Sünnete Muhalefette Sevap Ümidi Yoktur...

Sünnete Muhalefette Sevap Ümidi Yoktur...
el-Mebsût isimli kitapta Yahya ibn Yahya'dan[1] nakledilmiştir;

O, A’raftan ve A'raf ehlinden söz ettikten sonra bir âh çekti ve innâ lillah ve innâ ileyhi râcîûn deyip şöyle dedi: Bunlar öyle bir topluluktur ki iyilik yapmak için bir yol tutturmak isteyen fakat bunda isabet etmeyenlerdir.

Yahya ibn Yahya'ya denildi ki:

Ey Ebû Muhammed! Bununla beraber onların gayretleri sebebiyle kendileri için bir sevap var mıdır? Dedi ki:

Sünnete muhalefette sevap ümidi yoktur.

Bid'at sahibinin güvenlik ve himayeden mahrum kalacağı ve kendi nefsinin emrine terk edileceği meselesine gelince bununla ilgili rivayetler daha önce geçmiştir ve manası da gayet açıktır. Çünkü Allah Tealâ Hz. Muhammed'i (s.a.), yüce Kitabında belirttiğine göre bize âlemlere rahmet olarak gönderdi. Bu büyük nurun doğumundan önce biz yolumuzu şaşırmış ve az bir kısmı hariç dünyevi maslahat­larımızı tam olarak bilemez bir halde idik. Uhrevi maslahatlarımızı ise az veya çok hiç bilemiyorduk. Üstelik herkes içerisinde ne olursa olsun nefsinin hevasına biniyor ve başkasının hevasını/istek ve arzularını bir kenara atıyor ve ona iltifat etmiyordu. Bu sebeple aralarında özel ve genel manada ihtilaf ve kargaşa hiç eksilmiyordu. Nihayet şüphe ve karışıklıkların zail olması ve insanlar arasındaki ihtilafların ortadan kalkması için Allah Teala Peygamberini (s.a) gönderdi.

Nitekim Allah Teala şöyle buyurdu:

"İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler, Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilaf ettikleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir."[2]

"İnsanlar sadece bir tek ümmet idi. Sonradan ayrılığa düştüler."[3]

O Peygamber ihtilaf ettikleri şeylerde insanlar arasında sadece onların dağınıklıklarını düzene koyacak, birlik ve bütünlüklerini sağlayacak şeyleri getirmek suretiyle hükmediyordu. Onun getirdiği şeyler, onlar hangi yönde ihtilafa düşmüşlerse onunla ilgiliydi ve bu da; sonuçta onların hem dünyadaki hem de âhiretteki iyiliklerini temin ediyor ve bozulmayı onlardan kesin olarak defediyordu. Kaynakları âlimlerce bilinen yöntemlerle dinler, canlar, akıl, nesiller ve mallar, korunuyordu. İşte bu, Peygambere (s.a) söz, fiil ve takrir olarak inen (yüce kitap) Kurandı. Onların kendi kendilerini idareden âciz oldukları, kendi maslahatlarının/menfaatlerinin nerede olduğunu tek başlarına bilemeyecekleri Allah tarafından bilindiği için kendi hallerine bırakılmadılar. Bid'atçi bu büyük bağışları ve bereketli hediyeleri terk eder de nefsinin ve dünyasının ıslahı için şer'i bir delil olmaksızın kendi nefsine sarılırsa himayeye ve bu rahmetin altına girmeye nasıl lâyık olur? O, himaye ipinden elini salmış ve nefsinin tedbirine sığınmıştır. Artık o, rahmetten uzak kalmayı hak etmiştir.

Allah Teala şöyle buyurmuştur:

"Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın."[4] Allah Teala bunu:

"Allah'tan O'na yaraşır şekilde korkun"[5] dedikten sonra söylemiştir.

Böylece Allah Teala kendi ipine sarılmanın Allah'tan O'na lâyık şekilde korkmak anlamına geldiğini ve ondan başkasına yapışmanın da tefrika olaca­ğını bildirmiştir. Tefrika bid'atçinin en kötü vasıflarından birisidir. Çünkü o, Allah'ın hükmünden dışarı çıkmış ve müşlümanlarm cemaatinden uzaklaşmıştır.

Abdullah ibn Humeyd, Abdullah'tan rivayet eder:

Allah'ın ipi cemaattir.

Katade ise şu yorumu yapar:

Allah'ın sağlam ipi şu Kur'an'dır, O'nun sünnetleridir ve kullarına yüklediği sorumluluktur. Allah, onlara Kur'an'daki iyiliklere bağlanmalarını, O'nun ipine sımsıkı sarılmalarını ve diğer şeyleri emretmiştir. Şu ayet-i kerime de buna işaret eder:

"Allah'a sımsıkı sarılın. O sizin mevlânızdır."[6]

Dipnotlar:

[1] Yahya ibn Yahya: İbn Kesir ibn Veslâs ibn Şemlal: Büyük bir imam. Endülüsün fakihi. Künyesi Ebû Muhammed el-Leysi el-Berberi el-Endelûsi el-Kurtubi'dir. 152 yılında doğdu. İmam Malik'i dinledi ve ondan Muvatta'ı rivayet etti. Ayrıca Ziyad ibn Abdirrahman, Leys ibn Sa'd. Sufyan ibn Uyeyne ve diğer kişilerden hadis dinledi. Kendisinden de oğlu Ubeydullah. Muhammed ibn el-Abbas, İlin Veddah, Baki ibn Mahled ve diğer bir grup rivayette bulundu. Endülüs'te ilim adamlarından hiç kimsenin ulaşamadığı bir saygınlığa ve büyük bir mertebeye ulaştı. 234 yılının Recep ayında vefat etti. (Siyeru A'lami'n-Nübelâ. 10/519; Tehzibü't-Tehzib. 11/300; Şezerat, 2/82; Şeceratü'ıı-Nûr ez-Zekiyye. 63, 64)

[2] Bakara: 213.

[3] Yunus: 19.

[4] Âli İmran: 103

[5] Âli İmran: 102

[6] Hac: 78
Devamını Oku »

Şeriatta Farklılık

Şeriatta Farklılık


Şeriatta farklılık bulunan hususlar, çoğu kez sadece mutlak olan ve belirli bir sınır konulmayan, aksine mükellefin değerlendirmesine bırakılan konularda bulunur.[1]Bu durumda her mükellef kendi kav­rayış ve değerlendirmesine göre sorumlu olur. Mesela, birisi böyle bir durumda şunu anlar, o onunla sorumlu olur; bir ikincisi onun anlayı­şından daha ileri gider, o da onunla sorumlu olur. Öbür taraftan mü­kellefin, altına girdiği yükümlülüğe göstereceği sabır ve metanet ölçü­sünde de farklılık ortaya çıkar. Herkes güç yetirebileceği mertebeden sorumlu olur. Güç yetiremeyeceği mertebede olan bir durumla sorum­lu tutulmaz. Daha önce arzedilenlere muhalif olduğu sanılan hususlar işte bu noktadan kaynaklanmaktadır. Allah en iyisini bilir.

Bizzat bu nokta göz önüne alındığı içindir ki, amelî konularda hükümler, mükellefleri meşakkate düşürmeyecek ve bu yüzden onları usandırmayacak tarzda, dünya hayatını düzenli bir şekilde yürütme­sini ve çıkarlarını kollamasını sağlayan âdetlerini ortadan kaldırma­yacak biçimde konulmuştur. Şöyle ki: Ümmî olup ne şeriattan ne de aklî hükümlerden hiçbir şeyle uğraşmayan bir kimse, öteden beri alış­kın olduğu âdetlerinden bir anda soyutlanırsa, elbette ki onun kalbi kendisini bu duruma sokan şeyden sıkıntı duyacaktır. Daha önceden bu gibi şeylerden haberdâr olan kimseler ise böyle değildir. İşte bu nokta göz önünde tutularak Kur'ân yirmi (küsur) senede parça parça indirilmiş, yükümlülük getiren hükümler azar azar gelmiş; bir anda ve toptan gelmemiştir (Tedrîcîlik prensibi)[2]. Bu, kalplerin bir anda şeriattan soğuyup ondan yüz çevirmemesini sağlamak için yapılmış­tır.

Rivayet olunduğuna göre Ömer b. Abdulaziz'e, oğlu Abdulmelik[3] şöyle der: "Sana ne oluyor dahükümleri (umur) uygulamıyorsun.Allah'a yemin ederim ki, hak yolda beni de, seni de kazanlarda kaynatsalar, zerre kadar aldırmam!" Ömer ona:

"Acele etme yavrum, Allah içkiyi Kur'ân'da iki defa kötüledi, üçüncüde haram etti.[4]Ben hakkı toptan insanların üzerine yükledi­ğim zaman, onların da toptan onu reddetmelerinden ve bundan fitne kopmasından korkuyorum" diye karşılık vermiştir.

Bu doğru bir mânâdır ve insanların yapageldikleri incelendiğin­de buna itibar ettikleri ortaya çıkacaktır. Uygulanan tedrîcîlik meto­du hem insanların maslahatlarını daha iyi bir şekilde ortaya koymuş, hem de ısındıra ısındıra daha tesirli olmuştur. Hükümlerin çoğu mey­dana gelen sebepler üzerine gelmiştir. Hükümlerin olaylara paralel olarak inmesi ve şeriatın bu şekilde yavaş yavaş parça parça oluşması insanlar üzerinde hem daha tesirli olmuş ve hem de onların kabulleri­ni kolaylaştırmıştır. Çünkü şeriat böyle geldiğinde, inen her hüküm için, bir önce gelen (ve ona bir ön hazırlık durumunda olan} hüküm ar­tık yerleşmiş ve mükellefin daha önce yükümlülükten ve onun bilgi­sinden haberi olmayan nefsi ona alışmış oluyordu. Dolayısıyla her hü­küm indikçe, o bir sonraki için alt yapı oluşturduğu için ikinci, üçüncü, dördüncü... hükümlerin kabulü gittikçe kolaylaşıyordu.

Yine bu yüzdendir ki, ilk muhatap olan Arapların başlangıçta, bu şeriatın ataları olan İbrahim'in şeriatı olduğu telkini ile aynen çocu­ğun işe, baba mesleği diye sındırılması gibi ona ünsiyet peyda etmeleri temin edilmek istenmiştir: "Babanız İbrahim'in şeriatı..[5] "Şimdi ey Muhammedi Sana, 'Doğruya yönelen (hanîf), puta tapan­lardan olmayan İbrahim'in dinine uy'diye vahyettik"[6]Doğrusu îbrahime en yakın olanlar, ona uyanlar, bu peygamber Muhammed ve inananlardır[7] ve benzeri âyetler[8] bu doğrultuda inmiştir.

Eğer tedrîcîlik prensibine uyulmasa da, Kur'ân bir defada top­tan indirilseydi, o zaman mükellef üzerine yükümlülük getiren hü­kümler bir anda çoğalacak ve insanlar bir ya da iki hükmü kabul eder, onlara boyun eğer gibi onların tamamım kabul edemeyecekti. Hadiste "Hayır âdettir"[9]buyrulmuştur. İnsan, hayır işlerden birini kendisi­ne itiyat haline getirdi mi, kalbinde onun sayesinde bir nur oluşur ve kalbi ona açılır. O şeyle ikinci defa karşı karşıya kaldığı zaman, nefsin­de ona karşı bir kabul duygusu bulunur. Yüce Allah'ın tâat ehli hakkındaki âdeti böyledir.

Nefiste yer eden bir başka âdet daha vardır: Nefis, daha önceden kendince alışkın bulunduğu bir fiilin türünden olan başka bir fiili kabule daha yatkındır. Bundan dolayıdır ki, Hz. Peygamber bunun (yani tedrîcilik, kolaylaştırma ve sevdir­me metodunun) zıddı olan şeylerden hoşlanmaz, ona uygun olan şeyle­ri severdi; yumuşaklığı sever, sertlikten hoşlanmazdı, derine dalmayı, tekellüfü, kaldırılamayacak yüklerin altına girilmesini yasaklardı. Çünkü bu tavır, nefislerce kabule daha yatkın ve çoğunluk insanlar için teşride uygulanacak daha kolay bir yoldu. [10]

--------------

[1] Her halükârda bu tür farklılıklar mevcuttur. Ister burada müellifin belirttiği fîili mutlak olan hususlarda olsun ister olmasın. Dolayısıyla problem izale edilmiş değildir.

[2] Bu konuda bilgi ve kaynakları hk. bkz. Erdoğan, M.Ahkâmın Değişmesi, İstanbul, 1991.

[3] Abdulmelikb. Ömer(v. 101/719), babasına büyük destek olmuş, onun gidişa­tına uymuş Emevî emirlerinden birisidir. Babasından biraz önce vefat etmiş­tir. (Âlâm, 4/161) (Ç)

[4] Vakıa, içki Kur'ân'da bir defada yasaklanmamış, tedricî olarak nihâî yasağa sırasıyla: 16/67, 2/19, 4/43 ve nihayet 5/90 âyetleriyle ulaşılmıştır. (Ç)

[5] Hac 22/98.

[6] Nahl 16/123.

[7] Âl-i Imrân 3/68.

[8] Müellifin sözünün zahiri hem Mekkî hem de Medeni âyetleri kapsamaktadır. Medenî olan CJ/6H gibi) ve. daha sonra gelen âyetler hak kında sözü açık değil­dir. Ancak bu tür Medeni âyetlerin daha imce ki Mekkî âyetleri takrir ve teyit ettiği  anlamına yorulabilir. Nitekimle'yi  ve  le'kil   mahiyetinde  Mekkî âyetlerde işlenen konuların Medine'de  tekrarlandığı bilinmektedir.

[9] ibn Mâce nin Sünen'inde (Mukaddime, 18| 1/801.) rivayet ettiği bu hadisin ta­mamı şöyledir: "Hayır âdettir, şer ise husûmettir, 'içi tırmalan Allah kimin hakkında hayır murad ederse, onu dinde anlayışlı fakih kılar." Hadisi şu şekilde yorumlamak mümkündür: iman ve takva ölçülerini uygunIarak yaşayan müminin kalbine, hayrın yolları açılir ve hayır, onun için bir âdet olur. Çünkü insan bayır üzere yaratılmıştır, Şer ise, öyle delil­dir. Ona kalp açılmaz, insanın kalbine ondan ancak şeytanın ve nefs-ı emmâre.nin vesvesesi dolar. (Ç)

[10] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/77-92
Devamını Oku »

Mutlak surette tahsînî ve hâcînin ihlâle uğraması durumunda,bundanzarurî de bir nevi etkilenebilir

Mutlak surette tahsînî ve hâcînin ihlâle uğraması durumunda,bundan zarurî de bir nevi etkilenebilir


a) Zarurî, hâcî ve tahsînî dikkate alma açısından farklı mertebe­lerde bulunmaktadırlar. Bunlar içerisinde zarurî olanlar en güçlüsü, sonra da sırasıyla hâcî ve tahsînî olanlar gelmektedir. Ancak bunlar birbirleriyle irtibat halindedirler. (Çünkü birbirlerini tamamlamak­tadırlar.) Bu durumda daha aşağı mertebede olan bir hususun iptali, bir üst derecede bulunan bir hususun iptaline bir cüret teşkil edecek ve onun ihlâle uğratılması için atılmış bir adım olabilecektir. Buna göre bir aşağı mertebede olan, bir üst mertebede olanın etrafında sanki ko­ruyucu bir sur görevi yapmış olmaktadır. Unutulmamalıdır ki, koru­luk etrafında hayvan otlatan kimsenin, her an oraya girmesi muhte­meldir. Bu açıdan bakıldığında tamamlayıcı unsurları ihlâl eden bir kimse, aslında tamamlanılan şeyi (aslı) ihlâl etmiş olmaktadır.

Bunun örneği namaz olmaktadır. Namazın, rükün ve farzların dışında tamamlayıcı unsurları bulunmaktadır. Bilindiği üzere bunla­rın ihlâl edilmesi, farz ve rükünlerin ihlâline yol açmaktadır. Çünkü daha hafif olan şeyler, daha ağır olan şeyler için bir mukaddime, bir hazırlık mahiyeti arzetmektedirler. Buna şu hadisler de delil teşkil eder: "Koruluk etrafında hayvan otlatan kimsenin, oraya girmesi bir an meselesidir"[1]Allah hırsıza lanet etsin;yumurta çalar eli kesilir; ip çalar eli kesilir.[2]Büyüklerden birisi tarafından söylenen: "Ben   . haramla aramda helâlden bir sütre edinirim ve onu haram kılmam" sözü de bu mânâyı ortaya koymaktadır.

Bu konu, üzerinde ittifak edilen kesin bir asıl olmaktadır ve bu kitabın ikinci kısmında ele alınacaktır.

Daha hafif durumda olan şeyleri ihlâle cüret gösteren kimseler, daha önemli olanların ihlâline de yeltenebilirler. Dolayısıyla tahsînî ya da hâcî olan hususların ihlâline cüret gösteren kimse, aym şekilde zarurî olan şeyleri ihlâle de cüret edebilir. Şu halde, tamamlayıcı un­surların mutlak surette (yani tümden) ortadan kaldırılması duru­munda, zarurî olan şeylerin de bir şekilde zarar görebileceği neticesi çıkar.

