Sahabe Arasındaki İhtilaflara Genel Bir Bakış ve Tarihçilerin Durumu

Sahabe Arasındaki İhtilaflara Genel Bir Bakış ve Tarihçilerin Durumu

İlk başta şu hususun altını çizelim.Ehli Sünnet alimleri, konu hakkında bilgi edinmek,Sahabeye dil uzatanların görüşlerini çürütmek, bu hususta yazılmış kitapları tedris etmek vb. ihtiyaç durumları hariç Sahabe arasında cereyan eden hadiselerde tafsilata girmekten kaçınmanın vacip olduğu görüşündedirler Bizim ise şu günlerde bu mevzuya grmemiz, biraz tafsilata inmemiz, Kitab ve Sünnet nasslarının İşaret ettiği şekilde, ayrıca doğru tarihi bilgiler ve muteber alimlerimizin görüşleri ışığında bu konuyu enine boyuna tahkik etmemiz bir zorunluluk arzetmektadlr, tabii bu makale çerçevesinde bunu gerçekleştirebilmemiz biraz zor olduğu İçin bu konuya genel bir bakış atfetmekle yetineceğiz. Tafsilata İnmek isteyenler Faslul Hitab fi Mevagıfl'l-Ashab İsimli eserimize başvurabilirler.

Alimlerimiz ve Sahabe Arasındaki İhtilaflar

Bu meseleyle ilgili olarak yüzlerce İslam âlimi, görüş-lerini genel bir çerçeve İçinde ortaya koymuşlardır ve bu görüşlerin mazmunu ve mahsulü belli bir noktadadır. Bu sebeple Ehl-I Sünnet'ln önde gelen âlimlerinden sadece üç kişinin görüşlerini nakille İktifa edeceğiz ki bunlar İmam el-Gazzalî, İmam en-Nevevfive imam Ibn Hacer el-Heytemidlr. Nitekim mezkûr âlimlerin görüşleri Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu konudaki görüşlerinin âdeta bir hasılası ve özü niteliğindedir.

İmam el-Gazzalî (r.aleyh), el-iktisâd fi'l-l'tikâd adlı kitabında şöyle der:

"Bil ki insanlar arasında Sahabe ve Hulefa-i Raşidîn hakkında çeşitli şekillerde sınırları aşanlar olmuştur. Kimi Hulefa-i Raşidîn'e övgüde o derece ileri gitmiştir ki neredeyse onların ismetini İddia eder bir noktaya varmıştır. Kimi ise ta'n u teşni'e girişip Sahabe’ye [pervasızca] dil uzatmıştır. Sen sen ol bu iki zümreden olma ve İtikatta orta yolu tut !

“Bil ki, Allah’ın Kitabı, Ensar ve Muhacir hakkında [nice] övgüler içermektedir ve Hz. Peygamber'in de (s.a.v) tevatür derecesine ulaşmış bulunan ve farklı ifadelerle/lafızlarla onları tezkiye ettiği birçok hadisi bulunmaktadır. Mesela bu hadislerden bazıları şun-lardır: "Ashabım yıldızlar gibidir onlardan hangisine tabi olursanız hidayete erersiniz." "En hayırlı nesil benim dönemimde olanlar, sonra daha sonra gelenlerdir.” Onlar hakkında sahip olman gereken itikat budur. Yine onlar hakkında, hüsn-i zannın gerektirdiği hallere halel getirecek türden haberlerden ve su-i zandan uzak durman gerekir. Onlar hakkında rivayet edilen yergi türünden haberlerin çoğunluğu taassubun çocuğudur ve aslı astarı yoktur. Sahih bir şekilde sabit olmuş rivayetlerin ise mutlaka bir tevili de bulunmakladır, Tevilin olmadığı yerde de (insanoğlunun noksan ile malul olduğu kabilinden) akıl ve mantık bu kadar hata ve sürçmeyi tecviz eder.

"Muaviyenin Hz.Ali (Allah ikisinden de razı olsun) ile kıtali; Hz, Aişe'nln (r.anha) Basra’ya doğru yolu çıkması konusunda bilinegelen şudur: Hz, Aişe (r.anha) fitneyi dindirmek İsteğiyle yola çıkmıştır, ancak İşler yolundan sapmış ve kontrol kaybedilmiştir. Ne diyelim, bazen İşlerin akıbeti, öncesinde murad edilen İstikamette kalmıyor ve çığırından çıkabiliyor.

“Keza Muaviye'nln de, yaptığı işlerde, bir tevile tabi olduğunu, kendince hayırlı bir şeyleri hesab/murad ettiğini düşünmek gerekir. Bu minval haricinde rivayet edilegelen âhâd haberlerin doğrusu-yanlışı birbirine karışmıştır. Uydurma rivayetlerin çoğunluğunun kaynağında ise Rafiziler, Haricîler ve üstüne vazife olmayan meselelere dalmaya pek hevesli tufeyli tipler durur. Bundan dolayı sahihliği sabit olmamış her rivayet karşısında İnkârı kuşanman ve sabit olanlara da güzel bir tevil bulman gerekir. Tevile yol bulamayıp da tıkandığın an üzerine düşen, “Belki [bunun] bir tevili, meşru bir mazereti vardır da künhüne ben vakıf olamadım" demektir.

“Bil ki, bu makamda sen, ya bir Müslüman hakkında su-i zan besleyip, ona ta’n etmek ve yalancı konumuna düşmek ya da hüsn-i zan besleyip dilini ona ta'ndan uzak tutmak ve hatalı konumuna düşmekle karşı karşıyasın. Her halükârda Müslümanlar hakkında hüsn-i zanda bulunup hataya düşmek, onlara ta’n edip doğruyu ummaktan/bulmaktan daha selim bir yoldur. Mesela bir kimse Şeytan'a, Ebû Cehil'e, Ebû Leheb’e veya kötülerden herhangi bir kötüye ömür boyu lanet etmemiş olsa bile onun bu sükutu kendisine bir zarar vermez. Ama bir Müslümana, bir kerecik olsun, Allah katında beri olduğu bir şeyi isnad eder de ona dil uzatırsa kendisini helake arzetmiş olur. Üstelik insanlar hakkında bilinen kötü hasletleri dile getirmek cevaz bulmamış bir husustur. Zira şeriat gıybeti şiddetle menetmiştir. Dile getirilen şeyler, gıybeti edilen kişide muhakkak olsa bile bu durum yine de yasaklanmıştır.

“Bütün bu açıklamaları dikkatle okuyan kimse, tab(iyat)ında fuzulî işlere meyyal bir taraf yoksa, sükutu kendine düstur edinir ve ezcümle bütün Müslümanlar hakkında hüsn-i zannı elden bırakmaz, bütün selef-i salihin hakkında da dili ancak övgüye döner. Sahabe'nin geneli hakkındaki sözün/hükmün ana ekseni de bu çerçevededir.”

İmam en-Nevevî (r.aleyh), Şerh-I Müslim (15/144- 146)’da şöyle der:

“Osman (r.a)’ın hilafeti icmâ ile sahihtir ve mazlum olarak şehit edilmiştir. Onu öldürenler ise fasıktırlar. Zira katli gerektiren sebepler bellidir ve Osman’dan da katledilmesini gerektirecek hiçbir şey sadır olmamıştır; ayrıca Sahabe’den hiç kimse onun katline iştirak etmemiştir. Onu şehit edenler, birtakım seciyesiz kabile mensupları, birtakım rezil ve sefih kimseler ile barbar ayak takımıdır. Bunlar kendi aralarında hizipleşmiş ve onu öldürmek için Mısır'dan gelmişlerdir. Sahabîler onlara güç yetirememiş ve böylece Hz. Osman belli bir zaman muhasara altında tutulduktan sonra bu kimseler tarafından şehit edilmiştir.

“Hz. Ali (r.a)’ın da hilafeti icmâ ile sahihtir. Döneminin tek halifesidir ve ondan gayrı kimsenin [onun karşı-sında] halifeliği söz konusu değildir.

“Hz. Muaviye (r.a)’a gelince; adaletli, fazilet sahibi ve Sahabe'nin seçkinlerindendir. Hz Ali (r.a) ile aralarında vuku bulan savaş, her iki tarafın kendisine göre doğru yolda olduklarına inandıkları bazı sebeplere müstenittir. Allah hepsinden razı olsun, onların tamamı adalet sahibidirler. Aralarında vuku bulan şeyler, onların hiçbirinin adalet sıfatını düşürmemiştir. Zira onların hepsi ictihad etmiş/müctehid kimselerdir ve içtihada mahal olan noktalarda ihtilaf etmişlerdir. Bazı müctehidlerin bir takım kimselerin öldürülmesinin caiz olup olmadığı hususunda ve buna benzer meselelerde yaptıkları ictihadlar sonucu ihtilaf etmeleri gibi ki en nihayetinde bu durum onlara bir eksiklik getirmez.

“Şunu da bil ki, bu savaşların sebebi, [o günkü] hadi-selerin son derece karışık/kapalı, içinden çıkılmayacak derecede benzeşik olmasıdır. Bu kapalılık ve benzeşme sonucunda ictihadlarında ihtilaf etmiş ve sonuç olarak üç gruba ayrılmışlardır:

“Birinci grup; bunların içtihadına göre kendileri haklı-dırlar ve karşılarında duranlar ise baği taraftır. Bu durumda imamı destekleyip ona karşı çıkanlarla savaşmanın vacip olduğuna inanmışlar ve öyle de yapmışlardır. Nitekim bu düşüncede olan bir kimsenin adil imama yardımdan geri kalıp bağilere karşı savaşmaması inancı gereği caiz değildir.

ikinci grup; bunların tam tersine, hakkın kendi taraflarında olduğunu ve karşılarında duranların baği konumunda bulunduğunu, dolayısıyla onlarla savaşmanın vacip olduğunu, yine ictihadları sonucu, düşünenlerdir.

“Üçüncü grup; bu gruptakiler için mesele vuzuha kavuşmamış ve hangi tarafa katılmaları gerektiği noktasında işin İçinden çıkamayınca ne bu tarafa ne öteki tarafa katılmışlar, bilakis her iki taraftan da uzak durmuşlardır. Onların bu uzak duruşları/itizalleri onlar hakkında vacip olan bir durumdur. Zira bir müslümana karşı kıtale yeltenmek, ortada meşru ve apaçık sebepler olmadıkça haramdır. Şayet ictihadlarında iki taraftan birine katılmaları gerektiği sonucuna ulaşsalardı, haklı olan tarafa katılmak ve bağilere karşı savaşmaktan imtina edemezlerdi. Dolayısıyla Allah cümlesinden razı olsun hepsi mazurdurlar. Bu sebeple Ehl-i hak ve icmâ'ın kendileriyle akdolunduğu âlimler, onların şahitlikleri ve rivayetlerinin makbul, ayrıca adaletlerinin kâmil olduğu konusunda ittifak etmişler-dir. (İmam en-Nevevî’den alıntımız buraya kadardı.)"
Burada şu hususun altını çizmek isterim: Her iki tarafa katılmayıp fitneden uzak duran üçüncü grup Sahabe’nin kahir ekseriyetinin içinde olduğu gruptur. Nitekim Ibn Kesir el-Bidaye ve’n-Nihaye (7/265)'de Ibn Teymiyye Minhacu’s-Sünne (6/236)’da şöyle demişlerdir: Cumhur-u Sahabe’nin ve en faziletlilerinin fitneden uzak durduğu en sahih senedlerle sabit/malum olan bir husustur. Nitekim Muhammed b. Sîrîn’in şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Fitne ateşi tutuştuğunda, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Ashabı on bin kişi kadar idi; ancak savaşa karışanların sayısı yüz kişi, belki de otuz kişi değildi.”
Ibn Hacer el-Heytemî ise, es-Sevâiku'l-Muhrika isimli eserinde (214) şöyle der:
“Sahabe arasında meydana gelen hadiseler karşısında dilimizi tutmamız vaciptir. Bu hususta tarihçilerin mugalata nevinden haberlerinden ve özellikle de cahil Rafızîler ile bidat ehli bir takım kimselerin Sahabe’den herhangi birine ta’n amaçlı uydurmalarından olabildiğince uzak durmak lazımdır. Değil mi ki Hz. Peygamber (s.a.v): "Ashabım zikrolunduğu zaman dillerinize hâkim olun" buyurmuştur.

“Binaenaleyh bu konuyla ilgili herhangi bir şey duyan kimsenin, onu iyiden iyiye tahkik etmesi gerekir. Yoksa onlarla ilgili olarak bir kitapta bir şey gördü, ya da herhangi bir şahıstan bir şey duydu diye bunu hemencecik onlar hakkında sabit olmuş bir habermiş gibi kabul etmemesi, bilakis meseleyi iyice araştırması ve haberin sıhhati var mıdır yok mudur bundan emin olması lazımdır. [Sıhhatinden emin olduğu bir şeyi de] en güzel şekliyle tevil etmeli ve en güzel çıkış yollarına hamlet- melidir ki onlar, buna hakkıyla layık kimselerdir. Nitekim faziletleri ve emsalsiz hüsnühalleri söze hacet bırakmayacak derecede açıktır. Bu konuyu tafsil etmek ise hayli zaman ister.

“Aralarında vuku bulmuş münazaalar ve  muharebelerin de elbet bir tevil ve tefsiri vardır.

“Onlara dil uzatmak, onlara ta’n etmek ise, eğer Hz. Aişe’ye (r.anha) iftira etmek veya babası Hz. Ebû Bekir’in (r.a) sahabîliğini inkâr etmek gibi kat’î delillerle sübut bulmuş durumlara muhalif ise apaçık küfürdür. Yok eğer bundan maada bir dil uzatma söz konusu ise o zaman da bu [ilk dillendirenin, sonrasında her dillendirenin günahına ortak olacağı türden bir] bidattir ve fasıklıktır.”

Tarihçiler ve Sahabe ile ilgili Asılsız Rivayetler

Tarih kitaplarında Sahabe’ye ta’n eden ve onların şanına halel getirebilecek türden rivayetlerin çoğu yalan olup asılsızdır. Bu hususla ilgili olarak ilerleyen sayfalarda tarihçileri üç kısma ayıracağız.
Dikkat edilirse İmam el-Gazzalî, Ibn Teymiyye, Ibn Hacer el-Heytemî gibi âlimlerden naklettiğimiz yuka-rıdaki ifadelerin, tarih kitaplarında yer etmiş olan Sahabe hakkındaki ta’n ve ayıplayıcı haberlerin çoğunun yalan ve itimat edilemez olduğu noktasında birleştiği görülür, özellikle bu noktaya vurguda bulunmuşlardır. Zira tarihçiler, naklettikleri rivayetlerin tümünde doğru ve sağlıklı bir yol takip etmemişlerdir. Onlardan hiçbiri de konuyla ilgili rivayetlerinin dosdoğru, arı-duru tarihî gerçekler olduğunu söylemiş değildir. Dolayısıyladır ki bu hususta tarihçileri üçe ayırmak gerekmektedir:
1- Birinci grup, dindarlığın ve Allaha yaklaşmanın âdeta Sahabe ve selef-i salihini istihkar edici, onları küçük düşürücü türden hadisler peydahlamakla tamama erebileceğine kani olanlardır. Ebû Mihnef Lut b. Yahya, Hişam el-Kelbî bu grubun ilk misalleri. Murucu’z-Zeheb müellifi el-Mes’udî’yi ve el- Ya’kubî’yi de bu gruba ilhak etmek mümkündür. Şiâ ve Rafızîlerin, Sahabe ve Sahabe tarihi hakkında kitaplarına dercettikleri haberlerin neredeyse tamamı bu kabildendir.

Yine el-imâme ve’s-Siyase adlı eser de bu kabil olup ibn Kuteybe’ye nisbet edilmesi, Faslu’l-Hitab isimli eserimizde de açıkladığımız üzere tamamen asılsızdır.

2- İkinci grup tarihçiler ise İmam İbn Cerir et-Taberî, İmam ibn Asâkir, el-Hafız Ibn Kesir gibi dini bütün, emanet ve insaf ehli, ilim sahibi kimselerdir. Bunlar her mezhep ve meşrepten tarihçilerin haberlerini derlemeyi insafın ve emanetin bir gereği olarak görmüşlerdir. Mesela fanatik bir Şiî olan Ebû Mihnef Lut b. Yahya ile mutedil bir Şiî olan Seyf b. Ömer el-lrakî’nin rivayetlerini [göz önünde bulundurulsun ve bilinsin diye] kitaplarına almışlardır.

Bu grup, hepsinde olmasa bile rivayetlerinin çoğunlu-ğunda rivayetlerin senedlerini de kitaplarında zikret-mişlerdir. Ta ki herhangi bir araştırmacı/okuyucu riva-yetiyle birlikte o haberi rivayet eden ravinin de kim ve ne hal üzere olduğunu iyiden iyiye tahkik edebilsin ve eleştirisini de somut bir şekilde ortaya koyabilsin, işte böyle yapmakla sorumluluğu kendi uhdelerinden çıkardıklarına ve “Sorumluluk ravinin uhdesindedir”; “Sana bir şey isnad eden sana sorumluluk yüklemiştir” kaideleri fehvasınca bu sorumluluğu ravilere yük-lediklerine inanmışlardır. Nitekim mütekaddim “hadis hafızları/âlimleri", -ibn Hacer el-Askalanî’nin dedediği gibi- senedi zikretmeyi, haberin/metnin ne olup olmadığının beyanı [senedi, âdeta haberin aynası] ve [yer yer] içeriğine atf-ı nazardan müstağni kılacağını varsaymışlardır. Zira o dönemlerde “llm-i Isnad" kemalinin zirvesinde yaşamaktadır.

Yine bu grupta yer alan tarihçiler, nakletmiş oldukları tarihî haberlerde kesinkes doğruluk aramadıklarını açık bir şekilde ifade etmişlerdir.

Nitekim İmam et- Taberî tarih’inin mukaddimesinde şöyle demektedir: “Bu eserimde yer verdiğim geçmiş(tekiler)le ilgili, doğruluk namına aslı astarı olmadığı için okuyucuda nefret uyandıran, işitenin kulaklarını tırmalayan ve gerçekte doğruluk payı da bulunmayan bazı rivayetler, bilinmelidir ki bizim cenahımızdan gelmiş şeyler olmayıp, bilakis bazı nakilan-ı ahbardan tarafımıza ulaşmıştır ve biz de, bize her nasıl ulaştı ise öylece rivayet etmişizdir..."

Yine şöyle demiştir: “Bizim bu eseri telif ederken bu tür rivayetlere yer vermekliğimiz, ihticac ve istidlal kastına matuf değildir."

İbn Kesir de Tarih’inde Ebû Mihneften çokça nakiller-de bulunmuş ancak şu ihtarı da gözler önüne koy-muştur: “Ebû Mihnef, bir Şiî’dir, ümmetin nazarınca hadis konusunda “zayıftır (daîfu’l-hadis).” “Rivayet ettiği şeylerde, özellikle de Şiîlik konusundaki rivayetlerinde son derece güvenilmezdir (müttehemun).” El- Bidâye ve'n- Nihaye (81202-274)

İşte bu sebeplerle Ebû Mihnef ve el-Kelbî gibi ravilerin tarih kitaplarında isimlerinin geçtiğini görmekteyiz. Bununla beraber bu ikinci grup tarihçiler, sık sık haberin sahihlik, zayıflık ve uydurma olma gibi durumlarına dikkat çekmişlerdir. Ibn Kesir bu hususta en fazla paya sahip olanlardandır. Zira bazı rivayetlerinde “Bunun sıhhati yoktur”, “Bu münkerdir”, “Bu Sahabe’nin adaletine muhaliftir” gibi uyarılarını görmekteyiz.Bu tereke bize, bizim tarihimizdir diye ulaş(tırıl)mış değildir. Bilakis tarihimizin içinden satır satır süzülüp çıkarılacağı zengin bir araştırma kaynağıdır.

3. Üçüncü grup tarihçiler, hiçbir araştırma ve tahkik zahmetine katlanmadan, doğru mudur yanlış mıdır endişesini taşımadan şuradan buradan kotardıkları rivayetleri, metinlerini senedlerinden kopararak ve bunları sanki de müsellem tarihî gerçeklermiş gibi kitaplarına derceden ve böylelikle de insanların -hatta bazen en değerli âlimlerin bile- hakikat noktasında kafasını karıştıran kimselerdir, öyle ki -bu pek hoş, nahoş mu demeliydik- maharetleri sonucunda çoğu doğruluktan zerre miskal nasibini almamış uydurmalar, insanlar arasında ve hatta yer yer İlmî ortamlarda dahi tartışma götürmez gerçekler haline dönüşmüştür.

Suyûtî’nin Târihu’l-Hulafâ’sı, Şeblencî'nin uydurma rivayetlerle dolu olan Nuru'l-Absâriı, Türk tarihçi Asım Köksal’ın büyük hacimli İslam Tarihi bu grubun içinde anılacaklardandır. Örneğin Asım Koksal, İslam Tarihi adlı eserine ne bulduysa koymuştur. İlmî tahkikten hiç nasiplenmemiş dense sezadır, özellikle de Kerbela Vakası’na ayırdığı bölüm bu kabildir. Binaenaleyh bu üçüncü grup tarihçilerin eserlerinden ve içindeki rivayetlere itimattan şiddetle kaçınmak gerekir.
Tarihçilerin bu şekilde taksime tabi tutulmasının sebebine ve bunun Sahabe’yle ilgili boyutuna gelince: Sahabe arasında cereyan eden ihtilaflar, savaşlar ve ilgili hallerin tedvini, yani bu olayların yazıya geçirilmesi geç bir döneme denk gelir. Bu olayları tedvin edenlerin geneli de bidat ehli kimselerdir. Nasr b. Müzâhim el-Minkarî, Ebû Mihnef Lut b. Yahya ve onun tabakasından olan emsalleri gibi ki bunlar, özel anlamda Hulefa-i Raşidîn tarihini ifsat eden, genel anlamda da Sahabe tarihini çarpıtıp bulandıran kimselerdir. Bunlardan sonraki dönemlerde el-Ya’kubî, el-Mes’udî ve el-lmame ve’s-Siyase adlı eserin sahibi ve benzerleri gelir.

