İslamda İçtihad ve İcmâ'nın Lüzumu Hakkında


ISLÂM DİNİNİN KAYNAĞI ALLAHIN KİTABI İLE HADİSLER OLDUĞU HALDE İCTİHAD İLE İCMÂA DA LÜZUM GÖRÜLMESİ HAKKINDA

Şurası hiç unutulmamalıdır ki, İslâm dini gerek usulü olan yüce inançları, gerek teferruât kabilinden olan diğer hükümleri itibariyle Kur'ân ve Peygamber efendimizden rivâyetle sâbit olan hadîslerden alı­nıp öğrenilmiştir.

Bu yüce kaynakların dışında bir dînî hüküm bulmak mümkün de­ğildir. Hz. Peygamber'in sağlığında İslâm dininin tamamlanmasına dair kaydedilen âyetin kesin delâletiyle Kur'ân ve hadîsin, bütün İlâhî hüküm­lerin açıklanmasını üzerine almış olduğu bilinen bir gerçektir.

Fakat asıl inanılması gereken şeyler bir srnırla çevrili olup açıkça veya açıklığa yakın derecede bu kısmı ifâde edecek kadar sözler imkân dairesinden uzak değildir. Ama bu hükümlerin teferruâtını açıkça veya açıldığa yakın bir şekilde ifâde etmek istesek, büyük ciltleri doldura­cak kelime ve ibârelere lüzum görülürdü. Bu maksadı sağlamak birden bire mümkün olamazdı. Çünkü zamanın olaylarının değişmesiyle hüküm­lerin teferruâtı da değişmektedir.

Artık Kur'ân ile hadîsler, doğru inanç esaslarının yeteri kadarını ve teferruât hükümlerinin umûmî kısmını açıklayıp, geri kalan teferruâtı, dolayısiyle ifâde eden kâidelere işâret ettiler. Binâenaleyh îslâm dininde muhtaç olunan İlâhî hükümlerin hepsi de Kur'ân'la hadislerde toplanmış bulunuyor.

Bu toplanış açıkça değilse işâret yoluyla tamamlanıyor. Burası hiç şüphe götürmez. Çünkü fıkhın ana kâidelerinin dayanağı tamamen ki­tap ve sünnettir.

Fakat dinin hükümlerinin hepsini dînî delillerden anlayıp çıkar­mak, ümmetin fertleri için mümkün bir şey olmadığındandır ki, bu iki büyük asıldan hükümler çıkarabilmek için Allah, iki yol belirtti. Üm­metin bütün fertlerine dinin hükümleri bu şekilde açıklandı.

Bu iki yoldan biri, Muhammed ümmetinin ittifakı (icmâ), yani bir devirde bulunan kâfi ilim sahiplerinin, dînî bir hususta birleşmiş bu­lunmasıdır. îslâm dini, ümmetin icmâının delil olduğuna hükmediyor ve yanlışlık veya sapıklık olmak ihtimalini kabul etmiyerek böyle bir kurtuluş yolunun dışına çıkanları sapık sayıyor. Gerçekten, îslâm mil­letinin ilim ve ictihâd sahipleri bu konudaki başvurdukları kaynaklarını açıklamasalar da böyle bir hükmü Kur an ve hadîs metinlerinden anla­mış oluyorlar ki, aralarında ittifak bulunuyor.

Diğeri, din bilginliği derecesine ulaşarak Kur'ân ve hadîslerden hüküm çıkarmaya muktedir olanların ictihad etmeleridir. Zira ümmet içinde fazilet ve olgunluğu görülenlere Allah bu makamı vermiş ve muktedir olmaları sebebiyle ictihadda bulunmalarım emretmiştir.

Şu halde onlar bu iki yolla kitap ve sünnetten hüküm çıkarmaya tam bir gayretle çalıştılar da müslüman fertler bu sayde dinlerinin hü­kümlerini dînî metinlerde açıkça anlatmaya muhtaç kalmadılar ve ibâ­det, muâmele, cezâ ve âdâb konularında lüzum görülen İlâhî hükümleri eksiksiz olarak buldular.

MUTLAK ÎCTÎHÂD HAKKINDA KABUL EDİLEN ŞART VE VASIFLARIN NEDEN ÎBARET OLDUĞU

İslâm âlimleri, bir şahsın ictihad derecesine ulaşarak, Allah’ın ve Peygamber'in sözlerinden hüküm çıkarabilmesi için gereken şart ve va­sıflardan bahsedip onları ittifakla, şu 4 maddede topladılar:

1-Kur’ân’ın lügat ve dînî mânâlarını bilmek. Lügat mânâsını bil­mek de, kelimelerin ve ifâdece hususiyetleri bakımından terkiplerin mâ­nâ ve delâletlerini bilip kavramakla olur.

Bu da kitap ile sünnetin dili olan arap dilinin kelimeleri ve asıl mânâları kendisiyle bilinen Lügat bilgisi, arapça kelimelerin binâ ve sıgalarının durumlarını bildiren Sarf bilgisi, cümle meydana getirirken de bu kelimelerin durumlarını, irab ve binâlarının, cümlede meydana ge­len mânâlara nasıl delâlet ettiğini bildiren Nahv ilmi, arapça kelimelerin durumun gerektirdiği şekle uymasını icab ettiren hal ve vasıfla­rını bildiren Maânî ilmi, bir tek mânâyı çeşitli yol ve üslûblarla ifâde etmeyi bildiren Beyân ilmi v.s. yi iyice öğrenmekle meydana gelir.

Bu ilimleri gerek çalışıp öğrenme yoluyla ve gerek kendi kendine bilsin. Nitekim eski müctehidler, yani ashâb ve tâbiîler, bu ilimlerin kitaplar halinde yazılmasından önce, kendi kendilerine onları biliyor­lardı.

Din yönünden olan mânâları bilmek de, dînî hükümlerde tesirli bulunan mânâ ve sebepleri bilmekle olur.

Meselâ:''Yahut sizden biriniz ayak yolun­ dan gelirse''(Nisa,43;Maide,6) âyetinde «kâit» ten maksat, abdesti bozan şeyler olup, bu hükmün sebebinin de canlı insanın bedeninden pislik çıkması olduğunu bilmek lâzımdır.

