Profan Bilim

Ruh boyutunun doruğunu oluşturan Vahy’in, varoluşta görmek istediği aşkın ahlakî amaçlara ilgi duymayan ‘kutsallık fikrinden sıy­rılmış’ (profan) bilim, yığınların sadece maddî gereksi­nimlerinin karşılanması üstlenmiştir ve müşahede edildiğinden fazla bir şey değildir. Vahiy gerçeklerine inançsızlık üzerine temellendirilen bu bilimsel çatı, nes­nelerin taşıdığı sembolik boyuttan ziyade, onların ka­buklarıyla uğraşmaktadır. Pragmatik bir yaklaşımla, ‘yer ufkunun ötesindekiler’e ilgi duymayan ‘porfan’ bilim için, görülenin dışında hiçbir gerçek yoktur. Varsa bile, bilinemez olması, bizi onunla uğraşmaktan muaf tut­maktadır. Kısaca ‘profan bilim’, sadece ölçülebilen ve hesaplanabilen niteliklere aittir.

Çağımızın bilgisi, ‘Hicab-ı Ekber’dir (...)

O,görünüşler zindanına ayak bağlamıştır. Duygu­lar sınırını aşamamıştır.

Mâna yolunda bitkin düşmüştür. Kendi boğazını kendi kılıcı kesecektir.

Bu sebeple şimdi, ‘bilim’ sözcüğü ‘madde’ sözcüğüyle ayni anlama gelmekte olup, sadece nesneler dünyasına ait bilgileri istifleyip sınıflayan bilim, evreni de, taşıdığı metafizik varoluşsal manalardan soyutlayarak, onu sadece göründüğüne indirgeme tutkusunu da kışkırtmaktadır. Bilimden, ön yargısız olarak, hakikati itiraf edece­ği beklenebilir, ancak kendi başına saf ve katıksız bir bi­linç değil de, arkasındaki önyargı ve diktelerle bütünleş­tiğinde, bilim, varlığı kendiliğinden ve zorunlu olan ‘hakikat’e hiçbir zaman ulaşamıyacaktır. Kendi ölçüleriyle ele alındığında, onun alanından kaçan, böylece onun tamlık ve yetkinlik iddiasını sarsarak, ona, bir eksiklik sayılabilecek ‘takribilik’ vasfını veren olguların varlığı­na, hele özellikle determinist çemberin kırılmasına, ma­tematik sonsuzluk kavramının ilahi sonsuzluk şuuruna doğru açılmasına, evet bütün bunlara rağmen ‘profan bilim’in bilimsel dogmatizmi yumuşamamıştır.. Bu fiilî durum, sadece ‘niceliksel’ neticelerin gerçek olduğu iddi­asını zayıflatarak, maddî hisler ötesi alana ait gerçekle­rin de var ve gerçek olduğu’ inancını kuvvetlendirmemiş midir? Fenomenler dünyasını, fenomenlerüstü sistemin bir alt oluşumu olarak görme vaktinin geldiğini söylemi­yor mu bu? Bütün bunlara, ‘hayır!’ diye cevap veriliyorsa, bu, profan bilimin katıksız bir biçimde öznel ve yanlı bir yaklaşım biçimi sergilemesindendir..

Ölçülebilirliktir, temel karakter. Böylece, anlamlı ve doğru bir hüküm teşkil edebilmesinin sınırı dar bir muh­tevayla dondurulmuştur. Vahiy içeriğiyle münasebet kurmak reddedildiği sürece de, insan için ‘yeni’ sayıla­cak, heyecan tattıracak hiçbir şeyle karşılaşmayacaktır. Zira kapalı ve, niteliği hep ayni kalan bu kendine dönük bir sistemde, ‘küresel kainat ve varoluş telakkisinden ‘küpsel’ olanına geçilmiştir.( Salt maddî, donuk ve ka­pak bir bilimin asıl amacı olarak, ara vermeksizin ‘her şeyi yoğunlaştırma’, ‘katı ve yoğun olanın ufukları içine hapsetme’ gözlenmektedir. ‘Solidification’ dediğimiz olay, insan da dahil, her şeyin anlamının maddede sınır­lanması, neticede, realitenin en alt ve özgür varoluştan en uzak tabakasını, Mutlak Varlık’ın bütün ilgi alanları­na hakim kılma sonucunu verir. Bu bakımdan "yoğunlaş­tırma’, alemdeki duyularüstü bilgi manzumesini, feno­menlerin gerisindeki ‘Büyük Gerçek’i gizleme çabasıdır. Bu bakımdan, Guenon’nun, “Materyalist idrak tarzı bir kere şekillendikten sonra, hemen, onu imkan alanına çı­karmış olan dünyanın yoğunlaştırılmasına yönelir. Akıp giden ‘günlük hayat’ telakkisi de dahil, dolaylı ya da do­laysız olarak bu kavramdan neş’et eden bütün neticeler, ayni amaca yönelir. Çünkü, doğal ve sosyal muhitin ge­nel tepkileri de, insan tarafından ona karşı sürdürülen davranışları izleyerek, fiilen değişirler.’’ şeklindeki hükmüne katılmamak mümkün değildir.