Bu durum, tamamlayıcı unsurları mutlak surette terk ve onları ihlâl durumunda söz konusudur. Öyle ki, kişi bunları hiç işlememekte, işlese bile çok cüzî bir ölçüde gerçekleştirmektedir. Veya tekrarlanan şeylerdense küçük bir kısmını yerine getirmekte, büyük kısmını ise terk ve ihlâl etmektedir. Bu durumda zarurî olanların da bir şekilde zarar göreceği ortadadır. Bu noktadan hareketle, namazını sadece farzlarına riâyet ederek kılan kimsenin tavrı hoş karşılanmamış ve onun kıldığı bu namazın pek iç açıcı olmayacağı, onun namazdan çok bir eğlence şeklinde telakki edileceği belirtilmiştir. Bazı âlimlerin böy­le bir namazın bâtıl olacağım söylemeleri işte böyle bir yaklaşımın ne­ticesi olmaktadır. Alış veriş konusunda da aynı şeyi söylüyoruz: Garar ve cehaletin bulunmaması gibi tamamlayıcı unsurların yok olması du­rumunda, akitte taraf olanlardan her ikisine de, ya da birine neredey­se bir fayda doğmayacaktır. Bu durumda akdin olmasıyla olmaması arasında pek fark olmayacaktır. Hatta bazen olmaması olmasından daha daha hayırlı olacaktır. Benzeri diğer meselelerde de durum aynıdır.

b) Her derecenin, kendisinden bir üst mertebeye olan nisbeti, farzla nafile arasındaki nisbet gibidir. Mesela avret mahallinin örtülmesi, kıbleye yönelinmesi, asıl namaza nisbetle mendûb gibidir. Sûre okunması, tekbir ve teşbihte bulunulması da namazın aslına nisbetle aynı şekilde olmaktadır. Yenilecek ve içilecek şeylerin pis olmaması, başkasına ait bulunmaması, şerî usûle göre boğazlanmış olması gibi hususlar da, bünyenin korunması ve yaşantının sürdürülmesi aslına nisbetle nafile durumundadır. Satış akdinde, satılan şeyin belli olma­sı, şer'an kendisinden istifâdenin helal olması ve benzeri aranan şart­lar da, akdin aslına nisbetle keza aynı şekilde nafile durumundadır.

Hükümler bahsinde de ortaya konulduğu gibi, cüz itibarıyla ele alındığında mendûb olan şeyler, küll olarak düşünüldüğünde vâcib hükmünü almaktadırlar. Bu durumda mendûbun mutlak surette (küll halinde) ihlâl edilmesi, vacibin rükünlerinden birinin ihlâli anla­mına gelmektedir. Çünkü küll olarak mendûb, o vacibin bir rüknü ha­lini almıştır. Bir kimse, vacibin rükünlerinden birisini özürsüz ihlâl ettiğinde, nasıl ki o vâcib ihlâle uğruyor ve ortadan kalkıyorsa, rükün mevkiinde ya da ona benzer durumda olan bir şeyin ihlâli halinde de durum aynı olacaktır.

İşte bu açıdan da bakıldığında, tamamlayıcı unsurların mutlak surette ihlâli durumunda, zarûriyyâtın da bundan bir şekilde etkile­nip zarar görebileceğini söylemek doğru olacaktır.

c) Hâciyyât ve tahsîniyyât bir bütün olarak ele alındığında, bun­lardan her birinin zarûriyyâtın fertlerinden biri gibi olabilirliği söz ko­nusudur. Şöyle ki, zarûriyyâtın kemal hali, ancak mükellefe bir güç­lük ve sıkıntı getirmeksizin kolaylık ve genişlik üzere olması; üstün ahlak anlayışına ve kabul görmüş telakkilere uygun düşmesi duru­munda olabilir. Aksi takdirde sağduyu sahiplerince iyi ve güzel bulunmaz. Hâci ya da tahsînî unsurlar ihlâl edildiği zaman, o takdirde zarûrîyyât sıkıntı ve meşakkat içerecek ve sağduyu sahiplerinin güzel ve iyi buldukları vasıflardan uzak kalmış olacaktır. Bu durumda zarurî olan vacibin işlenmesi bir tekellüf arzedecek ve şeriatın konul­duğu sırada gözetilen maksatlara ters düşmüş olacaktır. Hadiste: "Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.’’[3] buyrulmaktadır.

Hal böyle iken, şayet tamamlayıcı unsurların bulunmadığı farzedilecek olsa, o takdirde vâcib bu prensip doğrultusunda bulun­mamış olacaktır. Böyle bir durum ise, açıkça vâcibde bir kusurun bu­lunması demektir. Ancak zarurînin tamamlayıcısı durumunda olan unsurda bulunan kusur, tüm olarak değil de kısmen bulunacak olur ve bu kusur zarurînin güzelliğini, üstün ahlak anlayışına uygunluğunu ortadan kaldırmaz, genişlik ve kolaylık kapısını tamamen kapatarak güçlük ve sıkıntılar doğurmazsa, bu durumda söz konusu kusur ve noksanlığın, ihlâl edici olmayacağı da açıktır.

d) Her bir hâcî ya da tahsînî, asıl olan zarurînin hizmetinde bu­lunmakta, kişiyi ona hazırlamakta ve onun özel konumunu güzelleşti­rici, kemale ulaştırın rol oynamaktadırlar. Bu haliyle onlar zarurî için ya bir mukaddime, ya bir hatimedirler ya da onun eşliğinde yapılan ve ona güç katan bir unsur olmaktadırlar. Hangi açıdan bakılırsa bakıl­sın, tamamlayıcı bu unsurlar (hâcî ve tahsînî], zarurinin etrafında dönmekte ve ona hizmet etmektedirler. Bu durumda, zarurînin en gü­zel bir şekilde yerine getirilebilmesi için onların bulunması gerekmektedir.

Mesela, namazdan önce abdest alınıp temizlik yapıldığı zaman, bu durum önemli bir ibâdet için bir hazırlığın olduğunu hatırlatacaktır. Kıbleye yönelindiğinde, bu yöneliş kendisine yönelmenin huzurunda bulunulduğunu düşündürecektir. Kulluk görevinin yerine geti­rilmesine niyet edildiği zamansa, bundan huşu ve sükûn doğacaktır.Sonra namaza girecek ve namazda farz olan Fâtiha'nın (Ümmü'l-Kur'ân) okunmasından sonra ziyade bir sûre okumakla, namazı ke­mal vasfına doğru yaklaştıracaktır. Çünkü okunan bu sûrelerin tama­mı, kendisine yönelinen Rab Teâlâ'nın kelamı olmaktadır. Kişi namaz içerisinde tekbir alıp, teşbihte bulunduğu, teşehhüd okuduğu zaman, bütün bunlar onun kalbini uyaracak, Rabbine olan münâcâtında, O'nun yüce huzurunda duruşunda gaflet haline düşmemesi için kendi­sini ikazda bulunacaktır. Bitimine kadar bu böyle devam edecektir. Şayet kişi kılacağı bu farz namazından önce bir nafile kılacak olursa, o takdirde kılacağı bu namaz farz için bir mukaddime (ön hazırlık), bir basamak olacak ve yavaş yavaş kişiyi ona hazırlayacaktır. Farzın ar­kasından bir nafile daha kılması takdirinde ise, bu durum farzdaki hu­zuru için daha da uygun bir davranış olacaktır.Namazda bu husus itibara alındığı için, namazın her anı, amelle birlikte zikirden hâli bırakılmamıştır. Böylece huşu, teslimiyet, boyun eğme ve saygı içerisinde Allah ile birlik olma için gerekli hem dilinhem de organların mutabakatı sağlanmıştır. Namaz içerisinde hiçbir yer, sözlü ya da fiilî zikirden boş bırakılmamış ve böylece gaflet kapısının açılmasına, şeytanın vesveselerinin girmesine imkan tanınmamıştır.

Görüldüğü gibi, bu tamamlayıcı unsurlar zarûriyyât koruluğu­nun etrafını kuşatmakta; onun hizmetinde bulunmakta ve onu des­teklemekte, güçlendirmektedir. Bu durumda şayet bu tamamlayıcı unsurlar tamamen ya da çoğunlukla ihlâle uğrayacak olsa, bundan zarurînin de ihlâle uğraması söz konusu olabilecektir. Namaz hakkın­da verdiğimiz bu izah, diğer zarûriyyât ve onların tamamlayıcı unsur­ları için de aynıdır.

Beşinci yani "Zarurî için, hâcî ve tahsîninin korunması uy­gun olur" önermesinin açıklanması:

Dördüncü Önermenin izah ve açıklanmasından, bu önermenin de doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü madem ki, zarûriyyât tamam­layıcı unsurlarının ihlâle uğraması yüzünden bozulabilmekte ve orta­dan kalkabilmektedir, bu durumda zarurînin muhafazası için onların da korunması istenilecektir. Keza madem ki, bunlar zînettirler ve zarurînin güzellik ve kemâli de ancak bunların bulunmasıyla ortaya çıkacaktır, o zaman onların ihlâl edilmemesi ve korunması uygun ola­caktır.

Bütün buraya kadar anlattıklarımızdan şu netice çıkmaktadır: Riâyeti istenilen üç mertebe içerisinde, birinci mertebede bulunan zarûriyyâtın muhafazası en büyük maksad olmaktadır. Bunlar her millette/şerîatte dikkate alınan hususlardır ve hiçbir şerîatte, furûda olan ihtilaflar gibi, bunlar hakkında ihtilaf bulunma­maktadır. Bunlar dinin esas ve temelleri (usûlu'd-dîn), serî kaideler ve şeriattaki küllî esaslardan ibarettir.[4]

------------------

[1] Buhârî, İmân, 31; Müslim, Müsâkât, 107; Ebû Dâvûd, Büyü, 3.

[2] Müslim, Hudûd, 7; îbn Mâce, Hudûd, 22; Ahmed, 2/253. El kesmede nisab-arandığı için hadisle istidlal şöyle bir tevil üzerine olmalıdır: Allah hırsıza lanet etsin; yumurta çalar, eli kesilir... Yani yumurta çalar, bu onu daha büyük şeylerin çalınmasına iter. Sonunda el kesmeyi gerektirecek bir şey ça­lar ve eli kesilir. Bu durumda hadiste hüküm, ilk sebebe (vesileye) nisbet edilmiş olmaktadır.



[3] Muvatta, Husmıl-huluk, 8; Ahmed, 2/381.



[4] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/15-24
Devamını Oku »

Helal ve Haram

Yüce Allah bazı şeyleri haram, bazılarını da helal kılmış­tır.

Yüce Allah bazı şeyleri haram, bazılarını da helal kılmış­tır. Bunu ya bir kayıt olmaksızın ve bir sebebe bağlamaksızın mutlak olarak yapmıştır. Nitekim namazı, orucu, haccı ve benzerlerini böyle vacip kılmıştır. Zinayı, ribayı, öldürmeyi ve benzerlerini de yine bu şe­kilde haram kılmıştır. Bazı şeyleri de sebeplere bağlayarak vacip ya da haram kılmıştır. Zekatı, keffaretleri, nezre vefayı, ortak için şufa hak­kını vacip kılması; boşanmış kadının, gasbedilmiş ya da çalınmış mal ile faydalanmanın vb. haram kılınması gibi. Hal böyle iken kişi kalkar ve kendisine vacip kılman bir hükmün düşürülmesi ya da haram kılı­nan birşeyin mubah kılınması için herhangi bir yolla girişimde bulu­nur ve bunun neticesinde de zahir itibarıyla kendisine vacip olan şey vaciplikten çıkar ya da haram olan şey şeklen helal hale dönüşür.

İşte böylesine bir girişime "hile" ya da "tahayyül" adı verilmekte­dir. Örnekler: Mukim halde iken namaz vakti giren bir kimse üzerine dört rekat namaz kılması vacip olur. Kişi bu namazın tamamını kendi­sinden düşürmek için şarap ya da uyku ilacı içer; böylece baygın gibi aklı başında yok iken namaz vakti çıkmış olur. Ya da dört rekatli na­mazı kısaltmak ister ve bunun için yolculuğa çıkar. Aynı şekilde Ra­mazan ayına yetişen bir kimse, orucu tutmamak için yolculuğa çıkar. Hacca gitmeye gücü yetecek kadar malı olan bir kimse, üzerindeki hac görevini düşürmek amacıyla elinde bulunan malını bir başkasına hibe eder ya da herhangi bir yolla elinden çıkarır. Başka birisine ait cariye ile cinsî ilişkide bulunmayı arzu eder ve onu gasbeder. Adam da cariye öldü zanneder ve ona cariyenin kıymetini Öder ve böylece cariye ile cinsî ilişkiye girer.

Yahut bir kimse, bakire bir kızı kendi rızasıyla ni­kahladığına dair yalancı şahitler dinletir ve hakim de şahitlere daya­narak o doğrultuda hükmeder ve böylece o kızla cinsî ilişkide bulunur. Peşin vereceği on dirhem karşılığında belli bir süre sonra yirmi dirhem almak ister ve buna şöyle bir kılıf bulur: Meselâ bir elbiseyi peşin olarak on dirheme satın alır. Sonra aynı elbiseyi almış olduğu satıcıya yir­mi dirhem karşılığında veresiye olarak satar. Falanı öldürmek ister ve onun gideceği yola onun Ölümüne neden olacak mesela mızrak dikmek ya da kuyu kazmak gibi bir sebep hazırlar. Zekat yükümlülüğünden kaçmak ister ve bunun için elindeki malı bir başkasına hibe eder veya  malı itlaf eder ya da nisap miktarına ulaşmaması için ayrı olan malları toplar ya da birleşik olanları ayırır. [1] Haramların helal kılınması ve vacibin düşürülmesi konusundaki diğer örnekler de bu şekildedir. Ay­nı şey helalin haram kılınması konusunda da geçerlidir. Meselâ kadın, kocasına ait bulunan cariyenin ya da kumasının ona haram olmasını ister ve bunu temin için onları emzirir, Şer'an sabit olmayan bir hak is-batı için yapılan hileler de aynıdır: Meselâ, vârise vasiyet yasağını del­mek için, ona karşı borç ikrarında bulunur ve böylece maksadına ulaş­mak ister.



Bütün bu ve benzeri tasarruflar, şer'an sabit bulunan hükümleri, dış görünüşü itibarıyla sahih, esas itibarıyla ise batıl olan bir fiili (kılıf) araç olarak kullanmak suretiyle başka hükümler haline dönüştürme çabalarıdır (hile)  Bunların teklîfî ya da vazî hükümlerden olması ara­sında bir fark bulunmamaktadır. [1][2]

------------

(1)-bkz 1/275

(2)-Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/382-383

Devamını Oku »

Süreklilik arzeden âdetler

Süreklilik arzeden âdetler


Süreklilik arzeden âdetler[1] iki kısımdır:

(1) Şerî âdetler: Bunlar şer'î delillerin ortaya koymuş olduğu ya da yasaklamış bulunduğu şeylerdir. Bunlar şeriat tarafından vaciblikya da mendupluk düzeyinde yapılması istenilen veya mekruhluk ya da haramlık seviyesinde yapılması yasakla­nan veyahut da yapılıp yapılmaması tercihe bırakılan şeyler­dir.

(2) Hakkında müsbet ya da menfî şer'î bir delil bulunmayan ve insanlar arasında cereyan etmekte olan âdetler.

Birinci türden olan âdetler, diğer şer'î esaslarda olduğu gibi ebedî olarak sabittirler. Meselâ köle şehâdet ehliyetinden mahrumdur, ne­casetin giderilmesi istenilmiştir, namaz için taharet ve avret mahalli­nin örtülmesi emredilmiştir. Çıplak olarak Kabe'nin tavaf edilmesi ya­saklanmıştır.... Bu ve benzeri insanlar arasında süregelen âdetler Sâri tarafından ya güzel ya da çirkin bulunarak emredilmiş ya da ya­saklanmışlardır. Bunlar şer'î hükümler altına giren durumlar cümle-sindendir. Bu gibi konularda, mükelleflerin düşüncelerinde değişme­ler meydana gelse bile asla bir değişiklik söz konusu olamaz [2]ve güze­lin çirkine, çirkinin de güzele dönüşmesi sahih olmaz. Bu itibarla biri kalkıp da şöyle diyemez: Kölenin şahitliğinin kabulünü güzel âdetler önlemez; dolayısıyla onların şahitliklerini kabul etmeliyiz ya da bu­gün avret yerlerinin açılması ne ayıptır ne de çirkin birşeydir; neticede açıklıkta bir sakınca yoktur gibi hezeyanlarda bulunamaz. Zira .eğer bu yaklaşım doğru olacak olsa, bu sürekli ve yerleşik hükümlerin neshedilmesi demek olurdu. Oysa ki, Hz. Peygamber'in ölü­münden sonra nesh artık imkânsızdır. Netice itibarıyla şer'î âdetlerin kaldırılması bâtıldır.

İkinci kısma gelince: Bu kısımdan olan âdetler:

(a) Sabit olabilirler.

(b) Değişken olabilirler.