Yine Usûl-ü Fıkıh İlminde kaydedilip açıklanan Kur'an’ın kısımla­rını bilmek de gerekir ki, bunlar hâs, âm, müşterek, mücmel, müfesser, muhkem, mutlak, mukayyed, sarî, kinâye, zâhir, nass, hafî, müşkil, müteşâbih, dâl bi'l-ibâre, dâl bi'l-işâre, dal bi’l-iktizâ, dâl bi'd-delâle, mefhûm-i muteber, muktezâ'yı emir ve nehy v.s. den ibâret olup, din ilimlerinin en büyüğü olan Usûl ilminde bunların mâhiyet ve hükümleri tafsilâtlı olarak incelenmiştir.

Bu kısımların hakikatlerini bilmek de kâfî olmayıp, nerede ve na­sıl kullanıldıklarını da belirtmek gerektir. Meselâ: Şu kelimenin hâs ve bunun âm veya müşterek olduğunu ve hangisinin nâsih, hangisinin mensûh bulunduğunu bilmek ve bu şekilde her âyet ve hadîsin hangi kısım­lara dâhil olduğunu kestirerek hükümlerini tatbik etmeye muktedir ol­mak şarttır.

Neshedenle neshedileni farkedebilmek için metinlerin ilk ortaya çık­tığı tarihleri bilmek gerekir ki, önceki ile sonraki fark edilebilsin. Bu yönleri bilmek şüphesiz ki, mânâları bilmekten ayrıdır.(Binâenaleyh bu da başka bir şart teşkil eder.)

Gerçi kabul edilen şart, bir hükmü ararken başvurulabilecek dere­cede dînî delillerin yerlerini bilmekten ibârettir. Yoksa her zaman on­ları ezberde tutmak şart değildir. Yine Kur'ân'dan İlâhî hükümleri bil­meye dair olan âyetleri bilip kavramak kâfîdir.

2-Hükümleri ilgilendiren hadîsleri bilmektir. Bu da hadîslerin me­tinlerini kaydedip onların gerek lügat ve gerek dînî mânâlarını bilmek ve Kur'ân'a dair zikredilen kısım ve nevileri hadîslerde de farketmek, aynca her hadîsin bize geliş yolunun tevâtür, veya şöhret veya âhâd şekliylejni olduğunu kavramakla olur.

Bu sonuncu şart ise, hâdîsleri rivâyet eden zatların cerh veya ta'- dîl (red veya kabul) edilmelerine dair durumlarını bilmeye dayanıyor.

Bu cerh ve ta'dîl ilmi pek geniş bir ilim olup, sahîh tarihleri bil­mek sâyesinde meydana gelmiştir. Ancak müctehidlerle hadîsin kaynağı bulunan Hz. Peygamber arasındaki zaman uzamış ve râvîlerin durum­larının bilinmesi zorlaşmış olduğu için son zamanlarda hadîs ilminde güvenilen hadîs imamlarının makbul kitaplarda kaydettikleri cerh ve ta'dilleriyle yetinmek doğru olur.

3-Kıyâs kâidelerini bilmek. Yani müçtehidin hüküm çıkarmaya varacağı yollan bilmektir. Bu ise o kâide ve yolların şart, hüküm ve kısımlarını kavrıyarak makbul olan ve olmıyanları birbirinden ayırdet-ekle olabilir.

Usul kitaplarında bu kâideler tamamen açıklanmıştır. Fakat gere­ken kabiliyeti elde edebilmek için çok çalışmak lâzımdır.

4-İcmâ’ları makbul olan din bilginlerinin icmâ ve ittifakları ile kararlaşan mesele ve maddeleri bilmelidir ki, ictihâd sırasında böyle bir icmâa aykırı hükme varılmış olmasın.

Müçtehidin iman ve adâlet vasıflarının şart kılınacağı da bilinmek­tedir. Bu husus açık olduğu için sözü burada uzatmaya hâcet yoktur.

İşte bu şart ve vasıflara sahip olan zat, Kur'ân ile hadîslerden hüküm çıkarmaya kalkışabilir ve îetihâda müsâit olmıyanlar da böyle bir zâtı taklid edip ona uyarak, onun anlayıp çıkarmış olduğu hüküm­lerle amel edebilir.

Sünnet âlimleri arasında her konuda Allah katında hak olan hüküm bir olup, fazla olmuyorsa da, hüküm delili gizli olduğu durumlarda yanılan müçtehid mazur sayılır. Hattâ sıkıntı ve yorgunluk ecrini ka­zanacağı da müjdelenmiştir. Çünkü üzerine vâcip olan şey, gücünün yettiği kadar gayret göstermekten ibâret olup, onu da tamamen yerine getirince hesaba çekilecek bir tarafı kalmıyor. Doğru hükme varan müctehıdler ise iki kat ecir kazanırlar.

Ama doğru sonuca götüren delil pek açık olduğu halde müçtehid içtihad için gerekli gayreti harcamazsa cezayı hak edeceği şüphesizdir.

Eski devirde bazı müçtehidler tarafından diğerleri hakkında bazı içtihad konularında vukubulduğu rivâyet edilen ayıplama, o konuda ayıplayınca doğru delilin pek açık olması şeklinde yorumlanabilir. Yok­sa delilin gizliliği halinde her iki tarafında da mâzur olduğu şüphe götürmez.

Fakat bu mâzurluk, teferruat konularındaki ictihadlardadır. Çünkü bu hususta zannın kuvvetli gelmesi kâfidir. Ama akâid usûlünde ara­nan, kesin delillerden hâsıl olacak kesin bilgi olduğu için itikad husu­sunda yanılan müçtehidler hiç de mâzur görülmezler. Aksine, hataları nisbetinde küfür veya sapıklığa düşerek cezalandırılırlar.

Doğru görüş olmak üzere îslâm dininde, özetleme delille de olsa, delillerden hüküm çıkarabilen bir kimse, bunu bırakıp da inanç konu­sunda başkasım taklîd ediverse, kattâ o taklîd ettiği zât îmâm-ı A'zam da olsa yine günahkâr olur.

Binâenaleyh îslâm dininde bunların astronomi veya jeolojide tanın­mış bir kimsenin sözünü taklîd ederek, elde kesin delile benzer bir da­yanak yok iken, İslâm'ın değişmez bir inancına veya tevâtür derecesine ulaşmış dînî kesin bir delile aykırı insanca meyl etmelerine ne kadar şaşılsa azdır. Bunun aslı da koyu câhillikten başka bir şey değildir. (Böyle câhillikten Allah korusun.)

