İsra ve Miraç hususunda Mealcilerin büyük çelişkisi

İsra ve Miraç hususunda Mealcilerin büyük çelişkisi




İsra ve Miraç hususunda Mealcilerin büyük çelişkisi..Miraç var mı? Peygamber Efendimiz bedenen göklere yükseldi mi? Mescid-i Aksa nerede?:

İsra ve Miraç hususunda Ehl-i Sünneti eleştirmekte ittifak halinde olan mealciler kendi içlerinde herhangi bir fikir birliğine varamadılar..Oysa Kuran ayetlerinin açık, anlaşılır ve kolaylaştırılmış olduğunu savunur ve bu yüzden de Kuran tefsirinde hadisleri lüzumsuz görürler. Kuran’ın mücmelini tafsil, genelini tahsis, mutlakını takyid ve feri aslına ilhak gibi Sünnette yer alan hususlar, Kitab’ın hükümlerinin anlamlarını şerh ve tefsir konumundadırlar. Bu fonksiyonu inkar eden mealciler apaçık ve anlaşılması kolay gördükleri ayetleri yorumlamada bin parçaya bölündüler..Saldırmakta usta oldukları anlaşılan mealcilerin "peki öyleyse bu işin doğrusu sizce nedir?" sorusuna kendi aralarında çelişki olan fikirlerle cevap vermektedirler:

1-) Miraç yok..İsra, Kudüs'e ve Ruhen:

1. Mehmet Okuyan: Miraç yoktur..İsra ise ruhen Mekke'den Kudüs'e ruhen yaptığı bir bilinçlendirme seyahatidir..O yatay bir seyahattir. Ruhen yapılmış, o da bedenen filan değil. Peki bunun Kudüs'ten göklere doğru çıkış kısmı var mı? Hayır yok.(1)

2. Bayraktar Bayraklı:

Bayraktar Bayraklı'ya göre de Mescid-i Aksa Kudüs'teki Mesciddir:

İşte gece yürüyüşü dediğimiz İsrâ olgusu, insanlığın ilk ma'bedi, ilk üniversitesi olan Mescid-i Haram (Beytullah)dan başladı, yani bereket ve hidayet kaynağı olan (Âl-i İmrân 3/96) Mescid-i Haram denen üniversiteden başladı.

Yolculuk, Mescid-i Aksa denen, çevresi mübarek kılınan, yani kutsal olan üniversiteye doğru olmuştur. O dönemde Mescid-i Aksa Ya­hudi ve Hristiyanlar için önemli bir ma'bed idi. Yüce Allah İsrâ l'de "çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa" demektedir. Sadece Mescid'in kendisi mübarek değil, çevresi de mübarek idi. Bu açıdan bakınca bu ma'bedin, yani üniversitenin Mescid-i Haram'a benzeyen yönü olduğunu görür ve anlarız.Mescid-i Aksa da Yahudi ve Hıristiyan­lığın eğitim merkezi ve üniversiteleri idi. Demek ki Mescid-i Aksa, in­sanlığın ikinci üniversitesi olma özelliğini taşıyordu. "Bir ma'bed ve üniversiteden başka bir ma'bed ve üniversiteye gidiş"e İsrâ denmektedir.
[Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/170-172.]



2-) Miraç yok..İsra, Kudüs'e değil:

3. İsrafil Balcı: Kuranı Kerim Miraç'tan asla ve kat'a bahsetmiyor...Böyle bir şey yok. Hiçbir ayette de bu meseleyle uzaktan yakından ilintili değil..Bu tamamen rivayetlerden müteşekkil bir anlatı..Miraç rivayeti ve özellikle Kudüs'ü öne çıkarma Emeviler döneminde..Kudüs ve Şam'la ilgili pek çok İsrailiyat rivayeti de taşınmıştır..(2)

Mescid-i Aksa Kudüs'teki mescit değil: Emeviler döneminde Şam bölgesinin yönetim merkezi olması ve bu bağlamda Kudüs’ün dini politik kimliği gibi nedenler halifelerin bu bölgeye özel önem vermelerinde etkili olan unsurlardandır. Bu bağlamda özellikle Abdülmelik döneminde Kubbetüssahre gibi görkemli bir mabedin yapılması ve akabinde Mescit-i Aksa’nın inşası bölgenin önemini ve Müslümanların nazarındaki kutsallığını daha da artırmıştır. Özellikle inşa edilen camiye ayette geçen el-Mescidü’l-Aksa adının verilmesi, zamanla yanlış bir anlamayı da beraberinde getirmiş ve adeta ayette zikredilen el-Mescidü’l-Aksa’nın bu camiyle alakalı olduğu gibi bir algı ortaya çıkmıştır. Oysa bu mabetlerde isra ve miraç hadiseleri arasında herhangi bir ilişki yoktur.

(http://ihvanisafaa.blogspot.com.tr/2014/07/isra-ve-mirac-gercegi-israfil-balc.html#sthash.iIwNb19J.dpuf)

Değerlendirme: Bu durumda İsrafil Balcı'nın Mescit-i Aksa'nın yerde olduğunu ama hangi mescit olduğunu açıklamadığını görüyoruz..Madem ki bu mescit Kudüs'teki Mescit değil, hangisidir?

4-Ercüment Özkan : Biliyorsunuz İsra, Arapça gece yürüyüşü demektir..(3)

Sohbetten anlaşılana göre Ercüment Özkan miracı inkar ediyor..İsra'yı maddi bir bedenle yapılabilirliğine kapıyı kapatmıyor..Kudüs'ten bahsetmiyor..

(http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/07/ahadtek-hadis-bile-olsa-hadisi-hafife.html)

5. Şaban Ali Düzgün: Hz. Peygamberin bedenen göklere yükseldiğini söyleyen değil tam tersine yükselmediğini söyleyen ayet-i kerime var...Bu ayet İsra suresinin içerisinde geçmektedir..İsra (90-94) (4)

İsra mucizesi ne ruhen ne de bedenen olmuştur..İlmen gerçekleşmiştir..(4)

6-Hüseyin Atay: İsra mucizesi ne ruhen ne de bedenen olmuştur..İlmen gerçekleşmiştir..(4)



3-) Miraç Var, Mescid-i Aksa'nın nerede olduğu tartışmalı olmakla birlikte Kudüste'ki Süleyman Mabedi en kuvvetli ihtimal: 

7-İslamoğlu:

İslamoğlu'na göre Mirac vardır:

Bu bir anahtar kelimedir dedik subhan. Neden böyle bir anahtarla giriyor. Miraç gibi, isra gibi ruhani bir müşahede için konulan bir sınırdır aslında. Burada bir tasavvur inşa ediliyor. Muhatabın tasavvuru inşa ediliyor. Bir sınır konuluyor. Miracı ve İsrayı, yani insanın Allah’a yürüyüşü gibi sırlarla dolu muhteşem ve ruhani bir olayı anlamaya çalışırken ey insanoğlu gözetmen gereken birinci sınır; Allah’ı kişileştirmemek. Allah’ı indirgememek. Allah’ı yaratıklar dünyasına indirgememek zihninde. Tasavvurunda Allah’ı yaratılmışlarla özdeşleştirmemek.

İşte böyle bir uyarı. İlk anahtar. Mirac’ı, İsra’yı, Yani insanın Allah’la buluşması gibi çok gaybi, sırri, sembolik ve ruhani bir olayı anlamaya çalışırken dikkat etmen gereken ilk şey; Allah’ın aşkın, müteal varlığını içkinleştirmemek. Yani yaratıklar seviyesine indirmemektir. Buna çok dikkat etmelisin. Onun için Subhanelleziy diye başlar. Yani aşkın olan, her türlü kişiselleştirmeden uzak olan. Varlıklara, yaratıklara benzemekten uzak olan O Allah’ki. Bu birinci anahtar.

Burada bir Allah tasavvuru inşa ediliyor. Onun için bu sınıra riayet edeceksin ey muhatap, ey vahyin muhatabı. Eğer Miraç gibi, İsra gibi bir olayı doğru anlamak istiyorsan, her ne ki aklına geliyor, o Allah değildir diyen arifin bu sınırını iyi hatırlamak lazım. leyse ke mislihî şey’ (Şura/11) ayetinin bu bir yorumudur aslında. O hiçbir şey gibi değildir. Yani hiçbir şey de onun gibi değildir elbette.

İkinci anahtarımız da var manasını verdiğim yerde, o da nedir? Bi abdiHİ kulunu. Buda ikinci sınırdır. Birinci Subhan sözcüğünde Allah tasavvuru inşa edildi vahiy tarafından, abdiHİ ile de muhatabın insan tasavvuru inşa ediliyor. Yani içkin, aciz, sınırlı, beşer. Onun için kul olduğu hatırlatılıyor. Bu hadisenin kahramanı olan efendimiz (A.S.) ın bir insan olduğu, bir kul olduğu öncelikle.Abduhu ve Resulühu. O’nun kulu ve elçisi olduğu hatırlatılıyor. İkinci anahtar olması da bu yüzden. Yani İsra ve Mirac gibi İnsan Allah buluşmasına tekabül eden sırri, gaybi ve derûni bir müşahedeyi anlamak için ey insan, Allah’ın aşkın varlığını bir kere, bir çıta olarak göreceksin. İkincisi de insanın içkin varlığını, beşeri varlığını, yani ilahi bir varlık olmadığını, sınırlı bir varlık olduğunu. Bunu da ikinci çıta olarak göreceksin. Onun için bu olayı anlarken insanı ilahlaştırmaya, insanı melekleştirmeye kalkmayacaksın. İnsanın insan tabiatını unutmayacaksın. Yani O’nun kulu Bi abdiHİ olduğunu aklından çıkarmayacaksın.
Hatta min âyâtina. Burada bu yorumumuzu destekleyen de bir şey var. Ayetlerimizden bir kısmını gösterdik diyor. min âyâtina yani hepsini değil. Gaybi sembollerimizin tamamını göstermedik, sadece bir kısmını gösterdik. Onun için bu da abdiHİ’yi destekleyen bir başka ibare.

inneHU HUves Semiy’ul Basıyr Zira O, evet sadece O’dur her şeyi işitip her şeyi gören.Ayetin bu sonuncu cümlesi de 3. çıtadır, 3. sınırdır. Nasıl 3. sınır? Her şeyi yalnızca Allah görür. Peygamber gösterileni görür min âyâtina ayetlerimizden linüriyehu min âyâtina ayetlerimizden bir kısmını gösterelim ona diye. Her şeyi mi? Hayır. Onu sadece Allah görür.

