Hz. Âdem Yaratılışı ve Bütün İsimlerin Ona Öğretilmesi Hakkında



"Âdem'e bütün isimleri öğretti." buyruğunda "öğretti" kelimesi tarif et­ti, kelimesiyle eş anlamlıdır. Burada ona öğretmek kesin bir şekilde o bil­giyi ona ilham etmek anlamındadır. Bunun bir melek aracılığıyla olma ihti­mali de vardır. Sözkonusu bu melek ise ileride de açıklanacağı üzere Ceb­rail (a.s)'dır.

Bu ayet-i kerimede yer alan Öğretti" kelimesi, "öğretildi" anlamın­da şeklinde de okunmuştur. Ancak birinci okuyuş şekli ileride de gö­rüleceği üzere daha uygundur ve izah edilebilir bir okuyuştur. Sûfi ilim adamları der ki: Hz. Âdem bu isimleri Hakk'ın ona öğretmesi vasıtasıyla öğ­renmiştir. Bu isimleri bellemesini istemiş, ancak Hz. Âdem kendisine verilen emri unutmuştur. Çünkü bu konuda onu kendi nefsiyle başbaşa bırakmıştır. Yüce Allah buna işaret etmek üzere şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki bundan önce biz Adem'e vahyettik (emir verdik) o ise unuttu. Biz onda bir azim (günaha kasıt) bulmadık." (Ta-ha, 20/115)

İbn Ata der ki: Eğer Âdem'e bu isimlerin bilgisi açıklanmamış olsaydı, eş­yanın isimlerini haber vermek hususunda Âdem, meleklerden daha aciz olurdu. Bunun böyle olduğu gayet açıktır.

Hz. Âdem'in künyesi Ebu'l-Beşer (yani insanların atası)dır. Künyesinin "Ebu Muhammed" olduğu da söylenmiştir. Böylelikle o, son peygamber Muhammed (s.a)'ın adı ile künyelenmiş olmaktadır. Bunu es-Süheylî söylemiştir. Hz. Âdem'in cennetteki künyesinin Ebu Muhammed, yeryüzündeki künyesinin de Ebu'l-Beşer olduğu da söylenmiştir.

"Âdem" kelimesinin aslı başta iki hemzelidir. Ancak ikinci hemzeyi yu-muşatfarak uzaOmışlardır. O bakımdan ikinci hemzeyi harekelemek ihtiya­cı duyulduğu takdirde ikinci hemze vav'a dönüştürülür ve bu kelime çoğul yapılmak istendiği takdirde "evâdim" denilir. -Bu açıklamaları el-Ahfeş yap­mıştır.

Bu kelimenin türeyişi hakkında farklı görüşler vardır. Bunun yeryüzü an­lamına gelen dan türediği söylenmiştir. Böylelikle Hz. Âdem'e yaratıldığı asıldan gelen bir isim verilmiş olmaktadır. Bu kelimenin "esmerlik" anlamına gelen "el-udme"den türediği de söylenmiştir. Ancak "el-udrae" kelimesinin anlamı hakkında farklı görüşler ortaya atılmıştır, ed-Dahhak'ın iddiasına göre bunun anlamı esmerlik; en-Nadr'ın açıklamasına gö­re ise beyazlıktır. Âdem (a.s) da beyaz idi. Buna göre bu kelime Arapların beyaz deve hakkında kullandıkları tabirinden alınmış olur. Eğer bu kelime bu kökten gelir ise o takdirde bunun çoğulu "üdm(un)" ve "evâ-dim(un)" şeklinde gelir. Bu kelimenin "edeme"den türemiş olduğu kabul edi­lirse o takdirde "Âdem" kelimesinin çoğulu "Âdemûne" şeklinde gelir.

Derim ki: Doğrusu bu kelimenin "yeryüzü" anlamına gelen  Edîmu'l-ard'den türediğidir. Said b. Cübeyr der ki: Âdem'e bu adın veriliş se­bebi onun yeryüzünden yaratılmış olmasıdır. Ona "insan" denilmesinin se­bebi ise unutkanlığıdır. Bunu İbn Sa'd Tabakat'ında zikretmiştir.

es-Sud-di'nin Ebu Malik ve Ebu Salih'ten, onların İbn Abbas'tan ve Murre el-Hem-dani'den, onun İbn Mes'ud'dan Hz. Âdem'in yaratılış kıssası ile ilgili yaptık­ları nakile göre Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir:

Yüce Allah Cebrail (a.s)'ı oradan bir çamur getirmek üzere yere gönderdi.

Yer dedi ki: Benden birşey eksiltmenden yahut bana çirkin bir iş yapmandan Allah'a sığınıyorum.

Bu­nun üzerine Hz. Cebrail birşey almaksızın geri döndü ve şöyle dedi: Rabbim, o benden Sana sığındı ben de onun sığınmasını kabul ederek ona ilişmedim.

Bu sefer yüce Allah, Mikail'i gönderdi. Aynı şekilde ondan da Allah'a sığın­dı, o da onun bu sığınmasını kabul etti, geri döndü ve Hz. Cebrail'in söyle­dikleri gibi söyledi.

Bu sefer yüce Allah ölüm meleğini gönderdi. Bundan da Allah'a sığınınca ölüm meleği de: Ben de emrini yerine getirmeksizin geri dönmekten Allah'a sığınırım, dedi ve yeryüzünden bir miktar aldı ve karıştırdı. Alacağını tek bir yerden almadı. Kırmızı, beyaz ve siyah topraklardan ayrı ay­rı aldı.

İşte bunun için Âdemoğulları değişik değişik ortaya çıktı. Ve işte o (ma­yası) yeryüzünden alındığından dolayı ona "Âdem" adı verildi. (Ölüm me­leği alacağını aldı) ve onları yüce divana çıkardı.

Şanı yüce Allah, ona: "Sa­na yalvarıp yakardığında yere şefkat etmedin mi?" diye sorunca şu cevabı ver­di: Ben, Senin emrini yerine getirmeyi onun sözlerinden daha gerekli gör­düm.

Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: "Âdem'in çocuklarının can­larını almana sen'uygun bir kimsesin."

Daha sonra (yüce Allah) toprağı ya­pışkan bir çamur haline (tînun lâzib) getirinceye kadar ıslattı. Lâzib ise bir­birine yapışan çamur demektir. Daha sonra kokuncaya kadar bırakıldı.

İşte yüce Allah bu aşama hakkında şöyle buyurmaktadır: "Kokuşmuş çamurdan..." (el-Hicr, 15/26-28, 33)

Daha sonra yüce Allah meleklere şöyle buyurdu: "Mu­hakkak Ben çamurdan bir beşer yaratacağım, onu tamamlayıp içine ruhum­dan üflediğimde onun için secdeye kapanın."(Sâd, 38/71-72)

İblis ona kar­şı büyüklenmesin diye yüce Allah Âdem'i bizzat kendi eliyle yarattı. Yüce Al­lah şöyle buyurmuş gibi oldu: Ben ona karşı büyüklenmediğim halde elle­rimle yarattığıma karşı sen nasıl büyüklenirsin? Yüce Allah Hz. Âdem'i bir in­san şeklinde yarattı. Önce o Cum'a gününün bir bölümünde ve kırk yıl sü­re kadar çamurdan bir ceset halinde idi. Melekler onun yanından geçip de onu gördüklerinde korkuya kapıldılar. Aralarında Hz. Âdem'den en çok korkan İblis idi. Onun yanından geçer, ona vurur ve bu ceset tıpkı testinin ses çıkardığı gibi bir ses çıkartırdı. İşte şanı yüce

Allah'ın şu buyruğu buna işaret etmektedir: "O, insanı testi gibi ses veren kupkuru çamurdan yarat­tı." (er-Rahmân, 55/14) İblis bu sesi işitince de: Sen ne için yaratıldın? diye söyledi. Bu arada ağzından girdi, arkasından çıktı. Bunun üzerine İblis me­leklere şöyle dedi: Bundan korkmayınız, çünkü o ecveftir (içi boştur) ve eğer ben ona musallat edilirsem şüphesiz onu helak ederim.

Denildiğine göre İblis meleklerle birlikte Âdem'in çamurdan suretinin ya­nından geçerken şöyle dermiş: Şu mahlukat arasında benzerini görmediği­niz bu yaratık size üstün kılınıp da ona itaat etmeniz emrolunursa ne yapar­sınız?

Melekler: Rabbimizin emrine itaat ederiz, diye cevap verirlerdi. İblis ken­di içinde gizlice şu kararı verdi: Andolsun o bana üstün kılınacak olursa ona itaat etmeyeceğim ve eğer ben ona üstün kılınırsam onu helak edeceğim.

Hz. Âdem'e ruhun üflenmesinin murad edildiği vakit gelince, yüce Allah melek­lere şöyle dedi: Ben ona kendi ruhumdan üflediğimde onun için secdeye ka­panınız.

Âdem'e ruh üflenince ruh Hz. Âdem'in başından girdi. Aksırmaya başladı, melekler ona: Elhamdülillah de, dediler.