Gerçi dînî delillerimize aykın düşen bir astronomi veya jeoloji gö­rüşü kesin bir delille isbat edilebilse, o durumda te'ville ikisinin arasını birleştirmeye lüzum görülür. Fakat yukarda açıklandığı gibi bu, olsa olsa bazı açık mânâlı deliller hakkında olabilir. Kesin ifâdeli bir dînî delili­mizin aksini isbât edebilmek mümkün değildir.

Buraya kadar ictihâd hakkında geçen sözlerimiz hep mutlak icti­had hakkındadır ki, Sadru'ş-Şerîa'nın Kitâbü't-Tenkîh’i ile onun hâşi- yelerinden, fakat açıklama için tarafımızdan bazı kelimeler eklenmiştir.Ama mukayyed ictihad, ki, bazı hûsûsî konularda olan ictihaddır, burada ona dair sözümüz yoktur.(Çünkü yukarda geçen şartların tamamen onda kabul edilmiyeceği şüp­hesizdir.)

TEFERRUAT KONULARINDA İSLÂM MEZHEBLERÎNİN ÇOKÇA OLUP, KİMİSİNİN ORTADAN KALKARAK YALNIZ DÖRT MEZHEBİN KALMASININ HİKMETİ VE BU MEZHEB SAHİPLERİNİN BİRBİRİNİ SAPIK SAYMIYARAK ARALARINDA ESASEN İTTİFAK BULUNMASI

Bu arzedilenlerden müslümanlar arasındaki mezheb farklarının aslı anlaşılmış olur. Binâenaleyh Islâm cemâatlerinin bir kısmı îmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe Nu'mân b. Sâbit'e, diğerleri de îmâm-ı Mâlik b. Enes, îmâm-ı Muhammed b. Îdrîs eş-Şâfiî ve îmâm-ı Ahmed b. Hanbel'den birine tabi olmaktadırlar. (Allah onlardan razı olsun.)

Çünkü bunların her biri mutlak ictihad derecesine ulaşarak îslâm dininin kaynağı bulunan Kur'ân ve hadîs metinlerinden hükümler çıka­rırlar, ictihadlarının eriştiği ve bilgilerinin ulaştığı şekilde hüküm verir­lerdi. Hepsi de tam araştırmayı ve doğru metodu elden bırakmıyordu.

Artık bu imamlara tabi olan (dört mezhebden) müslümanlar, îs­lâm dininin teferruât hükümlerine dair anlayıp çıkardıkları şeyler ile amel ediyorlar ki, hepsinin bu taklîd etme ve tabi olmada isâbet etmiş olmaları ile Allah katında kurtuluşa erecekleri şüphesizdir. Zira Allah,müctehidlere ictihad etmeyi emrettiği gibi diğer mü'minlere de mutlaka bir müctehide tabi olmayı emretmiştir.

«Eğer bunu bilmiyorsanız, Tevrât ve İn­cil âlimlerine sorun.» (Nahl,43;Enbiya,7) âyeti bu iddiâya delildir.

Allah’ın dininde ilim ehli ancak müctehidlerdir.

Bu dört mezhebin birini taklîd edip ona tabi olanlara diğer mez­hebe tabi olanların durumu sorulacak olsa, ictihad şartlarını tamamlamış bir müctehidi taklid etmiş olmaları sebebiyle hak mezhebde bulu­nup, kurtuluşa ereceklerini söylerler.

Bu dört zattan başka İslâm'ın ilk devirlerinde ashâb, tâbiîler ve diğer din büyüklerinden daha pek çok müctehidler vardı. Fakat bunla­rın görüş ve mezheblerini tevâtür veya diğer sağlam ve doğru bir yolla nakledecek tarafları çoğalmadığı için mezhebleri ortadan kalktı, gitti. Yalnız dört mezheb imamı olan zatların bu son zamanlara kadar sağlam ve makbul yollarla mezheplerini nakleden büyük âlimler bulunarak her birinin mezhebi tanındı, kaybolmaktan da kurtuldu.

Bu mezheblerin taraftarları birbirini sapıklık ve fıskla suçlamaz, hiç ayıplamaz. Her mü'minin, büyük imamlardan birini taklîd edip ona tabi olması caizdir. Hattâ onlardan birini taklîd etmekte bulunan bir zatın, dînî sahîh bir maksatla diğer imamın mezhebine geçmesi de meş­rudur. Bozuk bir maksadla geçtiği anlaşılmadıkça bu hususta hiç bir kimse ayıplanmaz.(1)

İşte ortada dört mezheb bulunmasının sebebi bundan ibârettir. Yani Allah’ın lûtfu ile bu mezheblerin her biri yazılı hale getirilerek onlar hakkında bir çok kitaplar okutulup, her devirde sözlü olarak alınmakta olması, devam edegelmelerine sebep olmuştur.(2)

İslâm mezhepleri arasında tam bir ayrılık olmadığı, müslüman halkın durumlarını bilenlerce gizli değildir. Çünkü daimâ görülüyor ki, birbirlerinden kız alıp veriyorlar. Meselâ: Hanefî mezhebinde olan kimse şafiî,mâlikî veya hanbelî kadını nikâhlıyor. O kadının velileri de bu hususa razı oluyorlar. Hepsinin mescidleri birdir. Yüce halîfeye itaat etmenin, kendilerine vâcip olduğuna ait inançları muhakkaktır. Dince yardımlaş­ma gereği aralarında müşterek olup., namazda birbirlerine uyuyorlar.

Birbirlerini sevmeyip ayıplamayı hissettirecek bir mezheb muame­lesi yoktur. Şâfiî mezhebine geçen bir hanefîye (yukarda saydığını şart­ları gözettiği takdirde) hiç kimse kötü gözle bakamaz.

Gerçi her mezhebin taklidcileri kendi imamlarının sözüne uyarak her ameli ona dayamaktadırlar. Fakat diğer mezhebin gereğince hare­ket etmekte olan dindaşlarını da doğru yola tabi olarak tanırlar.

Kısacası, yaygın olan dört mezhebde bulunan bütün müslüman fert­ler bir tek vücut olup, kıbleleri ve halîfeleri birdir. Durum ve dav­ranışları, anlatıldığı şekildedir. Dinin ana kaynaklarına uygun bulunan bu durum, aralarında kuvvetli bir bağdır.

