Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'e Uymaya Teşvik

Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'e Uymaya Teşvik80.MEKTUP

  • Mirza Fethullah Hakîm'e yazılmıştır

  • Yetmiş üç fırka içinde kurtuluşa erenin Ehl-i sünnet ve'l-cemaat fırkası olduğu, bid'atçı fırkalardan uzak du­rulması gerektiği

Allah Sübhânehû ve Teâlâ bize ve size şeriat-ı Mustafa yolu üzerinde istikamet ihsan etsin.

İşte mesele budur; gayrisi nafile!

Yetmiş üç fırkadan her biri şeriata tâbi olduğunu iddia eder ve kurtuluşa erenlerden olduklarına kesin olarak inanır.

Şu âyet-i kerime onların hallerini anlatır ve durumlarını or­taya koyar:

"Her fırka, kendi yanında bulunanla sevinmektedir (mü-minûn, 23/53).

Bu muhtelif gruplar arasından kurtuluşa ermiş olan fırkayı ayırabilmek için Resul-i Ekrem Efendimiz in (s.a.v) açıkladığı deli­le gelince, o şu hadis-i şeriftir:

"Onlar benim ve ashabımın bulunduğu yolda olanlardır." (Tirmizî, nr. 2641)


Burada sahib-i şeriat Efendimiz’in (s.a.v) sadece kendini zik­retmesi ve "Benimyolum üzere olanlardır" demesi yeterli olduğu halde ashabını da zikretmesi, " Benim yolum ashabın yoludur ve kur­tuluş yolu yalnızca onların yoluna uymaktan geçer" şeklinde bir ilan

için olabilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur" (Nisâ, 4/80).

Resûl'e itaat, Allah'a itaatin ta kendisidir. Ona itaat etmemek ise Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretlerine isyan etmektir.

Allah Sübhânehû, Resûl'e itaat etmediği halde Allah'a itaat ettiğini ileri süren bir topluluğun durumunu haber vermiş ve on­ların küfrüne hükmetmiştir. Âyet şöyledir:

"Allah ile elçilerinin arasını ayırmak isterler; 'Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz!' derler; bu ikisinin (inanmakla inkârın)arasında bir yol tutmak isterler" (Nisâ, 4/150).

Ashabm yoluna tâbi olmaksızın Nebî'ye (s.a.v) ittibâ iddiası bâtıl bir iddiadır. Hatta bu iddia bilfiil Allah Resûlü'ne (s.a.v) is­yandır, karşı gelmedir. Böyle bir yolla kurtuluşa ulaşmak ne mümkündür?

Şu âyet-i kerime onların haline uymaktadır:

"Kendilerinin bir şey (hakikat) üzerinde bulunduklarını sa­nacaklardır. İyi bilin ki onlar yalancılardır" (Mücâdele, 58/18).

Peygamber Efendimiz'in (s.a.v) ashabına tâbi olan fırka şüp­hesiz Ehl-i sünnet ve'l-cemaat fırkasıdır. Allah Teâlâ onları çabala­rından dolayı mükâfatlandırsın! Onlar, kurtuluşa eren fırkadır. Şîa ve Haricîler gibi Allah Resûlü'nün sahabesine dil uzatanlar, onlara tâbi olmaktan mahrumdurlar.

Mu'tezile de tek başına sonradan ortaya çıkmış bir mezhep­tir. Bu mezhebin öncüsü Vâsıl b. Atâ'dır. Kendisi Hasan-ı Basrî’nin talebeleri arasmda idi. Daha sonra Hasan-ı Basrî'nin (rh.a.) mecli­sinden ayrılıp küfür ve iman arasında bir durumdan (el-Menziletü beyne'l-menzileteyn) söz etmeye başlayınca Hasan-ı Basrî (rh.a.), onun için "bizden ayrıldı" dedi. Diğer fırkaların durumu da bun­dan farklı olmayıp aynı şekildedir.

Ashaba dil uzatmak gerçekte Resûlullah'a (s.a.v) dil uzat­maktır. Ashaba saygı göstermeyen, Allah Resûlü'ne iman etme­miştir. Çünkü onların kötü olması, onların arkadaşının da kötü olması sonucuna varır ki; bu denli çirkin bir itikattan Allah a sığı­nırız.

Bu arada, Kur'an ve hadisler yoluyla bize ulaşan şeriat hü­kümleri ancak sahabe vasıtasıyla bize ulaşmıştır. Şayet sahabe ayıplanırsa, onların yapmış olduğu nakillerin de ayıplı ve kusurlu olması gerekir. Bu nakil işi de sahabenin bir kısmına has değildir. Bilakis sahabenin hepsi adalette, doğrulukta ve tebliğ işinde eşit­tir. Hangisi olursa olsun sahâbe-i kirâmdan bir tanesine dahi dil uzatmak, dine dil uzatmak demektir ki, bu denli çirkin bir du­rumdan Allah'a sığınırız.

