“İki asırdır düşünmediğimiz” Yargısı Hakkında




Âfâk: Müslümanların iki asırlık yaşadığı tecrübenin belki en ağır kaybı ‘düşünmenin imkânını’ yitirmesidir. Bu yitirmişlik Müslümanlara, korka korka nassa sarılmaktan başka bir imkân bırakmadı. Sizce Müslümanlar/Dindârlar düşünmeye ne zaman muhtâç olacaklar?

İhsan Fazlıoğlu: “İki asırdır düşünmediğimiz” yargısı bir yanılsamadır. Kimilerine göre bu bin yıldır böyle... Tarihî tecrübe bilinmiyor; malumât eksikliği var; ama öncüller olmadan kolayca çıkarım yapılıyor. Şimdi ben size bir soru sorayım: Bu yargıyı verenler, iki yüzyıllık zaman diliminde, bu topraklarda telif edilmiş hangi düşünce eserlerini okumuşlardır; ya da okuyabilirler mi? Daha ironik bir soru sorayım: Bu yargıyı dillendirenler, bu seviyeyi nereden elde ettiler; bu topraklarda mı? Bizim bilmediğimiz bir düşünce seviyesine erdiler de mi geçmişi ona kıyaslayıp olumsuz yargıda bulunuyorlar? Kıyaslama yapılmadan bir olgu-olay hakkında karar verilmez. “Düşünce” nedir? Bu soruya “ilmî-felsefî” bir yanıtları var mı? Gençliğimde ben de bu tür yargıları muhtelif, muhâfazakâr, İslâmcı, milliyetçi, sağcı, solcu farketmez mahfillerde çokça duydum; okudukları eserleri de biliyorum. Kusura bakmasınlar! Bir istekte bulunayım; öyle zor değil; en kolayından: Şeyhülislâm Mustafa Sabrî’nin, Mevkıf’inin, illiyet bahsini okuyup bir anlasınlar, ondan sonra gelsinler konuşalım... Sonra birlikte, Gelenbevî’nin Burhân’ını okuruz...

Günümüzde günlük politik olgu ve olaylar üzerinde yazıp çizmek, bir iki Batılı düşünürün adını zikretmek, alengirli birkaç sözcük kullanmak düşünce sayılıyor...Bu soruda ayrıca, müslüman derken, medlûlu nedir? Tüm İslâm coğrafyası mı? Türkiye mi kast ediliyor? Şunu anlarım: Çağdaş varlık felsefesimiz nedir? Bunun üzerinde konuşabiliriz? Ya da diğer felsefî-ilmî alanlardaki düşünce faaliyetlerimiz... Ama top-yekün iki asırdır müslümanların “düşünmenin imkânını” yitirmesinden bahseden kişi ya kendisi müslüman değildir –ki kendisi bir şekilde düşünüyor ve iki asırdır da dindaşlarının düşünmediğini söylüyor– ya da mesiyanik narsist bir tutum sahibidir...

Düşünüyoruz; öyle olmasaydı; müslüman gençler olarak siz bu soruları soruyor olamazdınız. Ancak, düşüncemizin içeriğini, yöntemlerini, konularını, ifâde tarzlarını, vb. daha nasıl geliştirebiliriz; özellikle mevcud üzerinde günümüzdeki bilimsel etkinlikleri daha nasıl artırabiliriz gibi konularda yapmamız gerekenleri konuşuruz; konuşmalıyız da... İslâm, ölü bir gelenek değildir; yaşayan bir gelenektir; yol’dadır. Taşköprülü-zade’nin deyişiyle de “düşünmek yolda olmaktır”. Oturduğu yerden konuşanları da fazla ciddiye almayınız lütfen! Biz, yoldayız ve düşünüyoruz...*

Âfâk: “Türk kültürünü yirmi yıl sonra dert edinecek birileri kalacak mı, bu beni düşündürüyor.” Bu sözünüze muhâtap olan ve bu röportajı yapan 90’lı yıllarda doğmuş bizler, taşıdığınız dertleri en azından anlamaya çalışıyoruz. Bu söyleşinin yapılmasının hiç olmazsa buna kanıt sayılmasını isteriz. Söyleşinin sonuna geldik, sizden derdinize ilerde –inşallah– sahip çıkacak olanlara tavsiye ve varsa son söyleyeceklerinizle bitirelim.

İhsan Fazlıoğlu: Derdiniz var ise korkmayın... Yukarıdaki urefânın dua cümlesini hatırlayalım tekrar: “Allah, dertsiz komasın...!” Kişinin derdi olması büyük bir nimettir; şükrü de bu dertle dertlenmektir. Siz bunu yapıyorsunuz. Tavsiye haddim değil; kendime yaptığım tavsiyeleri sizinle paylaşayım izninizle... Bu tür güzel muhabbetlerin sonunda söylediğim şeylerin aynısı; hatırlatma babından...