İşte sözünü ettiğimiz batıl rivayetler onlar nezdinde âdeta sıhhat bulmuş, aksi de batıl addedilmiş, bu da yetmezmiş gibi bu rivayetlere eklediklerini de eklemişlerdir.

... Hadis rivayetlerinde olduğu gibi tarihî rivayetlerde de cerh ve tadil'in hakkıyla işletilmemiş olması, tarih-çiler hakkında işaret olunması gereken bir başka önemli eksikliktir...

Bu tarihçilerin başında da Ibn Cerir et-Taberî gelmektedir. Sıffîn savaşı ile ilgili “ehl-i heva”nın ekmeğine yağ sürecek türden rivayetlerin tamamını Tarihine koymuştur.

Ondan sonra gelen el-Kâmil fı’t-Tarih sahibi Ibnü’l- Esir ve benzeri çoğu eski ve yeni tarihçiler de Hulefa-i Raşidîn tarihini işlerken ekseriya Ibn Cerir’in Tarihinden istifade etmişlerdir. Ancak bu istifade işlene metin ne de sened kritiği yapmadıkları gibi, kimin hakkında ve neler yazdıklarını da sorgulamamış, mademki Ibn Cerir rivayet etmiştir, [öyleyse doğrudur] deyu rivayet edilen haberin ne idüğünü pek önemsememişlerdir.

Buraya kadar anlattıklarımız Sahabe tarihine musallat olmuş arızaların bir bölümüdür. Maalesef bir çok çağdaş müverrih de bu hatalara düşmüştür, örneğin Haşan İbrahim Haşan Tarihu’l-lslâm, Muhammed Hıdır Beg Tarihu’d-Devleti’l-Emeviyye ve Tarihu’d- Devleti'l-Abbasiyye ’de ve bunlar gibi birçok tarihçi sözünü ettiğimiz maluliyet sebebiyle mahza tarihî hakikatleri anlamanın önünde bir engel olmuşlardır.

Son olarak, muhakkik âlimlerin araştırmacılara tavsiyesi, tarih kitaplarında görüp okudukları her habere kani olmamalarıdır. Hafız muhaddislerin sözleri ve rivayetleri hariç ki, eğer rivayetin senedini ve ravileri- nin hallerini açıklamış iseler, yahut sikâ kimseler onlardan rivayet etmişse durum değişir.

Sözün özü tarih kitaplarını okuyan kişinin son derece ihtiyatlı ve uyanık olması gerekir.

Sahabe Arasında İlk ihtilaf Noktası

İslam tarihi kitaplarına muttali olanlar bilirler ki Sahabe arasında ihtilafa sebep olan ve bilahare tatsız hadiselerle sonuçlanan ilk olaylar, Hz. Osman’ın katli meselesi ve Hz. Ali'nin hilafeti karşısında bazı kimselerin ihmalkâr davranmasıdır. Buna sebep de Hz. Osman’ın kanının yerde kalmaması talebi ve katillere bir an önce hak ettikleri cezanın verilmesi isteği olmuştur.

Zira aralarında Hz. Aişe, Talha, Zübeyr, Muaviye ve başka kimselerin de olduğu -Allah hepsinden razı olsun- Sahabe'den bir grup Hz. Osman’ın katillerinin izinin sürülmesi ve bir an önce bulunarak Allah’ın emri gereği kendilerine kısas uygulanması gerektiğine inanıyorlardı. Sahabe arasında, Hz. Ali’nin Hz. Osman’ın katillerini koruduğunu ve onların kısas gereği öldürülmelerine engel olduğunu düşünenler de olmuştur.

Bunun yanı sıra Hz. Ali ve beraberindekiler ise bu işin bu kadar kısa bir sürede yapılabileceği kanaatinde değillerdi. Katillerin yakalanabilmesi için, buna güç yetirebilecekleri bir ortamın oluşması gerektiğine inanan Hz. Ali, kendisinden Hz. Osman'ın katillerine hemen kısas uygulamasını isteyenlere şöyle diyordu: “Bizim onlara değil, onların bizlere hâkim/baskın olduğu bir güruha neyleyim? İşte köleleriniz bile onlarla birlikte ayaklandı; bedevileriniz/köylüieriniz dahi onlarla birlikte sabitkademler. Aranıza karışmış durumdalar ve sîzlere diledikleri şekilde kötülük etmekten geri kalmıyorlar." (Bkz. Ibn Esîr, el-Kâmil, 9/195)

... Hz. Ali kendisine biat edildikten sonra Hz. Osman'ın katilleri hususunda yapılması gerekeni, şu iki sebebe müstenit olarak geciktirmiştir:

1-Hz.Ali bu işi yapabilmeleri için insanların birleşme­si ve aralarında ittifakın tam olarak sağlanmasını beklemiştir. Zira Hz. Ali, isyancıların ve taraftarlarının sayıca çokluğu ve kendi ordusuna da karışmış olduk­ları gerçeğinden hareketle, bu işe hemen girişmesi halinde, Müslümanların birliğini ve düzenini sağlayan hilafet müessesesinin de sarsılacağına ve daha büyük zararlara yol açılacağına inanmıştır.

2-Hz.Ali, Hz. Osman’ın velilerinden birinin gelip onun kan hakkını talep etmesini ve böylece şeriatin hükmü neyi gerektiriyorsa öylece hüküm vermeyi beklemiştir. Zira yalın bir söz ya da tahkik edilmemiş bir fiil sonucu veya velinin/davacının şikâyeti olma­dan, davalının da savunmasına kulak verilmeden ve deliller açık bir şekilde ortaya konulmadan hüküm vermenin İslam’da yeri yoktur.

Hz. Ali, kendisine biatin tamamlanmasından sonra illere valilerini tayin etmiş, ancak bazı bölge ahalileri onun gönderdiği valilere, Hz. Osman'ın katillerini öldürmeden size biat etmeyiz, diyerek biattan geri durmuşlardır.

Hz. Muaviye de Hz. Ali’ye biattan imtina edenler­dendir. Fakat onun biat etmemesinin sebebi, hilafet hususunda bir hak iddia ettiği, yahut Hz. Ali’nin hali­feliğine karşı çıktığı için değildir. Zira hiç kimse Hz. Muaviye'nin böyle bir sebepten dolayı biattan kaçındığını rivayet etmemiştir. O ve kendisiyle bir­likte Amr b el-Âs gibi bazı kimseler, ehl-i hail ve’l- akd olan Sahabelerin farklı beldelere yayılmaları ve çok azının bu biata katılmış olmaları nedeniyle Hz. Ali’ye yapılan biatin geçersiz olduğunu düşünmüş­lerdir. Biat ise ancak ehl-i hail ve’l-akd’in tamamının ittifakıyla mümkündür...

Hz. Muaviye ve diğer bazı kimseler henüz daha Müslümanların bir kaos içinde bulundukları, önce­likte Hz. Osman'ın katillerinin hakkından gelinmesi ve daha sonra bir baş seçilmesi gerektiği kanaatini taşımışlardır. Yine Hz. Osman gibi bir insanın kanı­nın yerde bırakılmasını ve katillerinin bulunması işi­nin geciktirilmesinin imamet/hilafet müessesesine halel getireceğini ve dileyenin dilediği zaman Müslümanların kanını akıtmaya cüret etmeye götü­receğini düşünmüşlerdir.

Bu görüş ayrılıkları, aynı zamanda Cemel ve Sıffîn vakalarının yaşanmasına bir mukaddime olmuştur.

Cemel Vakası

Kısaca Cemel vakası şöyle gelişmiştir:

Teşrik günlerinden sonra, Hz. Osman öldürüldüğünde, mü’minlerin anneleri olan Hz. Peygamber (s.a.v)’in hanımları, fitneden uzak kalmak için o yıl hacca gitmişlerdi, insanlar arasında Hz. Osman’ın katledildiği haberi yayıldığında haclarını tamamlamış ve Mekke’den Medine’ye doğru yola çıkmış bulunan ümmehat-ı mü’minin, insanların ne yapacağını ve ortalığın yatışmasını beklemek üzere Mekke’ye geri dönmüşlerdir. Hz. Talha ve Zübeyr de Hz. Ali’ye biat edildikten sonra umre için kendisinden izin istemiş ve o da kendilerine izin verince Mekke’ye doğru yola çıkmışlar, büyük kalabalıklar da onların peşisıra hareket etmiştir. Yolda Hz. Aişe ile karşılaşmışlar ve Basra’ya gidip Müslümanlar arasında birliği sağlamak ve onları tek bir çatı altında toplayıp kargaşa sonucu birbirlerine karşı savaşmalarını önlemek ve bilahare Hz. Osman’ın kan hakkını talep etmek ve katillerini öldürmek üzere ittifak etmişlerdir.

Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr’in Basra’ya gittikleri haberi Hz. Ali’ye ulaşınca bunu kendi idaresine karşı bir hareket olarak görmüş: onlarla anlaşmak ve ittifak yapmak üzere Basra’ya gitmiştir. Basra’ya vardıkla-rında değerli sahabî el-Ka’ka’ b. Amr et-Temimî iki taraf arasında hakemlik ve arabuluculuk görevini üst-lenmiş, iki taraf da bunu kabul etmiş ve Hz. Osman’ın katillerine kısas uygulamak üzerinde anlaşmışlardır. Gönüller yatışmış ve o geceyi daha önce geçirmedikleri en hayırlı gecelerden biri olarak geçirmişlerdir. Aralarında Abdullah b. Sebe münafığının da bulunduğu Hz. Osman’ın katilleri olan fitneciler güruhu ise geçirebilecekleri en kötü geceyi yaşamışlardır. Bütün geceyi de tartışarak ve ne yapabileceklerini müzakere ederek geçirmiş ve en sonunda gizlice bir savaş çıkarmak hususunda anlaşmışlardır. (Bkz. Taberî, et- Tarih, 5/202); ibn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/38)

ibn Teymiyye, Minhacu's-Sünne adlı eserinde şöyle demektedir: “Ehl-i ilim bilirler ki, işin başında ne Talha ile Zübeyr, Ali’ye karşı, ne de Ali onlara karşı savaşmak niyetindeydi. Ne var ki, Cemel vakası ne Ali'nin ne de onların iradesi doğrultusunda gelişti. Zira onlar sulh için bir araya gelmiş ve Hz. Osman’ın katillerine gerekli cezayı vermek üzere ittifak etmişlerdir.

Ne var ki Hz. Ali’nin ordusu içinde bulunan katiller, daha önce yaptıkları gibi tekrardan yeni bir fitne alev-lendirmek üzere kendi aralarında anlaşmışlar ve Talha, Zübeyr ve onlarla birlikte olanlara saldırmışlardır. Onlar da kendilerini savunmak amacıyla karşılık vermişlerdir. Fitneciler, Hz. Ali’ye, ilk saldırıyı Talha ve Zübeyr ile taraftarlarının başlattığı izlenimi vermişler, o da kendini savunmak amacıyla karşı tarafa hamle yapmıştır. Böylece iki tarafın da amacı kendini savunmak, saldırıları boşa çıkarmak olmuştur, savaşı başlatmak değil. Bu meseleyi Siyerle iştigal eden ilim ehli birçok kimse böylece nakletmiştir.”

İşte bu fitne böylece alevlenmiştir, ilk fitneyi Hz. Osman’ı öldürmekle çıkaranlar, bu olayın öncesindeki ve sonrasındaki fitnelerin de elebaşıdır. Cemel vakasının özeti budur.

Sıffîn Vakası

Hz. Ali (r.a) Cemel vakasından sonra Basra’dan Kufe’ye doğru yola çıkar ve 12 Recep Pazartesi günü Kufe’ye varır. Cerir b. Abdullah el-Becelî’yi, Şam’da bulunan Muaviye’ye gönderir ve onu itaate davet eder. Muaviye de Sahabe’nin önde gelenlerini, ordu komutanlarını ve Şam’ın ileri gelenlerini toplayıp Hz Ali'nin talebi konusunda kendileriyle istişare eder. Onlar da: “Hz Osman’ın katillerini öldürmediği ya da onları bizlere teslim etmediği müddetçe ona biat etme” derler. Cerir, bu haberle Hz. Ali’nin yanına döner. O da Kufe’de yerine Ebû Mes’ud Ukbe b. Amir’i bırakıp Şam’a doğru yola çıkar ve -Irak’tan gelirken Şam’ın ilk yolu- olan en-Nahîle mıntıkasında kamp kurar. Her ne kadar bazı kimseler Kufe’de kalıp başka binlerini Şam’a göndermesini salık vermiş olsa da Hz. Ali bunu kabul etmez. Bu arada Muaviye, Hz. Ali'nin hazırlık yapıp bizzat ordusunun başında onunla savaşmak üzere yola çıktığı haberini alır. Bazı kimseler, Muaviye’ye, onun da bizzat ordusunun başında yola çıkmasını salık verirler ve o da öyle yapar. Şam orduları Fırat nehrine yakın Sıffin nahiyesine varırlar. Hz. Ali de ordusuyla o bölgeye doğru yönelir ve savaş Hicri 36 senesi Zilhicce ayında başlar. Hicri 37 senesi Muharrem ayında sulh olur ve savaş son bulur.

Bu savaşın kayda değer en önemli özelliği her iki tarafın da savaştaki asil cesaretleri ve barış sonrası birbirlerine karşı gösterdikleri asil tavırlardır. Yine bu savaşta Hz. Ali tarafında olan Ammar b. Yasir de öldürülmüş ve onun ölümüyle birlikte Muaviye’nin hata üzere olduğu ortaya çıkmıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v) Ammar’a: “Seni baği topluluk öldürecektir” buyurmuştur. Ammar (r.a)’ın cenaze namazını her iki taraf da kılmıştır.

ibn Hacer el-Askalanî şöyle demektedir: “Ammar'ı baği taifenin öldüreceğine dair Hz. Peygamber (s.a.v)’den nakledilen hadisler mütevatir derecesin-dedir. Yine âlimler, Ammar (r.a)'ın SıffTn vakasında ve Hz. Ali taraftan olarak öldürüldüğü hususunda ittifak etmişlerdir."

Daha sonra iki taraf tahkim hususunda anlaşmışlar; Hz. Ali tarafını Ebû Musa el-Eş’arî ve Hz. Muaviye tarafını da Amr b. el-Âs temsil etmiştir. Tahkim için Hicri 37 senesi Sefer ayının 13’ünde bir karar metni tahrir edilmiştir. Bu karara göre hakemler, Devmetu’l-Cendel bölgesinin Ezrah denen mevkiinde ve Ramazan ayında vermiş oldukları kararı açıklayacaklardır.

Hakemler anlaşılan yerde bir araya gelmiş ve iki taraf arasındaki şiddetli ihtilaflar sonucunda kararı Bedir Ehli’nden olan ve Sahabe'nin büyüklerinden diğer bazı kimselerin istişaresine bırakmak üzere anlaşmışlardır. Ebû Bekr b. el-Arabî'nin el-Avasım Mine’l-Kavasım’da; ibn Hacer el-Askalaninin de Fethu’l-Barî’de dediği gibi hakem olayı bu şekilde sonuçlanmıştır.

Tarih kitaplarında anlatılan, iki hakemin de Hz. Ali ile Hz. Muaviye'yi halifelikten azletmek üzere anlaştıkları, Amr b. el-Âs'ın, Ebû Musa el-Eş’ariye önceliği verip onun Hz. Ali’yi azlettiği ama Amr'ın Muaviye'yi azletmediği ve böylelikle hile yaptığı, Ebû Musa’yı kandırdığı şeklindeki rivayetler aslı astan olmayan yalanlardır. Bunlar da katmerli bir yalana olan Ebû Mihnef Lut b. Yahya’nın rivayetleridir.

İki Taife Hakkında Varit Olmuş Hadisler

Hz. Peygamber (s.a.v)’in Ashabının genel ahvaline; ihtilaf esnası ve sonrasında her iki taifenin birbirlerine karşı tavırlarına ve de Hz. Peygamber’in iki taifeyle ilgili varit olmuş hadislerine muttali olan kimse şunu hakkıyla anlar ki her iki taraf da, her ne yapmışlarsa bunu davalarına iman ile ve bütün ihlaslarıyla yapmış; yaptıklarından geri kalmanın caiz olmadığına, bilakis ifası gereken dinî bir vecibe olduğuna inanmıştır. Taraflardan hiçbiri de ne dünyevî bir menfaat ne de şahsî bir çıkar elde etmek garazıyla hareket etmiş değildir.

Aynı şekilde, her iki tarafa iştirak etmeyip savaşlardan uzak duran üçüncü taifenin de bunu imanları ve ihlasları gereği yaptıklarını ve bunu yaparken onların da dinî saiklerle hareket ettiğini anlar. Nitekim onların her iki taifeden de uzak duruşları ne korku ve korkaklıktan ne de güçsüzlük ve aczi- yetten kaynaklanmıştır.

Yine şunu da anlar ki her üç taife, bu kararlarına, doğru olduğuna inandıkları ictihadları sonucu varmış, ondan sonra dilleri ve duruşlarıyla bu kararlarını müdafaa etmişlerdir.

Son olarak da şunu anlar ki,her üç taifenin yeki diğerini ne tekfir etmiş ne de dalalet ve fısk ile itham etmiştir. Bilakis sadece hatalı olduğunu söylemiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v)’den bu konuda varit olmuş hadislerin bazıları ise aşağıdaki gibidir:

Hz. Hasan (r.a) hakkında Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Benim şu torunum bir sey- yid/efendidir. Umulur ki Allah Teâlâ onunla iki Müslüman taifenin arasını ıslah eder.” (Buharî, Kitabu’l-Fiten, Hadis no: 7109)

Hz. Hasan’ın aralarını ıslah etmiş olduğu iki taife ise Hz. Ali ile Hz. Muaviye'nin taifesidir. Hz. Peygamber (s.a.v) söz konusu bu hadisinde her iki taifeyi de Müslümanlar olarak anmış; onlardan herhangi bir taraf hakkında cerh’i çağrıştırır bir tanımlama kullanmamıştır. Oysa ki Haricîleri tanımlarken, diğer bazı hadislerde görüleceği gibi onların (okun yaydan çıkacağı gibi dinden) çıkacaklarını belirtmiştir. Yine Hz. Peygamber (s.a.v) bu hadisinde, sulha vesile olması, bunu gerçekleştirmesi dolayımında Hz. Hasan’ı övmüştür. Hz. Hasan'ın yaptığı ise halifeliği Muaviye’ye bırakmasıdır. Dolayısıyla hadis, halifeliğin Muaviye’ye bırakılması ve Muaviye’nin halifeliğine de bir övgü niteliği taşımaktadır... diyebiliriz.

Yine Hz. Peygamber (s.a.v): “Davaları (davetuhuma) aynı olan iki büyük topluluk birbirleriyle büyük bir savaş yapmadıkça kıyamet kopmayacaktır” buyurmuşlardır. (Buharî, Hadis no: 7121) Bir rivayette ise “Davaları (davahuma)” şeklinde geçmektedir.

Âlimler bu hadiste geçen savaşı, Hz. Ali ile Hz. Muaviye toplulukları arasında cereyan eden savaşa yormuşlardır. Hadiste geçen “dava ya da davet” keli-melerinden murad ise her iki tarafın da kendilerinin hak üzere olduğu davasını gütmesi ve insanları buna davet etmesidir. Yoksa bundan murad, ibn Hacer’in de Fethu’l-Barî’de belirttiği gibi [bir taraf Müslüman diğer taraf kâfir şeklinde bir] Müslümanlık iddiası değildir. Eğer murad bu olsaydı Hz. Peygamber, “davaları aynı olan" demek yerine “dinleri bir olan” ya da yukarıda geçen Hz. Hasan’la ilgili hadisinde de olduğu gibi, “iki Müslüman taife...” derdi.

Diğer bir hadisinde Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Müslümanlardan bir topluluğun ara-sından bir taife, okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacak ve onu iki taifeden, hakka daha evla olan taife öldürecektir.” (Müslim, Hadis no: 1767) Ayrıca şöyle buyurmuştur: “Ümmetim iki gruba ayrılacaktır ve ara-larından okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkan bir taife zuhur edecektir ki o taifeyi hakka daha evla olan taife öldürecektir.” (Müslim, Hadis no: 1768)...

Hadislerde geçen ve dinden çıkacakları belirtilen topluluk Haricîlerdir. İki taifeden hakka daha evla, daha yakın olan, kısacası haklı taraf Hz. Ali ve beraberindekilerdir. Yine bu hadislerde Hz. Peygamber, Haricîleri dinden çıkmakla tavsif etmiş, ama diğer iki taifeyi böyle vasıflandırmamıştır. Bilakis bir tarafın hakka daha yakın olduğunu açık bir şekilde, diğer tarafın da bir parça haklı olduğunu zımnen ifade buyurmuştur. İşte Ehl-i Sünnet’in bu konudaki kanaati de budur: Yani haklı olan Hz. Ali taifesidir. Muaviye taifesi ise baği olan taraftır. Ancak baği olmalarının arkasında ictihadları yatmaktadır. Dolayısıyla onların baği olmaları, kendilerini ne küfre sokmuş, ne de din-den çıkarmıştır.