Sahâbeye dil uzatanlar, "Aslında biz de sahâbeye tâbiyiz ama sahabeye tabi olmak hepsine tâbi olmayı gerektirmez. Hatta saha- benin görüşleri ve mezhepleri muhtelif olduğu için hepsine tâbi olmak zaten mümkün de değildir" şeklinde bir itiraz ileri sürebilir. Buna şöyle cevap veririz:

Sahabenin bazısına tâbi olmak ancak diğerleri inkâr edilme­diği takdirde faydalıdır. Diğerleri inkâr edildiği zaman ötekilere uyma fiili de gerçekleşmez. Nitekim Hz. Ali (k.v) üç halifeye de saygı ve hürmet gösterirdi. Onlara uymayı hak gördüğü için biat etmiştir. O halde diğer sahabeleri inkâr ederek Hz. Ali'ye tâbi ol­duğunu iddia etmek katıksız bir yalandır, iftiradır ve kuru iddia­dan öteye geçmez. O sahabeleri inkâr etmek gerçekte Hz. Ali Efendimiz'i (k.v) inkâr etmektir ve onun sözlerini ve davranışları­nı açık bir şekilde reddetmektir.

Allah'ın aslam Hz. Ali (k.v) için takıyye ihtimalini caiz gör­mek akıl bozukluğunun son kertesidir. Sağlıklı bir akıl, Allah'ın aslanının yaklaşık otuz senelik bir süre içinde halifelere karşı olan buğzunu gizleyip bunun tersine bir hayat yaşayarak onlarla nifak üzere kurulmuş bir beraberliğinin olmasını doğru ve mümkün görmez. Halbuki bu tür bir nifak, ehl-i İslâm'ın sıradan ferdi için bile düşünülemez. Bu tutumun çirkinliğini iyi düşünmek ve an­lamak gerekir. Çünkü böyle bir tutum, Allah'ın aslanı Hz. Ali'ye (k.v.) büyük bir zayıflık ve küçük düşürücü bir hile nisbet etmek anlamına gelmektedir.

Diyelim ki, Allah'ın aslanı için takıyyeyi caiz gördük. Peki, Resûl-i Ekrem Efendimiz'in (s.a.v) üç halife ile ilgili tazimi ve ba­şından sonuna kadar tüm hayatı boyunca onlara değer vermesi konusunda ne diyecekler? Bu noktada takıyyenin yeri olmaz; çün­kü doğru olanı tebliğ etmek Resûlullah (s.a.v) üzerine vaciptir, bir zorunluluktur. Bu noktada takıyyeyi caiz görmenin varacağı nokta zındıklıktır.

Allah Teâlâ buyurmuştur:

"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, O'nun mesajım duyurmamış olursun" (Mâide, 5/67).

Kâfirler, "Muhammed, gelen vahiy içinden kendisine uyanı açıklı­yor, uymayanı ise gizliyor" diyorlardı. Kesin olan bir şey var ki o da, Hz. Peygamber'in (s.a.v) hata üzerinde sabit olması, bir hataya de­vam etmesi caiz değildir. Aksi halde getirmiş olduğu şeriata halel gelir. O halde üç halifeyi tazim ve methetmesinin aksine, Peygam­ber Efendimiz'den (s.a.v) bir şey sâdır olmayıp onlara verdiği de­ğeri ortadan kaldıracak bir şey de bulunmadığına göre; buradan anlaşılır ki Resûlullah'ın (s.a.v) üç halifeyi yüceltmesi ve onlara değer vermesi hatadan ve geçersiz olmaktan korunmuştur.

Esas meseleye dönersek, onların yukarıda değinilen itirazı­nın yani şüphesinin cevabını, öncekinden daha açık ve daha net bir şekilde izah edelim. Dinin asıllarında sahabenin hepsine tâbi olmak vaciptir. Çünkü dinin esas konularında sahabe arasında ih­tilaf yoktur. Sahâbenin ihtilafı yalnızca ayrıntılardadır.

Sahabenin bazısına dil uzatan kişi, onların tümüne tâbi ol­maktan mahrumdur. Sahabe sözleri ittifak ifade etmekle birlikte; din büyükleri olan sahabeyi inkâr nasipsizliği, o sözlerdeki ittifakı ihtilafa dönüştürmektedir. Hatta bir sözü söyleyeni reddetmek, o kişinin söylediklerini de reddetmeye götürmektedir.

