Akide ve Fıkıh'ın Öğrenilmesi Beyanı

Akide ve Fıkıh'ın Öğrenilmesi Beyanı

75.MEKTUP

  • Mirza Bedîüzzaman’a yazılmıştır

  • Önce akideyi düzeltmek, sonra fıkhın bilinmesi gere­ken hükümlerini öğrenmek gerektiği; iki cihanın efen­disine tâbi olmaya teşvik

Allah Sübhânehû sîzlere selamet ve afiyet ihsan eylesin.

Bilmek gerekir ki; dünya ve ahiret saadetinin temini, pey­gamberlerin efendisi Resûl-i Ekrem'e, Ehl-i sünnet âlimlerinin açıkladığı şekilde tâbi olmaya bağlıdır. Allah o âlimlerin bu yol­daki gayret ve çabalarını makbul buyursun. Bu da öncelikle bu büyük insanların görüşleri doğrultusunda akideyi düzeltmek; he­lal, haram, farz, vacip, sünnet, mendup, mubah ve şüpheli olanları öğrenmek ve mutlaka bu bilgiyi uygulamakla mümkündür.

İnanç esasları ve uygulamayla ilgili bu iki kanada sahip ol­duktan sonra, şayet ebedî saadet için İlâhî inayet de olursa ulvî âleme doğru yükseliş mümkün olur. Aksi takdirde boşa kürek çe­kilmiş olur.

Bu değersiz dünyanın insana yaptıkları herkesçe malum ol­duğu halde nasıl arzulanır? Dünyaya ait emeller, makamlar ve mevkiler nasıl ulaşılması gereken hedefler haline gelir?

Yüksek gayelere ulaşmayı hedeflemek gerekir. Allah Teâlâ'dan kula nasip olacak her şey mutlaka bir vesileyle gerçekle­şir. O halde O’na ulaştıran vesileyi aramak gerekir.

İşte asıl mesele budur; gayrisi nafile!

Tam bir yönelişle himmet talep ettiğiniz için size müjdeler olsun. Sağ sâlim ve kazançlı olarak geri dönmenizi dilerim.

Ancak mutlaka gözetilmesi gereken bir şart vardır; o da tek bir yöne yönelmektir. Yönelişin birden fazla olması, sâlikin kendi­sini dağıtması demektir. Meşhur bir sözdür: "Bir mahalde ikamet eden, her yerdedir. Ancak değişik yerlerde dolanıp duran hiçbir yerde değildir."

Allah Sübhânehû size ve bize Hz. Muhammed Mustafa'nın (s.a.v) şeriatında istikamet üzere olmayı nasip eylesin.

Selam hidayete ve her daim Hz. Muhammed Efendimize (s.a.v) tâbi olanların üzerine olsun.



İmam Rabbani,Mektubat-ı Rabbani,cild:1

(Semerkand Yay.)

Devamını Oku »

Dünya Nedir Bilir Misin?

Dünya Nedir Bilir Misin?

Ey oğul!

*Dünya nedir bilir misin? Kadınlar, oğullar, mallar, şan, şöh­ret, liderlik, eğlence ve oyun gibi seni Hak Sübhânehû'dan uzak­laştıran ve O'na ulaşmanı engelleyen her şey dünyadır. Boş şeyler­le meşgul olmak da dünyaya dâhildir.

Ahiret işleriyle ilgisi olmayan ilimler de dünyadan kabul edilir. Astronomi, mantık, geometri, aritmetik vb. faydasız ilimleri tahsil etmek faydalı olsaydı filozoflar kurtuluşa ererdi.

Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Allah Teâlanın bir kuldan yüz çevirdiğinin işareti, kulun kendi­sini ilgilendirmeyen işlerle meşgul olmasıdır. (Beyhaki,ez-Zühd,nr.72)

Kim kalbinde hardal tanesi kadar da olsa Hak aşkının dışında bir şey taşırsa, o hastalıktır.

Namaz vakitlerini bilmek için astronomi öğrenmenin gerekli olduğunu söyleyenler, "Namaz vakitlerinin bilinmesi ancak astro­nominin öğrenilmesiyle mümkündür" şeklinde bir şey kastetmiyorlar. Kastettikleri, astronominin vakitleri bilme yöntemlerinden bir tanesi olduğudur. İnsanların çoğu astronomiden haberleri ol­mamasına rağmen namaz vakitlerini astronomi âlimlerinden çok daha iyi bilmektedir. Yine bu meyanda mantık, aritmetik vb. ilim­lerin genel anlamda bazı şeriat ilimlerinin anlaşılmasında katkısı olduğunu belirtmişlerdir.

Hülasa bu ilimler ile meşgul olmak için ancak zorlama bir cevaz bulunabilir ki bu cevaz da bir şarta bağlıdır. Bu ilimlerin öğ­renilmesi şer’î hükümleri bilmek ve inanç esaslarını güçlendirmek gayesine dönük olmalıdır. Aksi takdirde bu ilimlerle meşgul ol­mak kesinlikle caiz olmaz.

İnsaflı düşünmek gerekir; mubah bir işle meşgul olmak, bir vacibin kaçırılmasına ya da ihmal edilmesine sebep oluyorsa bu iş mubahlıktan çıkar mı çıkmaz mı? Elbette çıkar! Şurası bir gerçektir ki bu ilimlerle meşgul olmak zaruri olan şeriat ilimlerinin ihmal edilmesine sebep olmaktadır.

İmam Rabbani,Mektubatı Rabbani,cild:1

Semerkand Yay.

Devamını Oku »

İlmin Fazileti Konusunda Hikayeler



1) Anlatıldığına göre Harun er-Reşid ile birlikte pekçok fukaha bulunuyordu. Bunların arasında Ebû Yusuf da vardı. Derken bir adam getirildi. Diğer bir adam onun geceleyin evinden malını aldığını iddia ediyordu. Alan adam da o mecliste bunu ikrar etti. Oradaki fakihler onun elinin kesilmesine ittifakla hükmettiler. Ama Ebu Yusuf "Onun eli kesilmemeli" dedi. Alimler "Niçin?" dediler, bunun üzerine Ebu Yusuf, "O, aldığını ikrar etti. Almak ise, elini kesmeyi gerektirmez. Elinin kesilmesi için o malı çaldığını itiraf etmesi lazım" dedi. Böylece bütün fakîhler onu tasdik ettiler. Sonra alan adama "O malı çaldın mı?" diye sordular. O da "Evet" dedi. Bunun üzerine onlar yeniden onun elinin kesilmesi gerektiğine hükmettiler. Çünkü çaldığını ikrar etmişti. Ebu Yusuf, yine "Onun eli kesilmez. Çünkü o, aldığını ikrar etmesinden dolayı kendisine o malı tazmin vacib olduktan sonra, hırsızlık yaptığını ikrar etmiştir. Bundan sonra hırsızlığını ikrar ettiği için, bu ikrarından Ötürü o malı ödemesi de gerekmez. Dolayısı ile onun ikrarı hesaba katılmaz" dedi.

2) Şâbî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Haccac'ın yanında idim, derken Horasan'daki Belh şehrinin fakihi olan Yahya b. Ma'mer, elleri kelebçeli olarak getirildi. Haccac, ona "Sen Hasan ile Hüseyin'in Hz.Peygamber (s.a.s.)'in neslinden olduğunu iddia ediyorsun (değil rm?)" ded(. O: "Evet" diye cevab verdi. Haccac, (Ya Kitabullah'dan apaçık bir delil getirirsin veya seni parça parça ederim" dedi. Bunun üzerine Yahya: "Sana Allah'ın kitabından apaçık bir delil getireceğim Ey Haccac!' dedi. Ben, Yahya'nın "Ey Haccac" diye hitab etme cüretine şaştım. Haccac, "Sakın bana: "Biz oğullarımızı siz oğullarınızı çağıralım" (Ali-imran,61) ayetin delil getirmeyesin?" dedi.

Bunun üzerine Yahya, "Allah'ın kitabından o hususta daha açık bir ayet getireceğim. O da Cenab-ı Hakk'ın: "Daha evvel de Nuh'u ve onun neslinden Davud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yusufu, Musa'yı ve Harun'u hidayete (nübüvvete) kavuşturduk. Biz muhsinleri işte böyle mükâfaatlandırırız. Zekeriyyar Yahya ve İsa'yı da (hidayete kavuşturduk)" (En'am.84-85) ayetidir. Hz.İsa (a.s.)'nın babası kimdi ki Allah onu Hz.Nuh (a.s.)'un zürriyyetinden saymıştır?" dedi. Haccac bunun üzerine uzun süre başını önüne eğdi. Sonra başını kaldırarak: "Sanki bu ayeti Kur'an'da daha önce hiç okumamışım. Bunun bağlarını çözün ve ona şu kadar mal verin" dedi.

3) Hikaye edilir ki Medinelilerden bir gurup, imamın arkasında cemaatle namaz kılarken Kur'an okuma hususunda münazara etmek ve onu susturup kötülemek için Ebu Hanife'nin yanına geldiler. Ebu Hanife de: "Hepinizle birden münazara etmem mümkün değil. Onun için, bunu en iyi bileninize bırakın" dedi. Bunun üzerine onlar, içlerinden birisine işaret ettiler. Ebu Hanife "İçinizde en iyi bilen bu mudur?" dedi, Onlar "Evet" diye cevab verdiler. Ebu Hanife: "Bununla münazara etmek, sizin hepinizle münazara etmek sayılır mı?" dedi. Onlar da "Evet" dediler. Yine Ebu Hanife, devamla: "Onu susturmak, sizin hepinizi susturmak sayılır mı?" dedi. Onlar: "Evet" dediler.

Sonra Ebu Hanife : "Onunla münazara eder ve delilimle onu susturursam, sizi delille susturmuş olur muyum?" dedi. Onlar yine: "Evet" dediler. Ebu Hanife: "Niçin böyle olur?" dedi. Onlar: "Çünkü biz ona imam olarak razı olduk. Dolayısıyla onun sözü bizim sözümüz olmuş olur" dediler. Ebu Hanife şöyle buyurdu: "Biz namazımızda imamı seçtiğimiz zaman, onun kıraati bizim için de kıraat olur. Onun kıraati, bizim okumamızın yerine de geçer." Böylece onlar Ebu Hanife (rh.)'nin kendilerini susturduğunu kabul ettiler.

4) Ferezdak birisini şöyle diyerek hicvetti: "Halisa'nın (güzelliği) yanında bir incinin kaybolması gibi, sizin kapınızda benim de şuurum kayboldu." Haltsa, Süleyman b.Abdulmelik'in sevgilisi idi. O, son derece akıllı ve edip idi. Süleyman b.Abdulmelik'in heybeti Mervanoğulları'nın hepsininkinden fazla idi. Bu beyt Halise'nin kulağına ulaşınca çok zoruna gitti ve Süleyman'ın huzuruna çıkıp Ferezdak'ı şikayet etti. Bunun üzerine Süleyman, Ferezdak'ın eli ayağı bağlanmış olarak en korkunç bir şekilde,getirilmesini emretti. Süleyman'ın heybetinden dolayı, onun huzuruna geldiğinde Ferezdak'ın ancak ayakta duracak kadar dermanı vardı.

Süleyman b.Abdulmelik ona beytini sen mi söyledin?" dedi. O da "Ben bunu böyle söylemedim. Benim kötülüğümü isteyen birisi bu beyti değiştirmiş. Ben şu şekilde söylemiştim: "İncinin Halisa'nın üzerinde parlaması gibi, benim şuurum da sizin kapınızda parladı" dedi. Halisa bu sözleri perde arkasından dinliyordu. Halisa'nın kızgınlığı geçti ve kendisine hakim olamıyarak perdenin arkasından çıktı, üzerindeki bütün zinet eşyalarını Ferazdak'a verdi. Bunların değeri bir milyon dirhemden daha fazla idi. Süleyman b.Abdulmelik, Ferezdak huzurundan çıkınca, onun peşine, zinet eşyalarını ondan yüzbin dinara satın alması için perdedarını gönderdi. Sonra o zinetleri Halisa'ya geri verdi.

5) Halife Mansur, bir gün Ebu Hanife'yi çağırdı.Bu esnada Ebu Hanife'nin düşmanı olan er Rebi "Ey mü'minlerin emiri, -Ebu Hanife'yi kastederek- Bu adam senin dedene(1) karşı çıkıyor. Zira deden 'İstisna-i munfasıl caizdir' dediği halde 'Ebu Hanife cevazını inkâr ediyor"dedi. Bunun üzerine Ebu Hanife şöyle dedi: 'Bu Rebi' var ya, bu, insanların sana bi'at etmelerinin vacib olmadığını iddia ediyor' dedi. Bunun üzerine Mansur, 'Nasıl?' dedi. Ebu Hanife de: "Bunlar sana biat ediyor, sonra evlerine döndüklerinde "inşallah" diyorlar (istisna yapıyorlar) böylece biatları batıl oluyor" dedi. Mansur buna güldü ve şöyle dedi: "Ey Rebi, Ebu Hanife'den sakın." Halifenin huzurundan çıkışta Rebi: "Ey Ebu Hanife, sen canıma kastettin" dedi. Ebu Hanife de: "Bunu başlatan sensin, ben kendimi müdafaa ettim" dedi.

6) Anlatıldığına göre bir müslüman, bir zımmîyi kasten öldürdü. Ebu Yusuf, zırnmıye karşılık müslümanın öldürülmesine hükmetti. Bu Zübeyde'nin kulağına ulaştı. Bunun üzerine Ebu Yusuf'a gelerek:"Müslümanı öldürmekten sakın" dedi. O, müslümanların işi ile çok ilgilenirdi. Ebu Yusuf ve fakihler bir araya toplandılar ve zımmi ile müslümanın velileri huzura getirildiler. Harun Reşid, Ebu Yusuf'a: "Bu müslümanın (kısasen) öldürüleceğine mi hükmedildi?" dedi. Ebu Yusuf da: "Ey mü'minlerin emiri, o benim görüşümdür. Ne var ki ben, zımmînin müslüman tarafından öldürüldüğü gün cizye verdiğine dair kuvvetli bir delil bulunmadıkça müsiümanın öldürülmesine hükmetmem" dedi. Zımminin akrabaları bunu getiremediler. Böylece de onun kanı boşa gitmiş oldu.

7) el-Gadban, Haccac'ın düşmanı olan Abdjrrahman b.Muhammed el-şaş'e: "Haccac seni akşam yemeği yapmadan önce, son onu sabah yemeği yap. (O senin hesabını görmeden sen onun hesabını gör) dedikten sonra Haccac'ın huzuruna girerek ona: "Esselamü Aleyke"nin cevabı nedir?" dedi. O da "Ve aleykümüsselam" dedi ve hemen durumu anladı. Sonra şöyle dedi: "Ey Gadban Allah senin canını alsın. Benim sana selamı iade etmemle kendin için bir eman almış oldun. Ama Allah'a yemin olsun ki, eğer vefa ve keremin hakkı olmasaydı, şu andan itibaren soğuk su içemezdin." Bu hâdisede ilmin faydasına bakın. İlim ne güzel şey. İlimle süslenenlere ne mutlu! Cehalete ve cahillik vadisine yuvarlananlara yazıklar osun.

8) Ubdulmelik b.Mervan şairin "Bizde Süveyd, Butayn ve Ka'neb vardır. Yine bizde (içimizde) toy olan Emirü'l-Mü'minin vardır" beytini duyduğu zaman, onun getirilmesini emretti. Onu getirip huzuruna çıkarttılar. Abdulmelik ona beytini sen mi söyledin? dedi. O da: Ben ancak "emir" kelimesindeki "ra" harfinin nasbi ile "Yine bizde, Ey mü'minlerin emiri toy olanlar vardır" diyerek sana nida ettim, senden yardım istedim" dedi. Bunun üzerine Abdulmelik'in kızgınlığı gitti, adam da bilgisi ile ortaya koyduğu az bir sanat sayesinde ölümden kurtuldu. Bu az iş de zammeyi fethaya çevirmektir.

9) Devlete hâkim olan Ebu Müslim, Süleyman b.Kesir'e şöyle dedi: Kulağıma geldiğine göre, sen bir mecliste imişsin. Yanında benim adım geçince, "Ey Allah'ım! onun yüzünü kara çıkar, boynunu kopar ve bana onun kanından içir." demişsin, doğru mu?" Süleyman b.Kesir: "Evet, bunu dedim fakat, olgunlaşmamış üzüme baktığım zaman bunu üzüm için söyledim" dedi. Bu söz Ebu Müslim'in hoşuna gitti ve onu affetti.

