Tüylerimizi diken diken eden emir

Tüylerimizi diken diken eden emir

“Saliha kadınlar gönülden itaat ederler.'' (Nisa Sûresi 34.Ayet-i Kerîme)

Allah (cc) “İyi kadınlar kocalarına gönülden itaatli ve saygılıdırlar.” buyuruyor. “Erkekler kavvamdır...” diye başlayan” ve ailede İslâmî düzeni anlatan Nisa 34. Âyet-i Kerîmede...“
Kadın erkeğin evde reisliğini ve koruyuculuğunu kabul et­tikten sonra ne olacak? Tabiatıyla evin reisine saygılı olacak.

Tüylerimizi diken diken eden bir emir: Kocaya itaat... Bu iki kelime yan yana geldiğinde biz kadınları çok fazla rahatsız edi­yor. “Allah’a itaat tamam, seve seve, başım üstüne ama kocaya itaat olmaz...” diyorlar. Oysa kocaya itaat Allah’ın (cc) emri olduğu için aslında Yaradan’ına itaat etmiş oluyor kadın.

Sevgili Peygamber’imiz de pek çok Hadîs-i Şerîf ile kadının kocasına itaatinin ehemmiyetine dikkat çekiyor:

“Kadın, beş vakit namazı kılar, orucunu tutar, iffetini korur ve kocasına itaat ederse, cennete girer.” buyuruyor. Öyle kaçılmak isteniyor ki bu Ayet-i Kerîme’nin emrinden, Ayet inkâr edilemiyor fakat bu Âyet’i destekleyen bazı Hadîs-î Şerifleri inkâr noktasına gelebiliyor kadınlar.

“İnsanın insana secde etmesini emredecek olsaydım, nın kocasına secde etmesini emrederdim...”

Mesela bu Hadîs-i Şerifi pek çok kadın “Sahih değildir...” diyerek kabul etmiyor Oysa Hadîs-i Şerîf sahih, kaynakları da sağlam. Riyâzu’s-Sâlihînden aldığım Hadîs-i Şerif kaynak ola­rak Tirmizî-Radâ 10; Ebû Dâvûd-Nikâh 40; İbni Mâce- Nikâh 4’te yer alıyor.

Buradaki secdenin Allah’a yapılan secdeyle elbette hiç alaka­sı yok. Peygamber’imiz bu Hadıs-i Şerifle ailede muduluk için kadının kocasına saygı duymasının ne kadar gerekli olduğuna dikkat çekmiş. Arapçada çok kullanılan “teşbih” sanatı yapılmış.

“Ne yani, şimdi biz kocalarımıza itaat edeceğiz; onlar da bizi paspas gibi ezecekler; öyle mi?” diyenler var.Allah’a karşı ne kötü bir zan! Rabb’im kadının ezilmesini ister mi?

Yaradan’ımız kadının kocasına itaatini emretmişse el­bette bunda pek çok hikmetler vardır Kadına, itaat emredilirken, erkeğe kadını ezme hakkı verilmemiş, koruma ve kollama duyguları verilmiş...
Karşılıklı haklar var.

Bakara 228. Âyet-i Kerîme’de buyuruluyor ki:

“Erkeklerin kadınlar üzerinde ma’ruf (meşru olan) hakları olduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Yalnız erkeklerinki onlara göre (aile reisliği ve mesuliyetleri bakımın­dan) bir derece fazladır. Allah mutlak galiptir, hüküm ve hik­met sahibidir.”

Kadına, kocasına saygılı olması emredilmiş. Bu emir kadı­nı ezmek için değil, korumak için... Kadın kendinden güçlü yaratılmış erkeğin karşısında ancak ona yumuşak davranarak kendini koruyabilir. Nitekim “Yumuşak ipeği en keskin kılıç bile kesemez.”

Kız çocukları ve erkek çocukları farklılıktan üzerine yapılan bir araştırmadan çıkan sonuca göre kız çocukları sevgiye, erkek çocukları saygıya değer veriyor. Biz bütün çocuklar sevgi ister zannediyoruz. Oysa erkek çocukları saygıya daha çok değer veriyor. Saygı isteği erkekliğin temelinde var.

Kadın erkeğe saygı göstermeli, erkek de karısından sevgisi eksik etmemelidir. Yaradan’ın kurduğu nizam böyledir, tersine kürek çekerek asla mutlu olamayız. Fakat günümüzde maalesef ki kadınların çoğu, erkeklerle mücadele etmeyi bir maharet zannediyorlar. Erkeğe itaat bir “geri kalmışlık” gibi addediliyor Bu da ailenin düzenine ciddi zararlar veriyor. Neticede kadınlar mutsuz, erkekler kırgın...

Erkekler sert yaratılmışlar; fakat kaba değil. Arada çok bü­yük bir fark vat Kadın erkeğin sert tabiatını, filmlerdeki ro­mantizm sosuna batırılmış erkeklere bakarak “kabalık” olarak yorumluyor ve erkeklere kızgınlık besliyor. Kabalık aile terbi­yesiyle alakalıdır ve kadın da erkek de kaba olabilir. Kabalık yaratılıştan değildir.

Biz kadınlar, bir şey işimize gelmezse içimizi rahatlatmak için çıkış yolları ararız. Allah'ın emrini inkâr edemeyeceğimize göre âhirete kadar kendimizi oyalayacak sebepler bulmamız lazım ki iç sesimiz bizi dürtüp rahatsız etmesin...

Bulmak istersek bahane tükenmez: “İtaat etmiyorsam se­bebi var canım. Allah böyle bir kocaya itaati emretmemiş- tir herhâlde. Bu adam geçmişte bana şöyle şöyle haksızlık yapmıştı. İlmî ehliyeti yok. Namazını ancak kılıyor. Gelsin Peygamberimiz gibi bir erkek, ona itaat edeyim.

Allah (cc) bir âyette “İyi kadınlar, iyi erkeklere itaat ederler” buyurmuyor. İtaat edilmesi gereken erkeklerin vasıfları sayıl' mamış. Şu hâlde kadının koca olarak kabul ettiği erkek, saygıyı hak etmiş oluyor...

Kadın ya kocasına saygılı olacak ya da onu koca olacak va­sıflarda görmüyorsa boşanacak. “Hem yaşarım hem de adamı adam yerine koymam, süründürürüm...” gibi üçüncü bir alter­natif, dinimizde yok.

Pek çok dindar kadın kocasını beğenmiyor, takvalı bulmuyor. Kimi kocasının nafile oruç tutmamasından, kimi televizyona bakmasından, kimi müzik dinlemesinden, kimi çok kitap okumamasından dolayı derdi.

Kocalarını kendileri kadar asil bulmadıkları için onları basit zevkleri olmakla suçlayıp aşağılayan ve kocalarından daha fazla ibadet ettikleri için de kendilerini pek bir takvalı ve sâliha hanım zanneden kadınlar çok.

Oysa Allah (cc) “Sâliha hanımlar kocalarına gönülden itaat ederler.” buyuruyor. “Kocalarını kendilerinden aşağı görürler.”demiyor.

Velev ki bilgi, zenginlik, tahsil gibi hususlarda kadından daha geride olsa bile mademki Rabb’imiz erkeği aileye idareci olarak seçmiş, her hâlukârda kadın kocasına itaatli ve saygılı olmak zorundadır.

“Teşbihte hata olmaz.” derler, üniversite mezunu bir çalışa­nın ilkokul mezunu diye patronunu beğenmeyip istediklerini yapmaması, isyankâr olması mümkün müdür? Ya orda çalışmayacak ya da patron olarak onu kabul ediyorsa saygılı olacak.

Çalışan kadın, iş yerinde patronuna gayet saygılı, onun tahsilini sorgulamıyor. Maaşım alabilmek için patronun emirlerini yerine getiriyor ve kendini ezik falan hissetmiyor. Fakat aynı kadın eve gelince kocasının iki sözüne tahammül edemeyip saygı sınırlarını aşıyor. Allah’ın emrine karşılık, patronun parası daha öne geçebiliyor maalesef. Hâlbuki eşi de ailenin maddi-manevi mesuliyetini taşıyor.

Bizden önceki nesilde erkeğe saygı vardı; fakat bu gönülden bir saygı değildi çoğu kez. Kadınlar erkeklerden korktukları için onlara zoraki saygı duyarlardı. Erkek düşmanlığının üzerine güzel bir saygı inşa etmek zaten zordur.Kadın kocasının karşısında konuşmaz; ama bunu kendine dert eder, içinde biriktirir.

Mutfağa gitse çocuklarına kocasının ardından konuşur çocukları babasına düşman eder; komşuya gider, kocasını çekiştirir. Ezik psikolojisi içinde yaşar.Oysa Allah zoraki bir itaatten bahsetmiyor. Gönülden yapılacak bir itaat istiyor. Çünkü “Gönülsüz aş ya karın ağırtır, ya baş.”

Allah (cc) bu âyette saliha kadınları “kaanitât” olarak vasıflandırmıştır. “Kunut” severek isteyerek itaat üzere olmak, demektir “Zoraki,hoşlanmayarak, içinde sıkıntı duyarak ara sıra yapılan bir itaat” değil tam aksi, yani “isteyerek, severek, içinden gelerek itaat edilmesi” Rabb’imizin istediğidir.

Bu da ancak nefsine tapınmayan ve Allah'ın rızasını isteyen mü’min hanımlar için mümkündür. Çünkü evin reisini erkek olarak Allah(cc) tayin etmiştir. Neticede kocaya itaat Allah’a (cc) itaattir; Mü’mine kadın bunu seve seve, Allah rızası için, gönülden yapar.

Ayrıca kadının kocasına itaat etmesi ailede hep erkeğin sözü geçecek, kadının istedikleri hiç olmayacak demek değil­dir.

Kadın istediklerini kocasına tatlı tatlı yaptırabilir. Kadın yine itaat etmiş olur. Ayet-i kerime ile kadının kocasının kar­şısına dikilmesi, ona bağırması, onunla kavga etmesi, inatlaş­ması yasaklanmış. Kadın psikolojisini düşündüğünüz zaman bu tavır, önce, hissî yaratılmış kadını yorar, yıpratır. Güzel söz çok işe yarar: Gerginliği giderir, kavgayı önler. Aksi aksi, dik dik söylenmiş söz doğru bile olsa kalp kırar, ailelerin dağılmasına sebep olabilir.

Kocaya hizmet ve saygı, gönlünü hoş etmek çok sevap oldu­ğu gibi kadın böyle yaparsa kendi de sevgi-saygı görür. “Güzel söz sahibine sevap kazandırır ve sadaka yerine geçer.” buyuru­yor Peygamberimiz, Edep olarak büyüğe, hocaya, kocaya ters ters konuşmak, karşılık vermek uygun bir davranış değildir.

Ayet-i Kerîme itaat emrinden sonra şöyle devam ediyor:

“Hem de Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri gizlide de (kocalarının olmadığı yerde de ırzlarını ve kocalarının mallarını) koruyanlardır.”

Kadınlar, namuslarını ve kocalarının mallarını korur, kocalarının sırlarım ifşa etmez ve kocalarıyla kendileri arasında gizli hâlleri başkasına anlatmazlar. Allah’tan korktukları için, koca­ları olmadığı zaman bile onların haklarını korurlar.

Elimizde Yaradan’ımızın mutluluk reçeteleri var, daha niçin mutsuzuz ki? Kadınlar için ilaç biraz acı gibi görünüyor; ama o ilacı almadan şifa mümkün değil...

Sema Maraşlı - Sevmek Bu Kadar Güzelken
Devamını Oku »

Kadına Otorite Yakışır mı?



Kadın ve erkek eşitliğine dair, Rabb’imiz şöyle buyuruyor;

'Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri arzulamayın, erkeklere kendi kazandıklarından bir pay olduğu gibi kadınlara da kendi kazandıklarından bir pay vardır. Allah’ın lütfundan isteyin. Allah hakkıyla bilendir.” (Nisâ Sûresi / 32. Âyet)

“Sizi birbirinizden farklı noktalarda üstün yarattık, birbirini­ze özenmeyin.” buyrulmuş, daha bunun üzerine söyleyecek söz yok. Her iki cinse ne lazımsa verilmiş.

Erkekler hükümet gibi, kadınlar gizli devlet gibi.

Görünen açık güçler erkeklere verilmiş: cesaret, liderlik vas­fı, mali güç, beden gücü...

Gizli güçler de kadınlara verilmiş: kurnaz bir zekâ, küçük şeyleri gözden kaçırmamak, iletişim yeteneği, anne olma...

Materyalist bakışta, görünmeyen güçler, göz ardı ediliyor. Kabul edilen, görünenin varlığı. Tahsil ve maddi güç... Kadı­nı güçlendirelim, erkeklere ihtiyaçları kalmasın. Oysa her ne olursa olsun kadın erkeğe, erkek kadına farklı noktalarda her zaman muhtaç olacaklar.

“Sizi birbirinizden farklı noktalarda üstün yarattık.” Yani ya­ratılış olarak kadının erkeğe, erkeğin kadına bir üstünlüğü yok, iki cinsin birbirinden üstün olduğu sahalar var. Mesela kadınlar beynin sağ tarafını daha çok kullandıkları için duygusal konu­larda ve iletişim konularında erkeklerden daha üstündürler;

Erkekler ise beynin sol tarafını daha çok kullandıkları için sistematik düşünme ve mantık sahalarında kadınlardan üstündürler.

Kadın- erkek farklılıkları incelendiğinde pek çok noktada  iki cinsin birbirlerinden farklı ve üstün yönleri ortaya çıkar.

Rabb’ımiz Ayet-i Kerîme'de buyurduğu gibi herkese gerekli olanı vermiş ve “Birbirinizdekileri arzulamayın, onun gibi olmaya çalışmayın...” ve “Allah'ın fazlından isteyin...” buyruluyor, yani  kendinize verilen meziyetleri geliştirmeye çalışın.

İnsan olarak eşitiz. Kanunlar önünde kadın-erkek nasıl eşitse, dinen de bu böyle. Suçlara verilecek cezalarda ya da iyiliklere yapılacak mükâfatlarda kadın-erkek ayırımı yok.

Kadınlar, eşit olalım derken, çoğu zaman otoriteyi kendi ellerine alıyorlar, farkında değiller. Otorite kadına değil, erkeğe yakışan bir şeydir. İş yerlerinde yapılan araştırmalarda çalışan kadınların çoğu, kadın idareci istemiyorlar, erkek idareciyi ter­cih ediyorlar.

Kadın idarecilerin otoriteyi sağlamak için erkekleşmeleri ge­rekiyor; fakat bu da fıtratla çatışmaya sebep olduğundan tam olarak yapamıyorlar. Bu durum iş yerinde çalışanlara ve idareci kadınların aile hayatlarına zarar veriyor. Dışarıda idarecilik ya­pan kadınlar evde de idarecilik yapmaya devam ediyorlar. İda­reci kadınlar iş yerinde otoriteyi asık yüzlü durarak sağlamaya çalışıyorlarmış.