Yukarıda da değindiğimiz üzere, şeriatı bize ulaştıran, asha­bın tümüdür. Çünkü ashabın hepsi adalet sahibidir ve her biri bize şeriattan bir şey ulaştırmıştır. Aynı şekilde Kur'an da her birinden bir veya daha fazla âyet alınarak toplanmıştır.

O halde sahabenin bazısını inkâr etmek Kur'an'ı ulaştıranları inkâr etmek demektir. Böyle olunca, sahabeden bazılarını inkâr eden kimsenin şeriatın bütün hükümlerini yerine getirmesi müm­kün olmaz. Bu durumda felah ve kurtuluş nasıl mümkün olabilir?

Allah Teala şöyle buyurur*

"Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyâmet gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir" (Bakara, 2/85).

Bununla birlikte deriz ki; Kur'ân-ı Kerîm'i toplayan Hz. Os­man'dır, hatta Ebû Bekir-i Sıddık ve Ömer'dir. Allah onlardan razı olsun. Hz. Ali'nin (k.v.) topladığı şey ve onun içeriği, Kur'an'ın dı­şında bir şeydir.

İyi düşünmek gerekir. Çünkü bu büyükleri inkâr, hakikatte Kur'an'ı inkâra götürür. Böyle bir durumdan Allah Sübhânehû'ya sığınırız. Biri bir Şiî müçtehide şöyle bir soru sordu:

  • Kur'an'ı Osman'ın cemettiği iddia edilmekte. Bu durumda Kur'an hakkındaki itikadın nedir? O şöyle cevap verdi:

  • Onu inkârda bir maslahat görmüyorum. Çünkü onu inkâr etmek dinin tamamen yıkılmasına sebep olur.

Aynı şekilde aklı başında olan kişi, Resûlullah’m (s.a.v) irtihalinin üzerinden henüz bir gün bile geçmeden, sahâbe-i kirâmın bâtıl bir durum üzerinde birleşmesini mümkün görmez.

Şu sabittir ki; Allah Resûlü'nün vefat ettiği gün, sahabenin sayısı 33.000 kadardı ve hepsi de gönül rızasıyla ve kendi tercihle­riyle Sıddık-ı Ekber'e (r.a) biat etmişti. Böyle bir durumda Resûlullah'm bütün ashabının dalâlet üzere birleşmeleri imkânsız bir durumdur. Nitekim Peygamber Efendimiz'de (s.a.v) buyur­muştur:

"Ümmetim sapıklık üzerine birleşmez. "(Tirmizi,nr.2167)

Hz. Ali'nin (k.v) başlangıçta biat etmekte gecikmesi, "Dargın­lığımız, şûradan geri bırakılmamız sebebiyledir; yoksa biliyoruz ki Ebû Bekir bizden daha hayırlıdır" sözüyle kendisinin de belirttiği üzere, şûraya davet edilmemesi sebebiyledir.

Hz. Ali'nin (k.v) şûrâya davet edilmemesinin sebebi, musibe­tin ilk dehşetinin yaşandığı sırada Ehl-i beyt'in yanlarında kalarak onları teselli etmesi gibi bir maslahatın gözetilmesi veya buna benzer bir sebepten olması mümkündür. Yoksa sahabe arasında meydana gelen ihtilafların kaynağı nefsanî arzular değildir. Çün­kü onların nefisleri tezkiye edilmiş (arınmış), "kötü ve çirkin olanı emretmekten" kurtulmuş ve "mutmainne" olmuştur. Onların arzu ve istekleri şeriata tâbidir.

Üstelik sahabe arasında ortaya çıkan bu ihtilafın dayanağı iç­tihattır ve doğruyu açığa çıkartarak yüceltme çabasıdır. Hata ede­ne Allah katında bir derece, isabet edene ise on derece sevap var­dır. O halde dili onlara eza ve cefa etmekten korumak ve hepsini hayır ile yâd etmek gerekir.

İmam Şâfiî (rh.a.) demiştir ki:

"Allah Teâlâ ellerimizi onların kanına bulaşmaktan korudu, o halde biz de dillerimizi onlara uzatmadan koruyalım!"

İmam Şâfiî (rh.a.) yine şöyle der: "Resûlullah'tan (s.a.v) sonra

insanlar zor durumda kaldı. Gök kubbe altında Hz. Ebû Bekir’den

(r.a) daha hayırlı birini bulamadılar ve kendilerini yönetmesi için onu tayin ettiler."

------------------------

İmam Rabbani,Mektubat-ı Rabbani,cild:1

Semerkand Yay.)
Devamını Oku »

Ebedi Kurtuluş İçin Reçete: İlim, Amel ve İhlas


Aziz kardeşim!