10) Adamın birisi Ebu Hanife'ye "Benimle konuşmadıkça hanımımla konuşmamaya yemin ettim. Hanımım da ben onunla konuşmadıkça eğer benimle konuşursa, sahib olduğu herşeyini sadaka olarak dağıtmaya yemin etti" dedi. Fakihler bu meselede şaşırdılar. Süfyan şöyle dedi: "İkisinden hangisi diğerine konuşursa yeminini bozmuş olur." Ebu Hanife ise adama: "Git ve hanımına konuş. Bu takdirde hiçbiriniz için de yeminini bozma sözkonusu olmaz" dedi. Bunun üzerine adam Süfyan'a gidip, Ebu Hanife'nin dediklerini haber verdi. Süfyan da kızgın bir şekilde Ebu Hanife'nin yanına gelip; "Sen namusları mubah kılıyorsun" dedi. Ebu Hanife: "Bu ne demek oluyor?" dedi.

Süfyan, "Ebu Hanife'ye meseleyi yeniden sorunuz" dedi. Onlar meseleyi yeniden sordular, Ebu Hanife aynı fetvayı verdi. Bunun üzerine Süfyan: "Bunu nerden çıkarttın?" diye sordu. O da şöyle dedi: "Erkek yemin ettikten sonra, kadın da yemin ile ona karşılık vererek onunla konuşmuş oldu. Böylece adamın yemini düşmüş oldu. Eğer adam şimdi kadınla konuşursa ikisi de yeminlerini bozmuş olmazlar. Çünkü erkek kadınla yeminden sonra konuşmuş olur. Bu sebeble her ikisinin de yemini düşmüş olur." Süfyan bu cevaba karşılık: "Allah sana, ilim hususunda bizim hiçbirimizin farkında olmadığı şeyleri açıyor" dedi.

11) Hırsızlar bir adamın evine girip onun bütün malını alarak, hiç kimseye bunu söylememesi için üç talak üzerine ona yemin ettirdiler. Sabah oldu. Adam hırsızları, kendi malını satarlarken görmesine rağmen, yemin ettiği i kimseye birşey söyleyemedi. Adam bu meseleyi sormak üzere Ebu Hanife'ye geldi: Ebu Hanife de ona mescidinizin imamını ve mahalle halkını toplayıp bana getir" dedi. O da hepsini Ebu Hanife'nin yanına getirdi. Ebu Hanife onlara: "Siz, Allah'ın, şu adamın malını ona geri vermesini istiyor musunuz?" dedi. Onlar: "Evet" cevabını verdiler. Bunun üzerine Ebu Hanife: "Herkesi toplayıp bir eve doldurun. Sonra onları birer birer evden çıkarıp, o adama: "Seni soyan bu mudur?" diye sorunuz. Eğer o, malını çalan hırsız değilse "hayır" desin, eğer hırsız ise sesini çıkarmasın. Eğer adam sesini çıkarmazsa siz o hırsızı yakalayın" dedi. Onlar da Ebu Hanife'nin kendilerine emrettiği şeyi yaptılar, Allah da o adama çatman malların geri verdi.

12) Ebu Hanife'nin çevresinde, meclislerine devam eden bir genç vardı Birgün Ebu Hanife'ye: "Falancanın kızıyla evlenmek istiyorum. Hatta istettim Fakat onlar benden, gücümün üstünde mehir istediler" dedi. Ebu Hanife de: "Çaresini bul, borç al ve onunla evlen. Çünkü Allah Teala ondan sonra işini kolaylaştıracaktır" dedi. Sonra Ebu Hanife kendisi mehir miktarınca ona borç verdi ve evlendikten sonra o gence şunu söyledi: "Sen bu beldeden çıkıp, uzak bir beldeye gitmek ve yanında hanımını da götürmek istediğim açıkla" dedi. Genç bunu açıkladı. Bu durum kadının ailesine güç geldi ve şikayet edip fetva sormak için Ebu Hanife'nin yanına geldiler. İmam onlara: "Bu onun bileceği iştir" dedi. Onlar da: "Bunu savuşturmanın yolu nedir?" dediler. Bunun üzerine Ebu Hanife: "Bunun yolu, ondan aldığınız mihri ona geri vermek suretiyle onu hoşnud etmenizdir" dedi.

Onlar da Ebu Hanife'nin bu tavsiyesine uydular. Ebu Hanife bunu gelinin kocasına anlatınca, o: "Ben onlardan, bundan başka birşey daha istiyorum" dedi. Ebu Hanife de şöyle dedi: 'Bu kadar parayı alırsan al, yoksa karın bir adama borçlu olduğunu söyleyecektir Sen de söylediği borç miktarını onun yerine ödemedikçe hanımınla beraber gidemeyeceksin. Hangisini istersin?" Adam bunun üzerine: "Allah Allah! Aman bunu duymasınlar. Ben onlardan başka şey istemiyorum" dedi ve mihir kadar paraya razı oldu. İşte Ebu Hanife'nin ilminin bereketiyle her iki tarafın da sıkıntısı giderilmiş oldu.

13) El-Leys b.Sa'd'dan rivayet edildiğine göre, adamın biri Ebu Hanife'ye şöyle dedi: "Benim huyu güzel olmayan bir oğlum var. Birçok para verip ona bir cariye alıyorum, o ise onu azad ediyor. Büyük bir mihir karşılığında onu bir kızla evlendiriyorum, o ise kalkıp onu boşuyor" dedi. Bunun üzerine Ebu Hanife ona, "Onunla beraber köle pazarına git. Eğer gözü bir cariyeye kayarsa, onu kendi malın olarak satın al ve oğlunla onu evlendir. Eğer oğlun onu boşarsa, o cariye mülkün olarak sana döner. Eğer azad etmek isterse, azad edemez" dedi. Elleys şöyle devam etti: "Allah'a yemin ederim ki hiçbir şey Ebu Hanife'nin hazır cevablılığı kadar beni hayrete düşürmemiştir. 14) Ebu Hanife'ye Ramazanda, gündüz hanımıyla cinsi münasebette bulunmaya yemin eden bir adamtn durumu sorulunca, kimse buna cevap veremedi. Bunun üzerine Ebu Hanife şöyle cevab verdi: "O adam karısı ile Ramazanda yolculuğa çıkar ve gündüz onunla münasebette bulunur."

15) Bir adam Haccac'a geldi ve "Benim dörtbin dirhemim çalındı " dedi. Haccac: "Kimden şüpheleniyorsun?" dedi. O: '"Hiç kimseyi itham etmiyorum" diye cevab verdi. Haccac ona: "Belki de hanımın çalmıştır, ne dersin?" dedi. Adam: "Subhanalah! Hanımım böyle şey yapmayacak kadar iyidir" dedi. Haccac artarına (kokucusuna): "Bana, benzeri olmayan çok kokan bir esans yap" dedi. Attan da ona böyle bir koku yaptı. Sonra Haccac, o adamı çağırdı ve ona: "Şu kokudan sürün, başka kimse bundan sürünmesin" dedi. Daha sonra Haccac, kapıcılarına: "Mescidlerin kapılarında oturun" dedi ve o kokuyu onlara göstererek, "Kimde bu kokuyu duyarsanız, onu hemen yakalayın" dedi.

Böylece onlar, kendisinden bu koku fazlaca duyulan bir kişiyi görüp yakaladılar. Haccac, ona: "Bu kokuyu nereden aldın?" dedi. Adam da: "Onu satın aldım" dedi. Haccac: "Bana doğru söyle yoka seni öldürürüm " dedi. O adam da doğruyu söyledi. Bunun üzerine Haccac, parası çalınan adamı çağırdı ve: 'İşte dörtbin dirhemini çalan adam! Sen hanımına dikkat et ve onu güzel terbiye et" dedi ve sonra dörtbin dirhemi o adamdan alıp sahibine verdi.

16) Harun Reşid bir gün Ebu Yusuf'a şöyle dedi: "Cafer b,İsa'nın çok hoşuna giden bir cariyesi var. O bunu sevdi de o cariyeyi satmayacağına, hibe etmeyeceğine ve azad etmeyeceğine yemin etti. Şimdi ise bu yemininden kurtulmak istiyor, ne dersin?" Bunun üzerine Ebu Yusuf: "O, cariyenin yarısını satsın, yarısını da hibe etsin. Böylece yeminini bozmasın" dedi. 17) Muhammed b.Hasan şöyle dedi: "Bir gece uyuyordum. Ansızın kapım çalındı. "Kapıya bakın, kimmiş o?" dedim. Kapıya bakanlar: "Halifenin habercisi seni çağırıyor" dediler. Canımdan korktum, kalkıp halifeye gittim.

Yanına girince O: "Sana birşey sormak için çağırdım. Muhammed'in annesi yani hanımım Zübeyde'ye "Ben adil hükümdarım. Adil hükümdarlar ise cennete gireceklerdir" dedim. O da "Sen zâlim ve asisin. Çünkü sen kendinin cennetlik olduğuna şahitlik ettin. Böylece, Allahü Teâlâ hakkında yalan söylemiş olduğundan kâfir oldun. Binaenaleyh ben de (müslüman olarak) sana haram oldum. "Bana yaklaşamazsın" dedi. Bunun üzerine Harun Reşid'e: "Ey mü'minlerin emiri bir günah işlediğin zaman o esnada veya daha sonra O'ndan korkar mısın?" dedim. O: "Evet, vallahi çok korkarım" dedi. Ben de: "Sana bir cennet değil iki cennetin verileceğine şehadet ederim dedim ve "Rabbinin huzurunda duracağından (hesab vereceğinden) korkan kimse için iki cennet vardır"(Rahman, 46) ayetini okudum. Bunun üzerine bana iltifat edip mülatefe yaptı, geri dönmemi emretti. Evime döndüğüm zaman atiyye keselerinin hemen bana gönderildiğini gördüm.

18) Anlatıldığına göre Ebu Yusuf'a bir gece Harun Reşid'in elçisi gelip, kendisini hükümdarın acele istediğini söyledi. Ebu Yusuf canından korkup, cübbesini giyerek, endişeler içerisinde halifenin yanına gitti. Huzura çıkınca selam verdi, halife de selamını alıp, yanına oturttu. O esnada Ebu Yusuf'un korkusu dindi. Harun Reşid: "Sarayda bir zinet eşyası kayboldu. Sarayın bir cariyesini suçladım ve "Ya ithamımda beni tasdik (çaldığını itiraf) edersin, ya da seni öldürteceğini" diye yemin ettim. Ama sonra pişman oldum. Bana bir çare (çıkış yolu)bul!" dedi.

Bunun üzerine Ebu Yusuf: "Müsaade et onun yanına gireyim" dedi. Harun Reşid, Ebu Yusuf'a müsaade etti. O da içeri girince ay parçası gibi olan bir cariye gördü. Ebu Yusuf odadakileri dışarı çıkardı ve sonra cariyeye: "O çalınan zinet sende mi?" dedi. Cariye: "Hayır, vallahi" dedi. Bunun üzerine Ebu Yusuf cariyeye, sana söyleyeceklerimi iyi öğren, ne eksik'ne de fazla söyleme. Halife seni çağırıp: "Zineti sen mi çaldın?" dediğinde "Evet" de. Yine o sana: "Onu ver" dediğinde: "Ben onu çalmadım" de. Sonra Ebu Yusuf, Harun Reşid'in huzuruna tekrar girdi ve cariyeyi getirtmesini söyledi. Cariye huzura gelince de Ebu Yusuf halifeye: "Ona zineti sor" dedi. Halife cariyeye: "O zineti sen mi çaldın?" deyince cariye: "Evet" dedi. Sonra Halife: "Onu ver" deyince de cariye: "Vallahi ben onu çalmadım" dedi.

Ebu Yusuf: "Ey mü'minlerin emiri, o ya çaldığını itiraf ederken veya inkar ederken seni tasdik etmiş oldu. Sen de böylece yemininden kurtuldun" dedi. Harun Reşid'in kızgınlığı geçti ve Ebu Yusuf'un evine 100.000 dirhem götürülmesini emretti. Yanındakiler: "Hazine memurları şimdi burada değil, bunu yarına ertelesek olmaz mı?" dediler. Harun Reşid, "Kadı Ebu Yusuf bizi bu gece vakti kurtardı, biz onun mükâfaatını yarına nasıl erteleriz?" dedi ve emretti de on kese altın yüklenip Ebu Yusuf ile beraber evine götürüldü.

19) Bişr el-Merisi İmam Şafii'ye "Sen icmanın olduğunu iddia ediyorsun. Halbuki doğudaki ve batıdaki kimselerin bir hususta icma ettiklerini bilmek mümkün değildir" dedi. Bu münazara Harun Reşid'in yanında yapılıyordu. İmam Şafii, "Şu oturanın halife olduğuna bütün müslümanların icma ettiğini bilmiyor musun?" eleyince Bişr korkusundan bunu kabul etti ve sesi soluğu kesildi.

20) Bir bedevi Hz.Hüseyin b.Ali (r.a.)'nin yanına gitti, ona selam verip bir istekte bulundu ve: "Deden (Hz.Muhammed (s.a.s)'in şöyle dediğini duydum: "Bir ihtiyacınız olduğu zaman bunu dört kimseden isteyiniz. Ya şerefli bir bedeviden, ya cömert bir efendiden, ya Kur'an'm hafızından veya ay yüzlü kimselerden." Arablar senin ceddinle şeref buldu. Cömertlik sizin adetiniz ve huyunuzdur. Kur'an sizin evinizde indi.

Ay yüzlü kimseye gelince ben Allah'ın Resulünden şöyle dediğini duydum: "Bana bakmak istediğinizde (Hz.) Hasana ve (Hz.) Hüseyn'e bakınız." Bunun üzerine Hz.Hüseyin: "İhtiyacın nedir?" dedi. Adam ihtiyacını yere yazdı. Hz.Hüseyin de: "Babam Ali'nin şöyle dediğini duydum: "Herkesin kıymeti yaptığı iyiliğe göredir." Yine dedemin de şöyle dediğini duydum. Bağış, karşıdakinin bilgisine göredir. Ben sana üç soru soracağım. Eğer bunlardan birine cevab verirsen, elimde olanın üçte biri; eğer ikisini cevaplarsan üçte ikisi; eğer üçüne de cevap verirsen elimdekinin hepsi senin olacak. Bana Irak'tan ağzı kapalı bir kese gönderildi" dedi.

Bunun üzerine bedevi: "Sor Güç kuvvet ancak Allah'ındır" dedi. Hz.Hüseyin "Hangi amel daha üstündür?" diye sordu, bedevi: "Allah'a iman" dedi. Hz.Hüseyin "Kul, tehlikelerden nasıl kurtulur?" diye sordu, bedevi: "Allah'a son derece güvenerek" dedi. Hz.Hüseyin: "İnsanı süsleyen nedir?" diye sordu; bedevi: "Hilimle beraber olan ilimdir" cevabını verdi. Hz.Hüseyin: "Şayet ilmi Yoksa.?' diye sordu, o da: 'Cömertlikle beraber bulunan ma' dedi. Hz Hüseyin "Ya bu da yoksa..?' dedi, bedevî: "Beraberinde sabır olan fakirlik " cevabını verdi. Hz.Hüseyin: "Ya bu da yoksa..?" dedi. O "Gökten düşüp onu yakan bir yıldırım" cevabını verdi. Bunun üzerine Hz.Hüseyin güldü ve keseyi ona attı.

(1)-Bundan maksad Abdullah İbn Abbas (r.a)'dır. Zira İbn Abbas'ın "İnaşaallah diyerek (Allah'ın iradesine bağlanmadıkça), hiçbir şey hakkında: "Yarın şöyle yapacağım" deme. Unuttuğunda Rabbini an ve şöyle de: "Umarım ki Rabb'im beni doğruya daha yakın olana eriştirir" (Kehf 23-24) âyetinin tefsiri ile ilgili olarak, şöyle dediği nakledilir: "Inşaallah demeyi unutan kimsenin bir sene dahi geçse demesi caizdir" (Taberanî, el-Hâkim) İbn Abbas hazretlerinin bu sözü hakkında tevcihler bulunmaktadır. Fukahanın çoğuna göze fasıla girmemelidir (Mesela bk. Tefsiru'l-Kasimî).