Profan bilimin belirlediği kainat, küçüktür. Çünkü bu evrenin elemanları, başka bir hakikat alanıyla en kü­çük bir ilgi kurma imkanından yoksun ve derinliği olma­yan katıksız maddî birimlere indirgenmişlerdir. Bu yol­la, tepeden tırnağa maddileştirilmiş modern varoluş burgacı, bizi aşan realiteyi kavramamızı engellemekte­dir. Bir denizin üzerindeymişiz gibi, bu varoluştan henüz kaçamadan ve, bununla birlikte onun yanında, saf bir te­fekkür içinde Mutlak Bütünlükü yakalayabileceğimiz bir kıyıya tutunamadan, onun içinde yüzüp durmaktayız. Bu durum ise, Unamuno'ya göre, ‘çağın hastalığı’ olan, ruhun ölümsüzlüğüne ve evrenin bir amacı olduğu­na dair inancın yok olmasına yol açmaktadır.
Devamını Oku »

Kuran-ı Kerimin İnsan'a Bakışı

Kur’an’ın insana yaklaşımında kalbin yerini, potansiyel kıymet ve imkanlarını kısaca belirtmeyi zarurî kılmak­tadır. Kalb, katılığın (A. İ-imran, 159); ilahi bilgi karşısın­da büyüklenme ve kabül etmemenin (Gafur, 30); gafletin (Kehf, 28); korkunun (A. İmran, 151; Enfal, 12); eğrilme ve sapmanın (Tevbe, 117); zihnî körlüğün (Hac, 46); ölüm anındaki korku ve dehşetin (Naziat, 8); taşlaşma­nın (Bakara, 74); puta tapma düşkünlüğünün (Bakara, 93); îman ve fikir hastalığının (Maide, 52; Enfal 49; Tev­be, 125); İlahî hakikate karşı görünmeyen perdelerin (Enâm, 25; İsra, 46; Kehf; 57); imanî nifakın (Tevbe, 77); şüphenin (Tevbe, 110); mühürlenmenin (Bakara, 7) ve kararmanın merkezi olduğu kadar, müsbet eylemlerin de başlangıcını oluşturur. Örneğin takvanın (Ra’d, 28); îmanın getirdiği huzur ve güvencenin (Feth, 4); acıma ve merhametin (Hadid, 27); itmi'nanın (A. İmran, 126; Mai­de, 113; Enfal, 10; Ra’d, 28); îmanın (Maide, 41; Hucurat, 7); haşyet ve huşûun (Enfal, 2); yakınlık ve ülfetin (Enfal, 63), vd..

Kur’an’ın antropolojisinde, her şeyin, Allah'ın irade­siyle onun emrine verilmesi (‘teshir’) anlamında kaina­tın ekseni insan ise, insanın varlık ekseni de ‘kalbi’dir, insanın kaderinden evrenin kaderine kadar, her şeyin kendisine bağlı olduğu ana merkez, işte kalb’tir. Öyleyse kalb, bireysel ve toplumsal değişimlerin başlangıç nok­tası olduğundan, her türlü sapma ve yabancılaşma da, ilk kıpırdanışını kalb’te bulacaktır. Bu durum, Hz. Pey­gamberin sözlerinde çok özlü bir biçimde dile getirilmiş­tir:

“İyi dinleyin! Bedende bir et parçası vardır; o iyi ol­duğunda bütün beden de iyi olur; kötü olduğunda, bütün beden de kötü olur.. Bilin ki o,kalptir.’’