Bilmelisin ki, ebedî kurtuluşa erişmek için üç temel esasın elde edilmesi insan için mutlaka gereklidir. Bu üç esas ilim, amel ve ihlâstır.


İlim iki kısımdır. Bir kısım vardır ki, bundan maksat ameldir. Bu ilmin açıklamasını/ifa/ı ilmi üstlenmiştir. Diğer bir kısım vardır ki, bundan maksat da sadece kalp için yakîn (kesin kanaat) ve inanç elde etmektir.

Bu kısım, kurtuluşa eren fırkayı temsil eden Ehl-i sünnet ve'1-cemaat âlimlerinin görüşleri doğrultusunda kelâm ilminde bü­tün tafsilatıyla açıklanmaktadır. Ehl-i sünnet büyüklerinin yoluna uymadıkça kimsenin kurtuluş beklemeye dahi hakkı yoktur. Eğer kıl kadar bunlara aykırılık söz konusu olursa iş tehlikede demektir. Bu tespit güvenilir keşif ve açık ilham açısından da kesinlik k zanmıştır. Bunun aksi olma ihtimali yoktur.

Ehl-i sünnet büyüklerinin yoluna tâbi olmaya ve onları taklit etmeye muvaffak olana ne mutlu! Bunlara aykırı yol tutanlara da yazıklar olsun! Onların yolundan ayrılan ve ana esaslarını redde­derek bunların cemaatinden ayrılan kimse hem kendi sapmıştır hem de başkalarını saptırmıştır.

Ehl-i sünnet'e muhalif olan bu kimseler, Allah'ın ahirette gö­rülebileceğini ve şefaati inkâr ederler. Resûlullah (s.a.v) ile beraber olmanın ne kadar fazilet ifade ettiğini ve sahâbe-i kirâmın üstün­lüğünü görememişlerdir. Peygamberimiz'in ailesine ve Fâtıma (r.a) validemizin evlatlarına muhabbetten mahrum kalarak Ehl-i sünnet'in nail olduğu birçok hayırdan geri kalmışlardır.

Sahâbe-i kirâm, kendi aralarında en üstün kişinin Ebû Bekir (r.a) olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.

Sahabenin hallerini en iyi bilen biri olarak İmâm Şâfiî (rh.a) der ki: "İnsanlar Resûlullah'tan (s.a.v) sonra zora düştü ve gök kubbenin altında Ebû Bekir'den (r.a) daha hayırlı birini bulamadı­lar ve onu başlarına halife seçtiler."

İmam Şâfiî'nin bu sözü açıkça işaret etmektedir ki, sahâbe-i kirâm Ebû Bekir'in (r.a) en üstün kişi olduğu konusunda ittifak etmiştir. Bu da, onun sahabenin en üstünü olduğu konusunda icma olduğunu gösterir. Dolayısıyla Ebû Bekir'in (r.a) en üstün ol­duğu hükmü kesin olup inkâr edilemez.

Resûlullah'ın (s.a.v) Ehl-i beyt'i de Nuh'un (a.s) gemisi gibi­dir. Ona binen kurtulur, geri kalan ise helak olur. Bazı arifler der ki: Resûlullah (s.a.v) ashabını yıldızlara benzetmiştir.(Deylemi,el Firdevs,nr.6497)

"Onlar, yıldızlarla da yollarını bulurlar" (Nahl, 16/16).

Resûlullah (s.a.v) kendi ailesini de Nuh'un (a.s.) gemisine benzetmiştir. Bu da gösteriyor ki, Nuh'un (a.s.) gemisine binenle­rin helakten emin olmak için mutlaka yıldızları takip etmesi gere­kir. Yıldızları gözetmedikçe kurtuluş imkânsızdır.

Şu da bilinmelidir ki, onların birini inkâr etmek hepsini inkâr etmek gibidir. Zira onlar Resûlullah (s.a.v) ile beraber olma nime­tinde ortaktırlar. Peygambere beraber olma fazileti ise bütün fazi­let ve kemâlâtın üstündedir. Bu nedenle tâbiînin en hayırlısı olan Veysel Karanı, Peygamberimizle beraber olanların en aşağı dere­cesinde olan kimsenin bile seviyesine erişememiştir.

Ne olursa olsun, Resûl-i Ekrem (s.a.v) ile birlikte olma şere­fine denk hiçbir şey yoktur. Nitekim onların imam, Nebî (s.a.v) ile beraberlikleri ve vahyin inişine şahit olmaları vesilesiyle müşahe­deye dayalıdır. Sahabeden sonra imanın bu derecesi hiç kimseye nasip olmamıştır. Ameller ise imanın dallan sayılır. Bu bakımdan amellerin olgunluğu imanın olgunluğuna bağlıdır.