Burada geçen Mescidi Aksa, en uzak mabed anlamına gelir. Ki başından beri İslam tefsir geleneği tarafından Kudüs’te ki Süleyman mabedi. Bugün Hz. Ömer camiinin ve kubbetüs sahranın yani haceri muallak ta denilen o kutsal kayanın da içinde bulunduğu çok geniş bir alan. İşte o alanın çevresi ile birlikte mübarek kılındığı Kur’an da beyan ediliyor. İslam tefsir geleneği en uzak mescidi, ora ile tefsir etmiş. Fakat ender de olsa Hamidullah gibi bir takım muttaki alimler bu el Mescidül Aksa’nın Kâbe’nin simetriğinde ki, göklerin ötesinde ki, meleklerin tavaf ettikleri ve aslında Kâbe’nin onun yer yüzünde ki izdüşümü olduğu uzak mescit. Hakk katında ki, ötelerde ki mescit olduğu yorumunu yapanlarda var.
Kudüs; İlya adıyla bilinirdi Resulullah döneminde. Ki hadislere de ilya olarak geçmiştir. Bu ismi Romalılar koymuşlardı Elya. Elinin şehri anlamına Haddi zatında Kudüs’ün adından yola çıkarak bu ayete herhangi bir mana vermek de zor. Fakat şunu söyleyeyim ki İslam geleneğinde daha ilk nesilden itibaren El Mescidül Aksa’nın kapsamına Kudüs’ün alınmış olması ve Miraç hadislerinde Resulallah’ın Kudüs’ten söz etmesi her halükarda bu yüce ve mukaddes yolculuğun kapsamı dahilinde Mescidi Aksa’nın Kudüs’ünde bulunduğunu hükmetmemizi gerektirir. Fakat El Mescidül Aksa eğer Hamidullah üstadımız gibi alimlerin yorumu doğruysa Kâbe’nin aslı olan gökteki en uzak mescitse o zaman bu ayet sadece İsra’dan değil, aynı zamanda miracdan da söz eden bir ayet olur ki, İsra’yı da kapsamış olur, içine almış olur bu yolculuk.(4)

Gerekçeli mealinde ise şunları söylemektedir: 

5 el-Mescidu'l-Aksa:''en uzak mabed'' veya mescid'in lügat anlamıyla ''secde edilecek en uzak yer''. Tefsirlere göre bu, Kudüs'te bulunan ve çevresinin bereketli kılındığı ifade edilen (Krş:7:137; 21:71,81) Süleyman Mabedi ve onun çevresinde yer alan verimli topraklardır. Buradaki problem,ayetin indiği tarihte Kudüs'te Süleyman Mabedi'nin tamamen harap bir halde bulunmasıdır. MS.70'teki Titus katliamında mabed yerle bir edilmiş ve yeri Hristiyanlar tarafından çöplük haline getirilmiştir. Vahyin indiği dönemde de bu halde bulunuyordu. Bu durumda iki ihtimal vardır:

1) Ya Allah Rasulü'ne İsra müşahedesinde gösterilen el Mescidu'l-Aksa, Süleyman mabedinin yıkılmasından önceki halidir ve bir mucize olarak gösterilmiştir.

2) Ya da buradaki el-Mescidul Aksa tıpkı Tur 4'teki el-Beytu'l-Ma'mur gibi göklerin ötesindeki ''en uzak mescid'' anlamına gelir. 30:3'te Filistin topraklarının ''yakın'' olarak nitelendirilmesi bunu teyit eder. Bazıları, Ezraki ve Vakıdi'nin rivayetine dayanarak, bu mescidin müminlerin gizlice toplanıp ibadet ettikleri Mekke'ye on mil mesafedeki Cirane'de olduğunu söyler. '' En uzak mescid'' ile Medine'deki Mescid-i Nebi'nin kastedildiğini söyleyenler de olmuşsa da bu tutarsızdır. İkinci şıkka giren görüşler içinde en tutarlısı göklerin ötesindeki en uzak mescid görüşüdür. Secde'nin hakikatinin, kulun Allah'a bağlılığını sunması olduğunu hatırlanacak olursa, el-Mescidu'l-Aksa'nın karşılığı şu olur: ''insanın Allah'a bağlılığını sunabileceği en yüksek makam''. Fakat ayetin devamında hayli ayrıntılı bir biçimde İsrailoğullarından söz edilmesi, Hz. Peygamber'e müşahede ettirilen mescidin Süleyman Mabedi'nin orijinal halinin görüntüsü olduğunu teyit eder. Bununla şu mesajı verilmiş olsa gerektir: Davud ve Süleyman peygamberlerin nübüvvet mirasının varisi sensin ey Muhammed! Allahu a'lem.



4-) Miraç yok, İsra bedenen, Mescid-i Aksa Mekke'de:

8-Hakkı Yılmaz: 

TARİHÎ KAYNAKLARDAKİ MESCİD-İ AKSA:
“Mescid-i Aksa”, “en uzak mescit” demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi için birden fazla mescit olması ve bu mescitlerden birinin merkeze diğerlerinden daha uzak olması gerekir. Aksi hâlde bu ifade dilbilimi bakımından hatalı olur. Nitekim o dönemin Mekke şehrinin tarih ve coğrafyasından bahseden eserlere bakıldığında, karşımıza bu mantığı doğru çıkaran bilgiler çıkmaktadır.

İlk İslâm tarihçilerinden Vakıdî’nin “Kitabü’l-Meğazî” ve el-Ezrakî’nin “Ahbâru’l-Mekke” adlı kitaplarında derlemiş oldukları bilgilere göre, Mekke’de Mescid-i Haram’dan başka değişik yerlerde mescitler vardır. Hatta bazı evler bile Mekkeliler tarafından mescit olarak kullanılmaktadır. Bu mescitlerden biri de Mekke’ye dokuz mil mesafedeki Cirane Vadisi’nin yukarısında olmasından dolayı “Mescid-i Aksa/ en uzak mescit” denilen mescittir. Bu mescidi Kureyş’ten birisi yaptırmıştır. Bir keresinde peygamberimiz burada ihrama girerek Mescid-i Haram’a gelmiş ve Kâbe’yi tavaf etmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlar bu eski küçük mescitleri yenilememişlerdir. Buna rağmen bu mescitlerin yerlerinde teberrüken namaz kılmışlardır.

VAKIDİ BELGE ORİJİNALİ

UYARI:

O günkü Mekkeliler, kendi inanışlarına göre İbrahim peygamberin dininin mensupları idiler. Dinleri tahrifata uğramış olsa da, kendi anlayışlarına göre namaz, hacc gibi dinî vecibeleri kendi mevcut inançları doğrultusunda yerine getirmekteydiler. Peygamberimizin durumu da aynıydı. Bu husus daima göz önünde tutulmalı, namazın, haccın, secdenin ve dolayısıyla da mescidin peygamberimizin elçi oluşu ile ortaya çıktığı düşünülmemelidir. Diğer taraftan, mescit denilince bugünkü mescitler akla gelmemelidir. Örneğin Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî denilince onların bugünkü şekli akla gelip bugünkü yapıları anlaşılmamalıdır. O mescitler bugünkü şaşaalı, debdebeli, şatafatlı, tantanalı hâllerine Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve Suudiler döneminde getirilmişlerdir. Mescit, secde edilen yer demek olduğuna göre, bu mescitler de, eğitim- öğretim, toplantı yapmak için belirlenmiş olan yerler, yani o çağa göre basit kerpiç yapılar veya ağaçtan yapılma çardaklardır. Önemli olan yapılarının şekli değil, kullanım amaçlarıdır.

Yukarıda verdiğimiz bilgiler ışığında, artık ayetteki “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesi daha iyi değerlendirilerek Mescid-i Aksa’nın haram/ mübarek bölgenin dışında, kenarında bir yerde olduğu anlaşılmış olmalıdır. Sonuç olarak söylemek gerekirse; Mescid-i Aksa Kudüs’te değil, Mekke’deki haram/mübarek yerin kenarındadır. Dolayısıyla, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa da, rivayetlerde söz konusu edilen mescit de Kudüs’teki mescit değil, Mekke’nin kenarındaki bu mescittir. Yani, hakiki Mescid-i Aksa Mekke’nin kenarındadır ve Kur’an’dan yapılan bu tespit, ilk dönem tarih ve coğrafya bilimcisi Vakıdi’in kitabındaki ile aynıdır.

Gerçek bu olmasına rağmen, yukarıda verdiğimiz rivayetlere tefsir, şerh ve haşiye yazanlar, bu rivayetlerde oluşan tutarsızlıklara kılıf hazırlamak için çeşitli teviller ileri sürmüşlerdir. Birçoğu gülünç olan bu tevilleri görmek için klasik kitapların orijinallerine veya tercümelerine bakılabilir. (5)

Değerlendirme: Hakkı Yılmaz kendi metoduyla çelişmiştir..Kuran ayetlerinin anlaşılmasında Vakıdi'den önemli bir yardım almıştır..Delil getirdiği rivayet yok sayıldığında yaptığı yorumları destekleyecek akli bir şahidi kalmayacaktır..

9-Yaşar Nuri Öztürk : Kur'an'ın hiçbir yerinde herhangi bir insanın Allah'­ın yanına yükseldiği, O'nunla konuştuğu, din buyrukla­rı hususunda O'nunla pazarlığa girdiği, O'ndan: "Ben sana aşıkım, sen olmasan varlıkları yarat­mazdım..." şeklinde methiyeler dinlediği yolunda de­ğil bir beyan, bir işaret bile yoktur. Ne yazık ki, Yahudi-Hristiyan mitolojisinden İslam'a aktarılan Miraç hikâyesi (veya hikâyeleri), tüm bu Kur'an dışı kabulleri içermektedir.

Bu kabuller, bazı surelerdeki (özellikle Necm ve İsra Sureleri) Cebrail'e giden zamirleri teviller yapıp Allah'a göndererek veya ayetleri mitolojiye uydurarak desteklenmektedir. Tümü anlam kaydırması veya tah­riftir.

Kur'an'da bir İsra olayı vardır. İsra, aynı adı taşıyan surenin ilk ayetinde de gösterildiği gibi, "gece yürüyüşü veya gece yürütmek" demektir. Ayetin be­yanına göre, Hz. Peygamber, bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürütülmüştür. Bu yürütmenin beden ve ruh beraberliğinde mi? yoksa sade­ce ruhen mi olduğu ayette açıklanmamıştır. Hz. Peygamber'in Mescid-i Aksa'dan göklere yükseltildiğine ilişkin hiçbir söz ve işaret yoktur. Böyle bir şey, zaten Kur'an'ın sünnetullah dediği varlık yasalarına aykırı­dır.

İş bununla da kalmaz: İsra olayındaki yürütme­nin ruh ve beden beraberliğinde olduğunu kabul etmeyen, böyle diyenleri yalancılık ve iftiracı­lıkla suçlayan büyük sahabîler vardır. Bunla­rın başında fakıh sahabî Hz. Âişe gelmektedir. Hz. Âişe, "Peygamberimiz Miraç gecesi rabbini gördü, onunla konuştu..." vs. türünden sözler söyleyenlere şid­detle karşı çıkmış ve şunları söylemiştir: "Bu sözleri duyunca tüylerim ürperiyor, bunları nasıl söy­leyebiliyorlar. Bunları söyleyenler Allah'a da Peygamber'e de iftira etmiş olurlar. Allah hiç­bir beşere görünmez, hiçbir beşerle konuşmaz." Hz. Aişe bununla da yetinmemiş, şunu da eklemiştir: "O gece Hz. Peygamber yatağından hiç ayrılmadı, ayrılsaydı ben görürdüm. Rabbi onu o âlemler­de ruhen dolaştırdı."

Kur'an'ı dikkatle okuyanlar görürler ki Hz, Âişe'nin bu sözleri ve tavrı Kur'an'ın beyanlarına ve ruhuna en uygun olanıdır.

Bizim Kur'an'dan beslenen düşüncemiz ve inancımız şudur: Hz. Peygamber, bir İsra mucizesiyle lütuflandırılıp bir gece Mekke'deki Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürül­müştür. Bu götürülmenin beden ve ruh beraber­liğinde mi, sadece ruhen mi olduğu meselesi bizim bilgi sınırlarımızın dışındadır. Biz bu noktada durmayı yeğleriz. Hz. Peygamber'in göklere çıkarıldığı, Allah ile görüştüğü, Al­lah'ın ona iltifatlar ettiği, namazın uzun bir pazarlıkla farz kılındığı yolundaki rivayetlerin tümünü Kur'an'a, dine, uluhiyet ve nübüv­vetin şanına aykırı buluruz.