Hz. Ali’nin İki Taife Karşısındaki Konumu

Hz. Ali, her iki tarafa katılmayıp da savaştan uzak duran sahabîlerin konumlarını övgü ifadeleriyle anmıştır. Nitekim Sıffîn gecelerinde şöyle demiştir: “Abdullah b. Ömer ile Sa'd b. Malik [Sa’d b. Eb? VakkasJ’ın konumu ne güzel bir konumdur. Eğer doğru (birr) ise bu konumun sevabı şüphesiz ki çok büyüktür, yok eğer yanlış (ism) ise şüphesiz ki tehlikesi basittir.” (Bkz, Mecmau’z-Zevâid, 7/246; Taberanî, el-Mu'cemu’l-Kebir, 7/446)

Keza Hz. Ali’nin şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Bizim ve onların ölüleri cennettedirler. Akıbet iş/sorumluluk gelir bana ve Muaviye'ye dayanır.” (İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, 8/727; İbn el-Ca’d, Müsned, Hadis no:2092)

Başka bir rivayette Hz. Ali’nin şöyle dediği nakledilir: “Benim ve Muaviye’nin ölüleri cennettedir.” (Bkz, Mecmau’z-Zevâid, 9/353; Taberanî, el-Mu’cemu’l- Kebir, 19/1069)

İbn Teymiyye Minhacü’s-Sünne (4/467)’de şöyle der: “Hz. Ali ile Ammar [b. Yasir]’in, Şam ehlinin ölüleri hakkında, ‘onların hepsi Müslümandır, sakın ola ki savaştan kaçan birini takip etmeyin, yaralılara kötü davranmayın ve sakın ola ki hiçbir malı ganimet almayın’ dedikleriyle ilgili rivayetler son derece fazladır."

Yine ibn Teymiyye Minhacü’s-Sünne (6/209)’da şöyle demektedir: “Hz. Ali (r.a), oğlu Hasan’a şöyle demiştir: “Hasan! Ey Haşan! Baban bu işin bu noktaya varacağını asla düşünmez idi. Baban diler idi ki bu günleri göreceğine yirmi yıl önce ölüp gitmiş olsun." Benzeri sözleri, Cemel vakası sonrasında da söylediği rivayet olunmuştur.

Ayrıca Hz. Ali’nin Sıffîn’den döndükten sonra sözlerinin ve olaylara bakışının değiştiği de bilinmektedir.

Nitekim şöyle dediği nakledilir: “Muaviye'nin idareciliğini kerih görmeyin. Eğer onu yitirecek olsaydınız, başların omuzlardan nasıl uçuştuğunu da elbet görürdünüz."

Abdullah b. Ahmed es-Sünne (223)'te rivayet etmiştir. Ayrıca bkz. ibn Teymiyye, Mecmuu’l-Fetava, 35/54.

Yine Hz. Ali'ye, Muaviye’nin idareciliği soruldukta: “Muaviye size galip gelecektir” dediği, kendisine: “Peki ona karşı savaşmayalım mı?” diye sorulduğun­da da: “Hayır! iyi (birr) olsun kötü (facir) olsun Müslümanlara bir baş/emir mutlaka lazımdır” dediği rivayet olunmuştur. İbn Ahmed, es-Sünne, 223; Mecmau’z-Zevaid, 51779.

Hz. Ali’ye, iki taraftarının Muaviye’ye hakaret ve Şam ehline lanet ettikleri haberi ulaştığında onlara, “Bana haber edilen bu fiilinizden geri durun” diye haber gön­derdiği, onların da Hz. Ali’ye gelip, “Ey müminlerin emiri! Biz, hak onlar ise batıl üzere değiller mi?" diye sordukları, Hz. Ali’nin de, “Evet, korunmuş [kutlu] Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki biz hak üzereyiz” dediği, onlar, “Peki, neden bizi onlara sövüp lanet etmekten menediyorsun?” dediklerinde ise Hz. Ali’nin, “Lanetçi olmanızı kerih gördüm, illa bir şey diyecekseniz, ‘Ya Rab! Kanlarımızın ve kanlarının dökülmesine mani ol, aramızı ıslah et, onları delalet­lerinden döndür ki hak ile batılı birbirinden ayırabil­sinler, fitneye karışmış olanları da pişman olup bun­dan el etek çekebilsinler’ deyin” dediği rivayet olun­muştur. (Bkz. el-Ahbaru’t-Tivâl, 155).

Diğer taraftan Hz. Ali’nin kunût(duasın)da Muaviye ile Amr b. el-Âs’a lanet okuduğu; Hz. Muaviye’nin de kunûtunda Hz. Ali, Haşan, Hüseyin ve ibn Abbas’a lanet okuduğu türünden rivayetler yalan dolandır, ibn Kesir böyle bir rivayetin akabinde şöyle der: “Bu kesinlikle doğru değildir.” Bunlar, katmerli bir yalancı olan Ebû Mihnef ve zayıf bir ravi olan şeyhi Ebû Cenab el-Kelbî’nin rivayetlerindendir.

Hz. Muaviye’nin Hz. Ali Karşısındaki Konumu

Hz. Muaviye, mü’minlerin emiri Hz. Ali’ye nihai dere­cede hürmet göstermiş ve onun üstünlüğünü hakkıy­la bilmiş, takdir etmiştir. Biat meselesinde gecikmesi durumu hariç -ki bunun da sebebi Hz. Ali’nin, Hz. Osman’ın katillerine kısas uygulamada yahut onları kendisine teslim etmede gecikmesidir- ona karşı en güzel bir hal üzere olmuştur.

Yahya b. Süleyman el-Cu’fî, Ya’la b. Ubeyd’den, o da babasından rivayetle şöyle demiştir:

“Ebû Müslim el-Havlânî ve bir grup insan Muaviye’ye gelip, “Sen Ali ile rekabet mi ediyorsun, yoksa onun misli/dengi misin?" dediler. Muaviye ise onlara şöyle dedi: “Hayır vallahi, ben şunu hakkıyla bilirim ki o hem benden daha üstündür hem de hilafete benden daha ziyade layıktır. Ama bilmez misiniz ki Osman zulmen öldürüldü ve ben de onun amcaoğluyum ve onun kan hakkını taleb ediciyim (edecek olan da benim). Gidin kendisine bana Osman'ın katillerini teslim etmesini söyleyin ben de ona baş ile göz üzerine itaat edeyim.” Onlar gidip de Hz. Ali ile bu meseleyi konuştuklarında, Hz. Ali kendilerine Hz. Osman’ın katillerini teslim etmedi.” İbn Kesir, el- Bidaye ve'n-Nihaye, 8/128; Zehebî, Siyanı Alami’n- Nübelâ, 3/140’de bu rivayeti nakletmişlerdir ve siyer (ilmi) muhakkikleri, “bu rivayetin ravileri sika kimselerdir” demişlerdir.

Hz. Muaviye'nin Hz. Ali (Allah ikisinden de razı olsun) hakkındaki sözlerinden biri de, Ukayl b. Ebî Talib’in, Hz. Ali’nin takvasına dair bazı şeyler anlattığında ona söylemiş olduğu şu sözleridir: “İnkârı na-mümkün şeyler söyledin. Allah Hasan'ın babasına rahmet etsin. Kendisinden öncekileri geçti ve kendisinden sonra gelenleri de [takva konusunda ona ulaşmaktan] aciz bıraktı.” Yine şöyle demiştir: “Heyhat! Heyhat ki analar Ali gibisini doğurmaktan acizdir [artık].” İbn Ebi'l- Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belağa^10, 254-253.

Hz. Muaviye, Hz. Ali’nin zühdünü tarif ederken şöyle demiştir: “O ki beytülmalleri süpürür, oralarda namaz kılar ve o ki, ‘ey sim u zer, ey sim u zer! Gidin benden başkasını arayın (sizinle işim olmaz)’ der idi.” İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 8/73; İbn Asakir, Tarihu Dımeşk, 6/109.

Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a), Muaviye’ye: “Ben, Resûlullah (s.a.v)’in şöyle dediğini duydum: “Ali hakla beraberdir yahut (Ali ve hak) nerede olurlarsa olsunlar hak Ali ile beraberdir” deyince, Muaviye: “Bunu kim(ler) duydu?” diye sordu. Sa’d da: “Resûlullah bunu Ümmü Seleme’nin evinde söyledi" dedi. Muaviye derhal Ümmü Seleme’nin evine birini gönderdi ve bunu kendisine sordurdu. Ümmü Seleme: “Kuşkusuz Allah Resûlü bunu benim evimde söyledi” dedi. Bunu duyan Muaviye, Sa’d’a: “Bugün gözümde kınanmaya değer olduğun kadar hiç olamamıştın” dedi ve sözünü şöyle tamamladı: “Eğer bunu Resûlullah (s.a.v)’in (dediğini) daha önce işitmiş olsaydım ölünceye kadar Ali’ye hizmetkâr olurdum." İbn Asakir, Tarihu Dımeşk, 59/142.



Rihle Dergisi/Sahabe Sayısı

Muhammed Salih Ekinci
Devamını Oku »

Tarihte Sünnetin Hüccet Değerine Dil Uzatanlar

Daha önce de belirtildiği gibi Sünneti terkedip sadece Kur'anla yetinmek mümkün değildir. Keza İslam'ın öğretilerine bağlılık iddiasıyla Sünnetin delil oluşunu inkar etmeyi bağdaş­tırmak da mümkün değildir.

Ancak bazı insanlar, meseleleri kavrayamamakta, hatta be-dîhî konulan bile İdrak edememektedirler. Sünnet-i Nebeviye konusunda da durum bundan farklı değildir.

Nitekim sahabe (radiyallâhu anhum) döneminde de Sün­netin teşriî değerini takdir edemeyenler olmuştur.

Hasan [el-Basrî] der ki: İmrân b. Husayn, Peygamber (S.A.V.)'in Sünnetinden bahsettiği bir sırada adamın biri "Ey Ebu Nuceyd! bize Kur'an'dan bahset" dedi. İmrân cevaben şöyle dedi: "Sen ve arkadaşların Kur'an'ı okuyor musunuz? Bana namazdan ve namazın içindeki hususlardan ve namazın hükümlerinden bahseder misin? Yine bana altın, deve, sığır ve diğer mallann zekatından bahsedebilir misin? Ancak ben bun­lara -Sünnette- şahit oldum fakat sen kaybettin." İmrân sonra şöyle dedi: "Allah Rasûlü (S.A.V.) bize zekatta şunlan farz kıl­dı." Bunun üzerine adam şöyle dedi: "Beni ihya ettin, Allah da seni ihya etsin." Hasan der ki: "O adam, müslümanların fakih-lerinden biri olarak vefat etti.[1]

Öyle anlaşılıyor ki bir benzer problemi de Umeyye b. Halid yaşamıştır. O, bütün meselelerin çözümünü sadece Kur'an'da bulmaya çalışıyordu. Abdullah b. Ömer'e şöyle der: Biz ika­mette ve korku halinde kılınacak namazlann Kur'an'da yer aldı­ğını görüyoruz ancak, yolculuk halinde kılınan namazı Kur'an'da göremiyoruz? Abdullah cevaben şöyle der: Ey karde­şimin oğlu, Allah Hz. Muhammed (S.A.V.)'i hiçbir şey bitmedi­ğimiz bir anda bize gönderdi. Biz sadece Allah Rasûlünün yap­tığı şeyleri yapıyoruz.[2]

(Rivayetlerden) anlaşıldığına göre zamanın ilerlemesiyle Problemlerini sadece Kur'an ışığında çözmek isteyenlerin sayısı da artmıştır. Hatta Eyyûb es-Sahtiyânî (68-131) şöyle demiştir: Kendisine Sünnetten bahsettiğinizde "bırak bunları, bize Kur'an'dan bahset" diyen biri bilmiş olun ki haktan sapan ve saptıran bir kimsedir. [3]

Öyle anlaşılıyor ki, zikrettiğimiz bu kimseler, herhangi bir fırkayı ya da kollektjf bir yönelişi temsil ediyor değillerdi. Aksine bunların (sinirli) ferdî tutumlar olduğu anlaşılmaktadır. Ve muh­temelen bu kimselerin sayısı zamanla daha da artmıştır.

Dr. Mustafa el-A'zamî Dirâsâtun fi'l-Hadisi'n-Nebevî ve Ta­rihi Teduinihi adlı değerli eserinde şöyle der:

"Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var.  O da .sözkonusu akımın bütün İslam ülkelerinde yaygın olmayıp ge­nelde Irak yöresinde mevcut olmasıdır. Zira İbni Hibbân'ın da belirttiği gibi İmrân b. Husayn Irak'ta bulunuyordu. [4]Keza Eyyûb es-Sahtiyânî de Basra'da ikamet ediyordu. [5]

Öyle "anlaşılıyor ki Şafiî'nin zikrettiği Sünnetin hücciyyetini inkar edenlerde genelde Basralı kimselerdir. [6]

Bu tarihî veriİer ışığında şunu söylemek mümkündür: Ta­rihte Sünnetin hüccet değerini inkar akımı genelde Irak'a özgü bir olaydır.

Sahabe döneminde bazı şahısların Sünnetin hüccet değe­rini takdir edemediklerini gördük. Ancak daha önce de belirtil­diği gibi bu olaylar ferdî olarak kalmış daha sonra yaygınlaş­mıştır.

Neticede hicri ikinci asnn sonlarına doğru İmam Şafiî'nin el-Umm'da belirttiği gibi[7] Sünneti teşrî kaynağı olarak kabul etmeyen küçük bir fırka zuhur etmiştir. Şafiî bu fırkayla ilgili de­ğerlendirmeyi "Bütün haberleri reddeden fırkanın görüşlerinin nakli" başlığı altında verir. Şafiî'nin belirttiğine göre[8] mütevatir dışındaki hadisleri reddeden bir fırka daha bulunmaktadır. Şafiî bunlarla İlgili değerlendirmeyi de "Haber-i hassayı reddedenle­rin görüşlerinin nakli"[9] başlığıyla verir. Bu sonuncu görüş Mu­tezileden Nazzâm'a nisbet edilmiştir.

Sözün özü şudur: Geçmişten günümüze İslam Ümmeti, Sünne-i Nebevîyenin teşrî kaynağı olup bütün müslümanlar için bağlayıcı olduğu konusunda fikirbirliği halindedir. Tarihte bazı şahıs veye fırkalar Sünnet hakkında olumsuz bir tavır takınmış­lardır. Ancak bu durum, hicrî ikinci asnn sonlarına doğru veya genel itibariyle hicrî üçüncü asrın sonunda nihayet bulmuş ve geriye hiçbir eser kalmamıştır. Fakat bu fitne, birazdan görüle­ceği üzre geçen yüzyılda batılı sömürgecilerin etkisiyle bir kez daha baş kaldırmıştır.

Kaynaklar:

[1] el-Müstedrek, 1/109; Benzer rivayetler kısaltılarak e/-Ki/âye'de aktarılmıştır.

[2] ei-Müstedrek, 1/258; Hâkim der ki: Hadisin ravileri Medİneli ve sika kimse­lerdir. Zehebî de buna muvafık görüş bildirmiştir.

[3] el-Kifâye, 16

[4] Meşâhiru Ulemâi'l-Emsâr, 37

[5] Meşâhiru Ulemâi'l-Emsâr, 150

[6] Bkz. es-Sünne ve Mekânetuha, 160

[7] el-Umm, 7/250

[8] ei-Umm, 7/254

[9] Dirâsât fi'1-Hadisi'n-Nebevî, 1/22

Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 243-245.
Devamını Oku »

Sahabeye Dil Uzatanlara Cevaplar

Sahabeye Dil Uzatanlara Cevaplar

Muhammed Salih Ekinci Hocaefendi

ÖNSÖZ

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!...

Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd; Peygamberlerin serveri  Hz. Muhammed’e, onun aile efradına, ashabına ve kıyamet gününe kadar onlara iyilikle uyanlara salat ve selam olsun.

Bazı dostlarım İstanbul’da çıkan İslamî vahdet gazetesinin Şiilerle ilgili yayınladığı 7 soruyu ve bu cümlede olmak üzere Müslümanların Şiilerden birine biat edip onu imam ve halife olarak kabul etmelerinin caiz olup olmadığına yönelik soruları ihtiva eden sayısını bana getirerek bunları cevaplandırmamı istediler.

Konunun önemli olduğunu, Müslümanlar açısından bu sorulara verilecek cevapların her zamankinden daha gerekli olduğunu ve ümmetin uyarılıp aydınlatılması için bunların İslam âlimleri tarafından mutlaka cevaplandırmalarının gerektiğini düşünerek, cevaplandırmaya çalıştım.

Soruları; -çoğu kez kişinin amacına ulaşmasına engel olan-bir misafirlik durumunda cevaplamama rağmen, cevapların hedeflenen amaca uygun ve bu konuda bunlarla yetinmek isteyenlere yeterli olduğunu gördük.

[Sizleri bu soru ve cevaplarla baş basa bırakmadan önce] Yüce Allah’tan bizi doğru yola iletmesini,kendisinde dünya ve ahiret iyiliği bulunan hayırlı islere muvaffak kılmasını, hüsn-i niyet, güzel amel, iyi son, cennet ve cemalini lütfedip ihsan etmesini dileriz.

Bismillahirrahmanirrahim

Hamd, Allah’a mahsustur. Yalnız O’na hamd eder ve yalnız O’ndan yardım, mağfiret ve hidayet dileriz.

Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız.Allah’ın hidayete erdirdiğini kimse delâlete götüremez; dalâlete götürdüğünü de kimse hidayete erdiremez.

(Zatında, sıfatlarında ve fiillerinde) Bir/Tek olan, hiçbir ortağı olmayan Allah’tan başka ilahın olmadığına şehadet ederiz ve yine kafirler istemese de bütün galip gelmesi için Allah tarafından hidayet ve hak din ile gönderilen efendimiz Hz.Muhammed (s.a.v) ‘in de O’nun kulu ve Resulü olduğuna şehadet ederiz. O’nun, bütün âl, ashab ve kıyamet gününe kadar kendilerine iyilikte uyanların üzerine Allah’ın salât ve selamı olsun. Yüce Allah söyle buyurmaktadır:

“Allah, kendilerine kitap verilenlerden, ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız; onu gizlemeyeceksiniz.’ Diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değistiler. Yaptıkları alısveriş ne kadar kötü!” (Al-i İmran, 187)

Hz. Peygamber (s.a.v) söyle buyurmaktadır:

“Bid’atlar veya fitneler ortaya çıkıp, ashabıma dil uzatıldığı zaman, alim(ler) de ilim(ler)ini açığa çıkarsın(lar)(halkı aydınlatsınlar). Bunu yapmayana Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti olsun. Allah bunlardan ne farzları ne de sünnetleri kabul eder.”[1]

Baska bir hadiste ise söyle buyurmaktadır:

“Bu dini, her toplum bir öncekinden alırken, onu aşırı gidenlerin tahriflerinden, yalancıların yalanlarından ve cahillerin (batıl) te’villerinden ayıklayarak alsınlar.”[2]

Soru 1: Biat nedir?

Cevap: İbn Haldun’nun dediği gibi biat, itaat etmek için söz vermek demektir. Biat eden kimse sanki hem kendi durumuyla hem de Müslümanların durumuyla ilgili hususlarda yetkiyi (biat ettiği) emirine vermek, bu konuda ona karsı çıkmamak ve hosuna gitsin-gitmesin sorumlu tuttuğu her seyde kendisini itaat etme konusunda söz vermektedir. Müslümanlar, emirlerine itaat sözü verip bağlılıklarını ifade ettikten sonra bunun teyit etmek için onunla el sıkışırlardı ve bu, satıcı ile müsteri arasındaki ticari antlaşma esnasındaki davranışına benzediği için “Bâe”nin masdarı olan “Bey’at” (biat) ile isimlendirildi. Ve biat, el sıkışma suretiyle belirlenmiş oldu. Bu, biatın hem sözlük hem de ser’î manası olduğu gibi, Hz.Peygamber (s.a.v)’in Akâbe gecesi yapılan bey’at ile bey’atü’r-rıdvan hakkındaki hadiste geçen ve kullanıldığı her yerdeki -halifelerle yapılan bi’at da buna dahildir-manasıdır da.[3]

BİATIN KISIMLARI

Soru 2: İslam’da biatın önemi nedir?

Cevap: İslam’da biat, vacip ve sünnet olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.

a) Vacip (farz) olan biat: bu, Müslümanların imamıyla yapılan biattır. Ki, bu da sadece bir durumda olur. Bu durum, ehl-i hal ve’lakdin[4] Müslümanlardan, fıkıh ve usûl kitaplarında açıklanan imâmet şartlarına hâiz birini Müslümanların imamlığına seçme durumudur. Bu durumda, tayin edilen sahsın imametinin gerçekleşmesi, vereceği hükümlerin geçerli olması için, ehl-i hal ve’lakd kurulundan biat etmeleri mümkün olanların –tamamı değil-, biat etmeleri farzdır. Yani, ne bütün Müslümanlara, ne de ehl-i hal ve’lakd kurulunun bütün üyelerine biat farz değil. Zira bu biat farz olmakla beraber Müslümanlardan sadece bir kısmının bu görevi yapmakla diğerlerinden sorumluluk düşer. Çünkü bu farz-ı kifâyedir. İslam’da bu biattan başka farz bir biat yoktur.

İmam Nevevi’nin Minhac adlı kitabında dediği gibi, ehl-i hal ve’lakd; alimler, ileri gelenler bir araya gelmeleri mümkün olan itibarlı şahsiyetlerdir.[5]

 İMAMETİ GERÇEKLEŞTİREN YOLLAR

Yukarıda sözü edilen biatın farz olmasının sebebi, Müslümanlara farz-ı kifâyelerin en kuvvetlilerinden biri olan imam (devlet başkanı) tayini için tahsil edilmiş bir yol olmasıdır. [Ki bu, imametin gerçekleşmesi için başvurulan yollardan biri(ncisi)dir]. Bundan başka imametin gerçekleşmesi için iki yol daha vardır.

Birincisi, veliahtlıktır. Bu; İslam’ın ve Müslümanların maslahatlarını (yararlarını) her şeyin üstünde tutan adil imamın, imamet tayin esnasında şartlarına haiz birini kendisinden sonra

Müslümanların basına gelmekle görevlendirip halife olarak atamasıdır. Bu şekilde tayin edilen kimsenin imameti kendini tayin eden imamın ölümü ile gerçekleşip bütün Müslümanların kendisine itaat etmeleri gerekir.