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/301-309.
Devamını Oku »

Sahabe Arasındaki İhtilaflara Genel Bir Bakış ve Tarihçilerin Durumu

Sahabe Arasındaki İhtilaflara Genel Bir Bakış ve Tarihçilerin Durumu

İlk başta şu hususun altını çizelim.Ehli Sünnet alimleri, konu hakkında bilgi edinmek,Sahabeye dil uzatanların görüşlerini çürütmek, bu hususta yazılmış kitapları tedris etmek vb. ihtiyaç durumları hariç Sahabe arasında cereyan eden hadiselerde tafsilata girmekten kaçınmanın vacip olduğu görüşündedirler Bizim ise şu günlerde bu mevzuya grmemiz, biraz tafsilata inmemiz, Kitab ve Sünnet nasslarının İşaret ettiği şekilde, ayrıca doğru tarihi bilgiler ve muteber alimlerimizin görüşleri ışığında bu konuyu enine boyuna tahkik etmemiz bir zorunluluk arzetmektadlr, tabii bu makale çerçevesinde bunu gerçekleştirebilmemiz biraz zor olduğu İçin bu konuya genel bir bakış atfetmekle yetineceğiz. Tafsilata İnmek isteyenler Faslul Hitab fi Mevagıfl'l-Ashab İsimli eserimize başvurabilirler.

Alimlerimiz ve Sahabe Arasındaki İhtilaflar

Bu meseleyle ilgili olarak yüzlerce İslam âlimi, görüş-lerini genel bir çerçeve İçinde ortaya koymuşlardır ve bu görüşlerin mazmunu ve mahsulü belli bir noktadadır. Bu sebeple Ehl-I Sünnet'ln önde gelen âlimlerinden sadece üç kişinin görüşlerini nakille İktifa edeceğiz ki bunlar İmam el-Gazzalî, İmam en-Nevevfive imam Ibn Hacer el-Heytemidlr. Nitekim mezkûr âlimlerin görüşleri Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu konudaki görüşlerinin âdeta bir hasılası ve özü niteliğindedir.

İmam el-Gazzalî (r.aleyh), el-iktisâd fi'l-l'tikâd adlı kitabında şöyle der:

"Bil ki insanlar arasında Sahabe ve Hulefa-i Raşidîn hakkında çeşitli şekillerde sınırları aşanlar olmuştur. Kimi Hulefa-i Raşidîn'e övgüde o derece ileri gitmiştir ki neredeyse onların ismetini İddia eder bir noktaya varmıştır. Kimi ise ta'n u teşni'e girişip Sahabe’ye [pervasızca] dil uzatmıştır. Sen sen ol bu iki zümreden olma ve İtikatta orta yolu tut !

“Bil ki, Allah’ın Kitabı, Ensar ve Muhacir hakkında [nice] övgüler içermektedir ve Hz. Peygamber'in de (s.a.v) tevatür derecesine ulaşmış bulunan ve farklı ifadelerle/lafızlarla onları tezkiye ettiği birçok hadisi bulunmaktadır. Mesela bu hadislerden bazıları şun-lardır: "Ashabım yıldızlar gibidir onlardan hangisine tabi olursanız hidayete erersiniz." "En hayırlı nesil benim dönemimde olanlar, sonra daha sonra gelenlerdir.” Onlar hakkında sahip olman gereken itikat budur. Yine onlar hakkında, hüsn-i zannın gerektirdiği hallere halel getirecek türden haberlerden ve su-i zandan uzak durman gerekir. Onlar hakkında rivayet edilen yergi türünden haberlerin çoğunluğu taassubun çocuğudur ve aslı astarı yoktur. Sahih bir şekilde sabit olmuş rivayetlerin ise mutlaka bir tevili de bulunmakladır, Tevilin olmadığı yerde de (insanoğlunun noksan ile malul olduğu kabilinden) akıl ve mantık bu kadar hata ve sürçmeyi tecviz eder.

"Muaviyenin Hz.Ali (Allah ikisinden de razı olsun) ile kıtali; Hz, Aişe'nln (r.anha) Basra’ya doğru yolu çıkması konusunda bilinegelen şudur: Hz, Aişe (r.anha) fitneyi dindirmek İsteğiyle yola çıkmıştır, ancak İşler yolundan sapmış ve kontrol kaybedilmiştir. Ne diyelim, bazen İşlerin akıbeti, öncesinde murad edilen İstikamette kalmıyor ve çığırından çıkabiliyor.

“Keza Muaviye'nln de, yaptığı işlerde, bir tevile tabi olduğunu, kendince hayırlı bir şeyleri hesab/murad ettiğini düşünmek gerekir. Bu minval haricinde rivayet edilegelen âhâd haberlerin doğrusu-yanlışı birbirine karışmıştır. Uydurma rivayetlerin çoğunluğunun kaynağında ise Rafiziler, Haricîler ve üstüne vazife olmayan meselelere dalmaya pek hevesli tufeyli tipler durur. Bundan dolayı sahihliği sabit olmamış her rivayet karşısında İnkârı kuşanman ve sabit olanlara da güzel bir tevil bulman gerekir. Tevile yol bulamayıp da tıkandığın an üzerine düşen, “Belki [bunun] bir tevili, meşru bir mazereti vardır da künhüne ben vakıf olamadım" demektir.

“Bil ki, bu makamda sen, ya bir Müslüman hakkında su-i zan besleyip, ona ta’n etmek ve yalancı konumuna düşmek ya da hüsn-i zan besleyip dilini ona ta'ndan uzak tutmak ve hatalı konumuna düşmekle karşı karşıyasın. Her halükârda Müslümanlar hakkında hüsn-i zanda bulunup hataya düşmek, onlara ta’n edip doğruyu ummaktan/bulmaktan daha selim bir yoldur. Mesela bir kimse Şeytan'a, Ebû Cehil'e, Ebû Leheb’e veya kötülerden herhangi bir kötüye ömür boyu lanet etmemiş olsa bile onun bu sükutu kendisine bir zarar vermez. Ama bir Müslümana, bir kerecik olsun, Allah katında beri olduğu bir şeyi isnad eder de ona dil uzatırsa kendisini helake arzetmiş olur. Üstelik insanlar hakkında bilinen kötü hasletleri dile getirmek cevaz bulmamış bir husustur. Zira şeriat gıybeti şiddetle menetmiştir. Dile getirilen şeyler, gıybeti edilen kişide muhakkak olsa bile bu durum yine de yasaklanmıştır.

“Bütün bu açıklamaları dikkatle okuyan kimse, tab(iyat)ında fuzulî işlere meyyal bir taraf yoksa, sükutu kendine düstur edinir ve ezcümle bütün Müslümanlar hakkında hüsn-i zannı elden bırakmaz, bütün selef-i salihin hakkında da dili ancak övgüye döner. Sahabe'nin geneli hakkındaki sözün/hükmün ana ekseni de bu çerçevededir.”

İmam en-Nevevî (r.aleyh), Şerh-I Müslim (15/144- 146)’da şöyle der:

“Osman (r.a)’ın hilafeti icmâ ile sahihtir ve mazlum olarak şehit edilmiştir. Onu öldürenler ise fasıktırlar. Zira katli gerektiren sebepler bellidir ve Osman’dan da katledilmesini gerektirecek hiçbir şey sadır olmamıştır; ayrıca Sahabe’den hiç kimse onun katline iştirak etmemiştir. Onu şehit edenler, birtakım seciyesiz kabile mensupları, birtakım rezil ve sefih kimseler ile barbar ayak takımıdır. Bunlar kendi aralarında hizipleşmiş ve onu öldürmek için Mısır'dan gelmişlerdir. Sahabîler onlara güç yetirememiş ve böylece Hz. Osman belli bir zaman muhasara altında tutulduktan sonra bu kimseler tarafından şehit edilmiştir.

“Hz. Ali (r.a)’ın da hilafeti icmâ ile sahihtir. Döneminin tek halifesidir ve ondan gayrı kimsenin [onun karşı-sında] halifeliği söz konusu değildir.

“Hz. Muaviye (r.a)’a gelince; adaletli, fazilet sahibi ve Sahabe'nin seçkinlerindendir. Hz Ali (r.a) ile aralarında vuku bulan savaş, her iki tarafın kendisine göre doğru yolda olduklarına inandıkları bazı sebeplere müstenittir. Allah hepsinden razı olsun, onların tamamı adalet sahibidirler. Aralarında vuku bulan şeyler, onların hiçbirinin adalet sıfatını düşürmemiştir. Zira onların hepsi ictihad etmiş/müctehid kimselerdir ve içtihada mahal olan noktalarda ihtilaf etmişlerdir. Bazı müctehidlerin bir takım kimselerin öldürülmesinin caiz olup olmadığı hususunda ve buna benzer meselelerde yaptıkları ictihadlar sonucu ihtilaf etmeleri gibi ki en nihayetinde bu durum onlara bir eksiklik getirmez.

“Şunu da bil ki, bu savaşların sebebi, [o günkü] hadi-selerin son derece karışık/kapalı, içinden çıkılmayacak derecede benzeşik olmasıdır. Bu kapalılık ve benzeşme sonucunda ictihadlarında ihtilaf etmiş ve sonuç olarak üç gruba ayrılmışlardır:

“Birinci grup; bunların içtihadına göre kendileri haklı-dırlar ve karşılarında duranlar ise baği taraftır. Bu durumda imamı destekleyip ona karşı çıkanlarla savaşmanın vacip olduğuna inanmışlar ve öyle de yapmışlardır. Nitekim bu düşüncede olan bir kimsenin adil imama yardımdan geri kalıp bağilere karşı savaşmaması inancı gereği caiz değildir.

ikinci grup; bunların tam tersine, hakkın kendi taraflarında olduğunu ve karşılarında duranların baği konumunda bulunduğunu, dolayısıyla onlarla savaşmanın vacip olduğunu, yine ictihadları sonucu, düşünenlerdir.

“Üçüncü grup; bu gruptakiler için mesele vuzuha kavuşmamış ve hangi tarafa katılmaları gerektiği noktasında işin İçinden çıkamayınca ne bu tarafa ne öteki tarafa katılmışlar, bilakis her iki taraftan da uzak durmuşlardır. Onların bu uzak duruşları/itizalleri onlar hakkında vacip olan bir durumdur. Zira bir müslümana karşı kıtale yeltenmek, ortada meşru ve apaçık sebepler olmadıkça haramdır. Şayet ictihadlarında iki taraftan birine katılmaları gerektiği sonucuna ulaşsalardı, haklı olan tarafa katılmak ve bağilere karşı savaşmaktan imtina edemezlerdi. Dolayısıyla Allah cümlesinden razı olsun hepsi mazurdurlar. Bu sebeple Ehl-i hak ve icmâ'ın kendileriyle akdolunduğu âlimler, onların şahitlikleri ve rivayetlerinin makbul, ayrıca adaletlerinin kâmil olduğu konusunda ittifak etmişler-dir. (İmam en-Nevevî’den alıntımız buraya kadardı.)"
Burada şu hususun altını çizmek isterim: Her iki tarafa katılmayıp fitneden uzak duran üçüncü grup Sahabe’nin kahir ekseriyetinin içinde olduğu gruptur. Nitekim Ibn Kesir el-Bidaye ve’n-Nihaye (7/265)'de Ibn Teymiyye Minhacu’s-Sünne (6/236)’da şöyle demişlerdir: Cumhur-u Sahabe’nin ve en faziletlilerinin fitneden uzak durduğu en sahih senedlerle sabit/malum olan bir husustur. Nitekim Muhammed b. Sîrîn’in şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Fitne ateşi tutuştuğunda, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Ashabı on bin kişi kadar idi; ancak savaşa karışanların sayısı yüz kişi, belki de otuz kişi değildi.”
Ibn Hacer el-Heytemî ise, es-Sevâiku'l-Muhrika isimli eserinde (214) şöyle der:
“Sahabe arasında meydana gelen hadiseler karşısında dilimizi tutmamız vaciptir. Bu hususta tarihçilerin mugalata nevinden haberlerinden ve özellikle de cahil Rafızîler ile bidat ehli bir takım kimselerin Sahabe’den herhangi birine ta’n amaçlı uydurmalarından olabildiğince uzak durmak lazımdır. Değil mi ki Hz. Peygamber (s.a.v): "Ashabım zikrolunduğu zaman dillerinize hâkim olun" buyurmuştur.

“Binaenaleyh bu konuyla ilgili herhangi bir şey duyan kimsenin, onu iyiden iyiye tahkik etmesi gerekir. Yoksa onlarla ilgili olarak bir kitapta bir şey gördü, ya da herhangi bir şahıstan bir şey duydu diye bunu hemencecik onlar hakkında sabit olmuş bir habermiş gibi kabul etmemesi, bilakis meseleyi iyice araştırması ve haberin sıhhati var mıdır yok mudur bundan emin olması lazımdır. [Sıhhatinden emin olduğu bir şeyi de] en güzel şekliyle tevil etmeli ve en güzel çıkış yollarına hamlet- melidir ki onlar, buna hakkıyla layık kimselerdir. Nitekim faziletleri ve emsalsiz hüsnühalleri söze hacet bırakmayacak derecede açıktır. Bu konuyu tafsil etmek ise hayli zaman ister.

“Aralarında vuku bulmuş münazaalar ve  muharebelerin de elbet bir tevil ve tefsiri vardır.

“Onlara dil uzatmak, onlara ta’n etmek ise, eğer Hz. Aişe’ye (r.anha) iftira etmek veya babası Hz. Ebû Bekir’in (r.a) sahabîliğini inkâr etmek gibi kat’î delillerle sübut bulmuş durumlara muhalif ise apaçık küfürdür. Yok eğer bundan maada bir dil uzatma söz konusu ise o zaman da bu [ilk dillendirenin, sonrasında her dillendirenin günahına ortak olacağı türden bir] bidattir ve fasıklıktır.”

Tarihçiler ve Sahabe ile ilgili Asılsız Rivayetler

Tarih kitaplarında Sahabe’ye ta’n eden ve onların şanına halel getirebilecek türden rivayetlerin çoğu yalan olup asılsızdır. Bu hususla ilgili olarak ilerleyen sayfalarda tarihçileri üç kısma ayıracağız.
Dikkat edilirse İmam el-Gazzalî, Ibn Teymiyye, Ibn Hacer el-Heytemî gibi âlimlerden naklettiğimiz yuka-rıdaki ifadelerin, tarih kitaplarında yer etmiş olan Sahabe hakkındaki ta’n ve ayıplayıcı haberlerin çoğunun yalan ve itimat edilemez olduğu noktasında birleştiği görülür, özellikle bu noktaya vurguda bulunmuşlardır. Zira tarihçiler, naklettikleri rivayetlerin tümünde doğru ve sağlıklı bir yol takip etmemişlerdir. Onlardan hiçbiri de konuyla ilgili rivayetlerinin dosdoğru, arı-duru tarihî gerçekler olduğunu söylemiş değildir. Dolayısıyladır ki bu hususta tarihçileri üçe ayırmak gerekmektedir:
1- Birinci grup, dindarlığın ve Allaha yaklaşmanın âdeta Sahabe ve selef-i salihini istihkar edici, onları küçük düşürücü türden hadisler peydahlamakla tamama erebileceğine kani olanlardır. Ebû Mihnef Lut b. Yahya, Hişam el-Kelbî bu grubun ilk misalleri. Murucu’z-Zeheb müellifi el-Mes’udî’yi ve el- Ya’kubî’yi de bu gruba ilhak etmek mümkündür. Şiâ ve Rafızîlerin, Sahabe ve Sahabe tarihi hakkında kitaplarına dercettikleri haberlerin neredeyse tamamı bu kabildendir.

Yine el-imâme ve’s-Siyase adlı eser de bu kabil olup ibn Kuteybe’ye nisbet edilmesi, Faslu’l-Hitab isimli eserimizde de açıkladığımız üzere tamamen asılsızdır.

2- İkinci grup tarihçiler ise İmam İbn Cerir et-Taberî, İmam ibn Asâkir, el-Hafız Ibn Kesir gibi dini bütün, emanet ve insaf ehli, ilim sahibi kimselerdir. Bunlar her mezhep ve meşrepten tarihçilerin haberlerini derlemeyi insafın ve emanetin bir gereği olarak görmüşlerdir. Mesela fanatik bir Şiî olan Ebû Mihnef Lut b. Yahya ile mutedil bir Şiî olan Seyf b. Ömer el-lrakî’nin rivayetlerini [göz önünde bulundurulsun ve bilinsin diye] kitaplarına almışlardır.

Bu grup, hepsinde olmasa bile rivayetlerinin çoğunlu-ğunda rivayetlerin senedlerini de kitaplarında zikret-mişlerdir. Ta ki herhangi bir araştırmacı/okuyucu riva-yetiyle birlikte o haberi rivayet eden ravinin de kim ve ne hal üzere olduğunu iyiden iyiye tahkik edebilsin ve eleştirisini de somut bir şekilde ortaya koyabilsin, işte böyle yapmakla sorumluluğu kendi uhdelerinden çıkardıklarına ve “Sorumluluk ravinin uhdesindedir”; “Sana bir şey isnad eden sana sorumluluk yüklemiştir” kaideleri fehvasınca bu sorumluluğu ravilere yük-lediklerine inanmışlardır. Nitekim mütekaddim “hadis hafızları/âlimleri", -ibn Hacer el-Askalanî’nin dedediği gibi- senedi zikretmeyi, haberin/metnin ne olup olmadığının beyanı [senedi, âdeta haberin aynası] ve [yer yer] içeriğine atf-ı nazardan müstağni kılacağını varsaymışlardır. Zira o dönemlerde “llm-i Isnad" kemalinin zirvesinde yaşamaktadır.

