M.İslamoğlu ve Hızır

M.İslamoğlu ve Hızır

Daha Hz. Musa'nın ismini doğru telaffuz edemeyen İslamoğlu (Musa bin İmran yerine İmran bin Musa diyor)"Hızır Hurafesinden Kurtulma Zamanı Gelmedi mi" başlıklı videoda (bkz : http://www.youtube.com/watch?v=TLNC57l_Tsk ) Hz. Hızır telakkisini bize yansıtan ve son iki yazımızda ismi geçen bir çok ulemayı "bizi avutanlara prim vermeyelim" tavsiyesiyle engellemeyi önermektedir..İmam Nevevi, İmam Kurtubi , İmam Gazali,Beyhaki, Hakim , gibilere prim vermeyip te kime prim vermeliy mişiz? Tabi ki Hz. Hızır'ın Melek miydi insan mıydı problemini çözememiş kıssanın gerçek miydi mesel miydi sorusunda debelenen yüce cenaplarına ...

Ne diyelim ..İslamoğlu bu tahrik edici ve tahrip edici üslubuyla kendine yakışanı yapmıştır..

Bir diğer sohbetinde ise mesel mi gerçek mi sorusuna sembolikti diyerek yanıt bularak sihirli "sembolizasyon" çubuğunu ayete değdirerek aklın ve garbın nazarında problemli ve izahı zor duran (bize göre hiçbir sıkıntı yok ) ayetleri hakikat mertebesinden sembolik, hayali aleme indirgemiştir..(1)

Ah şu indirgemeci akıl! Sana kim dedi ki o kıssadakiler semboldür? Nereden aldın o ilmi? Yoksa inkar ettiğiniz Ledünniyattan mı?

Zımnen , Kehf suresinde bir kul olarak verilen kişinin Hz. Hızır olduğunu söyleyen tüm ehl-i sünnet ulemasını edebe mugayir davranmakla suçlaması ise ilminin ne ledünni ne de dini olmadığının kanıtı gibi duruyor..Kur'an sadece sana/senin için inmedi sayın İslamoğlu..

Kıssadaki kulu Hz. Hızır olarak veren ve Ehl-i Kuran olan bunca alimi edepsizlikle itham etmek yakışık almaz..

İlgili hadis şu kaynaklarda geçmektedir:

Buhari, Tefsir, Kehf 2, 3, 4, İlm 16, 19, 44, Icare 7, Surut 12, Bed'u'l-Halk 11, Enbiya 27, Tevhid 31; Muslim, Fedail 170, (2380); Tirmizi, Tefsir, Kehf, (3148); Ebu Davud, Sunnet 17, (4705, 4706, 4707). (2)

Bu duruma göre Buhari, Müslim başta tüm ehl-i hadis ve tüm müfessirler kısacası tüm ehl-i sünnet bu hadise inanmakla edebe mugayir bir tavır içine girmiş oluyorlar..Bu piyasada tek ayakta kalanın ise İslamoğlu olmasına şaşmamak lazım.

Hadisin Buhari'deki vechine bakalım:
247- ...Saîd ibn Cubeyr şöyle demiştir: Bizler, kendi evinde İbn Abbâs'ın yanında bulunuyorduk. O:

— Bana sorunuz, dediği zaman ben:

— Ya Ebâ Abbas! Allah beni sana feda etsin. Kûfe'de halka va'z ve haberler anlatan hikayeci bir adam var, ona Nevf deniliyor. İşte o zat, Hızır'ın sahibi olan Mûsâ, îsrâîl oğulları'nın Musa'sı değildir diye söylüyor, dedim.

İbnu Cureyc dedi ki: Amr ibnu Dînâr'a gelince, o da Saîd'den yaptığı tahdîsinde bana şöyle dedi: İbn Abbas:

— Allah'ın düşmanı olan o Nevf yalan söylemiştir, dedi. Ya'lâ ibn Müslim ise yine Saîd'den yaptığı tahdîsinde bana şöyle

dedi: İbn Abbas şöyle dedi:

— Bana Ubeyy ibn Ka'b tahdîs edip şöyle dedi: Rasûlullah (S): "Allah 'in rasûlü olan o Mûsâ aleyhis-selâm bir gün kavmine tesirli bir va'z ve Allah'ın ibretli günlerini hatırlatma yaptı, nihayet bu va'zın te'sîrînden gözler yaş akıtıp kalpler incelince, Mûsâ eski hâline döndü. Bu sırada bir adam kendisine erişti de:

— Yâ Rasûlallah, yeryüzünde senden daha âlim bir kimse var mı? diye sordu.

Mûsâ:

— Hayır yoktur, dedi.

Mûsâ âlimliği Allah'a döndürmediği için Allah onu azarladı.

Kendisine Allah tarafından:

— Evet, senden âlim vardır! denildi.

Mûsâ:

— Yâ Rabb! O daha âlim kul nerededir? diye sordu.

Allah:

— İki denizin birleştiği yerdedir, diye cevâp verdi.

Mûsâ:

— Yâ Rabb, benim için bir alâmet yap da onun sayesinde bu âlim zâtı bileyim, dedi."

İbn Cureyc dedi ki: Amr ibnu Dînâr bana şöyle söyledi: "Bu mekân üzerindeki alâmet, balığın senden ayrıldığı yerdir (sen orada o zata kavuşursun), dedi."

Ya'lâ ibn Müslim ise bana şöyle söyledi: "Kendisine ruh üfürülecek haysiyette ölü bir balık al, dedi. Mûsâ bir balık aldı, akabinde onu bir zenbîl içine koydu ve genç hizmetçisine:

— Ben seni ancak sununla mükellef tutuyorum: Bu balığın senden ayrılacağı yeri bana haber vereceksin, dedi.

O genç de:

— Sen beni çok bir şeyle mükellef kılmadın, dedi."

İşte bu zikri ulu olan Allah'ın "Ve iz kaale Mûsâ ti-fetâhu... - Bir zaman Mûsâ genç adamı Yûşâ ibn Nûn'a şöyle demişti... "(Âyet:60)

kavlidir.

İbn Cureyc dedi ki: Genç adamın ismini söylemek Saîd ibn Cureyc tarafından değildir. Dedi ki: "Mûsâ bir kayanın gölgesinde, nemli bir toprakta istirahatte bulunduğu sırada birden o balık zenbîlin içinde debelenip hareket etti. Mûsâ ise uyuyordu. Genç adamı kendi kendine:

— Ben Musa'yı uyandırmam, dedi.

Nihayet Mûsâ kendiliğinden uyandığı zaman ise hadiseyi Mûsâ'ya haber vermeyi unuttu. Balık debelenip hareket etmiş ve sonunda denize girmişti. Allah da o balıktan suyun akışını tutmuş, hatta balığın su içindeki izi taş içinde gibi olmuştu."

İbn Cureyc dedi ki: Amr ibnu Dînâr bana işte böyle "Sanki balığın izi bir taş içinde gibiydi" şeklinde söyledi ve iki baş parmakları arasıyla onlardan sonra gelen iki parmaklan arasını (yani orta parmak ve ondan sonraki parmak arasını) halka yapıp gösterdi...

"... Mûsâ genç adamına: Kuşluk vakti yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan and olsun yorgun düştük, dedi" (Ayet: 62).

"Musa'nın genç adamı Musa'ya:

— Allah senden yorgunluğu kessin! dedi."

İbn Cureyc: Bu dua cümlesi Saîd ibn Cubeyr'den değildir, demiştir.

"Mûsâ, Yûşâ'ya balığın debelenmesi ve kaybolması kıssasının Hızır'ın bulunduğu yerin alâmeti olduğunu haber verince, ikisi beraber geldikleri yol üzerinde geriye döndüler, nihayet o kayaya ulaştıklarında orada Hızır'ı buldular."

İbn Cureyc dedi ki: Osman ibn Ebî Süleyman bana: "Denizin ortasında yeşil bir kadife yaygı üzerinde" şeklinde söyledi.

Saîd ibn Cubeyr yine geçen senedle şöyle dedi: "Onu kendi elbisesiyle örtünmüş, elbisenin bir tarafını ayaklarının altına, bir tarafını da başının altına koymuş olarak buldu. Mûsâ ona selâm verdi. O hemen yüzünden örtüyü açtı ve:

— Benim toprağımda selâm mı? Sen kimsin? dedi. Mûsâ:

— Ben Musa'yım, dedi. Hızır:

— isrâîl oğulları'nın Musa'sı mı? dedi. Mûsâ:

— Evet o, dedi. Hızır:

— Hâlin nedir, ne istiyorsun? dedi. Musa:

— Sana öğretilen rüşdden bana da öğretmen için geldim, dedi. Hızır:

— Tevrat'ın senin elinde olması ve sana vahy gelmekte bulunması sana kâfi gelmiyor mu? Yâ Mûsâ! Bende bir ilim var ki onu senin bilmen yaraşmaz, sende de öyle bir ilim vardır ki benim de onu bilmekliğim lâyık olmaz, dedi.

Bu sırada bir kuş gagasıyla denizden su aldı. Hızır yine:

— Vallahi benim ilmim ile senin ilmin, Allah'ın ilminin yanında ancak şu kuşun gagasıyla denizden aldığı gibidir, dedi.