Bununla birlikte bu tür âdetler de, üzerlerine terettüp edeeekhü-kümler için sebepleri teşkil etmektedir.

Sabit olanlar, insanda mevcut bulunan yeme, içme, cinsî arzu, bakma, konuşma, tutma, yürüme vb. şehvetlerin bulunması gibi şey­lerdir. "Bunlar belli müsebbebler için sebebler olduklarına göre, Sâri' Teâlâ onlarla ilgili hükümler koymuş olacaktır ve bu durumda devam­lı olarak onların dikkate alınması, üzerlerine dayanılarak uygun hü­kümler konulması hususunda herhangi bir problem bulunmayacak­tır.



Değişken olanlara gelince, bunları aşağıdaki gibi kısımlara ayır­mak mümkündür:

(1)

Bunlardan bir kısmı güzellikten çirkinliğe ya da çirkinlikten gü­zelliğe değişim gösteren âdetlerdir. Mesela, (erkeğin) başı açık dolaş­ması gibi. Bu çeşitli yörelere göre farklılık arzeder. Doğu (şark) ülkele­rinde mürüvvet sahibi kimselere göre çirkin kabul edilen başın açıl­ması, mağrip (batı) ülkelerinde çirkin sayılmaz. Bu durumda İlgili seri hüküm yöreden yöreye değişir ve başı açık gezmek doğu ülkelerinde adaleti zedeleyici olurken batı ülkelerinde zedeleyici olmaz.

(2)

Bir diğer kısım da maksadı ifadedeki farklılıklardır; bu durumda bir mânâyı ifade eden söz yerini başka bir söze bırakır. Maksadı ifade­deki farklılıklar şu şekilde ortaya çıkar:



(a) Ya Araplarla Arap olmayanlar gibi millet farkından doğar.



(b) Ya da aynı millet içerisindeki farklılıklara nisbetle ortaya çıkar. Mesela, belli bir sanat erbabı, sanatlarıyla ilgili kendi aralarında diğer insanlardan farklı tabirler kullanırlar.



(c) Bir kelimenin birçok anlamı içerisinden bir tanesi yaygınlık kazanır ve zamanla o lafızdan ilk etapta o mânâ anlaşılır hale gelir. Halbuki o lâfızdan daha önce başka mânâlar da anlaşı­lıyordu. Yahut lâfız müşterektir fakat zaman içerisinde an­lamlarından birine has bir hal almıştır. Ve buna benzer hal­ler... Bu gibi durumlarda örfe itibarla hüküm yaygın olana göre verilir; ancak örf sahibi olmayanlara sözkonusu örfe da­yalı hüküm nisbet edilmez. Bu tür örfün cereyan ettiği yerler daha çok yeminler, akitler, sarih ya da kinaye yoluyla yapı­lan talâklar gibi konulardır.



(3)

Muamelât ve benzeri konulardaki fiillerde (teamüllerde) meydana gelen farklılık)ardır. Meselâ nikâh konusunda âdet zifaftan önce mehrin teslim edilmesi; falanca şeyin satımında âdet ödemenin vere­siye değil peşin yapılması ya da ille şu kadar mühletle olması şeklinde olabilir. Bu gibi durumlarda hüküm söz konusu âdetler (Örf) doğrultu­sunda cereyan edecektir. Nitekim bu konular fıkıh kitaplarında yazılı bulunmaktadır.



(4)

Mükellefin dışında olan durumlara göre farklılık arzeden şey­ler.[3] Ergenlik (bulûğ) gibi Bu konuda dikkate alman husus insanla­rın ihtilâm ve hayız olma"gibi ya da ihtilâm ve hayız yaşı gibi konular­daki âdetleri olmaktadır. Hayızda da durum aynıdır.[4] Bu konuda da ya mutlak olarak bütün m sanların âdetleri ya da kadının kendi ya da akrabalarının âdetleri dikkate alınır ve farklılık konusunda âdetlerin gereği ile şer'an hükümde bulunulur.



(5)

Olağan dışı durumlar hakkında olur. Meselâ, bazı olağan dışı du­rumlar bir kısım insanlar için âdet haline gelebilir. Bu durumda olan kimseler için, kendisi hakkında âdet halini alan o olağan dışı durum dikkate alınarak hüküm verilir. Ancak bu, herkes için olağan olan du­rumun bu kimse için fevkalâde bir durum olmadıkça bir daha dönme­yecek şekilde ortadan kalkmış olması gerekmektedir. Meselâ, herke­sin normal yoldan dışkısını dışarı attığı organı artık yok hükmünde olan ve dışkısını açılan yeni bir delikten dışarı atar bir duruma gelen bir kimsenin halini örnek olarak alabiliriz. Eğer böyle birinin eski nor­mal organı tabii görevini sürdürebiliyorsa hüküm genel âdet doğrultu­sunda olacaktır.

Bazen de ihtilaf daha başka yönlerden olacaktır. Buna rağmen şeriat yönünden dikkate alınan husus bizzat o âdetler olacak ve hü­kümler o âdetlere uygun olarak konulmuş olacaktır. Çünkü şeriat yaygın olan (mutat) durumlar"la ilgili yine mutat durumlar getirmiş ve alışılmışlığın dışına çıkmamıştır. Nitekim bu husus daha önce açık­landı.



Fasıl:

Burada sözü edilen âdetlerin farklılık arzetmesi durumunda hükümlerin de değişeceğinden maksat, aslî hitapta meydana gelmiş bir değişiklik değildir. Çünkü şeriat ebedî ve devamlı yürürlükte kalmak üzere konulmuştur. Eğer biz dünyanın sonsuzluğunu farzedecek ol­sak, yükümlülük de aynı şekilde sonsuza kadar devam edecek ve şeriatta bir ilaveye ihtiyaç duyulmayacaktır. Âdetlerin farklılık göstermesiyle hükümlerin de değişmesinden maksat şudur; Her âdet farklılık arzettiği zaman yeni bir şer'î asla döner ve bu kez onun hük­münü alır. Meselâ ergenlik konusunda olduğu gibi. Kişi ergenlik çağı­na ulaştığı zaman üzerine yükümlülük biner. Ergenlik çağından önce yükümlülüğün olmaması, ergenlik sonrasında ise yükümlülüğün doğ­ması aslî hitapta meydana gelen bir değişme değildir. Değişiklik (ihti­laf) sadece âdetlerde ve şâhidlerde[5] meydana gelmektedir. Zifaftan sonra mehrin teslim edilip edilmediği konusunda bir anlaşmazlık çı­karsa âdetin geçerli olduğu bir ortamda söz kocanın sözııdür; âdetin değiştiği bir ortamda ise söz zifaftan sonra da olsa yine kadının sözü­dür. Buradaki değişiklik hükümde bir değişiklik değildir; aksine bu bilinen bir hususla ya da bir esasla ağır basan koca tarafına hükümde bulunmaktır. Neticede söz, herhangi bir kayıt getirmeksizin kocanın olacaktır; çünkü o müddeâ aleyh (davalı) olmaktadır.[6] Diğer örnek­lerde de durum aynıdır. Hükümler her zaman için sabittir ve onlar mutlak surette sebeblerine tabidirler; sebeb bulununca hükümler de bulunur. Allahu a'lem! [7]



-------------------

[1] Burada "âdet" kelimesi itiyat, alışkanlık vb. gibi anlamlardan çok insanlar arasında yer etmiş, alışılagelmiş, yapılagelmiş şeyler mânâsına gelmektedir. (Ç)



[2] Çünkü bu gibi konuları bizzat Sâri nass ile belirlemiş ve onlara şer'î bir hü­küm koymuştur. Bu gibi konularda insanların güzellik ya da çirkinlik yargı­larında meydana gelen değişme, onlarla ilgili şeri hükmü değiştiremez. İkin­ci türden olanlar ise böyle değildir. Çünkü onların güzel ya da çirkin oldukla­rını gösterecek şer'î bir delil bulunmamaktadır ve konu insanların örflerine havale edilmiştir. Bu itibarla o tür konularda meydana gelen insanların de­ğer ölçülerindeki değişmeler ilgili hükümlerde de değişmelere neden olacak­tır. Bu konuda bkz. Erdoğan, Mehmet, İslâm Hukukunda Ahkâmın De­ğişmesi, îst. 1990.



[3] Mesela ülkeden ülkeye sıcaklık, soğukluk gibi durumlar farklılık arzeder. Sıcak ülkelerde ergenlik yaşı daha çabuk gelirken, soğuk ülkelerde daha eec yaşlara kalır.



[4] Yani her hayız görmesi ndeki süre kastedilmektedir.



[5] Evlilikte mehrin teslimi konusunda olduğu gibi. Burada yaygın cilan âdet, zifaftan önce muaccel mehrin verilmesi yönüne ağırlık kazandırmakta ve bu şekilde mehrin teslimi öne çıkmaktadır.



[6] Beyyine (delil ikâmesi) müddeîye (davacı) aittir; yemin ise inkâr eden tarafa düşer. Burada kadın bir hak dava etmekte, koca ise inkâr etmektedir; dolayısıyla yeminle birlikte söz kocanın sözü olacaktır.(Ç)



[7] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/284-287
Devamını Oku »

Mükelleften güçlük ve sıkıntı kaldırılmıştır.

mükelleften zorlama kaldırılmıştır


Fasıl:

Mükelleften güçlük ve sıkıntı kaldırılmıştır. Bunun iki ge­rekçesi vardır.

a) Mükellefin teklif yolunda ilerlemeden kesilmesi, ibadetleri sevmemesi ve yükümlülükten nefret etmesi endişesi. Bu ge­rekçenin altına, onun bedenine, aklına, malına ya da davra­nışlarına bir bozukluğun arız olabileceği endişesi de girebilir,

b) Kula yönelik çeşitli yükümlülüklerin çok ve bir anda bulun­ması durumunda onları gereği gibi yerine getirememesi endi­şesi. Meselâ, mükellefin ailesine, çocuklarına bakması ve bunların yanında çeşitli yükümlülüklerle karşılaşması gibi. Mümkündür ki. bazı işlerle meşguliyet, diğer yükümlülük­lerin ihmalini doğuracaktır. Bazen de aşırı bir gayretle bü­tün yükümlülükleri yerine getirmeye çalışacak, fakat buna güç yetiremeyecek ve bu kez hiçbirisini tam olarak yapama­yacak, hepsi de yarım yamalak kalacaktır.



Şimdi birinci kısmı ele alalım: Yüce Allah bu kutlu şeriatı hoşgörü ve kolaylık esasları üzerine kurulu hanîflikle göndermiş, kulların kal­bini ona karşı nefret duygularından korumuş ve onu mükelleflere sev­dirmiştir. Eğer onlar hoşgörü ve kolaylık esaslarına ters düşecek şe­kilde amel etselerdi, o zaman yükümlü oldukları hususlarda işe yarar amel ortaya koyamazlardı. Bu konuda: "Bilin ki, içinizde Allah'ın pey-gamberi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size uymuş olsaydı, şüphesiz sıkıntıya düşerdiniz; ama Allah size imanı sevdirmiş, onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkarcılığı, yoldan çıkmayı ve baş kaldırmayı size iğrenç göstermiştir" (1) âyetini ele alalım: Bu âyette Yüce Allah, kolaylaştırmak ve hoş göstermek suretiyle imam bize sevdirdi­ğini, onu bu şekilde ve karşılığında mükâfat vereceği va'diyle bizim kalplerimizde süslediğini bildirmektedir. Hadiste de şöyle buyrulmuştur: "Amellerden güç yetirebileceğiniz şeyleri yapmaya çalışın. Çünkü siz usanmadıkça, Yüce Allah asla (sevap vermekten) usanmayacaktır.’’(2) Ramazan gecelerinin ihya edilmesi ile ilgili olarak da: "(Allah'a hamdden) sonra, ey insanlar! Bana sizin durumunuz gizli değildir (sizin iştiyakınızı biliyorum). Ama gece namazının (teravih) üzerinize farz kılınmasından ve sizin de ona güç yetirememenizden korktum" (3)buyurmuştur.

Havla bin. Tuveyt hadisi de şöyle: Hz. Âişe validemiz, Hz. Peygambere "Şu Havla bt. Tuveyt! Dedikle­rine göre gece hiç uyumazmış" dedi. Hz. Peygamber:"Gece uyumaz mı ?! Gücünüzün yettiği kadar ibadet edin, çünkü siz usanmadıkça, Yüce Allah asla (sevap vermekten) usanmayacaktır"(4)buyur­dular.

Enes hadisi de şöyle: Hz. Peygamber birinde mescide girmişti. Orada iki direk arasına uzunlamasına bağlanmış bir ip var­dı. Hz. Peygamber:"Bu ne?" dedi Orada bulunanlar: "Zeyneb'in ipi. Namaz kılarken yorulduğunda ona tutunur" dediler. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber: "Onu çözün. Sizden biriniz zinde oldukça namaz kılsın. Tembellik ya da gevşeklik hissettiğinde otursun"(5) buyurdu.

Kıldırdığı namazı çok uzattığı için Muaz'a: "Muaz! Sen fitneci misin?!" diye çok sert çıkışmış(6) ve: "İçinizde insanları nefret ettirenler var. Sizden biriniz başkalarına namaz kıldırdığı za­man hafif tutsun; çünkü onlar içerisinde zayıf, yaşlı ve iş-güç sahibi olanlar vardır"(7)buyurmuştur.

Ümmetine acıması sebebiyle visal orucunu yasaklamıştır.(8) Adakta bulunmayı yasaklamış ve: "Allah onunla cimriden bir şeyler çıkarır ve o (adak) Allah'ın kaza ve kade­rinden hiçbir şey değiştiremez"(9) buyurmuşlardır. Bütün bu örnek­ler, daha önce geçen ve aklen kavranılması mümkün olan usanç verme, sıkılma, acze düşme, ibadetten nefret etme ve hoşlanmama gi­bi sebeplere dayanmaktadır (muallel). Hz. Âişe validemizden Hz. Pey­gamber efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Şüphesiz bu din metindir. Ona yumuşaklıkla girin(10) ve nefislerinize Allah'a kulluğu sevimsiz hale getirmeyin; çünkü acele eden ne yol ala­bilir ne de binek bırakır."(11)

Hz. Âişe şöyle der: Hz. Peygamber acıdığından dolayı ashaba visal orucunu yasakladı. Onlar: "Siz visal orucu tutuyorsunuz" diye de sorduklarında onlara: "Şüphe­siz benim durumum sizinki gibi değildir. Ben gecelerim de Rabbim be­ni yedirir ve içirir (siz ise böyle değilsiniz)" (12)buyurdu.

Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Buradaki yasaklar Şâri'ce gözönünde bulundurulan ve akılla kavranılabilen sebep (illet) yüzünden olmaktadır. Durum böyle olunca, yasak illetle birlikte var ya da yok olacak demektir.(13)Hz. Peygamber'in illet olarak gösterdiği şey bulununca, yasak da ona yönelik olarak bulunacaktır; illet bulun­madığı zaman da yasak ortadan kalkacaktır. Çünkü insanlar bu mey­danda iki grupturlar:

Birinci Grup: Bu gruptan olan insanlarda, fiili işleme sırasında mutat üstü olan bu meşakkat hemen etkisini gösterir ve o fiilin ya da başkasının fesadına etki ederya dakişide onakarşı bir sıkıntı veusanç doğurur; o işi işlemeye karşı bir tembellik meydana getirir. Genelde mükelleflerin çoğunun durumu böyledir. Bu gibi meşakkat içeren amellerin olduğu şekliyle işlenmemesi ve eğer terkedilmesi şer'an caiz olmayan amellerden ise şeriatın getirdiği doğrultuda ruhsatların kul­lanılması, terki caiz olan şeylerden ise tümden terkedilmesi uygun olacaktır. Yukarıda geçen delillerin gerekçeleri (ta'lil) bunu gerektir­mektedir. Buna, Hz. Peygamber'in şu hadislerini delil ola­rak kullanabiliriz: "Kadı, öfke halinde iken hüküm veremez’’(14)"Şüp­hesiz nefsinin de üzerinde hakkı vardır; ehlinin de üzerinde hakkı var­dır.’’(15)Hz. Peygamber bu sözlerini, devamlı oruç tuttuğu haberi kendisine ulaşan Abdullah b. Amr b. el-Âs'a söylemiş ve onun ağır yükler altına girmemesi için tavsiyede bulunmuştur. Devam etti­ği bu ibâdet, yaşlılık sebebiyle ağır gelmeye başlayınca Abdullah: "Keşke Hz. Peygamber'in ruhsatını kabuletseydim" diye temennide bulunmuştur.

İkinci Grup: Mutat dışı güçlük içermesine rağmen kendilerine ağır gelmeyecek, usanç ve tembellik göstermeyecek türden olan insan­lar. Bu türden olan insanlara, mutat üstü meşakkat içeren ameller, içermiş oldukları meşakkatlerden daha baskın gelen bir motif, onları kolay hale dönüştüren bir saik, ya da amele karşı duyulan aşırı bir iştiyak veya ondan alınan bir haz... sebebiyle ağır gelmemekte, aksine başkaları için çok ağır iken bunlara hafif gelmekte, sözkonusu olan meşakkat bunlar için meşakkatlikten çıkmakta, dahası bu tür amelle­re giriştikçe, onların sıkıntılarına göğüs gerdikçe daha çok huzur ve fe­rahlık hissetmekteler veya tedirgin edici ve iç tırmalayıcı etkenlerin tesirinden kendilerini korumaktadırlar. Meselâ, hadiste Hz. Peygam­ber Bilâl! Bizi ferahlat"(16) buyurmuş, başka bir hadiste de: "Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi... Gözümün, aydınlığı na­mazda kılındı.’’(17)buyurmuştur.