Sadık Kılıç, Fıtratın Dirilişi
Devamını Oku »

Kadir Gecesi Nedir ?

Kadir gecesi: Kulların hayatındaki İlahî tedbir ve takdire delalet eden en kıymetli hadise, Kur’an nuru­nun beşeriyete ulaştığı, tüm varlıklara serpildiği; Selâm’ın beşerî vicdanlara ve insan hayatına yöneldiği; yeryüzünde ve vicdanlarda gerçek barışı yayacak akîde, kavram, yasa, edeb ve terbiye şeklinin insanlığa ulaştığı İlahî ritimler yağmuru. Takdirler anı.. Manevî kıy­metlerin, yasalar ve ölçülerin İlahî makamdan bildirildi­ği; fertlerinkini aşan daha büyük kaderlerin: ümmetle­rin, devletlerin ve toplumların kevnî nasiblerinin, hatta hakikatlerin, prensiplerin ve kalblerin hisselerinin be­lirlendiği gece..

Ferdin kendi hayatındaki kadir gecesi, kendi tarihî ve beşerî ifadesiyle birlikte, bütün beşeriyetin Vahiy doğrultusunda tercih edilmesi. Belki de bütün faaliyetle­riyle, sadece kendisine yaklaşmayı gaye edindiği ‘İlahî bir aydınlanma olayı, Nura boğulma’. Binlerce aydan kıymetli olan karanlığı çatlatıcı bu aydınlık gecede, insa­nın varoluş evrenini melekler doldurur. Onun gözünde, insanla birlikte kainat yeniden kurulur; insanın, anlam­dan yoksun ve amaçsız varoluşu, ezelî misyonuna kavu­şur.. Rahmani feyizlerle taşar bu gece. Allh’ın mesaj­cısı Cebrail, bir kez daha insana ulaşacak, mantığı aşan olay bir kez daha gerçekleşerek, Vahiyle insanın tarihi buluşacaktır. Sonsuzla faninin bu buluşması, insanı, kendi ferdiyetçiliğinin kulesinde geçirdiği münzevî ya­şantısından, harekete geçirici niteliğini yitirmiş zühd ve tefekkür ayinlerinin durgunluğundan çekip çıkarıp, onu bir misyonla donatmak; çatışmalarla, acılar ve gözyaş- larıyla, hicret ve Cihatlarla, kendini Hak uğruna bahşet­melerle yüzyüze getirmek içindir.

Her insanın Kadir gecesi, peygamberi bir şuûrla uyanış gecesidir. Böyle bir şuûrla donanarak, peygam­berlere verasetin gerçekleştiği gece.. Bu gece, herbir fer­din dünyasında, gerçekleşeceği zamanı kollarken, elleri­miz ucundaki bir imkandır. Müminin, taşlaşmış ülkele­rin kalbini ansızın parçalayan bir güneşe; ufukların don­muş yamaçlarında açan şafağın kırmızı gülüne dönüşe­ceği bir gece.. Bizler, Kadir gecelerimizi karşılamadayız Cebrail'in ‘Rahmani sıkmasıyla', ‘ıkra’ ve kalem’ in bilin­cine varıp, insanı ve toplumu Rabbin ilmine emanet etme gecelerine bürünmedeyiz. Cebrail'in bu nefesinde, ölüm­den dirime geçiş.. Beşerî cehaletlerimizin ortasında, ‘üc­ra’ zamanlarını yaşamak. Beşeriyeti yanlışlara ve çık­mazlara götürmüş olan kalem’ şimdi, Cebrail'in tema­sından sonra, çağlardan ve beşeriyetten özür dileyecek, çölleşmeye yüz tutmuş zemine Vahiy bereketini serpe­cektir. Toptan bir diriliş gecesi: Her tendeki ruh, her coğ­rafyadaki toplum, her kıtadaki insanlık için hayata yeniden dönüşün bir ‘Kadir gecesi’ olacaktır. Tarihin kaderi yeniden anlama kavuşacak, “Varoluş’, ‘Kalem’in izinde gerçekleşecektir.