O da elhamdülillah deyin­ce yüce Allah ona: Rabbin sana merhamet buyurdu, dedi. Ruh, Hz. Âdem'in gözlerine girince cennetin meyvelerine baktı. Karnına girince canı yemek çekti. Ruh daha ayaklarına ulaşmadan acele ederek cennetin meyvelerine doğ­ru kalkmak istedi.

İşte yüce Allah'ın şu buyrukları buna işarettir: "İnsan ace­leden yaratıldı." (el-Enbiya, 21/37); "Bunun üzerine meleklerin hepsi ona top­luca secde ettiler, ancak İblis dayattı, secde edenlerle beraber olmak isteme­di." (el-Hicr, 15/30-31) ve devamla Abdullah b. Mes'ud Hz. Âdem'in yaratı­lış kıssasını zikretti.

Tirmizi'nin rivayetine göre Ebu Musa el-Eş'arî şöyle demiştir: Rasulullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Aziz ve celil olan Allah Âdem'i yerin tü­münden aldığı bir avuç (toprak)dan yarattı. İşte bundan dolayı Âdemoğul-ları yer gibi (değişik renkte) olmuşlardır. Onlardan kimisi kırmızı, kimisi be­yaz, kimisi siyah, kimisi de bunlar arasındadır. Kimisi yumuşak, kimisi sert tabiatlıdır. Kimisi kötü ve kimisi de iyidir." Ebu İsa (et-Tirmizi) der ki: Bu ha-sen -sahih bir hadistir.

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:1
Devamını Oku »

Hz Âdem'i ve İnsanları Meleklerden Üstün Görenler ile Âdem'e SecdeEmrinin Hikmeti

Adem'i ve onun soyundan gelenleri üstün kabul edenler, yüce Allah'ın meleklere: "Âdem'e secde edin" buyruğunu delil gösterir ve şöyle derler: İşte bu, Hz. Âdem'in meleklerden üstün olduğunun delilidir. Buna cevap şudur: "Âdem'e secde edin" buyruğunun anlamı: Âdem'in yüzüne yönelerek bana secde edin, demektir. Bu, yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Güneşin kaymasından dolayı namaz kıl" (el-İsra, 17/78); güneşin kay­ması esnasında namaz kıl, demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir: "Ona ruhumdan üflediğim zaman siz derhal onun için secdeye kapanın" (el-Hicr, 15/29; Sad, 38/72); onun yaratılışını tamamladığım ve siz onunla karşı karşıya geldiğiniz vakit Benim için secdeye kapanınız, demektir. Kendisine secde edilen kimsenin, secde edenden daha faziletli olamayacağını, kıbleye yönelerek secdede bulunmayı delil göstererek açıklamış bulunuyoruz.

Eğer: Âdem onlardan daha faziletli değil ise, ona meleklerin secde etme emrinin veriliş hikmeti nedir, diye sorulacak olursa; şu şekilde cevap veri­lir: Meleker teşbih ve takdisleri ile bir parça kendilerini büyük görür gibi olun­ca, Allah, onlara kendisinden başka birisine secde etmeleri emrini verip ken­dilerine muhtaç olmadığını, ibadetlerine ihtiyacı bulunmadığını göstermek istemiştir. Kimi ilim adamı da şöyle demektedir: Melekler Âdem (a.s)'ı kusur­lu buldular, onu küçük gördüler. Halbuki yaratılışının özelliklerini bilmiyor­lardı. Bundan dolayı onun şanını, şerefini yükseltmek üzere ona secde etmek­le emrolundular. Yüce Allah'ın onlara Âdem'e secde etme emrini vermesinin kendilerine: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dedi­ğinde meleklerin: "Orada fesad çıkartacak., bir kimse mi yaratacaksın" de­melerine bir ceza olarak Âdem'e secde etmelerini emretmiş olması da ihti­mal dahilindedir. Şanı yüce Allah, kendilerine bu şekilde hitap edeceği va­kit onların bu şekilde cevap vereceklerini de biliyordu. O bakımdan yüce Al­lah onlara: "Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer yaratacağım." (Sa'd, 38/71) ve onu halife kılacağım, ona kendi ruhumdan üflediğim vakit siz de ona sec­deye kapanınız, diye emir buyurdu. Yani, bu sizin şu anda bana söylediği­nize ceza olmak üzere  böyle olacaktır, demektir.

Denilse ki: İbn Abbas, insanların daha faziletli oluşuna şunları delil gös­terir: Şanı yüce Allah, yüce Rasulünün hayatına şu buyruğuyla kasem etmiş­tir: "Hayatın hakkı için onlar gerçekten sarhoşlukları içerisinde şaşkın bir haldedirler." (el-Hicr, 15/72) Diğer taraftan şu buyruğuyla da Hz. Peygam-ber'e Allah'ın azabından yana güvenlik vermiştir: "Ta ki Allah, geçmiş ve ge­lecek günahlarını mağfiret etsin." (el-Feth, 48/2) Buna karşılık meleklere de şöyle buyurmaktadır: "Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım, derse Biz onu cehennemle cezalandırırız." (el-Enbiya, 21/29) diye buyurmuştur.

Böyle sorana cevabımız şudur: Şanı yüce Allah, bizzat kendi hayatına ka­sem ederek: "Hayatıma andolsun" demediği gibi, meleklerin hayatına da ka­sem etmemiştir. Buna karşılık O, göklere ve yere yemin etmiştir. Bu ise on­ların Arştan ve sekiz cennetten daha üstün ve değerli olduğunun delili de­ğildir. Yine yüce Allah, incire ve zeytine de yemin etmiştir.

Şanı yüce Allah'ın: "Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım derse.." buyruğu ise, yüce Allah'ın Peygamberine şu buyruğunu andırmaktadır: "An­dolsun eğer sen şirk koşarsan hiç şüphesiz amelin boşa çıkar ve şüphesiz zi­yan edenlerden olursun" (ez-Zumer, 39/65) Buna göre, İbn Abbas'ın bu açık­lamalarında, (Hz. Âdem'in ve oğullarının meleklere) üstünlüğüne delalet ede­cek ifadeler yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İmam Kurtubi Tefsiri cilt:1
Devamını Oku »

Meleklerin Âdem'e Secde Şekli

İlim adamları, meleklerin Âdem'e secdelerinin, ibadet mahiyetini taşımadığı üzerinde ittifak etmekle birlikte, secdelerinin keyfiyeti hakında farklı gö­rüşlere sahiptirler. Cumhur der ki: Bu, namazda alışılmış secdede olduğu gi­bi alnı yere koymak şeklinde meleklere verilmiş bir emir idi. Çünkü örfte olsun, şeriatte olsun, secde etmekten açıkça anlaşılan budur. Buna dayanı­larak şöyle denilmiştir: Bu secde, Âdem'e bir ikram ve onun faziletini açık­ça ortaya koyuş, yüce Allah'a da itaat mahiyetinde idi. Hz. Âdem de bu du­rumda bizim için kıblenin konumuna benzer bir konumda idi. Buna göre "Âdeme" ifadesinin anlamı "Âdem'e doğru secde edin" demektir. Nitekim kıb­leye namaz kıldı, denilirken kıbleye doğru namaz kıldı denilmek istenir.

Bir başka kesim de şöyle demiştir: O secde, günümüzde alışılmış olan al­nın yere konulması şeklinde değil idi. Sözü geçen bu secde, kelime olarak dildeki aslî manası üzerinde bırakılmıştır. Bu aslî anlamı ise zillet göstermek ve itaat etmektir. Buna göre "Âdem'e secde edin" buyruğu; "Âdem'e boyun eğip itaat edin, onun faziletini ikrar ve kabul edin" demektir. "Derhal secde ettiler" buyruğu da onlara verilen emri yerine getirdiler, demektir.

Yine şu hususta da farklı görüşler ortaya atılmıştır: Acaba bu şekilde sec­de etmek, Âdem (a.s)'a ait bir özellik mi idi? Buna göre, yüce Allah dışında bütün kainatta ondan başkasına secde caiz olmaz mı demektir, yoksa Hz. Âdem'den sonra da Hz. Yakub zamanına kadar yaratıklara secde etmek ca­iz mi idi? Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Babasını ve annesini tah­tın üzerine çıkarttı (oturttu), hepsi de ona secdeye kapandılar" (Yusuf, 12/100) Buna göre acaba yaratıklara secdenin mubah kılındığı son hal bu mu­dur? Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre yaratıklara da secde Rasulullah (s.a)'ın dönemine kadar mubah idi. Ashabı; ağaç ve deve Rasulullah'a sec­de ettiğinde şöyle demişti: Ağaçtan ve ürküp kaçan deveden sana secde et­meye biz daha layıkız. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Alem­lerin Rabbi olan Allah'tan başka hiçbir kimseye secde edilmemelidir.