Gece ayakları şişinceye ve bacakları uyuşuncaya kadar kıyamda durması sonucunda da (kendisine "Niye bu kadar kendinize eziyet ediyorsunuz? Nasıl olsa sizin gelmiş ve gele­cek bütün günahlarınız affedilmiştir" diye soranlara): "Rabbime kar­şı çok şükreden bir kal olmayayım mı?"(18)demiştir.

Kendisine: "Ya Rasûlallah! Öfke halinde de, rıza halinde de sizin sözlerinizi alalım (yazalım) mı?" diye sorduklarında: "Evet!" buyurmuşlardı.’’(19)

Halbuki o, bizim hakkımızda "Kadı, öfke halinde iken hüküm veremez"(20) buyurmuştu. Bu her ne kadar Hz. Peygamber'in kendisine ait bir husus ise de, diğerleri hakkında da delil olmaya elverişlidir. Amel­lerde meşakkatlere katlanma ve onlara karşı devamlı sabır gösterme ile ilgili bu mânâda delil çoktur.

Bu konuda sahabe, tabiîn ve onları takip eden nesillerden gelen ve ilim, hadis rivayeti ve ictihad mertebesine ulaşıp kendilerine tâbi olunan kimselerden gelen haberler delil olarak yeterlidir. Bunlar içe­risinden Hz. Ömer, Hz. Osman, Ebu Musa el-Eş'arî, Saîd b. Âmir, Ab­dullah b. ez-Zübeyr'i; tabiîn neslinden Âmir b. Abdikays, Üveys, Mesrûk, Saîd b. el-Müseyyeb, el-Esved b. Yezîd, er-Rebî b. Huseym, Urve b. ez-Zübeyr, Kureyş'in zahidi diye ün yapan Ebu Bekir b. Abdur-rahraan, Mansûr b. Zâdân, Yezîd b. Harun, Hüşeym, Zirr b. Hubeyş, Ebu Abdirrahman es-Sülemî ve isimlerini saydığımızda uzayıp gide­cek daha pek çok simayı bunlara misal olarak hatırlayabiliriz. Bunlar yaşadıkları bu halleriyle sünnete tâbi olmuş ve onun sınırlarını koru­muş kimselerdir.

Rivayet edildiğine göre,Hz. Osman yatsı namazını kıldıktan sonra vitre kalkar ve onda bütün Kur'ân'ı okurdu. Nice kimseler vardı ki, şu kadar sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kalmışlar,(21)şu kadar sene durmadan oruç tutmuşlardı. Rivayete göre İbn Ömer ile İbn ez-Zübeyr visal orucu tutarlardı. İmam Mâlik dehir orucunu (ömür boyu tutulan oruç) caiz görmüştü. Üveys el-Karanî, sabaha ka­dar gecesini ihya eder ve: "Bana ulaştığına göre, Allah'a ebediyen sec­de halinde bulunan Allah'ın kulları varmış" derdi. Benzeri bir rivayet Abdullah b. ez-Zübeyr'den de gelmiştir. Esved b. Yezîd, nefsini oruç ve ibâdet içerisinde yorardı; öyle ki, sonunda benzi solar ve vücudu sara­rırdı. Alkame kendisine: ‘’Yazık sana! Bu bünyeye niçin işkence edi­yorsun?" dediğinde: "Durum çok ciddî!" diye karşılık verirdi. İbn Sîrîn'in anlattığına göre, Mesrûk'un hanımı: "Mesrûk, ayakları şişin­ceye kadar namaz kılardı. Ben bazen arkasına oturur ve kendisine yaptığını gördüğüm şeylerden dolayı ağladığım olurdu" demişti. Şa'bî şöyle nakleder: Şiddetli sıcak bir günde, Mesrûk oruçlu iken bayılmışti. Kızı kendisine: "Orucunu boz!" dedi. Mesrûk kızına: "Bunu benden niçin istiyorsun?" dedi. O: "Acıdığımdan!" diye cevap verdi. Mesrûk: "Yavrucağızım! Ben de, süresi elli bin gün olan bir gün için nefsime acı­dığımdan bunu yapıyorum" diye karşılık verdi.

Önceki nesillerden olup da, herkesin tahammül edemeyeceği ve ancak Allah'ın bu iş için seçmiş olduğu kimselerin tahammül göstere­bileceği zor işlerin ki bu işler de onlar için seçilmiş oluyordu üste­sinden gelebileceği pek çok örnek bulunmaktadır. Onlar bu halleriyle sünnete ters düşmüş değillerdi. Aksine "es-sâbikîn el-evvelîn" yani ilk ve öncülerden sayılmışlardı.Allah bizi de onlardan kılsın! Çünkü zorluk ve meşakkat içeren amellerin yasaklanmasını gerektiren illet, bunlar hakkında mevcut değildi. Dolayısıyla onlar için bu tür amelle­rin yasak olmasını gerektirecek bir unsur mevcut değildi. Nitekim "Kadı, öfke halinde iken hüküm veremez"(22) buyruğu karşısında ba­kıyoruz. Burada yasağın sebep ve illeti, zihnin meşguliyetinden dolayı delillerin tam olarak değerlendirilememesi olmaktadır diyor ve bu hükmü illetin bulunduğu zihni meşgul edecek her şeye teşmil ediyo­ruz. Bu illetin bulunmadığı şeylere ise şâmil kılmıyoruz. Hatta öyle ki, kadı zihnini meşgul etmeyecek derecede az öfkeli olursa, dâvaya baka­bilir diyoruz ki, bu anlayış doğru ve yerinde bir yaklaşım olmaktadır.

Birinci gruptan olan kimselerin durumu, ziyadesiz İslâm'ın nor­mal hükümleriyle ve iman gereğiyle amel etmek olmaktadır. İkinci gruptan olanlar ise, kendisine galebe çalan korku, ümit ya da sevginin itmesiyle hareket eden kimseye benzemektedirler. Korku itici bir kır­baçtır ; ümit çekici bir öncüdür; sevgi ise sürükleyici bir akımdır. Korku duyan kimse, meşakkatin bulunmasına rağmen ameli işler, şu kadar var ki, daha ağır olan şeylerden duyulan korku, meşakkatli de olsa nisbeten daha hafif olan şeylere tahammül gösterilmesine iter. Ümitvâr olan kimse de meşakkate rağmen o işi yapar; şu kadar var ki, eksiksiz bir rahata ulaşacağına olan ümidi, kişiyi mükemmel bir yorgunluğa tahammüle sevkeder. Seven insan, sevdiğine duyduğu iştiyakla bü­tün gayretini sarfederek çalışır ve bunun sonucunda zor olan kendisi­ne kolay gelir; uzak yakan olur; gücünü kuvvetini tüketir, buna rağ­men sevginin hakkını vermiş, nimetin şükrünü yerine getirmiş oldu­ğunu düşünmez; ömrünü bu uğurda tüketir, fakat arzusunu yerine ge­tirdiğini düşünmez. Kişinin nefsi, aklı ya da malı için duyduğu endişe de aynı şekilde, buna sebebiyet verecek amellerin işlenmesine, eğer ki­şinin tercihine bırakılmış ise, engel olur. Yok yapılması gereken hu­suslardan ise, o zaman da ruhsatlar getirilir ve böylece meşakkat içeri­sinde meydana gelmemesi istenilir, Çünkü meşakkatin ve bunun neti­cesinde bedeni, aklı ya da malı hakkında bir endişe duyması, daha Önce de geçtiği gibi insanın içini tırmalar ve huzurunu kaçırır.

---------------


[1] Hucurât 49/7.

 [2] Müslim, Sıyâm, 177.

 [3] Buharı, Terâvîh, 1; Müslim, Müsâfirîn, 177.

 [4] Müslim, Sıyâm, 177.

 [5] Buhârî, Teheccüd, 18; Müslim, Müsâfirîn, 219.

 [6] Buhârî, Edeb, 74; Salât, 178.

 [7] Buhârî, Ezan, 61, 63; Müslim, Salât, 182, 185, 186; Ebu Davud, Salât, 124.

 [8] Daha önce geçti. bkz. [1/343].

 [9] Müslim, Nezir, 5; Tirenizi, Nüzûr, 11; Nesâî, Eymân, 26.

 [10] Buraya kadar olan kısmı için bkz. Ahmed, 3/199.

 [11] Hadisin son kısmı için bkz. Keşful-hafâ, 1/300.

 [12] Buhârî, Savın, 50; Müslim, Sıyâm, 57-61-

 [13] Yani yasağı gerektiren illet var yasak hükmü de var, illetyoksayasak hük­mü do yok olacaktır. (Ç)

 [14] Buhârî, Ahkâm, 13; Müslim, Akdiye, 16; Ebu Davud, Akdiye, 9.

 [15] Buhârî, Savm, 51, Edeb, 86; Tırmizî, Zühd, 64.

 [16] Keşful-hafâ, 1/1 i 7. (Concordance aracılığı ile temel hadis kitapları içeri--sinde bulamadık.)

[17] Nesfiî, Nisfl, l;Ahmed, 128, 199,285.

 [18] Buharı, Teheccüd, 6; Müslim, Münâfikîn, 79-81.

 [19] Kadı lyâz, Şifâ'da şöyle nakleder: Abdullah b. Amr şöyle anlatır: "Yâ Rasulallah! Senden işittiğim her şeyi yazıyorum" dedim, O da: "Evet, benden duyduğun herşeyi yaz" buyurdu. Ona: "Rıza ve öfkehalinde de mi?" dedim. O: "Evet, çünkü ben bu konuda haktan başka bir şey söylemem" buyurdu. Şarihi Molla Ali bu hadisin, Ahmed, Ebu Davud, Hâkim tarafından rivayet edildiğini ve Hâkim tarafından ayrıca sahih bulunduğunu belirtir. (Aynen bkz, Ebu Davud, İlim,; Dârimî, Mukaddime, 43; Ahmed, 2/162, 192, 207).

 [20] Buhârî, Ahkam, 13; Müslim, Akdiye, 16; Ebu Davud, Akdiye, 9.

 [21] Yani gece hiç; uyumadan sabaha kadar ibadetle meşhut olmuşlardı. (Ç)

 [22] Buhârî, Ahkâm, 13; Müslim, Akdiye, 16; Ebu Davud, Akdiye, 9.
Devamını Oku »

Dinde Zorlama Yoktur

Dinde Zorlama Yoktur


Şâri Teâlâ, getirdiği yükümlülüklerle kişilerin meşakkat ve sıkıntıya sokulmasını istememiştir. Buna şu hususlar delâlet eder:

(1)

Bu konuda gelen nasslara örnekler:

"O peygamber, ... onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir"[1]

"Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibibize de ağır yük yükleme.Rabbimiz Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma.[2]

Hadiste ise: (Kulun bu duası üzerine) Yüce Allah: "(Tamam öyle) yaptım" buyurdu,[3] denilmiştir."[4]

Yine Yüce Allah: "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler.[5]

"Allah size kolaylık ister, zorluk istemez[6]

"Dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır[7]

"İnsan zayıf yaratılmış olduğundan Allah sizden yükü hafifletmek ister[8]

"Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz"[9] buyurur.

Hadiste de: "Hanîflik ve hoşgörüye dayalı (bir şeriatla) gönderildim[10]

"Hz. Peygamber, iki şey arasında muhayyer kılınmışsa, günah olmadıkça mutlaka daha kolay olanını tercih et­miştir[11] buyrulur. Burada "günah olmadıkça" diye kayıtlanmıştır. Çünkü günahın terkinde onun sırf bir terk olması açısından bir güçlük bulunmamaktadır.[12]

Bu mânâda daha pek çok nass bulunmak­tadır. Eğer Şâri' Teâlâ meşakkati kastetmiş olsaydı, o zaman kolaylık ve hafifletmeyi murad etmiş olmaz, güçlük ve zorluğu dilemiş olurdu. Bu ise sakattır.

(2)

Ruhsatların meşruluğu sabittir ve bu konu gayet kesindir. Bun­lar, dinden olduğu zorunlu olarak bilinen konulardandır. Yolculuk se­bebiyle namazı kısaltma, oruç tutmama, iki namazı birleştirerek kılma, zaruret halinde haram kılınmış şeyleri yeme ya da içme... gibi. Bunların mevcut ve meşru oluşu, güçlük ve meşakkatin mutlak surette kaldırılmış olduğuna kesin bir delildir. Aynı şekilde aşırılık, tekellüf, amellerin devamlılığını kesintiye uğratacak şeylere sebebi­yet vermek gibi şeylerin yasaklanması da konumuza delil olmaktadır. Eğer Sâri' Teâlâ teklifte meşakkat dilemiş olsaydı, o zaman ne ruhsat ne de hafifletme bulunmazdı.

(3)

Teklifte meşakkatin bulunmadığına dair icmâ'ın bulunuşu. Bu durum, Şâri'in meşakkate yönelik bir kastının bulunmadığının bir de­lilidir. Eğer bulunsaydı, o zaman şeriat içerisinde çelişki ve tutarsızlık olurdu.[13] Böyle bir şey ise şeriattan uzaktır. Çünkü şeriatın yumuşak­lık, hoşgörü ve kolaylık esası üzerine konulmuş olduğu sabit iken, diğer taraftan da onun konulması sırasında mükelleflerin sıkıntıya ve güçlüğe itilmesi gibi bir maksat bulunsaydı, o zaman birbirine zıt olan unsurların şeriat bünyesinde toplanması gibi onun münezzeh olduğu bir durum ortaya çıkardı.

-------------

[1] A'râf, 7/157.

[2] Bakara 2/286.

[3] Âyet duadan ibarettir, bu itibarla delîli tamamlayan unsur bu hadis olmak­tadır.

[4] Ibn Kesir, 1/343.

[5] Bakara, 2/285.

[6] Bakara 2/185.

[7] Hac 22/78.

[8] Nisa 4/28.

[9] Mâide5/6.

[10] Ahmed, 6/116, 233, 5/266.

[11] Buharı, Menâkıb, 23; Müslim, Fedâil, 77, 78.

[12] Bu sadece günahların terkine has bir şey değildir. Bütün terklerde sözü edi­len durum vardır. Bu itibarla müellifin «. .."günah olmadıkça" diye kayıtlan­mıştır....» şeklindeki sözü pek açık değildir.

[13] Bu ifadeler aslında müstakil dördüncü bir delîl olmaktadır. Eğer müellif dör­düncü bir delil de şudur diye söz başı yapsaydı daha açık olurdu.

Devamını Oku »

Şer-i Hükümler Akli Hükümlere Ters Değildir



Şer-i Hükümler Akli Hükümlere Ters Değildir


Şâtibî şöyle der: Şer'î deliller, âklî hükümlere ters düşmez. Bunun delil­leri vardır:

Üçüncü Mesele:

Şerî deliller, aklî prensiplere ters düşmez.

Delilleri:



1-Eğer şer'î deliller aklî prensiplere ters düşseydi, o zaman onlar ne şer'î bir hüküm için ne de başka birşey için insan­lar hakkında delil olamazlardı. Halbuki, onlar sağduyu sa­hiplerinin görüşbirliği ile delil olmaktadır. Bu da onların, aklî prensipler doğrultusunda gelmiş olduklarını gösterir.

Şöyle ki: Deliller, sadece mükelleflerin akıllarınca kabul edilsinler diye getirilmişlerdir. Böylece onların gerekleriyle amel edecekler ve yükümlülük getiren hükümler altına gi­receklerdir. Eğer bıi deliller aklî prensiplere ters düşecek ol­saydı, o zaman akıl, gerekleri ile amel etme bir yana onları kabul dahi etmezdi. Onların böyle bir durumda delil olama­yacaklarının mânâsı işte budur. Bu konuda, ilâhî (metafizik) hükümlerle, yükümlülük getiren hükümler hakkında getiri­len deliller arasında bir ayırım yoktur.

2-Eğer deliller, aklî prensiplere ters düşseydi, o zaman onların gereği ile yükümlü tutmak, takat üstü yükümlülük olurdu. Çünkü böyle bir durumda mükellef, aklının almadığı, bir türlü tasdik edemediği, hatta aksini düşünüp inandığı şeyi tasdik etme ile yükümlü tutuluyor olacaktır. [1] Durum böyle olunca da, aklın o şeyi tasdik etmesi zorunlu olarak imkân­sız hale gelecektir. Bu durumda biz   tasdiki imkânsız olan yükümlülüğün bulunduğunu kabul etmiş oluruz. Bu da ta­kat üstü yükümlülük demektir. Böyle bir yükümlülük ise, —usûl kitaplarında belirtildiği üzere— bâtıldır.