Bunu bilmiyenler böyle bilmelidirler.



Hüseyin Cisr – Risale-i Hamidiyye,syf:421-429



Dipnotlar:

(1)-Usûl âlimlerinin kabul edilen görüşlerine göre, başka bir mezhebe geç­mek hususunda, dinle oynamak derecesine varmamak, yani bir mezhebden diğerine geçen şahsın, kendi akıl ve ilmi veya bir takım güvenilir zatların sözlerine da­yanması sebebiyle en çok ve en derin âlim ve zühd ve takvâca eşsiz sanıp inan­dığı imamın mezhebine geçmesi ve bir müddet sonra eski mezhebine dönmek az­minde bulunmaması ve geçtiği mezhebin bütün hükümlerini benimseyip, bütün mez­hepleri birleştirmekten sakınması şarttır.

Bu durumda en bilgili ve en faziletli olanı bırakıp da böyle olmıyanı taklid etmek, yine sahibinin en üstün olduğunu kabul etmekle beraber görünüşteki bazı çıkarlara yarıyacak bir mezhebe bir müddet için geçmek hiç caiz olmadığı gibi önceki mezhebiyle amel etmenin tesirleri henüz kaybolmadan iki mezhebi birleş­tirmeye sebep olacak bir şekilde diğer mezhebe uymak da caiz olamaz.

Meselâ: Bir kimsenin abdestli olduğu halde, şehvetle bir kadının herhangi bir uzvuna dokunmasından sonra, tesâdüfen burnundan veya bedeninden akan kanla abdestin bozulmamasında şâfiî mezhebini taklîd edip, abdestini yenilemeksizin na­maz kılması caiz olmaz. Çünkü bu şahıs, kadına dokunmakla abdestin bozulmama- sında hanefi mezhebini kabul ve sonra kanın akmasiyle bozulmamasında da şâfii görüşüne dayanıp, iki mezhebin arasını birleştirecek bir amel işlemiş oluyor ki, bu­nun doğru olmasına iki mezhebin de hiç biri elverişli değildir.

İşte başka bir örnek: Bir kimse zorla boşattırılmış bulunduğu eşinin ayrimasında hanefî mezhebini taklid ederek o kadının kızkardeşini nikahladıktan sonra şâhî müftüsünün, bu boşanmanın boşama olmıyacağına hükmetmesi sebebiyle ön­ceki eşine dönmesi caiz olamaz. Meğer ki, İkinciyi boşaya. Yoksa iki kız kardeşi, bir nikâh altmda birleştirmiş olur ki bu, Kur'ân âyetinin delâletiyle haramdır.

İşte Takrîru'l-Usûl Kitabının yazan Kemâlüddin b. el-Hümâm’ın ve Amidı ve Ibn-i Hâcib gibi bir çok mezheb büyüklerinin «Amel ettikten sonra taklîdden dön­mek ittifakla bâtıldır.» demeleri bu gibi birleştirmeye sebep olan şekillere yorum­lanır. Yahut da bir mezheble amel edip, ameli tamamladıktan sonra o amelin caiz olmadığı kanâatine vararak diğer mezheble o ameli tekrar etmek şekline göredir. Meselâ: Başının dörtte birini meshederek aldığı abdestle öğle namazını kılan kim­senin sonradan, başı meshetmede tamamını şart koşan İmâm-ı Mâlik'in görüşünü doğru bulup da o namazı tekrar kılması mânâsızdır. Çünkü bir mezhebe uygun ola­rak bir ameli tamamlamak, hâkimin imzâsı gibidir, bozulmaz.

Ama bugünkü öğle namazını kendi mezhebine göre kılan kimsenin yarın başka bir mezhebin imamını taklid ederek —fakat o mezhebin namazla ilgili bütün hü­kümlerini kabul etmesi şartiyle— kılması, mânâsız bir dönüş sayılmaz.

Şurası da unutulmamalıdır ki, kendi mezhebine göre doğru zannederek ta­mamladığı namazın sonradan ancak diğer mezhebe göre doğru olduğunu anlıyan kimsenin o mezhebin imamını taklîd edip, ona uymuş olduğunu düşünüp de kılmış olduğu namazla yetinmesi câizdir. Fakat o mezhebce namazın sıhhatine engel olan bir amel işlemiş olmamak şarttır. Nitekim Fetâvâ-yı Bezzâziye’de kaydedil­diğine göre, îmâm-ı Ebû Yûsuf bir hamamda gusledip cuma namazını kıldıktan sonra o hamamın su deposuna fare düşmüş olduğunu duyunca «îki külle miktarı suyun pislenmiyeceği görüşünde bulunan Medîne âlimlerinin görüşleriyle amel edi- veririz.» deyip, kıldığı namazla yetinmişti.

Külle, büyük küp demektir. îki kulle miktarı su aşağı yukarı 500 Bağdâd rıtlından ibârettir.

Bağdâd rıtlı, îmâm-ı Nevevî'ye göre 128 1/7 dirhemden ibâret olup, tercih edilen görüş de budur, tam 130 dirhem değil.

''Su iki kulle olunca pislik taşımaz.''hadisi Abdullah b. Ömer’den rivâyet edilmiştir. Binâenaleyh, şâfiîlerce bu kadar su, akar su hükmünde olup, üç vasfı değişmedikçe pislenmez. Fakat hanefilerce bu hadîs, te'vîl edilmiştir ki, bu iddiâya delil teşkil etmez.

Câmi-i Sağır şerhlerine başvurularak işin hakikati anlaşılabilir.

(2)- Dört imamdan başka tâbiîler ve onlardan sonra ortaya çıkan mücte- hidlerin daha tanınmışları Leys b. Sa'd el-Mısrî, Süfyân es-Sevrî, Süfyân b. Uyeyne, Abdurrahman el-Evzâî ve Muhammed b. Cerîr et-Taberî gibi zatlardan ibârettir. Ashâb .arasında ise pek çok müctehidler vardı ki, yazılı mezheblerde onların görüş ve ictihadları esas tutulmuştur.

Çünkü Peygamber efendimiz, Kur’ân’a ve hadîslere tutunmanın lüzumunu açık­ladıktan bir hadîsin sonunda: «Eğer aradığınız bir konuya dair benim sözlerimi bu­lamazsınız ashâbımın sözlerine tabi olunuz. Zira eshâbım, gökteki yıldızlar gibidir. Doğru yolu gösterirler.Binâenaleyh herhangisinin sözüyle amel etseniz hidâyete ulaşırsınız. Ashabımda göreceğiniz ihtilâf ise ümmetimin fertleri için rahmetin ta kendisidir.» bu-
yurmuşlardır.