Sahabe arasında cereyan eden bazı görüş ayrılıkları ve siyasî tartışmalar, onların üstün şahsiyetlerine yaraşan iyi gerekçelere dayandırılmalıdır. Bu tartışmalar nefsanî arzuları ve cahillikleri sebebiyle olmamıştır. Aslında bu olaylar dinî içtihat ve bilgiden kaynaklanmıştır. Onların bir kısmı içtihadında hata etmiş olsa bile, hata edene de Allah katında mükâfat vardır.

İşte bu anlayış, ifrat ve tefrit arasında bulunan Ehl-i sünnet'in seçtiği orta yoldur. Ayrıca en güvenli ve sağlam yol da budur.

İmam Rabbani, Mektubatı Rabbani, cild:1

(SEMERKAND YAY.)
Devamını Oku »

Dünyaya Aldanmamak

Dünyaya Aldanmamak

Bilmelisin ki, bu dünya dış görünüşü itibariyle tatlıdır. Gö­rünüşte bir cazibeye sahiptir. Fakat o gerçekte öldürücü zehir ve boş bir metadır. Dünyaya dönük olan alaka ve irtibatın arkasında bir fayda yoktur. Dünyanın makbul gördüğü kimse rezil, ona kendini kaptıran da delidir. O tıpkı altınla donatılmış pislik ve şe­kere bandırılmış zehir gibidir.

Akıllı kimse odur ki, böyle kuru bir metaa aldanmaz ve bu­nun gibi bozuk bir mala ilgi duymaz. Bu nedenle fakihler demiş­lerdir ki: "Bir kimse malının akıllı kimselere verilmesini vasiyet etse, malın zahit kimselere verilmesi gerekir." Zira onlar dünyadan yüz çe­virir, ona değer vermezler. Bu da onların akıllarının ve zekâlarının üstünlüğüne işaret eder.

İmam Rabbani,Mektubat-ı Rabbani,cild:1
Devamını Oku »

Akide ve Fıkıh'ın Öğrenilmesi Beyanı

Akide ve Fıkıh'ın Öğrenilmesi Beyanı

75.MEKTUP

  • Mirza Bedîüzzaman’a yazılmıştır

  • Önce akideyi düzeltmek, sonra fıkhın bilinmesi gere­ken hükümlerini öğrenmek gerektiği; iki cihanın efen­disine tâbi olmaya teşvik

Allah Sübhânehû sîzlere selamet ve afiyet ihsan eylesin.

Bilmek gerekir ki; dünya ve ahiret saadetinin temini, pey­gamberlerin efendisi Resûl-i Ekrem'e, Ehl-i sünnet âlimlerinin açıkladığı şekilde tâbi olmaya bağlıdır. Allah o âlimlerin bu yol­daki gayret ve çabalarını makbul buyursun. Bu da öncelikle bu büyük insanların görüşleri doğrultusunda akideyi düzeltmek; he­lal, haram, farz, vacip, sünnet, mendup, mubah ve şüpheli olanları öğrenmek ve mutlaka bu bilgiyi uygulamakla mümkündür.

İnanç esasları ve uygulamayla ilgili bu iki kanada sahip ol­duktan sonra, şayet ebedî saadet için İlâhî inayet de olursa ulvî âleme doğru yükseliş mümkün olur. Aksi takdirde boşa kürek çe­kilmiş olur.

Bu değersiz dünyanın insana yaptıkları herkesçe malum ol­duğu halde nasıl arzulanır? Dünyaya ait emeller, makamlar ve mevkiler nasıl ulaşılması gereken hedefler haline gelir?

Yüksek gayelere ulaşmayı hedeflemek gerekir. Allah Teâlâ'dan kula nasip olacak her şey mutlaka bir vesileyle gerçekle­şir. O halde O’na ulaştıran vesileyi aramak gerekir.

İşte asıl mesele budur; gayrisi nafile!

Tam bir yönelişle himmet talep ettiğiniz için size müjdeler olsun. Sağ sâlim ve kazançlı olarak geri dönmenizi dilerim.

Ancak mutlaka gözetilmesi gereken bir şart vardır; o da tek bir yöne yönelmektir. Yönelişin birden fazla olması, sâlikin kendi­sini dağıtması demektir. Meşhur bir sözdür: "Bir mahalde ikamet eden, her yerdedir. Ancak değişik yerlerde dolanıp duran hiçbir yerde değildir."

Allah Sübhânehû size ve bize Hz. Muhammed Mustafa'nın (s.a.v) şeriatında istikamet üzere olmayı nasip eylesin.