3-Yükümlülüğün dayanağı akıldır. Bu tam ve kesin olan istikra ile sabit bir sonuç olmaktadır. Bunun sonucunda akıl ortadan kalktığı zaman yükümlülük de tümden ortadan kalkmakta ve ondan mahrum olan kimseler başıboş bırakıl­mış sorumsuz hayvan yerine konmaktadır. Mükellefin so­rumlu tutulabilmesi için aklın deliller sayesinde tasdike ulaşabilmesi gerekecektir. Eğer deliller, aklî prensipler doğrultusunda gelmeseydi, o zaman akıllı kişinin  hükümlerle yükümlülük altına sokulması, bunak, çocuk ve uyku halinde bulunan kimsenin o hükümlerle sorumlu tutulmasından da­ha zor olacaktı. Çünkü bu sayılan kimselerin delilleri sına­yarak tasdik ya da inkara gitmelerini sağlayacak akılları yoktur. Akıllı kimse ise böyle değildir; ona aklının kabul et­mediği şeyi götürmek mümkün değildir. [2]Bu nokta gözönünde tutulduğunda sözü edilen kimselerden yükümlülüğün düşmesi, aynı şekilde akıllı kimselerden de düşmesini gerektirecektir. Bu ise,.şer'îatın konuluş amacına ters düşer; dolayısıyla böyle bir sonucu doğuracak şey bâtıl olur.

4-Eğer şer'î deliller aklî prensiplere ters düşseydi, o zaman kâfirler şer'îatı reddetmek için herşeyden önce bizzat şer'î delilleri malzeme olarak kullanırlardı. Çünkü onlar, Hz. Peygamber'in getirmiş oldduğu şer'îatı red konu­sunda son derece hırslı idiler. Hatta bu uğurda hem Hz. Peygamber hem de getirdiği şer'îat hakkında ifti­ralara kadar gidiyorlardı: Hz. Peygamber hakkın­da bazen sihirbaz, bazen  divane diyorlar, bazen de onu ya­lancı sayıyorlardı. Kur'ân için de, o sihirdir, şiirdir, düzme­cedir, onu mutlaka bir insan öğretmiştir, öncekilerin mitolo­jileri gibi sıfatları yakıştırıyorlardı. Şerî deliller hakikaten akla ters düşseydi bunlara hiç gerek kalmaz ve onların yeri­ne (Bu makul değil' veya 'Bu akıl ve mantığa ters' ya da ben­zeri şekilde itirazlarda bulunurlardı. Böyle bir itirazda bu­lundukları sabit olmadığına göre, bu onların şer'îatın muh­tevasını kavradıkları ve onların aklî prensipler doğrultusun­da cereyan etmekte olduğunu anladıklarını gösterir. Ancak onlar, buna rağmen olanlar oluncaya kadar ona uymamişlarsa bu, akıllarına yatmadığı için değil, başka durumlardan dolayı olmuştur ve onlardan hiçbiri böyle bir iddia ile orta­ya çıkmamıştır. Dolayısıyla bu durum, şer'î delillerin aklî esaslar doğrultusunda yürüdüğünün kesin bir delilidir.

5-İstikra: Serî delillerin aklî prensipler doğrultusunda cereyan ettiğini, üstün akıllarının onu tasdikte [3] bulunduğunu; gö­nüllü ya da gönülsüz [4] ona boyun eğdiğini [5] istikra da orta­ya koymuştur. Hal böyle iken, inatçı yobazların ya da bilenin bilmemezlikten gelmesinin bir önemi yoktur ve onlar dikkate alınacak değillerdir. Delillerin aklî prensiplerin ge­reği doğrultusunda cereyan ettiğinin anlamı budur. Çünkü akıllar, onlar üzerinde hüküm verme konumundadırlar; ne onları güzel/iyi ne de çirkin/kötü kılma durumunda değiller­dir. Bu nokta Makâsıd bölümünde genişçe ele alınmıştı. [6]



İtiraz: Bu iddia yerinde değildir ve  aksi görüşü destekleyecek deliller vardır:

1-Kur'ân'da asla anlamı anlaşılamayan unsurlar vardır: Me­selâ sûre başlarında bulunan harfler gibi. Öbür taraftan âlimler şöyle derler: "Kur'ân'da çoğunluk (cumhur) insan­ların anlayabilecekleri şeyler yanında, sadece Arapların anlayabileceği şeyler de vardır. Keza şer'îatta sadece din âlimlerinin anlayabileceği şeyler vardır. Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceği şeyler [7] vardır" Şimdi bu kıs­mın   aklî prensipler doğrultusunda cereyan ettiğini söyle­mek nasıl mümkün olacaktır?

2-Kur'ân'da müteşabihât dediğimiz bazı unsurlar vardır ki, bunları çoğu insan bilemez; hatta Allah'tan başka kimse bi­lemez. Meselâ furû konularıyla ilgili müteşabihât ile usûl konularıyla ilgili olan müteşâbihâtta olduğu gibi. Bunların müteşâbih olmaları, sadece akıllara karışık gelmeleri ve ne mânâya geldiklerinin akıllarca tamamen anlaşılamaması ya da çok az kimselerce anlaşılır olması sebebiyledir. Her­kes ya da büyük çoğunluk bunları anlayamamaktadır. Bu durumda mutlak olarak şer'î delillerin aklın kavrayabilece­ği şekilde geldiklerini söylemek nasıl doğru olabilir.?

3-Şeri deliller içerisinde öyleleri vardırki, akıllar onlar üzerin­de ihtilafa düşmüş ve sonuçta insanlar fırkalara, hiziplere bölünmüşler; her grup kendi düşüncesinin haklı olduğunu savunmuş ve ona büyük bir coşku ile bağlanmıştır. Bunun sonucunda da her grup kendi akıl ve mezhepleri ölçüsünde birşeyler söylemişlerdir. Bunlardan bir kısmı tamamen ar­zu ve heveslerinin peşine düşmüş ve sonuçta bu durum on­ları helake itmiştir. Meselâ, Necran hıristiyanları teslis [8]inançları konusunda Kur'ân'da 'işledik', 'hükmettik' ve 'yarattık' gibi çoğul kipi ile gelen ifa­delere yapışmışlardır. Daha sonra kendilerinin müslüman olduğunu söyleyen buna rağmen şer'îatta çelişki ve tutarsız­lıklar olduğunu ileri süren bazı kimseler gelmiştir. Sonra da, Hz. Peygamber'in hadislerinde bahsettikleri fırkalar ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar, aklın hata etmesine sebep olan hitap şeklinden (şer'î deliller) meydana gel­mektedir. Nitekim gerçek böyledir. Eğer deliller akılların kavrayabileceği doğrultuda sevkedilmiş olsalardı, normal olarak bu ihtilafların olmaması gerekirdi. İhtilaflar bulun­duğuna göre onlar, —bir yönden de olsa— aklî esas-ların dı­şına çıkmaktadır, sonucuna ulaşılacağı anlaşılacaktır.



Cevap: Önce birinci itiraz noktasını ele alalım: Sûre başlarında bulunan ayrı ayrı okunan harflerin (hurûfu mukâtaa) yorumu hak­kında âlimlerden çeşitli görüşler nakledilmiştir. [9] Bu farklı görüş­ler, onların âlimlerce bilinebileceği esasına dayanmaktadır. Biz on­ların, âlimlerin asla bilemeyeceği hususlardan olduğunu söylesek bile, onlar hiçbir şekilde (kalbî ya da bedenî) yükümlülük getiren türden hitaplardan değildir. Böyle olunca da onların herhangi bir fiil hakkında delil olmadıkları anlaşılır. Konumuz ise bu değildir. Bir an için onların delil oldukları kabul edilse bile, şer'îatta olup da Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği şeyler çok nadirdir. Nadir hakkında ise ayrıca hükümde bulunulmaz ve dolayısıyla bu yüz­den hakkında istidlalde bulunulan küllî esas ihlâl görmez. Çünkü o takdirde bunlar (sûre başlarındaki harfler vb.) aklın anlamaya yol bulamayacağı şeylerden olacak, dolayısıyla sözünü ettiğimiz kı­sımla ilgili olmayacaktır. Bizim burada konu ettiğimiz husus, akıl­ca kavranılabilen, ancak aklî prensiplere ters olduğu görülen kısım­dır. Sûre başlarında bulunan harfler ise bu kısım dışında kalır. Çünkü biz kesin olarak inanıyoruz ki, eğer onların anlamları açık­lanmış olsaydı mutlaka aklî prensipler doğrultusunda açıklık ka­zanacaktı. Varılmak istenen sonuç da budur.

İkinci [10] itiraz konusuna gelince, müteşâbihât konusu, —her ne kadar bazı kimseler öyle düşünse bile— aklî prensiplere ters düşen hususlardan değildir. Çünkü böyle bir yanlış düşünce, doğru bir zemin üzerine oturtulma sonucunda değil, arzu ve heveslere uy­ma yüzünden ortaya çıkmaktadır.

Nitekim Yüce Allah: "Kalplerin­de eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre (keyfi) yorum yapmak için onların müteşâbih olanlarına uyarlar' [11] âyetinde buna işaret buyurmuştur. Eğer onlar doğru bir zemin üzerine oturtma yolunu seçselerdi, yorum (tevil) makul ve aklî prensiplere uygun bir sonuca ulaşırdı. Müteşâbihât konusunun, Allah'tan baş­ka kimse tarafından bilinemeyeceği kabul edilecek olursa, o zaman aklın onlara ulaşamaması; onların aklî prensiplere ters düşer olma­sından değil, daha başka bir durumdan dolayı olacaktır. Bu, tek bir cümle için olabileceği gibi, birçok cümle içeren söz ve çeşitli du­rumlarla ilgili haberler için de geçerli olabilir. Yeterince araştırma yapmayan kimse bu durumda onların aklî prensiplerle uyuşmadığı vehmine kapılabilir. Acem tabiatlı [12] konu hakkında kendisini bil­gin zanneden cahiller de aynı hatayı yaparlar. îşte bu yüzdendir ki, Necran hristiyanları Kur'ân'da Allah için kullanılan çoğul kiplerine sarılarak teslis inancını savunmuşlar, mülhidler Kur'ân ve Sün­nette akıl ve mantıkla bağdaşmayan hususların ve tutarsızlıkların olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Onlar arzu ve heveslerine uy­mak yanında hikmet-i teşri konusundaki cahillikleri ile birlikte, kendilerine izin verilmeyen zamanda ve mekânda onların içerisine dalmışlar ve bunun sonucunda da yollarını şaşırmışlardır. Çünkü Kur'ân ve Sünnet Arapçadır. Bu itibarla onlar üzerinde inceleme yapacak kimselerin mutlaka Arap olması [13] gerekecektir.

Nitekim onların maksatlarını kavrayamamış kimselerin de, şer'î maksatlar­dan dem vurmaları doğru değildir. Çünkü, bu gibi konular bilinme­den onlar üzerinde inceleme yapmak doğru ve mümkün değildir. Eğer kişi, gerek dil ve gerekse şer'î maksatlar bakımından ehil olursa, o zaman şer'îatta herhangi bir çıkmaz olmadığını, onun akılla bağdaşmayan unsurlar içermediğini görecektir.

Konuya açıklık getirmesi bakımından bir örnek vermek istiyo­ruz: Nâfı b. el-Ezrak, İbn Abbas'a şöyle sorar:

"Ben, Kur'ân'da bana ters gelen bazı hususlar görüyorum: Meselâ bir yerde "O gün aralarındaki soy yakınlığı fayda ver­mez [14] denilirken, başka bir yerde "Birbirlerine dönüp hal hatır sorarlar [15]deniliyor. Bir yerde "Ve Allah'tan bir söz gizleyemezler [16]    denilirken, bir başka yerde "Sonra: 'Rabbimiz! Allah'a and olsun ki bizler puta tapanlar (müşik) değildik' demekten başka çare bulamazlar" [17] deniliyor ve bu âyette gizledikleri belirtiliyor. "Al­lah onu bina edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. Gecesini ka­ranlık yapmış, gündüzünü aydınlatmıştır. Ardından yeri düzenle­miştir" [18] âyetinde göğün yaratılışının yerden önce olduğu belirti­lirken "Siz yeri iki günde yaratanı mı inkar ediyor ve O'na eşler ko­şuyorsunuz. ... Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi..." [19] âyetinde de yerin yaratılışının göğün yaratılışından daha önce ol­duğu belirtiliyor. Sonra çeşitli âyetlerde gibi ifadeler [20] var. Sanki evvelce öyle idi de sonra bu özellik kalktı gibi intiba vermekte."

İbn Abbas ona şöyle cevap verdi: "Aralarında soy yakınlığının fayda vermemesi sura ilk üflenişi (kıyametin kopuşu) anındadır. O zaman sura üflendiğinde gökte ve yerde her kim varsa —Allah'ın diledikleri hariç— hepsi baygın düşecektir. Sonra âhiret suru üfle­necek ve o zaman da akrabalar "Birbirlerine dönüp hal hatır sora­caklardır [21] "Ve Allah'tan bir söz gizleyemezler" âyeti ile Allah'a and olsun ki bizler puta tapanlar (müşrik) değildik" âyeti ise şöyle: Yüce Allah ihlas sahibi kullarını affedecek ve onların günahlarını bağışlayacaktır. O zaman müşrikler "Allah'a and olsun ki, bizler puta tapanlar (müşrik) değildik" diyecekler. Allah onların ağızları­nı mühürleyecek, onların elleri konuşacaktır. O zaman anlaşılacak ki, Allah'tan hiçbir söz gizlenemez. İşte o anda küfreden ve Rasûle isyan edenler yerle bir olmayı [22] ne kadar da isteyeceklerdir. Gök­lerin ve yerin yaratılışına gelince, Allah önce yeri iki günde yarattı, sonra göğü yarattı ve ona yöneldi; onları iki ayrı günde düzene  koydu. Sonra da yeri düzene koydu yani ondan su ve otlak çıkardı, dağları, tepeleri ve onda bulunan diğer şeyleri ayrı iki günde ya­rattı. Böylece yeri ve yerde olanları dört günde, gökleri de iki gün­de yaratmış oldu. Bazı âyetlerde  buyrulmuş ve Yüce Allah kendisini bu gibi sıfatlarla nitelemiştir. Bu tür ifadeler (Allah için söz konusu edildiğinde —Al­lah zamandan münezzeh olduğu için— geçmiş zaman mânâsı orta­dan kalkar ve) O'nun her zaman için öyle olduğu anlamını taşır. Çünkü Allah'ın irade buyurduğu her şey mutlaka yerini bulur. Bu durumda sen, Kur'ân'da bir tutarsızlık bulamazsın; çünkü onun hepsi de Allah katındandır"

İbn Abbas'm cevabı böyle. O bu cevabıyla, eğer her şey yerli yerine konulacak olursa, Kur'ân'ın tamamının makul olacağını ve asla tutarsızlık içermeyeceğini göstermiş oluyordu. Dini lekelemek ve onda kusur bulmak isteyen kimselerin zikrettikleri, keza ilim talipleri hakkında problem olarak gözüken diğer konularda da du­rum aynıdır. Bu gibi konularda, ancak ilimde derinleşen insanlar (rüsûh sahipleri) başarı elde edebilirler. "Eğer o Allah'tan başka­sından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı" [23]İctihad bölü­münde —Allah'a hamd olsun!— bu konuda yeterli bilgi bulunmak­tadır. Kur'ân ve Sünnette çelişki ve tutarsızlık bulunmadığına dair bir çok âlim eser yazmıştır. Bu konuda daha çok bilgi ve derinleş­mek isteyen, susuzluğunu gidermek isteyen o tür eserlere bakmalıdır. [24] [25]

------------------------



[1] Bu, ilâhî ve itikadı hükümlerin delilleri konusunda açıktır. Amelî hüküm­lere gelince, bunlardan maksat tasdik değil, sadece fiilin işlenmesidir. Ge­lecek diğer izah şekillerinde durum birincideki gibi olabilir ve onlarda, da ıtikâdî hükümlerle, amelî hükümlerin delilleri arasında bu açıdan- bir fark bulunmaz.

[2] Çünkü böyle bir durumda, akıllı kimsede, getirilen yükümlülüğe zıd düşen ve onu engelleyen akıl bulunmaktadır. Çünkü getirilen delil akıl ile çatış­mada ve akıl onun zıddınm makûl olduğunu düşünmektedir. Meselâ deli ise böyle değildir. Onun getirilen hükmün ne lehinde ne de aksi istikame­tinde düşünme gibi bir durumu yoktur. Onun için denilebilecek şey, sadece onun o yükümlülük için hazır olmadığıdır.   Akıllı kimse ise, o şeyin zıddı için kendisini kabule hazır görmektedir. Birşeye ulaşmak için vasıtası  olmayan kimse ile, o şeyin zıddına ulaştıracak vasıta içerisinde olan kimse arasında fark vardır. O şeyden ikincinin uzaklığı daha fazla ve güçlü ola­caktır.

[3] Yani itikadı konularda,

[4] Yani deliller karşısında bir süre inat ettikten sonra veya inat etmeden he­men.

[5] Yani amelî konularda. Bu ayırım ehl-i sünnete göredir. Mutezileye göre ise.

her iki durum da (yani tasdik ve itaat) açıkça cereyan eder. Çünkü akıl, bu delillerin gereğinin güzelliğini tasdik eder. Öyle ki, deliller, aklın idrak et­miş olduğu güzelliğe uygun olur.