Nihayet bir gemiye bindikleri zaman, bu sahilin ahalisini diğer sahile taşımakta olan birçok küçük gemiler buldular. Gemi sahihleri Hızır'ı tanıdılar da:

— O Allah'ın iyi bir kuludur, dediler."

(Belki Ya'lâ ibn Müslim) dedi ki: Biz Saîd ibn Cubeyr'e: O Hadır (Hızır) mıdır? dedik. O: Evet o Hadır'dır, biz onu ücretle taşımayız, diye söyledi.

"Geminin levhalarından birini keserle sökmek suretiyle gemiyi deldi de, o söktüğü levhanın yerine bir kazık soktu. Mûsâ ona:

— Sen onun insanlarını suda boğmak için mi gemiyi deldin? Yemin olsun sen büyük bir iş yaptın, dedi."

Mucâhid "İmrân" sözü hakkında: "Büyük" ma'nâsınadır, dedi. "Hızır da ona:

— Ben sana, benim beraberimde sen asla sabredemezsin demedim mi?"

Birincisi (Mûsâ tarafından) bir unutma oldu. Ortası ise (eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam., demesinden dolayı) bir şart; üçüncüsü ise (isteseydin elbette bir ücret alırdın demiş olduğu için) bir kasıd olmuştur.

"Mûsâ:

— Unuttuğum şeyden dolayı beni muâhaze etme ve bana şu arkadaşlık işinde güçlük gösterme, dedi.

Sonra bir oğlan çocuğu ile karşılaştılar. Hızır hemen onu öldürdü."

Ya'lâ ibn Müslim, geçen senetle dedi ki: Saîd ibn Cubeyr şöyle dedi: "Hızır oynamakta olan birçok oğlanlar buldu da onlardan kâfir ve zeki birini yakaladı, onu yere yatırdıktan sonra bıçakla kesti. Mûsâ (evvelkinden daha şiddetle reddederek):

— Sen tertemiz, günah işlememiş ve bir can mukabili de olmayan bir canı öldürdün mü? dedi."

İbn Abbas bu kelimeyi "Zekiyyeten, zâkiyeten müslimeten" şeklinde okur idi. Bu senin "Gulâmen zâkiyen" sözün gibidir.

"Onlar yine gittiler ve yıkılmağa yüz tutmuş bir duvar buldular. Hızır o duvarı doğrulttu."

Saîd ibn Cubeyr, Amr ibn Dinar'dan olmak üzere: "Hızır o duvarı eliyle doğrulttu" dedi de, kendi elini şöyle yukarı kaldırıp duvarın dümdüz olduğunu gösterdi.

Ya'lâ ibn Müslim: Ben Saîd ibn Cubeyr'in: "Hızır o duvara eliyle dokundu da duvar dümdüz oldu" dediğini sanıyorum, dedi.

"Mûsâ Hızır'a:

— Eğer isteseydin muhakkak bu duvarı doğrultma karşılığında bir ücret alırdın, dedi."

Saîd: "Kendisiyle yemek yiyebileceğimiz bir ücret alırdın " dedi. "Onların arkalarında", "Onların önlerinde" demektir. İbn Abbâs böyle "Onların önlerinde bir hükümdar vardı" şeklinde okudu.

İbn Cureyc dedi ki: Saîd ibn Cubeyr'den başkaları, o gemileri zorla alan melikin ismi Huded ibnu Buded olduğunu, öldürülen o çocuğun isminin de Ceysûr olduğunu iddia ediyorlar.

"Her sağlam gemiyi zorla alan bir melik vardı. İşte ben, gemi o hükümdara uğradığı zaman ayıplı olmasından dolayı onu terk etmesini istedim. Gemiciler o hükümdarı geçtikleri zaman, bu delik gemiyi iyileştirdiler ve onunla faydalandılar (gemi ellerinde kaldı).

Râvîlerden kimi "O deliği karûre (yani cam) ile kapattılar", dedi; kimi de "Zift ile kapattılar" dedi.

"O öldürülen çocuğun ana-babası iki mü'min idiler; çocuk ise

kâfir idi. Biz o mü'min ana-babayı bir azgınlık ve kâfirlik bürümesinden, çocuk sevgisinin onları, o çocuğun dini üzere ona mutâbaat etmelerinden endişe ettik. İstedik ki, onların Rabb'i bunun yerine kendilerine temizlikçe daha hayırlısını, merhametçe daha yakınım versin. Hızır bunu Musa'nın:

— Sen tertemiz bir nefsi mi öldürdün? sözüne münasip olarak söyledi."

"Merhametçe daha yakını", yânî ana-baba, Allah'ın ihsan edeceği çocukla, Hızır'ın öldürdüğü evvelki çocuktan daha fazla merhamete nail olacaklar manasındadır.

Saîd ibn Cubeyr'den başkası: O ana-babaya, öldürülenin yerine bir kız çocuğu verildi, dedi. Dâvûd ibn Ebî Asim ise birden fazla râvîden: O bir kız çocuğudur, diye söyledi (meşhur olan da budur). (Buhari, Tefsir 197. bab)

*

Tenkit: İslamoğlu, hadisten Hz. Musa'nın 'benden daha alim olanı yok' kısmını alıp kıssadaki ana karakterlerin Hz. Musa ve Hızır olarak verilmesine itiraz etmesi bu klasmandaki kişilerin sürekli olarak başvurduğu tam bir seçmecilik örneğidir..Bunun yerine mealcilerin toptan redleri daha tutarlı bir yol gibi duruyor..Akıl ve fikir makasıyla gelişigüzel budamalar yaparak hadis naklini ve kabulünü size  kim öğütledi?

Ayrıca ilk videoda "o Hızır olduğuna dair rivayetlerin hiç bir sıhhati yoktur" iddiasında bulunurken gözünün içine bakan Buhari hadisini sıhhatli olarak algılamadığını tespit edebiliriz..İslamoğlu Hz. Hızır'ın sağ olup olmadığı yönündeki zayıf hadisleri buradaki Hz. Musa ve Hızır kıssasını anlatan sahih hadisleri karıştırmış olmalı ki bu şekil ilginç iddialara giriyor..

*

Tenkit: İslamoğlu Hızır'ın bazı kişilerin yardımına gelmesi ihtimalini "eğer yardıma koşulacaksa şunlara şunlara yardım etmeliydi" diyerek negatifliyor..Onun bu diyalektiği/cerbezesi , Allah'ın kullarına yardım ve lütufları olabileceğini söyleyen bir müslümana (örneğin Bedir'de meleklerin inmesi gibi somut örnekler eşliğinde) Allah'ın bir koruması ve yardımı olsa idi Karmatiler'e karşı kendi evini (Kabe) , Uhud'taki müşriklere karşı kendi Nebisini , IŞİD militanlarına karşı masum kullarını v.s. korurdu diyen Ateistin mantığıyla aynı "lob"tan çıkmadır...İmtihan sırrını , mücadele ve mübareze kanununu ve bu dünyanın ücret yeri değil hizmet yeri olduğu gibi ilkeleri unutmuşa benziyor..

(1) http://www.youtube.com/watch?v=by69H63dkko

(2) http://www.kuranikerim.com/kutubi-sitte/700.html



http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/06/islamoglu-ve-hzr.html

Devamını Oku »

Üç Muhammed Eleştirisi (1)

Üç Muhammed Eleştirisi (1)


Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed;

1. s. 213: Sahabe kimi durumlarda Hz. Peygamberin sözüne tabi olmamışken, aynı konuda ortaya koyduğu fiiline uymuştur. Hudeybiye'de yaşanan, bunun tipik bir örneğidir. Hudeybiye'de sahabe Resulullah emir verdiği hâlde ihramdan çıkmamış ve kurban kesmemiş, fakat kendisi bunları yapınca onun ameline uymuşlardır.

Bu olayı, söz konusu teorik tartışmaya örnek vermeye dahi gönlümüz razı değil. Çünkü bireysel ve toplumsal tüm davranışlar sınırsız neden, illet ve amaçlara dayalı olarak gerçekleşebilir. Şu hâlde onları kodlamanın yanlış sonuçlara götürebileceğini düşünmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

Cevap:

'Gönlü razı değil' ama örnek vermekten geri kalmıyor! Hatta öyle kurnazca bir üslupla veriyor ki sanki sahabe "Hz. Peygamberin sözüne tabi olmamışken, aynı konuda ortaya koyduğu fiiline uymayı" adet edinmiş izlenimiyle yansıtıyor. Tipik örneği Hudeybiye'de "itaati ağırdan alma" olan vakanın 2.,3. örneği hangisidir?