Yine bu grupta yer alan tarihçiler, nakletmiş oldukları tarihî haberlerde kesinkes doğruluk aramadıklarını açık bir şekilde ifade etmişlerdir.

Nitekim İmam et- Taberî tarih’inin mukaddimesinde şöyle demektedir: “Bu eserimde yer verdiğim geçmiş(tekiler)le ilgili, doğruluk namına aslı astarı olmadığı için okuyucuda nefret uyandıran, işitenin kulaklarını tırmalayan ve gerçekte doğruluk payı da bulunmayan bazı rivayetler, bilinmelidir ki bizim cenahımızdan gelmiş şeyler olmayıp, bilakis bazı nakilan-ı ahbardan tarafımıza ulaşmıştır ve biz de, bize her nasıl ulaştı ise öylece rivayet etmişizdir..."

Yine şöyle demiştir: “Bizim bu eseri telif ederken bu tür rivayetlere yer vermekliğimiz, ihticac ve istidlal kastına matuf değildir."

İbn Kesir de Tarih’inde Ebû Mihneften çokça nakiller-de bulunmuş ancak şu ihtarı da gözler önüne koy-muştur: “Ebû Mihnef, bir Şiî’dir, ümmetin nazarınca hadis konusunda “zayıftır (daîfu’l-hadis).” “Rivayet ettiği şeylerde, özellikle de Şiîlik konusundaki rivayetlerinde son derece güvenilmezdir (müttehemun).” El- Bidâye ve'n- Nihaye (81202-274)

İşte bu sebeplerle Ebû Mihnef ve el-Kelbî gibi ravilerin tarih kitaplarında isimlerinin geçtiğini görmekteyiz. Bununla beraber bu ikinci grup tarihçiler, sık sık haberin sahihlik, zayıflık ve uydurma olma gibi durumlarına dikkat çekmişlerdir. Ibn Kesir bu hususta en fazla paya sahip olanlardandır. Zira bazı rivayetlerinde “Bunun sıhhati yoktur”, “Bu münkerdir”, “Bu Sahabe’nin adaletine muhaliftir” gibi uyarılarını görmekteyiz.Bu tereke bize, bizim tarihimizdir diye ulaş(tırıl)mış değildir. Bilakis tarihimizin içinden satır satır süzülüp çıkarılacağı zengin bir araştırma kaynağıdır.

3. Üçüncü grup tarihçiler, hiçbir araştırma ve tahkik zahmetine katlanmadan, doğru mudur yanlış mıdır endişesini taşımadan şuradan buradan kotardıkları rivayetleri, metinlerini senedlerinden kopararak ve bunları sanki de müsellem tarihî gerçeklermiş gibi kitaplarına derceden ve böylelikle de insanların -hatta bazen en değerli âlimlerin bile- hakikat noktasında kafasını karıştıran kimselerdir, öyle ki -bu pek hoş, nahoş mu demeliydik- maharetleri sonucunda çoğu doğruluktan zerre miskal nasibini almamış uydurmalar, insanlar arasında ve hatta yer yer İlmî ortamlarda dahi tartışma götürmez gerçekler haline dönüşmüştür.

Suyûtî’nin Târihu’l-Hulafâ’sı, Şeblencî'nin uydurma rivayetlerle dolu olan Nuru'l-Absâriı, Türk tarihçi Asım Köksal’ın büyük hacimli İslam Tarihi bu grubun içinde anılacaklardandır. Örneğin Asım Koksal, İslam Tarihi adlı eserine ne bulduysa koymuştur. İlmî tahkikten hiç nasiplenmemiş dense sezadır, özellikle de Kerbela Vakası’na ayırdığı bölüm bu kabildir. Binaenaleyh bu üçüncü grup tarihçilerin eserlerinden ve içindeki rivayetlere itimattan şiddetle kaçınmak gerekir.
Tarihçilerin bu şekilde taksime tabi tutulmasının sebebine ve bunun Sahabe’yle ilgili boyutuna gelince: Sahabe arasında cereyan eden ihtilaflar, savaşlar ve ilgili hallerin tedvini, yani bu olayların yazıya geçirilmesi geç bir döneme denk gelir. Bu olayları tedvin edenlerin geneli de bidat ehli kimselerdir. Nasr b. Müzâhim el-Minkarî, Ebû Mihnef Lut b. Yahya ve onun tabakasından olan emsalleri gibi ki bunlar, özel anlamda Hulefa-i Raşidîn tarihini ifsat eden, genel anlamda da Sahabe tarihini çarpıtıp bulandıran kimselerdir. Bunlardan sonraki dönemlerde el-Ya’kubî, el-Mes’udî ve el-lmame ve’s-Siyase adlı eserin sahibi ve benzerleri gelir.

İşte sözünü ettiğimiz batıl rivayetler onlar nezdinde âdeta sıhhat bulmuş, aksi de batıl addedilmiş, bu da yetmezmiş gibi bu rivayetlere eklediklerini de eklemişlerdir.

... Hadis rivayetlerinde olduğu gibi tarihî rivayetlerde de cerh ve tadil'in hakkıyla işletilmemiş olması, tarih-çiler hakkında işaret olunması gereken bir başka önemli eksikliktir...

Bu tarihçilerin başında da Ibn Cerir et-Taberî gelmektedir. Sıffîn savaşı ile ilgili “ehl-i heva”nın ekmeğine yağ sürecek türden rivayetlerin tamamını Tarihine koymuştur.

Ondan sonra gelen el-Kâmil fı’t-Tarih sahibi Ibnü’l- Esir ve benzeri çoğu eski ve yeni tarihçiler de Hulefa-i Raşidîn tarihini işlerken ekseriya Ibn Cerir’in Tarihinden istifade etmişlerdir. Ancak bu istifade işlene metin ne de sened kritiği yapmadıkları gibi, kimin hakkında ve neler yazdıklarını da sorgulamamış, mademki Ibn Cerir rivayet etmiştir, [öyleyse doğrudur] deyu rivayet edilen haberin ne idüğünü pek önemsememişlerdir.

Buraya kadar anlattıklarımız Sahabe tarihine musallat olmuş arızaların bir bölümüdür. Maalesef bir çok çağdaş müverrih de bu hatalara düşmüştür, örneğin Haşan İbrahim Haşan Tarihu’l-lslâm, Muhammed Hıdır Beg Tarihu’d-Devleti’l-Emeviyye ve Tarihu’d- Devleti'l-Abbasiyye ’de ve bunlar gibi birçok tarihçi sözünü ettiğimiz maluliyet sebebiyle mahza tarihî hakikatleri anlamanın önünde bir engel olmuşlardır.

Son olarak, muhakkik âlimlerin araştırmacılara tavsiyesi, tarih kitaplarında görüp okudukları her habere kani olmamalarıdır. Hafız muhaddislerin sözleri ve rivayetleri hariç ki, eğer rivayetin senedini ve ravileri- nin hallerini açıklamış iseler, yahut sikâ kimseler onlardan rivayet etmişse durum değişir.

Sözün özü tarih kitaplarını okuyan kişinin son derece ihtiyatlı ve uyanık olması gerekir.

Sahabe Arasında İlk ihtilaf Noktası

İslam tarihi kitaplarına muttali olanlar bilirler ki Sahabe arasında ihtilafa sebep olan ve bilahare tatsız hadiselerle sonuçlanan ilk olaylar, Hz. Osman’ın katli meselesi ve Hz. Ali'nin hilafeti karşısında bazı kimselerin ihmalkâr davranmasıdır. Buna sebep de Hz. Osman’ın kanının yerde kalmaması talebi ve katillere bir an önce hak ettikleri cezanın verilmesi isteği olmuştur.

Zira aralarında Hz. Aişe, Talha, Zübeyr, Muaviye ve başka kimselerin de olduğu -Allah hepsinden razı olsun- Sahabe'den bir grup Hz. Osman’ın katillerinin izinin sürülmesi ve bir an önce bulunarak Allah’ın emri gereği kendilerine kısas uygulanması gerektiğine inanıyorlardı. Sahabe arasında, Hz. Ali’nin Hz. Osman’ın katillerini koruduğunu ve onların kısas gereği öldürülmelerine engel olduğunu düşünenler de olmuştur.

Bunun yanı sıra Hz. Ali ve beraberindekiler ise bu işin bu kadar kısa bir sürede yapılabileceği kanaatinde değillerdi. Katillerin yakalanabilmesi için, buna güç yetirebilecekleri bir ortamın oluşması gerektiğine inanan Hz. Ali, kendisinden Hz. Osman'ın katillerine hemen kısas uygulamasını isteyenlere şöyle diyordu: “Bizim onlara değil, onların bizlere hâkim/baskın olduğu bir güruha neyleyim? İşte köleleriniz bile onlarla birlikte ayaklandı; bedevileriniz/köylüieriniz dahi onlarla birlikte sabitkademler. Aranıza karışmış durumdalar ve sîzlere diledikleri şekilde kötülük etmekten geri kalmıyorlar." (Bkz. Ibn Esîr, el-Kâmil, 9/195)

... Hz. Ali kendisine biat edildikten sonra Hz. Osman'ın katilleri hususunda yapılması gerekeni, şu iki sebebe müstenit olarak geciktirmiştir:

1-Hz.Ali bu işi yapabilmeleri için insanların birleşme­si ve aralarında ittifakın tam olarak sağlanmasını beklemiştir. Zira Hz. Ali, isyancıların ve taraftarlarının sayıca çokluğu ve kendi ordusuna da karışmış olduk­ları gerçeğinden hareketle, bu işe hemen girişmesi halinde, Müslümanların birliğini ve düzenini sağlayan hilafet müessesesinin de sarsılacağına ve daha büyük zararlara yol açılacağına inanmıştır.

2-Hz.Ali, Hz. Osman’ın velilerinden birinin gelip onun kan hakkını talep etmesini ve böylece şeriatin hükmü neyi gerektiriyorsa öylece hüküm vermeyi beklemiştir. Zira yalın bir söz ya da tahkik edilmemiş bir fiil sonucu veya velinin/davacının şikâyeti olma­dan, davalının da savunmasına kulak verilmeden ve deliller açık bir şekilde ortaya konulmadan hüküm vermenin İslam’da yeri yoktur.

Hz. Ali, kendisine biatin tamamlanmasından sonra illere valilerini tayin etmiş, ancak bazı bölge ahalileri onun gönderdiği valilere, Hz. Osman'ın katillerini öldürmeden size biat etmeyiz, diyerek biattan geri durmuşlardır.

Hz. Muaviye de Hz. Ali’ye biattan imtina edenler­dendir. Fakat onun biat etmemesinin sebebi, hilafet hususunda bir hak iddia ettiği, yahut Hz. Ali’nin hali­feliğine karşı çıktığı için değildir. Zira hiç kimse Hz. Muaviye'nin böyle bir sebepten dolayı biattan kaçındığını rivayet etmemiştir. O ve kendisiyle bir­likte Amr b el-Âs gibi bazı kimseler, ehl-i hail ve’l- akd olan Sahabelerin farklı beldelere yayılmaları ve çok azının bu biata katılmış olmaları nedeniyle Hz. Ali’ye yapılan biatin geçersiz olduğunu düşünmüş­lerdir. Biat ise ancak ehl-i hail ve’l-akd’in tamamının ittifakıyla mümkündür...

Hz. Muaviye ve diğer bazı kimseler henüz daha Müslümanların bir kaos içinde bulundukları, önce­likte Hz. Osman'ın katillerinin hakkından gelinmesi ve daha sonra bir baş seçilmesi gerektiği kanaatini taşımışlardır. Yine Hz. Osman gibi bir insanın kanı­nın yerde bırakılmasını ve katillerinin bulunması işi­nin geciktirilmesinin imamet/hilafet müessesesine halel getireceğini ve dileyenin dilediği zaman Müslümanların kanını akıtmaya cüret etmeye götü­receğini düşünmüşlerdir.

Bu görüş ayrılıkları, aynı zamanda Cemel ve Sıffîn vakalarının yaşanmasına bir mukaddime olmuştur.

Cemel Vakası

Kısaca Cemel vakası şöyle gelişmiştir:

Teşrik günlerinden sonra, Hz. Osman öldürüldüğünde, mü’minlerin anneleri olan Hz. Peygamber (s.a.v)’in hanımları, fitneden uzak kalmak için o yıl hacca gitmişlerdi, insanlar arasında Hz. Osman’ın katledildiği haberi yayıldığında haclarını tamamlamış ve Mekke’den Medine’ye doğru yola çıkmış bulunan ümmehat-ı mü’minin, insanların ne yapacağını ve ortalığın yatışmasını beklemek üzere Mekke’ye geri dönmüşlerdir. Hz. Talha ve Zübeyr de Hz. Ali’ye biat edildikten sonra umre için kendisinden izin istemiş ve o da kendilerine izin verince Mekke’ye doğru yola çıkmışlar, büyük kalabalıklar da onların peşisıra hareket etmiştir. Yolda Hz. Aişe ile karşılaşmışlar ve Basra’ya gidip Müslümanlar arasında birliği sağlamak ve onları tek bir çatı altında toplayıp kargaşa sonucu birbirlerine karşı savaşmalarını önlemek ve bilahare Hz. Osman’ın kan hakkını talep etmek ve katillerini öldürmek üzere ittifak etmişlerdir.

Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr’in Basra’ya gittikleri haberi Hz. Ali’ye ulaşınca bunu kendi idaresine karşı bir hareket olarak görmüş: onlarla anlaşmak ve ittifak yapmak üzere Basra’ya gitmiştir. Basra’ya vardıkla-rında değerli sahabî el-Ka’ka’ b. Amr et-Temimî iki taraf arasında hakemlik ve arabuluculuk görevini üst-lenmiş, iki taraf da bunu kabul etmiş ve Hz. Osman’ın katillerine kısas uygulamak üzerinde anlaşmışlardır. Gönüller yatışmış ve o geceyi daha önce geçirmedikleri en hayırlı gecelerden biri olarak geçirmişlerdir. Aralarında Abdullah b. Sebe münafığının da bulunduğu Hz. Osman’ın katilleri olan fitneciler güruhu ise geçirebilecekleri en kötü geceyi yaşamışlardır. Bütün geceyi de tartışarak ve ne yapabileceklerini müzakere ederek geçirmiş ve en sonunda gizlice bir savaş çıkarmak hususunda anlaşmışlardır. (Bkz. Taberî, et- Tarih, 5/202); ibn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/38)

ibn Teymiyye, Minhacu's-Sünne adlı eserinde şöyle demektedir: “Ehl-i ilim bilirler ki, işin başında ne Talha ile Zübeyr, Ali’ye karşı, ne de Ali onlara karşı savaşmak niyetindeydi. Ne var ki, Cemel vakası ne Ali'nin ne de onların iradesi doğrultusunda gelişti. Zira onlar sulh için bir araya gelmiş ve Hz. Osman’ın katillerine gerekli cezayı vermek üzere ittifak etmişlerdir.

Ne var ki Hz. Ali’nin ordusu içinde bulunan katiller, daha önce yaptıkları gibi tekrardan yeni bir fitne alev-lendirmek üzere kendi aralarında anlaşmışlar ve Talha, Zübeyr ve onlarla birlikte olanlara saldırmışlardır. Onlar da kendilerini savunmak amacıyla karşılık vermişlerdir. Fitneciler, Hz. Ali’ye, ilk saldırıyı Talha ve Zübeyr ile taraftarlarının başlattığı izlenimi vermişler, o da kendini savunmak amacıyla karşı tarafa hamle yapmıştır. Böylece iki tarafın da amacı kendini savunmak, saldırıları boşa çıkarmak olmuştur, savaşı başlatmak değil. Bu meseleyi Siyerle iştigal eden ilim ehli birçok kimse böylece nakletmiştir.”

İşte bu fitne böylece alevlenmiştir, ilk fitneyi Hz. Osman’ı öldürmekle çıkaranlar, bu olayın öncesindeki ve sonrasındaki fitnelerin de elebaşıdır. Cemel vakasının özeti budur.