Oysa erkekler için idarecilik yaradılışlarında var olan bir şey olduğu için erkek idareciler güler yüzlü olmaktan ve çalı­şanları ile şakalaşmaktan, onlara yakın davranmaktan korkmuyorlarmış.

Evde idareyi ele almaya heveslenen pek çok hanım da oto­ritelerini kabul ettirmek için iş yerindeki idareci kadınların me­todunu kullanıyorlar: asık yüz... Kadınlar çocuklarına ya da eşlerine kızdıkları zaman kendi otoritelerini göstermek için hemen yüzlerini asarlar. Oysa bu hiç iyi bir metot değildir. Kadının kendi ruh sağlığı bozulmaya başlar. Kadın canı sıkıldığında üzüldüğünü gösteren bir yüz ifadesi ile durumu anlatsa problemler daha çabuk çözülür. Kadının kızgınlık ifadesi takınması evde güç çatışmasına sebep olur.

Dünyanın pek çok farklı ülkesinde de bunu anlatan ataşe­leri vardır:

“Mutlu evlilik, erkeğin baş, kadının kalp olduğu evliliktir.” (Portekizler)

“Kadın pantolonun bir bacağını istiyorsa, pantolonun iki bacağı da gitmiş demektir.” (Frizce)

“Bir kadın kendi eteğiyle kocasının pantolonunu ayırt ede­biliyorsa akıllıdır.” (İskoçlar, Britanya)

“Hakların denkliğinden kavga doğar.” (Cenap Şehabettin) “Bir milletin başında iki iyi lider olacağına, bir kötü lider olsun.” (Napolyon)

Yani ailede iki lider mümkün değildir. Her kurumda bir baş­kan vardır. Her arabada bir direksiyon ve tek şoför vardır. İki direksiyonlu, iki şoförlü araba olmaz, yapılsa da onunla hiçbir yere gidilemez.
Eşitlik davası ile kadınların çoğunda erkeklere karşı aşağı­lık kompleksi oluşturdular. Kadınlar sürekli erkeklerle eşit olduklarını yahut onlara üstün olduklarım ispat etmeye çalışıyor­lar» bu uğurda ciddi mücadelelerle hayatlarını heder ediyorlar.

Günümüzde aksaklık erkeğin evde idareci olması noktasın­da başlıyor. Feminist kadirim kabul etmek istemediği gerçek bu. Çünkü Feministler pederşahi (ataerkil / patriarcal) sistemi yok etmek istiyorlar. Erkeğin idareci olduğu aile sistemi yerine ka­dının idareci olduğu maderşahi (anaerkil / matriarcal) sistemi getirmeye çalışıyorlar. Bu da daha fazla asık yüzlü ve kızgın ka­dın demektir. Yaratılışa uymayan roller kimseyi mutlu etmez.

Bir evde iki otorite olamayacağı için kadın otorite olduğun­da erkek kendi otoritesinden vazgeçmek zorunda oluyor. Ka­dın, erkek rolünü alınca erkek de kadın rolünü almaya başlıyor. Kadın evde reis olunca çocuklarına da babalık yapmaya başlı­yor. Normalde çocuklar anneden sevgi almalılar; babadan oto­rite... Dominant annelerde büyüyen çocuklar, anneden sıcacık bir sevgi alamıyorlar, sevgi eksikliği yaşıyorlar. Evde izin mercii anne, kurallar koyan anne, neyin yapılıp yapılmayacağına karar veren anne, kızan ve cezalandıran anne olunca çocuk anneye kızgınlık duymaya başlıyor.

Kendi kocalarına reislik yapan bazı kadınlar; kocalarının ço­cuklarına hâkim olmasını, çocuklarının babaya saygı duyması­nı, yanlış yapacağı zaman babayı hatırlayarak çekinip korkma­sını istiyorlar; fakat çocuklar da annenin koca olarak saymadı­ğı adamı baba olarak saymıyor ve ondan çekinmiyorlar. Günü­müz gençliğinin problemli tiplerden meydana gelmesindeki en mühim sebeplerden biri de annelerin otorite olacağım diye ço­cuklarına yeterince sevgi vermemesi ve erkeğin ailede itibarını kaybetmesidir...

Kocasına saygılı davranmayan, onun evde reis olmasını ka­bul etmeyen pek çok kadın kendi oğulları evlendiğinde oğullarının gelin tarafından saygı görmesini bekliyorlar. Oğullarına “Karından korkma, erkek ol, sözünü dinlet!” diye öğütler veri­yorlar. Oysa pasif baba, reis anne ile büyüyen erkek çocukları da kendi evliliklerinde “kavvam” olmakta zorlanıyor, ekseriyetle eşleri tarafından idare ediliyor, çoğu zaman da eziliyorlar.

Sema Maraşlı - Sevmek Bu Kadar Güzelken
Devamını Oku »

Kadın, Hakkını Değil, Aklını Kullanmalı

Kadın, Hakkını Değil, Aklını Kullanmalı


“Yoksa her umduğu şey insanın kendisinin mi olacaktır" (Necm / 24)

Umduğumuz her şeye sahip olmak istiyoruz, elde edemeyince de sevdiklerimize ve hayata karşı kırgın oluyoruz.

Haklı olmak mı, mutlu olmak mı? İkisi arasında tercih yapmak zorunda kalsanız hangisini seçerdiniz?

İkisi bir arada olursa pek güzel olur; ama bu pek mümkün olmaz. İmtihan dünyası olması sebebiyle...

İnsan kendine iki dünya kurmalı;

1. Sevdiklerimizle kurduğumuz dünya
2. Sevdiklerimiz haricinde kurduğumuz dünya

Dış dünyada hak aramak lazım. Mü’min ne hak yer, ne de hakkını yedirir.

Alkol, uyuşturucu, ruh hastalığı gibi sebeplerle eşlerinden zulüm gören kadınlar bu yazının mevzusu değil.

Uğradıkları haksızlığa karşı onlara yardım etmek gerek. Onların da haklarını aramaları gerekir.

Ancak sevgi bağı olan yerde hak davası güdülmemeli. Yoksa sevgiyi kaybederiz. Evliler bilirler, haklı olmalarına rağmen mutsuz biten ne çok hâllere düştüklerini. Mühim olan, haklı olduğu hâlde sevgiyi ön plana almak, sevdiğini üzmemek için onu düşünerek hatayı görmemek.

İnsan kendini bütün iyi şeylere layık görür ve hepsini yaşamak ister.Umduğumuz şeylere kavuşmak istiyoruz. Hayal ettiğimiz evliliği yaşamak istiyoruz. Neyin hak, neyin hak olmadığı, kime göre hak, kime göre haksızlık olduğu, evlilik sahnesinde keskin çizgilerle belli olmaz. Bu, kişilere göre değişir.
Kendi hatalarımızı görmediğimiz için de haksızlığa uğradığımızı düşünüyor olabiliriz. Olanlara hep kendi penceremizden bakarız; görmek istediğimiz kadarını görürüz ve başkalarına da öyle anlatırız. Bir de karşıdakinin penceresinden bakmak lazım.

Kime göre haklısın? Kendine göre...

Bazen iki taraf da haklı olabilir.

Erkek “Karım çok çabuk yüzünü asıyor. Çok şey beklemiyorum, sadece bir güler yüz istiyorum, buna da hakkım vardır herhâlde.” diyor.

Kadın da buna benzer şeyler söylüyor: “Akşam eve iş sıkıntılarını getirmesin. Asık yüzle gelmesin, bir güler yüz de beklemeye hakkım yok mu?” diyor.

Kadın “Her gün evde kahvaltı yapıyorum, pazar günleri ol­sun dışarıda kahvaltı yapmaya hakkım var.” diye düşünüyor.

Erkek “Her gün dışarıdayım haftanın bir günü şöyle evimde ayaklarımı uzatayım, rahat rahat kahvaltımı yapayım, gazete­lere bakayım; her gün çalışıyorum, bir gün dinlenmek benim de hakkım.” diye düşünüyor.O zaman ne olacak? Gezmek için bile olsa erkek dışarı çıkmayı bir yorgunluk olarak görebilir.

Kocanız işten yorgun geldi ve bir sebeple kızdı bağırdı. Hiçbir suçunuz yok, siz haklısınız, şimdi ne yapmalısınız? Karşısında siz de mi bağırmaksınız?

Farz edelim ki karınıza “Şu saatte seni alacağım...” dediniz.

-O da Tamam... dedi. Siz o saatte oradasınız, ama karınız yok,sizi bekletti; ne yapmaksınız? Bağırıp kalbini mi kırmalısınız,yoksa sabırla beklemeli misiniz?

Bu anlarda haklılığı değil mutluluğu ön plana almak gerekir Yaptığımız iyiliklerin karşılığını hemen görmek istiyoruz.

Oğluna çok düşkün bir anneye “Bu kadar üstüne düşmeyin artık evlenme yaşına gelmiş. Evlenince de böyle yaparsanız gelininiz kıskanır.” dedim. Kendinden çok emin bir şekilde “Be­nim gelinim iyi olacak; çünkü ben kayın-validemle çok güzel anlaştım, çok hizmet ettim.” dedi.

“Yaptıysan bir iyilik, karşılığım mutlaka dünyada alacak­sın; yaptıysan bir kötülük onun cezasını da mutlaka dünyada çekeceksin...” diye bir kaide yok. Neticede biz bu dünya için yaratılmadık. Gerçek bayat ölüm sonrası olduğu için de yaptık­larımızın karşılığım esas orada bulacağız.

Velev ki gerçekten haksızlığa uğradık; Allah’ın (cc) bir ismi de “ÂdiTdir. Allah adalet sahibidir, haksızlık ve zulüm yapmaz. Haksızlık ve zulme maruz kalan kişi bağışlamadıkça da haksızlık edenleri bağışlamaz. Allah’ın (cc) “Adil” olması bütün suçların cezasını veya iyiliklerin mükâfatını dünyada vereceği manasına gelmez. Bazılarını hem dünyada hem ahirette, bazıla­rını ise sadece âhirette verebilir.

Nisa 40. Âyet-i Kerîme’de: “Şüphesiz Allah, zerre kadar haksızlık etmez.” buyruluyor. Dışarıdan bakıldığı zaman haksız­lık gibi görünen davaların altında kim bilir ne hikmetler vardır, bilmiyoruz.
Yaptıklarımızın karşılığını dünyada beklemek bizi depres­yona sokuyor, kırgın ve kızgın yapıyor. Psikologlara giden ka­dınların çoğu maddi imkânı iyi hanımlar ve çoğu eşlerinden şikâyetçi. Ortada dayak şiddet falan yok fakat çoğu, kocaları tarafından haksızlığa uğradığım düşünüyor. “Ben ne hata yap­tım?” diye kendini hesaba çeken pek olmuyor.

Aslında bu kadar hak davasına düşmemiz, bir noktada da iman zayıflığımızı gösteriyor. Bir sonraki hayata olan inancımız yakîn» sağlam bir iman olsa haksızlık karşısında bu kadar öfkelenmeyiz.Demek ki âhiretimiz hakkında ciddi endişelerimiz var; Âdil olan Rabb’imize tam güvenemiyoruz ki adaleti kendi elimizle sağlamaya çalışıyoruz.

Kaderle sürekli kavga hâlindeyiz. Yaşadıklarımızı bir türlü kabullenemiyoruz. “Ben bunu hak etmedim. Ben daha iyi bir kocayı hak ediyorum. Ben daha güzel bir kadım hak ediyorum. Ben bu davranışları hak etmiyorum. Bunları yaşamamam la­zımdı.” Al eline bir kalem, yaz kaderini o zaman!
Hakkımızın yendiğini düşündüğümüz zaman açık veya gizli cezalandırmalara başlıyoruz. Eşimizi cezalandıralım derken as­lında en çok kendimizi cezalandırmış oluyoruz.

Kocasıyla olan problemlerini anlatan bir hanıma “Eşinizle çok inatlaşmışsınız, biraz alttan alsaydınız, tamam deyiverseydiniz...” demiştim; o da “Aaa, biz Cumhuriyetken beri bu ka­dar kadın hakkını erkeklerin karşısında susalım diye almadık!” diye karşılık vermişti. Şimdi boşandı, tek yaşıyor, kedi sesinden bile korkuyor. Pek esip gürleyen kadın hakları şampiyonları onu korumuyor!

Sahi, Cumhuriyetten beri bu kadar “kadın haklarının bize niye verdiler ki? Erkeklerle mücadele edelim diye mi? Ortalık, haklarını bilen yalnız ve mutsuz kadınlarla dolu. Tabii bir de eşiyle hak mücadelesi yapmaktan yorulmuş bezgin kadınlarla...

Haklar meselesi konuşuldukça kışkırtıcı oluyor: “Hakkım var, o hâlde almalıyım...” Kimden ne alıyoruz? Sevgi bağı olan yerde hak çetelesi tutulur mu? Hak davası ya mezarda biter veya mahkemede.

Kadınlar “Aman kocamız bizi ezmesin!” diye korkularından eşleriyle sürekli mücadele ediyorlar: Bunun sonunda da kadınların, kocalarının ezmesine gerek kalmıyor, kadınlar kendi kendilerini gayet güzel eziyorlar.

Haklar değil vazifeler konuşulmalı. Kadın ve erkeğin sevgilerini yaşatmak için, mutlu bir evlilik hayatı yaşamaları için tvler yapmaları gerekir, bunlar konuşulsun ki insanlar yapmadıkları, unuttukları varsa hatırlasınlar, eksiklerini tamamlasınlar Hakları konuşmanın kime ne faydası oldu bu güne kadar?

Allah kadına iletişimle donanımlı müthiş bir zekâ vermiş. Kadın, hakkını değil, aklını kullanarak gayet güzel mutlu olabilir.

Kadın haklarını değil, kadın olmayı konuşmalıyız. Kadınlar olarak birbirimize destek olmalı ve kurulan tuzaklara düşmemek için çalışmalıyız. Bize öğretilen bütün yanlışları unu­tup, fıtratımızda var olan fakat üzerine toprak atılan orijinal kadını ayağa kaldırmalıyız. Modernlik çukurunda boğulma­yalım diye...

Hak ettiklerimizi değil, yaşamamız gerekenleri yaşıyoruz. Bizi olgunlaştıracak, çiğlikten kurtaracak hayatı yaşıyoruz. 0 hâlde, söylenmeden, şikâyet etmeden yaşamalı değil miyiz? Şikâyet ederek yaşamayı seçersek yaşadıklarımızın içindeki almamız gereken dersleri, incelikleri kaçırırız.

“Hamdım, piştim, yandım...” demiş Mevlâna. Eğer pişerken sızlanıp dırlanırsak, feryad-u figan edersek, tadımızı bulmadan, çabuk yanarız, öyle değil mi?