îşte bu hadîs, en hayırlı nesil olan sahâbe zamanından itibaren teferruât konularında âlimler arasında ihtilâf görüleceğine delâlet ediyor.Zira bazı konularda ihtilâfa düşen ashâbın her biri, ilim ve rivâyetle tanınmış bulunduğundan, her sahabenin sözünü tâbiîlerden bir cemâat nakledince, tabiîler ve diğer âlimler arasında da ihtilâf olması gerekir.

Hz. Peygamber ise, böyle bir ihtilâfın bulunup devam etmesine izin vermiş ve razı olmuş, hattâ bunu medhederek, ümmeti hakkında rahmetin ta kendisi olarak kabul etmiştir. Hattâ ümmetini, istedikleri sahâbenin sözüyle amel etmek hususunda serbest bırakmışlardır. Bu durumda fiil ve sözde sahâbenin yollarında yürüyüp onların ictihadları şeklinde devam edegelen müçtehid imamların görüş ve mezhebleriyle amel etmek hususunda da serbest bırakmış olduğu anlaşılır.

Hz. Peygamber, kendi zamanında görülen durum ve olaylar karşısında bile ashâbının birbirine muhâlif olan görüşlerini kabul edip, bu husustan dolayı hiç birini ayıplamazdı.

Buna dâir pek çok meşhur olaylar vardır.

Meselâ: Peygamber efendimiz, Medîne civârında bir kalede oturan Kureyza oğulları ile savaşmak isteyince ashâbına:''Sizden hiç biriniz ikindi namazını Kureyza oğullarından başka hiç bir yerde kılmasın.'' diye hitâb edince bu emre uymak hususunda sahâbe ihtilâfa düşmüşlerdi.

Şöyle ki: İkindi namazının vakti gereği gibi daraldığı halde Hz. Peygamber'in böyle yüce bir emrinin bulunması üzerine ashâb iki kısım olarak,bir kısmı ikindi namazının vakti çıkmadan yolda namazlarını kıldılar. Hz. Peygamber'in maksadı­nın ancak, savaşa erken gelmeye teşvik olup, namazın vaktini geçirmek olmadığı görüşünde bulunarak, emirden çıkardıkları bu mânânın delâletiyle «Ancak Kureyza oğullarında» sözündeki sınırlandırma, hakikî değil, izafidir. Yani «Namazı kılmadan yola çıkınız, demektir, dediler.

Diğer kısım ise, ta akşam vaktinin girişinden sonra Kureyza oğullarının yur­duna varmadan ikindi namazını kılmadılar ve o emirdeki sınırlandırmanın mutlak olarak ifâde ediimesi sebebiyle açık mânânın kasdedildiğini kabul ettiler.

İşte bu şekilde gelişen ihtilâf ve ona dayanan kaza ve edâ fiilleri Hz Pey- gaınber'e arzedilince bu iki grubun hiç birini ayıplamadı ve fiillerini reddetmedi. Hattâ her birinin kendi anladığı ve çıkardığı hükmü kabul ederek hepsinin içtihad makamındaki çalışmalarının makbul, vazifelerini yerine getirerek bol ecir ve sevaba lâyık ve bozukluk ve eksiklikten uzak olduğuna işâret buyurdular. (Buhâri, K. Salât'l-Havf, Bâb: 6).

İşin hakikatinin, arzedilen şekilde olduğu anlaşılınca müctehidlerin hiç biri ayıplamaya lâyık olmayıp, hepsinin, hidâyet nuruna kavuşmuş bulunduklarında şüp­he kalmaz. Hattâ Muhammed ümmetinin teferruât hususundaki ihtilâfları, bir çok iyilik ve faydaları içine aldığından dolayı teşekkür edilmesi gerekir……







Devamını Oku »

Tesettürün Hikmeti

Şu halde genel ahvale nazaran haneden dışarı çıkmaya mecbur kalmadıkları için ve hakikaten şehvet sebebi olup erkeklerin nazarlarına hedef oldukları cihetle kadınların tesettür ile memur olmaları da maslahata muvafıktır. Zira şeriatça ve akılca menfur olan haram fiilin sebeplerinden uzak durmak ve fitne kapısını kapatmak, lazım ve mühim hususlardandır.

Bu örtünme keyfiyeti onların en şerefli vasıflarıdır. Hatta bu makbul hasleti ikmal ile aralarında övündüklerine nazaran belki de en yüce mefahirleridir.

Elhasıl tesettür kaidesi onları muhafaza maksadına bina edilmiş isabetli bir emirdir. Nasıl ki nefis şeyler daima ağyarın nazarlarından esirgenir ve örtüler içinde gizlenilir

Yoksa cehalet eseri olarak zannedildiği gibi bu husus kendilerine emniyet edilememesinden ve suizan olunmasından dolayı değildir. Çünkü öyle olsaydı kendilerini göstermemekle değil, bilakis erkekleri görmemekle mükellef kılınırlardı. Yahut, erkeklerin tesettür etmesi iktiza ederdi. Keza İslamın Adetlerine vâkıf olmayanlara! sandıkları gibi bundan dolayı kadınları hapis ile tazyik etmek ve hürriyetlerini mahvedip izale etmek de lazım gelmez.

Çünkü Müslüman kadınları küçük yaşlarından beri tesettür kaidesine alışmış olmalarıyla tesettür onların fıtrî alışkanlıkları ve tabiatlarının aslî bir unsuru oluyor da onu severek âdet ediniyorlar. Ve tesettürü ihmal eden bir kadın görecek olsalar onu ayıplayarak arsızlık ve hayâ zayıflığı isnat ederler, özellikle onlar bu vazifenin ilahi şeriat hükmü olduğunu bilerek kabulüne ve binaenaleyh karşılığında ecir ve sevap husulüne rağbet izhar ederler. Güçlerine gidecek bir şey olmadığı, azıcık bir mülahaza ile teslim olunur. Fakat biraz da insaf lazımdır.