Sıffîn Vakası

Hz. Ali (r.a) Cemel vakasından sonra Basra’dan Kufe’ye doğru yola çıkar ve 12 Recep Pazartesi günü Kufe’ye varır. Cerir b. Abdullah el-Becelî’yi, Şam’da bulunan Muaviye’ye gönderir ve onu itaate davet eder. Muaviye de Sahabe’nin önde gelenlerini, ordu komutanlarını ve Şam’ın ileri gelenlerini toplayıp Hz Ali'nin talebi konusunda kendileriyle istişare eder. Onlar da: “Hz Osman’ın katillerini öldürmediği ya da onları bizlere teslim etmediği müddetçe ona biat etme” derler. Cerir, bu haberle Hz. Ali’nin yanına döner. O da Kufe’de yerine Ebû Mes’ud Ukbe b. Amir’i bırakıp Şam’a doğru yola çıkar ve -Irak’tan gelirken Şam’ın ilk yolu- olan en-Nahîle mıntıkasında kamp kurar. Her ne kadar bazı kimseler Kufe’de kalıp başka binlerini Şam’a göndermesini salık vermiş olsa da Hz. Ali bunu kabul etmez. Bu arada Muaviye, Hz. Ali'nin hazırlık yapıp bizzat ordusunun başında onunla savaşmak üzere yola çıktığı haberini alır. Bazı kimseler, Muaviye’ye, onun da bizzat ordusunun başında yola çıkmasını salık verirler ve o da öyle yapar. Şam orduları Fırat nehrine yakın Sıffin nahiyesine varırlar. Hz. Ali de ordusuyla o bölgeye doğru yönelir ve savaş Hicri 36 senesi Zilhicce ayında başlar. Hicri 37 senesi Muharrem ayında sulh olur ve savaş son bulur.

Bu savaşın kayda değer en önemli özelliği her iki tarafın da savaştaki asil cesaretleri ve barış sonrası birbirlerine karşı gösterdikleri asil tavırlardır. Yine bu savaşta Hz. Ali tarafında olan Ammar b. Yasir de öldürülmüş ve onun ölümüyle birlikte Muaviye’nin hata üzere olduğu ortaya çıkmıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v) Ammar’a: “Seni baği topluluk öldürecektir” buyurmuştur. Ammar (r.a)’ın cenaze namazını her iki taraf da kılmıştır.

ibn Hacer el-Askalanî şöyle demektedir: “Ammar'ı baği taifenin öldüreceğine dair Hz. Peygamber (s.a.v)’den nakledilen hadisler mütevatir derecesin-dedir. Yine âlimler, Ammar (r.a)'ın SıffTn vakasında ve Hz. Ali taraftan olarak öldürüldüğü hususunda ittifak etmişlerdir."

Daha sonra iki taraf tahkim hususunda anlaşmışlar; Hz. Ali tarafını Ebû Musa el-Eş’arî ve Hz. Muaviye tarafını da Amr b. el-Âs temsil etmiştir. Tahkim için Hicri 37 senesi Sefer ayının 13’ünde bir karar metni tahrir edilmiştir. Bu karara göre hakemler, Devmetu’l-Cendel bölgesinin Ezrah denen mevkiinde ve Ramazan ayında vermiş oldukları kararı açıklayacaklardır.

Hakemler anlaşılan yerde bir araya gelmiş ve iki taraf arasındaki şiddetli ihtilaflar sonucunda kararı Bedir Ehli’nden olan ve Sahabe'nin büyüklerinden diğer bazı kimselerin istişaresine bırakmak üzere anlaşmışlardır. Ebû Bekr b. el-Arabî'nin el-Avasım Mine’l-Kavasım’da; ibn Hacer el-Askalaninin de Fethu’l-Barî’de dediği gibi hakem olayı bu şekilde sonuçlanmıştır.

Tarih kitaplarında anlatılan, iki hakemin de Hz. Ali ile Hz. Muaviye'yi halifelikten azletmek üzere anlaştıkları, Amr b. el-Âs'ın, Ebû Musa el-Eş’ariye önceliği verip onun Hz. Ali’yi azlettiği ama Amr'ın Muaviye'yi azletmediği ve böylelikle hile yaptığı, Ebû Musa’yı kandırdığı şeklindeki rivayetler aslı astan olmayan yalanlardır. Bunlar da katmerli bir yalana olan Ebû Mihnef Lut b. Yahya’nın rivayetleridir.

İki Taife Hakkında Varit Olmuş Hadisler

Hz. Peygamber (s.a.v)’in Ashabının genel ahvaline; ihtilaf esnası ve sonrasında her iki taifenin birbirlerine karşı tavırlarına ve de Hz. Peygamber’in iki taifeyle ilgili varit olmuş hadislerine muttali olan kimse şunu hakkıyla anlar ki her iki taraf da, her ne yapmışlarsa bunu davalarına iman ile ve bütün ihlaslarıyla yapmış; yaptıklarından geri kalmanın caiz olmadığına, bilakis ifası gereken dinî bir vecibe olduğuna inanmıştır. Taraflardan hiçbiri de ne dünyevî bir menfaat ne de şahsî bir çıkar elde etmek garazıyla hareket etmiş değildir.

Aynı şekilde, her iki tarafa iştirak etmeyip savaşlardan uzak duran üçüncü taifenin de bunu imanları ve ihlasları gereği yaptıklarını ve bunu yaparken onların da dinî saiklerle hareket ettiğini anlar. Nitekim onların her iki taifeden de uzak duruşları ne korku ve korkaklıktan ne de güçsüzlük ve aczi- yetten kaynaklanmıştır.

Yine şunu da anlar ki her üç taife, bu kararlarına, doğru olduğuna inandıkları ictihadları sonucu varmış, ondan sonra dilleri ve duruşlarıyla bu kararlarını müdafaa etmişlerdir.

Son olarak da şunu anlar ki,her üç taifenin yeki diğerini ne tekfir etmiş ne de dalalet ve fısk ile itham etmiştir. Bilakis sadece hatalı olduğunu söylemiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v)’den bu konuda varit olmuş hadislerin bazıları ise aşağıdaki gibidir:

Hz. Hasan (r.a) hakkında Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Benim şu torunum bir sey- yid/efendidir. Umulur ki Allah Teâlâ onunla iki Müslüman taifenin arasını ıslah eder.” (Buharî, Kitabu’l-Fiten, Hadis no: 7109)

Hz. Hasan’ın aralarını ıslah etmiş olduğu iki taife ise Hz. Ali ile Hz. Muaviye'nin taifesidir. Hz. Peygamber (s.a.v) söz konusu bu hadisinde her iki taifeyi de Müslümanlar olarak anmış; onlardan herhangi bir taraf hakkında cerh’i çağrıştırır bir tanımlama kullanmamıştır. Oysa ki Haricîleri tanımlarken, diğer bazı hadislerde görüleceği gibi onların (okun yaydan çıkacağı gibi dinden) çıkacaklarını belirtmiştir. Yine Hz. Peygamber (s.a.v) bu hadisinde, sulha vesile olması, bunu gerçekleştirmesi dolayımında Hz. Hasan’ı övmüştür. Hz. Hasan'ın yaptığı ise halifeliği Muaviye’ye bırakmasıdır. Dolayısıyla hadis, halifeliğin Muaviye’ye bırakılması ve Muaviye’nin halifeliğine de bir övgü niteliği taşımaktadır... diyebiliriz.

Yine Hz. Peygamber (s.a.v): “Davaları (davetuhuma) aynı olan iki büyük topluluk birbirleriyle büyük bir savaş yapmadıkça kıyamet kopmayacaktır” buyurmuşlardır. (Buharî, Hadis no: 7121) Bir rivayette ise “Davaları (davahuma)” şeklinde geçmektedir.

Âlimler bu hadiste geçen savaşı, Hz. Ali ile Hz. Muaviye toplulukları arasında cereyan eden savaşa yormuşlardır. Hadiste geçen “dava ya da davet” keli-melerinden murad ise her iki tarafın da kendilerinin hak üzere olduğu davasını gütmesi ve insanları buna davet etmesidir. Yoksa bundan murad, ibn Hacer’in de Fethu’l-Barî’de belirttiği gibi [bir taraf Müslüman diğer taraf kâfir şeklinde bir] Müslümanlık iddiası değildir. Eğer murad bu olsaydı Hz. Peygamber, “davaları aynı olan" demek yerine “dinleri bir olan” ya da yukarıda geçen Hz. Hasan’la ilgili hadisinde de olduğu gibi, “iki Müslüman taife...” derdi.

Diğer bir hadisinde Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Müslümanlardan bir topluluğun ara-sından bir taife, okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacak ve onu iki taifeden, hakka daha evla olan taife öldürecektir.” (Müslim, Hadis no: 1767) Ayrıca şöyle buyurmuştur: “Ümmetim iki gruba ayrılacaktır ve ara-larından okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkan bir taife zuhur edecektir ki o taifeyi hakka daha evla olan taife öldürecektir.” (Müslim, Hadis no: 1768)...

Hadislerde geçen ve dinden çıkacakları belirtilen topluluk Haricîlerdir. İki taifeden hakka daha evla, daha yakın olan, kısacası haklı taraf Hz. Ali ve beraberindekilerdir. Yine bu hadislerde Hz. Peygamber, Haricîleri dinden çıkmakla tavsif etmiş, ama diğer iki taifeyi böyle vasıflandırmamıştır. Bilakis bir tarafın hakka daha yakın olduğunu açık bir şekilde, diğer tarafın da bir parça haklı olduğunu zımnen ifade buyurmuştur. İşte Ehl-i Sünnet’in bu konudaki kanaati de budur: Yani haklı olan Hz. Ali taifesidir. Muaviye taifesi ise baği olan taraftır. Ancak baği olmalarının arkasında ictihadları yatmaktadır. Dolayısıyla onların baği olmaları, kendilerini ne küfre sokmuş, ne de din-den çıkarmıştır.

Hz. Ali’nin İki Taife Karşısındaki Konumu

Hz. Ali, her iki tarafa katılmayıp da savaştan uzak duran sahabîlerin konumlarını övgü ifadeleriyle anmıştır. Nitekim Sıffîn gecelerinde şöyle demiştir: “Abdullah b. Ömer ile Sa'd b. Malik [Sa’d b. Eb? VakkasJ’ın konumu ne güzel bir konumdur. Eğer doğru (birr) ise bu konumun sevabı şüphesiz ki çok büyüktür, yok eğer yanlış (ism) ise şüphesiz ki tehlikesi basittir.” (Bkz, Mecmau’z-Zevâid, 7/246; Taberanî, el-Mu'cemu’l-Kebir, 7/446)

Keza Hz. Ali’nin şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Bizim ve onların ölüleri cennettedirler. Akıbet iş/sorumluluk gelir bana ve Muaviye'ye dayanır.” (İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, 8/727; İbn el-Ca’d, Müsned, Hadis no:2092)

Başka bir rivayette Hz. Ali’nin şöyle dediği nakledilir: “Benim ve Muaviye’nin ölüleri cennettedir.” (Bkz, Mecmau’z-Zevâid, 9/353; Taberanî, el-Mu’cemu’l- Kebir, 19/1069)

İbn Teymiyye Minhacü’s-Sünne (4/467)’de şöyle der: “Hz. Ali ile Ammar [b. Yasir]’in, Şam ehlinin ölüleri hakkında, ‘onların hepsi Müslümandır, sakın ola ki savaştan kaçan birini takip etmeyin, yaralılara kötü davranmayın ve sakın ola ki hiçbir malı ganimet almayın’ dedikleriyle ilgili rivayetler son derece fazladır."

Yine ibn Teymiyye Minhacü’s-Sünne (6/209)’da şöyle demektedir: “Hz. Ali (r.a), oğlu Hasan’a şöyle demiştir: “Hasan! Ey Haşan! Baban bu işin bu noktaya varacağını asla düşünmez idi. Baban diler idi ki bu günleri göreceğine yirmi yıl önce ölüp gitmiş olsun." Benzeri sözleri, Cemel vakası sonrasında da söylediği rivayet olunmuştur.

Ayrıca Hz. Ali’nin Sıffîn’den döndükten sonra sözlerinin ve olaylara bakışının değiştiği de bilinmektedir.

Nitekim şöyle dediği nakledilir: “Muaviye'nin idareciliğini kerih görmeyin. Eğer onu yitirecek olsaydınız, başların omuzlardan nasıl uçuştuğunu da elbet görürdünüz."

Abdullah b. Ahmed es-Sünne (223)'te rivayet etmiştir. Ayrıca bkz. ibn Teymiyye, Mecmuu’l-Fetava, 35/54.

Yine Hz. Ali'ye, Muaviye’nin idareciliği soruldukta: “Muaviye size galip gelecektir” dediği, kendisine: “Peki ona karşı savaşmayalım mı?” diye sorulduğun­da da: “Hayır! iyi (birr) olsun kötü (facir) olsun Müslümanlara bir baş/emir mutlaka lazımdır” dediği rivayet olunmuştur. İbn Ahmed, es-Sünne, 223; Mecmau’z-Zevaid, 51779.

Hz. Ali’ye, iki taraftarının Muaviye’ye hakaret ve Şam ehline lanet ettikleri haberi ulaştığında onlara, “Bana haber edilen bu fiilinizden geri durun” diye haber gön­derdiği, onların da Hz. Ali’ye gelip, “Ey müminlerin emiri! Biz, hak onlar ise batıl üzere değiller mi?" diye sordukları, Hz. Ali’nin de, “Evet, korunmuş [kutlu] Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki biz hak üzereyiz” dediği, onlar, “Peki, neden bizi onlara sövüp lanet etmekten menediyorsun?” dediklerinde ise Hz. Ali’nin, “Lanetçi olmanızı kerih gördüm, illa bir şey diyecekseniz, ‘Ya Rab! Kanlarımızın ve kanlarının dökülmesine mani ol, aramızı ıslah et, onları delalet­lerinden döndür ki hak ile batılı birbirinden ayırabil­sinler, fitneye karışmış olanları da pişman olup bun­dan el etek çekebilsinler’ deyin” dediği rivayet olun­muştur. (Bkz. el-Ahbaru’t-Tivâl, 155).

Diğer taraftan Hz. Ali’nin kunût(duasın)da Muaviye ile Amr b. el-Âs’a lanet okuduğu; Hz. Muaviye’nin de kunûtunda Hz. Ali, Haşan, Hüseyin ve ibn Abbas’a lanet okuduğu türünden rivayetler yalan dolandır, ibn Kesir böyle bir rivayetin akabinde şöyle der: “Bu kesinlikle doğru değildir.” Bunlar, katmerli bir yalancı olan Ebû Mihnef ve zayıf bir ravi olan şeyhi Ebû Cenab el-Kelbî’nin rivayetlerindendir.

Hz. Muaviye’nin Hz. Ali Karşısındaki Konumu

Hz. Muaviye, mü’minlerin emiri Hz. Ali’ye nihai dere­cede hürmet göstermiş ve onun üstünlüğünü hakkıy­la bilmiş, takdir etmiştir. Biat meselesinde gecikmesi durumu hariç -ki bunun da sebebi Hz. Ali’nin, Hz. Osman’ın katillerine kısas uygulamada yahut onları kendisine teslim etmede gecikmesidir- ona karşı en güzel bir hal üzere olmuştur.

Yahya b. Süleyman el-Cu’fî, Ya’la b. Ubeyd’den, o da babasından rivayetle şöyle demiştir:

“Ebû Müslim el-Havlânî ve bir grup insan Muaviye’ye gelip, “Sen Ali ile rekabet mi ediyorsun, yoksa onun misli/dengi misin?" dediler. Muaviye ise onlara şöyle dedi: “Hayır vallahi, ben şunu hakkıyla bilirim ki o hem benden daha üstündür hem de hilafete benden daha ziyade layıktır. Ama bilmez misiniz ki Osman zulmen öldürüldü ve ben de onun amcaoğluyum ve onun kan hakkını taleb ediciyim (edecek olan da benim). Gidin kendisine bana Osman'ın katillerini teslim etmesini söyleyin ben de ona baş ile göz üzerine itaat edeyim.” Onlar gidip de Hz. Ali ile bu meseleyi konuştuklarında, Hz. Ali kendilerine Hz. Osman’ın katillerini teslim etmedi.” İbn Kesir, el- Bidaye ve'n-Nihaye, 8/128; Zehebî, Siyanı Alami’n- Nübelâ, 3/140’de bu rivayeti nakletmişlerdir ve siyer (ilmi) muhakkikleri, “bu rivayetin ravileri sika kimselerdir” demişlerdir.

