Oku »

İslami İlimler ve Tasavvuf

İslami İlimler ve Tasavvuf

Her şeyden evvel İslâmî ilimler disiplinleri içerisinde "tasavvuf"un müstakil bir anabilim dalı olarak çok hassas bir yeri vardır. Bilineceği üzere Geleneğimizde, bütün bu disiplinler arasında kesişim noktasının hep tasavvuf üzerinden kurulduğu görülmüştür. Mutasavvıf bir fakih, mu­tasavvıf bir muhaddis, mutasavvıf bir müfessir, mutasavvıf bir şair, mutasavvıf bir vezir, mutasavvıf bir paşa, mutasavvıf bir hükümdar... Bunların hepsini birbiriyle buluşturan sırf soyut bir İslâm anlayışı değildir. Yani işlenmemiş, yorumlanmamış, âfâkî bir İslâm değil bilakis ârifler tarafından yorumlanmak sûretiyle işlemden geçmiş bir İslâm'dır bunun adı. Bu söylediklerimin bir ütopya değil gerçekleşmiş tarihsel vakıalar olduklarını hatırlat­mayı dahi zaid bulduğum için örnekler vermeye girmeyeceğim. İslâmî ilimlerin birbirleri arasında bir köprü olarak tasavvufu seçmek Gazzâlî'nin İhyâu Ulûmiddîn projesinde gerçekleştirmeyi hedeflediği bir ülküdür ve bana göre her zaman buna ihtiyaç vardır.

Tasavvufun bu birleştirici bir üst şemsiye olma modeli, bugün için de aynı imkânlara sahiptir. Hatta mezhepler arasmında yakınlaşmalarda tasavvuf kilit rolü oynamaktadır. Önceleri Şia ve Sünni âlimleri daha çok fıkıh ağırlıklı bir "dârü't-takrib" denemesi yaptılar. Yani mezhepleri şeklen yakınlaştırmayı he­deflediler ama bu proje iflas etti. Gerek ImâmîŞiâsını ve gerekse Alevîliği Sünnîlikle yakınlaştırabileceğiniz tek bir alan vardır ki bunun adı tasavvuftur. Zaten Alevîliğin -tarihî ve siyasî tesirler bir tarafa- tamamıyla bir tasavvuf problemi olduğunu söyleyen yaklaşımlar vardır ki bendeniz de bu kanaate iştirak etmekte­yim. Alevî vatandaşlarımızın alternatif ilahiyat fakültesi kurmak üzere teşebbüsleri olduğunda önerdikleri ismin "Tasavvufî İlahiyat Fakültesi" olması çok anlamlıdır. Tahran Üniversitesinde, tasavvuf tarihçisi profesör Annemarie Schimmel onuruna ger­çekleştirilen uluslararası konferansın üstbaşlığı "Kültürlerarası Bir Köprü Olarak İrfan" idi.

Mezhepler bir tarafa, dinlerarası diyalog projelerinde de, -her ne kadar başlarda proje mimarla­rının daha farklı düşüncelerle hareket ettikleri gözlemlendiyse de- son toplantılarda iş gelip yine tasavvufun kapısına dayandı. Çünkü birlik "öz"dedir, cevherdedir. Formda ise ayrılık vardır, siyaset vardır, hesap kitap vardır ki orası stratejistlerin sahasına girer. Mutasavvıfların maksadı ise bir başka reftâr'dır ve şairin dediği gibi:

Bu dersin sırrına ‘kale yekûlu' terceman olmaz

Hâsılı bütün bu çok boyutlu talepler doğrultusunda tasavvuf anabilim dalma çok önemli görevler düşmektedir. Her şeyden evvel özellikle yeni asistan arkadaşlarımızın bu branşın öne­mini hakkıyla kavrayabilmek için evrensel değerlerle, fikirlerle daha fazla ilgilenmelerini, tasavvuf ve hatta dinî ilimler dışı bazı önemli eserleri de okumalarını ve ayrıca ülke gençliğinin sorun­larıyla da yakından ilgilenmelerini hararetle tavsiye ediyorum. Yurt dışı seyahetlerinin çok büyük ufuk açıcı ve eğitici yönü olduğunu bizzat tecrübe eden bir kimse olarak bu arkadaşlar için muhakkak yurt dışı bursu imkanları bulmalıyız. Dar bakış açısı, hoşgörüsüzlük, sadece kendini üstün görme, dünyadan bî-haber olma gibi birçok nâkısanın tedavisi değişik kültürlere yapılan seyahatlerle olmaktadır. Husûsen tasavvuf branşı da bir tür "yolculuk felsefesi" olduğu için arzî/yatay olanının da buna büyük katkısı olacağını düşünüyorum.