Hz. Resul'ün Cenabı Hakk'ın tecellilerine ruhen muhatap olmasına gelince o bir kerelik değildir. Resul bu tecellilerin her an muhatabı­dır. O muhatap olmanın nasıllığı ise bize anla­tılmamıştır. O halde biz o noktada da dururuz; kafamızdan veya û söylemlerinden yararlanıp senaryolar oluşturmayız.

Yahudi-Hristiyan mitolojisinden aktarılan kabuller­le Kur'an'daki İsra olayının kaynaştırılmasından do­ğan sapmalar Hz. Muhammed'in û elçisi niteliklerine ters düşen birçok bid'at ve hurafe barındırmaktadır. (6)

Değerlendirme: Burada yazının bir cümlesine dikkat çekmek istiyorum..Y.Nuri: "Bu kabuller, bazı surelerdeki (özellikle Necm ve İsra Sureleri) Cebrail'e giden zamirleri teviller yapıp Allah'a göndererek veya ayetleri mitolojiye uydurarak desteklenmektedir. Tümü anlam kaydırması veya tah­riftir". Hakkı Yılmaz ise tam bunun aksine bir iddiada bulunmakta :Kısaca özetlemek gerekirse, Necm suresinin ilgili ayetleri çarpıtılmış ve Allah'a ait olan nitelikler maalesef Cebrail`e yakıştırılarak Kuan'ı vahyedenin Cebrail olduğu ileri sürülmüştür. Necm Suresi’nin ilgili ayetlerinde vahyi kimin öğrettiği isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır.

(http://www.istekuran.com/isra.html#VVYKwOEGBYoQSmwe.99)



5- Göklere çıkış var, miraç bedenen, Mescid-i Aksa gökteki beyti mamur:

10-Abdülaziz Bayındır:  Mescid-i Aksa meleklerin tavaf ettiği gökteki Beyt-i Mamur'dur. (7)

Allah, ayetleri, ayetlerle açıklamıştır. O yola girmeyince Kur’ân-Sünnet bütünlüğü bozulmakta ve çelişkiler oluşmaktadır. Açıklamayı Kur’ân’dan aldığımızda Allah Teâlâ’nın şöyle dediğini görürüz:

“(Orada Muhammed’in) gözü kaymadı; sınırı da aşmadı.” (Necm, 53/17)

Gözün kaymaması ve sınırı aşmama, ancak ruh ve beden birleşince olabilir. Bu sebep bu olay uyanıkken ve ruh-beden bütünlüğü içinde gerçekleşmiştir. (8)

*

Sonuç: Hemen hemen her hususta birbirleriyle çelişki içinde olan bu insanlar ehl-i sünnete saldırmadan önce kendi içlerinde tutarlı, birbirini destekleyen bir noktaya gelmeleri gerek..Yorumlardan açıkça anlaşılıyor ki bir mealcinin dediği diğerini tutmuyor..Birinin hak dediği diğerine göre batıl..Mescid-i Aksa yerde mi gökte mi diye sorsan kimisi yerde kimisi gökte diyecektir..Yerde diyenler de kimisi Kudüs'te kimisi Mekke'de diyecektir..İsra, bedenen mi ruhen mi diye sorsan kimisi ruhen kimisi bedenen diyecek hatta bazısı  ne ruhen ne bedenen, zihnen diyecektir..Her bir beyin adetince ihtilaf vukuya geliyor..Bu karmaşaya aldanıp birbirlerinden herhangi bir üstünlüğü olmayan mealciler içinden gelişigüzel yapılan tercihle sahih hadislerin bize verdiği bilgileri görmezden gelmek akıllı kişinin işi değildir..Hakkı Yılmaz gibi birinin zora düşünce Vakidi'den nasıl faydalandığını gördük..Mealcilerin bu çaresiz halleri düşünüldüğünde ehl-i sünnetin yolunun ne kadar aydınlık ve çelişkiden uzak olduğu daha rahat anlaşılıyor..Hadisleri inkarın nasıl bir kaos oluşturduğunun güzel bir örneği..

***

(1) -https://www.youtube.com/watch?v=3P9ojWHwom8&t=09m09s
(2) -http://www.dailymotion.com/video/x18p639_kur-an-isra-olayini-anlatir-mirac-ise-rivayetlerle-inanc-haline-gelmistir-prof-dr-israfil-balci_school
ayrıca bkz: https://www.youtube.com/watch?v=PMRfVyhdtNQ
(3) -https://www.youtube.com/watch?v=-RA2CEx-pDY
(4) -https://www.youtube.com/watch?v=l72Yae067hs
(5) -http://www.istekuran.com/isra.html#JgjoqeJIQllR3phC.99

(6) -Yaşar Nuri Öztürk, İslam Nasıl Yozlaştırıldı.
(7) -https://www.youtube.com/watch?v=jJ2iDnaNQqI
(8) -http://www.suleymaniyevakfi.org/roportajlar/isra-ve-mirac.html



http://ravzaimutahhara.blogspot.com.tr/2015/08/isra-ve-mirac-hususunda-mealcilerin.html
Devamını Oku »

Talha Hakan Alp Hoca'dan Prof. Bayraktar Bayraklı'ya Tenkid...

Talha Hakan Alp Hoca'dan Prof. Bayraktar Bayraklı'ya Tenkid...

Bayraktar Bayraklı’nın “Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri” Adlı Eseri Üzerine...

Tefsir yazmak Cenab-ı Allah’ın muradını açıklamak demektir. Bir bakıma Allah adına konuşmak anlamına gelir ve son derece mesuliyetli bir iştir. Bu sebeple eski alimler diğer alanlarda genç yaşlarda eser yazdıkları halde, eğer tefsir yazacaklarsa bunu ekseriya ömürlerinin sonlarına bırakır, bütün ilimlerde ihata kesp ettikten sonra ancak Allah’ın ayetlerini açıklama cesareti gösterirlerdi. Modern zamanlarda ne yazık ki bu hassasiyet kalmamıştır. Artık İslamî düşünüş biçimini topluma açmak isteyen hemen her ilim ve düşünce adamı ilk iş olarak açıklamalı meal veya Kuran sözlüğü gibi Kuran-ı Kerim üzerine bir şeyler yazmayı deniyor. Şahsî fikirlerini Allah’ın kelamı üzerinden deklare etmek halk üzerinde daha etkili bir yoldur. Tabi meselenin ticarî boyutu da var. Maalesef Türkiye’de “Kuran İslamı” söyleminin büyüsüne kapılan kesimin meal talebi, yayınevleri için iştah kabartıcı boyutlardadır.

Son zamanlarda sık sık televizyon ekranlarında boy gösteren Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı’nın tefsiri de ilginç ve iddialı yorumlarıyla toplumda hayli yankı uyandırdı. Çevremizden bir çok kimsenin Bayraklı’nın tefsiri hakkındaki sorularına muhatap olduk. Allah’ın kelamını en doğru şekliyle anlama azminde olan müminin tefsir ve diğer dinî kitaplar hakkında ihtiyatlı olması son derece isabetli bir tutumdur. Tabi bu durum bize de önemli sorumluluklar yüklüyor. Bir eseri gereği gibi incelemeden hakkında olumlu ya da olumsuz bir fikir beyanında bulunmak doğru olmayacağından Bayraklı’nın tefsirinin bir nüshasını temin ederek eseri incelemeye başladık. Bir grup arkadaş bir yandan tefsiri inceliyor, bir yandan da göze çarpan sorunlu hususları not alıyorduk.

İnceledikçe Bayraktar beyin lüzumsuz ve mesnetsiz yorumlarından bezginlik geldi. Sonuçta, bir kelime üzerine fındık kabuğunu doldurmayan ve çoğu tutarsız yığınla laf u güzafla boşa vakit harcamak yerine, modern dönem tefsir yazarları için adeta karın ağrısı haline gelmiş bazı konuları esas alarak tefsiri değerlendirmeyi daha doğru bulduk. Bunun üzerine yazarın, münhasıran nesh, recm, mucize ve nüzul-i İsa gibi konuların irtibatlı olduğu ayetler hakkındaki görüş ve yorumlarına yoğunlaşmaya karar verdik. Bu makale, Bayraklı’nın bu ve benzeri spesifik konulardaki yaklaşımlarını incelerken aldığımız notlardan bir bölümünü kamuoyuyla paylaşmak düşüncesiyle kaleme alındı.

“Yeni Bir Anlayışın Işığında Kuran Tefsiri” gerçek anlamıyla bir tefsir midir?

Hem bu soruya verilecek cevaba bir giriş olarak hem de Bayraktar Bayraklı’nın tefsiriyle ilgili tahlillerimizin zemin ve çerçevesi hakkında okuyucuya ön bilgi olarak tefsir kelimesinin kavramsal yapısıyla ilgili kısa bir açıklama yapmamız yerinde olur. Kaynaklarda tefsir kavramıyla ilgili zikredilen tariflerin genelinden anlaşıldığına göre bu kelime, ayetlerin, literal verilere dayalı olarak zahir anlamlarının açıklanması ve bu yolla murad-ı ilahînin tespitine çalışılması anlamına gelir[1]. Murad-ı ilahîyi tespit amacına matuf olması bakımından tefsir, ancak peygamberimiz, sahabe ve tabiin müfessirlerinden nakledilen verilerden hareketle yapılır. Bu bakımdan ayetleri tefsir ederken elde ayet, hadis, sahabe veya tabiin görüşü gibi literal veriler bulunması zorunludur. Bunun yanında kelimelerin zahir ve muhtemel anlam çerçevesini aşmamak için Arap dilinin teârufunu/yaygın kullanımını dikkate almak gerekir. Şu halde muteber delile dayanmayan veya Arap dilinin teârufunu zorlayan ayet yorumları tefsir olarak değerlendirilemez. Bu tür yorumlar, sahibinin, murad-ı ilahîyi keşfetmekten çok Kuran’a bir şey söyletme çabasını yansıtır.

Şimdi bu kavramsal arka plandan sonra Bayraktar beyin tefsirini incelediğimizde onun tefsirinin kavramsal anlamıyla bir “tefsir” olmadığını, belki Bayraktar beyin “ayetler hakkındaki şahsî yorumları” olduğunu çok rahat söyleyebiliriz. Ayet tefsiri ile ayet yorumu arasında önemli kavramsal bir fark olduğunu düşünüyoruz. Zira tefsir, belli usul ve kaideler muvacehesinde hareket etmek kaydıyla, menkul/me’sur verilere paralel olarak yapılır. Ve murad-ı ilahîyi tespit gayesine matuf olduğundan ancak derin bir takva hissiyatı içinde gerçekleşir. Bunun mukabili günümüzde yaygın olarak kullanılan “yorum” kelimesidir ve belli bir yönteme bağlı ilmî izahlardan çok sıradan ve sübjektif açıklamaları da içine alacak geniş bir kaplama sahiptir. Tefsirde olduğu gibi kendisini hem besleyen hem de kontrol eden tarihî arka planı da yoktur. Bu bakımdan yorum adı altında kuru spekülasyonlarla ayetlerin çarpıtılması vakıasına pek sık rastlanır.
Bayraktar beyin ayetlere getirdiği açıklamaları tefsirden çok birer yorum olarak değerlendirmekle kendisine haksızlık ettiğimizi düşünenler için söylüyoruz: Bayraktar bey, ayetleri açıklarken zaman zaman konuyla ilgili başka ayetlerden yararlansa da, ne Resulüllah efendimizin hadislerine ne sahabe ve tabiinin görüşlerine itibar etmediğinden hadis ve âsâr birikiminden neredeyse hiç faydalanmadığını söylemek herhalde abartı sayılmaz. Hatta faydalanmak şöyle dursun, ayetlere önemli açılımlar getiren bazı sahih ve mütevatir hadisleri dahi, ayetten çıkarmak istediği anlamla örtüşmediğinden uydurma olmakla itham etmiştir.