İmamete tayin edilen kimse, eğer tayin esnasında imamet şartlarına haiz değil ise, imameti ancak seçici kurulun biatıyla gerçekleşir.[6]

İkincisi, şevket sahibi bir müslümanın, İslam devletini ele geçirip otoriteyi ele alarak Allah’ın şeriatıyla hükmetmesidir.

[Yukarıda sözü edilen biat ile imamet gerçekleştiği gibi] hiç kimseden biat almadan bu iki yolla (da) imamet gerçekleşir. Ancak veliahtlık yoluyla seçilen imama biat etmek, hulefa-i rasidin sünnetindendir. Çünkü Sahabe-i Kiram (r.a), Hz. Ebubekir (r.a)’ın vefat ettiği sabah, Hz.Ömer (r.a)’a bat etmişlerdi. Bu konuda “istila yolu”nu “veliahtlık” kategorisine sokmak da yanlış olmaz.

Ancak İbn-i Teymiye’ye göre, veliahtlıkla yapılan tayin, sadece bir tevcih ve aday göstermekten ibaret olduğu için, bu gibilerin imameti ancak ehl-i hal ve’lakd’in (seçici kurul) biatıyla sahih olur.[7]

b) Sünnet olan biat, toptan veya ayrıntılı bir şekilde bütün hayırlı ameller konusunda yapılan biattır. Nitekim, Hz.Peygamber (s.a.v) İslam, hicret, cihat, savaşta sabır, idarecileri dinleyip itaat etme ve kadınlarla yapmış olduğu biatta olduğu gibi haramları terk etme konusunda biat almıştır. Ki bütün bunlar sahih hadislerde mevcuttur.[8] Yine bütün Müslümanların veya onlardan bir cemaatin kendi aralarında İslam’a, hayra ve iyiliğe emredip kötülükten sakındırmaya davet etme (çağırma); iyilik ve takva hususunda yardımlaşma ve Allah yolunda cihat konularında biatlaşma (anlaşma)’larıda sünnet olan biatlerdir. İyilik ve takva hususunda yardımlaşma, hayra davet, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın kendisine gelince, bunlar Kur-an’ın nassı ile Müslümanların yapmak mecburiyetinde oldukları zorunlu vecibelerdendir.

Soru 3: İslam’ın ilk döneminde hangi konularda biat alınıyordu?

Cevap: Yukarıda anlattıklarımızdan da anlaşılacağı üzere, İslam’ın ilk döneminde İslam, cihat, savaşta sabır, idarecileri dinleyip itaat etme, hicret ,takva ve hayırlı ameller konularında biat dilir/alınırdı.

İmamla yapılan biata gelince bu, halkın kendisini dinleyip itaat edeceklerine; imamında kitap ve sünnet ile amel edeceğine, hadleri (ilahi emirleri) yerine getireceğine ve iyiliği emredip kötülükten sakındıracağına dair söz vermeleri seklinde olur.

Soru 4: Biatı zorunlu olan kimsenin temel özellikleri nelerdir?

Cevap: Bu şekilde bir soru sormak doğru değildir. Çünkü biatı daha önce de geçtiği üzere imam seçiminde başvurulan yollardan sadece biridir. Ki bu durumda biat, bütün Müslümanlara değil, sadece ehl-i hal ve’lakd (seçici) kurulundan biat etmeleri mümkün olanlara vaciptir. O halde bu sorunun doğru kabul edilebilmesi için söyle sorulmalıdır:
Büyük imamda (devlet başkanında) bulunması gereken şartlar nelerdir?

Cevap: İbn hümam’ın el-müsayere’de zikrettiğine göre, imamda İslam’dan başka bulunması gereken beş şart daha vardır ki onlar da şunlardır:

1-Erkek olmak

2-Vera; yani adalet sahibi olmak

3-İlim sahibi olmak

4-Güç yeterliliği. Ki, göründüğü kadarıyla bu, cumhurun şart koştuğu “şecaat”ten daha kapsamlıdır. Çünkü bu; kısas yapmaktan, hadleri uygulamaktan, zorunlu savaşları yapmaktan ve orduyu hazırlamaktan korkmaması için gerekli olan (isabetli) görüş ve şecaatin ikisini de kapsamaktadır.

5-Kureyş soyundan olmak…[9]

İmamda bulunması gereken şartlar sayılırken zikredilmeyen, ancak kitap ve sünnetin varlığına işaret edip, İslam alimlerinin ayrıntılı kitaplarda açıkladıkları ve bazı alimlerin şart koşulmasında icmâ olduğunu naklettikleri bir şart daha vardır. O da, imamın itikadî bid’atlardan uzak bulunmasıdır. Ki, zikrettikleri (diğer) şartlardan bazıları buna delâlet ettiği için ayrıca bunu zikretmeye ihtiyaç duymamışlardır. Söyle ki: çünkü bidat sahibi adil değil, fasıktır. Alim değil, çünkü ilimden maksat kitap ve sünnet bilgisidir. Oysa bid’at sahibi sünneti değil, bid’atı bilmektedir. Güç bakımından yeterli değil, çünkü güç yeterliliğinden maksat, kitap ve sünnetin hükümlerini ikame etmeye güç yetirebilirliktir. Oysa bid’at sahibi, bu özelliğinden dolayı sünneti değil, İslam’la hiçbir ilgisi olmayan bid’atları ikameye güç yetirebilmektedir.

Ayrıca imamı seçmekten maksat; bütün hükümleriyle kitap ve sünneti ikame edip, değişmeyen ve Selef’in üzerinde icmâ ettiği kurallarıyla dini muhafaza etmektir. Ki bunların basında İslam inancı gelmekte olup, el-Mevafık şerhinde zikr edildiği üzere bunları korumak, imametin en önemli maksatlarındandır.[10] Oysa bid’at sahibi, kitap ve sünnetin bazı hükümlerini ikame ederken, diğerlerinin yerine İslam’la hiçbir alakası olmayan bid’atları ikame ederek İslam’ın değişmeyen ve hakkında icmâ bulunan birçok esas ve inançları tahrip ederler.

Gerçek su ki, imamet şartlarını iyice/yakından incelediğimizde, esas şartın kitap ve sünneti ikame etme konusundaki güç yeterliliği olduğunu, diğer şartların ise bunun birer payandası ve tamamlayıcısı olduğunu görürüz.

İtikadi bid’atlardan uzak olmanın imamda bulunması gereken şartlardan olduğuna; imamete seçildikten sonra böyle bir bid’at islediği takdirde azlinin gerektiğine ve (razı olmaktan imtina ettiğinde) ayaklanmanın farz olduğuna delâlet eden ayet, hadis ve İslam alimlerinin görüşlerini söyle sıralayabiliriz.

1-Yüce Allah “…iyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın.” (Maide, 2) buyurmaktadır. Bid’at sahibinin imamete seçmek, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmak demektir. Zira inancı gereği bid’at sahibinin, kendi biatlarını yaşatması görevidir. Her bidat ise delâlet, günah ve düşmanlıktır.

2-Yüce Allah: “(yeryüzünde) fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savasın!...” (Enfal, 33) buyurmaktadır. Dolayısıyla din tamamen Allah’ın oluncaya kadar savaşmak görevlerinde iken, imamın bizzat kendisinin dini tamamen Allah’a has kılanlardan olmaması; bilakis bir kısmını Allah’a hasrederken bir kısmını –ki bu, bizzat kendisinin muttasıf olduğu ve başkalarını da davet ettiği bid’atlardır.-başkalarına hasredenlerden olması nasıl caiz olabilir?

 3-Peygamber (s.a.v) Efendimiz söyle buyuruyor: “Basınıza bir takım (kötü) idareciler gelecek. Onları tanıyacak ve onlardan iğreneceksiniz. Onları tanıyıp (kötü davranışlarına karsı eli veya diliyle karsı çıkan) vebalden kurtulmuştur.(Bunu yapamadığı için kalbiyle) Karsı çıkan (nefret eden) de (vebalden ve günahtan) kurtulmuştur. Ama (asıl) vebal ve günah, ondan memnun olup arkasından gidenlere aittir.”

Bunun üzerine:

-Onlarla savaşmayalım mı? deyince, Resulullah (s.a.v):

-“Hayır, onlar namaz kıldıkları müddetçe onlarla savaşmayın” diye buyurdu.[11]

İmam Nevevi bu hadisi şerife dayanarak İslam’ın temel esaslarından herhangi birini değiştirmediği müddetçe sadece zulm ve adaletsizliğinden dolayı imama karsı çıkmanın caiz olmadığını söylemektedir.[12]

Yine İmam Nevevi, Kadı İyad’dan, kafirin imamete seçilemeyeceğini, imamete seçildikten sonra dinden çıkması; ve keza namazı, namaza daveti de terk etmesi ve bid’atlara dalması durumunda az olunacağına dair icma olduğunu nakletmektedir. Ancak Basra ekolün mensup bazı kelamcılar, yukarıda zikredilen hadisi şerifin te’vi tabi olduğu dolayısıyla bid’at ehlinin imamete seçilmesinde ve seçildikten sonra bid’ata sapması durumunda imametinin devam etmesinde bir sakıncanın olmadığının savunmuşlardır.

Kadı İyad’da; imam seçildikten sonra dinden çıkan, dinin temel esaslarını değiştiren veya bid’ata sapanın imametinin kendiliğinden düşerek artık itaatin gerekmediğini Müslümanların ona karsı kıyam edip azletmeleri ve adil bir imam atamalarının gerektiğini söylemektedir.[13]

Kurtubi’nin naklettiğine göre cumhur (alimlerin çoğunluğu); seçildikten sonra apaçık doğru yoldan saparak fasıklaşan imametin fesh olup bundan dolayı azledileceğini söylerken; diğer bazılarına göre, imam ancak dinden çıktığı veya namazı, namaza daveti terk ettiği veya dinin herhangi bir esasını değiştirdiği taktirde azlolunabilir. Çünkü Übade’nin rivayet ettiği hadiste,

Hz.Peygamber (s.a.v) kendisinde apaçık bir küfür (dinsizlik) görülmedikçe emirlik hususunda ehilden onlara karsı çıkılmasını, onlara itiraz edilmesini yasaklamaktadır.[14] Müslim. Avf bin Malik’den rivayet ettiği hadiste ise, idareciler namaz kıldıkları müddetçe sırf bazı günahlarından dolayı iş basından uzaklaştıramazlar.[15]

4-Hz.Muaviye (r.a); Resulullah (s.a.v)’tan söyle buyurduğunu işittim, der: Bu iş (hilafet) Kureyşlilerde olur. Dini ikame ettikleri müddetçe onlara karsı çıkanları, Allah, yüzüstü süründürür.[16]

Hafız Askalani hadiste geçen “dini ikame’den maksat” dini hükümleri uygulamak olduğunu söylemekte ve söyle devam etmektedir: İbn Tin alimlerin, küfre (dinsizliğe) veya bid’ata çağırdığı zaman halifeye karsı ayaklanmanın farz olduğunda icmâ ettiklerini ancak halkın malını gasp ettiği ve (haksız yere) kanların akıttığı zaman ayaklanıp ayaklanmayacağı hususunda ihtilaf ettiklerini söylemektedir. İbn tin’in, apaçık küfre sebep olacak bid’ata teşvik etmesi hariç, halifenin bid’ata davet etmesi durumunda halkın ayaklanmasının gerektiğine (vacip olduğuna) dair icma vardır, iddiasında bulunması yanlıştır. Nitekim, (Abbasi halifelerinden) Me’mün, Mu’tasım ve sık; mütevekkil hilafete geçerek sıkıntıya son verip sünnetle amel edileceğini ilan ederek halkı Kur-an’ın olduğuna inanmaya davet ettikleri, bundan dolayı birçok alimi ölüm, dövme, hapis ve çeşitli cezalarla cezalandırdıkları halde, hiçbir alim bunlara karsı ayaklanmanın farz olduğunu söylememiştir.[17]

Hafız Askalani (İbn Tin’in görüsünü reddederken): “İbn Tin’in halifenin bid’ata davet etmesi durumunda halkın ayaklanmasının vacip olduğuna dair icmâ vardır.” seklindeki iddiası yanlıştır.

Ancak kitap ve sünnetin işaret edip alimlerin ifade ettikleri üzere, “apaçık küfür veya şeriatın ve İslam’ın esaslarından herhangi birini değiştirmeye sebep olarak bid’ata daveti hariç” demeliydi. O zaman, –alimlerden naklettiklerimizden de anlaşılacağı üzere-halifenin, apaçık küfre veya şeriatın ve İslam esaslarından herhangi birini değiştirmeye sebep olacak bid’ata davet icmâ noktasını; bid’ata davet etmekten kendisinsin bid’atla muttasıl olması (veya) Kur-an’ın mahluk olduğu (inancı) gibi yukarıda anılan günahlara sebep olmayan –çünkü Kur-an’ın mahluk olduğuna inanmaya davet apaçık küfre, İslam’ın esaslarından herhangi birini değiştirmeye sevk etmektedir –bid’atlara davet etmesi de tartışma noktasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla cumhura (alimlerin çoğunluğuna) göre, bu durumda halife azlolunur (ve azlı kabul etmediği takdirde halk ayaklanarak onu azleder). Diğer bazılarına göre ise, bununla azlolunmaz.

Dikkat çekilmesi gereken hususlardan biride sudur: Bid’attan dolayı imamın azlinin icmâen vacip olması için, bid’atın küfre bilfiil götürmesi ve İslamî esaslardan herhangi birinin yine bilfiil değiştirmesi gerekmektedir. Küfre bilfiil götürmeden ve İslamî esasları değiştirmeden (zımnen) bunu gerektiren ve bundan dolayı sahibi küfrü kabullenmen bid’at tartışmalı olan kısma girer.

Hafız Askalani’nin “Hiçbir alim, bid’ata davetlerinden dolayı anılan Abbasi halifelerine karsı ayaklanmanın farz olduğunu söylememiştir.” sözü de uygun değildir. “Hiçbir alimin… ayaklanmanın farz olduğunu söylediğini duymadım.” demeliydi. Zira bazı alimlerin, bu yönde görüş belirtmelerine rağmen bunun Askalani’ye ulaşmamış olması mümkün olan hususlardandır.

Nitekim ehl-i sünnet alimlerinin önde gelenlerinden Ahmet bin Nasr el-Huzai, Vasik’ay karsı ayaklanmaya davet etmiş, ancak bu davet başarısızlıkla sonuçlanmıştır.[18]

Görüldüğü üzere Askalani’nin yukarıda anılan hususla ilgili icmâın olmadığını ispatlamak için naklettiği deliller icmâın olduğu noktalarla ilgili değil, bilakis tartışmalı noktalarla ilgili şeylerdir. Bu sebeple de bu konudaki icmâ iddiasını çürütmüş değildir.

SORU 5: Günümüzdeki bazı İslam devletlerindeki meşhur bidat ehlinin bazı liderlerine yapılan biatın hükmü nedir?

CEVAP : Daha önce zikrettiğimizden de anlaşılacağı üzere bu sorunun doğru kabul edilebilmesi için, “bazısı” diye işaret edilen sahsın imametinin hükmü nedir? Seklinde sorulması gerekmektedir. Asıl konuya girmeden önce bu sorunun cevabına temel olması bakımından dört mukaddime sunmak istiyoruz:

1-Resullullah’ın ve Hulefâ-i Râşidin’in Sünnetine Uymanın Vucubiyeti (zorunluluğu): Bu mukaddime, Resulullah (s.a.v)’in sünneti ile ondan sonra gelen Hulefa-î Raşidin’in sünnetine uymanın vucubiyetine (zorunluluğuna) kesin dil ile delalet eden (ayet-i kelimeyle) birkaç hadis-i şerif zikredeceğiz!

Yüce Allah söyle buyuruyor:

“(Resulüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…[19] Resulullah (s.a.v)’a uymak, O’nun sünnetine uymakla olur.

İrbad bin Suriye (r.a)’nın rivayet ettiği bir hadiste Peygamber (s.a.v) söyle buyurmaktadır: “Şüphesiz, sizden yasayacak olanlar, bir çok ihtilafa (çekişme ve görüş ayrılığına) şahit olacaklardır. İste o zaman benim ve kendilerine doğru /hak yol gösterilmiş olan Hulefa-i Rasidinin sünnetine uyarak, onlara sımsıkı sariliniz. Sonradan (din adına; çıkan) bid’atlardan da sakınınız. Çünkü her bid’at delâlettir.”[20] Yine Resulullah (s.a.v) söyle buyuruyor: “(Kendimden sonra) size iki şey bırakıyorum. Onlara sarıldığınız müddetçe, asla sapmazsınız. Bunlar Allah’ın kitabı ve Resulü’nün sünnetidir.”[21]

Bu konuda değinilmesi gereken hususlardan biri de, bilindiği üzere Rafızilerin ehl-i sünnetin bir kısmına görüşlerinde isabetli oldukları imajını vermek için delil olarak ileri sürdükleri ve dillerinden düşürmedikleri hadistir. Tirmiz ile Taberani’nin rivayet edip, Elbani’nin de “sahihtir” dediği bu hadis şöyledir: Cabir bin Abdullah diyor ki:

-Veda haccı sırasında, Arife günü, Kusva adlı devesinin üstünde yaptığı konusmada Resulullah (s.a.v)’in söyle buyurduğunu duydum: “Ey insanlar, size öyle bir sey bırakıyorum ki ona yapıştığınız müddetçe şaşırıp yoldan çıkmazsınız.: Allah’ın kitabı ve ehl-i beytimden olan soyum.”

Buna birkaç yönden cevap verilebilir:

1-Aktardığımız hadisin Müslim’in rivayetinde “ehl-i beyt’e uyma” emri bulunmamaktadır. Müslim’in rivayetine göre Zeyd bin Erkam söyle der:

-Bir gün Resulullah (s.a.v), Mekke ile Medine arsında bulunan Hum denilen su basında bize hitap etmek üzere ayağa kalkıp Allah’a hamd ve senâ ettikten, öğütte ve uyarılarda bulunduktan sonra söyle buyurdu: “ İmdi; Ey insanlar, ben ancak bir beşerim, Rabbimin elçisinin gelip ona cevap vereceğim âna az kaldı. Ben size iki değerli şey bırakıyorum. Bunlardan birincisi, kendisinde hidayet ve nur bulunan Allah’ın kitabıdır. Bu sebeple Allah’ın kitabına yapısın ve ona sımsıkı sarılın.

Resulullah (s.a.v), Allah’ın kitabı hakkındaki teşvik ve iteklendirmelerinden sonra söyle buyurdu:

“Size bıraktığım ikinci şey ise, ehl-i beytimdir. Ehl-i beytim hakkında size Allah’ı hatırlatıyorum, Allah’ı!

Bunun üzerine Husayn: “Ey Zeyd, Resulullah’ın ehl-i beyti kimlerdir, hanımları onun ehli beytinden değimlidir?” deyince, Zeyd: “(Evet,) hanımları ehl-i beytindendir. Ancak (asıl) ehl-i beyti, kendisinden sonra sadakadan yoksun bırakılan kimselerdir.” dedi. Husayn: “Onlar kimlerdir?” deyince de, Zeyd: “Onlar, Hz.Ali’nin, Ukayl’in, Cafer’in ve Abbas’ın soyundan gelenlerdir.”dedi. (Çünkü) bunların hepsi de sadakadan yoksun bırakılan kimselerdir.[22]

İbni Teymiyye’ye göre burada Allah’ın kitabına uymaya tavsiyeden başka bir şey yoktur. Bu ise, bundan önce Veda haccında tavsiye edilen bir husustur. Resulullah (s.a.v) soyundan gelenlere uymayı emretmemiştir. Fakat: “Ehl-i beytin hakkında size Allah’ı hatırlatırım” buyurmuştur. Ümmetin ehl-i beyti hatırlaması ise, daha önce geçen emri, yani onlara haklarının verilmesini ve kendilerine zulmedilmemesini gerektirmektedir. Ki bu emir hum göletinden önce verilen bir emirdir. Anlaşılacağı üzere hum göletinde Hz.Ali hakkında, ne bir başkası hakkında; ne imametleri ne de bir başka konuda emredilen yeni herhangi bir şey bulunmamaktadır.

İbn Teymiyye devamla söyle der: Bu hadisi Tirmizi de “…Onlar (ehl-i beytim ile soyum), havuzumun basına gelinceye kadar bölünüp parçalanmazlar.” İlavesiyle rivayet etmiştir. Ancak birçok hadis alimi bu ilaveyi tenkit ederek bunun hadisten olmadığını söylemişlerdir. Bunun sahih olduğuna inananlara göre ise bu, ancak Haşimoğullarından olan Hz. Peygamber (s.a.v)’in soyunun bir bütün olarak dalâlet üzere birleşmeyeceklerine delâlet etmektedir. Bu, ehl-i sünnetten bir grubun savunduğu görüş olup, Kâdî Ebu Ya’la vb. verdiği cevaplardandır.[23]

2-Hadiste geçen “ıtrat” ve “ehli beyt” kelimelerinin anlamlarını tespit etmek gerekir. Es-Sıhah’ın açıklamasına göre “Kişinin ıtratı, onun nesli ve yakın kabilesi (akrabası)” demektir.Kâmûs’un verdiği anlamda aynıdır. El-Esas’ta ise, “kişinin ıtratı; çocukları, torunları, amca çocukları (kuzen) gibi yakın akrabaları” demektir. Hz.Ebubekr’in: “Biz, Resulullah’ın ıtratı ve ondan çıkan nesliyiz demesi [nin sebebi de onun Haşimoğullarından olmasıdır]. En-Nihâye’de ise “Peygamber (s.a.v) ıtratı, Abdulmuttalip’in oğullarıdır.” Bazılarına göre ise, O’nun yakın Ehl-i beytidir. Ki bunlar bir gün Hz. Peygamber (s.a.v)’in çocukları, Hz.Ali ve onun çocuklarıdır. Bazıları ise, Hz.Peygamber (s.a.v)’in ıtratı, O’nun yakın ve uzak bütün soyu demişlerdir. El-Esâs’ta ise, Hz.Peygamber (s.a.v)’in ıtratı, Abdulmuttalip’in çocuklarıdır. Ehl-i Beyt’e gelince, araştırmacıların gayet iyi bildiği gibi iki şekilde kullanılmaktadır:

1-Ev halkı için. Dolayısıyla kelime (ehl-i beyt), ev halkına özel olup ondan başkası için ancak mecâz yoluyla kullanılabilmektedir.