Selam hidayete ve her daim Hz. Muhammed Efendimize (s.a.v) tâbi olanların üzerine olsun.



İmam Rabbani,Mektubat-ı Rabbani,cild:1

(Semerkand Yay.)

Devamını Oku »

Dünya Nedir Bilir Misin?

Dünya Nedir Bilir Misin?

Ey oğul!

*Dünya nedir bilir misin? Kadınlar, oğullar, mallar, şan, şöh­ret, liderlik, eğlence ve oyun gibi seni Hak Sübhânehû'dan uzak­laştıran ve O'na ulaşmanı engelleyen her şey dünyadır. Boş şeyler­le meşgul olmak da dünyaya dâhildir.

Ahiret işleriyle ilgisi olmayan ilimler de dünyadan kabul edilir. Astronomi, mantık, geometri, aritmetik vb. faydasız ilimleri tahsil etmek faydalı olsaydı filozoflar kurtuluşa ererdi.

Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Allah Teâlanın bir kuldan yüz çevirdiğinin işareti, kulun kendi­sini ilgilendirmeyen işlerle meşgul olmasıdır. (Beyhaki,ez-Zühd,nr.72)

Kim kalbinde hardal tanesi kadar da olsa Hak aşkının dışında bir şey taşırsa, o hastalıktır.

Namaz vakitlerini bilmek için astronomi öğrenmenin gerekli olduğunu söyleyenler, "Namaz vakitlerinin bilinmesi ancak astro­nominin öğrenilmesiyle mümkündür" şeklinde bir şey kastetmiyorlar. Kastettikleri, astronominin vakitleri bilme yöntemlerinden bir tanesi olduğudur. İnsanların çoğu astronomiden haberleri ol­mamasına rağmen namaz vakitlerini astronomi âlimlerinden çok daha iyi bilmektedir. Yine bu meyanda mantık, aritmetik vb. ilim­lerin genel anlamda bazı şeriat ilimlerinin anlaşılmasında katkısı olduğunu belirtmişlerdir.

Hülasa bu ilimler ile meşgul olmak için ancak zorlama bir cevaz bulunabilir ki bu cevaz da bir şarta bağlıdır. Bu ilimlerin öğ­renilmesi şer’î hükümleri bilmek ve inanç esaslarını güçlendirmek gayesine dönük olmalıdır. Aksi takdirde bu ilimlerle meşgul ol­mak kesinlikle caiz olmaz.

İnsaflı düşünmek gerekir; mubah bir işle meşgul olmak, bir vacibin kaçırılmasına ya da ihmal edilmesine sebep oluyorsa bu iş mubahlıktan çıkar mı çıkmaz mı? Elbette çıkar! Şurası bir gerçektir ki bu ilimlerle meşgul olmak zaruri olan şeriat ilimlerinin ihmal edilmesine sebep olmaktadır.

İmam Rabbani,Mektubatı Rabbani,cild:1

Semerkand Yay.

Devamını Oku »

İlmin Kısımları

İlim, iki kısımdır:

Birisi: yapılacak şeyleri öğrenmektir ki, bunları öğreten ilme (Fıkıh ilmi) denir.

İkincisi: i’tikâd edilecek, kalp ile inanılacak şeylerin bilgisidir ki, bunları bildiren ilme (İlm-i kelâm) denir. İlm-i kelâmda Ehl-i sünnet vel cemâ’at âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladığı bilgiler vardır.

Cehennemden kurtulan, yalnız bu âlimlerdir. Bunlara uymayan, Cehenneme girmekten kurtulamaz. Bu büyüklerin bildirdiği i’tikâddan kıl ucu kadar ayrılmanın, büyük tehlike olduğu, Evliyânın keşfi ve kalplerine gelen ilhâm ile de anlaşılmaktadır. Yanlışlık ihtimâli yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerine uyanlara, onların yolunda bulunanlara müjdeler olsun. Onlara uymayanlara, yollarından sapanlara, onların bilgilerini beğenmeyenlere ve aralarından ayrılanlara, yazıklar olsun! Ayrıldılar, başkalarını da saptırdılar. Mü’minlerin Cennette Allahu Teâlâ'yı göreceklerine inanmayanlar oldu. Kıyâmet günü, iyilerin, günâhlılara şefâ’at edeceklerine inanmayanlar oldu. Ashâb-ı Kirâmın “aleyhimürrıdvân” kıymetini ve yüksekliğini anlamayanlar ve Ehl-i beyt-i Resûlü “radiyallahu anhüm” sevmeyenler oldu.

Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” diyor ki: (Ashâb-ı Kirâm “aleyhimürrıdvân” kendileri arasında, en yükseği, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk olduğunu sözbirliği ile söylemiştir). Ehl-i sünnet âlimlerinden, Ashâb-ı Kirâm üzerindeki bilgisi çok kuvvetli olan, imâm-ı Muhammed bin İdrîs-i Şâfi’î “rahmetullahi aleyh”, buyuruyor ki: (Fahr-i âlem “sallallahu aleyhi ve sellem” Âhireti şereflendirdiği zamân, Ashâb-ı Kirâm, aradı, taradı, yeryüzünde hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkdan dahâ üstün birini bulamadı. Onu halîfe yapıp emrine girdiler). Bu söz, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın, Sahâbenin en üstünü olduğunda, müttefik olduklarını göstermektedir. Ya’nî Ashâb-ı Kirâmın en yükseği olduğunda icmâ-i ümmet bulunduğunu göstermektedir. İcmâ’-i ümmet ise senettir, şüphe olamaz.

Ehl-i beyt için ise, (Ehl-i beytim, Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Binen kurtulur, binmeyen boğulur) hadîs-i şerîfi yetişir. Büyüklerimizden ba’zısı buyurdu ki, Peygamberimiz “sallallahu aleyhi ve sellem”, Ashâb-ı Kirâmı yıldızlara benzetti. Yıldıza uyan, yolu bulur. Ehl-i beyti de, gemiye benzetti. Çünki gemide olanın, yıldıza göre yol alması lâzımdır. Yıldızlara göre yürümezse, gemi sâhile kavuşamaz. Görülüyor ki, boğulmamak için, hem gemi, hem yıldız lâzım olduğu gibi, Ashâb-ı Kirâmın hepsini ve Ehl-i beytin hepsini sevmek, saymak lâzımdır. Birini sevmemek, hepsini sevmemek olur. Çünki, insanların en iyisinin sohbeti ile şereflenmek fazîleti, hepsinde vardır. Sohbetin fazîleti ise, bütün fazîletlerin üstündedir.

İşte bunun için, Tâbi’înin en üstünü olan Veysel Karânî, Ashâb-ı Kirâmın en aşağısının derecesine yetişememiştir. Hiçbir üstünlük, sohbetin üstünlüğü kadar olamaz. Çünki, sohbete kavuşanların îmânları, sohbetin bereketi ve vahyin bereketi sâyesinde, görmüş gibi kuvvetli îmân olur. Sonra gelenlerden hiçbir kimsenin îmânı, bu kadar yüksek olmamıştır. Ameller, ibâdetler, îmâna bağlıdır ve yükseklikleri, îmânın yüksekliği gibi olur.

İmam Rabbani, Mektubat-ı Rabbani, 59.Mektup
Devamını Oku »

Sebepleri Yaratan Allah'tır

Sebepleri Yaratan Allah'tır"O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. İşiten ve gören O'dur" (Şûrâ,42/11).

Bu âyetin başı katıksız tenzihi ispat etmektedir. Âyetin de­vamındaki, "O işiten ve görendir" ifadesi de bu tenzihi tamamla­yıcı mahiyettedir.

Bunun izahına gelince, işitme ve görme vasfının mahlûkata da nisbet edilmesi kısmen de olsa Allah Teâlâ ile aralarında bir benzerlik bulunduğu hissini uyandırmaktadır. Bu sebeple Cenâb-ı Allah mahlûkatın işitme ve görmesini reddetmiştir. Yani âyetin manası, "İşiten ve gören O'dur, başkası değil" şeklindedir. Yara­tılmışlarda bulunan işitme ve görme özelliğinin görme ve işitme konusunda bir tesiri yoktur.

Allah (c.c.) onların görme ve işitme özelliğini yarattığı gibi, herhangi bir tesirleri olmaksızın söz konusu özelliklerden sonra âdet üzere onların işitme ve görmelerini de yaratmaktadır. Bura­da bir tesirden söz etsek bile, onu da Allah Teâlâ yaratmıştır.

Yaratılmış olanların kendileri kuru bir cemad oldukları gibi, özellikleri de birer kuru cemaddır. Mesela sonsuz kudret sahibi Al­lah Teâlâ yalın kudretiyle taşta konuşma vasfı yaratacak olsa, taşın gerçekte konuşabilir olduğu ve konuşma özelliğine sahip bulun­duğu söylenemez. Bu misalde taş nasıl bir cemad ise, taşta bulun­duğu farz edilen sıfat da bir cemaddır. Ve taştan çıkan harf ve seste herhangi bir rolü yoktur. Bütün sıfatlar da böyledir. Bir farkla ki; bu iki özellik diğer özelliklere oranla daha belirgin olduğundan, Allah Teâlâ özel olarak bu ikisini reddetmiştir. Böylelikle belirgin olduklarından diğerlerinin reddi öncelikli olarak gerekmiş olur.