Bir dinî ilimler metodolojisi olarak tasavvufun, dinî ilimler dışı bilim dallarıyla da çok manidar kesişimler ağı içerisinde bu­lunduğunu belirtmek isterim. Biz tasavvuf akademisyenlerinin ilahiyat fakültesi dışına da çıkmamız gerektiği kanaatini taşı­maktayım. Hatta dostlar darılmasın ama ilahiyat fakültesindeki dostlarımızla olan diyalogumuzdan çok daha samimisini diğer branşlarla kurabilmekteyiz. Müthiş bir alaka ve ilgi var tasavvuf karşı. Ben şahsen bu mesleklerden arkadaşlardan gelen davetlere yetişemez oldum.

Fizikçi arkadaşlarla, maddenin aslının enerji olduğu ve enerjinin aslının da ışık olduğu görüşünü, sûfî muhak­kiklerin "Allâhunûru's-semâvâtive'l-ard"a. getirdikleri yorumlar muvâcehesinde nûrun letâfetten kesâfete geçerek maddî âlemi nasıl oluşturduğu görüşleriyle yan yana koyarak anlamaya ça­lışmak, bana şahsen bir ilahiyatçı hocamın "tasavvuf haramdır" sözüne cevap vermekten çok daha heyecan vermektedir. Veya psikolog arkadaşlarla, insan bilincinin derinlikleri üzerinde fi­kir alışverişinde bulunurken mutasavvıfların insanın yedi katlı (septenairy) yapısı üzerinden açılımlar getirmek onlara da bana da çok keyifli anlar yaşatıyor.

Mamafih her branştan yeni nesil ilahiyatçı arkadaşların çok daha seviyeli ve çok daha kuşatıcı yaklaşımlara sahip olduğunu görmek beni şahsen umutlandı­rıyor. Mevlânâ'nın o meşhur, "Biz birleştirmeye geldik, ayırmaya değil." sözleri artık sadece tasavvufçularm odalarını süsleyen bir levha olmaktan çıkmaya başlamıştır. Binaenaleyh tasavvufun bu kapsayıcı (inclusive) ve çok-disiplinli (multi-disiplinary) yapısını fen fakültesinden fizikçi arkadaşlarla, edebiyat fakültesinden dilci (Doğu dilleri olsun Batı dilleri olsun) arkadaşlarla, sanat tarihçisi, felsefeci, psikolog, tarihçi arkadaşlarla, tıp fakültesinden psikiyatrisi arkadaşlarla, konservatuardan müzikolog vb. gibi ar­kadaşlarla İlmî platformlarda sık sık bir araya gelip paylaşmamız branşımız açısından çok önemlidir.

Mahmud Erol Kılıç - Tasavvuf Düşüncesi
Devamını Oku »

Geleneği Olmayan Dinî Akımlar İslâm’a Zarar Veriyor

Geleneği Olmayan Dinî Akımlar İslâm’a Zarar Veriyor

Biz Anadolu erenlerinin nefesleriyle işlenmiş bir İslâm'ın mensubuyuz. Biz hoşgörüyle bakan insanlardık ve bir bütün­dük. Ama şu an İslâm dünyasının bazı bölgelerinde İslâm'ın öyle versiyonları hâkim olmaya başladı ki İslâm düşmanı istihbarat kuruluşları, milyon dolar yatırım yapsalar İslâm'a darbe vurmak için bu arkadaşlardan daha iyisini bulamazlardı. Tek amaçları ceza kesmek. İslâm yalnız ceza hukukuyla var olan bir din gibi... Merhameti yok, şiiri yok, anlayışı yok, estetik yok, cemal yok; ce­mal cemale karşı. Ya bilgeler kral olmalı ya da krallar bilge olmalı. Yani filozoflar kral olmalı krallar da filozof olmalı aynı zamanda. Böylece toplumları bilgece yönetmiş olurlar.