2-Ehl-i Beyt, nesep (soy) demek olup, yukarıda geçtiği üzere ıtrat kelimesiyle aynı anlamdadır. Nitekim “Benim ıtratım ehl-i beytimdir.” Tercüme hadisinde olduğu gibi bazı hadislerde de bu anlamda kullanıldığı gibi, Müslim’in rivayet ettiği hadiste de Zeyd bin Erkam, ehl-i beyti, ıtrat kelimesi anlamında yorumlamıştır. Herkesçe kabul edilen bir gerçektir ki, hadislerin en doğru yorumu, sahabeler tarafından yapılan yorumdur. Dolayısıyla bu anlamıyla ehl-i beyt de mecâz yolu hariç, ıtrat kelimesinin anlamından baskasını ifade etmemekte ve yine mecaz yolu hariç Hz. Peygamber’in eslerinin kapsamamaktadır. Sonuç olarak, hadisteki ehl-i beytten maksat, en geniş anlamıyla Hz.Peygamber’in soyu(nesebi)dur. Ki bu, ıtrat kelimesininde anlamıdır. Zeyd bin Erkam’ın “Hz.Peygamber’in esleri de O’nun ehl-eytindendir” sözünün anlamı ise, Hz.Peygamber’in eslerinin onun ehl-i beytinden olmaları, bir nevi mecaz yoluyla veya bu kelimenin başka bir anlamından dolayıdır. Onun: “Ancak onun ehl-i beyti, kendisinden sonra sadakadan yoksun bırakılan kimselerdir” sözünün anlamı ise, gerçek anlamda (asıl) ehl-i beyt, sadakadan yoksun bırakılan kimselerdir.

Müslim’in Zeyd bin Erkam’dan rivayet baska bir rivayetinde onun Hz.Peygamber’in eslerini ehl-i beytten saymaması da, onların gerçek (hakiki) anlamda ehl-i beytten olmadıklarıdır. Yüce Allah’ın: “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece sek ve şüpheyi (kötü huyları) gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab 33/33) ayeti kerimesine gelince, buradaki ehl-i beytten maksat –Allah en iyisini bilir-, “Ey ehl-i beyt (ev halkı)! Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir…” (Hûd 11/73) ayeti kerimesinden olduğu gibi Hz. Peygamber’in tüm ev halkıdır, ancak özellikle esleri kastedilmiştir. Nitekim Taberi İkrime’den; İbn Sa’d da Urve’den bu şekildeki rivayetleri bunu desteklediği gibi, önceki ve sonraki ayetler de bunu desteklemektedir. İbn Asur söyle demektedir:

Ehl-i Beyt, Hz. Peygamber (s.a.v)’in eşleridir. Çünkü buradaki hitap tıpkı önceki ve sonraki ayetlerde olduğu gibi onlaradır. Bu konuda hiç kimsenin şüphesi olmadığı gibi, Hz.Peygamber (s.a.v)’in ashabı ve tabiin de bunda Hz.Peygamber’in eslerinin kastedildiğini anlamış ve bu ayetin onlar hakkında indiği söylemişlerdir. Sahih-i Müslim’in Hz. Aişe’den rivayet ettiği: “Bir sabah Peygamber (s.a.v) üzerinde siyah kıldan yapılmış nakıslı bir peştamal olduğu halde (dışarı) çıktı, derken Hz.Ali’nin oğlu Hz.Hasan geldi. Onu örtünün altına aldıktan sonra Hz.Hüseyin geldi. Onunla beraber onu da örtünün altına aldıktan sonra Hz.Fatıma geldi, onu da örtünün altına aldıktan sonra Hz. Ali geldi, onu da örtü altına aldıktan sonra söyle buyurdu: “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece sek ve şüpheyi (kötü huyları) gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzap 33/33). Hadise gelince, bu Hz. Peygamber (s.a.v)’in anılan kimseleri bu ayetin hükmüne dahil ettiğini göstermektedir.

Dolayısıyla ayetin sarahatiyle Hz. Peygamber’in esleri O’nun ehl-i beytinden olduğu gibi, O’nun duasıyla Hz. Fatıma, iki oğlu ve esi (Hz.Ali) de ehl-i beyttendir.[24]

(Hadiste) Özellikle ehl-i beyt’in zikredilmesinin sebebine gelince –Allah, daha iyisini bilir-: Genellikle ev halkı ev sahibini ve durumunu iyi bilmezler. Dolayısıyla hadisteki ehl-i beytten maksat, Hz.Peygamber (s.a.v) siyreti hakkında bilgisi o an, izlediği yola vakıf, görüş ve hayat tarzı ile ilgili düşüncesini bilen ilim ehli kimselerdir. [Zira] Ehl-i beytin Yüce Allah’ın kitabıyla beraber zikredilmesi; “Allah ona kitabı, hikmeti …öğretecek” (Al-i İmran 3/48) ayetinde olduğu gibi ancak bu şekilde uygun olur.[25] Elbâni’ye göre Hz.peygamber’in Eslerine hitap eden tathir (temizleme, arıtma) ayetide bunun gibidir. Açıkça anlaşıldığı üzere ehl-i beytten maksat, Resullullah’ın sünnetine sımsıkı sarılan ev halkıdır. Dolayısıyla hadisteki ehl-i beytten maksatta sünnetin kendisi olduğu için Zeyd bin Erkam rivayet ettiği iki değerli şeyden biri kılınmış ve ilk değerli şey olan Kur-an’la beraber (onun muklası) zikredilmiştir. Nitekim İbn Esir’in en-Nihaye’de zikrettiği su sözü de bunu işaret etmektedir.

(Hz. Peygamber) Kitap ve Sünneti Sakâleyn (iki değerli şey) olarak isimlendirmesinin sebebi çünkü onlara tutunmak ve onlarla amel etmek değerli şeylerdir. (Zira) çok değerli şeylere sakâl denir. Dolayısıyla Hz.Peygamber’in bunlara Sakâleyn (iki değerli şey) demesi onların değer ve önemlerini daha çok yüceltip önemini artırmaktı içindir.

Netice olarak diyebiliriz ki, bu hadiste ehl-i beytin Kur-an’la birlikte (onun mukabilinde) zikredilmesi “Benim ve Hulefa-yî Raşidin sünnetine yapısın” hadisinde Hulefa-yi rasidin sünnetinin Hz.Peygamber’in sünnetiyle beraber zikredilmesi gibidir.

Büyük İslam alimi Ali el-Kâri söyle der: Hulefa-yi raşidin Hz.Peygamber’in sünnetinden başkasıyla amel etmediler. Bu sebeple sünnetin onlara izafe edilmesi, ya onların, onunla amel etmelerinden, yahut da ondan hüküm çıkarmalarından ve onu seçtiklerinden/tercih ettiklerinden dolayıdır.

Anlaşılacağı üzere Şiilerin yukarıdaki ayet ve hadiste geçen ehl-i beyti Hz.Ali, Hz.Fatıma, Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin’le sınırlandırıp, Hz.Peygamber’in yakın akrabalarını ve eslerini bunun dışında tutmaları, hevâları adına kelimeleri esas manalarından tahrif etmelerinden kaynaklanmaktadır.

3-Itrat kelimesinden, Şiilerin ehl-i beytten kastettiği dar anlamı kastedildiği kabul edilse bile, onların delil olarak öne sürdükleri hadi onlara delil olmamakta, bilakis onların delalette olduklarını şüphe götürmez bir şekilde ispatlamaktadır. Zira hiç şüphe yok ki ehl-i beyt imamları bu delalet ve batıllardan son derece uzak kimselerdir. Sahih yollarla onlardan sabit olanlar Şiilerin iddialarıyla tamamen zıt olup onlarla tezat teşkil etmektedir. Onlardan sabit olanlarla amel edenler, sadece ehl-i sünnettir.

Eğer Şiiler geniş veya dar anlamıyla ehl-i beytin üzerinde olduğu gerçeklerle amel etseydi; şüphesiz Şiiliği tek edecek ehl-i beyt imamlarının yaptığı gibi bütün güçleriyle onunla savaşacaklardı. Ne var ki Şiiler inkarcıların İslam’ı tahrif edip bozmak için ehli beyt imamlarına isnat ettikleri iftira ve yanlışlara sarılmaktadırlar.

Buraya kadar yaptığımız incelemeyle Şiilerin delil gösterdikleri Sakâleyn hadisinin kendi aleyhlerine nasıl dönüştüğü böylece ortaya çıkmış bulunmaktadır. Abdullah bin Ömer (r.a)’in rivayetine göre de Resulullah (s.a.v) şöyle buyuruyor: “ Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Bunlardan biri hariç hepsi ateştendir.” Bunlar (kurtulanlar) kimlerdir Ey Allah’ın Resulü? diye sorduklarında, Resulullah (s.a.v): “Bunlar, benim ve ashabımın bulunduğu yolda olanlardır.” Baska bir rivayette ise, “Onlar (İslam) cemaatiyle beraber olanlardır” buyurdu.[26]

Huzeyfe (r.a)’in rivayetine göre Peygamber (s.a.v) söyle buyurmuştur: “Bundan sonra (basa gelecek olan Ebubekir ile Ömer’e uyunuz.”[27]

Abdullah bin Ömer (r.a)’in rivayetine göre Resulullah (s.a.v) “Bir imamın etrafında toplanan Müslüman cemaate uyunuz.Zira cemaatten uzak kalan/duran cehenneme girer.”[28]

Ebu Zerr (r.a)’dan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v) söyle buyurmaktadır: “Cemaatten bir karış ayrılan kimse, boynunda İslâm halkasını çıkarmıştır (İslam’la alakasını kesmiştir).

2-İsnaaşariyye Şiilerinin İnançları ve Doğusu

Yine yukarıda kaydettiğimiz sorunun cevabına geçmeden önce, Şianın ve özellikle İsnaaşariyye’nin akîdesini incelememiz gerekir.

İsnaaşariyye’nin inançlarından, onların eski veya yeni muteber kitaplarından haberdar olan herkesin gayet iyi bildiği gibi, bu fırkanın itikadî inançlarıyla Hz.Muhammed (s.a.v)’in getirip, Sahabelerinden ve onlara iyilikte uyanlardan güvenilir kimselerin bize naklettikleri; (sünnete uyan) cemaatin ve Müslümanların çoğunluğunun üzerinde olup gerçek İslam’ın temel esaslarını oluşturan esaslar arasında tezat bulunmaktadır.

Bu fırkanın dini inançları, Yahudi dönmesi Abdullah bin Sebe ve taraftarlarınca İslam’ı tahrif etmek maksadıyla ortaya attıkları bir takım batıl esaslara dayanmaktadır. Bu husus, aynı zamanda Yahudilerin, Hıristiyanlığı bozmak için papaz Pulus arcılığıyla başvurdukları metottur.

Şüphesiz arz ettiğimiz husus, İslam tarihçilerinin üzerinde ittifak ettikleri bir husustur. İbn Teymiyye söyle der:

Şiilik dinini kât eden tıpkı Hıristiyanlığı kurnazlıkla bozan papaz Pulus gibi, İslam dinini kurnazca bozmak için küfrünü (dinsizliğini) gizleyip Müslümanlığını ilan eden Yahudi bir zındıktır. Bu adam, (öncelikle) Hz.Osman öldürülünceye kadar Müslümanların arasında fitne sokmak için çaba göstermiş. Bu olaydan sonra İslam ümmetinin (çeşitli) fırkalara ayrılması üzerine imametin Hz.Ali’nin hakkı olduğunu ve imamların masum olduğunu iddia etmiş ve Hz.Ebubekir ile Hz. Ömer hakkında ileri geri konuşarak gerçek konumlarını bilmeyenlerin kalplerinde onların hakkında bir takım şüpheler meydana getirmek suretiyle kâfir olmasa da sirkin anahtarı olan Şiilik bid’atı ortaya çıktı… Şiiler de Hz.Peygamber (s.a.v)’e ve ehl-i beytine bir takım yalanlar isnat ederek dinini değiştirip tevhitle taban tabana zıt olan sirki icat ettiler ve böylece yalanın her ikisini kendilerinde bulundurdular.[29]

El-Mükani’ni Tenkihul –Makal adlı eserinde naklettiğine göre, şianın “cerh ve ta’dil” alimlerinin büyüklerinden el-Kessi söyle diyor:

Alimlerin ifade ettiği üzere, Abdullah bin Sebe Yahudi idi. Daha sonra Müslüman olup, Hz. Ali’nin yanında yer aldı, Yahudi iken, “Yusa bin Nün Hz.Musa’nın naibi (vekili) dir.” derken, Müslüman olduktan sonra buna benzer bir sözü Hz.Ali için söyledi. Hz.Ali’nin imametini ilk ileri sürüp yayan düşmanlarını reddederek muhaliflerine karsı olduğunu ilan edip, onları tekfir edende odur. Bu sebeple, Şiaya karsı olanlar “Şiilik aslı Yahudilikten alınmıştır” derler.[30]

(Şianın kısaca doğusunu arz ettikten sonra simdi de, üzerinde ittifak ettikleri inançlarından bir kısmını arz etmeye çalışacağız:

Onlar az bir kısmı hariç sahabe (r.a)’nin Resulullah (s.a.v)’tan sonra dinden çıktıklarına inanırlar[31] ve bunların basında da, Humeyni ‘nin Kesful Esrar adlı kitabının muhtelif yerlerinde belirttiği üzere çevirdikleri dolaplarla Hz. Ali’den hilafeti gasp ederek Allah’ın göndermiş olduğu dinin hükümleriyle oyun oynadıklarından dolayı ilk üç halife gelmektedir. Yine onlar, Hz.Ali ile savaştıkları için Hz.Aişe validemizin, Hz.Talha ve Zübeyr’in de dinden çıktıklarına inanırlar. Çünkü Hz.Ali ile savaşmanın küfür olduğu, inançlarının temel esaslarından biridir.[32]

Çok hadis rivayet ettikleri için “müksirün” olarak anılan Ebu Hureyre, Semure bin Cündüp ve benzerlerini ise deccal ve hadis uyduranlar anlamına gelen “veddaun” olarak isimlendirirler.[33]

İMAMİYYE’NİN SÜNNETE SALDIRISI

Böylece kötü niyetli ve kurnaz Yahudiler, Resulullah (s.a.v)’in sünnetini nakledenleri tekfir veya en azından onları fasıklıkla itham etmek suretiyle insanların sünnete olan güven ve itimatlarını sarsarak İslam’a yöneltilebilecek en büyük darbeyi yöneltmişlerdir (vurmuşlardır). Zira sünnete darbe vurmak, İslam’ı temelinden yıkmak demektir. Söyle ki, Kur-an’ı Kerim’in ihtiva ettiği hükümleri daha çok ana hatları, kısa ve özet olarak verdiğinden ayrıntıya çok az girmekte olup, bunların açıklama ve ayrıntıları sünnet tarafından yapılmaktadır. Dolayısıyla, İslam alimlerince kabul edildiği üzere “Sünnet, Kitap’ın tamamlayıcısı” olduğundan sünnetin güvenilirliği ortadan kalkınca, İslam, hedefi bilinmeyen ve ne istediği belli olmayan bir takım bilinmezliklerden ibaret kalır. Kaldı ki sahabeyi ithaf etmek, sadece sünnetin değil, aynı zamanda Kur-an’ın da güvenilirliğini ortadan kaldırmaktadır. Zira bizlere İslam üzerinde olduklarını söyleyen sahabeler ise tevatür sınırına ulatmakla beraber hepsi Kur-an’ı toplayanlardan da değildir.

Ayrıca imam Mali ve benzerlerinin dediği gibi[34] sözü ettiğimiz inancın doğusundan maksat, Resulullah hakkında “Muhammed kötü bir adamdı ve kötü arkadaşları vardı. Eğer o iyi olsaydı,arkadaşları da iyi olurdu akıl, nakil ve tecrübeyle sabit olduğu üzere her murabbi, yetiştirdiği insanları kendisi gibi yetiştirir” denmesi için O’nu karalayıp saldırmaktadır.

Yine Ebubekir el-Bakılani’ni de ifade ettiği üzere,bu inanç, kaçınılmaz olarak doğrudan İslam’ı geçersiz kılmaktadır. Zira, Sahabenin nasları gizleme hususunda birleşmeleri ve herhangi bir amaçtan dolayı bu konuda anlaşmaları/hem fikir olmaları mümkün olduğu zaman, naklettikleri bütün hadislerin yalan olması ve asıl Kur-an’ın daha fasih (açık, anlaşılır, akıcı) bir kitapla değiştirilmiş olması [dolayısıyla elimizdeki Kur-an’ın Allah kelamı olmaması], ancak sahabenin bunu gözlemiş olması da mümkün olacaktır.[35]

Şüphesiz, sünnetin varlığı devam ettikçe, hiçbir kimsenin İslam’ı tahrif etmeye ve içine baska şeyler sokmaya gücü yetmeyecektir. Bu sebeple, bunun tek yolu; Kütüb-i Sitte, müsned, mu’cam vs. kitaplarda tedvin edilen (kayıt altına alınan) sünnetin güvenilirlik ve itibarını düşürmektedir.

Alimlerden biri söyle diyor:

İmamiyyeyi diğerlerinden ayıran hususlardan biri de; imamiyyenin ehl-i beyt yoluyla sahih olarak rivayet edilen imam Sadık’ın babası Bâkır’dan, onunda babası Zeynel Abîdin’den , onun da torun Hüseyin’den onun da müminlerin emiri olan babasından, onun da Resulullah (s.a.v)’den rivayet ettikleri hadisten baska hadi kabul etmemeleridir.Ebu Hureyre, Semure bin Cündüb, Mervan bin Hakem, İmran bin Hitan el-Harici, Amr Bin As ve benzerlerinin rivayet ettikleri hadislere gelince, doğrusu bunların İmamiyye’nin yanında bir sinek kadar değeri yoktur.[36]

İmamiyye’nin en muteber Usulu’l –Hadis kitaplarından birinde de söyle denilmektedir:

“Avam (sıradan insanlar)ın sahih olarak kabul ettikleri de dahil, rivayet ettikleri hiçbir hadis sahih değildir.”[37] Avam’dan maksatları, Ehli sünnet ve’l -cemaattir. Kendilerine ise; Seçkinler, önde olanlar anlamına gelen “Hassa” tabirini kullanırlar.

İMAMİYYE İMAMLARININ MASUMİYETİ VE TAKİYYE

Şia; sünnetin itibarını düşüremeyeceklerini, yaptıkları tahrifat ve gizli planlarının yaygınlık kazanamayacağını anlayınca, bunun yerini tutacak bir alternatif olmak üzere ancak ehl-i beyt yoluyla rivayet edilen hadislerin sahih olabileceği; on iki imamın masum olduğu, bilerek veya bilmeyerek onlardan hatanın meydana gelmediği düşüncesini mezheplerinin temel esası haline getirdiler.

Daha sonra, onları ( on iki imamı) Peygamberlerin ismetinden de öte bir ismet (günahtan korunmuşluk, günahsızlık) la vasıflandırdılar, İslam’ın naklini (bize kadar ulaşmasını) onlara hasrettiler. Onlara sünnet altında aslı olmayan bir takım şeyler isnat ederek değişik bir sünnet, dolayısıyla da değişik bir İslam ortaya çıkardılar. Böylece ehl-i beyt sevgisi ve İslam’ı koruma/ savunma sloganıyla İslam’ın bu büyük esasını yıkmak suretiyle yapmak istediklerini tamamlamış oldular.

Gerçek su ki Şiiler ehl-i beytin en büyük/can düşmanlarıdır. Ancak onlara bu iddialarını ehl-i beytin dedeleri olan Hz.Peygamber (s.a.v)’in getirmiş olduğu dini tahrif etmek, içine hurafeler sokmak, ümmetin arasına ayrılık ve ihtilaflar sokmak için bir araç olarak kullanmışlardır. Zira onların ehl-i beyt için biçtikleri derece ve mertebeler ehl-i beyt tarafından kabul edilmediği gibi, bundan dolayı ehl-i beyt onları lanetleyerek onlardan ilişkilerini kesmişlerdir. Nitekim İbn Asakir’in rivayetine göre Hasan el-Müsanna Şiilerden bir adama söyle diyor. Allah’a yemi ederim ki, eğer Allah bize imkan tanısaydı, ellerinizi ve ayaklarınızı keser, sonra tövbelerinizi de kabul etmezdik.

Bunun üzerine bir adam : Peki tövbeleri niçin kabul etmezdin? Deyince, Hasan söyle der: Biz onları daha iyi biliriz onlar diledikleri zaman doğruyu söyle, diledikleri zaman da yalan söyler ve bunu takiyyede doğru bir şey olduğunu iddia ederler.[38]   İbn Asakir ve Darakatni ‘nin rivayetlerine göre, Hz.Ali der ki: Bir kimsenin beni Hz.Ebubekir ile Hz.Ömer’den üstün tuttuğunu görürsem, onu müfteri cezası ile cezalandırırım.[39]

Şiiler; takıyye düşüncesinin benimsenmeden yapmak istediklerinin tamamen başarıya ulaşamayacağını görünce [takıyyeyi icat ettiler.] Çünkü söyledikleri hiçbir şey, onlardan başka hiçbir ehl-i beytten nakledilmemiştir. Oysa ehl-i beyt bunların (Şiilerin) naklettiklerini savunmuş olsalardı, bunları başka insanlara da iletmeleri gerekecek ve dolayısıyla Şiilerden başka da bunları nakleden bir çok kimse olacaktı.oysa en ufak bir şüphe bulunmaksızın ehl-i beytin tespit edilen görüşü, şiilerin naklettikleriyle taban tabana zıt bulunmaktadır. Zira Hz.Ali (r.a) kendisinden önceki üç halifenin hilafetini kabul ederek onlara itaat etmiştir.