2. s. 213: İçerisinde "sünnet" barındırmayan "hadis"in rivayetine İmam Malik de karşıdır. O, şöyle der: "İbn Şihab'tan çok hadis işittim. Onlardan hiçbirini rivayet etmedim, rivayet etmem de!" el-Fervi der ki: "Niçin, diye sordum, o da "Amelî bir değeri olmadığı için" dedi."(Şatıbi, el-Muvafakat, 4/170)

Cevap:

a- İbn Vehb'den: İmam Malik şöyle demiştir: "İbn Şihâb'dan çok hadis işittim; onlardan asla hiçbirini rivayet etmedim, rivayet et­mem de" el-Fervî demiştir ki: "Ona, niye diye sordum" O: "Amelî bir değeri yok" diye cevap verdi.[Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/289-294]

İbn Vehb'in rivayet ettiğine göre İmam Malik şöyle söylemiştir: "İbn Şihab'tan (daha) bir çok hadis işittim; onları nakletmedim ve nakletmem de ... "Niçin "hiçbiri" ifadesine karşı çıkıyor ve "daha" ifadesini ekliyoruz? Çünkü yukarıdaki ifadeleri okuyan bir kimse İmam Malik'in İbn Şihab ez-Zühri'yi güvenilmez bir insan kabul edip ondan hiç hadis nakletmemiş olduğunu sanacaktır.Halbuki durum hiç de öyle değildir. İbn Şihab ez-Zühri İmam Malik'in hocasıdır ve kitabı Muvatta'a onun bir rivayeti ile başlar, onun rivayetiyle bitirir. Ondan 250 civarında hadis nakleder. (1)

b- İslamoğlu: "İçerisinde "sünnet" barındırmayan "hadis"in rivayetine İmam Malik de karşıdır."

Cevap: İslamoğlu'nun da onayından geçtiğine göre Muvatta'daki aşağıdaki hadisler 'sünnet barındırmaktadır'. 'Sünnet barındıran' bu hadisleri İslamoğlu hangi gerekçelerle inkar eder? Rivayetleri kabulde bu kadar müşkülpesent olup inkarda bu kadar hevesli:süpürücü olmak mıdır sünnete ittiba?

Muvatta, Kader;

1. Ebu Hüreyre'den (r.a.) Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: «Adem ile Musa münazara etti de Adem, Musa'ya üstün geldi. Musa Adem'e:
«— Sen insanları azdıran ve cennetten çıkaran Adem misin?» dedi. Adem de ona:
«— Sen Allah'ın her şeyin ilmini kendisine verdiği ve risaletiyle insanlar üzerine seçtiği Musa mısın?» dedi. Musa:
— Evet.» deyince, Adem:
«— Ben yaratılmadan önce bana takdir edilen şey dolayısıyla mı beni ayıplıyorsun?» dedi.[Müslim, kader,46/2, no:14]

2. Cühen kabilesinden Yesar oğlu Müslim rivayet eder: Ömer b. Hattab (r.a.)'a: «Rabbim, Adem oğullarının sulbünden soyunu çıkarmış onlara; Ben sizin Rabbiniz değil miyim? de­miş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar da: Evet: (Rabbimizsin) buna şehadet ettik demişlerdi. (İşte bu itiraf ettirme) kıyamet günü «Bizim bundan haberimiz yoktu» dememeniz içindi».[ A'raf, 172.] ayetin manası sorulunca:

«—Resûlullah (s.a.v )'i işittim. Ona bu ayetin manası sorul­duğunda şöyle buyurdu, dedi: «Şüphesiz ki Allah Teâlâ Adem'i yarattı. Sonra kudret eliyle sırtını sıvazlayıp on­dan zürriyetini çıkardı ve «bunları cennet için yarattım, cennetliklerin amelini işleyecekler» dedi. Sonra Adem'in sırtına yine dokunup ondan bir nesil daha çıkardı ve «bun­ları cehennem için yarattım. Cehennem ehlinin amelini iş­leyecekler» buyurdu. Bunun üzerine bir adam:

«— Ya Resulullah! O zaman amelin ne yararı var?» deyince Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

«— Şüphesiz ki Allah, kulu cennetlik yaratınca ölünce­ye kadar ona cennet ehlinin amelini işletir. Bu sebeple onu cennete sokar. Bir kul da cehennem için yaratılınca, ona Ölünceye kadar cehennem ehlinin amelini işletir. Bu se­beple onu cehenneme sokar.»[Ebu Davud, Sünnet, 39/16; Tirmizî, Tefsir, 44/7, no:2.]

Örnekler arttırılabilir...

3. s. 213 : İmam Malik öldüğü zaman, geride bıraktıkları arasında, hayatında asla rivayet etmediği pek çok hadis bulunmuştur. Kendisine "Bu hadisi senden başka bilen yok" denildiği zaman onu terk ederdi.(Şatıbi, el-Muvafakat, 4/170)

Cevap: el-Muvafakat'ta şunlar yazıyor:

Öldüğü zaman, geride bıraktıkları arasında, hayatında asla rivayet etmediği pek çok miktarda hadis bulunmuştur. Kendisine: "Bu hadisi senden başka bilen yok" dediklerinde he­men onu terk ederdi. Kendisine: "Bu ehl-i bid'atin işine yarayacak bir hadis" dediklerinde onu terk ederdi.

Kendisine: "Falanca, garib (bilinmedik) hadisler rivayet eder" dediklerinde: "Biz garib (bilin­medik) hadislerden kaçarız" demiştir. O, bir hadis hakkında tered­düde düştüğü;zaman onu tamamen terk ederdi. O şöyle derdi: "Ben bir insanım; hata da ederim, isabet de. Be­nim görüşüme bakın: Kitâb'a ve sünnete uygun düşenlerini alın, uygun düşmeyenlerini ise terk edin" [Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/286-289]

İmam Malik'in bu hassasiyeti hadis musanniflerimizin ve imamlarımızın ne kadar titiz iş çıkardığının bir göstergesi olarak hadis kitaplarına olan güveni daha da arttırması gerekirken maalesef İslamoğlu bu gibi alıntıları hadisleri zayıflatmak, hadislere olan güveni sarsmak için yapıyor. Adeta 'Bakın İmam Malik pek çok hadisi nakletmeden öldü, ne belli ki Muvatta'daki o hadisler esasında nakletmemesi gerekenlerdendi ? demek istiyor'.

Bu niyet okuma değil bizzat sohbetlerinde değindiği husustur. Bu hassasiyetteki bir İmamın Muvatta'sını İslamoğlu neden ameline esas yapmaz? Örneğin bu eserde geçen aşağıdaki hadis gibi belki yüzlercesi neden kulak ardı edilir? Eğer bunları imamın tahkik ehli olduğuna ve hadis ilmine samimi gayretleriyle pek çok şey kattığına dair deliller olarak naklediyorsa bu kitabın içindeki hadisleri daha fazla ciddiye alması gerekmez miydi?

Muvatta, Oruç:

Saîd b. Müseyyeb'den: Resûlullah'a (s.a.v.) bir bedevi gel­di. Adam «Mahvoldum!» diyerek başına vuruyor, saçını başını yo­luyordu. Resulullah (s.a.v.) kendisine:

«—Ne bu hal?» diye sordu. Adam:

«— Ramazanda oruçlu iken hanımımla cinsi münasebet yap­tım.» dedi. Resulullah (s.a.v.):

«— Bir köle azat edebilir misin?» diye sordu. Adam:

«— Hayır!» dedi. Resulullah (s.a.v.):

«— Bir dişi deve fidye verebilir misin?» buyurdu. Adam:

«— Hayır!» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber adama:
«— Öyleyse otur!» dedi. Resûlullah'a (s.a.v,) bir sele hurma getirildi.

«—Al bunu tasadduk et.» dedi. Adam:

«— Benden daha muhtaç kimse yok.» deyince Resulullah
(s.a.v.):

«— Onu ye, eşinle münasebette bulunduğun günün oru­cunun yerine bir gün kaza et!» buyurdu.

Atâ'dan: Said b. Müseyyeb'e «bir selede kaç hurma vardır?»diye sordum. «On beş, yirmi sa' arasıdır!» diye cevap verdi.

Örnekler çoğaltılabilir...

4. s. 213: İbn Abdilberr şöyle der: "Hz. Ömer, bir hüküm barındırmayan ve bir sünnet ifade etmeyen hadislerin nakledilmesini yasaklamıştı."( Camiu Beyani'l-İlm, 2/121.)

Cevap:

a- Bu ifadelerden Hz. Ömer açısından (r.a.) sünnet içeren hadislerin daha öncelikli olduğu sonucu çıkarılacaksa bu doğru olabilir. Ancak kelimesi kelimesine/literal okuyuş yaparak "içinde sünnet olmayan hadisler Hz. Ömer tarafından yasaklanmıştı/göz ardı ediliyordu" dersek bu gerçeğe uygun bir sonuç çıkarımı olmaz. İslamoğlu sünnet içeren hadisi şöyle izah eder:

"Sünnet nedir? Orijinal olan, hayata ilişkin olan, dinde konulmuş olan daimi olandır. Sünnetin tarifi içinde bu unsurlar olmazsa olmazdır. Hayata ilişkin olacak, davranışla alakalı olacak..." (2)

Madem ki İslamoğlu Hz. Ömer'in (r.a.) hadis rivayetine yaklaşımını çok doğru buluyor ona Hz. Ömer'in naklettiği aşağıdaki hadisleri tavsiye ediyoruz:

1-) Sonra Abdullah dedi ki: Babam Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh) bana şunu anlattı: "Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in yanında oturuyordum. Derken elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah bir adam yanımıza çıkageldi. Üzerinde, yolculuğa delalet eder hiçbir belirti yoktu. Üstelik içimizden kimse onu tanımıyordu da. Gelip Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in önüne oturup dizlerini dizlerine dayadı. Ellerini bacaklarının üstüne hürmetle koyduktan sonra sormaya başladı:

Ey Muhammed! Bana İslâm hakkında bilgi ver! Haz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) açıkladı: "İslâm, Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullah'a haccetmendir." Yabancı: "-Doğru söyledin" diye tasdik etti. Biz hem sorup hem de söyleneni tasdik etmesine hayret ettik.
Sonra tekrar sordu: "Bana iman hakkında bilgi ver?"