Türkçemizde "gele­nek" kelimesi bazılarınca negatif algılanıyor. Geleneksel İslâm, an'anevî İslâm... An'anevî olan en azından üç kuşakta oluşabilen bir şeydir. Yani elden ele gelen, ustadan ustaya, kâmilden kâmile geçen bir İslâm. Şu an geleneği olmayan dinî akımlar her şeyi sıfırdan başlatıyor ve "İmam-ı Âzam biliyorsa ben de biliyorum." diyor. Oysa geleneğin getirdiği birikimden habersiz olduğunun farkmda bile değildir. İmam-ı Âzam Fransızca, İngilizce bilmi­yordu. Onun döneminde bilgisayar yoktu. Hepsi doğru. Ama şunu unutmamak gerekir ki Kur'ân'ı anlamak için bunlar yeterli değildir, belki de gerekli bile değildir. Kur'ân'ı anlamak için başka bir şey gerekiyor. Bir örnek vereyim. Abdurrahman Sami Efendi -vefatı 1938- Fatih müderrislerinden âlim bir zat. Bir maneviyat arayışına başlıyor zira mana âleminde Peygamber Efendimiz ona zuhûr ediyor ve kendisine bir şeyh, bir mürşit bildiriyor. Aramaya başlıyor ve aradığı mürşidi Çanakkale'de buluyor. Bulduğu zat ümmî, hamal, mektep medrese görmemiş birisi. Abdurrahman Sami Efendi diyor ki:

"Şeyhim Fatiha sûresini okuduğunda yedi, sekiz yerde yanlış okurdu, doğru düzgün Fatiha okuyamıyordu. Ben ise âlim, hafız, üstelik Arapça ile Farsça biliyorum. Bir gün 'Şu âyetleri ben an­layamıyorum, bana anlatır mısınız?' diye sordum. 'Oğlum Sami, bir oku bakayım.' dedi ve ben okudum. Ben okurken o gözlerini kapattı. Âyetleri okumam bitince 'Bak Sami, Cenab-ı Allah bu âyet-i kerimede diyor ki...' diye başlayıp bana saatlerce anlattı. 'Azizim siz Arapça, Farsça bilmeyen ümmî bir insansınız, bu bilgileri nasıl anlıyorsunuz?' dedim. Bana şu çarpıcı cevabı verdi: Kur'ân'ı Arapça mı sanıyorsun, mushaf Arapçadır ama Kur ân Allahça'dır, Allahça'yı bilirsen Kur'ân'ı bilmen için başka bir dil bilmeye gerek yok. Ebu Cehil çok güzel Arapça biliyordu, Fransız değildi Arap'tı ve mükemmel Arapça biliyordu ama anlamadı, anlamadı, anlamadı."

Mahmud Erol Kılıç - Tasavvuf Düşüncesi
Devamını Oku »

İnsan Bozulunca Kâinat Bozulur

 

İnsan Bozulunca Kâinat Bozulur

'Üniversitede okuduğumuz derslerde bize, iyi bir reklamcı Afrikalıya soba, kutuplarda yaşayan kimseye buzdolabı satabi­lendir, diye öğretmişlerdi. 45 derece sıcakta yaşayan bir Afrika­lının sobaya ne ihtiyacı olabilir ki? İşte kapitalist üretim hiçbir insani, hiçbir vicdanî değer taşımadığından sîzlerin önüne bunları ihtiyaçmış gibi koyabilir. Yine "iktisada giriş" derslerimizde rastladığımız bir giriş cümlesini unutamıyorum. Tüylerimi di­ken diken eden ifade aynen şöyleydi: "Sınırlı doğa karşısında, sınırsız insan ihtiyaçlarının giderilmesi, tatmininin planlanması bilimidir" İktisat böyle tarif ediliyordu. İnsanın ihtiyaçlarının sınırsızlığının kabulünün sonucunu kestirmek çok da zor de­ğildir. Sonuç elbette ki insanın, doğanın ve her türlü değerin tahrip edilmesidir. Bu tahribin sebebi, yukarıda yapılan iktisat tarifinin bir sonucudur. Geçenlerde vücut geliştiricisi bir sporcu arkadaşımızın genç yaşta vefat haberini her birimiz medyadan üzüntüyle öğrendik. Sporda dopingler, ne olduğu belirsiz ilaç­ların kullanımı o kadar yaygınlaştı ki spor bir noktada vücudu geliştirme amacının ötesinde, vücudu öldürme sanatı haline geldi Yarış atlarına vurulan aşıların sporculara vurulduğu haberlerini okuyoruz.