Sözgelimi yazar, Hz. İsa’nın göğe kaldırılmasıyla ilgili ayetleri açıklarken nüzûl-i İsa konusunda vârid olan onlarca sahih hadisin bir çırpıda uydurma olduğunu söyleyebilmiştir. (c. 4, s. 135-139) Bunu söylerken, iddiasını desteklemek maksadıyla da olsa, mevcut hadislerin hiçbiri üzerinde ne senet ne de metin kritiği yapma ihtiyacı hissetmemiş, adeta dediğim dedik, çaldığım düdük mantığıyla sorumsuzca bir tavır sergilemiştir. Böylece yazar, mezkur ayetleri sahih hadislere göre anlamak yerine, hadislere rağmen anlamaya kalkışmıştır. Örneklerini çoğaltabileceğimiz bu lakayt tutum nedeniyledir ki, Bayraktar beyin yaptığı işi bir tefsir olarak görmüyoruz. Bu kısa açıklamadan sonra tefsirle ilgili değerlendirmemize geçebiliriz.

“Yeni Bir Anlayışın Işığında Kuran Tefsiri”ndeki sorunlar
Bayraktar beyin tefsirini incelerken karşılaştığımız ana sorunları metot, kaynak, tasavvur ve dil sorunu olmak üzere dört başlıkta özetleyebiliriz.

a) Metot sorunu

Tefsirde öne çıkan ilk sorun metot sorunudur. Bayraklı ayetleri neye göre açıklamıştır, takip ettiği belli bir yöntem var mıdır, yoksa bütün söyledikleri birer spekülasyon mudur, doğrusu yazar bu konuda okuyucuya güven vermiyor. Yazarın önsözde, takip ettiği metot hakkında verdiği bilgiler gerçekçi değildir. Dört başı mamur bir Kuran tefsiri için yeterli olmamakla birlikte yazar, bunların bile hakkını verememiş, tefsirin ilerleyen bölümlerinde önsözü okuyup heyecanlanan okuyucuyu hayal kırıklığına uğratmıştır. Sözgelimi yazar önsözde ayeti ayetle açıklama metoduna bağlı kaldığını ifade etmesine rağmen (c. 1, s. 61) ön kabullerine uymayan konularla ilgili ayetlerde bu metodu hiç hatırlamamış, ayetleri bir bütün olarak anlamak yerine parçacı bir yaklaşımı tercih etmiştir. Çoğunlukla ayetler arasında âm-hâs, mutlak-mukayyed, mücmel-müfesser, muhkem-müteşabih dengesini kuramadığından ayetlerdeki anlam örgüsünü çözememiştir.

Bunu bir örnekle somutlaştırmak için Bayraklı’nın Nisa 7, 11, ve 32. ayetlere getirdiği yorumları birlikte inceleyelim. Sırasıyla bu ayetlerin mealleri şöyledir: “Anne-baba ve en yakınların bıraktıklarından erkeklere pay vardır. Kadınlara da anne-baba ve en yakınların bıraktıklarının azından da çoğundan da farz kılınmış pay vardır.” (Nisa, 7), “Allah sizlere, miras taksiminde çocuklarınız hakkında, erkeğe iki kadın payı verilmesini emrediyor.” (Nisa, 11), “Bir de Allah’ın bazınıza diğerinden fazla verdiği şeyleri istemeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.” (Nisâ, 32)

Görüldüğü gibi birinci ayette sadece, erkeklerin ve kadınların mirastan mutlak olarak pay sahibi oldukları bildirilmiş ve fakat bu pay açıklanmamıştır. Şu halde bu ayet payların miktarı konusunda mücmeldir. İkinci ayet bu ayetin bıraktığı noktadan devam ederek erkekle kadının paylarını açıklayıp bir yandan birinci ayetin mücmel tarafını tefsir ederken diğer yandan meseleye son noktayı koymaktadır. Şu halde ikinci ayet kadının payının erkeğin payının yarısı olduğunu bildirir. Son ayete gelince Bayraktar beyin bu ayeti erkekle kadının miras paylarını bildiren ayetler grubuna dahil etmesi pek sağlıklı görünmemektedir. Öyle görünüyor ki, yazar bu ayeti, birinci ayetten çıkarmak istediği “eşit miras” anlayışına yakın bulduğu için anılan kategoriye sokmak istemiştir. Zira sahabe ve tabiinden nakledilen tefsirler ekseriyetle bu ayette geçen payların fazilet ve sevap gibi uhrevî boyutu olduğunu gösteriyor. Kaldı ki mezkur ayeti mirasla alakalı gören azınlık selef müfessirleri de anılan payları yazarın anladığı gibi anlamamışlardır. Bu ayette kadına nispet edilen payı, Nisa 11. ayette bildirildiği üzere erkeğin payının yarısı olacak şekilde tefsir etmişlerdir[2].

Bayraklı’nın yorumlarına bakılacak olursa o, anılan ayetleri miras paylaşımına farklı düzenlemeler getiren birbirinden bağımsız ayetler olarak görmüştür. Ona göre, birinci ve üçüncü ayetler erkekle kadınının paylarının eşit olduğunu, ikinci ayet erkeğin payının kadının payından iki kat fazla olduğunu göstermektedir. Bayraklı’ya göre, erkeğin çalışıp kazanması mevzubahis olduğunda ikinci ayet esas alınmalı ve erkeğe kadının iki katı pay verilmelidir. Kadının da erkek gibi çalışıp kazanması söz konusu olduğunda ise birinci ve üçüncü ayetler esas alınarak kadına da erkeğin payına eşit pay verilmelidir. (c. 5, s. 53, 54)
Hakikat şu ki, Bayraklı, hadis ve âsâr birikimden şükran duygularıyla faydalanıp makul izahlarda bulunmak yerine “orijinal düşünceler” uğruna ayetleri çarpıtmıştır. Bir defa birinci ayette kadınla erkeğin paylarının eşit paylar olduğuna dair hiçbir beyan yoktur. Konunun başında da belirttiğimiz gibi, birinci ayet herhangi bir miktar belirlemesi yapmadan sadece kadınların miras payına sahip olduğunu göstermektedir. Asıl payların açıklaması ikinci ayete bırakılmıştır. Burada Bayraktar bey, büyük ihtimalle ayette geçen “nasîbün” kelimesinin Türkçe meallerdeki karşılığı olan “bir pay” ifadesini çarpıtarak ondan erkeğe de kadına da birer pay verildiği sonucunu çıkarmıştır. Oysa burada geçen “bir”in, “iki”nin yarısı anlamında rakamsal bir çağrışımı bulunmamaktadır. Buradaki bir, şairin kalbim bir çiçektir, gündüzler ölgün dediği gibi, Türkçe’de belirsizlik ifadesi olarak sıkça kullanılan “bir” kelimesidir[3].

Bunun yanında yazar neshi inkar eden biri olarak mütârız ayetler karşısında da epey bocalamıştır. Bu gibi yerlerde yazar, murad-ı ilahîyi tespitten çok ayetleri kendi düşüncesiyle örtüştürmenin kaygısıyla hareket etmiştir. Bu konuya bir misal olması için yazarın, kocası ölen kadının iddetini bildiren şu iki ayetle alakalı yorumlarına bakalım. Söz konusu ayetler mealleriyle şöyledir: “İçinizden hanımlarını geride bırakarak vefat edecek olanlar, eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı vasiyet ederler.” (Bakara, 240), “İçinizden vefat edip de geride eşler bırakan kimselerin hanımları, kendi başlarına dört ay on gün beklerler.”(Bakara, 234)

Görüldüğü gibi birinci ayette kocası ölen kadının iddeti bir sene olarak bildirildiği halde bu süre ikinci ayette dört ay on gün olarak ifade edilmiştir. Müfessirler ikinci ayetin birinci ayeti nesh ettiğini kabul etmiş ve kocaları ölen ve hamile olmayan kadınların iddetinin dört ay on gün olduğunu bildirmişlerdir. Bayraklı neshi inkar eden biri olarak, çelişkiye düşmek pahasına da olsa, bu ayetlerin her birini ayrı ayrı ele almıştır. Kendi ifadeleriyle Bayraklı’nın ayetlerden çıkardığı sonuç şöyledir: “Görüldüğü gibi Kur’an, kocası ölen kadına iki tercih hakkı tanımaktadır: İsterse dört ay on gün sonra, gebe ise doğum yaptıktan sonra yeniden evle¬nir; isterse de ölen kocasının vasiyeti ile bir yıl daha kocasının evinde kaldıktan sonra evlenebilir.” (c. 3, s. 179-180) Bir defa ayetlerden, ucu açık ve kimin neye göre hareket edeceği tam olarak belli olmayan sonuçlar çıkarmak tefsir yazmanın amacına aykırıdır. Ayrıca yazar burada birbirlerine aykırı hükümler ihtiva eden söz konusu iki ayeti, sırf neshi iltizam etmemek için böyle muğlak beyanlarla geçiştirmek zorunda kalmıştır. Bayraklı, kocası ölen kadına iki tercih hakkı tanındığını ilgili ayetlerin neredesinden çıkarıyor, anlamış değiliz. Söz konusu iki ayet de belli hükümler getiren normatif bir üslubu haizdir. Bu gibi ayetlerde geçen ihbar cümlelerinin inşaî karakter arz ettiği hususu teşrî dilini bilenlere gizli değildir. Bunun dışında Bayraklı’nın yorumunun tekabül ettiği bir pratik gerçeklik de söz konusu değildir. Hangi kadın dört ay on gün ile bir yıl iddet beklemek arasında tercih hakkına sahip kılınsa bir yıl beklemeyi tercih eder?!