Ehl-i sünnete göre, akılların boyun eğmesi amelî konuların delilleri hakkın­da da geçerli olabilir; şu mânâda ki akıllar şer'îatın bidüziyelik arzedecek şekilde sadece kulların dünyevî ve uhrevî maslahatlarım temin etmek için geldiğini genel olarak kavrayabilir; özel hükümde bulunan husûsî masla­hatı kavrayıp kavrayamaması ise Önemli değildir. İşte bu, aklın boyun eğ­mesinin mânâsı olur.

[6] Şâri'in, şer'îatı anlaşılır olsun için koyması bahsinde.

[7] Sûre başlarındaki harfler   de bunlardandır. Burada sözü edilen müteşâ-bihâttan farklıdır. Çünkü müteşabihât   bir bakıma kavranabilir, ancak netliğe ulaşılamaz. Burada sözü edilen kısım ise asla mânâsı kavranama-yacak şeylerdir. Böylece bir sonra sözü edilecek kısım ile aralarında fark olduğu anlaşılmalıdır.

[8] Hıristiyanlıkta Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlüsünden oluşan inanç sistemi. (Ç)

[9] Yani bu haliyle onlar, anlamı akılla anlaşılabilen kısımdan olmaktadır.

[10] Üçüncü   itiraz noktasının cevabı ile birleştirilmiştir. Çünkü her iki itiraz noktasının esası aşağı yukarı aynıdır.

[11] Âl-i İmrân 3/7.

[12] Necran hıristiyanları aslen Arap oldukları için müellif böyle bir kayıt getir­miştir. Onlar aslen Arap olmakla birlikte komşuları olan Acemlerin ifade tarzlarının etkisinde kalarak 'Biz yarattık' ... gibi ifadelerden ne kastedil­diğini anlayamamışlar ve  tazim için olan bu ifadeyi gerçek anlamda çok­luk için sanmışlardır.

[13] Arap diline vakıf olması denilse idi daha isabetli olurdu.

[14] Mü'minûn 23/101.

[15] Sâffât 37/27.

[16] Nisa 4/42.

[17] En'âm 6/24.

[18] Naziât 79/28-30.

[19] Fussılet 41/9-11.

[20] Lafzı tercümesiyle "Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametli idi..." anla­mında. (Ç)

[21] Sâffât 37/27.

[22] Nisa 4/42.

[23] Nisa 4/82.

[24] Meselâ bkz. İbn Kuteybe, Te'vîlu müşkili'l-Kur'ân, Beyrut 1981 ; İbn Ku-teybe, Te'vîlu muhtelefı'l-hadîs, Beyrut 1985. (Ç)

[25] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/22-29



Devamını Oku »

Sünnet

Sünnet


Zikredilen bu şekil üzere [1]Kur'ân'da her şeyin açıklaması bu­lunmaktadır. Gerçek anlamda onlara vâkıf olan, şeriatın tamamını ihata etmiş olur [2]ve hiçbir konuda sıkıntıya düşmez. Buna aşağı­daki hususlar delâlet eder:

1.

İlgili Kur'ân nassları: "Bugün size dininizi tamamladım.. [3] "Sana da insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indir­dik [4]"Kitapta [5] hiçbirşeyi eksik bırakmadık [6]Doğrusu bu Kur'ân Kur'ân, en doğru olan yola [7] götürür" [8] Eğer Kur'ân'ın bü­tün mânâları tamamlanmış olmasaydı, o zaman ona böyle denmesi doğru olmazdı. Daha buna benzer, Kur'ân'ın hidayet, kalplerde bu­lunan her şeye şifa olduğunu belirten âyetler bulunmaktadır. Kalplerde bulunan herşeye şifâ olabilmesi için, onun herşeyin açıklamasını, çözümünü içermesi gereklidir.

2.

Bunu bildiren hadisler ve selefe ait sözler: Meselâ Hz. Peygam­ber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki bu Kur'ân, Allah'ın ipidir. O apaçık nurdur, faydalı şifâdır. Kendisine tutunan kimse için o, bir korunaktır. O, kendisine tâbi olan için bir kurtuluştur. (Ona uyan) eğrilmez ki, doğrultulsun; sapmaz ki azarlansın. Onun hayret edilecek yönleri bitmez, çokça tekrarlamaktan dolayı eski­mez" [9]

Kur'ân'ın mutlak surette Allah'ın ipi, faydalı şifâ... olması, onun her yönden tam olduğunun delilidir. Benzeri bir hadis Hz. Ali vasıtasıyla da rivayet edilmiştir. İbn Mesûd'dan şöyle rivayet edil­miştir: "Her ziyafet veren, verdiği ziyafete gelinmesini sever. Al­lah'ın ziyafeti de Kur'ân'dır" [10] Hz. Âişe'ye Hz. Peygamber'in ahlâkının nasıl olduğunu sorarlar. Cevabında: "Onun ah­lâkı Kur'ân'dı" der. [11]

Onun bu sözünü Kur'ân da: "Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin"[12] âyeti ile tasdik eder. Katâde: "Kur'ân ile hemhal olan kimse ondan ya bir ziyadelik ya da bir noksanlık ile ayrılır" demiş ve arkasından: "Kur'ân'dan inananlara rahmet ve şi­fa olan şeyler indiriyoruz. O, zâlimlerin ise sadece kaybını artı­rır" [13]âyetini okumuştur. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî: "Rabbi-miz 'Doğrusu biz 'Rabbinize inanın' diye inanmaya çağıran bir da-vetçiyi işittik de iman ettik" [14] âyeti hakkında "O Kur'ân'dır. Çün­kü onların hepsi Hz. Peygamber'i görmemiştir" demiştir.

Hadiste: "Kur'ân'ı en iyi okuyanları (yani en iyi bilenleri) onlara imamlık yapar" [15]buyurulmuştur. Onların takdim olunmaları, Al­lah'ın hükümlerini en iyi bilenler olmaları sebebiyledir. Çünkü Kur'ân'ı iyi bilen, şeriatın tamamını bilir, demektir. Hz. Aişe: "Kur'ân okuyandan daha üstün kimse yoktur" demiştir. Abdullah ise: "Eğer ilim istiyorsanız, (anlayarak) Kur'ân'ı tekrarlayın; çünkü onda öncekilerin ve sonrakilerin ilimleri vardır" demiştir. Abdullah b. Ömer: "Kim Kur'ân'ı toplarsa (yani muhtevasıyla birlikte onu Öğ­renirse), çok büyük birşey yüklenmiş olur. O, nübüvveti iki böğrü içine dürmüş olur; şu kadar ki kendisine vahiy gelmez" Ondan gelen başka bir rivayette: "Kim Kur'ân'ı okursa, nübüvvet onun iki böğrü içerisine durulmuş olur. Bu, sadece onun nübüvvetin getirdi­ği mânâları kendisinde toplamış olması sebebiyledir" demiştir. Da­ha başka bunlara benzer konumuza delâlet eden sözler vardır.

Târihî uygulama: Tarih süreci içerisinde hiçbir âlimin herhan­gi bir konuda Kur'ân'a başvurması sonucunda onda şöyle ya da böy­le bir delil bulamadığı görülmemiştir. Yeni yeni ortaya çıkan olay­lar karşısında en zor durumda kalabilecek fırka, kıyâsı delil olarak kabul etmeyen Zahirî mezhebi olmalıdır. Buna rağmen hiçbir mese­lede delil getirme konusunda onların çaresizlik içerisine düştükleri vâki değildir. Zahirî imamlarından İbn Hazm şöyle demiştir: "Fık­hın bütün konuları istisnasız kitap ya da sünnette bir temele daya­nır ve Allah'a hamdolsun ki biz bunu biliriz. Ancak kırâz (mudâ-rabe) bundan hariç; biz ona her ikisinde de bir temel bulamadık" Bilindiği gibi, (İbn Hazm'ın Kur'ân ya da sünnetten bir temele da-yandıramadık dediği) kırâz, icâre türlerinden biridir. İcârenin aslı ise Kur'ân'da sabittir ve onu Hz. Peygamber'İn kendi dö­neminde sürmekte olan uygulamayı onaylaması ve sahabenin tatbi­katı açıklamaktadır.



İtiraz: Birileri çıkarak şöyle diyebilir: Bu dedikleriniz doğru değildir. Çünkü Kur'ân'da hiç yer almayan fakat şeriatta sabit bu­lunan meseleler ve kaideler bulunmaktadır. Bunlar sünnete dayan­maktadır. Sahîh'te yer alan şu hadis de bu tezimizi doğrular: Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Sizden birinizi koltuğuna yas-lanınış bir halde, kendisine benim sünnetimden bir emir ya da ya­sak geldiğinde: 'Onu tanımıyorum. Biz Allah'ın kitabında bulduğu­muza uyarız.' der bir halde bulmayayım" [16]Bu bir yergidir ve ha­dis aynı şekilde sünnete de itimat edilmesini âmirdir. Allah Teâlâ'nın şu buyruğu da bunu tasdik etmektedir: "Eğer bir konuda çekişirseniz, onun halini Allah'a ve Rasûlüne çevirin" [17]Meymûn b. Mihrân, âyeti "Allah'a çevirmek, Kitab'ına vurmaktır. Rasûlüne çevirmekten maksat da eğer hayatta ise bizzat kendisine, öldükten sonra da sünnetine başvurmak demektir" şeklinde açıklar. Benzeri bir âyet de şudur: "Allah ve peygamberi birşeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraş­maz" [18]

Şöyle deni(lemez): Sünnet, Kur'ân'ın beyanı olması açısından alınır; çünkü Allah Teâlâ "İnsanlara indirileni kendilerine açıkla-yasın diye [19]buyurmaktadır. Bu ise deliller arasını birleştirmek olur. Çünkü biz diyoruz ki: Eğer sünnet Kitab'ın beyanı mahiyetin­de ise, o zaman o, sünnetin iki kısmından bîrine dahil olur. Sünne­tin bir ikinci kısmı daha vardır ki, o Kitab'ın hükmüne ziyade getir­mektedir. Meselâ, kadının, halası ya da teyzesi üzerine nikahlan-masının  [20], ehlî eşeklerin [21] ve kesici (köpek) dişi olan yırtıcı hay­vanların [22] yenilmesinin haram kılınması gibi ki bunlar, Kitap'ta yer almayan ve sadece sünnet ile haram kılınan şeylerdir. Hz. Ali'­ye şöyle denildi: "Sizin yanınızda yazılı birşey (kitap) var mı?" Ce­vabında: "Hayır, ancak Allah'ın kitabı var veya müslüman bir ada­ma verilen anlayış var, ya da şu sahifede bulunanlar var" dedi. Râvi diyor ki: "Peki, o sahifede ne var?" diye sordum. O: "Diyet hü­kümleri, esirin salıverilmesi, müslümanın kâfir karşılığında öldü-rülmemesi" diye cevap verdi [23]Bu hadis, her ne kadar onların ya­nında Allah'ın kitabından başka bir kitap olmadığını gösterirse de, aynı zamanda Allah'ın kitabında bulunmayan bazı şeylerin de bulunduğuna delâlet eder. Bu ise sizin koyduğunuz esasa ters düşer.



HÜKÜM ÇIKARILIRKEN SÜNNETE İHTİYAÇ

Cevap: Bu itirazın cevabı inşallah ikinci delil yani Sünnet'in açıklanması sırasında verilecektir. [24]

Kur'ân'dan yapılan nâdir istidlallerden biri Hz. Ali'den gelen hamilelik süresinin (en az müddetinin) altı ay olduğudur. O bu so­nucu: "Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer"[1][25] âyeti ile "Onun sütten kesilmesi iki yıldır" [26]âyetinden çıkarmıştır. [27] Mâlik b. Enes, sahabeye söven kimsenin fey'den payı olmayacağına şu âyetle istidlalde bulunmuştur: "Onlardan sonra gelenler: 'Rab-bimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalblerimizde mü'minlere karşı kin bırakma...' derler [28]Bazıları çocuk mülk edinilemiyeceğini söylemişler ve bunu: "Rahman çocuk edindi dediler. Hâşâ; hayır; melekler şerefli kılınmış kullardır" [29] âyetinden çıkarmışlardır. [30]

İbnu'l-Arabî, ceninin kan pıhtısı (alak) haline dönüşmeden önceki haline "insan" demlemeyeceğine: "İnsa­nı, kan pıhtısından yarattı" [31]âyetini delil olarak kullanmıştır. Münzir b. Saîd, Arabm tabiatında, Araplara ait özelliğin mevcut bulunmadığına: "Allah sizi annelerinizin karnından birşey bilmez halde çıkarmıştır" [32] âyetiyle istidlalde bulunmuştur. Bu konuda en ilginç olanı, Kurtubalı İbnu'l-Fahhâr'ın istidlalidir: O, olumsuz cevap verirken başın yana sallanmasının, olumlu cevap verilirken ise öne eğilmesinin, doğuluların yaptığının aksine daha uygun ol­duğunu çünkü Allah Teâlâ'nın: "Onlara: 'Gelin de Allah'ın peygam­beri sizin için mağfiret dilesin' dendiği zaman başlarını (yana) çe­virirler [33]buyurduğunu söylemesidir. Sûfî Ebû Bekir eş-Şiblî, bir­şey giydiği zaman onun bir yerini yırtardı. İbn Mücâhid: "Kendisin­den yararlanılan birşeyi ifsad etmenin ilimde bir yeri var mı ki?" diye sorduğu zaman: "Süleyman: 'Onları bana getirin' dedi. Bacak­larını ve boyunlarını vurmaya başladı" [34] âyetini okudu. eş-Şiblî sonra: "Kur'ân'da sevgilinin sevgilisine azap etmeyeceği nerededir?"diye sordu. İbn Mücâhid sustu ve ona: "Sen söyle!" dedi. O 'Yahu­diler ve Hıristiyanlar, 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler. 'Öyle ise günahlarınızdan ötürü size niçin azabediyor?.. [35] âyeti­dir, dedi. Bazıları, kadınları dinlemenin caiz olmadığı görüşlerine: "Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunla konuşunca, Mu­sa: 'Rabbirn, bana kendini göster bakayım' dedi" [36]âyetini delil ola­rak kullanmışlardır. Bu istidlal şekillerinden bazıları tartışmaya açıktır.

Sonra Şatibî şöyle der:

Fasıl:

Buna göre, en kâmil şekilde hakkında bilgi sahibi olunması is­tenen her meselenin mutlaka önce Kur'ân'a vurulması gerekecek­tir. Eğer Kur'ân'da bizzat ele alınmışsa ya da nev'ine veya cinsine ait açıklama bulunmuşsa, bunlar esas alınarak o mesele dindeki yerine oturtulacaktır.-Eğer orada mesele hakkında birşey buluna­mazsa, o zaman çeşitli bakış açıları ve değerlendirme şekilleri orta­ya çıkacaktır. Belki onlar —inşallah— yerinde zikredilecektir.

Deliller bölümünün birinci kısmında geçtiği üzere; her şer'î de­lil ya kesindir; ya da sonuç itibarıyla kesin olan bir asla çıkmakta­dır. Kat'î olan kaynaklar içerisinde en üst mertebeyi Kur'ân nassla-rı teşkil eder. O, ilk başvurulacak kaynaktır.

Ancak amaç, meselenin hükmünün tesbiti değil de sadece amel ise, o zaman âhâd yolla nakledilen sünnete başvurmakla da yetini-lebilir. Nitekim böyle bir durumda müctehidin görüşüne başvur­mak da yeterli olmaktadır. En zayıf olanı ise bu sonuncusudur.



----------------------

[1] Yani genel çerçevenin belirlenmesi, mânânın küllî olarak konulması şek­linde. (Ç)

[2] .  Yani şeriatı icmâlen kavramış olur ve onun mücmel ve küllî esasların­dan biçbir eksiği olmaz.

[3] Mâide 5/3. Ancak dinin ikmâlinin sadece Kitapla değil de hem Kitap hem de Sünnetle olması düşünülebilir. Âyette de ikmâlin sadece Kitapla yapıldığına dair bir tahsis yoktur.

[4] NahI 16/44.

[5] Kitap'tan maksadın Kur'ân olması tefsirine göre bu âyet burada delil olur. Ancak Kitap için   yapılmış Levh-i Mahfuz gibi başka tefsirler de vardır.

[6] En'âm 6/38.

[7] Yani Yaratıcı ile yaratıklar arasındaki ilişkileri en kâmil anlamda dü­zenleyen eksiksiz nizam.

[8] İsrâ 17/9.

[9] Tİrmizî, Sevâbul-Kur'ân, 14 ; Dârimî, Fedâilul-Kur'ân, 1.

[10] Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân, 1.

[11] Buhârî, Müsâfirûn, 139 ; Ebû Dâvûd, Tatavvu', 26 ; Ahmed, 6/54, 91.

[12] Kalem 68/4.

[13] İsrâ 17/82.

[14] Âl-i İmrân 3/193.

[15] Buhârî, Ezan, 54 ; Ebû Dâvûd, Salât, 60.