İbn Mace Sünen'inde, el-Büstî de Sahih'inde Ebû Vakid'in şöyle dediği­ni rivayet etmektedirler: Muaz b. Cebel, Şam'dan gelince Rasulullah (s.a)'ın önünde secdeye kapandı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a): "Bu da ne oluyor?" deyince Muaz şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben Şam'a vardım, baktım ki onlar yüksek kumandanlarına ve büyük din adamlarına secde ediyorlar, ben de bu işi sana yapmak istedim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, böyle birşey yapma, çünkü ben herhangi bir şeyin herhangi bir şeye secde etmesini emredecek olursam, kadına kocasına secde etmesini emrederdim. Kadın kocasının hakkını yerine getirmedikçe Rabbinin hakkını yerine getir­miş olmaz. Hatta deve üzerine vurulan eğere çıkmış olsa dahi kocası yanı­na gelmesini isteyecek olursa ona karşı çıkmamalıdır. Hadisin bu lafzı el-Büstî'ye aittir. Deveye vurulan eyer (el-kateb)ın anlamı şudur: Arapların yanında doğum yapmak için özel sandalye çok az bulunurdu. O bakımdan doğum esnasında hanımlarını bu şekilde develerin üzerine vurulan eyerle­re (el-kateb) oturtur ve taşırlardı. Hadisin Muaz yoluyla gelen rivayetlerinin birisinde de şöyle denilmektedir: Hz. Peygamber insanlara secde etmeyi ya­sakladı ve buna karşılık musafaha yapmayı emretti.

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:1
Devamını Oku »

Ebu Hanife; Eleştirenlere Cevabı

Bir defa Irak vaizi ve halk arasında pek itibarlı olan Hasan-ı Basrî'nin fetva vermiş olduğu bir meseleyi münakaşa yaparken:

  • Hasan-ı Basrî bu meselede yanılmış, dedi.

Adamın biri küstahça söze karışarak:

  • Ey îbn zaniye, sen mi Hasan hata etti diyorsun? dedi.

Ebû Hanîfe'nin ne rengi bozuldu, ne yüzü değişti. Çünkü âcizler kızar.

  • Evet, vallah Hasan hata etti ve Abdullah b. Mes’ud doğru söyledi. Allah ondan razı olsun, şöyle derdi: "Yâ Rab kimin ona gönlü darsa,bizim kalbimizde ona geniş geniş yer var."

 Onun bu sükûneti ve böyle geniş gönüllülük göstermesi,donuk his ve zayıf duygudan ileri geliyor değildi. O hassas bir yürek,duygulu bir kalp taşıyordu. Nezaketi bir an elden bırakmıyordu.Münazara yaptığı kimselerden ona:’’Ey Bidatçi,ya zındık !’’dedi.

  • Allah seni affetsin, benim böyle olmadığımı Allah bilir. Çünkü ben Allah'ımı tanıyalıberi ondan bir lâhza bile ayrılmadım. Yalnız Allah’ın affını dilerim, ancak 0nun ikabından korkarım, Ve ıkab kelimesini söy­lerken gözlerinden yaşlar boşandı.

Adam hatasını anladı ve;

Beni bu dediğim sözden dolayı bağışla, diye yalvardı.

O da:

  • Cahillerden benim hakkımda bilmeyerek bir şey söyleyenlerin hep­sini bağışladım .İlim erbabından her kim bende olmayan bir seyi benim hakkımda söylerse işte onun başı dara gelsin.Zira ulemanın gıybeti arkalarından iz bırakır.

Muhammed Ebu Zehra,Ebu Hanife
Devamını Oku »

Otuz Yıl İstiğfar Ettiren Bir Söz

Ariflerden Seri Sekati (k.s) der ki:

"Bir olay üzerine bir kere 'Elhamdülillah' dedim; tam otuz yıl bu sözden dolayı istiğfar ediyor,Allah'tan affımı istiyorum.Bu şöyle oldu:

Bir gece,içinde benin dükkanımın da bulunduğu çarşıda yangın çıktı.Bana,'dükkanın yandı ' diye bir haber ulaştı.Hemen gece yarısı dışarı çıkıp olayı öğrenmek istedim.Yolda bir grup insanla karşılaştım,olay yerinden gelenler bana,

Ey Ebu Hasan,'bir çok insanın dükkanı yandı,ama seninki yanmadı' dediler.Bunun üzerine ben de, "Elhamdülillah,dükkanım kurtuldu"dedim.

Sonra biraz düşündüm,hata ettiğimi anladım."Ben,diğer mümin kardeşlerimin mallarının yandığı bir yangında kendi malımın kurtulmasına sevinip nasıl olurda 'elhamdülillah' derim ."diye çok üzüldüm.Bunun bir keffareti olsun diye dükkanda ne varsa hepsini fakirlere dağıttım ve sonra pazarı terk ettim.

Büyük arif Ebu Talib-i Mekki (k.s) der ki:

'Allah Teala,Seri Sakati'nin (k.s) bu samimi niyeti ve güzel ahlakının karşılığını verdi;onun gönlünü dünyadan çekti,kendi muhabbetiyle doldurdu,onu muhabbet makamına yükseltti.Onu bu şekilde nefsinin kendini düşünmesine razı olmaması sebebiyle,ilahi rıza makamına ulaştırdı.'

Kuşeyri,Kuşeyri Risalesi,syf;75

Dilaver Selvi,Ateşin Yakamadığı Aşık
Devamını Oku »

Ateşin Yakmadığı Aşık

Yemende ortaya çıkan yalancı peygamber Esvedül-Ansi, o bölgede oturan Müslüman salihlerden Ebu Müslim Havlaniyi yanına çağırttı. Ona kendisini peygamber olarak seçtirmek istiyordu. Yanına gelince,

Benim peygamber olduğuma şahitlik eder misin? diye sordu, Ebu Müslim Havlani (rah),

Duymuyorum, kulağım sağır! diye cevap ver di. Esved,

Muhammedin peygamber olduğuna şahitlik eder misin? diye sordu, Ebu Müslim,

Evet, şahitlik ederim dedi. Esved tekrar,

Benim peygamber olduğuma şahitlik eder misin? diye sordu, Ebu Müslim tekrar,

Duymuyorum kulağım sağır! diye cevap verdi. Esved,

Benim peygamber olduğuma şahitlik eder misin? diye sordu,

Evet, şahitlik ederim dedi. Esved, sorusunu tekrar tekrar sordu, Ebu Müslim de (rah) aynı şekilde cevap verdi. Esved kızdı, onu cezalandırmak istedi. Büyük bir ateşe atıldı. Ateş ona hiçbir zarar vermedi. Ebu Müslim (rah) ateşin içinde namaz kılmaya başladı. Ateş Allahın (c.c) dostu Hz. İbrahimi (a.s) yakmadığı gibi, bu Hak aşığını da yakmamıştı. Esved hayret etti. Korktu. Etrafındakiler Esvede, Bu adamı buralardan uzaklaştır, yoksa size tabi olanların aklını çeler, yanınızda kimse kalmaz dediler.

Onun bu cesaret ve kerameti etrafa yayıldı. Olay Medine-i Münevvereye kadar ulaştı. Esved, Ebu Müslimin Yemeni terk etmesini emretti. O da kalktı Medineye geldi. Âlemlere rahmet Hz. Muhammed (s.a.v) vefat etmiş, yerine Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) halife olmuştu.

Ebu Müslim (rah), bineğini mescidin dışına bağlayıp mescide girdi. Bir direğin arkasına durup namaz kılmaya başladı. Onamaz kılarken Hz. Ömer (r.a) kendisini gördü. Yanında durdu. Namazını bitirince, ona,

Kardeş sen neredensin? diye sordu. O da,

Yemendenim dedi. Hz. Ömer (r.a),

Şu yalancı peygamberin ateşe attığı fakat ateşin yakmadığı mümin kardeşimiz ne yapıyor? diye sordu, Ebu Müslim de,

O adam benim dedi. Hz. Ömer heyecanla,

Allah adına soruyorum, o gerçekten sen misin? diye sordu, Ebu Müslim,

Allah şahit, benim dedi. HZ. Ömer hemen Ebu Müslimin boynuna sarılıp alnından öptü, ağladı. Sonra onu alıp Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) yanına götürdü, huzuruna oturttu. Onu tanıttı. Başından geçeni anlattı ve

Allaha hamdolsun, bu Ümmet-i Muhammedin içinde, Hz. Halil İbrahim gibi kendisini ateşin yakmadığı kimseyi, ölmeden önce bana gösterdi diye şükretti.

Ebu Nuaym,Hilyetü-l Evliya,2/150
Devamını Oku »

Resulullah Aleyhiselama Hürmetsizliğin Cezası

Medineli Şeyh Muhammed Sadaka’nın (rah) Muhammed Sadaka (k.s), Nakşibendî büyüklerinden bir zattır. Sultan II. Abdülhamid devrinde yaşamıştır. Oğlu Şeyh Abdülaziz (rah), bizzat yaşadığı şu olayı anlatmıştır:

“Ben Suriye’de talebe idim. O bölgenin zenginlerinden birisi alemlere rahmet Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz için mevlit okutuyordu. Mevlide biz de katıldık. Mevlitte Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) doğum anını anlatan bölüm okunurken cemaat ayağa kalktı. O sırada mevlitte bulunan bir hoca, ayağa kalkmadı. Hoca, mevlit sırasında ayağa kalkmanın dinde bir yeri ve delili olmadığını zannederek ayağa kalkmamıştı. Kimse ona karışmadı. Mevlit bitti. Dağıldık.