Metot sorunuyla alakalı olarak Bayraklı’nın kelimeleri anlamlandırırken dikkatimizi çeken ilginç semantik anlayışına da temas etmemiz gerekir. Bayraklı, gerek sözlükte gerekse Kuran’da bir kelime şöyle ya da böyle hangi anlamlarda kullanılmışsa bunların hepsini aynı kelimeye uygulamaya kalkarak ciddi anlam kargaşasına yol açmaktadır. Bu yaklaşım kendi ifadesiyle “orijinal şeyler üretmek” olarak görülse de, hakikatte Kuran kelimelerine yapılan bir işkencedir. Sözgelimi içinde “talak” lafzı geçen bir ayeti tefsir ederken bu kelimenin Kur’an’da boşamak, öne atılmak, yola koyulmak, gitmek veya kekeleşmek manalarında kullanıldığını söyleyen Bayraklı, bakın bütün bu manaları boşama ayetine nasıl uygulamaktadır: “Bütün bu manaları “talak/boşama” konusuna bağlayarak şöyle izah edebiliriz: Eşlerden biri, özellikle erkek ‘öne atılarak’ nikah bağını çözmeye çalışmakta ve bu uğurda yapılacakları yapmak için ‘yola çıkmakta’ ve böylece ‘aile bağını’ hukuka ‘dolamaktadır’. ‘Dilin dolaşması’ gibi karı-koca arasındaki iletişimin de dolaşması, yani kopması söz konusu olduğu için boşama yoluna gidilmektedir. Dili kekemeleşen Hz. Musa’nın göğsünün daralması gibi, karı-koca arasında da iletişimin bozulması, göğüslerinin daralmasına sebep olmakta ve buna bir çıkış yolu bulmaya çalışmaktadırlar. Onun için yapılacak bu işe talak adı verilmiştir. (c.3, s.141)

T-l-k kökünden gelen bütün kelimeleri toplayıp üzerine boca ettiği talak kavramına kimsenin aklına gelmeyecek bir imge yüklemeye çalışan Bayraklı’ya birinin kırdığı çanakları söylemesi gerekiyor. Kendilerine “t-l-k” kökünün kekeleşme anlamında kullanıldığına dair delil olarak getirdiği ‘la yentaliku lisâni’ (Şuarâ, 13) ayetinde yer alan ‘yentaliku’ kelimesini yanlış anladığını hatırlatmak isteriz. Bu kelime “kekeleşme” değil aksine fasih ve güzel konuşmak anlamına gelir. Ve Arap dilinde fasih ve güzel konuşan kişi için Talîku’l-lisan denir. Ayette bu kelimenin Hz. Musa’nın kekeleşmesi için kullanılması, önüne eklenen olumsuzluk edatı “lâ” sebebiyle olumsuz haliyle kullanılmış olmasındandır. Yoksa kelimede kekeleşmek diye bir anlam asla söz konusu değildir.

b) Kaynak sorunu

Bayraktar beyin tefsirinin önemli bir eksikliği kaynak fakiri olmasıdır. Tefsirin ne klasik ne de modern zengin bir bibliyografyası olmadığını her okuyucu fark eder. Klasik kaynaklar içinde müellif ağırlıklı olarak Beyzavî, Nesefî, Hâzin ve Fahrurrazî’den yararlanmıştır. Yazarın Fahrurrâzî’den istifadesi ağırlıklı olarak Mutezile’nin ayetlere getirdiği aykırı yorumları tespit edip bunları, kendisine ait orijinal birer yorum gibi sunmak içindir.
Taberî ve İbn-i Kesîr gibi rivayet tefsirlerinden, el-Ferrâ’nın Meâni’l-Kuran’ı ve Ebu Hayyan’ın el-Bahru’l-Muhît’i gibi lügavî tefsirlerden istiğna ile kayda değer bir tefsir faaliyetinin gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Ayrıca ahkam ayetleriyle alakalı olarak el-Cessas, İbnü’l-Arabî ve el-Kurtubî gibi fakihlerin ahkam tefsirlerinden faydalanmamış olması da bu ayetlerle ilgili açıklamalarının çok naîf olması sonucunu doğurmuştur.
Modern kaynaklar konusunda da tefsirin ciddi kaynak kıtlığı sorunu vardır. Bu bapta yazar genelde, Elmalılı, Süleyman Ateş ve Muhammed Esed’in meal ve tefsirlerinden yararlanmıştır. “Yeni bir anlayışın ışığında Kuran tefsiri” diye takdim edilen bu tefsirin yeni kaynaklar konusunda fakirlik çekmesi müellifin bu çabasının arkasında ilmî gayelerden öte medyatik ve sansasyonel amaçların yattığının bir göstergesi olarak da okunabilir. Aslında Bayraklı’nın önsözdeki şu ifadelerini hatırlayınca kaynak kıtlığı konusundaki mazuriyetini teslim etmek gerekiyor: “Söylenmişi tekrarlamamak ve bu zamana kadar yapılanları taklit etmemek suretiyle orijinal yorumlar yapma gayretinde olduk. Çünkü orijinal şeyler üretmek, Kur’an tefsirinde bizim sevdamız ve tutkumuzdur.” (c. 1, s. 63) Orijinal şeyler üretme sevdasında olan bir yazarın kaynakla ne işi olur ki?

Bayraktar Bayraklı’nın önemli bir kaynak sorunu olarak onun hadis ve âsardan faydalanmaması da tefsir adına büyük bir talihsizliktir. Bayraklı ayetleri tefsir ederken ne Peygamber efendimizden nakledilen hadislerden ne de sahabe veya tabiinden nakledilen âsardan faydalanmıştır. Bu bakımdan tefsirin rivayet boyutu oldukça zayıftır. Ayrıca yazar, Kuran’ın nüzul dönemi itibarıyla kelimelerin lügavî ve örfî manalarını tespit için erken dönem lügat ve edebiyat kaynaklarından yararlanmış da değildir. Bu yönüyle yazarın ayetlere getirdiği açıklamaların Arap dilinin doğasına yabancı kaldığına çok defa şahit olmuşuzdur. Mesela Hz. Meryem’e Hz. İsa’nın ruhunun üflenmesiyle ilgili ayetlerden birinde Hz. Meryem’e işaret eden zamir müzekker/eril kalıbında, diğerinde ise müennes/dişil kalıbında gelmiştir[4]. Arap dilinde zamirler çok yönlü kullanılmakla esneklik arz eder. Zaman zaman kelimenin farklı boyutları göz önünde bulundurularak müzekker kelimelere müennes zamir, müennes kelimelere de müzekker zamir gönderilmesi bu dilde garip karşılanan bir durum değildir. Nitekim anılan vakıayı anlatan ayetlerin birinde müennes kalıbında olan zamir Hz. Meryem’in bizzat kendisine, müzekker kalıbında olan zamir ise bir kelime öncesinde geçen Hz. Meryem’in fercine/ceybine (gerdan) işaret etmektedir[5]. Ferc kelimesi müzekker olduğu için ona râci zamir de müzekker olmuştur. Bu mesele hemen her klasik Arapça öğrencisinin fark edebileceği kadar basit bir meseledir. Ne var ki Bayraktar bey bu nükteyi kavrayamamış tarihî bir keşfin arifesindeki mûcid heyecanıyla buradan akıllara ziyan bir çıkarımda bulunmuştur. Bayraktar beye göre Hz. Meryem, bitkilerden fındık ve cevizde, hayvanlardan solucanlarda olduğu gibi hem erkeklik hem de dişilik mekanizmasına sahip garip bir yaratıktır. Ona göre Hz. Meryem’e işaret eden zamirlerden müzekker olanı onun erkek kişiliğini, müennes olanı da onun kadın kişiliğini ortaya koymaktadır. Böylece Hz. Meryem Hz. İsa’nın hem annesi hem de babası olmuştur. (c. 12, s. 514-515)

Aslında bu ve benzeri ayetlerde Bayraklı’nın mucizelere yaklaşımını da görmek mümkündür. Hz. İsa’nın anne rahmine düşmesi başlı başına bir mucizedir. Bayraklı bu gibi mucizeleri olağan hallere indirgemek için hemen her yolu dener; modern bilimde kıyısından köşesinden konuyu ilişkilendirebileceği en ufak bir teoriye bel bağlar, mucizeyi olağan fizikî sürece indirger. Görünüşte Bayraktar Bayraklı mucizeleri inkar etmiş olmuyor ama mucizeyi olağanlaştırmakla içini boşaltmış oluyor. Bayraklı’nın mucizelere bir mümin saflığında bakmadığı hususunu teyiden onun mucizelerle ilgili ayetleri müteşabih kabul ettiği yönündeki görüşüne temas etmeliyiz. Bayraklı’nın bu konudaki görüşlerini bizzat kendi ifadelerinden okuyalım: “Peygamberlerin mucizelerini anlatan ayetler, yapı itibariyle müteşabih de¬ğillerdir, ama konu itibariyle müteşabih alana girmektedirler. (Kitaptan bir bilgisi olan kimse ise, “Gö-zünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi). [Neml/40] Ayetin manası müteşabih değildir, ama Belkıs’ın tahtının göz açıp-kapayıncaya kadar uzun bir mekandan getirilmesi mahiyet itibariyle müteşabihtir.

Günümüzde ses ve resim nakledilmektedir; istikbalde maddenin ışınlanma yoluyla nakli gerçekleşirse, bu ayetin konusu müteşabihlikten çıkıp muhke¬me dönüşür.” (Bkz., c. 3, s. 491) Burada da Bayraklı’nın mucizelere mesafeli yaklaştığını görmek mümkündür. Zira mucizeleri anlatan ayetlerin konusu itibarıyla müteşabihattan kabul edilmesi, onların içeriğinin bilinemeyeceği anlamına gelir. Bu ise mucizeleri olağanüstü haller olarak tarif eden ve mucizelere bu haliyle kayıtsız-şartsız teslimiyeti ilke edinen Ehl-i Sünnet’in duruşuyla örtüşmemektedir. Hatta sadece Ehl-i Sünnet’in değil, diğer itikadî fırkaların hemen tamamının mucize hakkındaki yaklaşımı böyledir. Ayrıca mucizeleri anlatan ayetlerin bilimsel gelişmelere paralel olarak bir gün müteşabih olmaktan çıkıp muhkem hale geleceğini düşünmek, mucizelerin doğrudan kabul edilemeyeceği, ancak bilimin referansıyla kabul edileceği yönünde bir anlayışa da kapı aralamaktadır. Ve nihayet belirtmeliyiz ki mucizeyi mucize yapan, onun “hariku’l-ade” (olağan üstü) özelliğidir. Bilimsel veya aklî (rasyonel) izahı yapılabilen şey esasen mucize değildir. Bayraklı’nın mucizeler konusundaki bu tutarsız yaklaşımı, onun ilgili ayetlere getirdiği izahlara da yansımıştır. Nitekim Bayraklı’nın; Hz. İbrahim’i ateşin yakmaması (Bkz., c. 12, s. 473-480), Hz. İsa’nın çamurdan yaptığı kuş timsalini canlandırması gibi (Bkz., c. 4, s. 115; c. 6, s. 193) mucizelerle ilgili açıklamalarında belirsiz ve kendi içinde sorunlu bir dil kullanması da, onun mucizeler konusunda kafasının karışık olduğunu göstermektedir.

c) Tasavvur sorunu

Bayraktar Bayraklı’nın tefsirini incelerken karşılaştığımız en önemli sorun, onun ayetlere yaklaşırken bir türlü etkisinden kurtulamadığı modernist İslam tasavvurudur. Seküler din telakkisinin İslam dünyasına sızmasından bu yana, adeta bir virüs gibi islamî bünyeyi içten içe tahrip eden modernist İslam tasavvuru ne yazık ki Bayraktar Bayraklı’yı da derinden sarsmıştır.
Bayraktar bey, özellikle Hz. İsa’nın nüzülü, recm ve nesh gibi konuları ele alırken kullandığı argümanlarla bunu dışa vurmuştur. Sözgelimi onun recm konusuyla alakalı şu açıklamaları üzerinde dikkatle düşünmek gerekir: “…Netice olarak diyebiliriz ki, yarı beline kadar toprağa gömüp taşlanarak öldürme tatbikatı, Yüce Allah’ın merhametine uygun değildir. Bir insana ölüm cezası verilebilir ama uygulaması bu şekilde olamaz.”, “Bu konuda kitaplarda yer alan, hükmü devam eden ama metni Kur’ân’da olmayan uydurma bir metnin hükmü İslam için yüz karasıdır. Bu kitapların elden geçirilip düzeltilmesi gerekiyor…”, “Genelde örnek olarak anlatılan Mâiz olayı, bir daha gözden geçirilip sorgulanmalı, sahabeye zina isnat etmenin doğruluğu araştırılmalıdır. Kurân ve İslam dini bizden bunu istemekte ve bu leke ile İslam’ı bir yere götüremeyeceğimizi öğütlemektedir.” (c. 13, s. 326-329)

Bayraklı’nın recm cezasıyla ilgili fikirlerinin kritiği bir yana burada dikkat çekmek istediğimiz husus, onun kullandığı argümanlarda kendini ele veren tasavvur sorunudur. Mesela bu konuda yazarın kullandığı “Allah’ın merhameti” söylemi, diğer modernistlerin kullandıkları “özgürlük” ve “eşitlik” gibi modern konseptler, modernist İslamcıların zihin ve ruh koordinatlarını teşkil ediyor. Modernist, dinî naslara kayıtsız bir zihin ve duru bir ruhla yaklaşıp Müslümanlığını naslara göre yapılandıramıyor. O, modern paradigmanın dayattığı, konjonktürel söylemlere göre nasları tenkit süzgecinden geçirerek imanda seçici davranıyor; modern algıyla örtüşen hükümleri alıp örtüşmeyenleri reddederek bir bakıma naslara rezerv koymuş oluyor.