Sema Maraşlı - Sevmek Bu Kadar Güzelken
Devamını Oku »

İsra ve Miraç hususunda Mealcilerin büyük çelişkisi

İsra ve Miraç hususunda Mealcilerin büyük çelişkisi




İsra ve Miraç hususunda Mealcilerin büyük çelişkisi..Miraç var mı? Peygamber Efendimiz bedenen göklere yükseldi mi? Mescid-i Aksa nerede?:

İsra ve Miraç hususunda Ehl-i Sünneti eleştirmekte ittifak halinde olan mealciler kendi içlerinde herhangi bir fikir birliğine varamadılar..Oysa Kuran ayetlerinin açık, anlaşılır ve kolaylaştırılmış olduğunu savunur ve bu yüzden de Kuran tefsirinde hadisleri lüzumsuz görürler. Kuran’ın mücmelini tafsil, genelini tahsis, mutlakını takyid ve feri aslına ilhak gibi Sünnette yer alan hususlar, Kitab’ın hükümlerinin anlamlarını şerh ve tefsir konumundadırlar. Bu fonksiyonu inkar eden mealciler apaçık ve anlaşılması kolay gördükleri ayetleri yorumlamada bin parçaya bölündüler..Saldırmakta usta oldukları anlaşılan mealcilerin "peki öyleyse bu işin doğrusu sizce nedir?" sorusuna kendi aralarında çelişki olan fikirlerle cevap vermektedirler:

1-) Miraç yok..İsra, Kudüs'e ve Ruhen:

1. Mehmet Okuyan: Miraç yoktur..İsra ise ruhen Mekke'den Kudüs'e ruhen yaptığı bir bilinçlendirme seyahatidir..O yatay bir seyahattir. Ruhen yapılmış, o da bedenen filan değil. Peki bunun Kudüs'ten göklere doğru çıkış kısmı var mı? Hayır yok.(1)

2. Bayraktar Bayraklı:

Bayraktar Bayraklı'ya göre de Mescid-i Aksa Kudüs'teki Mesciddir:

İşte gece yürüyüşü dediğimiz İsrâ olgusu, insanlığın ilk ma'bedi, ilk üniversitesi olan Mescid-i Haram (Beytullah)dan başladı, yani bereket ve hidayet kaynağı olan (Âl-i İmrân 3/96) Mescid-i Haram denen üniversiteden başladı.

Yolculuk, Mescid-i Aksa denen, çevresi mübarek kılınan, yani kutsal olan üniversiteye doğru olmuştur. O dönemde Mescid-i Aksa Ya­hudi ve Hristiyanlar için önemli bir ma'bed idi. Yüce Allah İsrâ l'de "çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa" demektedir. Sadece Mescid'in kendisi mübarek değil, çevresi de mübarek idi. Bu açıdan bakınca bu ma'bedin, yani üniversitenin Mescid-i Haram'a benzeyen yönü olduğunu görür ve anlarız.Mescid-i Aksa da Yahudi ve Hıristiyan­lığın eğitim merkezi ve üniversiteleri idi. Demek ki Mescid-i Aksa, in­sanlığın ikinci üniversitesi olma özelliğini taşıyordu. "Bir ma'bed ve üniversiteden başka bir ma'bed ve üniversiteye gidiş"e İsrâ denmektedir.
[Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/170-172.]



2-) Miraç yok..İsra, Kudüs'e değil:

3. İsrafil Balcı: Kuranı Kerim Miraç'tan asla ve kat'a bahsetmiyor...Böyle bir şey yok. Hiçbir ayette de bu meseleyle uzaktan yakından ilintili değil..Bu tamamen rivayetlerden müteşekkil bir anlatı..Miraç rivayeti ve özellikle Kudüs'ü öne çıkarma Emeviler döneminde..Kudüs ve Şam'la ilgili pek çok İsrailiyat rivayeti de taşınmıştır..(2)

Mescid-i Aksa Kudüs'teki mescit değil: Emeviler döneminde Şam bölgesinin yönetim merkezi olması ve bu bağlamda Kudüs’ün dini politik kimliği gibi nedenler halifelerin bu bölgeye özel önem vermelerinde etkili olan unsurlardandır. Bu bağlamda özellikle Abdülmelik döneminde Kubbetüssahre gibi görkemli bir mabedin yapılması ve akabinde Mescit-i Aksa’nın inşası bölgenin önemini ve Müslümanların nazarındaki kutsallığını daha da artırmıştır. Özellikle inşa edilen camiye ayette geçen el-Mescidü’l-Aksa adının verilmesi, zamanla yanlış bir anlamayı da beraberinde getirmiş ve adeta ayette zikredilen el-Mescidü’l-Aksa’nın bu camiyle alakalı olduğu gibi bir algı ortaya çıkmıştır. Oysa bu mabetlerde isra ve miraç hadiseleri arasında herhangi bir ilişki yoktur.

(http://ihvanisafaa.blogspot.com.tr/2014/07/isra-ve-mirac-gercegi-israfil-balc.html#sthash.iIwNb19J.dpuf)

Değerlendirme: Bu durumda İsrafil Balcı'nın Mescit-i Aksa'nın yerde olduğunu ama hangi mescit olduğunu açıklamadığını görüyoruz..Madem ki bu mescit Kudüs'teki Mescit değil, hangisidir?

4-Ercüment Özkan : Biliyorsunuz İsra, Arapça gece yürüyüşü demektir..(3)

Sohbetten anlaşılana göre Ercüment Özkan miracı inkar ediyor..İsra'yı maddi bir bedenle yapılabilirliğine kapıyı kapatmıyor..Kudüs'ten bahsetmiyor..

(http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/07/ahadtek-hadis-bile-olsa-hadisi-hafife.html)

5. Şaban Ali Düzgün: Hz. Peygamberin bedenen göklere yükseldiğini söyleyen değil tam tersine yükselmediğini söyleyen ayet-i kerime var...Bu ayet İsra suresinin içerisinde geçmektedir..İsra (90-94) (4)

İsra mucizesi ne ruhen ne de bedenen olmuştur..İlmen gerçekleşmiştir..(4)

6-Hüseyin Atay: İsra mucizesi ne ruhen ne de bedenen olmuştur..İlmen gerçekleşmiştir..(4)



3-) Miraç Var, Mescid-i Aksa'nın nerede olduğu tartışmalı olmakla birlikte Kudüste'ki Süleyman Mabedi en kuvvetli ihtimal: 

7-İslamoğlu:

İslamoğlu'na göre Mirac vardır:

Bu bir anahtar kelimedir dedik subhan. Neden böyle bir anahtarla giriyor. Miraç gibi, isra gibi ruhani bir müşahede için konulan bir sınırdır aslında. Burada bir tasavvur inşa ediliyor. Muhatabın tasavvuru inşa ediliyor. Bir sınır konuluyor. Miracı ve İsrayı, yani insanın Allah’a yürüyüşü gibi sırlarla dolu muhteşem ve ruhani bir olayı anlamaya çalışırken ey insanoğlu gözetmen gereken birinci sınır; Allah’ı kişileştirmemek. Allah’ı indirgememek. Allah’ı yaratıklar dünyasına indirgememek zihninde. Tasavvurunda Allah’ı yaratılmışlarla özdeşleştirmemek.

İşte böyle bir uyarı. İlk anahtar. Mirac’ı, İsra’yı, Yani insanın Allah’la buluşması gibi çok gaybi, sırri, sembolik ve ruhani bir olayı anlamaya çalışırken dikkat etmen gereken ilk şey; Allah’ın aşkın, müteal varlığını içkinleştirmemek. Yani yaratıklar seviyesine indirmemektir. Buna çok dikkat etmelisin. Onun için Subhanelleziy diye başlar. Yani aşkın olan, her türlü kişiselleştirmeden uzak olan. Varlıklara, yaratıklara benzemekten uzak olan O Allah’ki. Bu birinci anahtar.

Burada bir Allah tasavvuru inşa ediliyor. Onun için bu sınıra riayet edeceksin ey muhatap, ey vahyin muhatabı. Eğer Miraç gibi, İsra gibi bir olayı doğru anlamak istiyorsan, her ne ki aklına geliyor, o Allah değildir diyen arifin bu sınırını iyi hatırlamak lazım. leyse ke mislihî şey’ (Şura/11) ayetinin bu bir yorumudur aslında. O hiçbir şey gibi değildir. Yani hiçbir şey de onun gibi değildir elbette.

İkinci anahtarımız da var manasını verdiğim yerde, o da nedir? Bi abdiHİ kulunu. Buda ikinci sınırdır. Birinci Subhan sözcüğünde Allah tasavvuru inşa edildi vahiy tarafından, abdiHİ ile de muhatabın insan tasavvuru inşa ediliyor. Yani içkin, aciz, sınırlı, beşer. Onun için kul olduğu hatırlatılıyor. Bu hadisenin kahramanı olan efendimiz (A.S.) ın bir insan olduğu, bir kul olduğu öncelikle.Abduhu ve Resulühu. O’nun kulu ve elçisi olduğu hatırlatılıyor. İkinci anahtar olması da bu yüzden. Yani İsra ve Mirac gibi İnsan Allah buluşmasına tekabül eden sırri, gaybi ve derûni bir müşahedeyi anlamak için ey insan, Allah’ın aşkın varlığını bir kere, bir çıta olarak göreceksin. İkincisi de insanın içkin varlığını, beşeri varlığını, yani ilahi bir varlık olmadığını, sınırlı bir varlık olduğunu. Bunu da ikinci çıta olarak göreceksin. Onun için bu olayı anlarken insanı ilahlaştırmaya, insanı melekleştirmeye kalkmayacaksın. İnsanın insan tabiatını unutmayacaksın. Yani O’nun kulu Bi abdiHİ olduğunu aklından çıkarmayacaksın.
Hatta min âyâtina. Burada bu yorumumuzu destekleyen de bir şey var. Ayetlerimizden bir kısmını gösterdik diyor. min âyâtina yani hepsini değil. Gaybi sembollerimizin tamamını göstermedik, sadece bir kısmını gösterdik. Onun için bu da abdiHİ’yi destekleyen bir başka ibare.

inneHU HUves Semiy’ul Basıyr Zira O, evet sadece O’dur her şeyi işitip her şeyi gören.Ayetin bu sonuncu cümlesi de 3. çıtadır, 3. sınırdır. Nasıl 3. sınır? Her şeyi yalnızca Allah görür. Peygamber gösterileni görür min âyâtina ayetlerimizden linüriyehu min âyâtina ayetlerimizden bir kısmını gösterelim ona diye. Her şeyi mi? Hayır. Onu sadece Allah görür.

Burada geçen Mescidi Aksa, en uzak mabed anlamına gelir. Ki başından beri İslam tefsir geleneği tarafından Kudüs’te ki Süleyman mabedi. Bugün Hz. Ömer camiinin ve kubbetüs sahranın yani haceri muallak ta denilen o kutsal kayanın da içinde bulunduğu çok geniş bir alan. İşte o alanın çevresi ile birlikte mübarek kılındığı Kur’an da beyan ediliyor. İslam tefsir geleneği en uzak mescidi, ora ile tefsir etmiş. Fakat ender de olsa Hamidullah gibi bir takım muttaki alimler bu el Mescidül Aksa’nın Kâbe’nin simetriğinde ki, göklerin ötesinde ki, meleklerin tavaf ettikleri ve aslında Kâbe’nin onun yer yüzünde ki izdüşümü olduğu uzak mescit. Hakk katında ki, ötelerde ki mescit olduğu yorumunu yapanlarda var.
Kudüs; İlya adıyla bilinirdi Resulullah döneminde. Ki hadislere de ilya olarak geçmiştir. Bu ismi Romalılar koymuşlardı Elya. Elinin şehri anlamına Haddi zatında Kudüs’ün adından yola çıkarak bu ayete herhangi bir mana vermek de zor. Fakat şunu söyleyeyim ki İslam geleneğinde daha ilk nesilden itibaren El Mescidül Aksa’nın kapsamına Kudüs’ün alınmış olması ve Miraç hadislerinde Resulallah’ın Kudüs’ten söz etmesi her halükarda bu yüce ve mukaddes yolculuğun kapsamı dahilinde Mescidi Aksa’nın Kudüs’ünde bulunduğunu hükmetmemizi gerektirir. Fakat El Mescidül Aksa eğer Hamidullah üstadımız gibi alimlerin yorumu doğruysa Kâbe’nin aslı olan gökteki en uzak mescitse o zaman bu ayet sadece İsra’dan değil, aynı zamanda miracdan da söz eden bir ayet olur ki, İsra’yı da kapsamış olur, içine almış olur bu yolculuk.(4)

Gerekçeli mealinde ise şunları söylemektedir: 

5 el-Mescidu'l-Aksa:''en uzak mabed'' veya mescid'in lügat anlamıyla ''secde edilecek en uzak yer''. Tefsirlere göre bu, Kudüs'te bulunan ve çevresinin bereketli kılındığı ifade edilen (Krş:7:137; 21:71,81) Süleyman Mabedi ve onun çevresinde yer alan verimli topraklardır. Buradaki problem,ayetin indiği tarihte Kudüs'te Süleyman Mabedi'nin tamamen harap bir halde bulunmasıdır. MS.70'teki Titus katliamında mabed yerle bir edilmiş ve yeri Hristiyanlar tarafından çöplük haline getirilmiştir. Vahyin indiği dönemde de bu halde bulunuyordu. Bu durumda iki ihtimal vardır:

1) Ya Allah Rasulü'ne İsra müşahedesinde gösterilen el Mescidu'l-Aksa, Süleyman mabedinin yıkılmasından önceki halidir ve bir mucize olarak gösterilmiştir.

2) Ya da buradaki el-Mescidul Aksa tıpkı Tur 4'teki el-Beytu'l-Ma'mur gibi göklerin ötesindeki ''en uzak mescid'' anlamına gelir. 30:3'te Filistin topraklarının ''yakın'' olarak nitelendirilmesi bunu teyit eder. Bazıları, Ezraki ve Vakıdi'nin rivayetine dayanarak, bu mescidin müminlerin gizlice toplanıp ibadet ettikleri Mekke'ye on mil mesafedeki Cirane'de olduğunu söyler. '' En uzak mescid'' ile Medine'deki Mescid-i Nebi'nin kastedildiğini söyleyenler de olmuşsa da bu tutarsızdır. İkinci şıkka giren görüşler içinde en tutarlısı göklerin ötesindeki en uzak mescid görüşüdür. Secde'nin hakikatinin, kulun Allah'a bağlılığını sunması olduğunu hatırlanacak olursa, el-Mescidu'l-Aksa'nın karşılığı şu olur: ''insanın Allah'a bağlılığını sunabileceği en yüksek makam''. Fakat ayetin devamında hayli ayrıntılı bir biçimde İsrailoğullarından söz edilmesi, Hz. Peygamber'e müşahede ettirilen mescidin Süleyman Mabedi'nin orijinal halinin görüntüsü olduğunu teyit eder. Bununla şu mesajı verilmiş olsa gerektir: Davud ve Süleyman peygamberlerin nübüvvet mirasının varisi sensin ey Muhammed! Allahu a'lem.