Ben okudum, medreseden mezun oldum. O bölgenin bir köyünde imamlık görevi aldım. Aradan onbeş sene geçmişti. Yine bölgenin zenginlerinden birisi Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) doğumunu kutlamak için mevlit okutuyordu. Beni de çağırdılar, gittim. Mevlit okunmaya başlayınca cemaatin içinden birisi hemen ayağa kalktı, edebe geçti, ellerini bağladı, boynunu büküp okunan mevlidi öylece dinlemeye başladı. Ben, kim bu adam diye bakınca, kendisini tanıdım. Bu adam, onbeş sene önceki mevlitte ayağa kalkmayan hoca idi. Hayret ettim, sabırsızlıkta mevlidin bitmesini bekledim. Mevlitten sonra, hocanın yanına vardım. Kendimi tanıttım, o ilk karşılaştığımız mevlidi hatırlattım. Sonra edeple,

“Hocam, o gün öyle yaptınız, bu gün de böyle yaptınız. Lütfen bunun sebebini açıklar mısınız?” diye sordum. Hoca, anlatayım dedi ve şunları anlattı:

“Ben, Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) doğum anını anlatan bölümü dinlerken ayağa kalmadığım o mevlitten sonra eve döndüm. O gece bir rüya gördüm. Bir grup insanla bir odada oturuyorduk. Birden herkes ayağa kalktı. Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) geldiğini söylediler. Ben de kalkmaya davrandım, Hz. Resûlullah (s.a.v), bana, “Sen öyle kal!” dedi. O anda rüyadan uyandım, kendimi oturur vaziyette buldum, yerimden kalkamıyordum. Felç olmuştum. Yedi yıl felçli hâlim devam etti. Kendi ihtiyaçlarımı göremez oldum. Her hizmetimi hanımım yapıyordu. Namazlarımı yatakta, oturduğum yerde kılıyordum. Bir gün hanımım beni yıkadı, gusül abdesti aldırdı. Oturduğum yerde iki rekat hacet namazı kıldım. Ellerimi açıp yüce Allah’a yalvardım. Hz. Resûlullah’a (s.a.v) yöneldim, beni affedip şefaat etmesi için ağladım, sızladım. Saatlerce böyle devam ettim. Artık dua edecek ve ağlayacak takatim kalmamıştı. Bu yorgunluk içinde olduğum yerde uyuyakaldım.

Uykumda yine bir rüya gördüm. Rüyamda bir odada bulunuyordum. Etrafımda bir grup insan vardı. Herkes birden ayağa kalktı. Baktım ki Hz. Resûlullah (s.a.v) odaya teşrif etti. Alemlere rahmet Efendimiz (s.a.v) bana doğru baktı ve tebessüm ederek,

“Ayağa kalkabilirsin” buyurdu. Birden rüyadan uyandım. Baktım ki ayaktayım. İyi olmuştum. Ben de, ‘Bundan sonra ne zaman Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) mevlidi okunursa, başından sonuna kadar ayakta dinleyeceğim diye Allah’a söz verdim, yemin ettim. Onun için böyle yaptım.”

Bu olayı dinleyen ve mevlit sırasında ayağa kalkmanın dindeki delilini soran yirmi kadar âlim,

‘Bu delil bize yeter’ demişlerdir.

Dilaver Selvi, Ateşin Yakamadığı Aşık, syf;118-120.
Devamını Oku »

Resulullah'a Salavat Getirmek

Tabiinden Abdülvahid b. Zeyd (r.a) anlatıyor:

Hac farizasını yerine getirmek için yola çıktım.Bu yolculukta adamın biri bana arkadaşlık etti. Bu adam,otururken,kalkarken,yürürken hasılı her işinde Resulullah'a (sav) salavat getiriyordu.Bunun sebebini sorduğumda şöyle dedi.

''Mekke'ye ilk gidişimde yanımda babam da vardı.Hac vazifesini bitirip geri dönmüştük.Yolda konaklardan birine uğradık. Orada uyumuştum.Uykumda biri geldi ve, 'Kalk baban öldü;Allah (c.c) onun yüzünü simsiyah etti' dedi.Korku içinde uyandım,hemen babamın üzerindeki örtüyü kaldırdım,bir de ne göreyim,babam ölmüş ve yüzü simsiyah olmuştu.İçimi bir korku ve ürperti kapladı.Böyle üzüntü ve keder içinde beklemekte iken uyuya kalmışım.Rüyamda elleri demir sopalı dört siyah adam babamın baş ucuna dikilmişlerdi..Tam o esnada güzel yüzlü üzerinde yeşil elbiseli bulunan bir adam çıkageldi ve onlara, 'Onun yanından uzaklaşın ' dedi.Babamın yüzünü eliyle sıvazladıktan sonra yanıma geldi ve, 'Kalk ,Allah (c.c) babaının yüzünü bembeyaz etti' dedi.

Ben, 'Anam babam sana feda olsun,sen kimsin? dedim.O,

'Ben Muhammed'im (sav) dedi. Uykudan uyandım. Hemen babamın baş ucuna gidip örtüyü kaldırdım, yüzü bembeyaz olmuştu. İşte o günden sonra sürekli Resulullah'a (sav) salavat getiriyorum.'

İmam-ı Gazali (k.s) ihya 5/263
Devamını Oku »

Cennetten Çıkarılmak Hz. Adem İçin Bir Ceza mıydı?

Yüce Allah'ın Hz. Âdem'i cennetten çıkartması ve onu yeryüzüne indir­mesi bir ceza değildi. Çünkü tevbesini kabul ettikten sonra, yeryüzüne in­dirmiştir. Hz.Âdem'i yeryüzüne indirmesi, ya onu te'dip içindi veya sıkıntı­sını (mihnetini) ağırlaştırmak için idi. Hz. Âdem'in yeryüzüne indirilmesi ve oraya yerleştirilmesi ile ilgili doğru açıklama şekli budur: Bunda yüce Allah'ın ezelî hikmeti açıkça ortaya çıkmıştır. Bu ise, soyundan gelecek olanları şe-riati ile mükellef kılmak, onları sınamak kastı ile, soyunun üremesidir. Bu tek­lif ve sınamaya bağlı olarak, onlar, âhirette ecir veya ceza ile karşı karşıya kalacaklardır. Çünkü cennet ile cehennem teklif yurdu değildirler. O bakım­dan Hz. Âdem'in cennetten indirilişine sebep onun yasak ağaçtan yemesi ol­muştur. Ve Allah, dilediğini yapmak hakkına sahiptir. Diğer taraftan yüce Al­lah: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" diye buyurmuştu. İşte bu Hz. Âdem için büyük bir menkıbe (övülecek olay), büyük bir fazi­let ve üstün bir ikramdır. Hz. Âdem'in yeryüzünden yaratıldığına dair işaret de daha önceden geçmişti. Bizim, Hz. Âdem'in yüce Allah tarafından tevbe-sinin kabul edilişinden sonra yeryüzüne indirildiğini söylememizin sebebi ise, ileride de geleceği üzere ikinci olarak "hepiniz oradan inin" (âyet, 38) di­ye buyurulmuş olmasıdır.

İmam Kutubi Tefsiri
Devamını Oku »

Övme ve Tezkiyede Edep

Bu âyet-i kerime ile yüce Allah'ın: "0 halde kendinizi temize çıkarmayın, Övmeyin" (en-Necm, 53/32) âyeti, kişinin kendi diliyle kendisini temize çı­karmaktan, övmekten uzak durmasını asıl temiz ve temizlenmiş olanın fille­ri güzel olup, yüce Allah'ın temize çıkardığı kimse olduğunu bildirmesini ge­rektirmektedir. O halde insanın kendi kendisini temize çıkarıp tezkiye etme­sine itibar olunmaz. Asıl muteber olan, yüce Allah'ın o kimseyi tezkiye et­miş olmasıdır.

Müslim'in Sahihi'nde Muhammed b. Amr b. Ata'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben kızıma Berre (iyilikte bulunan) adını verdim. Ebû Sele-me'nin kızı Zeynep bana dediki: Rasulullalı (sav) bu ismi kullanmayı yasak­lamıştı. Bana Berre adı verilmişti. Rasulullalı (sav) da şöyle buyurmuştu: "Ken­dinizi temize çıkarmayın, övmeyin. Allah, aranızdan kimin iyilik ehli oldu­ğunu en iyi bilendir." Bu sefer ona: Peki bu kıza ne ad verelim? diye sordu­lar. O da: "Ona Zeynep adını veriniz" dîye buyurdu.