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) açıkladı: "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe inanmandır. Kadere yani hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna da inanmandır." Yabancı yine: "Doğru söyledin!" diye tasdik etti. Sonra tekrar sordu: "Bana ihsan hakkında bilgi ver?"

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) açıkladı: "İhsan Allah'ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allah'a ibadet etmendir. Sen O'nu görmesen de O seni görüyor."
Adam tekrar sordu: "Bana kıyamet(in ne zaman kopacağı) hakkında bilgi ver?"
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) bu sefer: "Kıyamet hakkında kendisinden sorulan, sorandan daha fazla bir şey bilmiyor!" karşılığını verdi.

Yabancı: "Öyleyse kıyametin alâmetinden haber ver!" dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) şu açıklamayı yaptı:

"Köle kadınların efendilerini doğurmaları, yalın ayak, üstü çıplak, fakir -Müslim'in rivayetinde fakir kelimesi yoktur- davar çobanlarının yüksek binalar yapmada yarıştıklarını görmendir."

Bu söz üzerine yabancı çıktı gitti. Ben epeyce bir müddet kaldım. -Bu ifade Müslim'deki rivayete uygundur. Diğer kitaplarda "Ben üç gece sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'la karşılaştım" şeklindedir- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) Ey Ömer, sual soran bu zatın kim olduğunu biliyor musun? dedi. Ben: "Allah ve Resulü daha iyi bilir" deyince şu açıklamayı yaptı: "Bu Cebrail aleyhisselâmdı. Size dininizi öğretmeye geldi."(Müslim, İman 1, (8); Nesâî, İman 6, (8, 101); Ebu Dâvud, Sünnet 17, (4695); Tirmizî, İman 4, (2613).)

2-) Hz. Ömer (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Dua sema ile arz arasında durur. Bana salat okunmadıkça, Allah'a yükselmez. (Beni hayvanına binen yolcunun maşrapası yerine tutmayın. Bana, duanızın başında, ortasında ve sonunda salât okuyun.)" Tirmizî, Salât 352, (486). (3)

3-) 1988 - Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselam) vefat edince, ondan sonra Hz. Ebu Bekir (radıyallâhu anh) halife seçildi. Bunun üzerine bedevilerden bir kısmı "irtidât" etti. (Hz. Ebu Bekir halife olarak onlarla savaşmaya karar verince) Hz. Ömer, "Resulullah (aleyhissalâtu vesselam): "İnsanlar lâilaheillallah deyinceye kadar onlarla savaşmaya emrolundum. Bunu söylediler mi, benden mallarını ve nefislerini korurlar. (İslâm'ın) hakkı hariç artık hesapları da Allah'a kalmıştır!" demiş iken, sen nasıl insanlarla savaşırsın?" dedi.

Hz. Ebu Bekir: "Allah'a yemin olsun, namazla zekâtın arasını ayıranlarla savaşacağım. Zira zekât, malın hakkıdır. Vallahi, Resulullah (aleyhissalâtu vesselam)'a vermekte oldukları bir oğlağı vermekten vazgeçseler, onu almak için onlarla savaşacağım" dedi. Hz. Ömer sonradan demiştir ki: "Allah'a yemin ederim, anladım ki, Hz. Ebu Bekir'in bu görüşü, Allah'ın savaş meselesinde ona ilhamından başka bir şey değildi. İyice anladım ki, bu karar hakmış."(Buhâri, İ'tisâm 2, Zekâtı, İstitâbe 3; Müslim, İman 32, (20); Muvatta, Zekât 30, (1, 269); Tirmizi, İmân 1, (2610); Ebu Dâvud, Zekât 1, (1556); Nesâi, Zekât 3, (5,14). (4)

Örnekler çoğaltılabilir...

b-Veya aşağıdaki hadise sünnet içeriyor gözüyle aynı Hz. Ömer'in baktığı gibi bakabilecek mi yoksa bu hadisi de "kelime oyunlarıyla" katakulliyle inkar mı edecek?

Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor: "Hz. Ömer radıyallahu anh'in yanında idik. Bize:
"Resulullah aleyhissalatu vesselam'in fitne hakkındaki hadisini kim hafızasında tutuyor?" dedi. Ben atılıp: "Ben biliyorum!" dedim.

"Sen iyi cüretlisin, nasılmış söyle bakalım!" dedim.

"Resulullah aleyhissalatu vesselam'ı işittim. Demişti ki: "Kişinin fitnesi ehlinde, malında, çocuğunda, nefsinde ve komşusundadır. Oruç, namaz, sadaka, emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-munker bu fitneye kefaret olur!"
Ömer radıyallahu anh atılıp: "Ben bu fitneyi kastetmemiştim. Ben öncelikle denizin dalgaları gibi dalgalanacak (bütün cemiyeti sarsacak) fitneyi kastetmiştim!" dedi. Bunun uzerine ben:

"Ey müminlerin emiri! O fitne ile sizin ne alakanız var! Sizinle onun arasında kapalı bir kapı mevcut!" dedim.

"Bu kapı kırılacak mi, açılacak mi?" dedi.

"Hayır açılmayacak, bilakis kırılacak!" dedim. Hz. Ömer (hayıflanarak):

"(Eyvah!) Öyleyse ebediyen kapanmayacak!" buyurdu." Ravi der ki: "Biz Huzeyfe radıyallahu anh'a sorduk:

"Ömer bu kapının kim olduğunu biliyor muydu?"

"Evet dedi. Yarından önce bu gecenin olacağını bildiği katiyette onu biliyordu. Ben size hadis rivayet ettim; boş söz (ve efsane) anlatmadam."

Huzeyfe radıyallahu anh'a soruldu:

"O kapı kimdir?"

"Ömer radıyallahu anh'tir!" buyurdu." (Buhari, Mevakitu's-Salat 4, Zekat 23, Savm 3, Menakib 25, Fiten 17, Muslim, Fiten 17, (144), Tirmizi, Fiten 71, (2259). (5)

Örnekler arttırılabilir...

Sonuç: Görüyoruz ki İslamoğlu bu fasılda işine yarıyor gerekçesiyle bazı nakilleri vermiştir. Ancak bu nakillerin gerçekte içerdiği manalar ve işaret ettiği hususlar İslamoğlu'nun hadis ve sünnete bakış açısını destekleyecek şeyler değil.
***
(1) http://ravzaimutahhara.blogspot.com.tr/2015/11/mustesrikler-ve-hadis.html
http://e-dergi.marmara.edu.tr/maruifd/article/viewFile/1012001956/1012001646
(2) https://www.youtube.com/watch?v=ougk4k1kSYY
(3) bkz: http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/08/islamoglunun-salat-u-selam-problemi.html
(4) bkz: https://www.youtube.com/watch?v=5jhzOcYxLIw
(5) bkz: http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2013/04/mustafa-islamoglunun-peygamberin.html



http://ravzaimutahhara.blogspot.com.tr/2015/11/islamoglu-uc-muhammed-1.html
Devamını Oku »

Türkiye İçin Henüz Vakit Var

Her-Seyin-Bir-Anlami-Var


'Sevgiye adanmış ruhlar pek nadidedir. “Sadelikleriyle et- kilerler; sadelik belki de onların ermişliğidir.

Gümüşlükte kalabalık bir aile halinde balık yiyoruz. Arka masada bir adamın sesi kulaklarımı tırmalıyor: Be­nim bu hayattaki zevkim para kazanmak...” Yani nasıl? Bu cümle, insanın yüzü kızarmadan, pişkin bir kahkahayla na­sıl söylenebiliyor?

îbni Sina’nın hayatını okuyordum, öğretmenlerinden birisi ondaki cevheri keşfettikten sonra babasından bir rica­da bulunuyor. Onu gündelik hayatın sıradan meşguliyetle­rinden uzak tutmasını, hayatını sadece ilme vakfedebilmesi için oğluna destek olmasını istiyor. Düşünüyorum: Bugün kaç baba, oğlunu ilim adamlığı yönünde özendirebilir? Ka­çımız evlatlarımızı Sevgbir köhne kitap, bir sarı kandil’in aydın­lığına emanet edebilecek kadar yürekliyiz? Kaç anne-baba çocuklarının erdemli bir hayat sürmesini, iktidar araçlarına râm olmanın önüne koyabiliyor?

Hayat, insan olmayı öğrenme yolculuğudur. Bilginin amacı dünyayı yağmalamak olamaz. Bilgi, kendimizi ve kâinatı daha iyi anlayıp insanlığımızı tastamam yaşayabile­lim diye bir vasıta olsa gerek. Bilmek, olmaktır.

İnsanlığımızı tam manasıyla yaşayabilmek için göklerle konuşmayı da öğrenmemiz icap etmiyor mu? İnsan, belki de göklerin dilini anlamadığı ve konuşamadığı için bu kadar kekeme. İnsan dili bu yüzden günümüzde birleştirmeye de­ğil, ayırmaya hizmet ediyor.

Kierkegaard onlara ‘iman şövalyeleri* demişti, Serres ‘in­sanlığın gizli aristokrasisi* diyor. “İman şövalyesi kendini başkalarına anlaşılır kılmanın acısını duyar’’ fakat başkasına yol göstermek için boş bir istek duymaz. Acısı doğru yolda olduğunun güvencesidir.”