Sadık Kılıç, Fıtratın Dirilişi
Devamını Oku »

Reform Ve Rönesans'ı Bir İlerleme Olarak Niteyele Bilirmiyiz ?

reform

Modern batı medeniyetini, salt maddî boyutta geliş­miş yegane medeniyet olarak gören ve gelişmesini ürkü­tücü olarak niteleyen Guénon, bu ‘gelişmenin başlangı­cını‘ Hristiyanlık düşünce yapısıyla, ‘feodalite’ düzeni­nin de sonunu gösteren’’ Rönesans dönemiyle ayni an­da başlatmaktadır. Ürkütücü olan bu başlangıç, fikrî (in­tellectuel) bir gerilemeyi de beraberinde getirirken, Ortaçağ düşünce dünyasındaki çözülmeler için bir sonuç oluşturmuştur. ‘’Rönesans ve reform hareketleri, bilhas­sa neticedirler; ancak önceden olan bir çözülme ile müm­kün olabilmişlerdir’’ Buna göre ‘rönesans’ ve ‘reform’, tüm geleneksel yapılara da yansıyacak bir çıkış oluştur­mak üzere, Hristiyan geleneksel yapısıyla olan çatışma­yı ve kopukluğu tamamlamıştır. Rönesans, ilim ve sanat alanında, reform ise din alanında bu kopukluğun kesin göstergeleri olmuştur. Ne var ki, skolastik zihniyete kar­şı bir oluşum göstermesine rağmen, bir ilerleme ve yük­selme hareketi olarak niteleye bilir miyiz, reform ve röne­sans hareketlerini?

Göreli değerler açısından değerlendirenler için bir ‘ilerleme’ sayılırsa da, sonuçları ve etkisinin sürekliliği bakmandan hiç de böyle görülmemektedir. Bir ilerleme olarak değil, ama daha pervasız düşünce ve hayat tarzlarına doğru, sadece bir gelişme olarak görülebilir. ‘Bize göre aşırı ve anormal olan bu gelişme, duyu organlarıyla al­gılamayı her şeyin üstünde tutan kimselere bir ilerleme gibi görünmekten geri kalmamıştır. İkame ettiği de­ğerler bakımından nasıl değerlendirmeliyiz?

Geleneksel bilgilerin kaybolmasıyla bunların yerini, artık bundan böyle felsefe ve profan bilimler, yani gerçek ‘entellektüellik’in inkar edilmesi, bilginin en aşağı dü­zenle sınırlanması, olguların hiçbir prensibe bağlı olma­yan deneysel ve analitik yolla araştırılması, sayısız ay­rıntıların içinde kaybolma, hiç durmadan birbirlerini çü­rüten, temelden yoksun tezlerin ve modern medeniyetin fiili tek üstünlüğünü oluşturan pratik uygulamalar ha­riç, bunun dışında hiçbir şeye götürmeyen ve bütünlük­ten yoksun görüşler yığını almıştır.Rönesans anlayı­şıyla, algılama gücünün alanı küçültülmüştür. Sadece, soyut ve dogmatik kavrama tarzına geçerlilik tanıma aşırılığından, onu bütünüyle dışlayan, salt maddî olan kavrama biçimine üstünlük tanıma aşırılığına geçilmiş­tir. Mevcut Batı uygarlığını bir 'sapma haline dönüştü­ren de, işte, maddî ve duyusal düzenin abartılarak, her şeye hakim kılınmış olmasıdır.

Ortaçağ geleneğine karşı bilinçli ve iradî bir tepki oluşturan Rönesans, öte yandan Greklerle başlayıp Roma ile devam eden, ancak Hristiyan Ortaçağında bir kesintiye uğrayan ‘beşerilik’ niteliğinin yeniden uyanma çağı olmuştur. Burada, ‘klasik önyargısı' dediğimiz du­rumla karşılaşmaktayız. Rönesanstan sonra Batıklar, kendilerini hassatan Grek-Roma antik dünyasının vari­si ve sürdürücüsü olarak görmeye, bunun dışındaki bü­tün şeyleri ise, sistemli bir biçimde tanımamaya veya bil­mezlikten gelmeye başladılar. Hakikati bir bütün ola­rak kavrama konusunda birçok şeyin ölümünü hazırla­yan Rönesans, eşyanın görünümüne ve kabuğuna ait bil­gi ve tezahürlere, gerçeğin tamamıymış gibi tutunmayı getirdi. Skolastik aşırılığa, salt maddî-bilimsel aşırılıkla cevap vermiş oldu. Dahası, her şeyi salt beşerî ölçülere indirgemek, ilmi ve ahlakî, tüm prensipleri Mutlak Prensip’ten soyutlamak ve sembolik bir deyimle, yeryü­zünü fethetmek gerekçesiyle ‘Sema’ ya sırt dönmek anla­mında, Hümanizma’ ile özdeşleşerek, profan bir var­lık anlayışının ilk biçimini oluşturdu.«

Rönesans düşüncesi böylece, zekanın fonksiyonunu eşya üzerinde sınırlayıp, bütünüyle pragmatik bir gaye­ye bağlamıştır.