Hz. Muaviye'nin Hz. Ali (Allah ikisinden de razı olsun) hakkındaki sözlerinden biri de, Ukayl b. Ebî Talib’in, Hz. Ali’nin takvasına dair bazı şeyler anlattığında ona söylemiş olduğu şu sözleridir: “İnkârı na-mümkün şeyler söyledin. Allah Hasan'ın babasına rahmet etsin. Kendisinden öncekileri geçti ve kendisinden sonra gelenleri de [takva konusunda ona ulaşmaktan] aciz bıraktı.” Yine şöyle demiştir: “Heyhat! Heyhat ki analar Ali gibisini doğurmaktan acizdir [artık].” İbn Ebi'l- Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belağa^10, 254-253.

Hz. Muaviye, Hz. Ali’nin zühdünü tarif ederken şöyle demiştir: “O ki beytülmalleri süpürür, oralarda namaz kılar ve o ki, ‘ey sim u zer, ey sim u zer! Gidin benden başkasını arayın (sizinle işim olmaz)’ der idi.” İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 8/73; İbn Asakir, Tarihu Dımeşk, 6/109.

Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a), Muaviye’ye: “Ben, Resûlullah (s.a.v)’in şöyle dediğini duydum: “Ali hakla beraberdir yahut (Ali ve hak) nerede olurlarsa olsunlar hak Ali ile beraberdir” deyince, Muaviye: “Bunu kim(ler) duydu?” diye sordu. Sa’d da: “Resûlullah bunu Ümmü Seleme’nin evinde söyledi" dedi. Muaviye derhal Ümmü Seleme’nin evine birini gönderdi ve bunu kendisine sordurdu. Ümmü Seleme: “Kuşkusuz Allah Resûlü bunu benim evimde söyledi” dedi. Bunu duyan Muaviye, Sa’d’a: “Bugün gözümde kınanmaya değer olduğun kadar hiç olamamıştın” dedi ve sözünü şöyle tamamladı: “Eğer bunu Resûlullah (s.a.v)’in (dediğini) daha önce işitmiş olsaydım ölünceye kadar Ali’ye hizmetkâr olurdum." İbn Asakir, Tarihu Dımeşk, 59/142.



Rihle Dergisi/Sahabe Sayısı

Muhammed Salih Ekinci
Devamını Oku »

Çağımızın Istırabı ve Yaradıcıyı Araması

İnsanın tarih boyunca yaradıcısını araması,yaratmaya özenmesi boş bir vehim değil,korkunç bir ihtiyacın ifadesidir.İnsan,her türlü köleliği reddederek,yalnız ve ancak yaradana tapınmak istemektedir.İnsan idraki,yalnız ve ancak yaradıcı hamlede dinlenebilceğini ummaktadır.İnsanların,peygamberleri diğer insanlara niçin daha fazla tercih ettiklerini artık anlamalıyız.Kadiri Mutlak olan Allah’ı bize ‘şahdamarımızdan daha yakın’ olarak hissettirenler sadece ve ancak peygamberlerdir.Bize,sınırlıdan sonsuza,esaretten hürriyete,çoktan bir’e,ölümden ebediyete giden yolu,apaçık ve pırıl pırıl olarak yalnız onlar gösterebildiler.Onlar olmasa idi,kendimizi sınırlı,esir,parçacık ve ölümlü zannedecektik; ancak onlarladır ki sonsuzluğun, hürriyetin birliğin ve ebedîliğin tadına varabiliyoruz. Sınırlı ve esir parçacık olmaya isyan ediyoruz.

Yüzyılımız, ilim adanılan ile, sanatkârları ile, her türlü inanan ve inanmayan yığınları ile bütün insanlık artık Allah'a olan susuzluğunu bütün çıplaklığı ile hissetmeye başlamıştır; bu ihtiyaç hergün biraz daha şiddetlenecektir. Büyük ve gerçek dinî hayat Auguste Comte'un vehmettiği gibi geride kalmadı; bilâkis, insanlık onu ileride bütün haşmeti ile yaşayacaktır. Çağımızın ıstırabı bu hayata gebedir. Geride kalan gerçek dinî hayat değil katıya ve somuta tapınan insanların hayatıdır.

S.Ahmed Arvasi,İnsan ve İnsan Ötesi
Devamını Oku »

Zekanın Görevi:Kendini Bilmek

Bizce zekânın görevi varı, hiç şüphesiz bu arada kendini de bilmektir. Bilmek ise varı veyahut varlığı mânâlandırmaktır. Bizim idrâkimiz varlığın dışında değil, içindedir. Bizim idrâk edici varlığımızda varlık kendi üzerine iki defa katlanmaktadır. Önce varlığı idrâk ediyoruz, sonra da bu idrâkimizi idrâk ediyoruz. Yunus Emre'nin "bir ben vardır bende, benden içeri" dediği gibi Varlık bende kabuk-öz-cevher gibi içiçe gizlenmektedir.

Seyyid Ahmed Arvasi


Devamını Oku »

Meal Yazmanın Güçlülüğü

Elmalılı Hamdi Yazır diyor ki;

Terceme: Bir kelâmın mânasını diğer bir lisanda dengi bir tâbir ile aynen ifade etmektir. Terceme aslın mânasına tamamen mutabık olmak için sarahatte delâlette, icmalde tafsilde, umumda hususda, ıtlakta takyidde, kuvvette isabette, hüsn-i edada, üslub-u beyanda, hâsılı ilimde, san'atta asıldaki ifadeye müsavi olmak iktiza eder. Yoksa tam bir terceme değil, eksik bir anlatış olmuş olur. Halbuki muhtelif lisanlar beyninde hutut-i müştereke ne kadar çok olursa olsun, herbirini diğerinden ayıran birçok hususiyetler de vardır.Onun için lisanî hususiyeti olmayıp sırf akl u mantıka hitab eden kuru ve fennî eserlerin kabiliyet-i ilmiyesi terakki etmiş olan lisanlara hakkıyla tercemesi kabil olduğunda söz yoksa da hem akla, hem kalbe yahut yalnız zevk ü hissiyata hitab eden ve lisan nokta-i nazarından edebi kıymeti ve zevk-i san'atı haiz bulunan canlı ve bediî eserlerin tercemelerinde muvaffakiyet görüldüğü nadirdir.

Fakat Kur'ân nazmı nasıl bir nazımdır? Herkesin bildiği harfle­rin, seslerin en güzellerinden, ye­rine göre en güzel nağmelerinden, bütün Arapların bildiği ve dolayısıyla bütün insanların anla­yabileceği kelimelerin en güzellerinden seçilerek, Allah'tan başka kimsenin yapamayacağı canlı bir dokuma ile dizilip dokunmuş; la­fız mananın, mana lafzın aynısı halinde, sonsuz beyan parıltılarıyla parlatılmış; "haydi bunun Allah'tan indirildiğinde şüpheniz varsa Allah'tan başka bütün gü­vendiklerinizi çağırarak, hatta in­sanlar ve cinler biraraya gelerek de bunun hatta bir sûrenin benze­rini yapınız, fakat imkanı yok ya­pamazsınız." diye bütün cihana meydan okuyan gayet ba­sit bir teklif ve gaibten haber ver­mek suretiyle gözle görülen bu aleme gelmiş; her ayeti kolay ve sade görüldüğü halde, bulunup söylenmesi, taklidi zor bir söz olan öyle icazlı bir nazımdır ki, hiç Arapça bilmeyen bir kimseye bile okunduğu zaman tatlı bir söz olduğunu duyurur.

Biraz Arapça bilen bir kimse bir ayeti işittiği zaman derhal bir mana anlar veya anladığını zanneder. "Ben de söyleyebilirim" di­ye hayal eder, bir de bakar ki, an­lamamış. Çünkü nazmının her noktasında bir çok manalar sıkış­maya başlar. Onu taklit etmeye özendikçe yükselir, derinleşir, öl­çüsü, ölçeği bulunamaz. Ayetten ayete geçildikçe zevki kat kat ar­tar. Hayat sırrı gibi sonsuz giden sırlarının kuşattığı manalar insan kuvvetinin üstünde kalır. Eğer öyle olmasaydı, bu basit teklife karşı paralar harcayarak, silahlar çekerek, ordular toplayarak asırlardan beri Kur'ân'ı kaldırıp dur­mak için uğraşan insanlık, bu zahmetleri çekecek yerde onun bir benzerini yapıvermez miydi? Yapamamıştır ve yapamaz.

Kur'ân'ın verdiği haberleri kimse yalancı çıkaramaz. Ne ka­dar yüksek olursa olsun, edebî şahsiyet kazanmış herhangi bir şahsın ifade üslubu yazıla yazıla az çok taklit edilebilir ve benzeri yazılabilir. Kur'ân'ın indiği an­dan itibaren, bütün Arap edebi­yatçıları ve belagat ustaları, Kur'ân belâğatini kendi dillerine örnek edinmiş, bu sayede Arap dili ve edebiyatı açısından yüksel­miş oldukları halde Kur'ân nazmını taklit etmeye, benzerini yaz­maya yanaşan kimse ortaya çıka­mamıştır.

O halde kendi dilinde bile taklidini yapmak ve yazmak mümkün olmamış olan Kur'ân'ın nazım ve üslubunu diğer bir dil­de taklit etmek, benzerini ortaya koymak elbette mümkün olamaz. Mümkün olmayınca da aynen terceme edilemeyeceği gibi, benzet­mek suretiyle hiç terceme edile­mez. Çünkü benzetme yapılma­dıktan başka, ilmî değeri değişti­rilmiş, bozulmuş, ve Kur'ân'da olmayan şeyler Kur'ân'a katılmış olur.

Gerçi Kur’an’da manası bulunmayacak hiç bir kelime yoktur. Fakat manası pek derin olan kelimeler bulunduğu gibi, bir kelime etrafında birçok manaların yığıldığı ve bazı ifadelerin hepsinin de, doğru olmak üzere çeşitli yönlerin ve ihtimallerin toplandığı yerler de çoktur ki bunlar, tefsir ve tevile bağlıdır. Bazılarını, doğrudan doğruya tercüme etmek mümkün olsa bile, hepsini bütün yönleriyle tercümeye sığdırmak mümkün olmaz. Bunları aynen almak veya edebi anlamı feda edilerek, tevil ve tefsir tarzında ifade etmek gerekir. Bu bakımdan Kur’an’ı anlamakta yalnız dil bilgisi yeterli olmaz. Sahibinden rivayete veya olayların gelişimine bağlıdır. Onun için bazan bir olay karşısında Kur’an’ın ayetlerinden o zamana kadar hissetmediğiniz bir mana anlarsınız. Ve o anda o ayet, o olay için inmiş sanırsınız ki bu da Kur’an’ın şaşılacak taraflarındandır. Tercümede bunlar kuşatılamayacağından kaybolur gider.

Şimdi insafla düşünelim. Bu şartlar altında Kur’an’ı tercüme ettim veya ederim diyenler, yalan söylemiş olmaz da ne olur? Doğrusu Kur’an’ı cidden anlamak ve incelemek isteyenlerin onu usulüyle Arapça yolundan ve rivayet edilip gelen tefsirlerinden anlamaya çalışmaları zorunludur. Kur’an’ın falan tercümesinde şöyle demiş diyerek hüküm çıkarmaya ve mesele tartışmasına kalkışmamalıdır. Bunu imanı olanlar yapmaz, kendini bilen insaf sahipleri de yapmaz. Kur’an’dan bahsetmek isteyenler, onu hiç olmazsa harekesiz olarak yüzünden okuyabilmelidir. Bununla birlikte, öyle kimseler görüyoruz ki, Kur’an’ı harekesiz olarak şöyle dursun; harekesiyle bile doğru dürüst okuyamadığı halde, onun hüküm ve anlamlarından ictihad etmeye kalkışıyorlar.

Öylelerini görüyoruz ki, Kur’an’ı anlamıyor ve tefsirlere müfessirlerin yorumları karışmıştır diye onları da kaale almak istemiyor da eline geçirdiği tercümeleri okumakla Kur’an’ı incelemiş olacağını iddia ediyor. Düşünmüyor ki okuduğu tercümeye alim müfessirlerin yorumu değilse cahil mütercimin görüş ve yorumu, hatası, noksanı karışmıştır. Bazılarını da duyuyoruz ki Kuran tercümesi demekle yetinmiyor da “Türkçe Kur’an” demeye kadar gidiyor.
Devamını Oku »

Sahabeler'in Metanetleri

Sahabeler'in Metanetleri

Sahabe dinî ve şer‘î ahkâma tâbi olmuştur, buna rağmen bu durum onların metanetini eksiltmemiştir. Bilakis onlar insanların en metini idiler, denilmek sure­tiyle anlattıklarımız yadırganamaz ve reddedilemez. Çünkü Şâri‘den (s.a.) aldıkları kanunlara ve dinî hükümlere tabi olan müslümanlar, içlerindeki (manevî ve vicdanî bir) müeyyideye uyarak sözkonusu hükümleri uyguluyorlardı. Onlara okunan teşvik ve ikaz (terğib ve terhib) edici âyetler bu müeyyidenin kaynağı idi.

Bu müeyyide sınaî bir öğretmeye ve talimle ilgili bir te’dibe dayanmıyordu; nakledilerek alınan ve öğrenilen dinin ahkâmı ve âdabı idi. Müslümanlar, içlerine iyice kök salan tasdik ve imana dayanan akîdelerin tesiriyle o hükümlere tâbi oluyor ve kendilerine tatbik ediyordu. Onun için metanetlerindeki müessiriyet, eskiden olduğu gibi sapasağlam bir şekilde hâla mevcut idi. Metanet duyguları henüz te’dip ve ahkâm tırnaklarıyla tahriş edilmemiş (kânuna tabi olma sebebiyle örselenmemiş) idi. Herkesin, kendi içindeki (manevî ve vicdanî) müeyyideye tâbi olmasını hırsla isteyen ve insanların maslahatlarını en iyi bilenin Şâri‘ olduğuna kesinlikle kani bulunan Ömer (r.a.); “Bir kimseyi şeriat edeplendirmezse, onu Allah da edeplendirmez” (veya onu Allah da edeplendirmesin! Zorla, kanun korkusu ve eza ile ne yaptırılabilir ki) demişti.

Vakta ki, halkta dinî duygular zayıfladı, kanunî müeyyidelere göre hareket etmeye başladılar, daha sonra şeriat talim ve te’dible öğrenilen bir ilim ve sanat hâli­ne geldi, insanlar hadarîliğe ve kanunlara boyun eğme vaziyetine döndü, zaman insanlardaki metanetin müessiriyeti azalmış oldu.



İbn Haldun - Mukaddime,cild:1 (çev:Süleyman Uludağ)
Devamını Oku »

Profan Bilim

Ruh boyutunun doruğunu oluşturan Vahy’in, varoluşta görmek istediği aşkın ahlakî amaçlara ilgi duymayan ‘kutsallık fikrinden sıy­rılmış’ (profan) bilim, yığınların sadece maddî gereksi­nimlerinin karşılanması üstlenmiştir ve müşahede edildiğinden fazla bir şey değildir. Vahiy gerçeklerine inançsızlık üzerine temellendirilen bu bilimsel çatı, nes­nelerin taşıdığı sembolik boyuttan ziyade, onların ka­buklarıyla uğraşmaktadır. Pragmatik bir yaklaşımla, ‘yer ufkunun ötesindekiler’e ilgi duymayan ‘porfan’ bilim için, görülenin dışında hiçbir gerçek yoktur. Varsa bile, bilinemez olması, bizi onunla uğraşmaktan muaf tut­maktadır. Kısaca ‘profan bilim’, sadece ölçülebilen ve hesaplanabilen niteliklere aittir.

Çağımızın bilgisi, ‘Hicab-ı Ekber’dir (...)

O,görünüşler zindanına ayak bağlamıştır. Duygu­lar sınırını aşamamıştır.

Mâna yolunda bitkin düşmüştür. Kendi boğazını kendi kılıcı kesecektir.

Bu sebeple şimdi, ‘bilim’ sözcüğü ‘madde’ sözcüğüyle ayni anlama gelmekte olup, sadece nesneler dünyasına ait bilgileri istifleyip sınıflayan bilim, evreni de, taşıdığı metafizik varoluşsal manalardan soyutlayarak, onu sadece göründüğüne indirgeme tutkusunu da kışkırtmaktadır. Bilimden, ön yargısız olarak, hakikati itiraf edece­ği beklenebilir, ancak kendi başına saf ve katıksız bir bi­linç değil de, arkasındaki önyargı ve diktelerle bütünleş­tiğinde, bilim, varlığı kendiliğinden ve zorunlu olan ‘hakikat’e hiçbir zaman ulaşamıyacaktır. Kendi ölçüleriyle ele alındığında, onun alanından kaçan, böylece onun tamlık ve yetkinlik iddiasını sarsarak, ona, bir eksiklik sayılabilecek ‘takribilik’ vasfını veren olguların varlığı­na, hele özellikle determinist çemberin kırılmasına, ma­tematik sonsuzluk kavramının ilahi sonsuzluk şuuruna doğru açılmasına, evet bütün bunlara rağmen ‘profan bilim’in bilimsel dogmatizmi yumuşamamıştır.. Bu fiilî durum, sadece ‘niceliksel’ neticelerin gerçek olduğu iddi­asını zayıflatarak, maddî hisler ötesi alana ait gerçekle­rin de var ve gerçek olduğu’ inancını kuvvetlendirmemiş midir? Fenomenler dünyasını, fenomenlerüstü sistemin bir alt oluşumu olarak görme vaktinin geldiğini söylemi­yor mu bu? Bütün bunlara, ‘hayır!’ diye cevap veriliyorsa, bu, profan bilimin katıksız bir biçimde öznel ve yanlı bir yaklaşım biçimi sergilemesindendir..