Böylelikle Kitap da, Sünnet de, insanın kendi kendisini tezkiye etmesinin yasaklandığına delâlet etmektedir. Şu Mısır diyarında çoğalmış ve yaygınlık kazanmış bulunan ve insanların, tezkiye anlamım veren niteliklerle kendi­lerini nitelendirmeleri de bu türdendir. Meselâ, Zekiyüddin, Muhyiddin ve bu­na benzer sıfatlar ve isimler kullanmaları böyledir. Ancak, bu isimleri taşıyan­ların yaptıkları çirkinlikler çoğalınca, bu niteliklerin asıl anlamlan ile ilgile­ri kalmadı ve hiçbir şey ifade etmez oldular.

Başkasının Tezkiyesi ve Övmesi:

Başkasının bir diğerini tezkiye edip övmesine gelince, Buharî'de Ebu Bekre'den şöyle bir hadis nakledilmektedir: Peygamber (sav)'ın huzurunda bir adamdan sözedildi. Bir kişi de ondan hayırla sozetti. Bunun üzerine Pey­gamber (sav) şöyle buyurdu: "Yazık sana, arkadaşının boynunu kestin -bu­nu defalarca tekrarladı-. Sizden herhangi bir kimse eğer mutlaka (birisini) öve-cekse, o takdirde onun böyle olduğu görüşünde ise, sanırım o şöyle şöyle­dir desin. Onu hesaba çekecek olan Allah'tır Ve Allah'a rağmende kimseyi tezkiyeye kalkışmasın."

Böylelikle Hz. Peygamber, kişide bulunmayan niteliklerle başkasını övme­yi ve bunun sonucunda o kişinin kendisini beğenmesine ve büyüklenmesi-ne sebep teşkil etmeyi yasaklamakta ve gerçekten de kendisinin bu konum­da olduğunu zannedip, bu halin o kişiyi ameli kaybedip daha da faziletli iş­lerde bulunmayı terketmeye itecek noktaya getirmesini yasaklamıştır.

Bundan dolayı Peygamber (sav): "Yazık sana, kardeşinin boynunu kestin" diye buyurmuştur. Bir başka hadiste ise, birisini sahip olmadıkları vasıflar­la nitelendirmeleri üzerine: "Adamın belini kopardınız" diye buyurmuştur

Hz. Peygamberin: "Övenlerin yüzüne toprak saçınız" hadisini ilim adamları buna göre tevil etmişler ve bununla başkalarını yüzlerine karşı hak olmayan surette ve onlarda bulunmayan niteliklerle övenlerin kastedildiği­ni belirtmişlerdir. Onlar böylece, bu övgülerini övdükleri kimseden birşey ye­meye ve-kendisiyle fitneye düşürdükleri bir araç haline gelirmiş olurlar.

Kişiyi gerçekten sahip bulunduğu güzel fiilleri ve övülmeye değer özellik­leri dolayısıyla bu ve benzer işleri yapması İçin, insanları da benzer husus­larda ona uymaları için bir teşvik olmak üzere övmeye gelince, bu şekilde öven kişi (yasaklanan övücü) meddah durumunda değildir. O kişi hakkın­da söylediği güzel sözleriyle, onu övmek durumunda olmamış olsa dahi bu böyledir. Bu da niyetlere bağlı bir şeydir.

Yüce "Allah ise kimin ifsad edici olduğunu, kimin ıslah edici olduğunu en iyi bilendir" (el-Bakara, 2/220). Peygamber (sav) şiirde, hutbelerde, kar­şılıklı konuşmalarda yüzüne karşı övülmüş olduğu halde, bu şekilde öven­lerin yüzüne toprak saçmış da değildtr, bunu emretmiş de değildir. Ebû Ta-lib'in (Hz. Peygamber hakkında söylediği) bu beyitinde olduğu gibi;

"Yüzü suyu hürmetine bulutun yağmuru istenen beyaz tenlidir o. Yetimleri görüp gözeten, dulların sığınağıdır o."

Aynı şekilde, el-Abbas'ın ve Hassan'ın şiirlerinde onu övmeleri de bu ka­bildendir. Yine Kâ'b b. Züheyr de onu övmüştür. Bizzat kendisi de ashabı­nı övmüş ve şöyle buyurmuştun "Sizler tama edilecek şeyler oldu mu sayı­ca azsınız, fakat başkalarını dehşete düşüren şeyler oldu mu da çoğalırsınız".

Hz. Peygamberin sahih hadîsteki: "Hıristiyanların Meryemoğîu İsa'yı olma­dık şekilde övdükleri gibi siz de beni övüp ta'zim etmeyiniz. Bunun yerine; Allah'ın kulu ve Rasulü deyiniz" hadisine gelince; bunun da anlamı şudur: Hıristiyanların îsa'y1 sahip olmadığı niteliklerle nitelendirdikleri gibi, siz de beni övmek arzusuyla bende bulunmayan niteliklerle nitelendirmeyiniz. Onlar, böyle yaparak Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu diye nîsbet ettiler ve bundan do­layı kâfir oldular ve saptılar. İşte bu, şunu gerektirmektedir: Bir kimse, her­hangi bir işi sınırından yukarıya yükseltip, onda olmadık şekilde haddini, öl­çüsünü aşacak olursa, o haddi aşan günahkâr bir kimsedir. Çünkü böyle bir şey, herhangi bir kimse hakkında caiz olsaydı, elbetteki, bütün insanlar arasında herkesten çok buna Rasulullah (sav'ın) kendisi layık olurdu.

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5
Devamını Oku »

Fakirlik Ve Zenginlik Faziletleri Hakkında

Kişiyi başkasına muhtaç düşürecek kadar fakirliğin hoşlanılmayan bir şey, azdıran zenginliğin de yerilen bir şey olduğunu, ilim adamları ittifakla kabul etmekle birlikte bu hususta farklı kanaatlere sahiptirler. Kimisi, zen­ginliğin faziletli olduğu kanaatini ileri sürmektedir. Çünkü zenginin hayır yap­ma gücü vardır. Fakirin ise acizliği söz konusudur. Güç ve iktidar sahibi ol­mak ise acizlikten daha faziletlidir. el-Maverdi der ki: Şan ve şeref sevgisi­nin etkisi akında kalanların görüşü budur. Başkaları ise fakirliğin daha fazi­letli olduğu görüşündedir. Çünkü fakir, (lezzeti) terk edicidir. Zengin ise dün­ya ile içli dışlıdır. Dünyanın terki ise, onunla içli dışlı olmaktan daha fazilet­lidir.

Yine el-Maverdi der ki: Bu da esenliği daha çok sevenlerin görüşüdür. Baş­kaları ise, fakirlik sınırından yukarı çıkarak, zenginlik mertebesinin asgari se­viyesine ulaşmak suretiyle iki işin arasında orta yerde olmanın daha fazilet­li olduğu görüşündedir. Böylelikle kişi, her iki durumun da faziletini elde ede­bilir, her iki durumun yerilen hallerinden kendisini kurtarabilir. el-Maverdi der ki: İşte bu mutedillik halinin daha üstün olduğu görüşünde olanların ve: "Bütün işlerin en hayırlısı orta yollu olanıdır" kanaatinde olanların görüşü­dür. Gerçekten de hikmetli şair bunu şu beyiti ile çok güzel bir şekilde di­le getirmiştir:

"Ey zengin olmamaktan ve bir gün gelip arzu edilmeyen bir şeye rağbet duymaktan Allah'a sığınan kişi..."

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5
Devamını Oku »

Hz. Âdem'in Eşi Hz. Havva

Hz. Âdem'in Eşi Hz. Havva

"Sen zevcenle birlikte" buyruğundaki "zevce" kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de "zevç" şeklinde kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştiMüslim'in Sahih'inde yer alan bir hadiste ise "zevce" şeklinde geçmektedir. Bize Abdullah b. Mesleme b. Ka'neb anlattı, dedi ki: Bize Hammad b. Seleme, Sa­bit el-Bünânî'den, o Enes'ten rivayetle dedi ki: Peygamber (s.a) hanımlarından birisi ile birlikte iken yanından bir adam geçti. Hz. Peygamber, o adamı çağır­dı. Yanına gelince şöyle buyurdu: "Ey filan, bu yanımdaki benim filan zevceni­dir." Adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben belki başkası hakkında birşey-ler zannedebilirdim ama senin hakkında asla. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Şüphesiz şeytan insanın içinden kanın aktığı gibi akar."

Âdem (a.s)'ın zevcesi Havva (aleyhesselam)dır. Ona bu ismi ilk veren yi­ne Hz. Âdem'dir. Hz. Havva, Hz. Âdem'in kaburga kemiğinden farkına var­maksızın yaratılmıştır. Eğer bundan dolayı bir acı çekmiş olsaydı, hiçbir er­kek hanımına şefkat göstermezdi. Uyandığında: Bu kimdir diye sorulmuş, Hz. Âdem de: Bu bir kadındır, cevabını vermiş. Ona: Adı nedir, diye sorulunca o da: Havva demiş. Niye bir kadındır (imrâe) dedin diye sorulunca o: Çün­kü (kişi anlamına gelen) mer'den alınmadır. Bu sefer: Neden peki Havva adı­nı verdin, diye sorulunca Hayy (diri)den yaratılmıştır. Cevabını vermiş.