Kaynak:

Sadık Kılıç-Fıtratın Dirilişi
Devamını Oku »

Tekbiçimleştirme

Şunu ısrarla belirtmeliyiz ki, niceliksel karakterli olan her şey, gerek Allah-insan münasebetlerinde, gerekse insanlar arası ilişkilerde, da­ima ayırır, parçalar; birleştirmez! Çünkü maddeden kaynaklanan her şey, değişik formlar altında bile görünse, Mutlak olanla sürekli bir zıtlaşma doğurur. Sadece dünya boyutluluktan beslenen Niceliğin hakimiyet araç­ları olan tekbiçime indirgeme ile, fertleri, aralarında ru­ha dönük münasebetler bulunmayan basit birimlere dö­nüştürme çabasına, bazan, kudreti Mutlak olanı taklit hevesleri de yansır, istisnasız, dünyanın değişik özellikli yönetim yelpazelerinde var olan, beşerî tartışılmaz bu­yurgan güçlerin desteğindeki bu tekbiçimlileştirme, kök­leşebilmek için insana, kendinde taşıdığı dünyanın bilin­cini tazeleyici bütün zatî niteliklerinden yalıtılmış ve sa­dece basit canlılara dönüşmüş varlıklar gözüyle bakmak arzusundadır.

Tekbiçimlileştirme, insanın kendi özünü gerçekleşti­rebilmesi, etrafına örülen "kapalı toplum’ çitlerini aşabil­mesi için tek yol olan, ‘Hürriyet’ sadasını, kendisine rap­tettiğimiz Mutlak kaynağı ile susturmaya, zedelemeye ve yok etmeye yönelir. Çevresinde yükseltilen bu çitin kendisine sunacağı rahatlığa karşılık "özgürlük’, egoizmaya karşılık ‘adalet’, zihinsel dinginliğe karşılık ‘eleşti­ren ve doğruyu öneren’ bir benlik bilincine ulaşmanın mücadelesini veren insan, her taraftan, “Bana, ancak bana teslim ol, bırak kendini!” çağrılarıyla kuşatılır. Ke­sintisiz olan bu çağrının netice alıcı araçlarıyla beyni durdurulmaya çalışılan insan, ‘Hürriyet korkusu’na ya­lan değilse de, gerçekleri devam ettirme cesaretini göste­remez hale gelir. Bu bir bakıma, kendi ‘öz varlık bilinci’ne sahip çıkamayan ferdin, özel bir biçimde imhası, kendinden nefret etmesi demektir. Zira insan, tarihinin başlangıcında doğal çevre tarafından tehdit ediliyorken, şimdi artık bizzat kendisinin kurduğu dünyalar tarafın­dan tehdit edilmektedir. Yani insanın oluşturduğu, "top­lumsal kurumlar ve ‘obje’, onun kontrolünden çıkarak ona yabancılaşmış, onu tehdit eder hale gelmiştir.

Planlı bir direncin olmaması halinde, ‘tekbiçimlileştirmeye teslimiyet, iyi niyetle benimsenen yumuşatıcı bir psikolojiye dönüştüğünde, ‘yeni bir kalıba dökülmüş’ ya da ‘yenibaştan inşa edilmiş’ fert zuhur etmiş olur.. Gerçi şimdilik, böylesi yoğunlukta bütünüyle tekbiçime indirgenmiş kitleler henüz yok ise de, bazı insanları orta­lama zihnî seviyenin üstündeki yetenek ve beklentilerini ileriye götürmekten alıkoymuş bir Tekbiçime indirgeme’ her zaman mevcuttur. Tekbiçime indirgeme’nin zorlayı­cı ve buyurgan olmasına ek olarak, kendi bâtılının körü-körüne savunucusu olması, tüm gönülleri ve kafaları ona boyun eğdirmek istemesi, belirlenmiş çizgiyi aşan inanç ve düşüncelere katlanaaması anlamında, bir ‘çağdaş cahiliyye dogmatizmi’ni simgelemektedir. Bu nedenle modern düşünce, kısmî bir hareket olarak kalmak değil, global olmak ve kendine ait zihnî ve somut tavırlarını, gerektiğinde, zorla benimsetmek çabasındadır. Ne var ki, gerçek hep ayni kalacaktır: Farklı dünyaların mede­niyetleri veya bir medeniyetteki değişik ve özgün düşün­ce boyutları ‘tekbiçim’e indirgenmek istendikçe, dünya­daki veya toplumdaki ayrılma ve çeşitlenme de o oranda artacaktır.