Buhari’nin rivayetine göre, Resulullah (s.a.v) (vefat hastalığıyla) hastalandığında Hz. Abbas, Hz.Ali (r.a)’ye : ‘Ben, Abdulmuttalip oğullarının yüzündeki ölüm çizgilerini çok iyi bilir ve anlarım. Gel, Resulullah (s.a.v)’den soralım. Eğer bu iş (hilafet) bizim hakkımız ise öğrenmiş oluruz’ dedi. Bunun üzerine Hz. Ali : ‘Vallahi, eğer bunu Resulullah (s.a.v)’e sorup o da bunu bize vermezse, ondan sonra da halk bunu bize vermez. Onun için vallahi, ben bunu Resulullah’a sormayacağım’ der.[40]

Ehl-i sünnet kitaplarında ispatlandığı üzere Hz. Osman (r.a)’ın katlinden sonra halk, Hz.Ali’ye biat etmek istemiş ancak o, bu tekliften hoşlanmamış ve bunu reddederek şöyle demişti: ‘Beni (kendi hakime) bırakın, başkasını bulmaya çalışın… Size vezir (yardımcı) olmam, Hakkınızda emir olmamdan daha hayırlıdır.[41]

Yine Nehcu’l-Belağe’de[42] de zikredildiği üzere, Hz.Hasan da Hz.Muaviye’nin hilafetini kabul etmiştir. Ve buna benzer daha birçok hadise bizzat ehlibeyt tarafından nakledilmektedir ki, burada zikrettiklerimizle yetineceğiz.

İşte buraya kadar naklettiklerimizden dolayı (yukarıda da zikrettiğimiz gibi) Şiiler takiyyeyi icat ederek imamlar (on iki imam veya ehl-i beyti önde gelenleri) takiyye yapardı dediler, imam Cafer ve babasının güya” takiyye, benim ve atalarımın dinlerinin icabıdır; dolayısıyla takiyye yapmayanın dini yoktur” dedikleri yakıştırmasında bulundular …ki kitaplarında bunun gibi daha birçok yakıştırmalar bulunmaktadır.

Gerçek şu ki, dinleri ancak icadettikleri takiyye sayesinde kuvvet bulup yaygınlık kazanmıştır. Aksi takdirde ne dinleri devam eder, ne de görüş ve düşünceleri yaygınlık kazanırdı.

Alimlerin ileri gelenlerinden büyük alim ibn teymiyye ile hafız zehebi şöyle derler:

Takiyye Şiilerin ayırt edici özelliğidir. Şiarları ahlaksızlık; büründükleri (arkasına gizlendikleri) nifak ve takiyye; sermayeleri de,   sınırı  aşıp   inkarcılığa   sapmasalar   bile   yalan   ve   yalanyeminlerdir. Dilleriyle kalplerinde olmayan şeyleri söyler ve Cafer sadık’ın “takiyye benim ve atalarımın dinidir” iftirasında bulunurlar. Oysa Allah ehli beyti bundan uzak tutmuştur. Onlar iman ve doğruluk bakımından insanların en üstün olanlarıydılar. Dinleri de, takiyye değil takva idi.[43]

Aslında Şiiler, ehl-i beyt imamlarına takiyyeyi yakıştırmakla, varmak istedikleri hedefte, edindikleri yolu sağlamlaştıracaklarını zan ederken, attıkları temeli yıkacaklarının farkında değillerdi.çünkü onların tasvir ettiğine göre takiyye yalanı nifak ve hileden ibarettir. Dolayısıyla takiyye yapmayı gerekli görenleri hiçbir haberine güvenilip itimat edilemez. çünkü verdikleri bütün malumatlar takiyye ihtimali taşımaktadır.İşte bu şekilde, bildirdikleri şeylerde takiyye olma ihtimali olduğu için, gerek ehl-i beyt imamlarına isnat ettiklerine gerekse Rafizi veya Caferi mezhepleri karşı güven ortadan kalkmış oldu.

Yalan, nifak ve hileye “takiyye” ismini vererek mezheplerinin temel esası yapmaları ve mutlaka yapmaları gereken bir görev olarak telakki etmeleri yüzünden Şiiler arasında yalan, ateşin kuru ot arasında yayıldığı gibi yayılmış ve insanların en yalancıları olarak kabul edilmişlerdir. Öyleki “falan adam Şiilerden de yalancıdır” sözü bir ata sözü haline gelmiştir. Sahih olarak nakledildiğine göre imam Şafii “Hevasına uyanlar içerisinde Şiilerden daha çok yalancı şahitlik yapan yoktur.”derken imam malik : “onlarla konuşma,onlardan (hiçbir şey) rivayet etme,çünkü onlar yalan söyler .” demektedir.[44]

İbni Teymiyye de şöyle demektedir: Nakil, rivayet ve isnad ilimleriyle ilgilenen alimlerin ittifakıyla Şiiler, bu konuda yalan uyduranların en yalancılarıdır ve yalanları eskilere dayanmaktadır. Bu sebeple İslam önderleri (imamları) onları, diğerlerinden yalanlarının çokluğuyla ayırırlar.[45]

Bu sebeple, durumlarını inceleyip deneyerek öğrenen bütün hadis, cerh ve ta’dil alimleri onların bütün rivayetlerini reddederek hiçbirini kabul etmemiştir.

Şüphesiz (ileri gelenlerin uydurdukları yalanlar, sadece onlarla sınırlı kalmamış, bil’akis bu) yalanlar onları seçen halka da sirayet etmiştir. Çünkü “insanlar,hükümdarlarının dini üzerindedir” bu sebeple de halkın onlara (baştaki imamlarına) muhalefet edenleri “hain” ve “Amerikacı” damgaladıklarını görürsün. Tıpkı “hem kel, hem fadul” veya “hem suçlu, hem güçlü” deyimlerinde vurgulanmak istendiği gibi, yalancı ve iftiracı oldukları halde, bundan uzakmış gibi davranırlar, dahası dürüst insanları yalancı ve iftiracı olarak suçlarlar.

İMAMLARIN GAYBI BİLDİKLERİ VE Hz. FATMA’YA VAHY İNDİĞİ İDDİALARI:

İmamiye’nin inançlarından biride; on iki imamın geçmişi ve geleceği bildiklerine inanmalarıdır. Başka bir ifadeyle, (onlara göre) imamlar yüce Allah’ın bildiği her şeyi bilmekte, istedikleri zaman bilebilmekte ve haklarında asla hata ve gaflet düşünülmemektedir. Yine (inançlarına göre) her peygamber sadece kendi şeriatını bildiği halde, imamlar bütün peygamberlerin şeriatını bilmektedir.yüce Allah yasama ve yaratma ile ilgili konularda onlara vekalet vermiş; helal ve haram kılma konularında olduğu gibi, kainatta tasarruf etme konusunda da onlara yetki vermiştir. Ki Kuleyni, el-kafi isimli kitabında bunların her biri için ayrı bölümler tahsis ederek açıklamıştır.

İmamiye’nin inançlarından biride; Hz peygamber (s.a.v)in vefatından sonra, Cebrail (a.s)in Hz.Fatma validemize vahiy getirdiğine, Hz. Ali(r.a)nin gelen vahyi yazdığına ve böylece Hz. Fatma nın mushafı olarak isimlendirilen ve kur’an-ı kerimin üç kat büyüklüğünde –ki içinde kur’an’dan birtek harf bile yoktur- bir mushafın oluştuğuna inanmalarıdır.[46] Ki bu, nübüvvetin son bulduğu, inancını inkar etmek demektir.

Ünlü İslam alimi ed- dihlevi şöyle demektedir:

Aslında imamiyye mezhebinin batıl olması kullandıkları “imam” kelimesinden anlaşılmaktadır. Zira onlara göre imam; ma’sum, itaatı farz ve gizli vahye muhatap olan kimsedir. Bu ise “nebi” (peygamber) in manasıdır. Dolayısıyla mezhepleri, nübüvetin inkarını gerektirmektedir.[47]

İmamiyenin imam hakkındaki bu inançlarından dolayı iran’ın (miteveffa) dini lideri şöyle demektedir:

İmam; övgüye layık bir makama, yüce bir mavkiye, kainatın bütün zerrelerinin otoritesine boyun eğdiği tekvini hilafete sahiptir. Hatta bu sebeple imamlarımızın sahip olduğu makama, ne mukarrab bir melekin, ne de gönderilmiş bir peygamberin ulaşmadığına inanmak, mezhebimizin inanılması zorunlu olan ilkelerinden olmuştur… elimizdeki rivayetlere göre, bu makama ancak Hz. Fatma (allahın selamı üzerine olsun) sahip olmuştur.[48]

Muhammed bakır hakkında yazdığı vasiyetinin mukaddimesinde ise:[49] “Allah, resulü, ve on iki imam dışında hiç kimse ne ona (muhammed bakıra) ulaşmış ne de ulaşmaya gücü yeter.”demektedir. görüldüğü üzere imamiyye; imamlara peygamberlerin derecelerinden de üstün, uluhiyete yakın, hatta uluhiyet derecesiyle aynı dereceler izafe etmektedirler. Ve bütün bunlar, İslam’ın kural ve esaslarıyla zıt olan bu sahte inançları uyduranların islam’ın temel esaslarında yapmak istedikleri değişiklik ve tahriflerin tamam olması için yapılmaktadır.

RİC’AT

İmamiyye’nin, üzerinde ittifak edip kabul ettikleri inançlarından biri de, tarihen sabit olduğu üzere babası geride nesil bırakmadan ölen, doğmamış ve doğurmamış sözde (mevhüm) mehdi’nin zuhuru sırasında on iki imam’ın taraftarları ve düşmanlarıyla beraber geri döneceklerine inanmalarıdır.[50]

Onların on iki imam’ın düşmanlarıyla kast ettikleri, hulefa-i raşidin’den ilk üçüdür. Çünkü onlara göre bu üçü, ehl-i beyte karşı düşmanca tavırlar sergileyerek Hz. Ali (r.a) den hilafeti gasbetmiş, Hz. Fatma (r.a)yıda babasından (s.a.v) kendisine kalan mirastan men etmiş yoksum bırakmışlardır. Yine onların düşmandan maksatları; Hz. Ali ile savaşan ve içlerinde Hz. Aişe, talha ve zübeyr’in de bulunduğu herkestir.

İşte mehdi’nin zuhuru sırasında, yukarıda anılanlar geri dönecek, imamlar düşmanlarından intikam alacak ve onları en kötü şekilde öldürecektir.

Şia alimlerinden meclisi: “ric’atın sübutu bütün şia’nın ittifak ettiği bir husustur” derken[51], İbrahim ez zencani, “ric’at, şia’nın inanılması zaruri olan inançlarındandır” demektedir.[52]

Ric’at inançının ortaya atılmasından maksat; bir taraftan ehl-i hakkındaki aşırılıkların artması, diğer taraftan meziyetlerine inanan mümin gönüllere sahabe’nin önemli şahsiyetleri hakkında kin ve nefret duygularını sokarak onlara düşman olmalarını sağlamak ve böylece imamların, hilafet ve imamet hakkındaki ilahi naslara güya muhalefet eden resullullah(s.a.v.) ın sahabelerinden intikam alacaklarına dair söyleyip kaydettikleri saçma sapan şeylerle İslam birliğini parçalamaktır. Zira bu nevi söylentiler geçmişte olduğu gibi, günümüzde ve gelecekte de yanan fitne ateşini daha da alevlendirmekte, İslam birliğine zarar vermekte, Müslümanları birbirine yaklaştırıp anlaşmalarına yardımcı olan bütün duygu, istek ve düşüncelerini yok etmektir.

Şurası bilinmeli ki, buraya kadar zikrettiklerimiz ve daha kat be kat fazlası, Şiilerin kura’nı kerimden sonra en sahih ve en güvenilir kütap olarak kabul ettikleri küleyni’nin, ehl-i sünnetin kuran’dan sonra sahih kitap olarak kabul ettikleri buhari konumundaki “el-kafi” isimli kitabında; nasiruddin et-tusi’nin “et-tecrid”, İbrahim ez-zancani’nin “el-akaidul-imamiyye” ve humeyni’nin “keşful-esrar” isimli kitaplarında zikredilmektedir. Bu konuda geniş bilgi edinmek isteyenlerin, adı geçen kitaplara bakmalarını tavsiye ederek bu konuyu noktalamak istiyoruz.

ŞİİLİK VE RAFİZİLİK ARASINDAKİ FARK

Dikkat çekilmesi gereken hususlardan biri de, Şiilik ve Rafizilik kavramları arasındaki farktır.

Şiilik; Hz Ali (r.a)’ye sevgi duymak ve o’nu Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer (r.a) hariç, bütün sahabelerden üstün tutmak demektir.

İbni Teymiyye şöyle demektedir:

Hz. Ali ile arkadaşlık yapan veya o dönemde yaşayan eski (önceki) Şiiler, Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’in üstünlükleri içinçekişmiş değillerdi. Onların çekişmeleri, Hz. Ali ile Hz. Osman’ın üstünlükleri içindi. Bu, başından sonuna bütün büyük Şii alimlerinin kabul ettikleri bir husustur. Nitekim Ebu Kasım el-belhi’nin naklettiğine göre, bir adam Şerik b. Abdullah’a: “Ebu Bekir mi daha üstün, Ali mi?”diye sorar. Şerik: “Ebu Bekir”, deyince, adam: “sen bir şii iken böyle söylüyorsun, ha?” deyince, şerik şöyle dedi:

- Evet, böyle söylemeyen şii değil. Allah’a yemin ederim ki, bu bozuk düşünceler Hz. Ali’ye de iletilmişti, ama o: “dikkat edin haberiniz olsun! Peygamberlerinden sonra bu ümmetin en hayırlısı (üstünü) Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’dir” demişti. Hal böyle iken, biz, onun sözünü nasıl reddeder ve onu nasıl yalanlarız. Allah’a yemin ederim ki, o, yalancı değildi.[53]dolayısıyla buna göre Hz. Ali’nin diğer sahabelere karşı yaptığı savaşlarda haklı olduğu, onunla savaşanların hata yaptıkları,ancak onların bu hatalarının bir ictihad hatası olduğundan dolayı onları günah ve fıska sokmadığı, bilakis bundan dolayı sevaba nail olup bir ecir elde edecekleri konusunda icma’da bulunan Ehl-i sünnet vel-cemaat şia’ya dahil olduğu gibi diğer sahabeler ile haricilere karşı yaptığı savaşlarda Hz. Ali’nin yanında yer alan bütün sahabe ve diğer taraftarları da şia’ya dahildir.

Rafiziliğe gelince; bunun ilk aşaması, Hz. Ali’yi Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’den üstün tutmaktır. İkinci ve birinciden aşırı olan aşaması,Hz. Ali’nin dışındaki diğer üç halifenin hilafetini reddederek, hilafetlerinin batıl olduğuna inanmak ve onlara dil uzatmaktı. Üçüncü ve en aşırı aşaması ise, üç halifeyi tekfir edip, ric’atın vukuuna inanmaktır. Kastalani şöyle der:

 Şiilik; Hz. Ali sevgisi ve o’nu (Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer dışında) sahabelerden üstün tutmaktır. Bu sebeple onu (Hz. Ali’yi) Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’den üstün tutan Şiilikte aşırı gitmiş ve O artık Şii değil, Rafızi olarak isimlendirilir. Bununla beraber eğer sahabeye dil uzatır veya onlardan nefret ettiğini açıkça ilan ederse Şiilikte birazda aşırı gitmiş ve eğer ric’ata da inanıyorsa daha çok aşırı gitmiş (aşırılıkta son noktaya varmış) tır.[54]

Şiilik ve Şii ismi olarak Şiilerden bazılarının Zeyd (r a.)den, Hz, Ebu Belir ile Hz. Ömer den beri olduğunu söylemesini istemeleri üzerine Zeyd’in bu isteklerini reddederek onları azarlamasından ötürü Zeyd’i terk etmeleri ve Zeyd’in onlara: “Beni terk ettiniz, ha” demesi üzerine veya onların Hz. Ali’nin dışındaki üç halifenin halifeliğini reddetmeleri üzerine ortaya çıkmıştı. (Zira Şiilik ve Şii kelimeleri Arapça’da “terk etmek, reddetmek” anlamlarına gelmektedir.)

Doğrusu alimler çoğu kez “Şiilik” kelimesini Şiiliği içine alacak şekilde umumi (genel) anlamda kullanırlar. Anlaşılacağı üzere, imamiyye mezhebine mensup olan günümüzdeki Şiiler, kendilerinin de ittifak ettikleri üzere Şiilerin aşırılarından sayılırlar. Nitekim, makani, “tenkihu-l –mekal” adlı eserinde şöyle demektedir:

Daha önceleri (geçmişte) “aşırı” sayılan şeyler, günümüzde “normal” ve mezhebin inanılması zaruri olan ilkelerinden sayılmaktadır. Bu, onların cerh ve tadil ile ilgili en büyük ve en yeni kitaplarında yer alan ilmi bir tesbittir. Adı geçen kitapta kaydedildiği üzere bizzat alimleri, mezheplerinin geçirdiği değişik merhalelerden sonra bu hale geldiğini itiraf ederler.ki bu, mezheplerinin beşer tarafından düzenlendiğini göstermektedir. Bütün ehl-i sünnet ve’l cemaat araştırma alimleri ile şii alimlerinin belirledikleri hususlardan biride, mezheplerinin değişik devreler geçirdiği hususudur. Nitekim bugün ki imamiyye safevilerden önceki imamiyye den; safeviler dönemindeki imamiyye de büvehilerden önceki imamiyyeden tamamen farklı olması da bunun en açık delillerindendir.

Şii alimlerinden Musa el-musevinin “eş-şiatul ve-tashih” adlı kitabını okuyan, (konuyla ilgili) son derece şaşırtıcı ve tuhaf hususlarla karşılaşacaktır.

ŞİİLERİN İSLAMI VE KÜFRÜ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLER:

Sahabenin önde gelenlerinin küfrüne inandıklarından dolayı alimler, geçmişte hep Şiilerin tekfir edilip edilmeyecekleri konusunda tartışmış ve başta imam Malik(r.a.) olmak üzere bir çokları onların dinden çıktıklarına hükmetmişlerdir. Kadi iyaz’ın naklettiğine göre İmam Malik şöyle demektedir.

Sahabeyi sevmeyen veya onlara dil uzatan kimsenin, Müslümanların ganimetinde hakkı yoktur. Ali-el kari bunun açıklamasında: imam malik, bununla onların İslam cemaatinden çıktıklarını kastetmektedir, der.

Yine kadi iyaz’ın naklettiğine göre İmam Malik şöyle demektedir: Hz. Muhammed (s.a.v.) efendimizin sahabelerine öfkelenip kırgınlık duyan kafirdir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Allah böylece onları (sahabi) çoğaltıp kuvvetlendirmekle kafirleri öfkelendirir.”(fetih,29)(54).

Şiileri tekfir eden alimlerden biride,imam sübki’ dir. Sübki, yazdığı bir risalede –ki bu risale “fetva”sının ikinci cildinin sonuna ilave edilerek yayınlanmıştır-Kuvvetli delillerle hem Şiileri dinden çıktıklarını ispatlamakta, hem de bu konuda tereddüde düşerek yorum yapmaktan kaçınanların görüşlerini çürütmektedir.

Hanefi alimlerden bazılarına göre de, Şiiler kafir olarak öldürülmeleri gerekmekte ve tövbeleri asla kabul edilmemektedir. Ancak alimlerin çoğunluğuna (cumhura) göre sadece sahabenin önde gelenlerini tekfir etmekle değil, bütün sahabenin tekfir edilmesiyle dinden çıkılır.

3-ÇAĞDAŞ ALİMLERDEN ŞİİLERİ TEKFİR EDENLER.

İçlerinde büyük alim Sait Havva ve Nasıruddin el-Elbani’nin de bulunduğu birçok çağdaş alim de Şiilerin kafir olduklarına hükmetmişlerdir. Ancak bu hüküm, onların, sahabenin önde gelenlerini     tekfirlerinden     dolayı     değil,     bilakis     aşağıda nakledeceğimiz inançlar gibi küfrü gerektiren başka inançlarından dolayı verilmiştir. Mesela onlar Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem)’tan sonra Hz. Fatma’ya vahyi indiğine inanmaktadırlar. Bu ise Hz. Fatma’nın nübüvvetine hükmedip, nübüvvetin son bulduğu inancını reddetmek demektir. Yine onlar, Allah’ın, imamlara kainatta tasarruf etme yetkisini verdiğine inanırlar. Bu ise, müşriklerin putları hakkındaki inançlarının aynısıdır. Yine onlar, Allah ’ın imamlara helal ve heram kılma yetkisini verdiğine inanırlar. Bu da ehl-i kitabın, hahamları ve rahipleri hakkında taşıdıkları inancın aynısıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), (Hiristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesihi (İsa’yı) rablar edindiler….”(tevbe, 31)

Sahih hadiste rivayet edildiği üzere Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem), onların, hahamlarını ve rahiplerini rap edinmelerini, “helal kıldıklarını helal, haram kıldıklarını da haram” olarak kabul etmeleri şeklinde açıklamıştır.

Gayp bilgisi konusunda imamların Allah ’a ortak olduklarını, imamların peygamberlikten de üstün derecelere sahip olduklarına inanmaları da Şiilerin küfrünü gerektiren inançlardandır.