4-) Miraç yok, İsra bedenen, Mescid-i Aksa Mekke'de:

8-Hakkı Yılmaz: 

TARİHÎ KAYNAKLARDAKİ MESCİD-İ AKSA:
“Mescid-i Aksa”, “en uzak mescit” demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi için birden fazla mescit olması ve bu mescitlerden birinin merkeze diğerlerinden daha uzak olması gerekir. Aksi hâlde bu ifade dilbilimi bakımından hatalı olur. Nitekim o dönemin Mekke şehrinin tarih ve coğrafyasından bahseden eserlere bakıldığında, karşımıza bu mantığı doğru çıkaran bilgiler çıkmaktadır.

İlk İslâm tarihçilerinden Vakıdî’nin “Kitabü’l-Meğazî” ve el-Ezrakî’nin “Ahbâru’l-Mekke” adlı kitaplarında derlemiş oldukları bilgilere göre, Mekke’de Mescid-i Haram’dan başka değişik yerlerde mescitler vardır. Hatta bazı evler bile Mekkeliler tarafından mescit olarak kullanılmaktadır. Bu mescitlerden biri de Mekke’ye dokuz mil mesafedeki Cirane Vadisi’nin yukarısında olmasından dolayı “Mescid-i Aksa/ en uzak mescit” denilen mescittir. Bu mescidi Kureyş’ten birisi yaptırmıştır. Bir keresinde peygamberimiz burada ihrama girerek Mescid-i Haram’a gelmiş ve Kâbe’yi tavaf etmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlar bu eski küçük mescitleri yenilememişlerdir. Buna rağmen bu mescitlerin yerlerinde teberrüken namaz kılmışlardır.

VAKIDİ BELGE ORİJİNALİ

UYARI:

O günkü Mekkeliler, kendi inanışlarına göre İbrahim peygamberin dininin mensupları idiler. Dinleri tahrifata uğramış olsa da, kendi anlayışlarına göre namaz, hacc gibi dinî vecibeleri kendi mevcut inançları doğrultusunda yerine getirmekteydiler. Peygamberimizin durumu da aynıydı. Bu husus daima göz önünde tutulmalı, namazın, haccın, secdenin ve dolayısıyla da mescidin peygamberimizin elçi oluşu ile ortaya çıktığı düşünülmemelidir. Diğer taraftan, mescit denilince bugünkü mescitler akla gelmemelidir. Örneğin Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî denilince onların bugünkü şekli akla gelip bugünkü yapıları anlaşılmamalıdır. O mescitler bugünkü şaşaalı, debdebeli, şatafatlı, tantanalı hâllerine Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve Suudiler döneminde getirilmişlerdir. Mescit, secde edilen yer demek olduğuna göre, bu mescitler de, eğitim- öğretim, toplantı yapmak için belirlenmiş olan yerler, yani o çağa göre basit kerpiç yapılar veya ağaçtan yapılma çardaklardır. Önemli olan yapılarının şekli değil, kullanım amaçlarıdır.

Yukarıda verdiğimiz bilgiler ışığında, artık ayetteki “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesi daha iyi değerlendirilerek Mescid-i Aksa’nın haram/ mübarek bölgenin dışında, kenarında bir yerde olduğu anlaşılmış olmalıdır. Sonuç olarak söylemek gerekirse; Mescid-i Aksa Kudüs’te değil, Mekke’deki haram/mübarek yerin kenarındadır. Dolayısıyla, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa da, rivayetlerde söz konusu edilen mescit de Kudüs’teki mescit değil, Mekke’nin kenarındaki bu mescittir. Yani, hakiki Mescid-i Aksa Mekke’nin kenarındadır ve Kur’an’dan yapılan bu tespit, ilk dönem tarih ve coğrafya bilimcisi Vakıdi’in kitabındaki ile aynıdır.

Gerçek bu olmasına rağmen, yukarıda verdiğimiz rivayetlere tefsir, şerh ve haşiye yazanlar, bu rivayetlerde oluşan tutarsızlıklara kılıf hazırlamak için çeşitli teviller ileri sürmüşlerdir. Birçoğu gülünç olan bu tevilleri görmek için klasik kitapların orijinallerine veya tercümelerine bakılabilir. (5)

Değerlendirme: Hakkı Yılmaz kendi metoduyla çelişmiştir..Kuran ayetlerinin anlaşılmasında Vakıdi'den önemli bir yardım almıştır..Delil getirdiği rivayet yok sayıldığında yaptığı yorumları destekleyecek akli bir şahidi kalmayacaktır..

9-Yaşar Nuri Öztürk : Kur'an'ın hiçbir yerinde herhangi bir insanın Allah'­ın yanına yükseldiği, O'nunla konuştuğu, din buyrukla­rı hususunda O'nunla pazarlığa girdiği, O'ndan: "Ben sana aşıkım, sen olmasan varlıkları yarat­mazdım..." şeklinde methiyeler dinlediği yolunda de­ğil bir beyan, bir işaret bile yoktur. Ne yazık ki, Yahudi-Hristiyan mitolojisinden İslam'a aktarılan Miraç hikâyesi (veya hikâyeleri), tüm bu Kur'an dışı kabulleri içermektedir.

Bu kabuller, bazı surelerdeki (özellikle Necm ve İsra Sureleri) Cebrail'e giden zamirleri teviller yapıp Allah'a göndererek veya ayetleri mitolojiye uydurarak desteklenmektedir. Tümü anlam kaydırması veya tah­riftir.

Kur'an'da bir İsra olayı vardır. İsra, aynı adı taşıyan surenin ilk ayetinde de gösterildiği gibi, "gece yürüyüşü veya gece yürütmek" demektir. Ayetin be­yanına göre, Hz. Peygamber, bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürütülmüştür. Bu yürütmenin beden ve ruh beraberliğinde mi? yoksa sade­ce ruhen mi olduğu ayette açıklanmamıştır. Hz. Peygamber'in Mescid-i Aksa'dan göklere yükseltildiğine ilişkin hiçbir söz ve işaret yoktur. Böyle bir şey, zaten Kur'an'ın sünnetullah dediği varlık yasalarına aykırı­dır.

İş bununla da kalmaz: İsra olayındaki yürütme­nin ruh ve beden beraberliğinde olduğunu kabul etmeyen, böyle diyenleri yalancılık ve iftiracı­lıkla suçlayan büyük sahabîler vardır. Bunla­rın başında fakıh sahabî Hz. Âişe gelmektedir. Hz. Âişe, "Peygamberimiz Miraç gecesi rabbini gördü, onunla konuştu..." vs. türünden sözler söyleyenlere şid­detle karşı çıkmış ve şunları söylemiştir: "Bu sözleri duyunca tüylerim ürperiyor, bunları nasıl söy­leyebiliyorlar. Bunları söyleyenler Allah'a da Peygamber'e de iftira etmiş olurlar. Allah hiç­bir beşere görünmez, hiçbir beşerle konuşmaz." Hz. Aişe bununla da yetinmemiş, şunu da eklemiştir: "O gece Hz. Peygamber yatağından hiç ayrılmadı, ayrılsaydı ben görürdüm. Rabbi onu o âlemler­de ruhen dolaştırdı."

Kur'an'ı dikkatle okuyanlar görürler ki Hz, Âişe'nin bu sözleri ve tavrı Kur'an'ın beyanlarına ve ruhuna en uygun olanıdır.

Bizim Kur'an'dan beslenen düşüncemiz ve inancımız şudur: Hz. Peygamber, bir İsra mucizesiyle lütuflandırılıp bir gece Mekke'deki Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürül­müştür. Bu götürülmenin beden ve ruh beraber­liğinde mi, sadece ruhen mi olduğu meselesi bizim bilgi sınırlarımızın dışındadır. Biz bu noktada durmayı yeğleriz. Hz. Peygamber'in göklere çıkarıldığı, Allah ile görüştüğü, Al­lah'ın ona iltifatlar ettiği, namazın uzun bir pazarlıkla farz kılındığı yolundaki rivayetlerin tümünü Kur'an'a, dine, uluhiyet ve nübüv­vetin şanına aykırı buluruz.

Hz. Resul'ün Cenabı Hakk'ın tecellilerine ruhen muhatap olmasına gelince o bir kerelik değildir. Resul bu tecellilerin her an muhatabı­dır. O muhatap olmanın nasıllığı ise bize anla­tılmamıştır. O halde biz o noktada da dururuz; kafamızdan veya û söylemlerinden yararlanıp senaryolar oluşturmayız.

Yahudi-Hristiyan mitolojisinden aktarılan kabuller­le Kur'an'daki İsra olayının kaynaştırılmasından do­ğan sapmalar Hz. Muhammed'in û elçisi niteliklerine ters düşen birçok bid'at ve hurafe barındırmaktadır. (6)

Değerlendirme: Burada yazının bir cümlesine dikkat çekmek istiyorum..Y.Nuri: "Bu kabuller, bazı surelerdeki (özellikle Necm ve İsra Sureleri) Cebrail'e giden zamirleri teviller yapıp Allah'a göndererek veya ayetleri mitolojiye uydurarak desteklenmektedir. Tümü anlam kaydırması veya tah­riftir". Hakkı Yılmaz ise tam bunun aksine bir iddiada bulunmakta :Kısaca özetlemek gerekirse, Necm suresinin ilgili ayetleri çarpıtılmış ve Allah'a ait olan nitelikler maalesef Cebrail`e yakıştırılarak Kuan'ı vahyedenin Cebrail olduğu ileri sürülmüştür. Necm Suresi’nin ilgili ayetlerinde vahyi kimin öğrettiği isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır.

(http://www.istekuran.com/isra.html#VVYKwOEGBYoQSmwe.99)



5- Göklere çıkış var, miraç bedenen, Mescid-i Aksa gökteki beyti mamur:

10-Abdülaziz Bayındır:  Mescid-i Aksa meleklerin tavaf ettiği gökteki Beyt-i Mamur'dur. (7)

Allah, ayetleri, ayetlerle açıklamıştır. O yola girmeyince Kur’ân-Sünnet bütünlüğü bozulmakta ve çelişkiler oluşmaktadır. Açıklamayı Kur’ân’dan aldığımızda Allah Teâlâ’nın şöyle dediğini görürüz:

“(Orada Muhammed’in) gözü kaymadı; sınırı da aşmadı.” (Necm, 53/17)

Gözün kaymaması ve sınırı aşmama, ancak ruh ve beden birleşince olabilir. Bu sebep bu olay uyanıkken ve ruh-beden bütünlüğü içinde gerçekleşmiştir. (8)

*

Sonuç: Hemen hemen her hususta birbirleriyle çelişki içinde olan bu insanlar ehl-i sünnete saldırmadan önce kendi içlerinde tutarlı, birbirini destekleyen bir noktaya gelmeleri gerek..Yorumlardan açıkça anlaşılıyor ki bir mealcinin dediği diğerini tutmuyor..Birinin hak dediği diğerine göre batıl..Mescid-i Aksa yerde mi gökte mi diye sorsan kimisi yerde kimisi gökte diyecektir..Yerde diyenler de kimisi Kudüs'te kimisi Mekke'de diyecektir..İsra, bedenen mi ruhen mi diye sorsan kimisi ruhen kimisi bedenen diyecek hatta bazısı  ne ruhen ne bedenen, zihnen diyecektir..Her bir beyin adetince ihtilaf vukuya geliyor..Bu karmaşaya aldanıp birbirlerinden herhangi bir üstünlüğü olmayan mealciler içinden gelişigüzel yapılan tercihle sahih hadislerin bize verdiği bilgileri görmezden gelmek akıllı kişinin işi değildir..Hakkı Yılmaz gibi birinin zora düşünce Vakidi'den nasıl faydalandığını gördük..Mealcilerin bu çaresiz halleri düşünüldüğünde ehl-i sünnetin yolunun ne kadar aydınlık ve çelişkiden uzak olduğu daha rahat anlaşılıyor..Hadisleri inkarın nasıl bir kaos oluşturduğunun güzel bir örneği..

***

(1) -https://www.youtube.com/watch?v=3P9ojWHwom8&t=09m09s
(2) -http://www.dailymotion.com/video/x18p639_kur-an-isra-olayini-anlatir-mirac-ise-rivayetlerle-inanc-haline-gelmistir-prof-dr-israfil-balci_school
ayrıca bkz: https://www.youtube.com/watch?v=PMRfVyhdtNQ
(3) -https://www.youtube.com/watch?v=-RA2CEx-pDY
(4) -https://www.youtube.com/watch?v=l72Yae067hs
(5) -http://www.istekuran.com/isra.html#JgjoqeJIQllR3phC.99

(6) -Yaşar Nuri Öztürk, İslam Nasıl Yozlaştırıldı.
(7) -https://www.youtube.com/watch?v=jJ2iDnaNQqI
(8) -http://www.suleymaniyevakfi.org/roportajlar/isra-ve-mirac.html



http://ravzaimutahhara.blogspot.com.tr/2015/08/isra-ve-mirac-hususunda-mealcilerin.html
Devamını Oku »

Kaderin Tanığı


Pek çoğumuz, varlığımızın dünya üzerinde pek az yer tuttuğunu düşünüyoruz. İnsan teki, koca dünyada ne ka­dar da çaresiz, değil mi? Yapıp etmelerimizin, düş ve düşün­celerimizin dünyayı değiştiremeyeceğini sanıyoruz. Ben size şimdi başka bir hikâye söyleyeceğim: İyilik dünyayı değişti­rebilir. Kalbinde iyilik ve ruhunda bu iyiliği harekete geçi­recek bir irade taşıyan herkes, tarihi yeniden yazabilir. An­cak iyiliğin iradesi bizim dünyadaki varlığımızı görünür kı­lar; bizden başkalarına taşınacak bir ümit, bir neşe, bir se­vinç dünya yüzeyindeki alanımızı genişletir.

Ey hayatı bir eksiklik duygusuyla yaşayan ve hiç gelmeye­cek baharı terennüm eden nazenin ruh, bırak kendinle uğ­raşmayı. Senden yardım bekleyen bir dünya var bak dışarı­da. Bir insana çare ol. Bir yurtsuza barınak ol. Kendi evi­ne korkmadan yürü, kentli çocukluğuna kavuş. Şifa veren, seni erişkin hayatına yaralı bir ceylan olarak saldıysa, bu di­ğer yaralanmışları daha iyi anlayabilmen içindir. Onları iyi­leştir. Onlarla iyileş.

Bak, hayat yine çağıldıyor dışarıda. Onunla ve onda de­rinleş. Derinleş. O kadar derinlere in ki, kaderin sana gü­lümsediğini gör. Kimseye kendi kalbinden öte bir yurt yok. Oraya cihanı sığdırabilirsen, ne mutlu sana!