Kaynak:

Sadık Kılıç-Fıtratın Dirilişi
Devamını Oku »

Şüphe Nedir? ve Kur’an, Şüpheyi Nasıl Bir Muhtevada Sunmuştur?

Şüphe, bir üçüncü elin mahsûlüdür.

Hannah’a göre, insan ile evren arasındaki geleneksel barışın çözülmesinde Descartes, önemli bir pay sahibi­dir. “Çünkü, demektedir Hannah, Descartes kendi çağınınkı kadar, kendisinden önceki neslin tecrübesini de ge­nelleştirmiş, onu yeni bir düşünce metoduna dönüştür­müştür; ve böylece, Nietzsche’ye göre modern felsefeyi teşkil eden bu ‘şüphe ekolünde yetişen ilk düşünür, mo­dern felsefenin babası olmuştur. Sadece Hannah de­ğildir böyle düşünen.. İnsanlığın geleceğine yönelik ola­rak taşıdığı kaygılar altında, önceleri Hristiyan gelene­ğinin bağlısı, 1931’lerden sonra da Abdulvahid Yahya adıyla İslam’ın mümini olan Guenon da, ‘Yalnız şunu hatırlayacağız ki Descartes, algılama gücünü akılla sı­nırlamış, metafizik olarak isimlendirdiğine de tek bir rol, fiziğe temel oluşturma rolü vermiştir. Bizzat bu fizi­ğin kendisi de esas olarak, onun düşüncesinde, uygula­malı bilimlerin yapısını hazırlamak için yerini almış­tır’’ derken, ayni kanaatları taşımaktadır.

Kurmuş olduğu ‘metodik şüphe anlayışı’, hiç umul­mayan noktalara kadar ulaşmışsa da, Descartes a göre Tanrı inancının zorunlu olduğunu hemen belirtmeliyiz. Bu, matematik bilginin zorunlu kıldığı bir Tanrı olsa da.. Tanrı fikri, aynı zamanda tüm varlıkların da yaratıcısı olan Tanrinın ruhumuza vurmuş olduğu bir mühür gibi­dir. Kainatın zirvesindedir, mutlak gerçektir, her türlü değer ve hakikatin kaynağıdır’’ Ne var ki, tabiat bilim­lerinde doğruyu tesbit için kabüllenilmiş olan ‘metodik şüphe metodu’, îman ve din alanlarını da yargılamaktan kaçınmamıştır.

Ya Kur’an, şüpheyi nasıl bir muhtevada sunmuştur?

Müşriklerin ‘vahy’ ve nebevi bildiriler karşısındaki zihnî ve fiilî yaklaşımları incelenirse, şüphe etmenin on­ların temel nitelikleri olduğu anlaşılacaktır. Öyle ki, şüphe etmek, gerek îmanüstü bir kaynaktan kendilerine ulaşan İlahî bilgiye, gerekse insanın tabiatta sezip itiraf ettiği Yüce Varlıkla alakalı ipuçları ve köklü kanaatlara karşı olan inançsızlık ruh boyutuyla fizik tepkilerin ana- besleyicisi durumundadır. Adeta, kendi gerçekliklerini ve eşyanın hakikatini kavrama ve insan olma sürecine girmeyi engelleyen merkezî bir vasıf..

Felsefî olarak, daha hassas ve özel bir alanda incele­nen, Descartes’de görüldüğü gibi de, gerçeğin elde edil­mesinde gerekli bir merhale oluşturan ‘şüphe’, Allah’ın birliğini inkar edenlerin kaba tasarımlarında, nitelik ba­kımından insan ile İlahî bilginin uzlaşabilirliği noktası­na yöneliktir

Kaynak:

Sadık Kılıç-Fıtratın Dirilişi
Devamını Oku »