[16] Ebû Dâvûd, Sünnet, 5; Tirmizî, İlm, 10 ; İbn Mâce, Mukaddime, 2.

[17] Nisa 4/59.

[18] Ahzâb 33/36.

[19] Nahl 16/44.

[20] bkz. Buhârî, Nikâh, 27 ; Müslim, Nikâh, 37.

[21] Buhârî, Zebâih, 28, Meğâzî, 38 ; Müslim, Nikâh, 30, Sayd, 23-25.

[22] Buhârî, Tıbb, 57 ; Müslim, Sayd, 11; Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 , Et'ime, 32.

[23] bkz. Buhârî, İlm, 39, Cihâd, 171, Diyât, 24, 31; Tirmizî, Diyât, İŞ.

[24] Dördüncü Mesele'de hem soru hem de cevap hakkında yeterli tafsilat-ge-lecektir.

[25] Ahkâf 46/15.

[26] Lokman 31/14.

[27] Buna usûlde sarih olmayan mantûkun delâletlerinden işaret yoluyla olanı demişlerdir. Bu ifadesi maksûd olmayan lazımı bir delâlet şekli olmakta­dır.

[28] Haşr 59/10. İmam Mâlik, "Allah'ın fethedilen  memleketler halkının mal­larından (fey') peygamberine verdikleri; Allah, Peygamber, yakınlar, ye­timler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. ...Allah'ın verdiği bu ganimet malları bilhassa yurtlarından çıkarılmış ve mallarından edilmiş olan, Al­lah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir, işte doğru olanlar bunlardır. Onlar   Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler­dir ve kendilerine hicret edip gelenleri severler..." şeklinde devam eden âyetten sonra gelen "Onlardan sonra gelenler: 'Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde mü'minlere kar­şı kin bırakma,..' derler" âyetim , fey' mallarında hakkı bulunan kimse­ler için hal cümlesi yapmış ve böylece yukarıdaki sonuca ulaşmıştır. Sahabeye sövmekten daha büyük kin düşünülebilir mi? Öyleyse, onlara şovenler, fey'den hak alma şartını kaybetmiş olurlar.

[29] Enbiyâ 21/26.

[30] Çünkü Allah Teâlâ, onlara meleklerin Allah'ın kuîları (yani mülkü) ol­duğunu belirterek cevap vermiştir. Bu şu demek olur: Onların kul olma­ları ile —ki bu müsellemdir—Allah'ın çocukları olmaları nasıl uzlaştın-labilir?!Dolayısıyla   çocuğun, babası tarafından mülk edinilmesi sahih olmaz; zira çocukla mülkiyet arasında bağdaşmazlık vardır. Kur'ân, işte bu hükmü işârî delâlet şekliyle beyan etmiştir.

[31] Alak 96/2.

[32] Nahl 16/78.

[33] Münâfikûn 63/5.

[34] Sâd 38/33. Aslında âyete: "Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya baş­ladı" anlamı verilmektedir.

Şeriatımızda malın ziyan edilmesi caiz değildir. Kalbi meşgul ede­ceği endişesi, onu itlaf etmek için bir sebep olamaz. Çünkü ondan korun­manın yolları vardır; hibe, tasadduk vb. gibi. Bizden önceki şerîatler, an­cak neshedilmediği zaman bizim için bir delil olabilir. Kaldı ki âyete yu­karıda da belirttiğimiz gibi, Şiblî'nin anladığından farklı olarak sivazla-mak mânâsı da verilmiştir. Eğer kılıçla vurmak mânâsına alındığı za­man, Süleyman'ın (s.a.) şeriatında atların kurban edilmesi yoluyla bir ibadet şeklinin bulunduğu düşünülebilir. Ya da öldürücü olmaksızın, on­ların Allah yolunda vakfedilmiş olduğuna alâmet olacak işaret koyma amacına yönelik olabilir. Alûsî, kendisini meşgul ettiği için kızdığı ve bu yüzden onları itlaf ettiği şeklindeki izahın bâtıl olduğunu söylemiştir. Müellif, bu istidlal şekillerinin hepsine katılmadığına son cümlesiyle işa­ret etmiş olmaktadır.

[35] Mâide5/18.

[36] A'râf 7/143. Musa (s.a.), Allah'ı görme isteğini, Allah'ın kendisiyle konuş­ması üzerine dile getirmişti. Sözü edilen görüş sahipleri bunu şöyle açık­lamışlardır: Musa, bu isteğini, 'sözünü işitmesi caiz olanın, kendisine bakması da caizdir ve bunun aksi de varittir' düşüncesine dayandırmış­tır. Kadına bakmak ittifakla caiz olmadığına göre, sözünü dinlemek de caiz olmayacaktır.

Ne kadar uzak bir istidlal şekli! Özellikle de cevaz şeklinin farklılı­ğının dikkate alınması durumunda. Çünkü Musa meselesinde cevaz aklîdir; kadına bakılması ve onun sözünün işitilmesi ise, teklifi hüküm­ler içerisine giren bir konudur. Kadına bakmak ittifakla caiz olmadığına göre, onun sözünü dinleme de caiz olmamalıdır.

İfrat ya da tefritin hâkim olduğu konulardan biri de budur. Nassla-nn İstikraya tâbi tutulması sonucunda kadının sesinin mahremiyeti ko­nusunda mutedil bir sonuca ulaşılacağı kanaatindeyiz. (Ç)

Devamını Oku »

DÖRDÜNCÜ MESELE

DÖRDÜNCÜ MESELE


Eğer Kur'ân'da müjde içeren bir âyet gelmişse, mutlaka beraberinde [1]veya sonunda ya da öncesinde uyarı içeren âyet de gelmiştir. Aksi de aynı şekilde varittir. Keza umut verici âyetler korkutucu âyetlerle dengelenmiştir. Bu mânâya çıkan şeyler de ay­nıdır; meselâ cennet ehli zikredilmişse, buna mukabil cehennemlik­ler de zikredilmiştir. Aksi de böyledir. Amelleri sebebiyle cennete hak kazananların zikredilmesi umutlandırma; amelleri yüzünden cehenneme gideceklerin zikredilmesi de korkutma anlamına gelir.

Dolayısıyla bu gibi şeylerin zikri sonuç itibarıyla müjdeleme ve kor­kutma esasına çıkar.

Bunun doğruluğuna, âyetlerin değerlendirilmeye arzedilmesi delâlet eder. Dikkat edilirse görülecektir ki Allah Teâlâ hamdi (Öv­gü) kitabı için fatiha (açılış cümlesi) yapmıştır. Bu sûrede "Ihdinâ's-sırâta'l-müstekîm... velâ'd-dâllîn" buyurulmuş ve cennet-lik-cehennemlik her iki zümreden de söz edilmiştir. Ondan sonra gelen Bakara sûresine yine her iki grubun zikri ile başlanmış ve "Müttekîler için bir hidâyettir" buyurduktan sonra, hemen arkasın­dan: "Şüphe yok ki, inkâr edenleri başlarına gelecekle uyarsan da uyarmasan da birdir; inanmazlar [2] buyurarak kâfirlerden söz etmeye başlamış ve arkasından münafıkların durumunu ele almış­tır. Onlar da, kâfirlerden bir sınıf olmaktadır. O bitince hemen tak­va ile emretmiş, sonra cehennem ile korkutmuş, sonra umut ver­miştir: 'Yapamazsanız ki yapamayacaksınız— o takdirde, inkâr edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taş olan ateşten sakı­nın' [3] Bunun hemen arkasından: "İnananlar ve yararlı işler ya­panlara, kendilerine altlarından ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele..." diye müjde içeren âyetler getirmiş, arkasından, "Allah sivrisineği ve onun üstününü misal olarak vermekten çekinmez. inananlar bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. İnkâr edenler ise.. [4] âyetlerini getirmiştir. Sonra Âdem kıssasında da aynı şekilde zikretmiştir.

İsrailoğulîarma olan Allah'ın nimetleri, sonra haddi tecavüz etmeleri ve küfre düşmeleri hatırlatılmış ve şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz inananlar, yahudi olanlar... [5] tâ "...Onlar orada temellidir[6] âyetine kadar. Sonra taşkınlıklarını izaha başlamış ve "Kendilerini karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keski bilselerdi' [7] âyetine kadar devam etmiştir. Bu kor­kutma olmaktadır. Sonra: "Onlar inanıp, Allah'a karşı gelmekten sakınsalardı, Allah katından olan sevap daha hayırlı olurdu. Keski bilselerdi! [8] buyurmuştur ki bu da umut vermedir. Sonra kıblenin değiştirilmesi konusunda muhaliflerin [9] durumunu izaha başlamış, daha sonra: "Hayır, öyle değil, iyilik yaparak kendini Allah'a veren kimsenin ecri Rabbinin katmdadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyecekler [10] buyurmuş, sonra onların durumları hakkında söz etmiştir. Arkasından: "Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereğince okuyanlar var ya, işte ona ancak onlar inanırlar. Onu inkâr eden­ler ise kaybedenlerdir' [11] buyurmuştur. Sonra İbrahim ve oğullarının kıssasını zikretmiş ve bu esnada hem korkutucu hem de müjdeleyici unsurlara yer vermiş ve böylece de bitirmiştir. Bu sözü­nü ettiğimiz birlikte zikrederek dengeleme esası çok sürmeden her yerde karşına çıkar. Bazen maksadı ortaya koyma esnasında araya . başka şeyler girebilir ve sonra tekrar dönülür ve bu böyle devam eder gider.

Allah Teâlâ, En'âm sûresinde —ki bu sûre, Bakara sûresi Me-. denî sûrelere göre ne ise Mekkî sûrelere nisbetle odur— şöyle buyu­rur: "Hamd gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı vare-den Allah'a aittir. Öyle iken inkâr edenler Rablerine başkalarını eşit tutuyorlar [12]Allah Teâlâ, bundan sonra kesin deliller ikâme eder ve ondan sonra onların küfürlerinden bahseder ve bu yüzden onları korkutur. Sonra şöyle buyurur: "O, rahmet etmeyi kendi üze­rine yazmıştır; and olsun ki sizi vukuu şüphe götürmeyen kıyamet gününde toplayacaktır [13] Bu âyetle Allah Teâlâ, rahmeti üzerine yazmasına yeminle, emrine muhalefet edene yönelttiği azap vaîdini mutlaka gerçekleştireceğini beyan buyurdu. Bu açık bir korkutma üslûbu olurken zımnen de umut verme içermektedir. Sonra: "Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabından korkarım" [14] âyeti gelmiştir ki bu da korkutmadır. Peşinden gelen: "O gün kimden azap savulursa, şüphesiz o kimse rahmete erişmiştir" âyeti umut verici mahiyettedir. Keza: "Allah, sana bir sıkıntı verirse..." [15] âyeti de bu dengelemeyi açıkça göstermektedir. Sonra korkutucu üslûp, "Ahiret yurdu sakınanlar için daha iyidir" [16] âyetine kadar devam etmektedir. Sonra: "Ancak kulak verenler daveti kabul ederler..." [17]buyruğu gelir. Bunun nazîri: "Ayetlerimizi yalanlayanlar karanlık­larda kalmış sağır ve dilsizlerdir" [18]âyetidir. Sonra duruma uygun düşecek şekilde devam eder ve sonunda: "Peygamberleri ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderiyoruz. Kim inanır nefsini ıslâh ederse onlara korku yoktur" [19] buyurur. İşte böyle... Değerlendirme sırasında bu tertibe dikkat etmelisin. Bunun sonunda dikkat çekilen esasın doğruluğunu göreceksin. Eğer söz uzamayacak olsaydı, bu konuda pek çok örnek getirebilirdik. [20]

Fasıl:

Yer ve durum gerektirdiğinde, korkutma ve müjdelemeden biri üzerinde daha ağırlıklı olarak durulabilir.

Korkutucu âyetler gelir ve bu tema üzerinde fazlaca durulabi­lir; ancak böyle bir durumda umut kapısı hiçbir zaman kapatılmaz. En'âm sûresinde olduğu gibi. Çünkü bu sûre hakkı ortaya koymak ve Allah'ı inkâr edenlere, delilsiz, mesnetsiz kendiliğinden birşeyler uydurup onlara tapanlara, Allah yolundan sapanlara, inkâr edilme­yecek şeyleri inkâr edip husûmet gösterenlere karşı tavır koymak [21] için gelmiştir. Tabiî olarak bu makam korkutucu üslûbun dozunun artırılmasını, uzun uzadıya onların takbih edilmesini, azarlanması­nı gerektirecektir. Bu yüzden baştan sona korkutucu üslûp, sûrede hâkim gözükmektedir. Buna rağmen hiçbir zaman müjdeleme yönü de ihmal edilmemiş ve umut kapısı hep açık tutulmuştur. Çünkü onlar bu yolla Hakka çağrılmaktadırlar. Öbür taraftan daha önce davet yapılmış bulunuyordu. Burada yapılan sadece hem korkuta­rak hem de müjdeleyerek yapılan çağrının teyid ve tekidi oluyordu. Kaldı ki aldanma ve yanılma ihtimallerinin çok olduğu yerlerde tabiî olarak uyarı yönü müjdeleme yönünden daha ağır basar. Çün­kü mefsedetin uzaklaştırılması daha önemlidir ve önce gelir.

Bazen de umut verici ve müjdeleyici âyetler gelir ve ağırlıklı olarak bunun üzerinde durulur. Bu umut kesilen ya da umutsuzlu­ğa düşülebilen konularla ilgili olur. Meselâ: "De ki! Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunu­zu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar [22]âyeti böyledir. Müşriklerden bazı kimseler, adam öldürmüşler, zina et­mişler, üstelik bunları tekrar tekrar yapmışlardı. Bunlar, Hz. Pey-gamber'e geldiler ve "Anlattıkların ve çağrıda bulunduk­ların gerçekten güzel. Söyler misin, acaba bizim yaptıklarımıza bir keffâret var mıdır?" dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Sözkonusu olan, korku mahalliydi ve umutların tamamen kaybolduğu bir du­rumdu. İşte bu husus göz önüne alınarak âyet, umut verme tarafı ağır basarak gelmiştir. [23] Aynı şey şu âyet için de varittir: "Gündü­zün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir [24]Ayetin nüzul sebebi hakkın­da Tirmizî veya Nesâî'ye vb. bakınız. [25]

Kulların emir ve yasakları ihlâl tarafi ağır bastığı zaman, kor­kutma yönü de ağır basmaktadır. Ancak bu her zaman ve her yerde söz konusu olmayıp, bu ihtimalin ağır bastığı yerlerde geçerlidir. Eğer bu ikisinden biri diğerine açık bir şekilde galebe çalma duru­mu yoksa, o zaman müjdeleyici ve korkutucu nasslar hep dengeyi sağlayacak şekilde gelmiştir. Bu konu île ilgili olmak üzere geniş açıklamamız Makâsıd bölümünde geçmişti. Bu vesileyle Allah'a hamdederiz.

İtiraz: Bu söyledikleriniz bidüziye (muttarid) değildir. Bazen olur ki bu ikisinden biri gelir, diğeri ile ilgili hiçbir söz edilmez. Meselâ korkutucu ifadeler gelir, umut verici ifadelere ise yer veril­mez ya da bunun aksi olur.

Meselâ: Hümeze sûresi sonuna kadar korkutucu âyetleri içerir. Alak sûresi "Ama insanoğlu kendisini müstağni sayarak azgınlık eder [26] âyetinden sonuna kadar öyledir. Fîl sûresi böyledir. Âyet­lerden "inanan erkek ve kadınları, yapmadıkları bişeyden dolayı incitenler, şüphesiz iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur­lar [27] gibi.

Diğer taraftan Duhâ ve İnşirah sûreleri sonuna kadar müjdele­yici türdendir; korkutucu unsur içermezler. Ayetlerden de şunları örnek verebiliriz: "içinizden lütuf ve servet sahibi olanlar, yakınla­rına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere vermemek için yemin etmesinler, affetsinler, görmezlikten gelsinler. Allah'ın sizi ba­ğışlamasından hoşlanmaz mısınız? [28]

Ebû Ubeyd nakleder: İbn Abbâs ile Abdullah b. Amr bir araya gelirler. İbn Abbâs ona: "Allah'ın Kitabında hangi âyet en fazla umut vericidir" diye sorar. O: "De ki! Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar [29] âyetidir der. İbn Abbâs: "Hayır! "İbrahim: 'Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster' dediğinde, 'inanmıyor musun?' deyince: '(Belâ) Evet inanıyo­rum, fakat kalbim itmi'nân bulsun.' demişti'm âyetidir. Allah, on­dan 'belâ' cevabiyla razı olmuştur" der. Abdullah: "Bu âyet, kalbe şeytanın ilkâ ettiği vesveseler hakkındadır" diye karşılık verir.

İbn Mesûd da şöyle demiştir: [30]Kur'ân'da öyle iki âyet vardır ki; bir günah sebebiyle raüslüman kul onları okuyacak olursa mutlaka Allah Teâlâ onu affeder" Übeyy b. Ka'b, onun bu sözünü: "Onlar fe­na birşey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar, günahlarının bağışlanmasını dilerler... [31] "Kim kötülük işler veya kendine yazık eder de sonra Allah'tan bağışlanma diler­se, Allah'ı mağfiret ve merhamet sahibi olarak bulur' [32]âyetleriyle açıklamıştır.