Ölçülebilirliktir, temel karakter. Böylece, anlamlı ve doğru bir hüküm teşkil edebilmesinin sınırı dar bir muh­tevayla dondurulmuştur. Vahiy içeriğiyle münasebet kurmak reddedildiği sürece de, insan için ‘yeni’ sayıla­cak, heyecan tattıracak hiçbir şeyle karşılaşmayacaktır. Zira kapalı ve, niteliği hep ayni kalan bu kendine dönük bir sistemde, ‘küresel kainat ve varoluş telakkisinden ‘küpsel’ olanına geçilmiştir.( Salt maddî, donuk ve ka­pak bir bilimin asıl amacı olarak, ara vermeksizin ‘her şeyi yoğunlaştırma’, ‘katı ve yoğun olanın ufukları içine hapsetme’ gözlenmektedir. ‘Solidification’ dediğimiz olay, insan da dahil, her şeyin anlamının maddede sınır­lanması, neticede, realitenin en alt ve özgür varoluştan en uzak tabakasını, Mutlak Varlık’ın bütün ilgi alanları­na hakim kılma sonucunu verir. Bu bakımdan "yoğunlaş­tırma’, alemdeki duyularüstü bilgi manzumesini, feno­menlerin gerisindeki ‘Büyük Gerçek’i gizleme çabasıdır. Bu bakımdan, Guenon’nun, “Materyalist idrak tarzı bir kere şekillendikten sonra, hemen, onu imkan alanına çı­karmış olan dünyanın yoğunlaştırılmasına yönelir. Akıp giden ‘günlük hayat’ telakkisi de dahil, dolaylı ya da do­laysız olarak bu kavramdan neş’et eden bütün neticeler, ayni amaca yönelir. Çünkü, doğal ve sosyal muhitin ge­nel tepkileri de, insan tarafından ona karşı sürdürülen davranışları izleyerek, fiilen değişirler.’’ şeklindeki hükmüne katılmamak mümkün değildir.

Profan bilimin belirlediği kainat, küçüktür. Çünkü bu evrenin elemanları, başka bir hakikat alanıyla en kü­çük bir ilgi kurma imkanından yoksun ve derinliği olma­yan katıksız maddî birimlere indirgenmişlerdir. Bu yol­la, tepeden tırnağa maddileştirilmiş modern varoluş burgacı, bizi aşan realiteyi kavramamızı engellemekte­dir. Bir denizin üzerindeymişiz gibi, bu varoluştan henüz kaçamadan ve, bununla birlikte onun yanında, saf bir te­fekkür içinde Mutlak Bütünlükü yakalayabileceğimiz bir kıyıya tutunamadan, onun içinde yüzüp durmaktayız. Bu durum ise, Unamuno'ya göre, ‘çağın hastalığı’ olan, ruhun ölümsüzlüğüne ve evrenin bir amacı olduğu­na dair inancın yok olmasına yol açmaktadır.
Devamını Oku »

Tesettürün Hikmeti

Şu halde genel ahvale nazaran haneden dışarı çıkmaya mecbur kalmadıkları için ve hakikaten şehvet sebebi olup erkeklerin nazarlarına hedef oldukları cihetle kadınların tesettür ile memur olmaları da maslahata muvafıktır. Zira şeriatça ve akılca menfur olan haram fiilin sebeplerinden uzak durmak ve fitne kapısını kapatmak, lazım ve mühim hususlardandır.

Bu örtünme keyfiyeti onların en şerefli vasıflarıdır. Hatta bu makbul hasleti ikmal ile aralarında övündüklerine nazaran belki de en yüce mefahirleridir.

Elhasıl tesettür kaidesi onları muhafaza maksadına bina edilmiş isabetli bir emirdir. Nasıl ki nefis şeyler daima ağyarın nazarlarından esirgenir ve örtüler içinde gizlenilir

Yoksa cehalet eseri olarak zannedildiği gibi bu husus kendilerine emniyet edilememesinden ve suizan olunmasından dolayı değildir. Çünkü öyle olsaydı kendilerini göstermemekle değil, bilakis erkekleri görmemekle mükellef kılınırlardı. Yahut, erkeklerin tesettür etmesi iktiza ederdi. Keza İslamın Adetlerine vâkıf olmayanlara! sandıkları gibi bundan dolayı kadınları hapis ile tazyik etmek ve hürriyetlerini mahvedip izale etmek de lazım gelmez.

Çünkü Müslüman kadınları küçük yaşlarından beri tesettür kaidesine alışmış olmalarıyla tesettür onların fıtrî alışkanlıkları ve tabiatlarının aslî bir unsuru oluyor da onu severek âdet ediniyorlar. Ve tesettürü ihmal eden bir kadın görecek olsalar onu ayıplayarak arsızlık ve hayâ zayıflığı isnat ederler, özellikle onlar bu vazifenin ilahi şeriat hükmü olduğunu bilerek kabulüne ve binaenaleyh karşılığında ecir ve sevap husulüne rağbet izhar ederler. Güçlerine gidecek bir şey olmadığı, azıcık bir mülahaza ile teslim olunur. Fakat biraz da insaf lazımdır.

Çünkü insaf etmeyenler hâlâ İslam Şeriatı icabınca kadınların hukuklarından mahrum edilerek hapis olunmakta bulunduklarını ileri sürüyorlar. Biz bu sözün insafa mugayir olarak kasten söylenmekte olduğunu kesin olarak biliriz. Eğer bilmemiş olsaydık ziyadesiyle taaccüp ederdik.
Zira hakikatin bu kadar aşikar olmasıyla beraber şu tesettür maddesini de İslam ın iyi yönleri sırasına geçirmek pek çok dirayete muhtaç değildir.

Asla hiçbir kimseye zulmü reva görmeyen İslam Şeriatında bilumum Müslüman kadınlar hakkında zulüm şaibesi bulunması tasavvur olunabilir mi?

Yanlış yola sapılarak, aynı hikmet olan ve sırf muhafaza amacıyla olduğu bedihi olan şer’ı bir hüküm hâşâ zulüm addediliyor da insaf edilerek denilmiyor ki: “İslam Şeriatı kadınları himayesine alıp onları ağyarın nazarlarından ve facirlerin lisanlarından korunacak ve üzerlerine rüzgarın değmesinden bile kıskançlık izhar olunacak makul bir tarzdan ayırmamaya irşat eylemiştir.”
Şurasının da bedahetle teslim olunması iktiza eder ki: Mutlaka kadınlarda dahi edep ve dindarlık cihetiyle kemale eremeyenler bulunması zaruri bir husustur. Bunlar hakkında ise tesettür kaidesi şüpheyi izale eder. Kocaları zürriyetlerini kendisine ait olması hususunda şüpheden vareste olurlar. Yani çocukların hakikaten kendi evlatları olmasına kalp itminanı hasıl olur.
Aksi halde bu itminan en ziyade iffetli görünen kadınlar hakkında bile hasıl olamayarak bin türlü vesvese kapıları açılır. Bir kadında tesettür bulunmayarak serbestçe gezebilirse ve hanesine gelen erkekler ile ihtilat ve sohbet etmesi caiz görülürse, fesatçıların yoldan çıkartmasına kapılmış olmadığına katiyen hüküm verebilmek nasıl mümkün olur, bilemeyiz!

Buna binaen mukaddes şeriatımız akraba ziyareti, maarif tahsili gibi hakiki bir lüzuma binaen hanelerinden çıktıkları esnada kadınların fasıkların nazarını celp etmeyecek ve asi nefislerin leke sebebi taarruzlarından vareste kalacak meşru tarzla tesettüre tamamen riayet etmelerini şart kılmıştır.

Sözün özü, insanı kibirle direnmeye sevk eden alçak taassuptan hâlî olan aklıselime malik olanlar tereddüde duçar olmayarak hükmederler ki: Kadınların tesettürü kaidesi ilahi şeriatın içerdiği mühim ve güzel hükümlerdendir. Karı kocanın, hatta ümmetin bütün fertlerinin maslahatlarına daha muvafık olan faydalı vesileler kabilindendir. Çünkü bu şer’î kaideye riayet edilen beldelerde kadınları görmekle fasıkların şehvetleri tahrik olmadığı ve binaenaleyh ırz ve namus erbabının hukuklarına tecavüz vuku bulmadığı cihetle siyasetçiler fuhuşhaneler inşasına kendilerinde mecburiyet görmezler.
Ama tesettür kaidesine riayet edilmeyen beldelerde siyasetçiler mecburen fahişeler için hususi mekanlar tahsis ederek efradının çoğalmasına ve fasıkla- rın orada birlikte olmasına müsaade ediyorlar. Halbuki zinanın çokça olmasına binaen o tür beldelerde maazallah gayri meşru evlatların adedi nikahla meydana gelen evlatlara müsavi olmak derecesine varıyor. Bu yüzden hasıl olan kötülüklere ise nihayet bulunamayacağı aşikardır.

Mezkur siyasetçiler bu menfur fiili irtikap etmelerine mazeret sunarken, bunun hür kadınları koruyacağını, yani iffetli kadınlar için muhafaza sebebi olmasını ileri sürüyorlar. Hakikaten böyledir. Eğer onların ve ırz ehli olan ahalinin, türlü ziynetler içinde arzı endam etmekte bulunan kadınları görmekle hayvani şehvetleri tahrik olan fasıkların tasallutundan korkuları olmasa, bin türlü mazarrat tevlit eden bu çirkin işi irtikap etmezlerdi. Fakat ne çare ki bu mazeretleri pek o kadar kabule şayan görülemediğinden tamamen ayıplanmaktan kurtulmuş sayılmazlar. Çünkü kadınların tesettürü kaidesini esas kabul etmiş olsalar, şu menfur işten külliyen kurtulmuş olurlardı.
Demek oluyor ki, kadınlar hakkında tesettür bir yönden zarar olsa bile pek çok yönden menfaatli ve maslahat gereğidir. Dolayısıyla olmasının olmamasına tercih edilmesi, akılca ve nakilce daha muvafık görülecektir. Bilhassa tesettürü âdet ve alışkanlık edinen Müslüman kadınlarına hiçbir cihetle zarar ve eza vereceği de kabul olunmaz.

Hüseyin Cisri, Risale-i Hamidiye
Devamını Oku »

Bilimsel Açıdan Yasin Suresinin 33.Ayet-i Kerimenin Açıklaması

Bilimsel Açıdan Yasin Suresinin 33.Ayet-i Kerimenin Açıklaması

Bu hususta) ölü toprak onlar için mühim bir delildir. Biz ona yağmurla hayat verdik ve ondan dane çıkardık. îşte onlar bundan yerler.(Yasin,33.ayet)

Canlılık, büyük bir kimyâ molekülüne yüklenmiş matematik bir programdır. Toprakta önce azot bakterilerini yarattı. Bunlar kimyasal tabiri (ifade) ile sentez labaratuvarlarıdır. Yani havadan azotu alarak, ondan eksi değerli bileşikler hazırlar. Bu bakteriler, azotu hâlâ çözemediğimiz bir metodla indirger ve hidrojenle birleşecek niteliğe getirir. Bu yüzden suya, yağmura ihtiyacı vardır.

Ölü toprağın canlanmasını yağmurla müşahede etmemizin nedeni budur. Toprakta ikinci tür bir bakteri grubu da, aldığı İlâhî program gereği analiz grubudur. Toprağa düşen her şeyi parçalarına ayırarak sentezci mikroplara hazırlar. Böylece toprak âdetâ uçsuz bucaksız bir kimyâ şehrine benzer.

 Bir gram toprağın su dışında kalan kısmının büyük çoğunluğu canlı mikroplardır.

Botanik biolojisinde toprak, tümüyle canlı bir yapı kabul edilir. Yani toprak: Arz'da hayat başladığından beri canlı bir varlıktır.

Yorumunu yapmaya çalıştığımız âyet-i kerîme, ikinci kısmında hayâtın devamının prensibini vermektedir. Canlılığı ilk kez toprakta hazırlattıktan sonra, ondan canlı için iskelet yapı maddelerini taşıyan bitkiler yarattık, buyuruyor.

Bilindiği gibi, âyette bahsedilen taneler, bir yandan bitkinin tohumlarıdır, bir yandan da komple canlı hücre maddelerinden ibarettir. Bu taneler, hayatın tüm temel maddelerini bir bütün halinde temsil etmektedir.

Böylece bitki hücresiyle hayvan hücresinin yapı taşının aynı olduğu vurgulanmış olmaktadır. Fark, özellikle kader programlarındadır.

Ayet-i kerîmenin en önemli hikmetlerinden biri: Allah’ın emriyle canlılık kazanan toprağın aynı zamanda canlılara yataklık yapmasıdır. Özellikle âyetin ikinci kısmı bu sırrı beyân eder.

Döllenmiş yumurta, üç yoldan gelişmektedir:

Toprak altında (tüm bitkiler),

Yumurta içinde gelişme (hayvanların büyük çoğunluğu),

Ana rahminde.

Aslında bilimsel açıdan, üç yoldan da canlının hayat bulması aynı amacı taşır. Döllenmiş yumurta, yeni canlıyı meydana getirmek için bir bekleme ve gelişme süresine ihtiyaç gösterir. Biyolojik açıdan bu süreç, tohumun, dolayısıyla döllenmiş yumurtanın üreye üreye yeni canlının şeklini alma sürecidir. Bu süre içinde tohum korunmaya muhtaçtır ve çevreden, bugüne kadar çözemediğimiz bazı kimyasal maddeleri, elektrik açısından farklı iyonları almak zorundadır. Bu arada programlanmış olarak hayata doğacaktır.

Cenâb-ı Hakk bu âyette, toprağa bu özelliği verdiğini vurgulamaktadır. Toprağın bu özelliğini örnek alırsak, tanelerin hayat bulması gösterilmiştir.

Aslında topraktaki bu hassa (özellik) mahşerin de önemli bir hikmetidir.

Mahşerde dirilme emri gelince; -ki bu bir matematik programdır- işte o zaman âyetin sırrı bir kez daha açılacak, ölenler anında dirilecektir.

Bu âyet aynı zamanda Hz. Adem’in beden yönünden topraktan yaratılışındaki hikmete de iki noktada işaret sayılır. Bilindiği gibi Hz. Adem’in balçık kıvamında topraktan yaratıldığı Kur’ân’ın beyânıdır.

Burada önemli olan Allah’ın toprağa Hay esmasının sırrından vermesidir. Allah, hem toprağa hayat ve canlılık vermiş, hem onu canlılığa vasıta kılmıştır. Yani toprak, anne rahmi gibi, döllenmiş bir canlıyı hayata iletir.

(Haluk Nurbaki, Kur'ân-t Kerîm’den Ayetler ve ilmi Gerçekler, Ankara: Diyanet Vakfı Yay., 2001, s. 71-76.)
Devamını Oku »

Günahtan Kaçınmanın Mükâfatı

Yüce Allah'ın: "Ve sizi şerefli bir mekâna koyarız" buyruğunda "mekân" anlamına gelen kelimesini Ebû Amr ve Kulelilerin çoğunluğu "mim" harfini ötreli olarak; diye okumuşlardır. Bunun mastar olma ihtimali vardır. Sizleri şerefli bir girdirişle girdiririz demek olur. Mef ul de mahzuf olur. Sizleri cennete şerefli bir girdirişle girdiririz, anlamına gelir. Bu kelimenin me­kân ismi olması da muhtemeldir. O takdirde bu kelime mef ül olur. (Meal­de de böyle yapılmıştır).

Medinelîler İse, bu kelimeyi " harfini üstün olarak okumuşlardır. Bu durumda bunun, mastar olup, takdirî bir fiil ile nasb edilmiş olması da ca­izdir. Takdirî de şöyledir: Biz sizi girdiririz, siz de şerefli bir girişle girersi­niz. Bu takdire ifade delâlet etmektedir. Bu kelimenin ismi mekân olması da mümkündür. O takdirde mefulün bilî olduğu için mansubtur. Yani, biz siz­leri şerefli bir yere girdiririz, o da cennettir.