Rivayet edildiğine göre ona bu sorulan bilgisinin sınırını ölçmek amacıy­la melekler sormuşlardır. Yine rivayete göre melekler ona: Ey Âdem, sen bu­nu seviyor musun deyince o: Evet demiş. Bu sefer melekler Havva'ya: Ey Hav­va, ya sen bunu seviyor musun diye sorunca Havva ise, Âdem'in kalbinde­ki sevginin katlarca fazlasını kalbinde taşımakla birlikte: Hayır cevabını ver­miş. Derler ki: Eğer bir kadın kocasına olan sevgisini samimi olarak dile ge­tirseydi, şüphesiz ki Havva bunu dile getirirdi. İbn Mes'ud ve İbn Abbas der ki: Hz. Âdem, cennete yerleştirilince, yalnızlıktan sıkıntılı bir halde yürüyüp durdu. Uykuya dalınca Havva, sol tarafından kısa kaburga kemiğinden ya­ratıldı ki, onunla sükûn bulsun ve onunla yalnızlıktan kurtulsun diye. Hz. Âdem uyanıp da onu görünce sen kimsin, diye sormuş, o da: Ben bir kadı­nım, benimle sükûn bulasın diye, senin kaburga kemiklerinden yaratıldım, cevabını vermiş. İşte yüce Allah'ın şu buyruğunun anlamı da budur: "Sizi tek bir candan yaratandır O. Bu candan da onunla sükûn bulsun diye eşini ya­ratmıştır." (el-A'raf, 7/189)

İlim adamları derler ki: İşte bundan dolayı kadında bir eğrilik vardır. Zi­ra kadın eğri olan kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Kadın, kaburga kemiğinden yaratılmıştır. -Bir rivayette şu da vardır: Kabur­ga kemiğinin en eğri bölgesi ise, en üst tarafıdır.- O bakımdan kadın sana kar­şı hiçbir zaman aynı şekilde dosdoğru olamaz. Sen ondan istifade edecek olur isen eğriliği ile birlikte ondan istifade edersin. Onu doğrultmaya kalkışırsan onu kırarsın. Onu kırmak ise onu boşamaktır." Şair de buna işaretle şöy­le demektedir:

"O, eğri olan kaburga kemiğidir, sen onu düzeltemezsin Şunu bil ki kaburga kemiklerini düzeltmek onların kırılması demektir. (Kadın) nasıl olur da yiğide karşı hem zayıf hem de iktidar sahibidir? Aynı anda hem güçlü hem güçsüz olması şaşılacak birşey değil midir?" İşte ilim adamları buradan hareket ederek sakal, meme ve küçük abdestini bozmak bakımından eşit şekilde erkek ve kadın alametlerini kendisin­de taşıyan hünsa-i müşkil'in mirasına kaburga kemiklerinin eksikliğini delil gösterirler. Eğer onun kaburga kemiklerinin sayısı kadının kaburga kemik­lerinden eksik olursa, ona erkek payı verilir. -Bu aynı zamanda Hz. Ali'den rivayet edilmiştir.-

El-Camiul Ahkam 1.cilt, İmam Kurtubi
Devamını Oku »

Varlıklarda Tekamül(Olgunlaşma,Gelişme) Mahiyeti

varlik

Gerçekten de tarihler birbirlerini hatırlatır,fakat asla tekerrür etmezler. Halbuki biz tarihçileri de teselli ederek iddia edelim ki,artık yalnız tarih değil,fizik,kimya,biyoloji,psikoloji,sosyoloji olayları da tekerrür etmezler. İnsan müdrikesi, ayniyet prensibi içinde hareket ederek,benzerlikleri birbirine irca ile tekerrürleri elde ettiğini sanmaktadır. Tekerrür dış realite ile değil,realite atı bir prensiple izah olunacak bir zihni olaydır. Duyuların realitesi,tekerrürleri değil,değişikleri,ancak bir diğerini hatırlatacak tarzda ifade etmektedir.

İçinde var olduğumuz ve içimizde taşıdığımız realitenin duyularımıza ve müdrikemize göre daima bir değişiklik içinde olduğunu görüyoruz.İçinde bulunduğumuz şu zaman ve mekanda gördüğümüz varlıklar ve olaylar yüzlerce,binlerce ve milyonlarca yıl önce aynen bu yapı ve fonksiyonları içinde değillerdi.Bunu, jeolojik, antropolojik, biyolojik, sosyolojik ve tarihi araştırmalar kesinlikle ortaya koyuyor.

Bu değişikliklerin yönü üzerinde bazı münferit tereddütlere rastlanmakla beraber, bu değişiklikleri "tekâmül" olarak isimlendirenler pek çoktur. Cansız sanılan varlıklardan, ilkel ve bitkisel canlılara, ilkel ve tek hücreli hayvansal hayata, derece derece karmaşık organizmalara ve nihayet insana kadar gelindiği sanılmaktadır.

Gerçi bu konuda, yani tekâmülün mahiyeti etrafında derin çatışmalar ve ihtilâflar olmasına rağmen "tekâmülü" prensip olarak kabul edenler ağır basmışlardır. Yüzyıllardan beri ve çağlardan beri süregelen, ister bir çizgi halinde, ister küresel bir infilâk halinde olsun, anorganik, organik, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik değişmeleri "tereddiden" çok "tekâmül" olarak kabul etmişiz.

Varlık ve oluş mükemmele doğru değişim geçirmektedir sanıyoruz. Oluşun gerisinde ilkellik, ilerisinde ise mükemmellik var sanıyoruz. Sanki sadece müdrikemiz değil, bizzat dışımızdaki Varlıklar bile kendilerini kovalayan bir tehlikeden kaçmaktadırlar.

Her varlık kaostan kurtulmak, sağlam bir organizasyona kavuşmak için çırpınmaktadır. Elektronlar belirli bir çekirdek etrafında, belirli sayılarda kümelenirken, atomlar kendi aralarında molekülleri ve daha bü-yük kitleleri meydana getirirken, anorganik yapılardan asitlere, bazlara geçilirken aminoasitlerden koaservatlara, proteinlere, ilk canlılara ve nihayet kompleks organizasyonlara geçilirken sanki hedef kaos tehlikesini tamamen bertaraf etmektir. Tekâmül, bu değişmelerin ve gelişmelerin tam bir organizasyon halinde belirmesi demektir.



S.Ahmed Arvasi-İnsan ve İnsan Ötesi
Devamını Oku »

Amel ve Ahlak Sağlam Bilgiye Dayanmalıdır

Ebû Hanîfe'ye göre doğru amel ancak sağlam bilgi üzerine kurulabilir, iyi insan sade hayır işleyen değildir, hayırlı insan olabilmek için hayrı ve şerri bilmelidir. Hayrın meziyetlerini bilerek hayır işlemelidir. Kötünün za­rarlarını anlayarak kötülükten kaçınmalıdır. Âdil olmak, zulmü tanımaklığı adalet yapmak değildir. Belki zulmü ve gadri, adaleti ve gayesini bilerek adalet icra etmektir. Şerefli neticelerini düşünerek adalet yapan adildir. Bıı konuda El-Âlim Vel-Müteallim kitabında diyor ki:

"Bilmiş ol ki, amel ilme uyar. Nasıl ki aza gözün görmesi sayesinde ha­reket eder. Az dahi olsa amel ile ilim, çok amel ile olan cehaletten daha fay­dalıdır. Bu şuna benzer. Çölde bir adamın yanında az miktarda azık bulunsa bile doğru yolu bilirse kurtulur, bu onun için, yanında çok azık bulunup o doğru yolu bilmeyen kimseden daha hayırlıdır. Cenab-ı Hak söyle buyurur;

»Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Bunu ancak aklı olanlar anlar’’

Burada öğrenmek isteyen öğrenci Ebu Hanîfe'ye dedi ki:

Bir adam adli tavsif etse, fakat zulmü bilmese buna ne buyurulur?

Ona şu cevabı verdi; »Bir adam adaleti tamsa, fakat adeletin zıddı olan zulmü, haksızlığı bilmese o hem adeleti, hem de zulmü iyice tanımıyor demektir. Ey kardeş, bilmiş ol ki bütün insanların en cahili ve en kötüsü böyleleridir. Çünkü bunlar bence şu dört kişiye benzerler:

Kendilerine bir beyaz elbise gösteriliyor ve bunun rengi nasıldır? diye soruluyor.

O dörtten biri: Bu elbise kırmızı diyor,diğeri sarı diyor, üçüncüsü kara diyor, dördüncüsü de beyaz diyor. Bu sonuncuya: Diğer üç kişi doğru mu söylediler, yoksa yanıldılar mı? diye sorulsa ve o da:

Ben bu el­bisenin beyaz olduğunu bilirim, fakat belki diğerleri de doğrudur, diye cevap verse, gülünç olur. İşte karşı tarafı bilmeyen adaletçi sınıf da böyledir.