Çünkü insaf etmeyenler hâlâ İslam Şeriatı icabınca kadınların hukuklarından mahrum edilerek hapis olunmakta bulunduklarını ileri sürüyorlar. Biz bu sözün insafa mugayir olarak kasten söylenmekte olduğunu kesin olarak biliriz. Eğer bilmemiş olsaydık ziyadesiyle taaccüp ederdik.
Zira hakikatin bu kadar aşikar olmasıyla beraber şu tesettür maddesini de İslam ın iyi yönleri sırasına geçirmek pek çok dirayete muhtaç değildir.

Asla hiçbir kimseye zulmü reva görmeyen İslam Şeriatında bilumum Müslüman kadınlar hakkında zulüm şaibesi bulunması tasavvur olunabilir mi?

Yanlış yola sapılarak, aynı hikmet olan ve sırf muhafaza amacıyla olduğu bedihi olan şer’ı bir hüküm hâşâ zulüm addediliyor da insaf edilerek denilmiyor ki: “İslam Şeriatı kadınları himayesine alıp onları ağyarın nazarlarından ve facirlerin lisanlarından korunacak ve üzerlerine rüzgarın değmesinden bile kıskançlık izhar olunacak makul bir tarzdan ayırmamaya irşat eylemiştir.”
Şurasının da bedahetle teslim olunması iktiza eder ki: Mutlaka kadınlarda dahi edep ve dindarlık cihetiyle kemale eremeyenler bulunması zaruri bir husustur. Bunlar hakkında ise tesettür kaidesi şüpheyi izale eder. Kocaları zürriyetlerini kendisine ait olması hususunda şüpheden vareste olurlar. Yani çocukların hakikaten kendi evlatları olmasına kalp itminanı hasıl olur.
Aksi halde bu itminan en ziyade iffetli görünen kadınlar hakkında bile hasıl olamayarak bin türlü vesvese kapıları açılır. Bir kadında tesettür bulunmayarak serbestçe gezebilirse ve hanesine gelen erkekler ile ihtilat ve sohbet etmesi caiz görülürse, fesatçıların yoldan çıkartmasına kapılmış olmadığına katiyen hüküm verebilmek nasıl mümkün olur, bilemeyiz!

Buna binaen mukaddes şeriatımız akraba ziyareti, maarif tahsili gibi hakiki bir lüzuma binaen hanelerinden çıktıkları esnada kadınların fasıkların nazarını celp etmeyecek ve asi nefislerin leke sebebi taarruzlarından vareste kalacak meşru tarzla tesettüre tamamen riayet etmelerini şart kılmıştır.

Sözün özü, insanı kibirle direnmeye sevk eden alçak taassuptan hâlî olan aklıselime malik olanlar tereddüde duçar olmayarak hükmederler ki: Kadınların tesettürü kaidesi ilahi şeriatın içerdiği mühim ve güzel hükümlerdendir. Karı kocanın, hatta ümmetin bütün fertlerinin maslahatlarına daha muvafık olan faydalı vesileler kabilindendir. Çünkü bu şer’î kaideye riayet edilen beldelerde kadınları görmekle fasıkların şehvetleri tahrik olmadığı ve binaenaleyh ırz ve namus erbabının hukuklarına tecavüz vuku bulmadığı cihetle siyasetçiler fuhuşhaneler inşasına kendilerinde mecburiyet görmezler.
Ama tesettür kaidesine riayet edilmeyen beldelerde siyasetçiler mecburen fahişeler için hususi mekanlar tahsis ederek efradının çoğalmasına ve fasıkla- rın orada birlikte olmasına müsaade ediyorlar. Halbuki zinanın çokça olmasına binaen o tür beldelerde maazallah gayri meşru evlatların adedi nikahla meydana gelen evlatlara müsavi olmak derecesine varıyor. Bu yüzden hasıl olan kötülüklere ise nihayet bulunamayacağı aşikardır.

Mezkur siyasetçiler bu menfur fiili irtikap etmelerine mazeret sunarken, bunun hür kadınları koruyacağını, yani iffetli kadınlar için muhafaza sebebi olmasını ileri sürüyorlar. Hakikaten böyledir. Eğer onların ve ırz ehli olan ahalinin, türlü ziynetler içinde arzı endam etmekte bulunan kadınları görmekle hayvani şehvetleri tahrik olan fasıkların tasallutundan korkuları olmasa, bin türlü mazarrat tevlit eden bu çirkin işi irtikap etmezlerdi. Fakat ne çare ki bu mazeretleri pek o kadar kabule şayan görülemediğinden tamamen ayıplanmaktan kurtulmuş sayılmazlar. Çünkü kadınların tesettürü kaidesini esas kabul etmiş olsalar, şu menfur işten külliyen kurtulmuş olurlardı.
Demek oluyor ki, kadınlar hakkında tesettür bir yönden zarar olsa bile pek çok yönden menfaatli ve maslahat gereğidir. Dolayısıyla olmasının olmamasına tercih edilmesi, akılca ve nakilce daha muvafık görülecektir. Bilhassa tesettürü âdet ve alışkanlık edinen Müslüman kadınlarına hiçbir cihetle zarar ve eza vereceği de kabul olunmaz.

Hüseyin Cisri, Risale-i Hamidiye
Devamını Oku »

İslam'da Had Cezaları ve Kısas'taki Hikmetler



Ondan sonra, hadler, kısas, tazir, ukubat gibi ceza hükümlerini, şartlarını ve icra suretlerini dikkatle incelediler. Nefisleri ve malları muhafaza, akılları ve ırzları koruma maksadıyla Şeriatımızın vaz ettiği kaideleri hakikaten sıyanet ve emniyet noktasından ayrılmayarak toplumun bütün ihtiyaçlarına kafi ve hikmet muktezası üzere siyasi işlerin bütün kısımlarını cami buldular.

Mesela katle teşebbüs eden kimsenin derhal katledilmesi ilahi hükmünü bilen şahıs kimseyi katle cesaret edemez. Böylece gerek masum şahsın ve gerek kendisinin hayatını muhafaza etmiş olur. Diğer cezaların ise caydırıcı olmadığı görülmektedir.
Nasıl ki “Kısasta sizin için hayat vardır” (Bakara, 179) ayeti bu manayı ifade etmektedir.

Hırsızlığa hazırlanan şahıslar da elleri kesileceğini bildikleri cihetle çalma fiilinden sakınıp uzak dururlar. Böylece her mal sahibine emniyet hasıl olur. Fakat şu el kesme cezasının muayyen şartları vardır.