Ebû Said b. el-Ârabî der ki: Ben, Ebû Dâvûd es-Sicistanî'yi şöyle derken dinledim : Ebû Abdullah Ahmed b. Hanbel'i şöyle derken dinledim: Bütün müslümanlar cennette olacaktır. Ona: Nasıl diye sordu, dedi ki: Aziz ve ce-lil olan Allah: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, (diğer) günahlarınızı mağfiret ederiz ve sizi şerefli bir metana koyarız" diye buyurmaktadır. Bu "şerefli mekândan kasıt, cennettir.

Peygamber (sav) de şöyle buyurmuştur: "Ben şefaatimi, ümmetimden büyük günah sahibi olan kimselere sakladım." Aziz ve celil olan Allah, bü­yük günahların dışında olanları mağfiret ettiğine göre, Peygamber (sav) de büyük günahkârlara şefaatçi olacağına göre, geriye müslümanların üzerin­de hangi günah kalır ki?

İlim adamlarımız derler ki: Ehli sünnete göre büyük günahlar, önceden de geçtiği üzere -ölümden önce- o günahları işlemekten vazgeçenlere mağfiret olunur. Müslüman olup da o günahları işlemeye devam edenlere de, bu gü­nahlar mağfiret olunabilir.

Nitekim, yüce Allah; "Bunun dışında kalanı da dilediğine bağışlar" di­ye buyurmaktadır. Bundan maksat ise, o günahları işlemeye devam ederken ölen kimselerdir. Şayet maksat ölümden önce tevbe edenler olsaydı, şirk ile diğer günahlar arasında ayırım gözetmenin bir anlamı olmazdı. Çünkü şirk­ten dahi (ölümden önce) tevbe eden kimse mağfiret olunur.

İbn Mesud'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Nisa Sûresl'nde beş âyei-1 kerime vardır ki onlar, benim için bütün dünyadan daha sevimli (ve değerli)'dir. Bunlar da yüce Allah'ın: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız" buyruğu; "Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını mağ­firet etmez" (en-Nisâ, 4/48) buyruğu; "Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de..." (en-Nisâ, 4/110) buyruğu; "Şayet (yapılan) bir iyilik olursa onu kat kat artırır" (en-Nisâ, 4/40) buyruğu ile: "Allah'a ve peygamberleri­ne iman edip..." (en-Nisâ, 4/152) buyruğudur.

îbn Abbas da der ki: Nisa Sûresi'nde sekiz âyet-i kerime var. Bunlar, bu üm-mel için güneşin üzerine doğup battığı herşeyden daha hayırlıdır: "Allah si­ze açıkça bildirmek...ister" (en-Nisâ, 4/26); "Allak tevbelerinizi kabul etmek ister" (en-Nisâ, 4/27); "Allah sizden, hafifletmek ister" (en-Nisâ, 4/28); "Si­ze yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız (diğer) günahlarınızı mağfiret ederiz"; "Şüphesiz AHah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez..." (.en-Nisâ, 4/48); "Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zul­metmez" (cn-Nisâr 4/40); "Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse..." (en-Nisâ, 4/110); "Eğer şükredip iman ederseniz, Allah size azabı neylesin?" (en-Nisâ, 4/147) [443]
İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5
Devamını Oku »

Arafe Gününün Fazileti

Arafe gününün fazileti muazzam, sevabı pek büyüktür. Allah o günde bü­yük günahları affeder, salih amelleri kat kat arttırır. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Arafe günü oruç tutmak önceki senenin ve gelecek senenin günahlarına keffarettir." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir.

Yine Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Duânın en faziletlisi Arafe gü­nü yapılan duadır. Benim ve benden önceki peygamberlerin söylediğimiz en faziletli sözümüz: La ilahe illallahu vahdelıu la şerike leh (Allah’tan başka hiç­bir ilah yoktur, bir ve tektir, O’nun hiçbir ortağı yoktur) sözüdür."

Dârakutnî’nin Hz. Aişe’den rivayetine göre de Rasûlullah (sav) şöyle bu­yurmuştur: Yüce Allah'ın Arafe gününde cehennemden azat ettiği kişi sayı­sından daha çok kimseyi azad ettiği bir başka gün yoktur. Aziz ve çelil olan Allah, o gün oldukça yaklaşır, sonra onlarla (Arafât’ta vakfe yapanlarla) me­leklere karşı övünür ve bunlar ne dilekte bulundular diye sorar. *

Muvatta’da ise Ubeydullah b. Keriz'den gelen rivâyete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Şeytanın -Bedir günü gördükleri müstesnâ- Arafe günün- dekinden çok herhangi bir günde daha bir küçük, daha bir hakir, daha bir uzak ve daha bir kinli olduğu bir gün görülmemiştir. Bunun tek sebebi ise rahmetin sağnak sağnak indiğini, büyük günahları yüce Allah'ın bağışladı­ğını görmesidir. Bedir günü ne gördü ki? diye sorulunca şöyle buyurdu: “O Cebrail'i, melekleri savaş için saf saf düzene koyarken gördü."

Ebu Ömer der ki: Bu hadisi Ebu Nadr İsmail b. İbrahim el-İclî Malik’ten;

İbrahim b ebı Ableden, o Talha b. Ubeydullah b. Keriz den o babasından rivayet etmiştir. Ancak bu hadiste "babasından" şeklindeki kaydı ondan kimse zikretmez. Bunun hiçbir önemi yoktur. Doğrusu Muvatta'daki şeklidir.

et-Tirmizî el-Hakim, Nevâdiru'l-Usûl’ da şunu zikretmektedir: Bize Ha­tim b Nuaym et* Temimî Ebu Ravlı anlatarak dedi ki: Bize Hişam b. Abdülmelik Ebul Velid et-Tayalısî anlatarak dedi ki: Bize Abdülkahir b. es-Serrî es-Sü-lemî anlatarak dedi ki: Bana Kinane b. Abbas b. Mirdas’ın bir oğlu babasından o dedesi Abbas b. Mirdas’tan rivâyetle dedi ki: Rasûlullah (sav) Arale günü ak­şamı ümmetine mağfiret ve rahmet dileğinde bulunarak dua etti. Pek çok du­ada bulundu, ona (Rabbi) şöylece cevap verdi: Ben bunu yerine getirdim. An­cak birbirlerine zulümleri müstesnadır. Benimle onlar arasındaki günahlarına gelince onları bağışladım. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ’Rabbim, sen mazlum olan bu kimseye uğradığı haksızlıktan daha hayırlı bir ecir vermeye ve şu zalime de mağfiret etmeye kadirsin.” O akşam Rabbi bu du­asını kabul buyurmadı. Ertesi günü sabah yani Müzdelife’de bulundukları sabah ısrarla dua etti, rabbi ona şu şekilde cevap verdi: Ben onlara mağfiret bu­yurdum. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) tebessüm etti, ona: Ey Allah’ın Rasû- lü, daha önce tebessüm ettiğini görmediğimiz bir vakitte tebessüm ettin? de­diler. Şöyle buyurdu: “Allah’ın düşmanı İblis’in hâlinden dolayı tebessüm et­tim. Yüce Allah’ın benim, ümmetim hakkında yaptığım duanın kabul edildi­ğini öğrenince kendi aleyhine veyl ve subûr (helak olmak ve ölmek) bedduasını etmeye ve başına toprak saçıp hızlıca uzaklaşmaya koyuldu.”

Ebu Abdülğanî el-Hasen b. Ali’nin zikrettiğine göre: Bize Abdürrezzak an­lattı, bize Malik, Ebu Zinad’dan anlattı, o el-A’rec’den o Ebu Hureyre’den nak­lederek dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Arafe günü olduğu vakit Al­lah ilılaslı olan hacıya mağfiret eder. Müzdelife gecesinde ise yüce Allah, ti­caret yapanlara mağfiret eder. Mina günü olduğunda develeri ile hacı taşı­yanlara mağfiret eder. Akabe gününe taş atılacağı günde ise Allah dilencile­re mağfiret eder. Bu vakfe yerinde bulunup da la ilahe illallah deyip kendi­sine mağfiret olunmayan hiçbir kimse kalmaz.”

Ebu Ömer der ki: Bu, Malik yoluyla gelen garib bir hadistir. Ondan an­cak bu yolla gelen şekli bilinmektedir. Ebu Abdülğani denilen raviyi ben ta­nımıyorum. İlim ehli hâlâ bu tür teşvik ve faziletlere dair rivâyetleri herkes­ten alıp nakletmekte, müsamahalı davranmaya devam etmektedirler. Onlar ahkâm ile ilgili hadislerde işleri sıkı tutuyorlardı.

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:3
Devamını Oku »

Şirkin Mertebeleri Hakkındadır

Şunu bil ki, ilim adamlarımız (Allah onlar­dan razı olsun) şöyle demişlerdir; Şirkin üç mertebesi vardır ve hepsi de ha­ramdır. Şirkin esası, ulûhiyeünde Allah'ın ortağının bulunduğuna inanmak­tır. İşte en büyük şirk ve cahiliye şirki budur. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Al­lah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını diledi­ğine bağışlar" (en-Nisa, 4/48) Buyruğunda kastedilen şirk de budur.

Bundan hemen bir sonraki mertebe ise, fiilinde yüce Allah'ın ortağı oldu­ğuna inanmaktır. Bu da: Allah'tan başka herhangi bir varlık, bir fiili bağım­sız olarak meydana getirip icad eder, diyenlerin görüşüdür. Böyle bir varlı­ğın ayrıca ilâh olduğuna inanmasa dahi bu bir şirktir. Bu ümmetin mecusileri olarak bilinen Kaderiye gibi. Cibril Hadisinde de görüldüğü gibi, İbn Ömer, bunlardan uzak olduğunu ifade etmiştir.  Bundan sonraki mertebe ise, ibadette Allah'a ortak koşmaktır ki, bu da riyakârlıktır. Riyakârlık ise, yü­ce Allah'ın yalnızca kendisi için yapılmasını emretmiş olduğu İbadetlerden herhangi birisini başkası için yapmak demektir. İşte haram oluşunu beyan et­mek üzere birçok âyet-i kerimelerin ve hadis-i şerifin varid olduğu şirk tü­rü de budur. Bu amelleri iptal eden bir iştir. Ve oldukça gizlidir. Cahil ve an­layışsız olan kimseler bunu bilemezler.

Allah, Haris el-Muhasibî'den razı olsun ki, o bunu, er-Riâye adlı eserinde açıklamıştır. Ve riyanın amelleri bozduğunu da beyan etmiştir. İbn Mâce'nin Sünenînde, Ebu Said b. Ebi Fedale el-Ensarîden -ki ashab-ı ki ramdandır- şöy­le dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah buyurdu ki: "Allah kendisinde hiç bir şüphenin bulunmadığı bir gün olan Kıyamet gününde, öncekileri de sonrakileri de toplayıp biraraya getirdiğinde, bir münadi şöyle seselenecektir: Her kim, aziz ve celil olan Allah için yapması gereken amelinde bir baş­kasını ortak koşmuş ise, haydi gitsin o amelinin ecrini Allah'tan başkasının nezdinde arasın. Çünkü şüphesiz Allah, ortaklar arasında, ortaklığa en ihti­yaç olmayandır."  İbn Mâce'de, Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği riva­yet edilmektedir: Bizler el-Mesih el-Deccal hakkında konuşurken, Rasulul­lah (s.a) yanımıza çıkageldi ve şöyle dedi: "Bence sizin için el-Mesih el-Dec-cal'den daha da korkulması gereken bir şeyi size haber vereyim mi?”. Ebû Said el-Hudrî dedi ki: Evet bildir, Ey Allah'ın Rasulü dedik. Şöyle buyurdu; "O, gizli şirktir; kişi namaza kalkar durur da, bir kişinin kendisine baktığını gördüğünden dolayı namazını süslemesidir."

tbn Mâce'de Şeddad b. Evs'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Şüphesiz ümmetim için en çok korktuğum şey, Alla­h'a şirk koşmalarıdır. Ben onların güneşe, aya ve puta tapacaklarını söyle­miyorum. Şu kadar var ki, Allah'tan başkası İçin yapacakları ameller ve ita­at edecekleri gizli bir şehvetten (korkuyorum). Bunu ayrıca Tirmizî el-Hakîm (Nevâdirül-Usûl'de) rivayet etmiştir, ileride el-Kehf Sûresi'nin sonlarında (.18/110. âyetin tefsirinde) bu hadis-i şe­rif gelecektir, orada ayrıca gizli şehvetin mahiyeti de açıklanacaktır. İbn Lehîa de, Yezit b. Ebi Habib'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav)'a gizli şehvet hakkında soru soruldu da o da şöyle buyurdu: "Giz­li şehvet, kişinin gelip etrafında oturulmasını sevdiği için öğrenmesidir."

Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (r.a) der ki: Riya üç türlüdür. Birincisi, kişinin fiilini aslı itibarı ile Allah'tan başkası için yapması ve bununla beraber' o fi­ilinin Allah için yaptığım bilinmesini istemesidir. Bu bir çeşit münafıklık ve imanda şüpheye düşmektir. İkinci çeşit; Bir işe Allah için başlar, Allah'tan baş­kası da ona muttali oldu mu, bundan sevinir ve gayrete gelir. Böyle bir kim­se tevbe edecek olursa, bütün yaptığını yeniden iade etmelidir.

Üçüncüsü ise, ihlas ile bir amele başlayıp, Allah için o amelini bitirir, bu hali ile o kişi bilinir ve bundan dolayı övülür, o da bu övülmeden huzur du­yarsa, işte yüce Allah'ın yasakladığı riya budur. Sehl der ki: Lukman, oğlu­na şöyle demiş: Riyakârlık, amelinin ecrini dünya yurdunda istemendir. Halbuki, iyi insanların ameli âhiret için olmalıdır. Ona riyanın ilacı nedir di­ye sorulunca, o da ameli gizlemektir dedi. Peki, amel nasıl gizlenilir diye so­rulunca, şöyle dedi; Açıktan yapmakla mükellef tutulduğun amele ancak ih-lâs ile gir (başla). Açığa vurmakla mükellef tutulmadığın şeye de, Allah'tan başka hiçbir kimsenin muttali olmasını isteme-.Yine devamla der ki: İnsan-ların muttali olduğu hiçbir ameli sen amelden sayma. Eyyûb es-Sahüyanî der ki: Ameli dolayısıyla mevkiinin bilinmesini istiyen bir kimse akıllı bir kim­se değildir. Derim ki: Sehl'in: "Bir amele ihlas ile başlayıp..." ifadesi ile ilgi­li olarak şunları söyliyelim: Eğer o kişinin, başkalarının söyledikleri dolayı­sıyla huzur ve sükûn bulup sevinmesi, kalplerinde yer edip bundan dolayı kendisini övmeleri, ona saygı ve ta'zim göstermeleri, iyilikte bulunmaları, onlardan elde etmeyi İstediği mal ve bundan başka birtakım şeylere nail oîmak için olursa, bu yerilen bir şeydir. Çünkü, böyle birisinin kalbi, onların o ame­line muttali olmaları dolayısıyla sevinçle dolup taşmış demektir. Velevki onlar, o amelini yapıp bitirdikten sonra muttali olmuş olsunlar.

Kendisi ameline muttali olmalarım sevmemekle, Allah'ın insanları mutta­li kılmasını sevmekle ve Allah'ın lütfü dolayısıyla sevinmesine gelince; onun bu sevinci Allanın lütfuyla bir itaat olur. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmak­tadır; "De ki, Allah'ın lütfü ve rahmetiyiz ve yalnız bunlarla sevinsinler. Bu onların toplaya geldiklerinden daha hayırlıdır." (Yunus, 10/58). Buna da­ir geniş açıklamalar ve bu açıklamaların tamamlanması, el-Muhasibî'nin er-Riaye adlı eserindedir. Bu bilgilere vakıf olmak isteyenler, oraya baksınlar.

Yine Selıl'e, Peygamber (sav)'ın: "Ben bir ameli gizlice yapıyorum da, ona muttali olunur ve bundan dolayı bu benim hoşuma gider."  Hadisi soru­lunca şu cevabı vermiş: Bunun hoşuna gitmesi Allah'ın açığa vurduğu ame­li dolayısıyla şükretmesi bakımından veya buna benzer bir cihetten dolayı­dır. İşte bu açıklamalar, riyakârlık ve amellerin Allah İçin ihlas ile yapılma­sı gereğine dair yeterli özettir Bakara Sûresi'nde (2/139- âyette) İhlasın ger­çek mahiyeti ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.
İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5
Devamını Oku »