Yine İbn Mesûd şöyle der: "Nisa sûresinde beş âyet vardır ki, dünya ve üzerinde olan herşey benim olsa, onlar için sevindiğim ka­dar sevinmezdim. Gördüğüm kadarıyla âlimler onu anlamamakta­dırlar. Bunlar şunlardır: "Size yasak edilen büyük günahlardan ka­çınırsanız, kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştirir' [33] "Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz. [34]"Allah, kendi­sine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan başkasını dile­diğine bağışlar' [35]"Onlar kendilerine yazık ettiklerinde, sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve peygamber de onlara mağfiret dile-seydi, Allah'ın teubeleri dâima kabul ve merhamet eden olduğunu görürlerdi [36] "Kim kötülük işler veya kendine yazık eder de sonra Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı mağfiret ve merhamet sahibi olarak bulur' [37]Bu kabilden olan örnekler çoktur. Eğer araştıracak olursanız, onları kolayca bulabilirsiniz. Bu durumda kaide bidüziyelik göster­memektedir. Bu konuda denilebilecek söz şu olmalıdır: Her konuya uygun düşecek üslûp, her makama münasip söz vardır. Beyan il­minde bidüziyelik gösteren şey de budur. Ancak öne sürdüğünüz anlamda bir tahsis sözkonusu edilecekse, cevap hayır olacaktır.



Cevap: İtiraz olarak ileri sürülenler, daha önce ortaya konulan esası zedeleyecek mahiyette değildir, onlara genel ve ayrıntılı ol­mak üzere İM şekilde cevap verilecektir:

Genel olarak cevabımız şöyle olacaktır: Genel durum ve yaygın olarak geçerli olan kanun, bizim arz ettiğimiz dir. Cüz'î ve az sayıda istisnaların bulunması, bu kuralı bozacak mahiyette değildir. Çün­kü (aklî olmayan) vaz'î meselelerde çoğunluk halde bulunan birşe-yin küllî olması ve hüküm esnasında ona dayanılması ve üzerine hüküm binasında bulunulması sahih olmaktadır. Aynen varlık âleminde carî olan âdetlerde olduğu gibi. Hiç şüphe yoktur ki, itiraz sadedinde ileri sürülen şeyler azınlıktadır ve bunu yapılan istikra göstermektedir. Dolayısıyla böyle bir azlık, ekseriyete dayanılarak konulan esası zedeleyici olmaz.

Ayrıntılı cevap: Hümeze sûresi kâfirlerden belli bir kimse [38] hakkında inmiş, şahsa özel mahiyetli bir sûredir. O, Hz, Peygam-ber'i çekiştirip, alaya alması sebebiyle inmiştir. Dolayısıy­la bu sure, onun yaptığı bu çirkin amelin cezasını bildirmektedir; yoksa sûre korkutma sadedinde indirilmemiştir. Bu yüzden de ko­numuzla ilgisi yoktur. Aynı izah, "Ama insanoğlu kendisini müstağnî sayarak azgınlık eder" [39] âyeti hakkında da geçerlidir. [40]"İnanan erkek ve kadınları, yapmadıkları birşeyden dolayı incitenler, şüphesiz iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar' [41]âyeti hakkında da söylenecek söz aynıdır. [42]

Duhâ ve İnşirâh sûrelerinin muhtevaları da aynı şekilde bizim konumuzla ilgili değildir. Onlarla, Allah Teâlâ'mn kendisine olan lütfundan dolayı Hz. Peygamber'e şükredilmesi emredü-mektedir.

"İçinizden lütuf ve servet sahibi olanlar, yakınlarına, düşkün­lere ve Allah yolunda hicret edenlere vermemek için yemin etmesin­ler, affetsinler, görmezlikten gelsinler. Allah'ın sizi bağışlamasın­dan hoşlanmaz mısınız? [43] âyeti de özel olarak Hz. Ebû Bekir ile il­gilidir. Kızı Âişe'ye atılan iftiradan dolayı başına gelen sıkıntılar­dan kurtarılmış ve bu âyet (daha önce yoksul ve muhacir olan akra­basının yapmakta olduğu ve iftiraya karıştığı için artık yapmayaca­ğına dair yemin ettiği yardımı yapmasına) üstün ahlâk anlayışının gereklerini tamamlamaya ve eskiden yaptığı gibi onu sürdürmeye teşvik mahiyetinde gelmiştir. Aslında bu yardım ona vacip değildi ve iftiraya karışması sebebiyle yapmak niyeti de yoktu. Ancak Al­lah Teâlâ, üstün ahlâkın bir gereği olarak ona bu yardımı sevdirdi.

"De ki! Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Al­lah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin" [44] âyeti ve beraberinde zikredilenlere gelince, aslında onların ileri sürdükleri zıtlığın bizim konumuzla ilgisi yoktur. Aksine yapılan işte, âyetleri müstakil ola­rak ele alıp değerlendirme durumu vardır. Dikkat edilecek olursa "Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin" âyetinin [45] hemen arkasından "Rabbinize yönelin (inâbe). Azap size gelmeden önce O'na teslim olun..." [46] âyeti gelmekte ve "inâbe" istenmektedir. Bu ise gerçekten korkutucu bir âyettir ve azaba düşmekten kaçınmak için harekete geçirici özelliktedir. Daha önce anlatılan nüzul sebebi de âyetten maksadı anlatmaktadır. "Allah'ın rahmetinden umudu­nuzu kesmeyin" sözü, daha önce işlemiş oldukları günahların affe­dilmeyeceği korkularım kaldırmaktadır.

"Hayır! "ibrahim: Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana gös­ter' dediğinde, 'inanmıyor musun?' deyince: '(Belâ) Evet inanıyo­rum, fakat kalbim itmi'nân bulsun,' demişti" [47] âyeti hakkında ile­ri sürülen, onun mânâsı ve ondan çıkarılacak sonuç üzerinde kıs­men durulmuş olmasındandır. Aksi takdirde 'İnanmıyor musun?' sözü mü'min olmaması sebebiyle korkutma mânâsına işaret içeren bir takrir olur. "Belâ" deyince, maksûd hâsıl olmuştur.

"Onlar fena birşey yaptıklarında veya kendilerine zulmettikle­rinde Allah'ı anarlar, günahlarının bağışlanmasını dilerler. [48] âyeti hakkında söylenecek söz de aynen "Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin [49]âyeti gibidir.

"Kim kötülük işler veya kendine yazık eder de sonra Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı mağfiret ve merhamet sahibi olarak bu­lur" [50] âyeti ise bizim esasımız altına dahildir. Çünkü bu: "Hâinlerden taraf olma [51]"Kendilerine hainlik edenlerden yana uğraşmaya kalkma... Kıyamet günü onları Allah'a karşı kim savu­nacak. Veya onların vekaletini kim üzerine alacaktır" [52] âyetlerin­den sonra gelmiştir.

"Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurları­nızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştirir" [53]âyeti sûrenin tâ başın­dan beri yetim malı yemek, vasiyette zulüm yapmak... vb. gibi bü­yük günahlara karşı yapılan korkutucu ifadelerden sonra gelmiştir. Dolayısıyla bu âyet, daha öncesinde korkutucu âyetler bulunan umut verici bir âyet olmaktadır.

"Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz.. [54] âyetine ge­lince, bunun hemen arkasından "O gün, inkâr edip peygambere baş kaldırmış olanlar, yerle bir olmayı ne kadar isterler.. [55] âyeti gel­miştir. Daha öncesinde ise: "Onlar cimrilik ederler... Kâfirlere aşa­ğılık bir azap hazırlamışızdır" [56]âyeti geçmiştir. Dahası, "Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz.. [57] âyeti haddizatında hem umut hem de korku vericidir.

"Onlar kendilerine yazık ettiklerinde, sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve peygamber de onlara mağfiret dileseydi, Al­lah'ın tevbeleri dâima kabul ve merhamet eden olduğunu görürler­di" [58] âyetinde de durum aynı şekildedir ve hem öncesinde hem de sonrasında dehşet verici korkutucu ifadeler gelmiştir. Dolayısıyla o da bizim esasımız çerçevesi içerisindedir.

"Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. Bun­dan başkasını dilediğine bağışlar" [59]âyeti ise hem korku hem de umut vericidir. Çünkü şirkin dışındaki affı "dilediğine" diye kayıt­lamıştır. Sonra İbn Mesûd'un "Nisa sûresinde beş ayet vardır ki, dünya ve üzerinde olan herşey benim olsa, onlar için sevindiğim ka­dar sevinmezdim" şeklindeki sözünden maksadı, bu âyetlerin sade­ce umut verici oluşları değildir. Aksine onun muradı —Allah daha iyi bilir ya— onların şeriatta muhkem külli esaslar oluşturduğu,onların pek çok ilim içerdiği, dinde pek çok kaideleri kuşatmış ol­malarıdır. İşte bunun içindir ki "Gördüğüm kadarıyla âlimler onu anlamamaktadırlar" demiştir.

Bu sabit olunca şu sonuca ulaşılmış olur: Bütün bu geçenler, konulan esas üzere yürümektedir. Kur'ân, her hal ve duruma uy­gun olarak, korkutucu ya da müjdeleyici şekil üzere inzal olunmuş­tur. Asıl amacımız bu olmaktadır. Yoksa Kur'ân'ın bu iki yönden bi­rini ihmal ederek sırf diğeri için inmiş olduğunu söylemek değildir. Varmak istediğimiz sonuç işte budur. Başarı ancak Allah'tandır.

İşte bu esastan hareketle kulların korku ile umut arasında ol­maları gerekir. Çünkü imanın hakikati zaten bundan ibarettir. Bu­na Kur'ân'dan özel olarak delâlet eden deliller de vardır: "Rablerinden korkarak titreyenler, Rablerinin âyetlerine inananlar, Rab-lerine eş koşmayanlar, Rablerine dönecekleri için kalpleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işte yarış ederler..[60] "İnananlar, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler Allah'ın rahmetini umarlar[61]"Taptıkları putlar, Rablerine daha yakın olmak için vesile ararlar, O'nun rahmetini umar, azabından kor­karlar"[62]

Kısaca diyebiliriz ki, eğer çözülme ve muhalefet tarafı galebe çalıyorsa, onun korku tarafı daha yakın olacaktır. Eğer teşdîd ve ihtiyat tarafı ağır basıyorsa, umut tarafı ona daha yakındır. Hz. Peygamber ashabını işte bu yolla irşâd ediyor ve eğitiyor­du. Bazı durumlar hakkında korku ve ümitsizlik tarafı ağır basmış­sa onlar hakkında: "De ki! Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin[63] âyeti gel­miş, eğer bazı durumlarda ihmaller görülmüşse, o zaman da korku­tulmuş ve azarlanmışlardır: "İnanan erkek ve kadınları, yapmadık­ları birşeyden dolayı incitenler, şüphesiz iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar[64] âyetinde olduğu gibi.[65]

Kur'ân'ın tertibinden ve âyetlerinin mânâlarından bu esas çık­tığına göre, mükellefin onun gereği doğrultusunda hareket etmesi ve hep korku ile ümit arasında olması gerekir.

-------------------------------

[1] Meselâ, hem müjde hem de uyarı içeren âyetlerin birden gelmesi gibi. Bunun en güzel örneğini İnşân (Dehr) sûresinde görmek mümkündür.

[2] Bakara 2/6.

[3] Bakara 2/24.

[4] Bakara 2/26-27.

[5] Bakara 2/62.

[6] Bakara 2/81.

[7] Bakara 2/102.

[8] Bakara 2/103.

[9] Buifadeyle"mâ nensah... "kasdetmiştir

[10] Bakara 2/112.

[11] Bakara 2/121.

[12] En'âm 6/1.

[13] En'âm 6/12.

[14] En'âm 6/15.

[15] En'âm 6/17.

[16] En'âm 6/32.

[17] En'âm 6/36.

[18] En'âm 6/39.

[19] En'âm 6/48.

[20] Meselâ Rahman sûresini ele alalım. Bu sûrenin ilk üçtebiri Allah Teâlâ'-nın varlığına delâlet edici âyetler olup, arkasından gelen umut ve korku verici âyetler için bir ön hazırlık mahiyetindedir. Böylece O, ilmi, kudreti, yaratıcılığı ile müjdelediği şeyleri gerçekleştirmeye, korkuttuğu şeylerle de cezalandırmaya kadir olduğunu   beyan etmiş oluyor. İkinci üçtebir kısmı son derece belirgin korkutucu ve azap tehdidi içeren âyetlerden oluşur. Son üçtebiri ise müjde ve umut verici âyetlerden meydana gelir.

[21] Zümer 39/53.

[22] Çünkü Allah Teâlâ, günahları mutlak olarak zikretmiş, büyük ya da kü­çük uy irimi yapmamış, affı için herhangi bir şart da koşmamış, "dilediği­ne" gibi bir kayıt da getirmemiş; üstelik arkasından da "Çünkü O, çok bağışlayandır, merhametlidir" buyurarak mânâyı pekiştirmiştir.

[23] Hûd 11/114.

[24] Bir adam Hz. Peygambere (s.a.) gelerek : Tâ Rasûlallah! Bostanda bir kadın buldum ve ona herşey yaptım; öptüm, kucakladım, ancak onunla ilişkide bulunmadım. Ne uygun görürsen onunla hükmet!" dedi.   Hz. Peygamber (s.a.) birşey söylemedi ve adam kalkıp gitti. Hz. Ömer: "Eğer kendisi örtseydi, Allah onun durumunu örtmüştü" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) arkasından gözüyle adamı takip etti ve: "Onu bana geri çevirin" buyurdu. Geri çevirdiler. Dönünce ona "Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir'" âyetini okudu.   Hz. Ömer   "Yâ Rasûlallah! Bu sadece ona mı has, yoksa herkes için geçerli midir?" diye sordu. Hz. Peygamber {s.a.) de herkes için geçerli olduğunu söyledi, (bkz. İbn Kesir, 2/462]

[25] Alak 96/6.

[26] Ahzâb 33/58.

[27] NÛr 24/22.

[28] Zümer 39/53.

[29] Bakara 2/260.

[30] Âl-i İmrân 3/135.

[31] Nisa 4/110.

[32] Nisa 4/31.

[33] Nisa 4/40.

[34] Nisa 4/48.

[35] Nisa 4/64.

[36] Nisa 4/110.

[37] Übeyy b. Halef veya Ümeyye b. Halef veya el-Velîd b. el-Muğîre veya el-Âsî b. Vâil ya da dördü birden. Çünkü bunlar zengin idiler ve Hz. Pey-gamber'i (s.a.) çokça alaya alıyorlardı. Sûrede geien özellikler onları tam tutmaktadır.

[38] Alak96/6.

[39] Murad her ne kadar cins ise de âyet Ebû Cehil hakkında inmiştir. Bu âyetler sûrenin başındaki âyetlerden uzun bir süre sonra inmiştir.

[40] Ahzâb 33/58.

[41] Çünkü bu da, ifk hadisesi ya da Hz. Peygamber'in (s.a.) Safiyye bt. Hu-yey'le evliliği ile ilgili olarak fesat kazanını kaynatan münafıkların başı Abdullah b. Übey b. Selûl ve yandaşları hakkında inmiştir.





[42] Nûr 24/22.

[43] Zümer 39/53

[44] Zümer 39/53.

[45] Zümer 39/54.

[46] Bakara 2/260.

[47] Âl-i İmrân 3/135.

[48] Zümer 39/53.

[49] Nisa 4/110.

[50] Nisa 4/105.

[51] Nisa 4/107-109.

[52] Nisa 4/31.

[53] Nisa 4/40.

[54] Nisa 4/42.

[55] Nisa 4/37.

[56] Nisâ4/4Û.

[57] Nisa 4/64.

[58] Nisa 4/48.

[59] Mü'minûn 23/57-61.

[60] Bakara 2/218.

[61] İsrâ 17/57.

[62] Zümer 39/53.

[63] Ahzâb 33/58.

[64] Daha önce bu âyetin, ifk hadisesi ya da Hz. Peygamber'in (s.a.) Safiyye bt. Huyeyle evliliği ile ilgili olarak dedikodular çıkaran münafıkların ba­şı Abdullah b. Übey b. Selûl ve yandaşları hakkında inmiş olduğu belir­tilmişti. Öyle ya da böyle âyet kâfirlerden bir grup yani münafıklar için inmiştir. Şu anda konumuz ise, korku ya da umut tarafından sadece bi­rinin kendilerine galebe çaldığı mü'minier ve onların İrşad ve eğitilmele­ri idi. Bazı durumlarda ihmal yönü galebe çalan kimselerin irşad ve eği­timi konusunda meselâ "inananların gönüllerinin Allah'ı anması ve O'ndan inen gerçeğe içten bağlanma zamanı daha gelmedi mi?" (57/16) gibi bir âyeti verseydi o zaman daha açık olur ve kullandığı "azar" ifadesi de yerini bulurdu. Dünya ve âhirette lanete maruz kalan­ların ebedî helaklerinin "azar" diye nitelenmesi doğru olmaz.

[65]-Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/343-353















































































Devamını Oku »