Mülhitlerin bazıları tarafından tariz makamında öne sürülen şu:

“Bir el ki kesilse beş yüz altın diyet alınır.
Çeyrek dinar kıymetinde bir şey çalsa neden kesilmesi icap eder!

beytine bazı kıymetli ulemamızın,“Eminlik izzeti onun bahasını arttırıyordu. Hıyanetlik sebebiyle arız olan zül ve alçaklık da ucuzlatıyordu. Bârî Teâlanın hikmetini anla!” kelamları ile vermiş oldukları cevap ne doğru ve ne kadar güzeldir!
Zina dahi nihayetsiz rezaletleri içermesinden başka, doğacak çocuğun katlini müstelzim olur. Çünkü o tür çocukların mürebbisi bulunmayacağı cihetle ekseriya helak olurlar. Hatta onların helakleri zina edenler tarafından kasten gerçekleşmese de, arzu edilmesi uzak bir ihtimal değildir. Gerçi bazı- kı hayırlı birinin şefkatli nazarına tesadüf ederek hayatta kalıyor.

Binaenaleyh zina eden şahıs evli bir erkek veya evli bir kadın olursa recm olunması iktiza eder ki şehvetini haram yoldan karşılayarak lezzetlenen be denin bütün uzuvlarına ceza verilmiş olsun. Eğer evli değilse, cezası hafifletilerek uzuvlarına bolüştürülmek şartıyla yüz değnek vurulur. Ancak vurma sebebiyle helak olacak veya hilkatinin tağyirine sebep olacak uzuvlar istisna edilmiştir.

Vurulan değneğin adedinin özettikle yüz defadan ibaret olması da doğma 1 ihtimali olan çocuğun yüz sene yaşaması ihtimaline binaendir. Zira zina ile katline teşebbüs edilmiş olan çocuk, insan bünyesinin terkibine nazaran bazı tabiplerin dedikleri gibi yüz sene yaşamak istidadını haizdir. Ama daha evvelce bazı helak sebeplerinin arız olacağı Allah katında malum olmasına binaen insanların ecelleri muhtelif surette takdir buyurulmuştur. Böylece herkesin muayyen ecelinde malum bir sebeple vefat etmesi katiyet kazanmıştır. Yani ilahi ilmin taalluk eylemiş olduğu vakte nispetle takaddüm yahut teehhür vuku bulmaz. İşte zina eden erkeğe ve kadına, yüz sene yaşamak istidadında olduğu halde helak ettikleri o çocuğun her seneki ömrüne bedel bir değnek vurulur.

İnsanın en az yüz sene yaşamaya kabiliyeti var ise de büluğ çağma ermez-den önceki on beş sene ve tam yüz sene yaşaması farz edildiğinde ömrünün sonundaki beş sene hesaba dahil kılınmayacak olursa -aklı kemal derecesi üzere bulunacak- ömrünün müddeti seksen sene kalıyor, değil mi? Şeriat ise ilk on beş seneyi ekseriyetle mükellefiyet yaşından hariç bırakıyor. Çünkü o müddet içinde aklın kemali olmadığından şer’î mükellefiyetler sonradan başlıyor. En sondaki beş seneyi de aklın kemal müddetinden saymaya hakkımız yoktur. Zira o zamanki aklın çocuk aklından farkını göremiyoruz.

İşte bu hikmete binaen, sarhoşluk veren içkilerden içenlere hikmetli kanun koyucu seksen değnek vurmayı emrediyor. Yani izalesine teşebbüs et tikleri akıl nimetinin her senesine mukabil müskiratı içenlere birer değnek cezayı layık görüyor.
Hakikaten imandan sonra Allah Teâlânın üzerimizde en büyük lutfu ve mühim nimeti akıl cevheridir. Cihan kıymetindeki bu cevher ise müskirane kullanmakla külliyen izale edilir. Yahut zafiyete düşürülür.

İnsan büluğ çağına ermeden mükellef olmamasına binaen, zina iftirasına maruz kalsa büluğa eren şahıs kadar müteessir olmaz. Tabii ömür yaşa vasıl olması farz olunan kimsenin ahir ömründeki beş sene duyularının zayıflaması ve şehvetinin yatışması hasebiyle fuhşiyata etmeyeceği kati bir husus menzilesindedir. Dolayısıyla iftiraya uğraması en ziyade leke sebebi addolunacak zamanı yine seksen seneden ibaret kalıyor. Buna binaen, erkeklerden ve kadınlardan bir kimseye zina fiilini isnat edip de delil sunmaktan aciz kalan müfteriye tayin olunan “kazif haddi” dahi seksen değnekten ziyade olmuyor.

Kısasın Hikmeti

Önceki şeriatların bazısı mutlaka kısasın vacip olmasına; bazıları da affın lüzumuna hükmetmiştir.

İslam Şeriatı ise bu iki hükmün arasını bularak gayet itidal üzere vaki ol-muştur. Yani bu bapta maktulün velisini serbest bırakıyor. O dilerse katili kısas ettirir. Dilerse kendi hakkını affeder. Gerçi af cihetine dair şer’î teşvikler de vuku bulmuştur.
Şeriatımız önceki şeriatlarda müteferrik bulunan ahkamın ekserisini cem ederek onların özünü havidir. Hakikaten bu vecihle şeriatların iyiliklerini cami olması da lazımdır. Zira Cenab-ı Bârî Teâlâ bu yüce şeriatı şeriatların hatimesi kılmıştır.

Hüseyin Cisri-Risale i Hamidiye
Devamını Oku »

Maddeciliğe Reddiyye

Her eser sahibinin kemalatı eserinden bedahetle belli olur, değil mi? Mesela vakitleri imrenmeye alet olan en mükemmel bir saati elimize aldığımızda, bunun hendese kanunlarına ve mekanik kanunlarına tatbiken ihtiva eylediği mükemmel terkibi gayet mazbut ve muhkem olarak meydanda dururken, bir sanatkar ve yapıcısı olduğunu bilmekte tereddüt etmediğimiz gibi; o sanatkarın onu mükemmel ve muhkem surette yapmaya kafi olacak marifet ve maharetini tasdikte dahi güçlük çekmeyiz.