Kaynak:

Kemal Sayar,Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Hayat Teselli Bulmaktır

Her-Seyin-Bir-Anlami-Var


Bilmek için kimileyin sev­mek gerekir. İşte tasavvufun merhameti mihver alan öğretisi bu noktada insanın ruhsal sıkıntılarına çare olarak beliriyor.

‘İncinmemek ve incitmemek’ten yola çıkan ve “Gönüller yapmaya geldim” diyen bu zengin öğretinin, mutluluğu, tü­ketmekte arayan ve ciddi kimlik sorunlarıyla bunalan günü­müz insanına söyleyeceği çok şey var.

Her şeyden önce, anlamın insanın tam da içinde, ruhu­nun derinlerinde saklı olduğunu ve ancak bilinçli bir gayret­le gün yüzüne çıkarılabileceğini söylüyor bize. İnsanın temel meselesinin olgunlaşma serüveni olduğunu söyleyerek bizi içimizde saklı duran olgun insanı (insan-ı kâmil) açığa çıkar­maya davet ediyor. Bütün kadim öğretilerde olduğu gibi, ta­savvufta da hayat bir yolculuk olarak resmediliyor ve bu yol­culukta insanın geçmişin çalışma ve yüklerinden yavaş yavaş arınarak gerçek benliğini keşfetmesi isteniyor. Gerçek ben­lik, üzerine Allah'ın ışığının düştüğü; hırs, tamahkârlık ve hasetten arınmış benliktir. İnsan, varoluşun bu daha olgun düzeyinde ne kâinatı ne de diğer insanları tahrip ve istismar etmeyi düşünür, iyilikte meleklerle yarışır. İşte sufi psikolo­jisini günümüzün kimi maneviyatsız psikoloji öğretilerine nazaran farklı kılan noktalardan biri budur: İnsan ruhu te­kemmül edebilir, iyiye doğru evrilebilir, bencilce arzuların­dan sıyrılarak huzur ve itimi’nan bulabilir. İnsan yükselir. İn­san her durumda ızdıraplarından fazlasıdır. Yeri geldiğinde, ızdıraba tahammül ve kadere/kaçınılmaz olana rıza göster­mek de insanın olgunluk yürüyüşünde bir basamak olabilir. Yirmili yaşlarında, fidan gibi oğlunu kaybetmiş ve bir tera­pistin karşısında ağlamakta olan anneye terapist ne söyleye­cektir? Böyle durumlarda ‘ötelerin soluğunu taşımayan her kelime incitici olabilir.

Hayata hayret nazarıyla bakmak ve böylece kâinatı ve insan nefsini saran güzelliği fark etmek, bu yolculuğun ilk adımı. Bu bir aşk yolculuğu ve “Zafer değil, sefer” ilkesine dayanıyor. Yolculuğun kendisinin ruhu aşka boyayacağım, o aşkla içimizin/ kalbimizin şeffaflaşacağını ve güzelliği akset­tiren bir ayna olacağını ümit ediyoruz. “Yoktuk, bizi var et­tin ve şimdi yine bedenlerimiz yokluk âlemine gidiyor. Ama gel gör ki, bu arada sana âşık olduk. O nakşı işleyen kalemin sahibine âşık olduk” diyen bir aşk uygarlığı...

İnsan mutsuzluğunun tırmandığı bir çağda, sufi irfanı­nı işitmemiz gerek. Ruhun bilgeliğine ulaşmak için bilgeli­ğin ruhuna nüfuz etmeliyiz. Yola çıkmak, ruhun sızısına şifa Aramaktır. Hayat, bir bakıma şifa bulma arzusudur. İnsanın o,ilksel ayrılığından iyileşme ve Cânânla buluşma arzusu.

Şifa sahibini arayış...

Bir sufi sözün de söylendiği gibi, “Her arayan bulamaz, ancak bulanlar yalnızca arayanlardır.”

Kaynak:

Kemal Sayar - Her şeyin Bir Anlamı Var



Devamını Oku »

Telefonun Ucunda,Yaşanmayı Bekleyen Bir Hayat Vardır



herseyinbiranlamivar


Cep telefonları günümüz insanının en büyük derdi olan can sıkıntısına birebirdir. Modern çağın alametlerinden bi­risi, insanın onca uyaran karşısında bile can sıkıntısına ya­kalanabilmesi. Eğlence peşinde koşarız. Hayatı kocaman bir neşe, ölçüsünü şaşırmış bir kahkaha olarak yaşadığımızda mutlu olduğumuzu sanırız. O yüzden bizi eğlendirecek, ha­yatı unutturacak bir şey bulamadığımızda elimizin altında­ki oyuncağa yöneliriz. Telefonlar, giderek sesi iletmekten eğ­lendirmeye doğru bir evrim geçiriyor. Yetişkin insanın da oyuncağa ihtiyacı var. içimizin ritimlerini fark edemediği­mizde, dışarıdan da bir ritim alamadığımızda canımız sıkı­lır. Oyuncaklar bizi oyalar.

Cep telefonlarını yanımızda taşırız. Onlarla ne yaptığımız, kiminle konuşup kime mesaj attığımız, özel bir gay- ret olmazsa bilinemez. Cep telefonlarının, online yazışmalar gibi, aldatmanın bir aracı haline gelmesine şaşmamalı. Aldatılan eş, onun kayıtlarından iz sürer. Aldatan, kayıtlarını sil­meye, telefonunu yanından ayırmamaya gayret eder. Mo­dern çağda aldatmak da, teknolojinin imkânlarından yararlanır. Kaç öykü dinledim: Aldatılan, gerçeği cep telefonunda saklı mesajlardan öğrenmişti. Tuhaflık, kredi kartının insana harcama yapmıyor olduğu yanılsaması vermesi gibi, cep telefonunun da kişiyi iz bırakmadığı yanılgısına sürükleme- sindedir. Cep telefonuyla aldatan, aslında kendisini aldatmaktadır.

Cebinizde telefonunuz varsa uzaklığın bir anlamı yoktur. Yeni teknolojinin en büyük numarası işte bu: zaman-mekân sıkışması.Artık her yerdeyiz. Her an online, her an hattayız. Hiçbir yeri geride bırakmış olmuyoruz. Uzaklık bizi hiç­bir şeyden mahrum bırakmış olmuyor. Zihin, bedenden ba­ğımsız yolculuklara çıkabiliyor. Bedenimizin içinde mahpus değiliz. Risk ve belirsizlik çağında, hatta olmak bize bir em­niyet duygusu veriyor. O yüzden çocuklarımıza da bir an önce telefon almak, onları merak etmek derdinden kurtulmak istiyoruz. Hatta olmadığımızda, kötü bir haber gelmiş olabileceğinden endişeleniyoruz. Kötülüğü, elimizdeki sihir­li oyuncakla def edebileceğimizi düşünüyoruz. Ancak hat­ta kalırsak başımız sıkıştığında yardım isteyebiliriz. Kapsa­ma alanı içinde olmakla, görünmez çitler bizi kötülüklerden koruyacak zannediyoruz. Modern insan, korkar. Bir korku kültüründe yaşıyoruz. Başımıza her an, her yerden bir bela ilişebileceği bilgisiyle. Belayı hissettiğin anda tuşlara dokun.

Özgürlükle emniyet arasında bir seçim yapmamız gere­kebilir. Manyetik dalgaların yerimi tespit edemediği anlar ve yerler olmalı, kaybolabildiğim zamanlar. Cep telefonla­rı, kimi durumlarda, insanın en değerli hâzinesi olan özgür­lüğü alır elinden. Kaybolmayı başaramazsınız. İçinizin şar­kılarım doyasıya dinlediğiniz zamanlar mazide kalır. Özgür­lük için yapmamız gereken şey aslında basittir: Arada, kap­sama alanı dışında olmak. Sevgiliyi özlemek. Ona mektup yazmak. Uzun zamandır görmediğiniz dostları çat kapı ziyaret etmek.Bir kitabı, bir anı, bir sohbeti bölmeden yaşamak.Hayatın akışına kapılmak. Sessizliğe kulak vermek.

Telefonun ucunda, yaşanmayı bekleyen bir hayat vardır.

Kaynak:

Kemal Sayar-Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Rasulullah'ın(a.s) Zehirlenmesi

Rasulullah'ın(a.s) Zehirlenmesi


Başta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Gazve-i Hayber’de bir Yahudi kadını, bir keçiyi biryan yapıp pişirmiş, gayet müessir bir zehirle zehirlemiş, Resul-Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma

göndermiş. Sahabeler yemeye başladılar. Birden ferman etti:
-(1)- Yani, "Pişirilen keçi bana der ki, ’Ben zehirliyim" diye haber veriyor. Herkes elini çekti. Fakat o şiddetli zehirin tesirinden, Bişr ibni’l-Bera’ aldığı birtek lokmadan vefat etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o Zeynep ismindeki kadını çağırdı. Ferman etti: "Neden böyle yaptın?" O menhuse [uğursuz] dedi: "Eğer peygambersen sana zarar vermeyecek. Eğer padişahsan, insanları senden kurtarmak için yaptım." Bazı rivayette onu öldürtmemiş, bazı tarikte öldürtmüş. Ehl-i tahkik demiş ki: Kendi öldürtmemiş; fakat Bişr’in veresesine verilmiş, onlar öldürmüşler. (2)
Şu vak’a-i acibedeki veçh-i i’câzı gösterecek iki üç noktayı dinle:

Birincisi: Bir rivayette var ki, o keçinin kavli haber verdiği vakit bazı Sahabeler de işittiler.

İkincisi: Hem bir rivayette vardır ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, haber verdikten sonra dedi: "  deyiniz, ondan sonra yiyiniz. Zehir daha tesir etmeyecektir."
Şu rivayeti çendan [gerçi] İbni Hacer-i Askalânî kabul etmemiş, fakat başkaları kabul etmişler. (3)

Üçüncüsü: Hem dessas [hilekar] Yahudiler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ve mukarrebîn-i Sahabeye birden darbe vurmak istedikleri halde, birden gaipten haber verilmiş gibi hadisenin inkişafı ve desiselerinin akim kalması ve o ihbarın ifade ettiği vakıa doğru çıkması ve hiçbir vakit Sahabeleri nazarında mütehalif [gerçeğe aykırı] bir haberi görülmeyen Zat-ı Ahmediyenin "Şu keçinin kavli bana söylüyor" demesi, herkesin kulağıyla o keçiden o sözü işitmesi kadar kanaat-i katiyeleri olmuş.

(1)- "Ellerinizi kaldırın, çünkü bana zehirli olduğunu haber verdi."

(2)- el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:219, 4:109; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:256, 264; İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-Me’âd, 3:336.

(3)-Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:317-319; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:645.(1)



Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed;

...Daha ilginç olan bir başka rivayet, Hayber'de Hz. Peygamber ve arkadaşlarının önüne çıkarılan zehirli etle ilgilidir. Bilindiği gibi, Hayber'in savaşta öldürülen Yahudi reisinin eşi Hz. Peygamber ve arkadaşlarına zehirli bir koyunla suikast düzenlemiştir. Rivayette, işte bu koyunun zehirli butu "Ben zehirliyim" diye haber vermiştir.(221)
Bilinen bir gerçektir ki, suikast sonucunda Bişr b. Bera yediği etten zehirlenerek hemen ölmüş, bu ölüme karşılık Sellâm b. Miskem'in karısı da kısas cezasına çarptırılmıştır.(222) İşin ilginç tarafı, Şifa sahibinin, bu rivayetin ardından Rasulûllah'ın ölüm hastalığına yakalandığında "Hayber yemeğinin etkisi nöbetler hâlinde beni yokladı. İşte şimdi, soluğumu kesecek ana gelip dayandı." dediği rivayetine yer vermesidir.(223) Bu rivayetin ardından Kadı İyaz, kemiğin konuşmasını "imkân" nazariyesiyle ispat ederek, yine Eş'arî Kelâmı'nın klasik yöntemine başvurur. (224)

219. Şifa, 1/310-311; Hasais, 2/61.
220. Hasais, 2/60.
221. Şifa, 1/318.
222. İbn Sa'd, Tabakat 2/200-202.
223. Şifa, 1/317.
224. Agy.

-------

Rasulullah'ın Zehirlenmesi 

1434) Enes İbn Malik şunu anlattı:
Bir Yahudi kadım, içine zehir koyduğu eti Rasulullah'a (s.a.v.) ge­tirdi. Resulullah (s.a.v.) o etten yedi ve:
- "Bu kadın etin içine zehir koymuş" dedi. Sahabiler:
-Ya Resulullah! Bu kadını öldürelim mi? dediler. Resulullah:
- "Hayır" dedi.
Enes şöyle der: Ben bunu (zehirlenmenin alametini) Rasulullah'ın (s.a.v.) diş etlerinden görüp bilmeğe başladım.[1]
1435) Ebu Hureyre şöyle anlattı:
Bir yahudi kadını, Rasulullah'a (s.a.v.) zehirli bir koyun hediye etti. Resulullah (s.a.v.) ashabına:
- "Durun yemeyin, et zehirlidir" dedi. Daha sonra: "Seni böyle yapmağa sevk eden nedir?" dedi. Kadın:
-Öğrenmek istediğim şuydu: Eğer sen peygambersen, Allah sana bunu haber verecektir. Eğer yalancıysan, insanlar senden kurtulurlar.[2]
1436) Ebu Seleme şöyle anlattı:
Resulullah (s.a.v.) hediyeyi yer, sadakayı kabul etmezdi. Hayber yahudilerinden bir kadın ona kızartılmış bir koyun hediye etti. Rasu­lullah (s.a.v.) ondan yedi. Bişr İbnu'l-Bera da yedi. Peygamber (s.a.v.) kadına şu haberi gönderdi.
- "Seni böyle yapmağa ne şevketti?" Kadın;
-Eğer sen peygambersen, sana hiçbir şey zarar vermez. Eğer kralsan, insanları senden kurtarırdım, dedi.
Resulullah (s.a.v.) kendi hastalığı hakkında şöyle demişti:
"Hayber'de yediğim yemeğin acısını hâlâ duyuyorum. Şu anda, kalbimin damarının koptuğunu hissediyorum."[3]
1437) Cabir İbn Abdullah şunu anlattı:
Hayber halkından yahudi bir kadın, kızartılmış bir koyunu zehir­leyerek onu Peygamber'e (s.a.v.) hediye etti. Resulullah (s.a.v.) koyunun ön kolunu alıp ondan yedi. Onunla birlikte, ashabından bazıları da ye­diler. Peygamber (s.a.v.) onlara:
- "Ellerinizi kaldırın" dedi. Peygamber (s.a.v.) yahudi kadına adam gönderip yanına getirtti. Ona:
- "Bu koyunu sen mi zehirledin?" dedi. Kadın:
-Evet, sana bunu kim haber verdi? dedi. Resulullah (s.a.v.) elindeki eti göstererek:
- "Bana bu haber verdi" dedi. Kadın:
- Evet, dedi.
- "Bunu yapmaktan kastın neydi?" diye sordu. Kadın:
-İçimden şöyle geçirdim: Eğer o peygamberse, bu ona zarar vermez. Şayet değilse, ondan kurtuluruz, dedi.
Resulullah (s.a.v.) onu affetti, ceza vermedi.[4]

O koyunun etinden yiyen bazı sahabiler öldüler. Peygamber (s.a.v.) koyunun etinden yediği için omuzundan hacamat yaptırdı (kan aldırdı). Hacamatı, Beyaza oğullarından mevlası (azatlı kölesi) Ebu Hind kara ve şefre denilen bıçaklarla yapmıştı.
Musannif (Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzî): Onu zehirleyen kadının adı: Sellâm İbn Mişkem'in hanımı Zeyneb Bintu'l-Haris'tir, dedi.
Muhammed İbn Sa'd şöyle demiştir: Bizdeki rivayetlere göre; Pey­gamber (s.a.v.) o kadını öldürmüştür.