Yine başta “kafi” olmak üzere kendilerince en sahih olarak kabul edilen kitaplarında yoruma mahal bırakmayacak kadar açık ve kesin ifadelerle kuran-ı kerimde tahrif ve eksikliklerin olduğuna ve yüce Allah’a “beda” izafe etmelerine yani “Allah’ın belli bir şekilde vuku bulacağını haber verdiği bir olayın daha sonra başka bir şekilde gerçekleşebileceğine” dair en güvenilir senetlerle rivayet edilen birçok rivayetlerin olması da onların dinden çıktıklarını göstermektedir.

Ancak biz şii alimlerin den çoğunun, yazdıkları kitaplarda bu iki inancı reddettiklerini görmekteyiz. Doğrusu bu, bizi hayrete düşürmektedir. Zira, yukarıda da kaydettiğimiz gibi, bu rivayetlerin en güvenilir senetlerle en sahih kitaplarında nakledildiğini ve bir çoğunun yorum kabul etmeyecek kadar kesin ve net ifadelerle rivayet edildiğini görmekteyiz. Eğer bu bir takiyye değil ise –zira biliyoruz ki, onlara göre takiyye yapmak vaciptir- peki bunun sebebi nedir?

Kendilerine göre en güvenilir alimlerinden biri olan kari et-teberi’nin yazmış olduğu “faslul-hitap fi tahrifi kitabi rabil-erbab”[55] adlı kitabında, sözde en güvenilir kitaplarından naklettiği iki bini aşkın rivayetle inançlarına göre kuranın muharref olduğunu ispatlamaya çalışmaktadır. Son muhaddislerinden olan Muhammed bakır el-meclisi de “mir’atul-ukul” adlı eserinde şöyle demektedir:

Anlam bakımından mütavatir olan birçok rivayet (hadis) açıkça kuranın muharrefe eksik ve değişikliğe uğradığını göstermektedir. Ki bunların hepsini reddetmek, doğrudan bütün hadislere olan güvenin ortadan kalkmasını gerektirmektedir. Kaldı ki, kanaatimce bu konuda nakledilen rivayetler sayı olarak imametle ilgili rivayetlere ulaşmaktadır.[56]

Şurası bir gerçektir ki, başta en büyük muhaddislerinden küleyni olmak üzere önde gelen alimlerinin büyük kısmı kuranın tahrife uğradığını iddia etmektedir. Şimdi biz onlara soruyoruz:

Kuranın tahrife uğradığına inanmak küfür müdür, değil midir?

Eğer “hayır, küfür değil” derlerse, dinden çıkarak kafir olurlar. Yok, eğer “evet, küfürdür” derlerse, bu sefer onlara şöyle sorarız:

Kafirlerin naklettikleri haberlere güvenmek, İslam ’i konularda kitaplarını kaynak almak ve Müslümanlara imam olmalarını kabul etmek caiz midir? Ve kâfirleri tekfir etmeyen Müslüman sayılır mı?

Tahrif komedisini hazırlayanların amacı, İslam’ın birinci kaynağı olan kuran ’ı kerim’e duyulan güveni ortadan kaldırmaktır. Zira, eğer mevcut (varolan) kuran eksik ise, çıkarılmış olan kısmın elde mevcut olan kısmı mesh etmesi de caiz olabilir.

Şiilerin tahrif konusunu ortaya atmalarındaki amaçlardan biride güya Kuran’ın tahrifine cüret edip hoşlarına gitmeyeni çıkardıklarından dolayı sahabenin önde gelenlerini küfürle itham etmek ve böylece müminlerin gönüllerinde kin ve nefret duygularını yerleştirmektir.

İşte onlar, bu şekilde iki rüknünü (kitap ve sünneti) iptal etmek suretiyle İslam ’i bozarak anlamı olmayan bir takım yalanı, hileyi ve tahriflere isim yaptılar.

Tahrif ve beda” nın ikisine, hatta sadece bunlardan sadece birisine inananların küfründe şüphe olmadığı gibi onların küfründe şüphe edenlerin küfründe de şüphe yoktur. Zira Yüce Allah kuran ’ın koruyacağına bizzat kefil olduğu için kuran’ da tahrifin söz konusu olması mümkün olmadığı gibi, ilminde bir değişiklik söz konusu olmadığı için “beda” da söz konusu değildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır.

“Şüphesiz zikri (kuran ’ı) biz indirdik, elbette onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr, 15).

“Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ankebut, 62).

“Şüphesiz Allah, ilmi ile her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.” (Talak, 12).

4.ŞİİLİĞE DAVET EDENLERLE SAVAŞMANIN GEREKLİĞİ.

Dikkat çekilmesi gereken hususlardan biride şudur. Alimler, her ne kadar sahabenin önde gelenlerini tekfir edenlerin dinden çıkıp çıkmayacakları konusunda tartışmışlar ise de, (bu) bidalarını açığa çıkarıp ilan ettiklerinde, imamın onlarla savaşmanın vacip olduğunda ittifak etmişlerdir.

Askalani’nin naklettiğine göre Kurtubi şöyle der: Hadislerde, sahabenin önde gelenlerini tekfir edenlerin, dinden çıkacaklarını savunanların haklılığı, daha açık bir şekilde görülmektedir. Dolayısıyla bu görüşü kabul ettiğimizde, hem onlarla savaşılır, hem boyunları vurulur ve hem de mallarına el konulur. Ki bu, bazı hadis ehlinin haricilerin onların hakkındaki görüşüdür. Onların dinden çıktıklarını kabul etmeyenlerin görüşünü kabul ettiğimizde ise, devlete karşı baş kaldırıp savaş açanlara karşı izlenilecek yol izlenir.

Bid’atlarını gizleyenlere gelince, onların bu durumuna haberdar olunduktan sonra, kendilerinden tövbe etmeleri istendikten sonra öldürülürler mi yoksa öldürülmezler de, bid ’atlarından vazgeçmeleri için yoğun bir çaba içine mi girilir.? Konusu da tekfirlerinden tartışmaya paralel olarak ihtilaflıdır. Ama, şunu belirtmek gerekir ki tekfir konusu, tehlikeli bir konu olup, bundan uzak kalmayı her şeye tercih ederiz.[57]

İbni Teymiyye de şöyle der: Müslümanların icmasına göre Harici, şii ve benzerleri İslam cemaatından ayrıldıkları zaman, onlarla savaşmak farzdır.[58]

Onların İslam cemaatından ayrılmalarından maksat, bid’atlarını açıkça ilan edip İslam cemaatına karşı gurup oluşturmaktır. Yoksa bundan maksat imama karşı ayaklanmaları değildir. Çünkü bu konuda bid’at ehli ile diğerleri arasında ayırım yapılmadan savaş farz kabul edilmiştir. Teymiyye ’nin maksadının bu olduğuna delil, feteva ’sının başka bir yerinde demesidir.

Açıkça Allah’ın isim ve ayetlerine karşı çıkmak; Allah ’ın isim ve sıfatlarını, Allah’ın Kaza Kaderini, veya hulafa-i raşıdin döneminde tüm Müslümanların icmaı ile kabul edilen şeyleri yalanlayıp kabul etmemek; ilk müslümanlardan olan muhacir, ensar ve iyilikle onlara uyanlara dil uzatmak veya İslam dininden çıkmayı gerektiren hususlarda kendilerine itaat etmelerini sağlamak için Müslümanlarla savaşmak gibi kitap ve sünnete ters düşen bid ’atları ilan edenlere karşı savaşmak ve selef-i salihine uymak farzdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor.

“Fitne kalmayıncaya ve dinde tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” (Bakara 2/193). o halde dinin bir kısmı Allah’ın, bir kısmı başkalarının olduğu zaman, dinin tamamen Allah’a ait olması için savaşmak farz olur.

ŞİİLERİN İMAMETİ

(Yaptığımız bu açıklamadan sonra, sanırız) “Şiilerin imametinin hükmü nedir? Şiilerin imameti sahih midir,batıl mıdır?” sorusuna cevap verme vakti gelmiştir:

Bize göre, Şiilerin imameti,zikredeceğimiz sebeplerden dolayı batıl ve merduttur. Bu sebepler şunlardır:

1-Şiilerin kafir oldukları kabul edildiği takdirde, söylenecek bir şey yok.

2-Ama eğer bid’at ehli Müslümanlar ise, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir gerçektir ki, bid’atları İslam’ın bir çok esasını değiştirecek, rasulullah (s.a.v)’ın kutüb-i sitte, müsned, mu’cam ve benzerlerinde tedvin edilen sünnetini ret edecek niteliktedir. Oysa daha önce zikrettiğimiz üzere,alimler böylelerinin imametinin batıl olduğun da ittifak etmişlerdir.tartışma konusu olan, onların böyle bir bid’atla muttasıf olmamaları konusudur ki bazılarına göre bunların imameti sahih ise de, alimlerin çoğunluğuna göre bunların da imameti batıldır.

3-İmametin şartlarından biride, adil olmaktır. Oysa bunlar bid’atlarından dolayı bu vasfı kaybetmişlerdir.

4-İmametin şartlarından biride, kitap ve sünneti bilmektir. Oysa bunlar bid’atın alimi, kitap ve sünnetin cahilidirler.

5-İmametin şartlarından biride, imamlığa aday olan şahıs, kitap ve sünnetin hükümlerini uygulaya bilecek yeterliliğe, güç ve kabiliyete sahip olmasıdır. Oysa Şiilerin, bid’atla muttasıf olduklarından dolayı bu vasfı kaybetmişlerdir. Zira O,kitabı açıklayan sünneti uygulayacak yeterliliğine sahip olmayınca, kitabı uygulayacak yeterliliğe de sahip değildir, demektir. O,olsa olsa ancak kitap ve sünnete zıt olan bid’atlarını uygulayabilecek yeterliliğe sahiptir.

6-İmametin en önemli hedeflerinden biride, başta İslam i inançlar olmak üzere İslam ın değişmez ve selef in üzerinde icma ettiği esaslarını korumaktır. Oysa bunlar, anılan esas ve inançların çoğunu yıkmağa çalışırlar.

7.Şüphesiz Şiileri Müslümanların başına imam tayin etmek, günah ve düşmanlıktan ibaret olan bid’at konusunda yardımlaşmak demektir ki, yüce Allah bunu reddederek şöyle buyurmaktadır:

“iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın,günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın” (maide 5/2)

8-Şüphesiz onları imam tayin etmek, yine yeryüzünde fesadın yayılması için çaba gösterenlerle işbirliğiyapmak demektir. Çünkü onlar fesadın en büyüğü olan mezheplerinin yayılması çabasındadırlar. Oysa ibni hazm, imametin şartlarından birinin imamlığa aday olan kimsenin, yeryüzünde fesadı yayan bir kimse olmaması olarak zikretmektedir.

Buraya kadar zikrettiklerimizden anlaşılacağı üzere, din tamamen Allah’ın olması için topyekün bütün Müslümanlar bunlarla savaşmaları gerekirken, Müslümanların başına imam olarak tayin edilmeleri ve böylece dinin bir kısmının Allah’ın bir kısmının da başkalarının nasıl caiz olabilir?

Soru: 6- İNSANLARIN BİAT ETMESİ GEREKEN CEMAATİN ÖZELLİKLERİ NELERDİR?

Cevap: Gerçek şu ki, daha önce arz ettiklerimizden de anlaşılacağı üzere, mesele, biat meselesi değildir. Zira hiçbir cemaate, bütün insanların biat etmesi gerekmemektedir. Ki ta imama (devlet başkanına ) bile sadece ehl-i hal ve akdin (seçici …….) biat’ı yeterli olduğundan herkesin biat’ına gerek görülmemiştir. – Ne hayra daveti, iyiliği emredip kötülükten sakındırma, iyilik ve takva üzerinde yardımlaşmaya; Allah’ı, Peygamberini ve müminleri dost edinip Allah ve resulünün düşmanlarını düşman edinme meselesidir. Yüce Allah şöyle duyurmaktadır.

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al –i imran 3/104).

“İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” (Maide 5/2).

“Sizin dostunuz ancak Allah’tır, resulüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namaz kılar, zekatı verirler” (maide 5/55).

“Allah’a ve âhiret gününe inanan bir toplumun –babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin.” (mücâdele 58/22).

İçlerinde hayra –ki bu, bütün yönleriyle İslam demektir- davet eden, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir cemaat ’ın bulunması Müslümanlara farz olduğu gibi, fert ve toplum olarak Müslümanların inanç, davranış ve ahlaken bütün yönleriyle İslam’ı ciddiyetle uygulamaları da farzdır. Bu sebeple, öncelikle bu seçkin cemaate düşen durumunu ve eğrilerini düzelterek tavır, davranış ve ahlakıyla İslam’ı temsil eden model bir insan ve yine “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz, Allah katında şiddetli bir buğza sebep olur.” ( saf 61/2-3). Âyetindeki tehdide muhatap olmamak için sözlü davetten çok ahlak, tavır ve davranışlarıyla örnek bir İslam davetçisi olmaktır.

Üzerine düşen görev ise,hem insanları hayra, iyilik ve takva üzerine birbirileriyle yardımlaşmaya davet etmek, hem de insanları davet ettiğinde bu konularda onlarla işbirliği yapmaktır.

Bu seçkin cemaati, fert veya cemaat olarak Allah’ın kitabına ve resulünün sünnetine bağlı kalarak bunlara davet ettikleri müddetçe, davet konusundaki üslüp ve metodları farklı olsa da hayra ve İslam’a davet eden hiçbir kimseyi birbirinden ayırmadan herkesi belli bir sistem dahilinde bir araya getirmektedir. Genel olarak Müslümanların bu seçkin cemaate karşı görevi, onlara karşı hüsnü niyet, sadakat ve bağlılık göstererek, iyilik ve takva hususunda onlarla işbirliği yapmaktır. Özel anlamda Müslüman alimlerin görevi ise, onlara önderlik yapmak, onları cesaretlendirmek ve irşad ederek yanlışlarını düzeltmektir. Tabi ki bu adı geçen cemaatin kitap ve sünnete bağlı olması ve onlara davet etmesi durumunda söz konusudur. Ama bid’at ve islami esas ve prensiplerle taban tabana zıt esas ve kaidelerle amel edip bunlara davet ettiklerinde, Müslümanların görevi, onlardan yüz çevirip uzaklaşmaktır. Bunun sebebi şudur:

1- Çünkü bunlar eğer kafir iseler o zaman zaten söylenecek bir şey yoktur

2- Yok, eğer Müslüman iseler, şüphesiz islam’i esaslarla taban tabana zıt olan bid’at ve esaslara inanıp davet etmekle Allah ve resulüne karşı savaş açmış ve yeryüzünde fesâdın yayılması için çaba harcamış olurlar. Ki yüce Allah böyleleri hakkında şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir toplumun babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin.” (mücadele 58/ 22).

“Allah ve resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya acımadan öldürülmeleri ya asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylarıdır. Onlar için âhirette de büyük azap vardır.” (maide 5/33).

3- Bu cemaatin görevi, inançları gereği kendi bid’atlarını piyasaya sürüp yaymak; Müslümanların görevi de, o bid’atlarlasavaşıp yok etmek iken onları hakim duruma (yönetim başına) getirmeleri nasıl caiz olabilir?

4- Bid’atlarını açığa çıkarıp ilan ettikleri takdirde Müslümanların imamına onlarla savaşmak farz iken, Müslümanların onları imam tayin etmeleri nasıl caiz olabilir?

5- Şüphesiz bunları iş başına getirmek, onlara saygı göstermek bid’atlarının yayılmasını istemek demektir. Oysa Resulullah (s.a.v) dan mursel olarak rivayet edilen bir hadis de şöyle buyurulmaktadır:

“ Bid’at sahibine saygı gösteren, İslam’ın yıkılmasına yardım etmiştir.”[59]dolayısıyla bunları imam seçmek İslam’ın yıkılmasına yardım etmek, günah ve düşmanlık konusunda onlarla işbirliği yapmak demektir.

6- Söz konusu cemaat (Şiiler)e fısk, bid’at ve takiyyeyi din edinmelerinden dolayı bir tutam otun bile kendilerine emanetedilmesi caiz değil iken, Allah’ın dinine davet gibi bir konuda kendilerine liderliğin tevdi edilmesi nasıl caiz olabilir? Peygamber  (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz bu ilim dindir. O halde dininizi kimden aldığınıza dikkat edin.”

Bu sebeple bütün hadis âlimleri, Şiilerin rivayetlerini reddederek hiçbirinin rivayetini kabul etmemişlerdir. Âlimler şöyle demişler:

Fâsık ictihad edebilir ve kendi ictihadına göre amel edebilir. Ancak hiçbir müslümanın böyle fasık birini taklit etmesi ve görüşüne göre amel etmesi caiz değildir. Çünkü Allah dini konusunda fasıka güvenilmez.

Burada şunu belirtmek gerekir ki, âlimlerin bu sözleri Sünni fasıklar hakkındadır. Bid’at ehli fasıkların durumu nasıl olur siz düşünün.

7- Şiiler, hem kendilerini yeryüzündeki bütün Müslümanların imamı hem de bütün islami hareketlerin lideri olarak görmektedirler. Ki bunların ikisi de alimlerin icmaı ile batıl şeylerdir. Oysa onların liderliğini kabul etmek, icmaen batıl olan bu iki hususun piyasaya sürülmesini kabul etmek demektir.

EHL-İ SÜNNET İLE ŞİİLERİ BİRBİRİNE YAKLAŞTIRMA KONUSU (ÇABASI)

Bu münasebetle, Şiilerin bir asırdan beri açıkça davet ettikleri “ ehl-i sünnet ile Şiileri birbirine yaklaştırma” komedisine değinmek istiyoruz.

Gerçek şu ki, bu çağrı ve bunun için düzenlenen paneller/ toplantılar, ehl-i sünnet mezhebine karşı başvurulan bir düzen ve entrika, ehl-i sünnetten kolay aldatılan saf ve cahil kimseleri avlayıp adım adım Şiiliğe doğru götürmek için bir tuzak ve Şiiliği yaymak için bir araçtır. Evet, gerçekte bu toplantılar Şiiliğe çağrı toplantıdır. Ancak onlar takiyye yaparak bu toplantılarını göz alıcı parlak (yaldızlı) bir isimle takdim ettiler.

Burada ilk hususu ispatlamak istiyoruz. Birincisi, bu çağının saçma /kabul edilemez olduğunu. Bu çağrının samimi olmamasının sebepleri şunlardır.

1-Eğer bu çağrı samimi bir çağrı olsaydı, bunun yapılacağı uygun bir İran idi, çünkü İran, yaklaşık nüfusun yüzde altmışını oluşturan Şiiler ile yaklaşık yüzde kırkını oluşturan ehl-i sünnetten müstakil bir devlettir. Bu sebeple, sözde ehl-i sünnet ile Şiileri birbirine yaklaştırma çabasında olanlara düşen, Tahran’da veya… da bu çağrı için bir panel / toplantı düzenlenip ehl-i sünnet âlimlerinden bir gurup, Şii âlimlerinin meşhurlarından da bir gurubu bu toplantıya çağırarak konuyu tartışmaya açmalarıydı. Peki, bunu yaptılar mı? onların bu konuda bütün yaptıkları, İran’ın dışında bir toplantı düzenlemeleridir.

2-Eğer onlar bu çağrılarında samimi olsalardı, bu yoldaki engelleri giderir, engelleri uzaklaştırır ve İran İslam cumhuriyetindeki ehl-i sünnet ile Şiileri hukuk önünde eşit tutarlardı. Bunu yatılar mı? Hayır, bu konuda da hiçbir şey yapmadılar. Çünkü anayasaları (veya yasaları ve kanunları) Şiilik esasları üzerine kurulmuştur. Başka bir ifadeyle anayasaları Şii’dir, devlet Şii’dir, resmi mezhep Şii’dir, hükümetteki idareciler, ehl-i sünnet belgeleri de dahil yerel yöneticilerin hepsi Şii’dir. Hükümet üyeleri arasında ehl-i sünnetten bir tek bakan bile yoktur. Aynı şekilde Tahran’da yaklaşık beş yüz bin Sünni yaşadığı halde bir tek mescitleri de yoktur. Bir mescit yapmak için defalarca hükümetten izin talebinde bulunduklarına rağmen, hükümet onların bu taleplerini reddetmiştir. (yine) Sünni bölgeler hizmetten mahrum bırakılmış, alimleri ise kimisi tutuklanmış, kimisi de gözaltındadır.

3-Ehl-i sünnet ile Şiileri birbirine yaklaştırma yoluyla Şiilerin kaç tanesi Sünnileşti veya kaç tanesi Şii akidesinden vazgeçti? Hayır, bunların hiçbiri olmadı.

4- Ehl-i sünnet ile Şiileri birbirine yaklaştırmaya davet edenler ya Şii mezhebinin tüm esas ve prensiplerine inanırlar ya da bunların tamamı veya bir kısmı hakkında şüpheleri olduğu için tam inanmazlar. Edasıyla eğer Şiiliğin bütün esaslarına inanıyorlarsa, o zaman bu mezhebin hiçbir esasında vazgeçmeleri söz konusu olmayacağı için, anılan davetten maksat iki mezhebi birbirine yaklaştırmak değil, ehl-i sünneti Şiiliğe yaklaştırmak olur. Yok eğer Şiiliğin bütün esasları veya bir kısmı hakkında şüpheleri varsa, o zaman da üzerlerine düşen; anılan daveti yapmak değil, sağlam bir sonuca varmak için, gerekirse ehl-i sünnet âlimlerinden de yardım alarak hür bir ortamda ve samimi bir şekilde konuyu inceden araştırma ve tartışma konusu yapmaktır.

Anılan çağrının geçersiz ve kabul edilemez olmasının sebeplerine gelince, onlarda şunlardır:

1-Ehl-i sünnete mensup hiç kimse, iki mezhebin birbirine yaklaştırmasına temayül gösterip sıcak bakmaz. Zira Sünni bir müslümanın böyle bir şeyi kabul etmesi,mezhebinin temel esaslarından vazgeçmesi demektir.Ki,bunun anlamı İslam’ın temel esaslarından vazgeçmek demektir.Böyle bir şeyi kabul eden ise Sünni değildir.Çünkü o,Sünni mezhebinin esaslarına iman etmemektedir.