Birincisi, kabul ettiğimizi de reddettiğimizi de bilerek kabul veya reddedelim; duyarak değil...

İkincisi, her bilginin bir menzili vardır; o menzile varmadan, o bilgi nâzil olmaz; çünkü nuzûl, menzile tâbidir. Bu nedenle hiç bir zaman ümitsizliğe kapılmayalım; istidâd vukû bulduğunda olması gereken olur...

Üçüncüsü, insân olmayı elden bırakmayalım; biz ne meleğiz ne de şeytan; insanız ve insan olmaklığımızla yükümlüyüz...

Son olarak, sonuca değil, sürece dikkat kesilelim; farklı süreçlerin varlığını ön-görebilme imkânımız artar; denildiği gibi, zafer ile değil sefer ile mükellefiz; insanın seferi de, kendinden başlar; kendiyle devam eder; kendinde biter... Hayr olsun...

Âfâk Dergisi Bahar (7.sayı), s. 20-28, İhsan Fazlıoğlu ile söyleşi.

Yazının tamamı; adres
Devamını Oku »

Gelenek’te Müslüman Kendini Nasıl Tanımlıyordu?

Gelenek’te Müslüman Kendini Nasıl Tanımlıyordu?

İslâm dininin kurucusu ve vaz' edicisi olan Hz. Muhammed Mustafa'nın(sav) mesajı, kendisinden çıktıktan sonra artık ümme­tin malı olmuştur ve o ümmetin içerisinden anlayış, kavrayış, idrak seviyelerine doğru orantılı olarak O'nun mesajı üzerinde yorum ekolleri gelişmiştir. Onun bir sözünü birisi şu şekilde, bir diğeri başka bir şekilde algılayabilmiştir. Bu durum, bizim düşünce akımları, ekolleri ya da mezhepler dediğimiz anlayış farklılıklarını da tabiî olarak meydana getirmiştir. Bu kaçınılmaz bir süreçtir. Çokluk, ister istemez beraberinde bu yapıyı oluştura­caktır. Bu açıdan, ben sizlerle, bu ekoller içerisinde İslâm ârifleri dediğimiz bir ekolün, o Peygamberin mesajından anladığı, al­gıladığı ve ona göre tesis ettiği ontoloji, epistemoloji, politika ve dünya görüşünün, bütün bu kavramsal şemaların uzantılarını, yansımalarını paylaşacağım.

Geçen yüzyılın başına gelinceye kadar birçok İslâm coğraf­yasında hakim paradigma bu tür bir İslâm anlayışındaydı. Bu var olanı, aslına, asıl nüshaya referansta bulunarak çözebilirsiniz. Modern Müslüman, geleneksel Müslüman.,. Burada geleneksel tabiriyle, Türkçedeki örf-âdetlerle yoğrulmuş anlamındaki gelenekseli değil, eski Türkçemizdeki an'ane, Arapçadaki zincirleme olarak alınan, ben bilgiyi şundan, o da şundan o da şundan aldı  diyerek bir silsile tesis edilen "an'anevî" anlamındaki gelenek­seli kastediyoruz. Ananevi Gelenekte ustalar, üstadlar eliyle,  usta-çırak ilişkisi halinde "meşk edilen" bir bilgilenme süreci  vardır. Bu bilgilenme süreci, salt rasyonel ve göz yorgunluğu ile  elde edilen bir bilgi düzeyi değildir. Göz yorularak elde edilen  bilgilenme, gerçek bilgilenmeye gidilen yolda bir ön çalışmadır.Mesela Gazzâlî'nin el Munkiz mine'd Dalal isimli kitabında kendi entelektüel gelişimini anlatırken bahsettiği o merhalelerdeki açılım ve yükseliş, benim kastettiğim o geleneksel anlaşıyı gös­termektedir. Gazzâlî, hayatının sonunda, kitabî bilgilenme, salt selülozik bilgilenmeden daha öteye, kalbı bilgilenmeye geçmiştir.

 

Modern Müslümanın Kimliği Refleksiv
Bir Kimlik midir?

Modern zamanlarda kalbi bilgilenme ikincil, üçüncül konuma itilmiştir. Çünkü kalp modern Müslümanın epistemolojisinde yer almamakta, kalp küçümsenmekte, basitleştirilmektedir. 0 zaman, "Acaba modern Müslümanın kimliği de ötekinin veya Franz Fanon'un tabiri ile işgalcinin, Hegel'in tabiri ile efendinin tanımlaması karşısında refleks olarak gelişmiş bir kimlik midir?" sorusunu da beraberinde getirmektedir. Herhangi bir refleks ol­madan, kendi başına bırakılarak oluşan kimlik aslî kimliktir. Ama, tahakküm altında geliştirilen kimlikler sunî kimliklerdir. Modern Müslümanın bu manada geliştirdiği kimliklerin çok otantik, çok sahih, Geleneğe tâbî kimlikler olduğu kanaatinde değilim. Yanı­labilirim, ama bu kanaatteyim. Modern Müslüman, hukuku daha da öne çıkaran bir din anlayışı sergiler ki aslında o, geniş manadaki İslâm anlayışının yüzde 18-20'sini oluşturmaktadır. İlahiyat tabiri ile konuşursak hukuk, ahkâm, hüküm ifade eden, "yecuz, la yecuz" mantığı ile oluşturulan bilgi yumağı, genel manadaki İslâm düşüncesinin yüzde 20'sini aşmamaktadır. Oysaki tedebbür, tefekkür, düşünme konularındaki âyetler, hadisler ve ona işaret eden noktalar daha büyük bir yekûn işgal ederken, modern za­manlarda Müslümanlar, İslâm eşittir İslâm hukuku, anlayışına gelmişlerdir.