Özellikle vücut geliştirme adına vücuda azot bile ba­sıyorlar. Sonunda vücut iflas ediyor ve akıbet genç sporcumuz gibi ölümle neticeleniyor. Bu, sporda mana kaymasının nerelere geldiğini gösterir ipucu ve önemli bir uyarıdır bizler için. Tarihi­mize baktığımızda, spor eğitimi bir kâmille yapılırdı. Pehlivanlar tekkesine, okçular tekkesine bir bakın. Buradaki temrinler şeyh efendi ile beraber yapılırdı. Ok taliminde şeyh efendi delikanlı­nın kulağına şu âyeti okurdu: "Attığın zaman sen atmadın."Yani şeyh ona derdi ki: "Aman oğlum, hedefi vurdum diye havalara girme. O oku sen atmadın, Allah attı." İşte sır buradaydı. Bizim civanmert geleneğimizde, fütüvvet geleneğimizde, fetâ ve ahilik geleneğimizde, adına ne derseniz deyin, yetişen gencin rûhânî tekâmülünün yanında medenî anlamda da belirli güçte olması tavsiye edilirdi. Onun için spor denmez, temrin denirdi. Bütün bu temrinler zikir eşliğinde ve salâvatlarla yapılırdı.

 Mahmud Erol Kılıç - Tasavvuf Düşüncesi
Devamını Oku »

Modern Müslümanın En önemli Problemi Kimlik Arayışından Uzaklaşmasıdır

Modern Müslümanın En önemli Problemi Kimlik Arayışından Uzaklaşmasıdır

 

İnsan, kimliğini ararken sadece bu âyet üzerinde teemmül, tedebbür ve tefekkür edecek olsa dahi, kendi aslının nereye da­yandığını görecektir. "Ben ona, kendi ruhumdan üfledim/' diyen O Allah, bir başka âyette "el-Evvelu, ve'l-Ahiruf ve'z-Zâhiru ve-l Bâtinu" demektedir. Yani ilk Benim, son da Benim. İç Benim, dış da Benim, demek. Muhyiddin-i Arabi bu âyetle ilgili olarak, "Öyle bir kuşattı ki, bir beşinci oluşuma yer bırakmadı." der. Bir daire düşünün. Bunu mitolojik şekillerde, kendi kuyruğunu ağzına almış bir yılan olarak görürsünüz. Yani başlangıç ve son bir noktada birleşir. Eğer baş ve son Allah ise, sûfîler sorar: "Orta kimdir, nedir?" Onlara göre, bir şeyin başı ve sonu neyse, ortası da odur.

Burada insan kendi kimliğini aramaya başlayacaktır. Modern Müslümanın en önemli problemlerinden birisinin bu kimlik arayışından uzaklaşması olduğu kanaatindeyim. Kendi kim­liğini, Öz değerleri üzerine inşa etmek, reconstruction yapmak, var olan üzerinden yeni bir oluşum yapmak. Âyetler, hadisler, sahabeden görüşler var. Bu yöne doğru bizi düşünmeye sevk eden, tahrik eden düşüncelerimizin bir temeli var. Bir düşünce silsilesini görmekteyiz. Bunlar, birbirinden kopuk şeyler değil. Ben burada kendimden yeni bir şey inşa etmiyorum. Var olanı anlamak ve sürdürebilmek önemlidir. Bu süreç zaten devam ediyor. Sen bu süreç içerisinde bir enstrüman olabilirsen, bu şeref sana yeter. Yeter ki çizgiden çıkmaya vesile olma. Zaten var olan o sünnetullah, o âdetullah, sen olmasan da işleyecek. Sen, eğer ona tercümanlık edersen, -ki buna sûfîler "tercüman-ı Hakk" derler- bu bizim geleneksel anlaşıyımızda büyük arif ve hekim tanımlamalarının içerisine giriyor. Hz. Ali'nin şiirlerinden birinde, "İlacın sendedir de sen farkında değilsin" ifadesi geçer.