İyiliği izlemek gerek. İyiliği yayan insanlar, yeryüzünü hepimiz için emin bir yurt kılıyor. Çünkü insanda insanda fazlası vardır. Çünkü kozmos ve ruh, iki ayrı gerçeklik değil, bir gerçekliğin iki ayrı yüzüdür. Zuni yerlilerinin söylediği ilahi gibi: “Zuni’de yağmur yağarsa, bütün dünyada yağar.”

Kaynak:

Kemal Sayar - Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Hayatı İnternette Dolaşır Gibi Yaşıyoruz

İnternet-hayat


Hayatı internette dolaşır gibi yaşıyoruz. Bir anda birkaç pencere birden açarak, ayrı iklimlerde geziniyoruz. Bedeni­miz bir yerde, ancak ruhumuz başka başka yerlerde gezini­yor. Bir gülüşün tam ortasında, uzay gemisinden yanlışlık­la dünyaya düşmüş bir yabancı gibi kalakalıyoruz. Sahi, ben orada değilken bu kadar komik ne otmuş olabilir? Niye gü­lüyor çevremdeki bu insanlar? Neyi kaçırdım ben?

Kaçırdığım şey, insan olmanın ta kendisi. Bir başkasının gözlerini ve yüzünü dikkatle izlemeyi kaçırdım. Gözlerin­de dolaşan bulutları, yüzünün bazı kelimelerde seğirmesini kaçırdım. Kelimelerin aldıkları vurguyla yeni anlamlara bü­rünmesini kaçırdım. O an orada olamamakla, hayan kaçırdım. Bir daha geri gelmeyecek o anı, sonsuza dek yitirdim.

O sohbet, o gülüş, o istiğrak hali geri dönmeyecek. Ben ha­yal yutmuş zombiler gibi hiçbir yerde olamamanın çölünde deveran edeceğim. Yurtsuz bir hayalet gibi.

Orada olamamak hayatın mutluluğunu alıp götürüyor. An bölünmemeli. Bir hazine gibi saklanmalı, üzerine titrenmeli. Bir kelime heyecanla ateşlenmeyecekse hiç dilimize düşmemeli. Sessizlik sözün tacıdır. Susmak ve dinlemekle­dir ki, ana katılırız. Dil sessizlikle olgunlaşarak vücut bulma­lı. Bir dostun huzurunda durduğumuzda, onun varlığı kafa­mızdaki bütün hesapları silmeli.

Teknolojik seslerin nüfuz edemediği kovukları olmalı ha­yatımızın. Baharın rayihalarını içimize çektiğimiz, toprağın hışırtısını duyduğumuz, rüzgârın fısıltısını işittiğimiz sak­lanma anları. Dost’un sesini duyabilmek, ruhu onun konuş­masına ayarlayabilmek için çılgın kalabalıktan uzaklaştığı­mız saatler.

Yine bir yazı yazmakla ruhuma şifa arıyorum. Orada ol­mak için, anın oğlu olmalıyım. Yaşanan an beni doğurmalı. Ve bütün ruhumla ona kendimi katmalıyım.Başka şansım yok: Rüzgârla konuşmalıyım.

Kaynak:

Kemal Sayar - Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

İkna odalarına değil, konuşma odalarına muhtacız..

konusma


-Tartışma veya müzakere gibi kavramlar diyaloğun ye­rini tutmuyor. İnsanların sağlıklı bir diyalog için önce ön- kabullerini askıya almaları gerekli. Diyalog halkası içinde; görüşlerini beğenmediğim, kendi varlığım için tehdit edici saydığım diğer insana karşı düşüncelerimi öfkeyle ifade et­miyorum, dahası ona için için küfretmeyi de bırakıyorum. Onunla kendimi aynı gemide hayal ediyorum. Bir varlık ve yokluk savaşı varsa eğer, birlikte var ya da yok olacağız. He­pimiz birbirimiz için bir aynayız, kimse ötekinden düşünce­lerini değiştirmesini talep etmiyor. Sadece kendimizi en iyi şekilde anlatmanın ve diğerini de en iyi şekilde anlamanın derdindeyiz.

Bazen insanların mutlak saydığı değerler, diyalog önün­de engel teşkil eder. “Bu ülkenin önceliklerini ve değişmez­lerini ben tanımlarım” diyen birisiyle nasıl diyalog kuracak­sınız değil mi? Konuşmayı sürdürmek gerek. Ancak anlama ve dinleme çabasıdır ki, mutlak olarak tanımlanan mec­buriyetlerin belki de o kadar mutlak olmadığı hissini do- gurur. Ancak birbirimizi sabırla dinleyerek, yıkıcı ve kesin inançlardan uzaklaşabilir, derdimizin ötekini yok etmek de­ğil, onunla birlikte var olmak olduğunu fark ederiz.

Diyalog, ‘ikna odaları' kurmak değildir. Diğer insanla­ra yoğun bir anlama çabası içinde yaklaşmakla, onların dü­şüncelerini anlamakla, o düşünceleri kendi düşüncelerimiz haline getiririz. Sevdiğimiz, insan olarak yakın bulduğumuz birinin düşüncelerinin bizi yok etmeye matuf olabileceğini düşünmeyiz.

Yaşadığımız ülkede sohbet halkalarının diriltilmesi gere­kiyor. Ön yargıları vestiyerde bırakarak, vicdanın yol gösteri­ciliğinde uzun bir konuşma başlatmamız lazım. Oysa ülke­mizde bir kör dövüşüdür gidiyor. Bürokrasi halkın değişim taleplerini görmezden geliyor ve Tek Hakikatin yeryüzündeki gölgesi gibi davranıyor. İtaat devri bitti. Zaman diyalog zamanı. Ötekinin sesinin de senin sesin kadar değerli şeyler söyleyebileceğini teslim etmen gerek.

Sevgili buyurgan ses, belki de sen yanılıyorsundur. Biraz konuşmaya ne dersin?

Kaynak:

Kemal Sayar - Herşeyin Bir Anlamı Var

Devamını Oku »

Bedenim Benim Kendi Meselemdir

Her-Seyin-Bir-Anlami-Var


Vücudum benim kendi mese­lemdir. Kimse bana nasıl görün­mem gerektiğini veya güzel mi, çirkin mi olduğumu söyleyemez. Ben, bundan daha önemli işlerim olduğunun farkındayım.”

Bu sözleri, Kanada yurttaşı, başı örtülü genç bir hanım söylü­yor. O ve onun gibi düşünen çok­ları için örtünme, yirmibirinci yüzyılın tüketimci kapitalist kül­türünde bedenin nesneleştirilme- si ve metalaştırılmasına karşı güçlü bir direniş aracı. Kadınları yalnız­ca dış görünüşleriyle değerlendi­ren, onlara erkek bakışı’na göre şe­kil veren, güzellik oyununda başka kadınlara benzemeye çağıran, na­rinlik istibdadı’ ile ruhlarını ezerek çeşitli ruhsal hastalıklara duçar ol­malarına yol açan tüketim ideolo­jisine hayır demenin bir yolu.

Ör­tünmek, o halde bazı kadınlar için bilinçli bir seçimdir: Eylem ve ki­şilikleriyle öne çıkmak, görüntüleriyle değil düşünceleriyle konuşmak güzellik hurafesine başkaldırmak isteyen kimi kadınlar bu şekilde giyinmeyi seçebilir. Yine de özsaygılarını giydikleri şeyden devşiremeyeceklerini, gerçek üstünlüğün iç olgunluğuyla sağlanabileceğini bilirler.

Uzun yıllardır kadın bedeni üzerinden bir ideolojik itiş \ kakış izliyoruz. Bu görüşlerin bir kısmı oryantalist klişeleri tekrar ediyor. Başörtülü Müslüman kadınlar, zamanın içinde donup kalmış, köleleşmiş, bilinçli tercihleri olma­yan, sesi kısılmış, kendi adına konuşamayan ve ozgürleştirilmeleri gereken bir topluluk olarak tanımlanıyor. Nasıl or­yantalizm Doğuya baktığında gerilik içinde kalmış, özgürlük/eşitlik/demokrasi gibi modern ideallerin trenini kaçır­mış ve bu yüzden ehlîleştirilmesi gereken bir uygarlık görü­yorsa, oryantalist klişelerle başörtüsüne bakanlar da orada kurtarılmayı bekleyen mazlum bir grup görüyor. Sömürge­ciliğin hoş bir tanımı var: ‘kahverengi adamları kahverengi adamlardan beyaz adamların kurtarması.’

Türkiye’de de ide­olojik taraftarlığın iyiden iyiye bağnazlaştırdığı bazı insanlar, kendi selametlerini ötekinin değiştirilmesinde ve kendi­sine benzetilmesinde buluyor. Tuhaf bir korku. Bana sorar­sanız, oryantalist klişeleri tekrar edenler, eğer başörtülü ka­dınlar kendilerine benzetilmezse kendilerinin onlara benze-yebileceğinden korkuyor. Bu korku ideolojisi, anlama değil çatışma üzerine kurulu. “Boyun eğdiremezsen boyun eğer­sin” düşüncesi, hakikatin türlü görünüşlerinin olduğu ço­ğulcu dünyada arkaik ve baskıcı kalıyor.Örtünmeyi kadınların esareti olarak gören indirgemeci yorum kendi seçimleriyle bu şekilde giyinen kadınların sos­yal dünyalarım görmezden geliyor. Onların yaptıkları şeyi bilinçli bir tercihle değil de geçmiş çağların zincirlerini kıra­madıkları için yaptıklarını söylemek, öznel dünyalarım hiçe saymak ve hikâyelerini geçersizleştirmek anlamına geliyor.