[1]- Buharı, Sahih, kitabu'l-hibe, bab: 28; Müslim, Sahih, kitabu's-selam, 45; Ebu Davud, Sünen, kitabu'd-diyat, bab: 6; imam Ahmed, Musned,...
[2]- Buharî, Sahih, kitabu'l-hibe, bab: 28;_Muslim, Sahih, hadis: 42; Darimî. Sünen, mukaddime, bab: 11; Ebu Davud, diyat, bab: 6; İbn Mace, Tıbb, bab: 45; İmam Ahmed, Musned, I/305, 373.
[3]- Buharî, Sahih, kitabu'l-mağazî, bab: 83; Darimî, mukaddime, bab: 11; imam Ahmed, Musned, VI/18.
[4]- Ebu Davud, diyat, bab: 6; Darimî, Sünen, mukaddime, bab: 11.
[Abdurrahman İbnü’l-Cevzi, Ashabın Dilinden Peygamberimizin Hayatı, Uysal Kitabevi: 615-616.]



Peygamberimiz Aleyhisselamın Hastalığının Ne Zaman Başlayıp Ne Kadar Sürdüğü, Hastalığının Ne Gibi Hastalıklar Olduğu 

Peygamberimiz Aleyhisselamın hastalığı Safer ayının son gecesinde,[80] Çarşamba günü,[81] Bakiyyu'l-Garkad kabristanına gidip evine döndükten sonra başağrısı ile başlamıştır.[82] Hz. Aişe der ki:
"Resulullah Aleyhisselam Bakiyy kabristanından dönünce, beni de başı ağrır bir halde bulmuştu.[83] Ben: 'Vay başım! diyordum Resulullah Aleyhisselam:
'Vallahi ya Aişe! Vay başım, diye ben demeliyim!' buyurdu."[84] Resulullah Aleyhisselamın başağrısı gittikçe ilerliyordu.[85] Peygamberimiz Aleyhisselamın hastalığı on üç gün sürmüştür.[86] Peygamberimiz Aleyhisselamın hastalıkları:
Zehirlenme
Humma (şiddetli sıtma),
Buhha (nefes borusunun tıkanıp sesin kalınlaşması ve boğuklaşması) idi.
Hz. Aişe, Peygamberimiz Aleyhisselamın hastalığı sırasında kendisine:
"Ey Aişe! Hayber'de tatmış olduğum zehirli etin acısını zaman zaman duyuyorum. Şu anda kalbimin damarının koptuğunu duymaktayım!" dediğini haber vermiştir.[87]
Enes b. Malik de:
"Resulullah Aleyhisselamın küçük dili üzerinde bu zehrin izini ve tesirini görür dururdum" demiş­tim. [88]

Ümmü Bişr b. Berâ' da der ki:
"Resulullah Aleyhisselam vefatlarıyla sonuçlanan hastalığa tutuldukları zaman, yanına varmıştım.
Kendisi humma nöbeti geçiriyordu.
Alnına elimle dokundum ve: Yâ Resulullah! Ben seni hiç kimsenin tutulmadığı hummaya tutulmuş görüyorum!' dedim.
Resulullah Aleyhisselam:
'Bize verilecek ecir ve mükâfat kat kat olduğu gibi, ibtilâlalar da bize böyle kat kat olur!' buyurdu ve:
'Halk benim hastalığıma ne diyor?' diye sordu.
'Halk, Resûlullah'taki hastalık zâtülcenptir, diyorlar dedim.
Resulullah:
'Allah bana o hastalığı musallat kılmış değildir.
Bu, ancak halka şeytanın bir telkin ve vesvesesidir' buyurdu.[89]
'Yâ Resulullah! Sen bu hastalığın neden ileri geldiğini sanıyorsun?
Ben oğlumun ölümünün ancak Hayber'de seninle birlikte yemiş olduğu zehirli koyun kebabından ileri geldiğini sanıyorum' dedim.
Resulullah Aleyhisselam:
'Ey Ümmü Bişr! Ben de bu hastalığımın ancak ondan ileri geldiğini sanıyorum![90]
Hayber'de oğlunla tatmış olduğum zehirli etin acısından şu anda kalb damarımın koptuğunu duy­maktayım.[91]
Zaman zaman onun ağrısını, sızısını duyuyorum dur!' buyurdu."[92]

Ebu Ubeyde'nin halası ve Huzeyfe'nin kız kardeşi Fâtıma Hatun da der ki:
"Kadınlarla birlikte Resulullah Aleyhisselamın hastalığını yoklamaya gitmiştik.
Resulullahı humma hararetinin şiddetinden sanki asılı bir sudan üzerine hep su damlıyormuş gibi buldum!
'Yâ Resulullah! Şifa bulman için Allah'a dua etsen!' dedik.
Resulullah Aleyhisselam:
İnsanların en ağır ibtilâya uğrayanları peygamberlerdir.
Sonra, derecelerine göre, onlardan sonra gelenlerdir' buyurdu."[93]
Ebu Saîd el-Hudrî de, Peygamberimiz Aleyhisselamı hastalığı sırasında ziyarete gelmişti.
Peygamberimiz Aleyhisselamın üzerinde bir şilte örtülü idi.
Ebu Saîd el-Hudrî şiltenin üzerine elini koyduğu zaman, Peygamberimiz Aleyhisselamın vücudunun hararetini şiltenin üzerinden hissedip:
"Humman ne kadar da şiddetlidir!?" dedi.
Peygamberimiz Aleyhisselam:
"Bize ibtilâ böyle ağırlaştırılır, ecrimiz de kat kat verilir!" buyurdu.
Ebu Saîd el-Hudrî:
"İnsanların en ağır ibtilâya uğrayanları kimlerdir?" diye sordu.
Peygamberimiz Aleyhisselam:
"Peygamberlerdir!" buyurdu.
Ebu Saîd el-Hudrî:
"Sonra kimlerdir?" diye sordu.
Peygamberimiz Aleyhisselam:
"Salihlerdir!" buyurdu.[94]

Abdullah b. Mes'ud da:
"Peygamber Aleyhisselamın hastalığında vücudu hummanın hararetinden şiddetle sarsıldığı sırada yanına varmıştım.
'Yâ Resulullah! Sen çok şiddetli bir hummaya tutulmuşsun!' dedim.
Resulullah Aleyhisselam:
'Evet! Ben sizden iki kişinin humması gibi hummaya tutuldum!' buyurdu.
'Şüphe yok ki, sana iki ecir var!' dedim.
Resulullah Aleyhisselam:
'Evet, öyledir. Hastalığa tutulan hiçbir Müslüman yoktur ki, Allah onun kusur ve günahlarını ağacın yapraklarının döküldüğü gibi dökmesin!' buyurdu" demiştir.[95]
[80] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre,c.4, s. 291.
[81] İbn Sa'd, c. 2, s. 206.
[82] İbn İshak, c. 4, s. 291 -292, Ahmed, c. 3, s. 489, Dârimî, c. 1, s. 39, Taberî, c. 3, s. 190. 82.
[83] İbn İshak, c. 4, s. 292, Ahmed, c. 6, s. 228, Belâzurî, c. 1, s. 544, Ebu'l-Fidâ, c. 5, s. 224.
[84] İbn İshak, c. 4, s. 292, İbn Sa'd, c. 2, s. 226, Ahmed, c. 6, s. 228, Buhârî, c. 7, s. 8, Dârimî, c. 1, s. 39, Belâzurî, c. 1, s. 544, Taberî, c. 3, s. 198.
[85] İbn İshak, c. 4, s. 292, Ahmed, c. 6, s. 228, Belâzurî, c. 1, s. 544, Ebu'l-Fidâ, c. 5, s. 224.
[86] İbn Sa'd, c. 2, s. 206, Belâzurî, c. 1, s. 559-568.
[87] Buhârî, c. 5, s. 137.
[88] Müslim, c. 4, s. 1721.
[89] Vâkıdî, Megâzî, c.3, s. 679, İbn Sa'd, Tabakât, c. 8, s. 31 4.
[90] Ebu Dâvud, Sünen, c. 4, s. 175, Hâkim, Müstedrek, c. 3, s. 219, Süheyli, Ravdu'l-ünüf, c. 6, s. 572.
[91] İbn İshak, İbn Hisam, Sîre,c.4, s. 353, Vâkıdî, c. 3, s. 679, İbn Sa'd, c. 8, s. 314.
[92] Vâkıdî, c. 3, s:. 679, İbn Sa'd, c. 8, s. 314, İbn Kayyım, c. 2, s:. 355.
[93] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 6, s. 369.
[94] İbn Sa'd, Tabakât, c. 2, s. 208.
[95] İbn Sa'd, c. 2, s. 207-208, Buhârî, Sahih, c. 7, s:. 3.

[M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/242-245.]
Buhari, Kitabu'l-Megazi ;

85- Peygamber(S)'in Hastalığı Ve Ölümü İle Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:
"Muhakkak sen de öleceksin, onlar da elbet ölecekler. Sonra hiç şüphesiz kıyamet gününde hepiniz Rabbinizin huzurunda muhakemeye duruşacaksınız" (ez-zumer: 30-31)
Ve Yunus ibn Yezîd el-Eylî, ez-Zuhri'den söyledi ki, Urve şöyle demiştir: Aişe (R) şöyle dedi: Peygamber (S) vefat ettiği hastalığı içinde: "Ya Aişe! BenHayber'de yediğim o zehirli yemeğin elemini devamlı hissedip durdum. İşte bu anlar o zehirden dolayı kalb damarımın kesilmesini hissettiğim zamandır" der idi..

Mustafa İslamoğlu: Rasulullah’ı uçuracağım diye yalan yanlış kaynakları kullananların tavrı da, Hamidullah’a tıpkı böyle görünmüştür. Çünkü bir arkeolog titizliği içerisinde, Hz. Peygamber’in hayatına adanmış bir ömrün sahibi olarak ulaştığı bulgular, onu tarihin en büyük mucizesiyle karşı karşıya getirmiştir: O mucize bizzat Allah Rasulü’nün hayatıdır.(2)
İşte o arkeolog titizliğiyle çalışan rahmetli Hamidullah, İslam Peygamberinde şöyle der: 1913. Bazı hadisçilerin naklettiğine göre, Resulullah (AS), son günlerinde “Hayber’in fethi sırasında bir kadının kendisine ikram ettiği zehirli bir yemek sebebiyle ölmek üzere olduğunu” söylemiştir. Resulullah’ın durumu fark ettiğini ve çiğnemekte olduğu eti ağzından çıkarıp attığını, aynı etin diğer bir parçasını çiğneyip yutan bir başka Müslümanın ise oracıkta öldüğünü hatırlatalım. Muhammed (AS), hastalığı hakkında şöyle diyordu:
“Zaman zaman bu zehirden çok çektim; şimdi ise beni şah damarımdan vurdu.”( İbn Hanbel, Müsned, IV, 206-207.)

------

Değerlendirme:

1-İslamoğlu'nun, hadisçilerin ve tarihçilerin üzerinde hiç bir kuşkusu olmayan rivayetler hakkında bile problemler yaşadığını görüyoruz..Bu sofistik, septik (şüpheci) yaklaşımın ilimden çok faydasız tereddütler hasıl edeceği ortadadır.
"Ben ki hepsinden iştibâh ederim.
Kime sorsan diyor ki yok haberim.
Kim bilir belki hepsi vehmiyyât.
Belki aldanmak ihtiyâc-ı hayat.
Kim bilir de belki hepsi doğru da ben
Bihaber kendi sehvî hissimden
Varı yok bilmek istedim, yoku var
İştibâh işte töhmetim, ne zarar...
Kim bilir belki aslımız toprak
Bunu bir muzdarip çamur yapmak
Hangi hain tesadüfün işi bu
Bunu bir Hâlık irtikap etmez
Halk eden mahveder harap etmez."

2-İslamoğlu: "İşin ilginç tarafı, Şifa sahibinin, bu rivayetin ardından Rasulûllah'ın ölüm hastalığına yakalandığında "Hayber yemeğinin etkisi nöbetler hâlinde beni yokladı. İşte şimdi, soluğumu kesecek ana gelip dayandı." dediği rivayetine yer vermesidir."
Cevap: Kadı İyaz, ehl-i sünnet alimi olduğu için Sahih-i Buhari başta tüm hadis ve siyer verisinden istifade edecektir..İşin ilginç tarafı ise bunu "işin ilginç tarafı" olarak tasavvur etmektir..Herkes yazar gibi Buhari ve Müslim rivayetlerine sırt dönecek, İmam Ahmed Bin Hanbeli, İbn İshak'ı, İbn Sa'd'ı dahası yazarın arkeolog ciddiyetiyle çalıştığını söylediği Prof. Hamidullah'ları veya yerli siyer otoritesi dediği Merhum Asım Köksal'ları kısacası geleneği ve o geleneğin üzerine yeni ve müspet şeyler katabilen herkesi unutup sadece kendi buğulu penceresinden bakmayı deneyecek değil ya!
Ne diyordu sayın yazar:"...Bu tasavvurun sahibi, camdan eşyanın tabiatına bakan biri olma konumundan çıkıp, sürekli hohladığı camın buğusunda vehmini ve hayalini izleyen biri olup çıkıyordu. Daha farklı bir ifadeyle söylersek, camdan bakması gerekenler cama bakmaya başlıyordu."

*

(1) http://www.erisale.com/?locale=tr&bookId=2&pageNo=200#content.tr.2.200
(2) http://www.mustafaislamoglu.com/yazar_1110_35_hamidullah-hocamizi-anarken.html

http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/08/rasulullahn-zehirlenmesi.html

Devamını Oku »

İslamoğlu'nun "salat u selam" problemi

İslamoğlu'nun "salat u selam" problemi.




Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, s.148-151

Kavramlaşan terimler ve "salat u selam" problemi
...Kavramlaşarak anlam genişlemesine ya da daralmasına uğrayan göstergelerin başında Hz. Peygamber'e salat ve teslimiyeti emreden ayette ki "sallû aleyh" ve "sellimû teslîmâ" ibareleri vardır: "Elbette Allah ve melekleri, Peygamber'e salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve onun (örnekliğine) tam bir teslimiyetle katılın." (33.56)
Tefsire dair bize ulaşan ilk eserlerden olan Ebu Ubeyde Ma'mer b. el-Müsenna'nın (ö. 210 h.) Mecazu'l-Kur'an'ı ve Ferra'nın (ö. 207 h.) Meani'l-Kur'ân'ı bu ayeti tefsire muhtaç bulmamışlar. Bunun anlamı, en azından ilk iki yüzyılda bu ayetin anlaşılmasında bir ihtilaf bulunmadığıdır. Fakat şayan-ı hayrettir ki, öncekilerin, tefsirine bir kelimeyle dahi ihtiyaç duymadıkları bu ayet, sonrakilerin üzerinde en çok konuştuğu Kur'an ayetlerinden biri hâline gelmiştir. İbn Kesir'in tefsirinde bu ayet, belki de hakkında en çok söz nakledilen ayetlerden biridir. Bu tefsirde sayfalar boyunca bu ayete ilişkin birbirinden farklı rivayetler nakledilmiştir. Bu rivayetler arasında birbirini destekleyenler olduğu gibi desteklemeyenler, yalanlayanlar bile vardır. İbn Kesir; bu ayet hakkındaki rivayetler arasında zayıf ve şaibeli rivayetleri de aktarır ve onları senet açısından eleştirir.

Bu durumun iki anlamı vardır:

1- Bir konu hakkında şaibeli haberler üretilmesi, o konunun daha önce polemik ve tartışma konusu olduğunun göstergesidir.

2- İlk zamanlar tefsire dahi konu olmayan bir ayet sonraki zamanlarda abartılı bir rivayet halesiyle çevriliyorsa, bu ayeti anlamada, öncekilerle sonrakiler arasında ciddi bir anlama farkı olduğu anlamına gelir.
Bu durumda ayetteki "salat" ve "teslim"in ideomatik (o gün kastettikleri) anlamlarını bulmak için ayetin bağlamına bakmak durumundayız. Bu ayetin içerisinde yer aldığı yedi ayetten oluşan pasaj, içerik, üslup ve biçim olarak birbirinden ayrılamayacak bir bütün teşkil eder. (33.53-59) Pasajın konusu, Hz. Peygamber'i üzüp incitecek tavır ve davranışlardan uzak durmaktır. Bunu özetlersek, "peygamberlik hukukunu korumak" diyebiliriz. Bu pasajda, Peygamber'e ve onun eşlerine mümin çevre tarafından nasıl davranılması gerektiği, yine Hz. Peygamber'in eşlerinin aynı çevreye nasıl davranması gerektiği hakkında birtakım uyarılar yer alır.
Konusu, çevresinin Hz. Peygamberle ilişkisi olan böyle bir pasajda "Peygamber'e salat ve teslim"in anlamı:

  1. Çok alternatifli olamaz.

  2. b. "Yusallûne" fiilinden dolayı, yapılabilecek bir eylem, iş ve oluş ifade etmesi gerekir.

  3. Tarafları Allah, melekler ve müminler olan üç ayrı öznenin şer'an ve aklen mümkün olan "ortak bir eylemi" olması gerekir ki, bunun en güzel şahidi de Allah ve meleklerin "teslim"e ortak olmayıp onun sadece müminlere bırakılmış olmasıdır.

  4. Ayetteki "teslim"in de insanın yapabileceği bir eylem, iş ve oluş olması gerekir.

  5. Son olarak "salat etmek" ile "teslim/selâm" olmak/etmek arasında anlam açısından zorunlu bir bakışımlılık ve tamamlayıcılık olması gerekir.

Bütün bu zorunluluklar ve veriler ışığında "Peygamber'e salat etme"nin en muhtemel karşılığı, ya ereksel anlamından yola çıkarak "Allah ve melekler onun izzet, onur ve kutsiyetini koruyup kolluyorlar; siz de onun izzet, onur ve kutsiyetini koruyup ona esenlik ve mutluluklar dileyin" olur, ya da "Allah ve melekleri onu destekliyorlar; siz de onu destekleyip onun (örnekliğine) tam bir bağlılıkla bağlanın/teslim olun" olur. Bu ikinci anlam (destek: dua, yardım çağrısı) "salat" sözcüğünün etimolojik anlamlarının ortak noktasıdır ve bizce çok daha isabetlidir. Bu sadece mefhumun değil, mantukun da desteklediği bir anlamdır.

Şöyle ki: Burada "salat"ın karşılığı olarak "dua" sözcüğünü yerleştirmekle, kavramlaşmış bir terim olan "salat"ı, yine kavramlaşmış başka bir terim olan "dua" ile açıklamak, bilinmeyeni bilinmeyenle açıklamak gibi olacağından, ilk elde "salât'ın karşılığı olan "dua"nın doğru anlamının "destek" olduğu vurgulanmalıdır. Çünkü "Allah'ın Peygamber'e duası" burada "terahhum" anlamı taşımaz. Peygamber'den kaynaklanan bir kusur ve günahın söz konusu olmadığı bu bağlamda, "bağış ve af" değil, ancak "destek" söz konusudur. Bu terim, Kur'an'da bu anlam alanına ilişkin olarak Tevbe 103'te kullanılır, (krş. 2.157) Burada, Hz. Peygamber'in salatının "sekinet: gönül ferahlığı/iç huzuru" şeklinde bir destek anlamına geldiği ifade buyrulur. İlginçtir, Enfal Suresi'nde, Hz. Peygamber'e"Allah'ın desteği/yardımından" söz eden 40. ayette, bu yardımın somut sonucu olarak yine"sekinet"gösterilmektedir, (krş. 9.26,- 48.26).

Gariptir ki, Türkçe birçok mealde, sanki ayet "yusallune" şeklinde fiil formunda değil de "yakraûne's-salâte" seklinde isim olarak gelmiş gibi, "Peygamber'e salat u selâm okuyun" şeklinde çevrilmiştir. Bu, ayetin asli anlamının sonradan çıkan tartışma ve haberlerin otoritesi altında ezildiği anlamına alınabilir. Bu "dua"nın Hz. Peygamber'in diliyle eyleme dökülmüş biçimi, tahiyyatta okunan "destek duası" (salavat) şeklindeki formülasyondur.(235)
Sözün özü şudur: Hz. Peygamber'e yapılan dualar (salavat) da ona manevi bir destektir ve bu cümleden sayılır. Fakat destek emri sadece dil desteğine indirgenemez,- bu ayette de emredildiği gibi "fiilî" destek olmak durumundadır. Ona yapılacak fiilî destek onunla aynı zamanda yaşayanlar için zaten bellidir. Bizim gibi onunla aynı zamanı paylaşmayanlar için ise, onun misyonunu desteklemek ve örnekliğini yaşatmak anlamına gelir. Onun getirdiği vahye ve o vahyi hayata koyuş tarzına verilecek her destek, ona yapılmış gerçek bir "salat" ve "selâm" olacaktır.

(235)-Tahiyyatta okunan Allahümme salli ve Allahümme barik dualarına, Hz. Peygamberi haberci konumuna indirgemeye çalışan kimi anlayışlar mesnetsiz bir biçimde karsı çıkmışlardır.

İtirazları şudur: "

1- Namaz sadece Allah için yapılan bir ibadettir, o halde Peygamber de olsa Allah'tan başkasının adı anılamaz.

2- Hz. Peygamber kendisi için böyle bir şeyi emreder mi?"

Cevabı basittir: Salli ve Barik dualarında iki isim geçer: Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed. Rasulûllah'ın iman atası Hz. ibrahim'e dua etmesi bir vefa borcudur. Tek başına bu uygulama dahi, bizim de ona namazda dua etmemiz için yeterlidir. Çünkü onun için Hz. ibrahim ne ise bizim için de o odur ve hatta daha fazlasıdır. O halde mevcut uygulama, Hz. Peygamber'in kendisi için yaptığı duayı bizim de aynen onun için yapıyor olmamızdan başka bir şey değildir 2 Namaz, "cami" bir ibadettir, bir çok ibadeti içinde toplar. Ama namaz her şeyin ötesinde bir duadır.

Hz. Peygamber'in kendi namazında kendisine dua etmiş olmasını, namazı duanın ayağa kalkmış hali olmaktan çıkarıp sadece otomatik bir ritüele indirgeyen günümüzün indirgemeci aklı garipseyebilir. Namazda, rükûdan doğrulma sonrası, iki secde arası ve son oturuş, nebevi uygulamada dua mahallidir ve herkes kendisi için de dua edebilir. Kişinin kendisi için dua edebildiği bir ibadette, kendisine vahyi ulaştıran peygambere dua etmesinde anlaşılmayacak hiçbir şey yoktur. (1)



TENKİD:

1-İslamoğlu: Kavramlaşarak anlam genişlemesine ya da daralmasına uğrayan göstergelerin başında Hz. Peygamber'e salat ve teslimiyeti emreden ayette ki "sallû aleyh" ve "sellimû teslîmâ" ibareleri vardır: "Elbette Allah ve melekleri, Peygamber'e salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve onun (örnekliğine) tam bir teslimiyetle katılın." (33.56)

Tefsire dair bize ulaşan ilk eserlerden olan Ebu Ubeyde Ma'mer b. el-Müsenna'nın (ö. 210 h.) Mecazu'l-Kur'an'ı ve Ferra'nın (ö. 207 h.) Meani'l-Kur'ân'ı bu ayeti tefsire muhtaç bulmamışlar. Bunun anlamı, en azından ilk iki yüzyılda bu ayetin anlaşılmasında bir ihtilaf bulunmadığıdır.

Cevap: İslamoğlu'nun verdiği tarihten 50 yıl öncesinde; Hicri 159 yılında tamamlanan Muvatta'da (2) salavat getirme ile ilgili olan ve doğrudan Ahzab 56. suresinin tefsiri niteliğinde olan hadisler İslamoğlu'nun bu polemik denemesini boşa çıkaracak niteliktedir:

Muvatta, Seferde Namazları Kısaltma Kitabı;

  1. Namazda Resulullah'a (S.A.V.) Salavat Getirmek

  2. 66. Ebu Humeyd es-Sâidî anlatıyor: Hz. Peygamber'e:
    «—Ya Resulullah, sana nasıl salavat getirelim?» diye sordu­lar. Şöyle buyurdu: «Allahım, ibrahim (a.s.) ailesine rahmet ettiğin gibi Muhammed'e (a.s.), hanımlarına ve zürriyetine de rahmet et. İbrahim (a.s.) ailesine hayır ve bereket verdi­ğin gibi, Muhammed'e (a.s.), hanımlarına ve onun zürriye­tine de hayır ve bereket ver. Muhakkak ki sen övülmeye en lâyık ve en çok şerefli olansın, deyiniz.»[Buharî, Enbiya, 60/10...]

  3. Ebu Mes'ud el-Ensari anlatıyor: Sa'd b. Ubade'nin meclisinde bulunuyorduk. Resulullah (s.a.v.) geldi. Beşir b. Sa'd kendi­sine:

«— Ya Resulullah! Allah sana salavat getirmemizi emrediyor, nasıl salavat getirelim?» diye sordu. Resulullah (s.a.v.) cevap vermeyerek sustu. Bunun üzerine biz «keşke sormasaydı» diye içimiz­den geçirdik. Daha sonra Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

«—Allahım, İbrahim'e rahmet ettiğin gibi Muhammed'e ve onun ailesine de rahmet et dünyada İbrahim'in ailesine hayır ve bereket verdiğin gibi Muhammed'in ailesine de hayır ve bereket ver. Muhakkak ki sen övülmeye lâyık ve en şerefli olansın, deyiniz. (Salavat bu), selâm da bildiğiniz gibidir.»[Müslim, Salat, 4/65, Ayrıca bkz. Şeybanî, 293.]
68. Abdullah b. Dinar'dan: Abdullah b. Ömer'i gördüm, Resûlullah'ın (s.a.v.) kabri başında durmuş ona salavat getiriyor, Ebu Bekir ve Ömer'e de dua ediyordu.

Resulü Ekrem, selamda bildiğiniz gibi, demekle namazda Tahiyyatta  okuduğumuz selâmı kastetmektedir. O da: «Esselâmü aleyke eyyuhennebiyyu ve rahmetullahi ve berekâtuhu.» dur. Müslim, Salat, 4/65, Ayrıca bkz. Şeybanî, 293. (3)

-------

2-İslamoğlu: Fakat şayan-ı hayrettir ki, öncekilerin, tefsirine bir kelimeyle dahi ihtiyaç duymadıkları bu ayet, sonrakilerin üzerinde en çok konuştuğu Kur'an ayetlerinden biri hâline gelmiştir.

Cevap: a-Tefsire gerek duyulmamasının sebebi;

ya bu meselenin izaha ihtiyaç duyulmayacak kadar açık olmasından kaynaklanmış olabilir veya o müfessirlerin tasarrufu olabilir..Çünkü bazen bir tefsirde bir kaç satır açıklanan bir ayet diğer tefsirde bir iki sayfa açıklanmış olduğunu görebiliyoruz..Bu biraz da hacim problemidir.. Rivayet tefsirleri genelde elde bulunan tüm haberleri naklettikleri için hacimce daha kabarık durmaktadır..Örneğin Kurtubi'nin El Camiul Ahkamul Kur'an Tefsiri Türkçeye çevrilmiş haliyle 20 cilttir..Aynı şekilde İbn Kesir tefsiri de 12 cilttir..Bunun yanında Tefhimu'l-Kuran 7 cilt, Tefsir-i Kebir 23 cilttir..23 ciltlik bir tefsirin konuları ele alış biçimiyle 5-6 ciltlik tefsirin ki aynı olmayacaktır.

b- (Hakkı Yılmaz vs İslamoğlu) vs Ehl-i sünnet: 'Sonrakilerin üzerinde çok konuşmaları' cümleciği sanki "sonrakilerin üzerinde çok ihtilafa düştükleri" gibi bir algı üretmeye çalışmıştır..Böyle bir durum yoktur. Bu konularda ihtilaf üretmeye çalışanlar tam tersine kendisine modernist-yenilikçi ve ya 'kuran müslümanı' diyen 'tersine akım' sahipleridir..Bu tersine akım sahiplerinden biri de Hakkı Yılmaz'dır..Hakkı Yılmaz da ayete İslamoğlu'yla benzer anlamlar yüklemiştir.: ...Bu izahattan sonra konumuz olan ayetin çevirisi şöyle olmalıdır:
(56) Şüphesiz Allah ve doğadaki güçleri/indirdiği Kur’ân ayetleri Peygamber'i destekliyorlar/yardım ediyorlar/arka çıkıyorlar. Ey iman etmiş kimseler! Siz de Peygamber'e destek olun/O'na yardım edin/arka çıkın ve O'nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın!
(Ahzâb/56)

Bu ayetin yer aldığı surede, Peygamberimizin özel hayatı, aile hayatı, sırları, misyonu, eşlerinin konumu, görevleri ve ayrıcalıkları yer alır. Konumuz olan ayeti doğru anlayabilmek için surenin tamamının dikkate alınması gerekir. Surenin, konu ve pasaj bütünlüğü bozulmadan okunması hâlinde hem salâvât kavramı daha iyi anlaşılacak, hem de Allah'ın emri doğrultusunda destek ve güvenlik sağlama görevlerini yapmayarak Peygamber'i üzenlerin akıbeti (57-58. ayetlerde) görülecektir.