Bayraklı’ya şunu sormadan edemiyoruz. Allah’ın merhametinden ne anlıyorsunuz? Allah’ın merhametinin, sınırları belirlenmiş, eşit bir tarifi var mıdır? Eğer varsa böyle bir tarifi kim neye dayanarak yapmıştır? Bayraktar bey neden aynı gerekçeyle, kafir ve fasıkların cehennemde yanacağını da reddetmiyor, doğrusu merak ediyoruz. Taşlanarak öldürülmek ilahî merhamete ters düşüyorsa, alevlerin içinde eriyip kavrulmak nasıl izah edilebilir. Cehennem ateşiyle cezalandıracağına inandığımız aynı Allah’ın, taşlanarak öldürme cezasını meşru kılmış olabileceğini kabullenmemenin makul bir izahı olabilir mi? Hz. Peygamber efendimizin recm cezasını uyguladığı hususunda inkarı kabil olmayan pek çok sahih hadis vardır. Hal böyleyken recm cezasının ilahî merhamete sığmadığını ileri sürmek, peygambere Allah’ı tanıtmaya kalkışmak gibi ölçüsüzce bir işgüzarlık değil de nedir?

Burada recm cezasının dindeki yeri ve delilleri hakkında konuşacak değiliz ama şu kadarına da değinmeden geçemiyoruz. Hz. Peygamberin recm cezasına çarptırdığı kimse sadece Mâiz değildir. Bunun dışında sahih kaynaklarda bu cezaya çarptırıldığı bildirilen iki Müslüman kadın daha vardır. Ayrıca bu ceza iki Yahudiye de uygulanmıştır[6]. Mütevatir hadisleri konu edinen kitabında el-Kettânî recmle ilgili hadislerin manen mütevatir olduğunu zikretmiş ve sadece Maiz’e uygulanan recm cezasının on sekiz râvi tarafından nakledildiğini isimlerini sayarak belgelemiştir.[7] Hz. Peygamberden sonra Raşit halifeler de bu cezayı uygulamış, meselenin üzerinde hassasiyetle durmuştur.[8]
Bayraklı’nın tasavvur sorunuyla alakalı olarak dinin yegane kaynağının Kuran olduğu şeklindeki modern saplantıya da kısaca değinmeden edemeyeceğiz. Bayraklı’nın ön kabulleriyle örtüşmeyen bir çok konuda kullandığı ifadeler, onun, hadisler de dahil Kuran dışında herhangi bir kaynağı bağlayıcı kabul etmediğini göstermektedir. Hz. İsa’nın göğe yükseltilmesiyle ilgili “Kültürümüzde Hz. İsa’nın ruh ve bedeniyle Allah katına çıktığı inancı hakimdir. Bu inancın doğruluk derecesini -mihenk taşı olan Kur’an’a vurarak- tesbit etmeye çalışalım.” (c. 4, s. 135-139) yönündeki ifadeleri, herhangi bir dinî esasın mutlaka açık seçik Kuran’da belirtilmiş olması gerektiğini gösteriyor. Buna göre, mütevatir veya meşhur hadislerde yer almış olsa bile, Kuran’da açık seçik biçimde zikredilmeyen konular inanılması gereken dinî esaslardan değildir. Hatta Bayraklı nüzul-i İsa da dahil bu gibi konulara hurafe gözüyle bakmaktadır. (c. 4, s. 135-139) Özelde bu konu hakkında yazılan eski-yeni eserler Bayraklı’nın kendini kaptırdığı bu saplantının ne kadar mesnetsiz ve tutarsız olduğunu açık biçimde ortaya koymuştur. Örneğin eş-Şevkânî’nin et-Tavdîh fî tevâtüri mâ câe fi’l-muntazar ve’d-deccâl ve’l-mesîh, el-Keşmîrî’nin et-Tasrîh bimâ tevâtere fî nüzûli’l-mesîh, Zâhid el-Kevserî’nin Nazratün Âbira isimli eserleri bunların başlıcalarını teşkil eder. Bu eserlerde mesele en ufak bir şüpheye mahal kalmayacak biçimde ele alındığı için ayrıca bu konu üzerinde durmadan Bayraklı’nın dil sorununa geçelim.

d) Dil sorunu

Bayraklı’nın tefsirinde okuyucuyu rahatsız eden bir diğer husus kullandığı dil ve üslup sorunudur. Yazarın zaman zaman Allah’la ilgili sözler sarf ederken kullandığı gayr-i ciddi dilin özellikle bir tefsire hiç de yakışmadığını söylemeden edemeyeceğiz. Sözgelimi yazarın bir münasebetle kullandığı şu cümleler aslında ne demek istediğimizi yeterince açıklıyor: “Cenab-ı Hak, ayetin sonunda (Allah azizdir, hakimdir) buyurarak, vermiş olduğu hükmün altına imzasını atmakta;…” (c. 3, s. 213) Bayraklı’nın tefsirde sıkça kullandığı bu profan dil, Kuran dilinin bayağılaştırılması probleminin tipik bir örneği olarak görülebilir.

Bayraklı’nın dil sorunu sadece benimsediği bayağı üslupla sınırlı bir sorun değildir. Onun zaman zaman tefsir kitabının maksadını aşan ıslahatçı-aktivist söylevleri de ayrıca tahlil edilmelidir. Yukarıda recm cezasıyla ilgili beyanları çerçevesinde aktardığımız şu ifadeler, selef-i salihîne hürmet duyguları besleyen duyarlı müslümanın tüylerini ürpertiyor: “Bu konuda kitaplarda yer alan, hükmü devam eden ama metni Kur’ân’da olmayan uydurma bir metnin hükmü İslam için yüz karasıdır. Bu kitapların elden geçirilip düzeltilmesi gerekiyor…” Bayraktar bey, müfessirliği bir tarafa bırakarak deruhte ettiği ıslahatçı kişiliğiyle burada açıkça din mühendisliği yapmakta, Allah adına Müslümanları hizaya getirmeye kalkışarak tarihe mal olmaya çalışmaktadır.

e) Sonuç

Bayraklı’nın “Yeni Bir Anlayışın Işığında Kuran Tefsiri” adlı eseri, ilmîlik vasfından uzak, metodik bir ciddiyet içinde kaleme alınmış eser hüviyetini taşımayan bir çalışmadır. Bu eserde ayetler daha çok bir vâiz ya da ıslahatçı tarzıyla pratik amaçlar güdülerek açıklanmaya çalışılmıştır. Tefsiri incelerken edindiğimiz intibaya göre sanki eser, özellikle psikoloji ve eğitim planında ayetlerin Bayraklı’nın zihninde yaptığı çağrışımların kaleme alınmasından vücuda getirilmiştir. Şunu da belirtmeliyiz ki, bu çağrışımlar, çoğunlukla ispatı da reddi de kabil olmayan sübjektif düşünceler olmakla birlikte yer yer çok sakil görünmektedir.
Kuran’ın daha temel bir değerler sisteminin nezaretinde mütalaa edildiği izlenimini veren eserin adı üzerinde de durmak gerekir. Yeni bir anlayışın ışığında Kuran’ı tefsir etmek ne demektir?

Müfessir, murad-ı ilahîyi yakalama gayretiyle hareket eden kişi olmak gerekirken, Kur’an’ın daha önce oluşturulmuş/benimsenmiş bir “anlayış” doğrultusunda yorumlanması, murad-ı ilahinin değil, o anlayışın öncelenmesini intac eder.

Yazara göre ışığıyla Kuran’ın üzerindeki karanlıkları giderecek olan “yeni anlayış” nedir? Kuran’ı bir başka şeyin ışığında tefsir etmek, onu bir üst referansın gölgesi altına sokmak anlamına gelmez mi? Tefsirin başından beri hadis ve icmâ ile sabit dinî esaslara karşı Kuran merkezli din anlayışını savunan yazarın, Kuran’ı daha üst değerler sistemine tabi kılmakla içine düştüğü bu yaman çelişkiye getireceği makul bir izah olabilir mi? Gerek tefsirin ismi gerekse yazarın ayetlere yaklaşımından elde edilen sonuçların önümüze koyduğu bu tür sorular, okuyucunun, Bayraklı’nın eseri karşısında daha dikkatli ve seçici olması gerektiğini gösteriyor.

Son olarak şunu da belirtmeliyiz. Bayraklı’nın tefsirindeki sorunlar sadece burada örneklerini zikrettiklerimizle sınırlı değildir. Bunların dışında Bayraklı’nın nesh, ehl-i kitabın imanı/akıbeti ve hırsızın elinin kesilmesi gibi konularla ilgili görüşleri de, en az buraya aldığımız örnekler kadar ciddi sorunlar arz etmektedir. Fakat biz makalenin boyutlarını göz önünde bulundurarak burada eleştirimizi sadece verdiğimiz örneklerle sınırlı tuttuk. Bu konularla ilgili eleştirilerimizi daha geniş boyutlu bir makalede detaylarıyla incelemeyi düşünüyoruz.

Talha Hakan Alp Hoca

Dipnotlar:
[1] es-Suyûtî, el-İtkan fî ulûmi’l-kuran, c. 2, s. 1189; Abdulaziz el-Buharî, Keşfü’l-esrar, c.1, s. 120.
[2] Tefsir-i Taberî, c.4, s. 69
[3] Milli Eğitim Bakanlığı yayınları, Örnekleriyle Türkçe sözlük, c. 1, s. 339.
[4] Abdullah ibn-i Mesud’un kıraatinde her iki zamir de müennes olarak gelmiştir. Bkz., ez-Zemahşerî, Tefsiru’l-Keşşâf, c. 4, s. 560.
[5] Tefsir-i Taberî, c. 14, s. 219.
[6] Sahih-i Buharî, hadis no, 6633, 6819; Sahih-i Müslim, hadis no, 1697, 1699, 4451.
[7] el-Kettânî, Nazmu’l-mütenâsir mine’l-hadisi’l-mütevatir, s. 173, 174.
[8] Ebubekir Abdurrazzak, Musannefü Abdurrazzak, hadis no, 6626, 10170, 13357, 13364.
Devamını Oku »

Bayraktar Bayraklı'nın 'kadın yalnızken başı açık namaz kılabilir'saptırması

Bayraktar Bayraklı'nın 'kadın yalnızken başı açık namaz kılabilir' saptırması

Bayraktar Bayraklı;

Namaza dönersek... Kadının namaz kılarken başını örtmesini söyleyen bir ayet var mı Kuran'da?