Dünyanın değişik yörelerinde çok farklı biçimlerde örtüne- bilen, dünyaya ve hayata karşı çok farklı duruşlar gösterebi­len Müslüman kadınları sadece giyim kuşamları ekseninde tanımlamak, onları tektipleştirmeye yarıyor.

Eğer kadınları merhamete ve kurtarılmaya muhtaç olarak tanımlıyorsak, onları sadece bir şeyden değil, bir şey için de kurtarmayı görev edinmişiz demektir. Onları farklı bir dün­ya için kurtarmak istiyoruz, değil mi? Peki onlara vermek is­tediğimiz bu yeni dünya ve hayatın üstünlüğü nereden men­kul? Başka kadınları kurtarma ve onları çağdaşlaştırma’ öde­vi, Batıkların üstünlük duygusuna yaslanır ve sonunda bu duyguyu pekiştirir. Burada üstünlük taslayan, tahakküm eden, boyun eğdirmek isteyen bir kibrin izleri vardır.

Dünyada başka bilme biçimleri vardır. Başka sevmeler vardır. Başka patikalar. Diğer insanların tercih ve öncelikle­rine saygı duymayı bilmek gerekir. Farklılığa saygı duymak gerekir. Üstelik özgürleşme, eşitlik, haklar gibi modern söy­lemler dünyanın başka bölgelerindeki kadınlar için uğru­na savaşılacak idealleri temsil etmeyebilir. Siz yanlış bulsa­nız da, o ‘başka’ kadınlar sağlam ilişkileri olan sıcak bir aile­de, Tanrıya yakın, barış içinde yaşamayı hayatlarının önce­liği olarak tanımlayabilirler.

Her şeyden önce, kadınların bedenlerini nasıl örtecekleri meselesini erkeklerin tepişme mevzuu olmaktan çıkarmaları gerekir. Bir bakış nesnesine, görüntüye dönüştürülen kadın, erkeklerin teftiş alanından çıkmalıdır. “Bedenim benim me­selemdir! diyebilen kadınlar, hemcinslerini kurtarma mis­yonu yerine, dayanışma ve birlik ahlâkıyla bu fitili ateşleye­bilir.

Kaynak:

Kemal Sayar-Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Evlendirme Programları

Evlendirme Programları


Evlendirme programlarını çok takip eden biri değilim; ama ara ara seyrediyorum. Bu programlar yapılmalı; fakat şu anki hâliyle değil elbette. Şehir hayatı insanları birbirinden uzaklaştırdı. Komşular birbirini tanımıyor, her akraba bir yerde. Görü­cü usulü neredeyse ortadan kalktı.

Peki, nasıl evlenecek insanlar? Internet’e güvenilmez. Ora­da burada bulduğuna güvenme. Peki, alternatif ne? Evlilik­ler azaldı, çok fazla bekâr ve boşanmış olanlar var. Yalnızlara, bekârlara bir teşvik ve yardım gerekli değil mi? Evli olanlar umumiyetle kınıyorlar bu programlara katılanları. Yalnızların hâlinden ancak yalnızlar anlar. Yurdunu yuvasını kurmuş olan­lar, evlenmek isteyenleri kınamasınlar.

Yalnız şu an televizyonlarda yapılanlar, hiç yapılmasın daha iyi. Belki üç beş kişiyi evlendiriyorlar; ama halkımıza çok faz­la zarar veriyorlar. Bilhassa erkekleri evlenmekten ve kadınlar­dan tiksindiriyorlar. Neredeyse bütün erkekler kadınların para­dan başka hiçbir şey düşünmediklerine inanmaya başlamışlar.

Çünkü bu programlarda çok kere şöyle oluyor; Kadın ona talip olan erkeği ilk gördüğünde, yüz ifadesinden, bakışından onu beğendiğini çok belli ediyor. Biz de ekran başından yakış­tırıyoruz.
“Tamam, bunlar birbirine çok uygun, muhakkak evlenir­ler,..” derken erkek maddi imkânlarını açıklamaya başladıkça; işi, kazancı orta hâili ya da biraz düşükse, kadının yüz şekli değişmeye başlıyor. “Olmaz, elektrik alamadım.” deyip çıkı­yor. Nasıl elektrik alamadın? Adamı görünce aldığın elekt­rikle bir mahalle aydınlanır, nasıl inkâr ediyorsun, gözümüze baka baka?

Tam aksi de şöyle oluyor: Kadın erkeği ilk gördüğünde du­dağını kıvırıyor, beğenmediğini her hâlinden belli ediyor; ada­mın malını, mülkünü, kazancını duyunca yüzü değişmeye, ağzı yayılmaya başlıyor: “Olabilir, elektrik aldım.” diyor. Velhasıl ar­tık “Kadınlar erkeklerden elektriği para ile alıyorlar.” kanaati ortaya çıkıyor.

Kaç kişiden duydum şu son zamanlarda, gerçek hayatta, er­kekler maddi imkânları iyi olduğu hâlde, eş adayı ile ilk görüş­tüklerinde kazançlarını, maddi imkânlarını olduğundan daha az söylüyorlarmış. “Beni bu hâlimle beğenirse, bu onun paragöz olmadığım, beni ben olduğum için beğendiğini gösterir.” diyorlarmış. İşte, televizyonun aile kurumuna bir zararı daha... Eski­den erkeklerde kadınlara karşı böyle bir itimatsızlık yoktu.

Elbette bir hanım evleneceği erkeğin evin geçimi sağlaya­cak, onu ele güne muhtaç bırakmayacak imkanı olsun ister. Bunun ayıplanacak bir tarafı yok. Fakat bu programlardakiler evi olsun, arabası olsun, yüksek kazancı olsun, her şeyi olsun is­tiyorlar Programa gelen erkeklerin zaten çoğunun evini geçin­direcek kadar kazancı var. Fakat kadınlar çok daha fazlasını is­tiyorlar bu da ülkemizdeki bütün kadınlar öyleymiş gibi bir in­tiba bırakıyor.

Ben asıl, bu programa gelen erkeklerin cesaretlerini çok takdir ediyorum. “Nasıl oluyor da bu kadınları gördükten son­ra hâlâ evlenmeyi istiyorlar?” diye şaşıyorum. Çünkü programa gelen kadınların çoğu kadından çok erkeğe benziyor. Oturmaları, konuşmaları, erkekleri süzmeleri, hâlleri tavırları, çok erkeksi...

Arada bir iki hanımefendi tipler de geliyor; ama kadınların çoğu azman gibi. İşte erkeklere bunun için şaşıyorum. İnsan niye ister ki erkek özentisi kadını? Bu ne cesarettir, bu ne gözü karalıktır! Kadınlar öyle duruyorlar ki adam yanlış adım atsa kadın ordan “Hööööt!” diye bağıracak sanki. Ben erkek olsam, o kadınları trafoya bağlasalar, onlardan gram elektrik alamam.

Velhasıl evlendirme programları yapılmalı ama şu anki formatı ile değil. Edebi ile terbiyesi ile... Dinî kanallar biraz bu meseleye el atsalar, gençleri evlendirseler çok iyi olur. Program bekârlara örnek olsa, katıl anlar birbirinde dinî hassasiyet arasalar...

Erkek çıksa dese ki: “Hanımefendi hâfız, Rabb’imin kelâmını ezberlemiş, kabul ederse onu baş tacı edeceğim.” Kadın çıksa dese ki: “Beyefendinin asgari maaşı bize yeter, şu ölümlü dün­yada aç gözlülüğe gerek yok, ben onun yaşlı annesine bakması­nı takdir ettim, onun kalbini sevdim, olur bu evlilik.”

O günleri görsek ne güzel olur.

Sema Maraşlı - Sevmek Bu Kadar Güzelken
Devamını Oku »

Kadının Gücü !

Kadının Gücü !



Kadının gücü insanlığı doğurup yetiştirmesindedir. Ve bu yüce görev için de bütün meziyetlere de sahip olarak yaratıl­mış. İnsanları yetiştirmekten daha büyük bir güç olabilir mi? Fakat annelik ve ev hanımlığı aşağılanarak, kadınların bu kutsî vazifesine burun bükülüyor ve kadına zoraki güçler atfedilerek, kadın erkekleştirilmeye çalışılıyor.

Kadının gücü şefkat ve teslimiyetindedir. “Kadın güçlenme­li...” sözlerinin altında bir kışkırtıcılık var: “Siz kadınlar aciz, zavallı varlıklarsınız, güçlenmelisiniz.” mesajı da gayet net oku­nuyor. Sizi güçsüz bırakan kim? Tabii ki erkekler...

Kadının gücü iletişim yeteneğindedir. Kadınlar doğuştan halkla ilişkiler uzmanı olarak yaratılmışlardır. Kadın iletişim yeteneği sayesinde hem aileyi hem toplumu çok güzel yönlen­direbilir.