Bana göre bu, düşmanı ile kendini tanımlamanın bir patolojik vakıasıdır. Çünkü, özellikle geçen yüzyılın başından beri Ortadoğu'dan İslâm dünyasına teşmil edilmek sûretiyle oluş­turulan bir din anlayışı vardır. Buna ben, "Yahudi dinî anlayışı" diyorum. Yahudi dininin "Halakaik" geleneği, sadece hukuka referanslı bir din oluşudur. Müslümanların birçoğu da, farkında olmadan, bu durumu itiraf etmeden -bana göre- İslâm anlayışını, Yahudi din anlayışına döndürmüştür. Yani böylece, hukukun önde olduğu, anlayış, kavrayış, tefekkürden ziyade "halakaik" yaprkında olmadan, bu durumu itiraf etmeden -bana göre- İslâm anlayışını, Yahudi din anlayışına döndürtırımcı, yargılamacı ifadelerin olduğu bir din anlayışı öne çıkmaya başlamıştır.

Bu da günümüz Müslümanının bana göre en ciddi problemlerinden birisidir. Modern zamanlara gelinceye kadar elbette ki İslâm hukuku da kullanılmaktaydı, ama birinci derecede hakim olan, hukuk değildi. Birinci derecede kimlik, Müslümanların irfanıydı, Allah'a yönelik yakınlığıydı. Ne kadar O'na yakın oldukları, tevazûlarıydı, ahlâklarıydı ve buna bağlı olarak kurdukları medeniyetti. Buna bağlı oluşturdukları sanattı. Orta zamanlarda Batı dünyasında Müslümanlar, yazdıkları eser­lerle, sanatlarıyla tanınan bir kimlik iken, modern zamanlarda Müslümanlar, ortaya sanat nevinden bir şey koyamadığından dolayı, başka bir kimlikle tanınmak durumunda kalıyorlar. Taj Mahal , El Hamra'yı, Süleymarıiye'yi inşa edebiliyorsanız, kimliği­niz var demektir.

Bir sultanınız, muhteşem bir Peşrev, bir Mevlevi âyin-i şerifi besteleyebiliyorsa işte o zaman ona global manada bir İslâm düşüncesi diyebilirsiniz. Ama siz bunları üretemediğiniz, sanatta, şiirde, edebiyatta, estetikte bir varlık ortaya koyamadığı- zaman, ister istemez birileri sizi, kendi karşısına alarak refleksiv bir hareket haline getirip kendi düşünce ve metodolojisini yansıtarak sizi de daraltmaktadır. Onda bu Özellikler olmadığı ve siz de onun rakibi olduğunuz için, o öyle istiyor. Onun varlığı, zaten bu tartışmanın üzerine inşa edilecek. Siz farkında olmadan, bu oyuna gelerek, bu büyük muhteşem anlayıştan darala darala sadece İslâm hukukunun çok az bir bölümünü oluşturan ve askerî terminolojiye hapsedilmiş bir İslâm ideolojisi inşa etmeye çalışıyorsunuz. Bunların hepsinin modern ve patolojik problemli kimlikler olduğu kanaatindeyim. Geleneksel İslâm'da ise öteki ile bir kimlik bulmaktan ziyade, kendi beslendiği kaynakların ona verdiği kimliğin daha önde olduğunu görmekteyiz. Mesela, Osmanlı'da bir kişiye, "Evladım! Sen, hangi bahçenin gülüsün?" diye bir soru sorulurdu. "Sen kimsin?" diye sorulmazdı. Sorunun kendisinde bile bir estetik var. Hangi kâmil nazarında yetiştin, hangi nefes sana değdi, demektir bu. Bunlar modernliğe tercüme edilemez. Nefesin değmesi, bir bahçenin gülü olmak, bize belki şiirsel, mistik, poetik ifadeler gibi geliyor. Hayır, geleneksel İslâm dünyasında hâkim kimlik bu şekilde belirleniyordu da onun için böyle sorulurdu.

Mahmud Erol Kılıç - Tasavvuf Düşüncesi
Devamını Oku »