B.B.: Kadınlar namaz kılarken başlarını örtecek diye bir ayet yok. Çünkü kadın zaten başını örter. 1994'te televizyonda sizin 'Dinamit' isimli programınızda iki hafta üst üste kadın başını kapatacak mı, kapatmayacak mı konusunu tartışmıştık hatırlarsanız. Kadın başını Nur Suresi'nin 31'inci ayet-i kerimesine göre kapatacak. İbadetini yaparken de öyle yapacak demektir bu. Bu bir yorum değildir, ayete mana vermektir.

Evet, kadının başını örtmesi konusunu sizin de dahil olduğunuz konunun ehli olan konuklarla Kanal D'de iki hafta üst üste sekiz saate yakın tartışmıştık. Ama sizler Kuran'a göre kadının başını nasıl örteceği konusunda bir ortak görüşe varamamıştınız. Kimi örtünmeden, göğüs dekoltesini kapatmayı, kimi kulak memesine, saçın tek bir teline varıncaya kadar başın kapatılmasını anlıyordu. Nitekim şimdi de Kuran'ı sizin gibi anlamayan ilahiyatçılar var. Prof. Salih Akdemir, 'Ben başörtüsünün farz olmadığına inanıyorum. Kuran'da bu konu bir öneridir' diyor.

B.B.: Hayır, 'Kadın, başörtüsünü başına koysun' diye emir var Kuran'da. Ama başına şal da koyabilir, başını örtüyle de sarabilir. Saçının teli görünmeyecek diye bir şey yok. Saçının önünü, kulaklarını gösterebilir. Kadın başını örtsün de istediği gibi örtsün.

Peki Kuran'a göre başı açık namaz kılmak günah mı?

B.B.: Günahtır demek doğru olmaz. Günah kavramı ayrı bir şey. Mesela aptes almadan namaz kılarsanız, namazın secdesini yapmazsanız buna günah denmez. Buna, 'Namazınız olmadı' denir. Çünkü sistemi bozuyorsunuz. Örtünme farzdır. Namaz kılarken bunu ihmal ederseniz namazınız bozulur.

Başı açık namaz kılınırsa namazın olmayacağını söyleyen kaynak kitap nedir?

B.B.: Böyle bir kitap yok. Fakat peygamberimizin uyguladığı namaz kılma sistemi budur. Kadının avret yerlerini kapaması gerekiyor. Kadının başı avret yeri kabul ediliyor. Evinizde başı açık namaz kılabilirsiniz. Sakınca yok. Bu konu sosyal hayatta önemli.

Kuran-ı Kerim'de kesin bir söz olmadığına göre, bir Müslüman kadının camide başı açık namaz kılmasını yasaklayabilecek bir otorite var mı İslam'da?

B.B.: Otorite diye bir olay yok. Kimse yasaklayamaz. Kadın başı açık camiye gider ve namazını kılar. Başı açık namaz kılanı engelleyemeyiz. Başı açık namaz kılan bir kadına, 'Sen camiden çık' diyemeyiz. Kimsenin böyle bir şeyi deme yetkisi yok. (1)



Cevap:

1. Bayraklı Hoca bir yandan Allah Resulünün uygulamasını zikrederken diğer yandan kadının kendi evindeki namazında da tesettürlü olmasına dair emri görmezden geliyor..Dolayısıyla Hoca Resulullah'ın emirlerine mi yoksa kendi hevasına mı uyacağı konusunda netleşmemiş bir görüntü veriyor..Doğrusu:

Din İşleri Yüksek Kurulu, 07.11.2002 tarihin​de Kurul Başkanı Doç.Dr.Şamil DAĞCI'nın başkanlığında toplandı. Dini Soruları Cevaplandırma Komisyonunca hazırlanan "Kadınların Başı Açık Namaz Kılmaları" konusundaki rapor görüşüldü. Yapılan müzakereler sonunda:

Son zamanlarda, başın abdest organlarından olduğu, bu organların ise örtülmesinin farz olmadığı ileri sürülerek, kadınların baş açık olarak namaz kılabilecekleri iddia edilmektedir. Namazda örtülmesi gereken yerler dinî kaynaklarda setr-i avret başlığı altında incelenmiştir. Setr-i avret, namazın şartlarından biri olup, namazda avret yerlerinin örtülmesi anlamına gelmektedir. Avret kavramı ise, bir zaruret bulunmaksızın insan vücudunda açılması helal olmayan, namazda ve namaz dışında örtülmesi farz ve başkalarınca bakılması haram olan yerleri ifade etmektedir. Avret mahallinin kapsamı, erkeğe ve kadına göre farklılık arz eder. Erkeğin avret yeri, Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbelilerin oluşturduğu cumhuru fukahaya göre göbekle diz kapağı arasıdır. Hanefiler diz kapağını da avret mahalline dahil etmişlerdir. Hz. Peygamber bir hadisinde, "Müslüman erkeğin uyluğu avrettir." buyurmuştur (Ahmed, III/478). Diğer bir hadiste de, erkeğin örtülmesi farz, bakılması haram olan yerlerinin "göbeği ile diz kapağı arası" olduğu belirtilmiştir (Ebu Davûd, "Libas", 37; Dârekutni, I, 230,231).

Hanefi, Maliki ve Şafiilerle, Hanbelilerdeki hakim görüşe göre, kadının el ve yüz dışında kalan bütün bedeni örtmesi gerekir. Hanefi mezhebindeki bir görüşe göre ayaklar da avret kapsamı dışında tutulmuştur. Şafii ve Hanbeli mezheplerinde kadının namazda örtmesi gereken yerlere ayak da dahil edilirken Hanefi mezhebinde kadının çıplak ayaklı olarak namaz kılması caiz görülmüştür. Bu görüş ayrılıklarının sebebi "Onlar (kadınlar), kendiliğinden görünenler hariç, zinetlerini göstermesinler" (Nur, 24/31) ayetindeki "kendiliğinden görünenler hariç" ifadesiyle ilgili farklı yorumlardır.

Bütün mezheplere göre, kadınların namazda başlarını örtmeleri gerekir. Hz. Aişe'nin rivayetine göre Ebu Bekir'in kızı Esma, üzerinde ince bir elbise olduğu halde Rasûlullah'ın huzuruna girmiş, Hz. Peygamber de ondan yüzünü çevirerek, "Ey Esma! Kadın ergenlik çağına ulaşınca, -el ve yüzünü işaret ederek- şurası ve şurası müstesna artık onun yabancılar tarafından- görülmesi doğru olmaz." buyurmuştur (Ebu Davûd, "Libas", 34). Başka bir hadiste de, "Allah ergenlik çağına ulaşan kadının başörtüsüz olarak kıldığı namazını kabul etmez." buyurmuştur (Hakim en-Neysabûrî, Müstedrek, I, 251; Ebu Dâvûd, Salat, 85, No: 641, I, 422; Tirmizî, Salat, 277, No: 377, II, 215; İbn Mâce, Tahâre, 132, No: 655, I, 214; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 150, 218, 259. İbn Huzeyme, hadisin sahih; Tirmizî, Hasen; Hakem ise Müslim'in şartlarına göre sahih olduğunu söylemiştir). Bu hadisler buluğ çağına ermiş Müslüman bir hanımın namaz kılarken saçlarını ve diğer avret mahallini örtmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.

Ayrıca hadis kaynaklarında Peygamber eşlerinin evlerinde baş örtüsü ile namaz kıldıklarını (Malik, Salat, 10. No: 35-36), Hz. Peygamber'in başı açık namaz kılan genç kızlara müdahale ettiğini ve buluğa eren kadınların başlarını örterek namazlarını kılmaları gerektiğini bildiren hadisler yer almaktadır (Ahmed, VI, 96, 236, 238; Tirmizî, Salat, 84, No: 640, I, 420; Ebu Davud, Salat, 85, No: 642, I, 422). Hz. Peygamber zamanından günümüze kadar uygulama böyle olduğu gibi, İslam toplumunun ortak görüşü de bu yöndedir.

Yukarıda zikredilen açıklamalar ışığında;

Namazda ve namaz dışında örtülmesi gereken avret mahallinin erkeklerde diz kapağı ile göbek arası, kadınlarda ise, el, yüz ve ayaklar dışındaki bütün beden olduğu ve namaz kılarken, bu uzuvların vücut hatlarını belli etmeyecek ve rengini göstermeyecek nitelikte bir elbise (örtü) ile örtülmesi gerektiği anlaşıldığından, Kadınların baş açık olarak namaz kılmalarının caiz olmadığına, Karar verildi. (2)

2. Aişe (r.anhâ)den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah, aybaşı olan (baliğa kadın)ın namazını ancak başörtüsü ile kabul eder" [Ebu Davud , Salat 84, Tirmizî, salât 160; İbn Mâce, tahâre 132; Ahmed b. Hanbel, VI, 150, 218, 259.] Hadisi genel bir hüküm koymaktadır..O da kadınlardan ergenlik çağına gelenlerin ancak başörtüleriyle namaz kılabilecekleridir..Bu hadis-i şerif kadının yalnız başına kıldığı namaz ile camide kıldığı namaz arasında ayrım yapmamaktadır..Dolayısıyla Bayraktar Bayraklı, Resulullah'ın uygulamalarını 'güya' referans almada samimi olsaydı bu hadislerin hükmüne uyması gerekirdi..İmam Malik, Muvatta'da Namaz kitabında şu hadisleri nakletmektedir:

10. Namazda Kadının Başını Örtmesi Ve Entari Giymesi

35. İmam Mâlik'e: Resûlullah'ın (s.a.v.) hanımı Hz. Âişe'nin namaz kılarken entari giydiği, baş örtüsü ile de başını kapadığı ri­vayet edildi.

36. Kunfüz'ün torunu Muhammed b. Zeyd, annesinden nakle­diyor: Resûlullah'ın (s.a.v.) hanımı Ümmü Seleme'ye, «Namaz kı­larken kadınların hangi elbiseleri giyeceklerini» sordum.

«— Başlarına başörtüsü takarlar, bir de ayaklarının üzerine kadar uzanan entari giyerler,» cevabını verdi. [İbn Abdilber el-îstizkâr'da der ki: Bu hadis, Muvatta'da mevkuftur. Abdirrahman b. Abdullah b. Dinar, Muhammed b. Zeyd -annesi- Ümmü Seleme senediyle merfu olarak nakleder. Ebu Davud (Salât, 2/83), merfu olarak rivayet eder. Ayrıca bkz. Şeybanî, 163,]

37. Ubeydullah b. Esved el-Havlâni'den: Resûlullah'ın (s.a.v.) hanımı Meymune'nin odasında idim. Namaz kılarken ayaklarına kadar uzanan bir entari giyer, başını kapatırdı, Ayrıca etek giymezdi.

38. Hişam b. Urve babasından naklediyor: Kadının biri bana:
«— Etek giymem zor oluyor. Entari ve başörtüsüyle namaz kı­labilir miyim?» diye sordu, ben de:
«— Evet, elbise uzunsa kılabilirsin!» dedim.