Güçlendirme ve özgürleştirme kampanyalarıyla, takma ka­natlarla kadınları zorla uçurmaya çalışıyorlar. Oysa kadının fıt­ratında aile olma ve bağlanma duyguları var. Kadın uçtuğu za­man değil, bir erkeğe bağlandığı zaman mutlu olur. Yaradan öyle yaratmış...

“Ancak erkeklerin yaptıklarını yaparsan güçlü olursun” diye erkeklere karşı kadınları kışkırtıyorlar. Gücü özgür olmakta ve para kazanmakta zanneden kadınlar, taşıyabileceklerinden daha fazla yük almaya başladılar.

Tahsilli, çalışan, güçlü görünen; fakat yalnız yaşayan ve mut­suz olan pek çok kadın var. Erkeğe ihtiyacı yokmuş gibi davra­nan, yalnız kaldığında ise bolca gözyaşı döken... Güçlü, mutsuz ve yalnız kadınlar ordusu...

Ve bu orduya yeni neferler katmak için uğraşıyorlar. Genç kızlar, üniversite sınavına hazırlanırken aileleri ve öğretmen­leri tarafından: “Okuyun, erkeklere muhtaç olmayın, evlenip anlaşamazsanız kocalarınızı kapıya koyarsınız...” diye motive ediliyorlar. Bu telkinlerle yetişen genç kızlar evlendikleri za­man kendilerinden kaynaklanan sorunlarda bile çözüm yerine boşanmaya kalkıyorlar. Fakat para mutluluk getirmiyor.

Medya dünyasına baktığımızda şöhretli, zengin, çok güzel kadınlar sürekli sevgili değiştirmekten mutlu görünmüyorlar Hepsi evlenmek, yuva kurmak istiyor Ne kadar modern gö­rünmeye çalışılsa da fitrat inkâr edilemiyor demek ki.

Güçlülük gazı, kadınları çok etkiliyor. Kadınların çoğunda bir ezilme korkusu var. Neredeyse her seminerimde “Biz erkek­lere yumuşak davranırsak, onlar bizi ezerler.” itirazı kadınlar­dan mutlaka geliyor. Sanki kadınlar çim, erkekler de fil; onları ezmek için fırsat kolluyorlar.

Kadınlar masum, kibar, iyi; fakat erkekler kaba saba ve anla­yışsız, demek çok tehlikeli bir söz ve Allah'a karşı kötü zandan başka bir şey değildir. “Yaradan, kadınları iyi, erkekleri kötü yaratmış...” demek olur ki bu söz “Allah, erkekleri kadınlara Zulmetsin diye yaratmış...” demekten başka bir şey değildir.

Allah (cc) erkekleri, koruma ve kollama insiyakıyla yarat­mış. Kadın, erkekle güç mücadelesine girmediği müddetçe, er­kek kadının yanında olur; onu koruma ihtiyacı duyar.

Fizik olarak kadın zayıf, erkek güçlü yaratılmış. Evlerde ço­cuklar zayıf, anne babalar güçlüdür; ama sevgi ilişkisinden do­layı güçlü olan ebeveynler zayıf olan evlatlara hizmet eder. Mü­him olan, gücün kimde olduğu değildir.

Kadınlar, güçlü olmak için oyun oynuyorlar. Kadınlığın te­melinde olan şefkat ve teslimiyeti bir yana bırakıp güçlü görün­mek adına asık yüzlü, inat, iddiacı ve sert olmaya çalışıyorlar. Erkekle güç çatışmasına giriyorlar.

Evlerde yaşanan huzursuzlukların çoğunun temelinde kadın-erkek güç çatışması vardır. Rabb’imiz, güç çatışmasına girmesinler diye, kadınlara gizli güçler, erkeklere açık güçler vermiş. Birbirlerini tamamlasınlar diye.

Kadın kendine verilmiş güç ve kabiliyeti kullanmayıp er­keksi roller alarak, erkek silahı ile silahlanıyor. Kendine bir za­rar gelmesin diye de kibirden bir kalkan örüyor. Evlendirme programlarına bir bakın, kadınların ne hâle gelmiş olduğunu görürsünüz.

Erkekler güçlüdürler; fakat kadına karşı zayıftırlar. Hz. Mevlânâ bunu güzel bir misalle anlatır:

“İnsan, yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa, Hamza’dan bile cesur olsa yine de hükmetme hususunda karısının esiridir. Gö­rünüşte su, ateşten üstündür... Fakat ikisinin arasına bir tence­re (sevgi) girdi mi ateş o suyu kaynatır, buharlaştırır, yok eder. Görünüşte su nasıl ateşten üstünse sen de kadından üstünsün; fakat hakikatte ona mağlupsun, onu istemektesin.”

“Şah bile sevgiye kuldur, köledir.” Kadının asıl istediği sevgi­dir. Sevgiyi de erkekten kavga ederek alamaz. Bu yüzden de ka­dını mutlu etmeyecek sahte güçler; kadına yük olmaktan başka bir işe yaramaz.



Sema Maraşlı-Sevmek Bu Kadar Güzelken
Devamını Oku »

Erkekleşme Hareketi ve Zararları

Erkekleşme Hareketi ve Zararları



“Kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara olsun.” buyurmuş, Allah Resûl’ü bir Hadîs-i Şerîf’inde.

Sevgili Peygamber’imiz “Rahmet Peygamberi”dir. Çok az lanet etmiştir. Onun bir şeye lanet etmesi, o şeyin çok kötü olduğunu gösterir. Kadın erkekleştiğinde veya erkek kadınlaştı­ğında Allah'ın yarattığı düzen bozulur.

Kadın-erkek arasındaki çekiciliği sağlayan şey zıtlıktır. Ya­ratılan her şey zıddı ile kaimdir. Güçler, karşı güçlerle eşleşip bütünleşirler: Ateş-su, gök-yer, siyah-beyaz, nefes almak-nefes vermek, itmek-çekmek, kadın-erkek...

Kadın ve erkek birbirlerine pek çok yönden zıt yaratılmıştır. İki cinsi birbirine çeken şey de bu zıtlıktır. Bedenen ve ruhen kadın yumuşak yaratılmış, erkek sert... Her iki cins, kendilerine has birtakım meziyetlerle doğar: Kadının mayasında şefkat ve teslimiyet vardır; erkekte lider­lik, güç ve iddia...

Güce karşı teslimiyet, iddiaya karşı şefkat birbirini tamam­lar.Yaratılışın aksine giderek mutlu olmak diye bir şey yoktur.

Modern hayatın en vahim hastalığı, bu zıtlığın bozulmaya çalışılmasından dolayı kadın ve erkeğin birbirine benzemeye başlamasıdır. Bu noktada erkekler; kadınlaşma yolunda daha yavaş giderken kadınlar hızla erkekleşiyorlar.

Feminizm, Avrupa’da insan yerine konmayan kadınları ko­rumak için iyi niyetle başlayan bir hareket iken bugün gelinen noktada eşitlik adına kadını erkekleştiren, erkeği kadınlaştıran, fıtrata karşı bir harekete dönüşmüştür.

İki cinsi tek cins hâline getirme çalışmaları, kadınların er­kek pantolonları giymeleri ile hız kazanmış, “üniseks” denilen cinsiyetsiz giyecekler ile ortak kıyafetler giyilmeye başlanmış ve kadın-erkek rakip hâline getirilerek yanşa sokulmuştur.

Feminizm duyguda kadın, davranışta erkek yeni bir tip “Femo kadın” ortaya çıkardı. Femo kadınlar, erkek gibi başarı odaklıdır. Basit bir tartışmayı bile kaybetmeye dayanamaz, tar­tışmacı ve iddiacıdır. “Femolar” bir kadının sahip olması gere­ken nezaketi, zarafeti ve edayı kaybetmişlerdir. Farkında olma­dan hem kendileriyle hem erkeklerle mücadele hâlindedirler. Bir türlü sükûna kavuşamazlar.

“Yuvayı yapan dişi kuştur.” Bir millet kadından yıkılır ya da kadından yükselir. Kadınların erkekler üzerinde tesiri çok fazla­dır. Kadın şaşarsa çocukların ve erkeklerin şaşması da peşi sıra gelir. Kadınlar kendi kıymetlerini bilmeliler ve halkı yönlendir­medeki güçlerinin farkına varmalılar. Kadınlar hayır yahut şer güçleriyle cemiyete yön verirler. Bu güç şer yöne çevrilmişse bu, ailenin ve sosyal yapının çöküşü demektir.

Feminizm hareketi kadına iyilik değil, kötülük etmiştir. Ba­tılı erkekler kadını koruma, eşitlik ve feminizm iddiaları ile ai­lenin maddi yükünü de yarı yarıya kadınların üzerine devretti­ler; fakat bunun yanında ev işi, çocuk yetiştirmek gibi işler yine kadının üzerinde kaldı.

Kadınlar güçlüdür, erkeklerin yaptığı her şeyi yapabilir“ diye kadınları zorlanacakları işleri almaya teşvik ettiler. Yani yine aldanan kadınlar oldu.