Bu şiir, aradığın şey sende aslında, derken, acaba bir âyetin devamı olmuyor mu? Yıllar sonra gelen, bizim Anadolu İslâm anlayışının yorumcularından birisi olan Yunus Emre de aynı şeyi söylemi­yor mu? Bu manada yaşanılan İslâm, 1920'lere gelinceye kadar bu âlimlerin ilmek ilmek çözdüğü irfanî İslâm idi. Yunus Emre, "Bir ben vurdur bende, benden içeru" derken, benden içeru yedi tane daha ben vardır, demek ister. Biz derslerimizde bunları anlatırken Rusya'dan matruşkalar alırdık. İçinden üç tane, beş tane çıkan matruşkalar var. Ben onların özel yedilisini yaptır­mıştım. Karşınızda bir kişi var ama onu açarsanız içerisinden bir tane, bir tane daha çıkıyor, toplam yedi tane.

Nefs-i emmâreden başlayıp nefs-i kâmileye kadar çıkan yedi kimliktir bu. Burada, Rabb'i tanıyan asıl ben, Rabbimizin "Elestü bi-Rabbikum?" soru­suna "Belâ, tamam sensin", yani "Elbette ki, sensin!" diyen nefs-i kâmile'dir. Nefs-i emmâre ise şeytanî aklı kullanan, neden, niçin, niye öyleymiş diyen kimliktir. Yani tefrik edici, ayırıcı aklı kul­lanan kimlik. Nefs-i kâmiledeki akıl, kalbî'dir. Allah'tan gelene, "Eyvallah!" der. İlk düzey, nefs-i emmâre olduğu için sarsılıyor. Anlam kaymaları genişliyor. Nefs-i kamile, anlam kaymalarını terk edip doğruda ilerliyor. Bunun için, nefs-i kamile insanının nasıl bir insan olduğu, felsefi anlamda, sosyolojik anlamda fazla incelenmiş de değildir.

Hz. Ali'nin, "Vefîenfusikum efelâ tubsirûn" "O sîzdedir, görmüyor musunuz?" âyetinin tevili olan bu "ilacın sendedir amma görmü­yorsun" sözü ile Şeyh Galib'in,

Hoşça bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan Âdem'sin sen

beyti, aynı geleneğin farklı linguistik tarzlarda devam eden aynı damar olduğunu, aynı anlamı taşıdığını ifade ediyorum.

Bizim âlemimiz, yaratılmış, sınırlı bir âlem. Biz, mutlaklar âlemi, sınırlı bir âlem içinde ne kadar ifade edebiliriz ki? Bizim ifadelerimiz, ancak sınırlı bir ifade olur. Yani aslında hiç ifade edemiyoruz, demektir. Bir yerde durdurmak gerekiyor. O zaman sadece işaretler kalıyor. Biz de bu işaretlerin izlerini sürmeye çalışıyoruz

Mahmud Erol Kılıç - Tasavvuf Düşüncesi
Devamını Oku »

Gelenek’te Müslüman Kendini Nasıl Tanımlıyordu?

Gelenek’te Müslüman Kendini Nasıl Tanımlıyordu?