Onlar diyorlar ki: "Biz zaninin kafir olmadığını biliyoruz, fakat zina et­tiği zaman donu sıyrıldığı gibi, zaninin imanı da sıyrılır diyen de belki doğ­rudur; biz onu tekzip etmeyiz! Kudreti olduğu halde hacca gitmeden ölen kimseye biz mü'min deriz, onun cenaze namazını kılarız. Onun için mağ­firet dileriz, onu defnederiz, onun haccını öderiz, Fakat Yahudi veya Hristiyan olarak öldü diyeni de tekzip etmeyiz." Bunlar hem Haricilerin söz­lerini beğenmezler, hem de onların dediklerini derler. Şia'nın sözlerini inkar ederler, fakat onların sözlerini söylerler. Mürcie'nin sözlerini reddederler, lâkin onların dediklerini derler"

Ebû Hanîfe'nin bu değerli sözleri bize iki şey anlatıyor:

1- Doğru amel doğru düşünce üzerine kurulur, dürüst iş kararlı ve sabit amele dayanır.

2-İlim kati ve kesin olmalıdır.İtikad meselelerinde tereddüt olmaz.

Muhammed Ebu Zehra, Ebu Hanife
Devamını Oku »

İlkel İnsan Kavramı Üzerine

Asla unutulmamalıdır ki, "İlkel insan" terimi ile kastedi­len ne ilk insandır, ne de ilk insanlardır. İlk insan ve O’na ina­nanlar "Cennet"te İlâhi terbiyeden geçen Hz. Adem, Hz. Hav­va ve çocukları "medenî" idiler. İnsanlık, onların tebliğlerin­den uzaklaştıkça, "somut"a tapınan bir idrâke mahkûm ol­dukça ilkelleşti. "İlkel" kafaya, idrâke sahip insanlar, her de­virde mevcuttur.

20. yüzyılda, ilk feza uçuşunu yapan Rus uzay adamı Ga- garin: "Fezada Tanrı'yı bulamadım" demekle "ilkel" bir dü­şüncenin içinde bulunduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü Tanrı'yı obje'de aramak "putperestin" özelliğidir. Duyular, Yaradanı değil, yaratıkları idrâk edebilecek güçtedir.

İlkel insanın İdrakinde,tanımak,sevmek ve tapınmak kavramları bitişik durur ve aynı mana içinde görünürler.İlkel gelişmeleri sezemezler. O, bir kaya parçasını kaos olmaktan çıkarır,  kısmen düzene sokar, ona kendinden birşeyler katar, ona aynı anda büyük bir sevgi duyar ve tapınır. Ona, güneşin oğlu, bulutların kızı olduğunu söyleyiniz, yanında oturan annesi ile  beraber buna inanırlar, duygulanırlar ve pek az hayret ederler. Ancak ilkel, kaosu sevmez, ama ondan da bir türlü kurtulamaz. İlkel insan, hürriyetten ziyade düzenin peşindedir. Mağara  duvarlarına çizdiği resimler, meydana getirdiği meskenler, yaptığı âletler kurduğu pazarlar, düğünleri, törenleri, savaşları düzen özlemine rağmen, kaosa yakın durur. İlk medeniyet kaosun yenilmesi ile kurulacaktır.

S.Ahmed Arvasi,İnsan ve İnsan Ötesi
Devamını Oku »

Batı Uygarlığı ile İslam Uygarlığını Karşılaştıranlar Yanılıyolar

Batı Uygarlığı ile İslam Uygarlığını Karşılaştıranlar Yanılıyolar

Bazı düşünürler Batı uygarlığını,İslam uygarlığıyla izaha çalışırlar.Bunlardan kimisi,özellikle Endülüs ve Sicilya'daki İslam medreselerinin önemli rolü üzerinde durarak,buralarda birçok batılı öğrecilerin okuduğunu söz ederek,adeta Batı uygarlığının tamamen İslamdan kaynaklandığını ileriye sürerler.Bu görüş Rönesans'ı İslam uygarlığının bir uzantısı saymaktadır.

Bu düşünceye göre Batı uygarlığı bizden alarak onu işlemiş,geliştirmiş,bugünkü seviyeye ulaştırmıştır.Dolayısıyla Batı uygarlığı,özü bakımından İslam'a aittir.Şimdi biz onu alırsak , kendi kaybettiğimize,kendi malımıza kavuşmuş oluruz, diye düşünürler.

Tanzimat, Meşrutiyet ve hatta daha sonraki dönemlerimizin birçok fikir ve sanat adamları bu görüş içindedirler. Bunlar Batı uygarlığını büyük ve erişilmesi gerekli bir vakıa olacak kabul etmiş kişilerdir. Batıya açılmamızda zaruret görürler. Vaktiyle bizden alındığı gibi, onlardan da alınması gerektiğini ileri sürerler uygarlığın. Fakat bu transfer esnasında bir şeye dikkat etmemiz gerektiğini savunurlar, “örfümüzü ahlakımızı ve dinimizi koruyalım'' derler.

Şimdi bu anlayışın yanılgısı üzerinde duralım. Bilindiği gibi Batı uygarlığının yeni teşekkülü olan Rönesans aslında Batı'nın kendi tarihi uygarlık temellerine bir dönüş hareketiydi. Antik Yanan düşüncesini yeni baştan gündeme alma olayıydı. Ayrıca Roma hukuk ve nizamını tekrar canlandırma ve yorumlama hareketiydi. Ve nihayet, gerçeğinden saptırılmış olduğu kabul edilen Hıristiyan inancını, özellikle duyarlığını yeniden düzenleme faaliyetiydi. Bütün bunlarla birlikle Hristiyan imparatorluğunun denetiminde olan Avrupa’daki feodal düzeni, gelişen burjuvaziyi arkalarına alarak ulusal bir düzen anlayışıyla değiştirmekti.

Şimdi soralım: Bütün bunların hangisinde, İslam uygarlığını temel yapma gibi bir öz mevcuttur?

Rönesans'ın İslam'la ilgili yanı bir uygarlık ortaklığı şeklinde değil, bîr düşmanlık biçimindedir. Yani sadece şudur: Kutsal Kilise imparatorluğunun, yürüttüğü bütün Haçlı seferlerine rağmen, İslam dünyasına karşı hiçbir başarı kazanamamış olması üzerine, İslam’la başa çıkmak adına sevk ve idareyi kiliseden alarak yeni ulusal güçlere vermesi ve bu noktaya varabilmek için ise kendisini tarihi kaynaklarıyla donatmak ihtiyacını duyması.

Yani batılı, tam bir batılı olmanın bilincine Rönesans'la ermeye başlamıştır. İslam uygarlığına aykırı ve düşman olmanın yeni düzenlemesi Rönesans'la yürürlüğe girmiştir, önceki düşmanlıklar özellikle Haçlı Seferleri Hıristiyan dünyasının Müslümanları tanımasına geniş ölçüde fırsat vermiş; bu fırsat, İslam'a düşmanlığı daha da çoğaltmış, bu anda da İslam dünyasını alt etmenin ancak yeni bir uygarlıkla mümkün olacağı fikrinin doğmasına sebebiyet vermişti. Yani Avrupa’nın İslam'a aykırı bir uygarlık geliştirmesinin zeminini oluşturmuştu sadece. Asıl büyük düşmanlık sonradan Rönesans'la gelecektir.

Kısacası Batı uygarlığı ile İslam uygarlığı birbirinden farklı. hatta aykırı iki dünyayı belirler.

Ayrı Bir Uygarlık

Nasıl ki İslam uygarlığının temelinde yunan düşüncesi yoksa Batı uygarlığında da öylece İslam yoktur. Nasıl ki birçok uygarlıkta bir başka uygarlığı andıran bazı görüntüler bulunabilirse, ancak öylece İslam uygarlığıyla Batı uygarlığı arasında bir yakınlık söz konusudur. Bu görüntü, ya da yakınlık kesinlikle bir eşitlik, benzerlik anlamında değildir. Nasıl ki sırf ayakları var diye bir kertenkele ile bir güvercin aynı cins yaratıklar değilse; her uzuv her varlığın hilkatine göre teşekkül etmişse, uygarlıklardaki birbirini andıran hususlar da yekdiğerinin aynısı değildir.

Uygarlıklardaki birbirini andıran özellikler insanın fıtratındaki ayniyetle ilgilidir. Ama bu fıtri ayniyet, uygarlıkların farklı gelişme ortamı bulmasını önleyemiyor. Çünkü toplumların tarihi, sosyal ve kültürel kaderleri fıtrata tabi bir çizgi içinde gelişmiyor, beşeri müdahalelerin, ilahi özü çarpıttığına ve ona aykırı gelenek kurduğuna da şahit oluyoruz. Bu bakımdan uygarlıklar farklı olarak oluşmaktadır.
Bütün insanların İslam fıtratı üzere doğduğu halde, aile çevresinden başlayarak, içinde bulunduğu topluma kadar geniş bir çevre,onun farklı bir insan, yani farklı bir uygarlığın üyesi olarak yetişmesini sağlıyor.