Yaratıklarda bulunan bilme vasfı da böyledir. Allah önce ya­ratıklarda bilme vasfını yaratır. Ardından onun bilinecek şeye yö­nelmesini yaratır. Sonra bilme vasfının bu bilinecek olanla alaka kurmasını yaratır. Daha sonra bilinecek olan bu şeyin fark edilme­si sağlanır. Bunun akabinde bilme vasfını yarattıktan sonra âdet üzere o şeyin bilinmesini yaratır. Binaenaleyh bilme vasfının fark edilmede bir tesiri yoktur.

Bunun gibi Allah Teâlâ yaratıklarda önce işitme vasfını yara­tır. Sonra işitilebilen şeye doğru kulak verip yönelmeyi yaratır. Ardından işitmeyi yaratır. Bunun da ardından işitilenin idrak edilmesini yaratır. Yine aynı şekilde yaratıklarda önce görme vas­fım yaratır. Sonra gözün görülebilen şeye doğru dönüp bakmasını yaratır. Ardından görmeyi ve bunun peşinden görülen şeyin idrak edilmesini yaratır. Diğer vasıflar da bunlar gibidir.

Bu durumda işiten ve gören, işitme ve görmeyi (sadece) bu iki vasıftan sağlamış olandır. Böyle olmayan kimse, gerçekte ne gören ne de işiten olabilir. O takdirde, yaratıkların niteliklerinin kendileri gibi birer cemad olduğu gerçeği ortaya çıkmış oldu.

Sözünü ettiğimiz âyetin sonunda geçen bu ifadelerin maksa­dı, yaratıklardan mezkûr vasıfları kökten kaldırmak olup, yoksa onlarda bulunan bu sıfatların Allah Teâlâ’da olduğunu anlatmak değildir. Böyle olduğu takdirde âyet, aynı anda hem tenzih hem teşbih ifade etmiş olur. Oysa âyetin tamamı sırf tenzih ifade etmek ve yaratılmış olanlarla Allah arasında zannedilebilecek eşitliği doğrudan ortadan kaldırmak içindir.

Birinci bilgi, yani yaratılmışların sıfatlarını Allah Teâlâ'ya is­nat ettikten sonra yaratılmış olanların kendilerini sırf birer cemad olarak görme ve anılan sıfatların kendilerinde görünmesi sebebiy­le yaratıkların kendilerini, içinde bulunan suyu göstermesi bakı­mından şişe gibi kabul etmek velâyet makamına yaraşan bilgiler­dendir. İkinci bilgiyi ise, yani yaratılmışların sıfatlarını da Allah Teâlâ'nm şu âyet-i kerimede buyurduğu gibi anlamalı:

"Muhakkak sen ölüsün, onlar da ölüdür" (Zümer, 39/30).

Böylece onları birer cemad olarak görüp ölüler gibi his ve şuur yoksunu olduğuna inanmak şehadet makamına yakışan bil­gilerdendir.

Buradan da söz konusu iki makam arasındaki fark ortaya çıkmış oldu. Az çoğa işaret eder, damla denizin durumundan ha­ber verir.

Bolluk ve bereket yılı bahardan belli olur.

Bu yüksek makamın sahipleri, yaratılmışların fiillerini de ölü ve cemad gibi görürler. Fakat bu fiilleri Allah Sübhânehû’ya isnat etmez ve bu işlerin failinin Allah Teâlâ olduğunu söylemezler. Al­lah Teâlâ bundan tamamen münezzehtir.

Mesela bir kimse bir taşı hareket ettirse, hareket edenin adam olduğu söylenmez. Oysa adam taşın hareketini sağlayandır. Hareket eden taştır. Burada taş bir cemad olduğu gibi, o taşm ha­reketi de bir cemaddır. Faraza bu hareketle bir kimse ölecek olsa, o kimseyi taşın öldürdüğü söylenemez. Aksine, taşı harekete geçiren adamın öldürdüğü söylenir.

Şeriat âlimlerinin görüşü de buna uygundur. Zira onlar, işler iradeleri doğrultusunda kullardan çıkmış olmakla birlikte, onların yapıp etmelerinin de Allah Teâlâ tarafından yaratıldığını söylerler. İşlerin yaratılmasında kulların bir tesiri yoktur. Onların işleri, ya­pılan işin yaratılmasında kendileri bir tesir icra etmemiş olmakla birlikte, çeşitli hareketlerden meydana gelmektedir.

 

İmam-ı Rabbani - Mektubat-ı Rabbani,cild:1,18.Mektub

(Semerkand Yay.)
Devamını Oku »