İslâm dininin kurucusu ve vaz' edicisi olan Hz. Muhammed Mustafa'nın(sav) mesajı, kendisinden çıktıktan sonra artık ümme­tin malı olmuştur ve o ümmetin içerisinden anlayış, kavrayış, idrak seviyelerine doğru orantılı olarak O'nun mesajı üzerinde yorum ekolleri gelişmiştir. Onun bir sözünü birisi şu şekilde, bir diğeri başka bir şekilde algılayabilmiştir. Bu durum, bizim düşünce akımları, ekolleri ya da mezhepler dediğimiz anlayış farklılıklarını da tabiî olarak meydana getirmiştir. Bu kaçınılmaz bir süreçtir. Çokluk, ister istemez beraberinde bu yapıyı oluştura­caktır. Bu açıdan, ben sizlerle, bu ekoller içerisinde İslâm ârifleri dediğimiz bir ekolün, o Peygamberin mesajından anladığı, al­gıladığı ve ona göre tesis ettiği ontoloji, epistemoloji, politika ve dünya görüşünün, bütün bu kavramsal şemaların uzantılarını, yansımalarını paylaşacağım.

Geçen yüzyılın başına gelinceye kadar birçok İslâm coğraf­yasında hakim paradigma bu tür bir İslâm anlayışındaydı. Bu var olanı, aslına, asıl nüshaya referansta bulunarak çözebilirsiniz. Modern Müslüman, geleneksel Müslüman.,. Burada geleneksel tabiriyle, Türkçedeki örf-âdetlerle yoğrulmuş anlamındaki gelenekseli değil, eski Türkçemizdeki an'ane, Arapçadaki zincirleme olarak alınan, ben bilgiyi şundan, o da şundan o da şundan aldı  diyerek bir silsile tesis edilen "an'anevî" anlamındaki gelenek­seli kastediyoruz. Ananevi Gelenekte ustalar, üstadlar eliyle,  usta-çırak ilişkisi halinde "meşk edilen" bir bilgilenme süreci  vardır. Bu bilgilenme süreci, salt rasyonel ve göz yorgunluğu ile  elde edilen bir bilgi düzeyi değildir. Göz yorularak elde edilen  bilgilenme, gerçek bilgilenmeye gidilen yolda bir ön çalışmadır.Mesela Gazzâlî'nin el Munkiz mine'd Dalal isimli kitabında kendi entelektüel gelişimini anlatırken bahsettiği o merhalelerdeki açılım ve yükseliş, benim kastettiğim o geleneksel anlaşıyı gös­termektedir. Gazzâlî, hayatının sonunda, kitabî bilgilenme, salt selülozik bilgilenmeden daha öteye, kalbı bilgilenmeye geçmiştir.

 

Modern Müslümanın Kimliği Refleksiv
Bir Kimlik midir?

Modern zamanlarda kalbi bilgilenme ikincil, üçüncül konuma itilmiştir. Çünkü kalp modern Müslümanın epistemolojisinde yer almamakta, kalp küçümsenmekte, basitleştirilmektedir. 0 zaman, "Acaba modern Müslümanın kimliği de ötekinin veya Franz Fanon'un tabiri ile işgalcinin, Hegel'in tabiri ile efendinin tanımlaması karşısında refleks olarak gelişmiş bir kimlik midir?" sorusunu da beraberinde getirmektedir. Herhangi bir refleks ol­madan, kendi başına bırakılarak oluşan kimlik aslî kimliktir. Ama, tahakküm altında geliştirilen kimlikler sunî kimliklerdir. Modern Müslümanın bu manada geliştirdiği kimliklerin çok otantik, çok sahih, Geleneğe tâbî kimlikler olduğu kanaatinde değilim. Yanı­labilirim, ama bu kanaatteyim. Modern Müslüman, hukuku daha da öne çıkaran bir din anlayışı sergiler ki aslında o, geniş manadaki İslâm anlayışının yüzde 18-20'sini oluşturmaktadır. İlahiyat tabiri ile konuşursak hukuk, ahkâm, hüküm ifade eden, "yecuz, la yecuz" mantığı ile oluşturulan bilgi yumağı, genel manadaki İslâm düşüncesinin yüzde 20'sini aşmamaktadır. Oysaki tedebbür, tefekkür, düşünme konularındaki âyetler, hadisler ve ona işaret eden noktalar daha büyük bir yekûn işgal ederken, modern za­manlarda Müslümanlar, İslâm eşittir İslâm hukuku, anlayışına gelmişlerdir.