2-  Müslüma’nın vazifesi sünneti canlandırıp, bid’atı yok etmek iken, bid’atı canlandırıp sünneti yok etmesi nasıl düşünülebilir?

3- Mütehassıs(uzman)larınca bilindiği üzere iki mezhep arasında yakınlaştırmaya mani olacak kadar zıtlık ve çelişkiler bulunmaktadır.Bu sebeple bazı Şii alimleri şöyle demişlerdir:İmam iye mezhebi ile ehl-i sünnet mezhebi ayrı ayrı yönlere akan iki çeşmeye benzemektedir.Kıyamet gününe kadar bir daha bir araya gelmeleri mümkün olmayacak kadar böyle birbirlerinden uzak yönlere akmaya devam edeceklerdir.[60]

4- Ehl-i sünnetten bir gurup ile Şiilerden bir gurubun bir araya geldiğini, araştırma, inceleme ve tartışmadan sonra, bunların kendi prensiplerinin bazısından,diğerlerinin de kendi prensiplerinin bir kısmından vazgeçtiğini farz ettiğimizde,o zamanda ne bunların, ne de ötekilerin razı olacağı üçüncü bir bid’atçı mezhep ortaya çıkacaktır.Biz takiyye yapmadan,kaçamak ifadelere başvurmadan bütün çıplaklığıyla İslam’a mensup olan herkesi kitap ve sünnete başvurmaya davet ediyoruz. “Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz-Allah’a ve ahrete gerçekten inanırsanız- onu Allah ve resulüne götürün” (nisa 4/ 59) işte Müslümanların görevi budur, yoksa anılan yaklaştırma çabalarının İslam’la hiçbir ilgisi yoktur.

Soru: 7- Şii mezhebi İslami bir mezhep midir? Ve mezhepler arası farklılıklar İslami vahdetle (birliğe) çelişmiyor mu.?

 Cevap: Burada dikkatlerin bir hususa yoğunlaşmasını istiyoruz. Şöyle ki, soruyu soranın, mezhepler arasındaki farlılıktan maksadı, ehl-i sünnet mezhebi ile Şii mezhebi arasındaki farlılıklardır. Ki bu, soruyu soranın Şiiliği de İslam ’i bir mezhep olarak kabul ettiğine işaret etmektedir. (bu sebeple yukarıda arz ettiğimiz gibi) biz de soruyu başka bir şekle sokarak soruyuz:

Şii mezhebi İslam ’i bir mezhep midir.?

Cevap: Daha öncede arz ettiğimizden de anlaşılacağı üzere, Şiilik itikadi bir mezhep olarak, İslam’ın içine sokulup yerleştirilmiş birtakım muharref bid’at ve hurafelere dayanan inançlardan oluşmaktadır. Fıkhi ve ameli mezheplerine gelince, o da aynı esas ve inançlara göre kurulmuştur. Mesela (itikadi konularda olduğu gibi, fıkhi konularda da) esas alınan temel prensiplerinden biri de küflerinden veya en azından fısklarından dolayı sahabenin rivayetlerinin kabul edilmesidir.

Böylece mezheplerinde sünnetin yeri olmadığı gibi kuran ’ın muharref olduğuna inandıkları için kuran ’ın yeri de yoktur. Çünkü onlara göre Kuran’dan atılan bölümler vardır. Oysa atılan bölümler olanı neshedebilir.

Yine bu mezhebin temel esaslarından biri de, on iki imamın masum olmadığına bilerek veya bilmeyerek kendilerinden hiçbir günah’ın meydana gelmediğine Yüce Allah’ın kendilerine helal ve haram kılma yetkisini verdiğine, onlardan veya onlar vasıtasıyla rivayet edilenler dışındaki rivayetlerin sahih olmadığına inanmalarıdır. Ki bütün bunlar İslam ’i esas ve prensiplerle tamamen zıt fasit şeylerdir. Dolayısıyla fasit esaslara dayanan da fasit (olduğuna göre, Şiilik de fasit bir mezhep) tir.

İbn Haldun şöyle diyor: sözde ehl-i beyt taraftarlığını savunup Şia; bazı sahabelere karşı çıkmak, on iki imamın masum olduğunu savunup sözlerinin tartışma götürmediğene inanmak gibi kendilerine has esaslara dayandırarak icat ettikleri mezhepleriyle diğerlerinden  ayrılmaktadırlar   ki   bütün   bunlar   dayanıksız esaslardır.[61]

Yine sünnet itibardan düştüğü zaman, onlar dinlerinin ayrıntı ve teferruatını nereden öğreneceklerdir? Zira kuran, konuları ana hatlarıyla veren temel prensiplerden ibaret bir kitap olup, ise bunların bunları açıklayan ise sünnettir. Doğrusu onlar dinlerinin ayrıntı ve teferruatını ehl-i beyt nisbet ettikleri yalan ve iftiralardan alırlar

CA’FERİYE MEZHEBİNİN HAKİKATI NEDİR ?

Şiilerin, kendilerini ve mezheplerini imam Cafer’e nisbet Caferiyye olarak nitelemeleri ise, bâtıl bir iddiadan ibarettir. Delil olarak aşağıdaki hususları sıralayabiliriz:

1- Şüphesiz Caferiyye olarak nitelenen bu mezhep, tamamen islam’i esas ve prensiplerle zıt olan esas ve prensiplere dayanmaktadır. Ki, imam Cafer bu prensiplerden en uzak insanlardandır. Zira gerek imam Cafer’den gerek diğer imamlardan bu mezhebin temel prensipleriyle tamamen çalışmaktadır. Oysa bunlar, imamların on büyüklerindendir.

2- Tarihlen sâbit olduğu üzere, şartlar oluşmadığı için mezhepleri tedvin edilmeyen diğer müetehidler gibi imam Cafer’in de tedvin edilmiş bir mezhebi yoktur. Ve bu onlar hakkında asla bir eksiklik değildir. Kaldı ki ehl-i sünnet ve Şii alimlerinin müttefik oldukları üzere imam Cafer’den önce geçen imam Ali, Hasan, Hüseyin, Ali Zeynelâbidin (r.a) de tedvin edilmiş bir mezhepleri olmamış ve bu onlar için bir eksiklik olmamıştır.

3- İmam Cafer’in tedvin edilmiş bir mezhebinin olduğunu farz etsek bile, Şiiler, bu mezhebi nakledenlerin kendileri olduğunu iddia edeceklerdir. Oysa bütün ehl-i hadis, cerh ve ta’dil âlimlerinin ittifakıyla onların rivayetleri makbul değildir. Çünkü mezheplerinin temel esasını teşkil eden ve görev olarak saydıkları takiyye adı altında her türlü yalanı kendilerine mubah saydıkları için insanların en yalancılarıdırlar.

4- İmam Cafer ya takiyyeci idi, ya da değil idi. Eğer takiyyeci değil idiyse –ki gerçek olanda budur- o zaman o, takva ehlinden olup, onun ne takiyye ile ne de Şiilikle hiçbir olmadığı dibi Şiilerin de onunla hiçbir alakaları yoktur. Çünkü Şiilerin dini takiyyeye dayanmaktadır. Eğer icat ettikleri takiyye olmasaydı ne sâbit bir mezhepleri, ne devam eden bir dinleri ve ne de kabul edilir bir sözleri olurdu.

Eğer Şiilerin düşünüp iddia ettikleri gibi imam Cafer takiyyeci idiyse, o zaman da ravilerin adalet ve güvenilirliği kabul edilse bile ondan rivayet edilen hiçbir şeye güvenilip kabul edilemez. Ona ait olduğu söylenen her sözü takiyye yaparak söyleme ihtimali vardır. Nitekim Şiilerin kaydettiğine göre, imam Cafer bir sorura birine zıt üç ayrı cevap vermiş, ama bunlardan biri doğru iken diğer ikisini takiyye olarak saymamıştır.[62]

5- Şii inancın göz ününde bulundurduğumuzda imam Cafer’in bir mezhebinin olması düşünülemez. Zira mezhep, hata ihtimali olan bir takım düşünce, ictihad ve zandan ibarettir. Oysa Şiiler, imamların masum olduğuna, bilerek veya bilmeyerek onlardan hiçbir hatanın sâdır olmadığına, Allah’ın kendilerine helal ve haram kılma yetkisini verdiğine inanırlar. Yine onlar bu konuda imam Cafer ile on iki imam arasında, hatta Hz. Peygamber sellellahu aleyhi ve sellem arasında bir fark gözetmezler. O halde imam Cafer’e bir mezhep nisbet edip tahsis etmenin bir anlamı yoktur.

Ayrıca –onların inancına göre – eğer imam Cafer’in görüşleri sahih bir mezhep olarak kabul edilirse, o zaman bu mezhebi ona nisbet eden en uygun kimsenin son imamın olması gerekmektedir. Hal böyle iken, imamiyye fıkhını, inançlarını ve öğretilerini yapan imam Cafer’dir, dediklerinde bizde onlara şöyle deriz: imam Cafer bunları ya kendinden öncekilerden almıştır.ki bu indirilen nasları ve hükümleri gizlediklerinden dolayı Allah’a resulüne ve İslam’a büyük bir ihanettir bu da bunlar imam Cafer’e vahiy yoluyla inmiştir. Ki bu da onun peygamber olması, söylediklerinin, İslam değil, başka bir din olması ve Hz. Muhammed (s.a.v) in de son peygamber olmaması demektir. Yada bunlar imam Cafer tarafından uydurulmuş olup İslam’la alakası olmayan şeylerdir. Evet, doğrusu bunlar uydurma şeylerdir. Ama, haşa bunları uyduran imam Cafer değil. İmam Cafer’e ve atalarına iftira atan inkarcılar ve dinsizlerdir.

İbni teymiyye şöyle diyor:

Her ne kadar Şiilik aşırı cehaletlerinden dolayı bazı müminler arasında daha sonraları yayılmış ise de, haddizatında Şii mezhebini icat eden hariciler ve kaderiyeciler gibi tevil ehli bid’atçılar değil, İslam   ve   Müslümanlara   düşman   olan   inkarcı   ve   inançsız kimselerdir.[63]

SONUÇ:

Açıkça görüldüğü üzere Caferi olduklarını iddia edenler bu iddiayla yalancılar. Kurdun Hz. Yusuf (a.s)’un kanından uzak olduğu gibi imam Cafer’de onlardan uzaktır. Ancak Şiilerin kendilerini ona intisap etmeleri gerçek yüzlerini gizlemek ve böylece sapıklıklarını yaymak için bir maske olarak kullanmaktadırlar.

İbn salah’ın naklettiğine göre ariflerden biri şöyle der: İki imam var ki, Allah, onları taraflarıyla imtihan etmiştir. Oysa bu iki imam taraflarından uzaktırlar. Bunlar mücessime ile imtihan olunan Ahmet b. Hanbel ile Şiilerle imtihan olunan Cafer’i sadıktır.[64]

Yine açıkça görüldü ki, Şii mezhebi hem itikadi hem de ameli yönleriyle batıl bir mezhep olup, İslam’a karşı kurulan bir tuzaktır bu sebeple islami bir mezhep olarak kabul edilmesi doğru olmadığı gibi onun ehl-i sünnet ile olan fıkhi ve itikadi ihtilaflarını da, ictihadi bir ihtilaf olarak kabul edilmemiştir. Çünkü İslam Allah tarafından Hz. Muhammed’e bildirilen temel esaslara dayandığı halde Şiilik, kindar ve hilekar sebeiyyecilerin uydurdukları esaslara dayanmaktadır. Dolayısıyla o, haddizatında başka bir kindir. Bu sebeple en uygun olanı , Şiiliğe şii mezhebi değil de, Şii dini demek gerekir. Ki zaten Humeyni keşfu’l- esrar’da buna “Şii dini1” demektedir. –Mekke ehli, bunların yollarını daha iyi bilemektedir-. Humeyni, gerçekte ehl-i sünnet dinine aykırı (zıt) olduğunu bilmeyecek kadar cahil değildir. Dinlerinin ehl-i sünnet dinine ters olduğundan, daha doğru bir ifadeyle İslam’a ters olduğundan, İslam tarihçilerinin ittifakla belirttikleri üzere İslam’i tahrif etmek, Müslümanlar arasına ayrılığı ve bölücülüğü sokmak için İslam’a karşı bir tuzak olarak kurulduğu için kurulduğu günden bu yana Şiilik hep İslam’a ve Müslümanlarla savaş halinde olmuştur.

İslam tarihinde vuku bulan olayların tahlilini yapanlara göre sahabe arasında çıkan savaşların meydana gelmesinde en büyük pay Şiilere ait olduğu gibi, İslam ülkelerine göz dikip Müslümanların kanlarını akıtanların yanında yer alanlarında Şiiler olduğu görülür. İşte Hulâgu’nun vezirlerinden nasıruddin el-tûsî. Abbasi hilafetini sona erdirmek için hulagü’yü ikna edip milyonlarca Müslüman kanını ırmaklar gibi akıtmasında ona yardımcı olur. Bununla da kalmamış tatarların Müslümanlara karşı başlattıkları savaşta Müslümanların tatarlara indirdikleri nihai darbeye kadar, kararlaştırdığı Nesilden nesile hep tatarlarla işbirliği halinde olmuşlardır.1

Ve işte Abbasi halifelerinden mu’tasım’ın veziri ibn Alkami! Halifesine ihanet ederek hulagu ile temasa geçip onu, İslam ülkelerini istila etmeye teşvik eder, İslam ordusunu askeri hizmetlerden alı koyarak tatarların Abbasi devletini ortadan kaldırmak için yardım eder ve içlerinde Müslümanların halife ve aynı zamanda Hz. Peygamber (sellellahu aleyhi ve sellem)’in amcazadesinin de bulunduğu milyonlarca müslüman’ın öldürülmesine vesile olur.

Humeyni, bu konuda şöyle der: Hulagü ile işbirliği yapıp ona yardımda bulunmak, islam’a ve Müslümanlara gerçek yardımda bulunmak olmuştur.[65] Bu (raya kadar anlattıklarımız), Şiilerin ehl-i sünneti en azılı düşman saymalarının ve hulefa-i râşidin ile Hz. Peygamberin diğer sahabelerinin üzerinde oldukları gerçeklere imanlarından dolayı onları mürted olarak kabul etmenin en kuvvetli delillerindendir. Dinden dönme ise küfrün en büyüğüdür. Onların ehl-i sünneti düşman olarak görmelerinin sebeplerinden biri de şudur: çünkü onlara ehl-i sünnet, özellikle de Sünni bir devlete sahip olduklarında hedefle ulaşmak için en büyük engeldir. Oysa onlar İslam alemine hakim olup Şiileştirmeyi farz bir görev olarak görmektedirler.

Rabbimiz: bize doğru yolu gösterdikten sonra kalplerimizi kaydırma: kendi katından bize rahmet ver. Şüphesiz sen son derece bağışta bulunansın.

Efendimiz Hz. Muhammed’in, onun yakın dost ve arkadaşlarının üzerine Allah’ın salat ve selam’ı olsun.

**************************************************************

Dipnotlar:

[1] Hatip, el-Câmi’………. İbn el-Asakir…….

[2] Beyhaki

[3] İbn Haldun, Mukaddime, 209

[4] Ehl-i Hal ve’lakd, devlet baskanını seçen (seçici) kurul. (Çev.)

[5] Nevevi, el-Minhac…………..

[6] Bkz. Maverdi, el-Ahkâmu’s-sultaniye, 6110

[7] Minhacu’s-Sünne, 1/142. Ayıca bkz. En-nezaretu’l-islamiyyetüs siyasiye, 203.

[8] Bkz. Wensinck, el-mu’cem “Beyat” md.

[9] İbn Hümam, el-Müsayere.

[10] Maverdi, el-Ahkamü’s-Sultaniye, 15.

[11] Müslim, İmare, 62.

[12] Nevevi, el-Minhac fi şerhi Müslüm, 12/143.

[13] Nevevi, a.g.e. 12/229.

[14] Buhari, Müslim,İmare, 42

[15] Kurtubi, 1/271

[16] Buharı

[17] Askalani, Fethu’l-Bari, 13/99

[18] Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 10/303

[19] Al-i İmran 3/31

[20] Ahmet; Ebu Davut; Tirmizi; İbni Mace; İbni Hibban,

[21] Malik, Muvatta

[22] Serhu Müslim, 15/180

[23] Minhacü’s-sünne 4/85

[24] İbn Asur, et-Tahrir ve’t-tenvir, 24/1516

[25] el-Mirkat, 5/600

[26] Ebu Davut , Tirmizi, Ahmet,

[27] Tirmizi, İbn Mâce

[28] İbn Mâce

[29] İbn Teymiyye, Mecmuul –Fetava 27/171

[30] el-Makani, Tenkihul-Makal, 184; El –Kesi, Ricalul Kessi 100

[31] İbrahim ez-Zencani, Akaidul –Dmamiyyetul –isnaasariyye, 67

[32] ez-Zencani a.g.e. 133

[33] ez-Zencani, a.g.e. 25

[34] …………. Minhacu’s –Süne, 3/123

[35] ……..es-Savaiku’l-Muhrika, 44

[36] Muhammed Hüseyn Âlu Kasiful –Ğatta; Asru’ş –Sati ve usulu hadis.

[37] ……………………….Vusulu’l –Ahbar, 94

[38] İbn Asakir, Tarih, 4/165

[39]…………………..es-Savaik, 58

[40] Buhari ……………..

[41] Bkz. İbn Kesir, El-Bidaye ven-Nihaye- 7/226

[42] Nehcu’l-Belağe, 1/182; ………………………….el-usul mine’l –Kâfî, 2/219, 224. Şiiler Nehcu’l-Belağe’nin Hz.Ali’ye ait olduğunu ve Kur-an’ı Kerim’den sonra en sahih kitap olduğunu iddia ederler. Gerçek şu k, bu kitapta zikredilenlerin çoğu, Hz.Ali’ye atfen söylenen uydurma şeylerden ibarettir. Bu konudaki sanıklar ise, Rıza ve Murtaza adında iki Şii kardeştir. Kitaptaki Hz.Ali’ye ait sözler var ise diğerlerinden ayırt edilmemiştir.İbni Teymiyye ve Zehebi şöyle derler:İlim Ehli biliyor ki, bu kitapta geçen sözlerin çoğu, Hz. Ali’ye atfen uydurulmuş iftiralardan ibarettir. Zira bunların çoğu, eski kitaplarda olmadığı gibi, senetleri de bilinmemektedir. Bu Hz.Ali veya Hz. Abbas’ın soyundan olduğunu iddia edipte, soyundan böyle bir iddiada bulunan kimseyi bilmediğimizden, yalancı olduğu ortaya çıkan kimsenin iddiasına benzemektedir. Kaldı ki bu hutbelerde, Hz.Ali’den şüphe götürmez şekilde tam tersi sabit olan birçok husus bulunmaktadır. (…………el-Muntaka min minhaci’l-i’tida 449(ayrıca bkz. S 535); ……………………..el-Beyyinat, 1/36 .

[43] El muntaka, 73

[44] …… El – muntaka min minhaci’l – i’tidal, (34 )

[45] ibni teymiyye, minhacu’s-sünne, (1/13)

[46] Bkz ….el-usul mine’l – kafi, 1/239 vd, hümeyni keşful-esrar,143.

[47] Ed-dihlevi, ed- dürrus-semin, 4-5.

[48] Hümeyni, el- hukumetu’l islamiyye, 52

[49] el-vasiye, 11

[50] Bkz…..el-munteka, 33,184

[51] İbrahim ez- zencani,… akaidul- imamiyye, 2 / 239

[52] ez-zencani, …..a.g.e.    2 / 241

[53] İbni teymiyye, minhacü’s-sünne, 1/3-4.

İbni teymiyye, adı geçen eserde şöyle demektedir: Bu (şia) mezhebin aslı; Hz. Ali (r.a.) nin hayatta iken cezalandırdığı bir kısmını ateşle yakıp, bir kısmının’ da öldürülmesini istediği, ancak kaçtıkları için cezalandıramadığı ve bir kısmı da –ki bunlar, ondan gelen rivayetlerde sabit olduğu üzere onu Ebu Bekir ile Ömer’den üstün tutanlardır. Bir çok yolla kendisinden mütevatir olarak rivayet edildiğine göre küfe minberinde orada hazır bulunanlar da duyabileceği şekilde; Dikkat edin peygamberlerinden sonra bu ümmetin en üstünü, Ebu Bekir ile Ömer’dir, buyurmuş buhari vb. rivayet ettikleri üzere oğlu Muhammed ibni hanefiyye de aynı fetvayı vermiştir. – dayak cezası ile tehdit ettiği inançsız münafıklar tarafından ortaya atılmıştır.(ibni teymiyye, a.g.e. 1/ 3 )

[54] Kastalani, hedyüs-sari, 460.

[55] Lafzen, “rabler rabbi’nin kitabındaki tahrif ile ilgili son,kesin doğru söz” olarak tercüme edebiliriz.

[56] Bkz, ihsan ilahi zahir, eş-şiatu vel, kuran .

[57] Askalani, Fethul-Bari, 12/253

[58] İbni Teymiyye, el-fetave’l- Kubra, 4/294.

[59] Beyhaki, şuabu’l-iman

[60] Misbahu’z-zülem li imdadi imam,41-42

[61] İbn Haldun, mukaddime, 354.

[62] Bkz. El-usûl mine’l-kafî, 1/265.

[63] İbn teymiyye, minhacü’s-sünne, 2/197

[64] Sübki, kaidetün fi’l- cerhi ve’t – ta’dil. 49

[65] Humeyni, el –hükumetu’l –islamiyye, 142.

Devamını Oku »