İstidlal ile hasıl edebileceğimiz şu kati ilim bize her halde sabit olur: Yani gerek sanal kaim ecza ve aletlerini yaptığı gibi, terkiplerine de bizzat kendi mübaşereti itikat edilsin; gerek birbiriyle muntazam bir terkip teşkil edecek hu tarz ve uslup üzere yalnız ecza ve aletlerini imal ettiği farz olunsun.

Elhasıl. hakikat nurları gözlerimiz önünde parlayıp durduğu halde, eğer ‘Bu saati icat ve imal eden zat çolak ve âmâ, hem de cahil bir kimse olup, ne hendese İlminden ne de mekanik fenninden haberi vardır, öylece tesadüfi olarak bunu yapıvermiş” deseler; bu sözün doğru olabilmesine biz zerrece ihtimalî vermeyiz. Hatta böyle manasız söz söyleyenleri ve bunları tekzipte tereddüt gösterenleri ahmakların ahmağı addederiz, değil mi?

Ey maddeciler! Siz şu alemin maddesi dediğiniz şeyin mucidinin varlığını bilemeyerek, maddenin bizatihi varlığına ve ezeli olduğuna kani olduğunuz için ve sonradan vücut bulması zaruri bir şey olan tenevvülerini ve tahavvüllerini gördüğünüzde, bittabi onların da mucidinden habersiz bulunduğunuz için akıllara hayret veren bu harika tenevvülerin menşeini araştırmaya mecbur oldunuz, Çünkü her hâdisin tekevvünü için elverişli hususi bir sebebin vücudu zaruri ve bedihi bir şey olduğu halde, lazım sıfatları haiz olmayan maddeden nihayetsiz nevilerin ve şekillerin tekevvününü akıllarınıza bir türlü kabul ettiremediniz.
Binaenaleyh her vadide hayret ve kafa karışıklığı ile dönüp dolaştıktan karar kıldınız ki arz edeceğimiz sebeplere nazaran bunun karar noktası olmadığı pek kolay anlaşılabilir.

Siz diyorsunz ki; “Maddenin muhtelif şekillerde olan atomları ezeli hareketler daima hareket etmektedir. Bu hareketler ve ihtizazlar sebebiyle
atomlar muhtelif’vaziyetler ve keyfiyetler üzere içtimaa başlayarak nihayetsiz tenevvüler zuhur etmiştir.”
Bilemeyiz, siz ne biçim akıllara maliksiniz ki böyle vehmi ve tahminî bir itikat ile akıllarınızı ikna edebilirsiniz!
Evvela, sizin cisimlerde bulunan atomları görebildiğiniz vaki midir? Hatta göz ile şöyle dursun, görünen şeyleri büyüten en büyük ve mükemmel aletler vasıtasıyla dahi gördüğünüz yoktur. ve görülemeyeceğini de teslime mecbursunuz.
İkinci olarak, o atomların hareket etmekte olduklarını duyularınızla his¬settiğiniz vaki midir? Nerede! Belki duyularla hissedilebileceğini dahi iddia etmezsiniz.

Demek oluyor ki şu madde ile nihayetsiz ihtizazların vücuduna kani ol¬manıza sizi sevk eden, duyularla algılanan bir burhan olmayıp sadece görülen tenevvüleri izah gayretidir. Hatta şu tenevvüler in keyfiyetini izah için daha garip iddialarda bulunuyorsunuz. Ezcümle, atomlara farklı eşkal isnadına da kalkıyorsunuz ki “Eşkallerinin farklı olması ile beraber atomların içtima etmesi, nihayetsiz suretlerin ve nevilerin zuhuruna menşe oluyor” diyebilesiniz.
Atomların kendilerini göremediğiniz halde eşkalini görebilmeniz katiyen mümkün olamaz.
Elhasıl, bu sözleriniz hep “neviler nasıl hasıl oldu” istifhamına karşı farz ve tahmine mebni olup sonradan düşünülüp uydurulan şeylerdir. Hiçbirisi duyulara ve müşahedeye müstenit değildir.
Bu halde, hani ya bize kemal-i tantana ile işittirmekte olduğunuz bir sözünüz ve kaideniz vardı? “Yalnız müşahede ve duyular vasıtasıyla ulaşılan şeyleri kabul ve teslim ederiz. Sair iddialara kulak asmayız.” diyordunuz.
İşte şu makamda duyular ve müşahede bulunmaksızın, kaidenizin hilafına olarak aklî ve nazarî delil ile istidlale mecbur olduğunuz görülür.
Gerçi bu ifadeden maksadımız bu şekilde aklî istidlalin esasını tezyif değildir.
Çünkü aklî istidlal, nezdimizde hidayet yolunun en vazıh yol işaretidir ve hakikatleri değerlendirebilen bütün meşhur hakimlerin de mevsuk bir miyarıdır.
Maksadımız şu beyhude lafügüzafın uhdesinden gelemediğinizi ve gele-meyeceğinizi ihtar etmektir. Hiç öyle olur mu? İnsanın görmediği ve işitme¬diği şeyleri katiyen inkar etmesi ve bundan dolayı ısrarda bulunması reva görülür mü? Hatta bir şeyin sübutuna dair -duyuların ve müşahedenin dela¬leti olmadığı gibi- akil delile dahi muttali olunmasa, yine de o şeyin vücudu mutlaka batıldır diye iddia sahih olmaz. Bilakis onun sübutunun ademine ve  hatta imtinaına delil kaim olmalıdır ki vücudunu inkara salahiyetimiz olsun .Çünkü adem-i delil ile delil-i adem arasını fark etmemek kadar cehalet tasav vur edemeyiz.
Ama “Biz atomlar ile ihtizazlarının eserleri olan alemin tenevvülerini gördüğümüz için, mecburen o eserlerin müessire delaletlerine kani oluyoruz.” diyecek olursanız, biz de deriz ki: İşte bizler de sair dinlerin müntesipleriyle beraber, şu kainatın harikaları olan kudret ve hikmet eserlerini müşahede ettiğimiz için Sâni’-i Alem’in kemal sıfatlarıyla muttasıf olarak mevcudiyetini tasdik ve itiraf ediyoruz.
Kendi meşrebinize uyan aklî istidlalinizi makul gördüğünüz halde, akıl cihetinden daha makbul olduğunu sarihen izah edeceğimiz, hakikati gösteren şu istidlali neden beğenmek istemiyorsunuz?

Hüseyin Cisri, Risale-i Hamidiye
Devamını Oku »