Bana göre bu, düşmanı ile kendini tanımlamanın bir patolojik vakıasıdır. Çünkü, özellikle geçen yüzyılın başından beri Ortadoğu'dan İslâm dünyasına teşmil edilmek sûretiyle oluş­turulan bir din anlayışı vardır. Buna ben, "Yahudi dinî anlayışı" diyorum. Yahudi dininin "Halakaik" geleneği, sadece hukuka referanslı bir din oluşudur. Müslümanların birçoğu da, farkında olmadan, bu durumu itiraf etmeden -bana göre- İslâm anlayışını, Yahudi din anlayışına döndürmüştür. Yani böylece, hukukun önde olduğu, anlayış, kavrayış, tefekkürden ziyade "halakaik" yaprkında olmadan, bu durumu itiraf etmeden -bana göre- İslâm anlayışını, Yahudi din anlayışına döndürtırımcı, yargılamacı ifadelerin olduğu bir din anlayışı öne çıkmaya başlamıştır.

Bu da günümüz Müslümanının bana göre en ciddi problemlerinden birisidir. Modern zamanlara gelinceye kadar elbette ki İslâm hukuku da kullanılmaktaydı, ama birinci derecede hakim olan, hukuk değildi. Birinci derecede kimlik, Müslümanların irfanıydı, Allah'a yönelik yakınlığıydı. Ne kadar O'na yakın oldukları, tevazûlarıydı, ahlâklarıydı ve buna bağlı olarak kurdukları medeniyetti. Buna bağlı oluşturdukları sanattı. Orta zamanlarda Batı dünyasında Müslümanlar, yazdıkları eser­lerle, sanatlarıyla tanınan bir kimlik iken, modern zamanlarda Müslümanlar, ortaya sanat nevinden bir şey koyamadığından dolayı, başka bir kimlikle tanınmak durumunda kalıyorlar. Taj Mahal , El Hamra'yı, Süleymarıiye'yi inşa edebiliyorsanız, kimliği­niz var demektir.

Bir sultanınız, muhteşem bir Peşrev, bir Mevlevi âyin-i şerifi besteleyebiliyorsa işte o zaman ona global manada bir İslâm düşüncesi diyebilirsiniz. Ama siz bunları üretemediğiniz, sanatta, şiirde, edebiyatta, estetikte bir varlık ortaya koyamadığı- zaman, ister istemez birileri sizi, kendi karşısına alarak refleksiv bir hareket haline getirip kendi düşünce ve metodolojisini yansıtarak sizi de daraltmaktadır. Onda bu Özellikler olmadığı ve siz de onun rakibi olduğunuz için, o öyle istiyor. Onun varlığı, zaten bu tartışmanın üzerine inşa edilecek. Siz farkında olmadan, bu oyuna gelerek, bu büyük muhteşem anlayıştan darala darala sadece İslâm hukukunun çok az bir bölümünü oluşturan ve askerî terminolojiye hapsedilmiş bir İslâm ideolojisi inşa etmeye çalışıyorsunuz. Bunların hepsinin modern ve patolojik problemli kimlikler olduğu kanaatindeyim. Geleneksel İslâm'da ise öteki ile bir kimlik bulmaktan ziyade, kendi beslendiği kaynakların ona verdiği kimliğin daha önde olduğunu görmekteyiz. Mesela, Osmanlı'da bir kişiye, "Evladım! Sen, hangi bahçenin gülüsün?" diye bir soru sorulurdu. "Sen kimsin?" diye sorulmazdı. Sorunun kendisinde bile bir estetik var. Hangi kâmil nazarında yetiştin, hangi nefes sana değdi, demektir bu. Bunlar modernliğe tercüme edilemez. Nefesin değmesi, bir bahçenin gülü olmak, bize belki şiirsel, mistik, poetik ifadeler gibi geliyor. Hayır, geleneksel İslâm dünyasında hâkim kimlik bu şekilde belirleniyordu da onun için böyle sorulurdu.

Mahmud Erol Kılıç - Tasavvuf Düşüncesi
Devamını Oku »