Kişinin yetiştiği, kendisini bir üyesi olarak bulduğu toplumun uygarlığı ise, ya İslam gibi tamamen ilahi bir kaynağa, yani vahye bağlı bir uygarlık olmakta veya asıl ağırlığını insan zekâsının yoğurduğu ve tamamen ilahi Özden yoksun, doğrudan doğruya insanın zihni ve ruhi spekülasyonunun ortaya koyduğu dalalete bağlı bir uygarlık olmaktadır.Çoktanrıcı putperest inançlardan kaynaklanan uygarlıklar bu türdendir. İnsanoğlu bu iki uygarlıktan birine bağlı bir toplum içinde gözünü açmaktadır. Yani ilahi veya yarı ilahi yahut da batıl bir inanç ve inançlara bağlı olarak gelişmiş bulunan bir uygarlık ortamında doğa gelmiştir.

Bu bakımdan her uygarlığı ayrı bir bütün saymak durumundayız . Bu cümleden olarak Batı uygarlığını, İslam etkisinde, ondan yararlanarak kurulmuş bir uygarlık gibi göremeyiz. Bunun gibi, İslam uygarlığı da kesinlikle Antik Yunan düşüncesinden yararlanarak gelişmemiştir.

Gerçi birçok İslam düşünüründe Antik Yunan düşüncesine yönelme, onları yorumlama, İslam düşüncesiyle bunlar arasında bir dengelemeye gitme çabası görülmemiş değildir. Hatta bu düşünürler Antik Yunan felsefesinin unutulmamasını, onun Batı’ya geçmesini ve Rönesans'ı hazırlamasını sağlayan kişiler olmuşlardır. Bunlardan bazılarının kendilerince bir İslam felsefesi kurmaya çalıştıkları da bilinmektedir. Ne var ki bütün bu çabalan İslam uygarlığının verileri arasında göremeyiz.

İslam uygarlığının gelişmesini, yayılmasını sağlayanlar, kendini putçu Yunan düşüncesine kaptıran felsefe adamları değil; Kur'an ve Sünnet’e bağlı kalarak yorumlar getiren bilginlerdir. Bunların çalışmalarına ‘‘felsefe" değil “hikmet” diyoruz.

Değil yalnız Eski Yunan düşüncesinin çizgisi içinde düşünen,fikir imal eden düşünürler, eski İran inançlarıyla İslam arasında bazı unsurlar yakalayarak yeni terkibe giden fikircilerin ürettikleri görüşleri de aynı şekilde İslam uygarlığının dışında mütalaa etmek zorundayız.

Ehl- i sünnet itikadının ötesinde kalan her türlü telifi, İslam’ın, onun uygarlığının ürünleri olarak sayamayız. Çünkü İslam kendisinin dışındaki hiçbir düşünce sistemine muhtaç olmayan büyük ve eksiksiz bir nizamdır.Uygarlığının bütün kaynağı da bizzat bu nizamdır

M.Akif İnan,Din ve Uygarlık

Devamını Oku »

Elhamdülillah Sözünün Manası

Elhamdulillah



Yüce Allah'ın: "el-hamdülillah" buyruğu ile ilgili olarak Cafer es-Sadık'ın şöyle dediği de zikredilmektedir: Şanı yüce Allah'ı kendi zatını nitelendirdi­ği şekilde sıfatlarıyla öven kimse Allah'a hamdetmiş olur. Çünkü "hamd" ke­limesi, "h, m, d" harflerinden meydana gelmiştir. Ha, vahdaniyyetten, mim, mülkten, dal ise deymumiyyetten (devamlılıktan, bekadan) gelmektedir. Yüce Allah'ı vahdaniyeti, deymumiyeti ve mülküyle tanıyıp bilen bir kimse gereği gibi tanımış olur. İşte "el-hamdülillah"ın hakikati de budur.

Şakik b. İbrahim de "el-hamdülillah"in tefsirinde şunları söylemektedir: Al­lah'a hamdetmek üç şekilde olur: Birincisi, Allah sana birşey verdiği takdir­de o şeyi sana kimin verdiğini bilip tanımandır. İkincisi, sana verdiği şeye ra­zı olmandır. Üçüncüsü ise onun ihsan ettiği güç senin vücudunda kalmaya devam ettiği sürece herhangi bir şekilde O'na isyan etmemektir. İşte bunlar hamdetmenin şartlarıdır.

İmam Kurtubi Tefsiri cilt:1
Devamını Oku »

Hastalara Fatiha Suresi Okumak Şifadır

Fatiha_hat1Adamın birisi eş-Şa'bi'ye böğrünün ağrıdığından şikâyette bu­lundu. Ona şu cevabı verdi: Kur'ân'ın  esası olan Fâtihatü'l-Kitab'ı okuma­ya bak. Ben İbn Abbas'ı şöyle derken dinledim: Herşeyin bir esası vardır. Dün­yanın esası Mekke'dir. Çünkü dünya oradan yuvarlaklaştırılmaya başlandı. Se­manın esası Arîbâ denilen yedinci semadır. Arzın esası ise en altta yedinci arz olan Acîbâdır. Cennetlerin esası ise Adn cennetidir. Bu bütün cennetlerin gö­beğidir ve cennet onun üzerinde tesis edilmiştir. Ateşin esası ise cehennem­dir. Bu da ateşin en alt tabakası olan yedinci tabakadır. Diğer bütün tabaka­lar (derekeler) onun üzerinde tesis edilmiştir. İnsanların esası Adem'dir, Peygamberlerin esası Nuh'tur, İsrailoğullarının esası Yakub'tur, kitapların esa­sı Kur'ân'dır, Kur'ân'ın esası Fâtiha'dır, Fâtiha'nın esası Bismillahirrahmânir-rahîm'dir. O bakımdan sen hastalanır veya rahatsızlanırsan Fatiha sûresini oku­maya bak. Şifa bulursun. –

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:1

Devamını Oku »

Cennete Zahmetsiz Girilmez

Halife Ömer bin Abdülaziz (Rahmetullahi aleyhin) bir oğlu devletin hazinesinden sorumlu idi. Bayram arefesine rastlayan bir gün Ömer bin Abdülaziz'in kızları yanına gelerek;

“Baba yarın bayram! Halkımızın kızları ve kadınları bizleri ayıplıyorlar ve ‘sizler müminlerin emir’inin kızlarısınız buna rağmen giyecek... Güzel bir elbiseniz yok Siz şu beyazdan başka elbise giymezmisiniz?’ diyorlar” dediler ve ağlamaya başladılar Ömer bin Abdülaziz’in bu durum karşısında göğsü daraldı kalbi sıkıştı hazineden sorumlu oğlunu çağırarak;

“Bana bir aylık maaş ver” dedi Oğlu;

“Ey müminlerin emiri! Siz aylığınızı önceden aldınız bir ay daha yaşayacağınızımı düşünüyorsunuz ki bir aylık maaş alıyorsunuz?” dedi Ömer oğlunun sözünü hem şaşkınlıkla karşıladı hem de takdir etti Ona;

“Oğlum ne güzel söyledin Allah Celle celeluhu seni mübarek kılsın” dedi ve kızlarına dönerek;

“Arzularınızı içinizde tutun Biraz sabırlı olun çünkü Cennete hiç kimse zahmetsiz giremez” dedi.

İmam Gazali, Altın Öğütler,syf;140
Devamını Oku »

Bir Kıssa;Ya Varsa !

Hz. Ali'ye (r.a), birisi geldi. Adam, ölümü, tekrar dirilmeyi, ahirette hesabı, cenneti ve cehennemi inkar ediyordu. Hz. Ali'ye:

"Ya Ali, siz müslümanlar ölüme ve ölüm ötesine inanıyorsunuz; biz ise inanmıyoruz. Siz cehennemden kurtulmak, cennete girmek için bir sürü ibadet ediyor, mal harcıyor, zahmete giriyorsunuz. Bu zahmet değer mi? Hem ölümden sonra tekrar dirilmenin olacağı ne malum?" diye sordu.

Hz. Ali (r.a) adamı sükunetle dinledi, sonra ona şu cevabı verdi:

"Evet, ölümden sonra dirilmek, hesaba çekilmek, cennete veya cehenneme girmek, ya senin dediğin gibi yoktur; ya da bizim dediğimiz vardır. Önce senin dediğinin doğru olduğunu düşünelim. Ölümden sonra ahiret hayatı yoksa, seninle biz aynı durumdayız. Sana da yok bize de yok. Bu arada bizim Yüce Allah için kıldığımız namazların, yaptığımız ibadetlerin, hayır ve iyiliklerin, güzel ahlakın, verdiğimiz zekat ve sadakaların bize bir zararı olmaz. Ama, ya ahiret varsa, bizim dediğimiz doğru çıkarsa, senin hâlin nice olur?" diye sordu.

Adam, biraz durdu, düşündü ve sonra:

"Vallahi, her iki durumda da siz kârdasınız, ahiret varsa vay bizim hâlimize! Yolunu öğret, ben de müslüman olacağım," dedi ve müslüman oldu.

İmam Gazali,İhya,3/467
Devamını Oku »