Ayette geçen يصلّون [yusallûne] sözcüğü, fiil-i muzâri sîgasıyla vârid olduğundan, ifadeye, Allah ve meleklerin Peygamber için gerekeni, “sürekli yapıp durdukları” vurgusu katar. Dolayısıyla destek olmakla, Peygamber'in güvenliğini sağlamakla, bu işe çaba harcamakla yükümlü olan mü’minlerin, yerlerinde oturmamaları; sürekli görev başında olmaları gerekir. Peygamber bugün aramızda olmadığına göre bu görev [destek ve güvenlik sağlama görevi], toplumda salatı ikame eden [zihnî ve mâlî desteği oluşturup ayakta tutan] kişi ve kurumlara karşı yapılmalıdır.

Bu açıklamalardan sonra bir de, Allah'ın bizden istediği bu iken, ya ihanetten ya cehaletten ortaya atılmış olan rivayetlere uyup,“Padişahım çok yaşa!” benzeri tekerlemeleri söyleyerek salâvât getirdiğini zannedenlerin durumuna bakmakta yarar vardır. Bize göre manzara şudur:

Allah, Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'i destekliyorlar [yardım ediyorlar]. Ey mü’minler! Siz de o'na destek olu [yardım edin] ve o'nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayınız! buyruyor, ama onlar; “Allahumme salli ala muhammed ve sellim… [Ey Allahım! Muhammed'e Sen yardım et, gerekli desteği Sen yap ve o'nun güvenliğini Sen sağla]” diyorlar.

Ne büyük çelişki ve ne iğrenç küstahlık!Hâlbuki Peygamberimize yapılacak salatın niteliği, Kur’ân'da gayet açık olarak belirtilmiştir:

Yine bedevi Araplardan kimi de vardır ki onlar, Allah'a ve ahiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklar ve Elçi'nin destekleri sayar. Gözünüzü açın! Şüphesiz bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah, onları yakında rahmetine girdirecektir. Şüphesiz Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.(Tevbe/99)

Ucube din kapsamında “salâvât getirmek” diye adlandırılan sözler, İsrâîloğulları'nın, Ey Mûsâ! Onlar orada oldukça biz oraya asla girmeyeceğiz. Hadi sen git, Rabbinle birlikte savaşın. Biz şuracıkta oturacağız (Maide/24) şeklindeki sözlerine benzemektedir, ki İsrâîloğulları bunun bedelini çok ağır ödediler. Bu olaylar, Kur’ân'da Mâide sûresi'nde ve Kitab-ı Mukaddes'in Sayılar, 13-14. bölümlerinde anlatılır.

Müslümanlar, salat ve salâvâtı Kur’ân'daki şekliyle anladıkları takdirde, salat kapsamında olan –Enfâl sûresi'ndeki– şu görevi yerine getireceklerdir:

60'Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın.'

Değerlendirme: 

1-Bu cümlelere bakıldığında Hakkı Yılmaz açısından namazda Salli-barik'i okuyan ve sohbetlerine salavatla başladığını söyleyen İslamoğlu da 'çelişki ve iğrenç bir küstahlık' [kelimeler Hakkı Yılmaz'a ait] içerisindedir..

İslamoğlu'nun Ona getireceği tek delil (bkz 235. dipnot) Hakkı Yılmaz'a göre " ihanetten ya cehaletten ortaya atılmış olan rivayetler" den başkası değildir..Bu durumda bizim de İslamoğlu'na getireceğimiz delil de yine aynı rivayetlerdir..Kendisinin Hakkı Yılmaz'a gösterdiği delilleri biz ehl-i sünnetin de ona göstermesini 'anlayışla karşılaması' gerekir..

--------

2-İslamoğlu ve Hakkı Yılmaz ehl-i sünneti eleştirmek ve Kur'an'ın açık ayetini anlam genişletme ve daraltma yoluyla mecrasından saptırmak noktasında tenkitte hemfikirdir..Buna rağmen bu iki ilim insanı tam mutabakat sağlamaları gereken bir hususta derin bir çatlakla bir birlerinden ayrılmıştır..Burada şu soruyu sormak lazım;

Madem ki ayetin mealinde destekleme anlamı vermekte ve ayeti tefsirde temelde hemfikirsiniz, sorunun kaynağını tespitte de aynı görüştesiniz, yani ehl-i sünnetin ayeti çarpıttığını söylemektesiniz..Ve yine sözlükten salavatın doğru anlamını bulup o günün diline ve kullanımına uygun hakiki tefsiri yaptığınızı iddia ediyorsunuz..Bu çatlak niye? Elinizi tutan nedir?

Bu sorunun cevabında Hakkı Yılmaz yine rivayetleri işaret edecek ve rivayetleri toptan reddederek açıklama getirecektir..İslamoğlu'nun durduğu yer ise belirli değildir..O hem rivayetlerde kusur ve çelişki bulmakta, rivayetlerin ayeti 'anlama problemli' hale dönüştürdüğünü savunmakta ve ayrıca kelimenin ideomatik anlamından saptırıldığını söylemekte buna rağmen Hakkı Yılmaz'ın yaklaşımıyla 'Yahudileşme temayülü' göstermektedir (bkz: Ucube din kapsamında “salâvât getirmek” diye adlandırılan sözlerin kaynağına ilişkin açıklama)..Aynı İslamoğlu da ehl-i sünneti Yahudileşme Temayüllü olarak göstermekte idi..Çelişkiler ve tutarsızlıklar içinde debelenen 'yenilikçiler'den hangisinin doğru dediğini tespit etmek oldukça zor...Bu şartlar altında İslamoğlu'nu tercih sebebi ne olabilir? Ayete destek manası vermekse Hakkı Yılmaz da veriyor..Problemin kaynağını tespitse Hakkı Yılmaz da aynı şeye hem de daha dolgun cümlelerle işaret ediyor..

3-İslamoğlu: Bu tefsirde sayfalar boyunca bu ayete ilişkin birbirinden farklı rivayetler nakledilmiştir. Bu rivayetler arasında birbirini destekleyenler olduğu gibi desteklemeyenler, yalanlayanlar bile vardır.

Cevap: Bir önceki yazımızda İbn Kesir'den ayetin tefsiri tam metin olarak aktarılmıştı..Oradaki rivayetlerin değerlendirmesine bakıldığında İslamoğlu'nun çok ucuz bir polemik yaptığını görüyoruz..O yazıdaEfendimiz'e salavat getirilmesinin önemi ve salavatın dindeki yeri, işlevikonusunda en ufak bir tereddüt yansımamaktadır...Dikkati çekilen hususlar ise salavatın müstehaplığı-vacipliği konusundaki görüş ayrılığı, salavatın nerelerde getirilmesinin daha müstehap olduğu, Şia'nın peygamber haricindeki kişilere de salavat getirmesinin yanlışlığı gibi ehl-i sünnet inancı açısından tefrika mevzusu olamayacak hususlardır..

İslamoğlu: 1. Bir konu hakkında şaibeli haberler üretilmesi, o konunun daha önce polemik ve tartışma konusu olduğunun göstergesidir. 2. İlk zamanlar tefsire dahi konu olmayan bir ayet sonraki zamanlarda abartılı bir rivayet halesiyle çevriliyorsa, bu ayeti anlamada, öncekilerle sonrakiler arasında ciddi bir anlama farkı olduğu anlamına gelir.

Cevap: Şaibeli haberler her konuda üretilebilir..Bir yalancının uydurduğu bir hadise bakarak sahih hadisler üzerinde şüphe uyandırmak o yalancının istediği şeylerden biridir..Çünkü o, kendi yalanına işlerlik kazandırmak ve doğruları iptal etmek niyetinde idi..Dahası bunları ehl-i sünnet hafızları ve münekkitleri ayıklamıştır..Pirincin taşı ayıklanmışken halen daha pirinçteki taşa dikkat çekmenin anlamı yoktur..Yazıda bazı zayıf rivayetlerin zayıflığına dikkat çekilmiştir ki bu rivayetlerin İslamoğlu'nun durduğu yer açısından görüşünü destekleme adına bir faydası yoktur..Salavatın önemini vurgulayan rivayetlerin karşısında salavatın önemsizliği veya 'olmazsa da olurluğu' yoktur ki tam bir çelişkiden ve rivayetler içi uyumsuzluktan bahsedilsin..

Örnek olarak ;

İbn Mâce der ki: Bize Cübâre... Abdullah îbn Abbâs'tan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Kim, ba­na salavat getirmeyi unutursa, cennet yolunu yitirir. Bu hadisin râvîleri arasında yer alan Cübâre zayıftır.
Değerlendirme: Bu hadisin zayıflığı İslamoğlu'nun argümanların güçlülüğüne işaret etmez..Çünkü bu hadis eğer salavatın ehemmiyetini ve dindeki yerini göstermeye matufsa bu konuda gelmiş sayısız sahih hadisler ve haberler vardır ki bu zayıf rivayete ihtiyaç bırakmaz..Ehl-i sünnetin tek dayanağı bu hadis olsaydı o zaman sayın İslamoğlu bir durum tespiti yapıp ehl-i sünnetin zayıf rivayetlerle yanlış yönlendiğini söyleme hakkı olabilirdi..
Diğer bir hadis: Muhammed İbn İbrahim'den nakletti ki; o, Cabir şöyle dedi, demiştir: Resulullah (s.a.) bize dedi ki: Beni süvarinin su kabı gibi yapmayın. Asacağı her şeyini astıktan sonra suyunu doldu­rup su kabını da asar. Eğer onun abdest almak ihtiyacı olursa abdest alır, su içmek ihtiyacı olursa içer. Olmazsa hepsini döker. Beni duanın başında, ortasında ve sonunda zikredin. Bu hadis garîbdir. Râvîleri arasında yer alan Mûsâ İbn Ubeyd'in hadis rivayeti de zayıftır.

Değerlendirme: Bu hadisin de konunun aslıyla hiçbir ilgisinin olmadığı şekle ait bir detayı vurguladığı açıktır..
Diğer bir hadis: Beyhakî Ebu Umâme ve Ebu Mes'ûd kanalıyla Hz. Peygamberin cum'a günü ve cum'a gecesi kendisine çok salavat-ı şerife getirilmesini emrettiğini rivayet eder. Ancak Ebu Ümâme ve Ebu Mes'ûd'un naklet­tiği her iki hadisin isnadında da zayıflık vardır. Allah en iyisini bilen­dir.

Değerlendirme: Yine aynı şekilde bu hadiste salavatın nasıl olması gerektiği, müminin hayatındaki önemi konularında yani asla-esasa ilişkin bir hüviyet taşımadığı; şekle ait bir detayın vasfına ilişkin bir tavsiye öngördüğü görülmektedir..

Genel Değerlendirme: İşte İslamoğlu'nun çelişki, polemik ve hadislerin birbirini yalanlaması dediği hususlar bunun gibidir..Burada asla-esasa ve usule ilişkin herhangi bir çelişkiden ziyade fere, detaya ilişkin uygulama farklılığı mevcuttur..Buradan 'bu konunun varlığı hususunda daha önce polemik ve tartışma konusu olduğunun gösteren' herhangi bir ipucu elde etmek mümkün değildir..Uygulama ve detaydaki bir kısım cüzi meseleleri gösterip külliyi, alt başlıklardaki farklılıkları gösterip ana başlığı inkar etmek aynen 4 mezhebin fıkhında namazın teferruatına ait uygulama farklılığını gösterip sünnetten bize ulaşan namaz kılma şekillerin hepsini reddetmek gibidir..Oysa İslamoğlu bile Hanefi fıkhını takliden namaz kıldığını söylemektedir..

--------

3-İslamoğlu: Bu durumda ayetteki "salat" ve "teslim"in ideomatik (o gün kastettikleri) anlamlarını bulmak için ayetin bağlamına bakmak durumundayız. Bu ayetin içerisinde yer aldığı yedi ayetten oluşan pasaj, içerik, üslup ve biçim olarak birbirinden ayrılamayacak bir bütün teşkil eder. (33.53-59) Pasajın konusu, Hz. Peygamber'i üzüp incitecek tavır ve davranışlardan uzak durmaktır. Bunu özetlersek, "peygamberlik hukukunu korumak" diyebiliriz. Bu pasajda, Peygamber'e ve onun eşlerine mümin çevre tarafından nasıl davranılması gerektiği, yine Hz. Peygamber'in eşlerinin aynı çevreye nasıl davranması gerektiği hakkında birtakım uyarılar yer alır.

Cevap: Aynı cümleleri Hakkı Yılmaz da sıralamaktadır..Hatta pasajın devamı da Hakkı Yılmazla birebir uyum içindedir..Adeta 2. yazan kimse (bilmiyorum) o birinciden intihal etmişçesine benzer ifadeler ve yorumlar vardır (İslamoğlu araya süs/edebi sos niyetine kattığı 'ideomatik' ve 'formülasyon' kelimelerini saymazsak..) Sonuçta vardıkları noktada nasıl birbirlerini yalanladıklarını yukarıda göstermiştik..Şaibeden, dünyevi polemikten, mugalatadan, nefsin mırıltısından uzak yol ehl-i sünnetin aydınlık yoludur..

-----------

  1. İslamoğlu: c.Tarafları Allah, melekler ve müminler olan üç ayrı öznenin şer'an ve aklen mümkün olan "ortak bir eylemi" olması gerekir ki, bunun en güzel şahidi de Allah ve meleklerin "teslim"e ortak olmayıp onun sadece müminlere bırakılmış olmasıdır.

Cevap: Ortak eylem ilk yazıda verilmişti..O da övmektir:

(56) — Şüphesiz Allah ve melekleri peygamberi överler. Ey iman edenler, siz de onu övün ve onun için selâmet di­leyin.
Bu övmenin vasfı ve şekli yukarıda naklettiğimiz hadislerde gösterilmişti.(Örneğin Muvatta hadisi)

*

(1) Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, s.148-151
(2) http://www.haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=1968&BID=33
(3) http://www.konevider.org/file/muvatta-son.pdf
(bkz: 135. hadis)
(4) http://www.istekuran.com/index.php?page=ahzab
(5) http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/08/ibn-kesir-ahzab-56-ayet-tefsiri.html

http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/08/islamoglunun-salat-u-selam-problemi.html



Devamını Oku »