Kadınlar yaradılışlarına uygun olan, kadınlar tarafından icra edilmesine lüzum ve ihtiyaç duyulan meslekleri seçerlerse hem kendi bünyelerini yormazlar hem de insanlara faydalı olurlar.Ailenin maddi ihtiyaçlarım erkek karşılıyorsa kadınlar illa para kazanmak peşinde koşmamak... Bunun yerine, ilim ve irfanla uğraşıp çocuklarım güzel yetiştirmeleri, demek ve vakıf çalışmaları ile faydalı sosyal faaliyetlere katılmaları, aileyi tehdit eden tehlikelere karşı mücadele etmeleri, sosyal yapının yük­selmesi için uğraşmaları kendileri, aileleri ve bütün insanlık için çok isabetli olur. Erkek - yaradılış olarak müsait olduğu için - meşakkatli ve ağır da olsa dış hizmetleri görürse aile daha sağlıklı yürür.

Feminizmin kadını ve erkeği eşit yapma iddiaları insanlığa zarardan başka bir şey getirmemiştir. Eşit olmak için benzemek gerekir. Oysa kadın ve erkeğin yaratılışı birbirinden çok çok farklıdır; Eşit yapıda olmayanları eşitlemeye çalışmak en büyük adaletsizliktir.

Kadın' erkek arasında denklik mümkün olmadığı için eşitlik mücadelesi bir müddet sonra üstünlük savaşına dönüşüyor. Ka­dınlar, ne kadar zeki, ne kadar becerikli, ne kadar başarılı olabileceklerini erkeklere göstermek ve ispat etmekle ömürlerini geçiriyorlar.

Feminizm ilk çıkış yıllarında kadını insan yerine bile koymayan Avrupa için belki elzemdi. Fakat bugün feminizm artık amacım aşmış vaziyettedir ve Avrupa’da da aile birliği için bir tehlike arz etmektedir. Avrupa ülkeleri de aile kurumunu korumak için kadınların geleneksel rollerine dönmeleri gerektiği ile ilgili çalışmalar yapmaya başladılar; Feminizm nerdeyse kadı­nın, ailenin ve insanlığın en büyük düşmanı hâline geldi.

Kadına değer veren bir dinin mensupları olarak feminizm aşısının bizde tutmaması gerekirken maalesef sinsi oyunlarla pek çok kadın feminizm bataklığına doğru çekiliyor. Medya köşelerinin kadın yazarlarının çoğu feministtir ve yazılanın da çoğu kadınları erkeklere karşı kışkırtmaktan başka bir işe yaramıyor.

Bu femo köşecilerin bütün yazdıkları “Kadınlar eziliyor, erkekler kadınlara zulmediyorlar. Erkekler kadınları mutlu etmiyorlar... Erkekler zevk düşkünü ve duygusuz varlıklar... Ey kadınlar, haklarınızı arayın!..” havasındaki teraneler... “Kadın, erkek, ilişki, sevgililik, aşk, özgürlük, aldatma” gibi ailevi mevzuları temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp vatandaşların önüne koyu­yorlar. Televizyon programlarında (diziler, filmler, tartışmalar; haberler, ekran çöpçatanlıktan...) da bu mesele renkli ekranla­rın değişmez menüsü olarak milyonlara sunuluyor.

Verimsiz ve parazit tiplerin gayretleri ile tutmayacak aşı tut­tu. Kadınların ellerine “kadın hakları” diye bir afiş verip onlar­dan “kadın olma hakkı”m aldılar.

Kadın olmayı unutturdular. Hak hukuk davasına düşen ka­dın, erkekle mücadeleye girdi.

Feminizmin cinsel özgürlüğü savunması ve yaygınlaştırma­sı da yine kadınların aleyhine oldu. Bağlılık duygusuyla yaratı­lan kadın, koldan kola savrulurken mutlu olamıyor; çünkü fıt­ratında bir aile kurma ve anne olma saiki var. Tabii, feminizmin getirdiği cinsel özgürlük, evliliğin sorumluluğunu almadan pek çok kadınla birlikte olmak isteyen erkeklerin çok işine geldi. Bu yüzden feminizm, erkek taraftar bulmakta da zorlanmadı.

Evde, işte, kısacası hayatta eşitlik diye bir şey mümkün de­ğildir.Bunu artık anlamak lazım. Eşitlik davası komünist bir id­diadır aslında. Komünizmde zengini fakire eşitleyelim diye uğraştılar fakat yapamadılar.Feminizm de kadını erkeği eşitlemeye çalışıyor. İki dava da yaradılışa aykırı olduğu için temelsizdir ve sürmesi mümkün değildir.

Komünizm çöktü, dansı feminizmin başına...



Sema Maraşlı - Sevmek Bu Kadar Güzelken
Devamını Oku »

Düşman ve Aşk

Düşman ve Aşk
'Televizyon insanoğlunun mutsuzluğunun baş sebebi iken evlerin başköşesini kaplıyor. Başköşesini değil başköşelerini kaplıyor. Neredeyse her evde birden fazla televizyon var. Bey, hanım, çocuklar ayrı ayrı odalarda, ayn kanallarda, ayn prog­ramlarda takılıyorlar.

Sanki dünyaya vakit doldurmak için geldik de televizyon o ihtiyacı karşılıyor. Sevdiklerimizle geçirmediğimiz vakitleri, on­ları kaybedince anlayacağız; ama biraz geç olacak.

Düşman ile aşk yüzünden, sevgiler soluyor, sevenler mut­suz oluyor.

Sevdiklerimizle aynı evde yalnızlaştık, hayatımıza başka dünyalar girdi.

İnsana ait ahlaki değerlerin çoğunu televizyon başında kay­bettik.

Dünyadan haberi olan adamlar, yanı başındaki karısından habersiz kaldı.

“Daha fazlasını iste.” reklam sloganları ile kanaat duygumu­zu kaybettik, aç gözlü olduk.

Hırsızlığı arsızlığı oradan öğrendik.

Ağlak muğlak dizilerle, merhamet ve itimat duygumuzu yi­tirdik. En yakınlarımızdan şüphelenir olduk.

Aşk dizileri ile aşkı ucuzlattık, ihaneti öğrendik.

En kötüsü, biz kadınlar, kadınlığımızı onunla kaybettik

Filmlerdeki kadınlardan; dik dik bakmayı, güçlü görünmeyi, erkeklerle mücadele etmeyi, erkeği adam yerine koy mamayı, gururu, kibri, çokbilmişliği ve ukalalığı öğrendik.

Kadının kadınlığını, yumuşaklığını, komedi dizilerinde dalga geçilirken gördük. Kadının eşine “Peki canım!” demesini ezilmişlik, fedakârlığını aptallık, ev işleri yapmasını fakirlik, erkeğe hizmet etmesini geri kalmışlık olarak öğrendik.

Bütün bunları hikâye içinde, bize sevdirilen oyunculardan, hiç farkında olmadan, rol çalarak elde ettik. Göz gördü, şuu­raltı sevdi...

Fakat bir problem var; Onlar filmde, biz gerçek hayattayız. Oradaki kadın bütün dikbaşlılığına rağmen kıymetten düşmü­yor. Sevilmeye devam ediyor.

Erkek, kendine bağıran, laf sayan, güya gurur timsali gibi gösterilen kadına bir gün sonra elinde çiçekle gelip barışmak için uğraşıyor. Kadını neredeyse taç yapıp başına takacak...

Gerçek hayatta ise bunların tam tersi oluyor. Film de zaten orda kopuyor.

Medyanın zararı bu kadarla da kalmıyor. Reklamlar kadını aşağılık hissettirmeye ayarlı hazırlanıyor. Firmalar daha fazla satış yapmak için kadın bedenini kullanılırken ekran başındaki kadınların da bedenlerine saldırılıyor.

“Yeterince iyi değilsiniz, ancak bu ürünü kullanırsanız, bu kadın gibi olursanız kendinizi düzeltebilirsiniz, güzelleştirebilirsiniz. O zaman erkekler sizi beğenir.“

Bu arada televizyondaki incecik, her daim bakımlı kadınlar, erkeklerin de kafasındaki kadın ölçülerini değiştiriyor. Onlar da eşlerinde kusur bulmaya başlıyorlar, evde manken gibi eşler görmek istiyorlar. Bu da pek mümkün olmadığı için hem kadın eşine karşı kırgınlık duyuyor hem erkeğin gözü dışarıda kalıyor.

Televizyon, çocuklarımız için de ayrı bir tehlike. Onlara ver­meye çalıştığımız manevi değerlerimiz televizyonla yerle bir edi­liyor. Çocuklarımızın tertemiz zihinlerine çizgi filmlerle, gözü­müzle göremediğimiz; fakat şuuraltına ulaşan (subliminal) 25. kare tekniği ile pek çok tehlikeli fikirler aşılanıyor.

Tabii kötü olan televizyon değil, programlar. Bütün kanal­ları ve programları aynı kefeye koymayalım. Maneviyata saygı­sı olan, faydalı bilgiler sunan kanallar da var. Fakat maalesef ki bilhassa çocuklara ve gençlere diğer zararlı yayınlar yapan; fa­kat nefse hitap eden, albenili, eğlenceli programlar daha hoş geliyor. Aşk ve ihanet dizileri de kadınları cezbediyor. Erkekler­de de futbol merakı, mafya ve polisiye dizi merakı varsa en teh­likeli kanallar açılıyor.

Velhasıl, dikkat edelim de kendimizi ve ailemizi ekran başın­da kaybetmeyelim.

Sema Maraşlı - Sevmek Bu Kadar Güzelken
Devamını Oku »