3. Bayraktar Bayraklı, bir taraftan kadının avret yerlerini kapaması gerekiyor derken öte yandan kadının başının önünü açabileceğini söylüyor..Kadının başının tamamı avrettir, önünün avret olmadığına dair hiçbir delil getiremez..Dolayısıyla bu iki söylemi birbirleriyle çelişiktir..Dine Kuran ve Sünnet harici yeni kurallar getirme çabası içinde olduğu görülüyor..
***
(1) http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=177163
(2)http://www2.diyanet.gov.tr/dinisleriyuksekkurulu/Sayfalar/KadinlarinBasiAcik.aspx
ayrıca bkz: http://m.sorularlaislamiyet.com/index.php?oku=900
http://www.fetva.net/yazili-fetvalar/basortusuz-kilinan-namazin-kabul-olmayacagina-dair-hadis-sahih-mi.html
http://www.ilimdunyasi.com/suneni-ebu-davud/kadinlarin-basortusuz-namaz-kilmalari/?wap2



http://ravzaimutahhara.blogspot.com.tr/2015/07/bayraktar-bayraklnn-kadn-bas-ack-namaz.html
Devamını Oku »

İsra ve Miraç hususunda Mealcilerin büyük çelişkisi

İsra ve Miraç hususunda Mealcilerin büyük çelişkisi



İsra ve Miraç hususunda Mealcilerin büyük çelişkisi..Miraç var mı? Peygamber Efendimiz bedenen göklere yükseldi mi? Mescid-i Aksa nerede?:

İsra ve Miraç hususunda Ehl-i Sünneti eleştirmekte ittifak halinde olan mealciler kendi içlerinde herhangi bir fikir birliğine varamadılar..Oysa Kuran ayetlerinin açık, anlaşılır ve kolaylaştırılmış olduğunu savunur ve bu yüzden de Kuran tefsirinde hadisleri lüzumsuz görürler. Kuran’ın mücmelini tafsil, genelini tahsis, mutlakını takyid ve feri aslına ilhak gibi Sünnette yer alan hususlar, Kitab’ın hükümlerinin anlamlarını şerh ve tefsir konumundadırlar. Bu fonksiyonu inkar eden mealciler apaçık ve anlaşılması kolay gördükleri ayetleri yorumlamada bin parçaya bölündüler..Saldırmakta usta oldukları anlaşılan mealcilerin "peki öyleyse bu işin doğrusu sizce nedir?" sorusuna kendi aralarında çelişki olan fikirlerle cevap vermektedirler:

1-) Miraç yok..İsra, Kudüs'e ve Ruhen:

1. Mehmet Okuyan: Miraç yoktur..İsra ise ruhen Mekke'den Kudüs'e ruhen yaptığı bir bilinçlendirme seyahatidir..O yatay bir seyahattir. Ruhen yapılmış, o da bedenen filan değil. Peki bunun Kudüs'ten göklere doğru çıkış kısmı var mı? Hayır yok.(1)

2. Bayraktar Bayraklı:

Bayraktar Bayraklı'ya göre de Mescid-i Aksa Kudüs'teki Mesciddir:

İşte gece yürüyüşü dediğimiz İsrâ olgusu, insanlığın ilk ma'bedi, ilk üniversitesi olan Mescid-i Haram (Beytullah)dan başladı, yani bereket ve hidayet kaynağı olan (Âl-i İmrân 3/96) Mescid-i Haram denen üniversiteden başladı.

Yolculuk, Mescid-i Aksa denen, çevresi mübarek kılınan, yani kutsal olan üniversiteye doğru olmuştur. O dönemde Mescid-i Aksa Ya­hudi ve Hristiyanlar için önemli bir ma'bed idi. Yüce Allah İsrâ l'de "çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa" demektedir. Sadece Mescid'in kendisi mübarek değil, çevresi de mübarek idi. Bu açıdan bakınca bu ma'bedin, yani üniversitenin Mescid-i Haram'a benzeyen yönü olduğunu görür ve anlarız.Mescid-i Aksa da Yahudi ve Hıristiyan­lığın eğitim merkezi ve üniversiteleri idi. Demek ki Mescid-i Aksa, in­sanlığın ikinci üniversitesi olma özelliğini taşıyordu. "Bir ma'bed ve üniversiteden başka bir ma'bed ve üniversiteye gidiş"e İsrâ denmektedir.
[Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/170-172.]



2-) Miraç yok..İsra, Kudüs'e değil:

3. İsrafil Balcı: Kuranı Kerim Miraç'tan asla ve kat'a bahsetmiyor...Böyle bir şey yok. Hiçbir ayette de bu meseleyle uzaktan yakından ilintili değil..Bu tamamen rivayetlerden müteşekkil bir anlatı..Miraç rivayeti ve özellikle Kudüs'ü öne çıkarma Emeviler döneminde..Kudüs ve Şam'la ilgili pek çok İsrailiyat rivayeti de taşınmıştır..(2)

Mescid-i Aksa Kudüs'teki mescit değil: Emeviler döneminde Şam bölgesinin yönetim merkezi olması ve bu bağlamda Kudüs’ün dini politik kimliği gibi nedenler halifelerin bu bölgeye özel önem vermelerinde etkili olan unsurlardandır. Bu bağlamda özellikle Abdülmelik döneminde Kubbetüssahre gibi görkemli bir mabedin yapılması ve akabinde Mescit-i Aksa’nın inşası bölgenin önemini ve Müslümanların nazarındaki kutsallığını daha da artırmıştır. Özellikle inşa edilen camiye ayette geçen el-Mescidü’l-Aksa adının verilmesi, zamanla yanlış bir anlamayı da beraberinde getirmiş ve adeta ayette zikredilen el-Mescidü’l-Aksa’nın bu camiyle alakalı olduğu gibi bir algı ortaya çıkmıştır. Oysa bu mabetlerde isra ve miraç hadiseleri arasında herhangi bir ilişki yoktur.

(http://ihvanisafaa.blogspot.com.tr/2014/07/isra-ve-mirac-gercegi-israfil-balc.html#sthash.iIwNb19J.dpuf)

Değerlendirme: Bu durumda İsrafil Balcı'nın Mescit-i Aksa'nın yerde olduğunu ama hangi mescit olduğunu açıklamadığını görüyoruz..Madem ki bu mescit Kudüs'teki Mescit değil, hangisidir?

4-Ercüment Özkan : Biliyorsunuz İsra, Arapça gece yürüyüşü demektir..(3)

Sohbetten anlaşılana göre Ercüment Özkan miracı inkar ediyor..İsra'yı maddi bir bedenle yapılabilirliğine kapıyı kapatmıyor..Kudüs'ten bahsetmiyor..

(http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/07/ahadtek-hadis-bile-olsa-hadisi-hafife.html)

5. Şaban Ali Düzgün: Hz. Peygamberin bedenen göklere yükseldiğini söyleyen değil tam tersine yükselmediğini söyleyen ayet-i kerime var...Bu ayet İsra suresinin içerisinde geçmektedir..İsra (90-94) (4)

İsra mucizesi ne ruhen ne de bedenen olmuştur..İlmen gerçekleşmiştir..(4)

6-Hüseyin Atay: İsra mucizesi ne ruhen ne de bedenen olmuştur..İlmen gerçekleşmiştir..(4)



3-) Miraç Var, Mescid-i Aksa'nın nerede olduğu tartışmalı olmakla birlikte Kudüste'ki Süleyman Mabedi en kuvvetli ihtimal: 

7-İslamoğlu:

İslamoğlu'na göre Mirac vardır:

Bu bir anahtar kelimedir dedik subhan. Neden böyle bir anahtarla giriyor. Miraç gibi, isra gibi ruhani bir müşahede için konulan bir sınırdır aslında. Burada bir tasavvur inşa ediliyor. Muhatabın tasavvuru inşa ediliyor. Bir sınır konuluyor. Miracı ve İsrayı, yani insanın Allah’a yürüyüşü gibi sırlarla dolu muhteşem ve ruhani bir olayı anlamaya çalışırken ey insanoğlu gözetmen gereken birinci sınır; Allah’ı kişileştirmemek. Allah’ı indirgememek. Allah’ı yaratıklar dünyasına indirgememek zihninde. Tasavvurunda Allah’ı yaratılmışlarla özdeşleştirmemek.

İşte böyle bir uyarı. İlk anahtar. Mirac’ı, İsra’yı, Yani insanın Allah’la buluşması gibi çok gaybi, sırri, sembolik ve ruhani bir olayı anlamaya çalışırken dikkat etmen gereken ilk şey; Allah’ın aşkın, müteal varlığını içkinleştirmemek. Yani yaratıklar seviyesine indirmemektir. Buna çok dikkat etmelisin. Onun için Subhanelleziy diye başlar. Yani aşkın olan, her türlü kişiselleştirmeden uzak olan. Varlıklara, yaratıklara benzemekten uzak olan O Allah’ki. Bu birinci anahtar.

Burada bir Allah tasavvuru inşa ediliyor. Onun için bu sınıra riayet edeceksin ey muhatap, ey vahyin muhatabı. Eğer Miraç gibi, İsra gibi bir olayı doğru anlamak istiyorsan, her ne ki aklına geliyor, o Allah değildir diyen arifin bu sınırını iyi hatırlamak lazım. leyse ke mislihî şey’ (Şura/11) ayetinin bu bir yorumudur aslında. O hiçbir şey gibi değildir. Yani hiçbir şey de onun gibi değildir elbette.

İkinci anahtarımız da var manasını verdiğim yerde, o da nedir? Bi abdiHİ kulunu. Buda ikinci sınırdır. Birinci Subhan sözcüğünde Allah tasavvuru inşa edildi vahiy tarafından, abdiHİ ile de muhatabın insan tasavvuru inşa ediliyor. Yani içkin, aciz, sınırlı, beşer. Onun için kul olduğu hatırlatılıyor. Bu hadisenin kahramanı olan efendimiz (A.S.) ın bir insan olduğu, bir kul olduğu öncelikle.Abduhu ve Resulühu. O’nun kulu ve elçisi olduğu hatırlatılıyor. İkinci anahtar olması da bu yüzden. Yani İsra ve Mirac gibi İnsan Allah buluşmasına tekabül eden sırri, gaybi ve derûni bir müşahedeyi anlamak için ey insan, Allah’ın aşkın varlığını bir kere, bir çıta olarak göreceksin. İkincisi de insanın içkin varlığını, beşeri varlığını, yani ilahi bir varlık olmadığını, sınırlı bir varlık olduğunu. Bunu da ikinci çıta olarak göreceksin. Onun için bu olayı anlarken insanı ilahlaştırmaya, insanı melekleştirmeye kalkmayacaksın. İnsanın insan tabiatını unutmayacaksın. Yani O’nun kulu Bi abdiHİ olduğunu aklından çıkarmayacaksın.
Hatta min âyâtina. Burada bu yorumumuzu destekleyen de bir şey var. Ayetlerimizden bir kısmını gösterdik diyor. min âyâtina yani hepsini değil. Gaybi sembollerimizin tamamını göstermedik, sadece bir kısmını gösterdik. Onun için bu da abdiHİ’yi destekleyen bir başka ibare.

inneHU HUves Semiy’ul Basıyr Zira O, evet sadece O’dur her şeyi işitip her şeyi gören.Ayetin bu sonuncu cümlesi de 3. çıtadır, 3. sınırdır. Nasıl 3. sınır? Her şeyi yalnızca Allah görür. Peygamber gösterileni görür min âyâtina ayetlerimizden linüriyehu min âyâtina ayetlerimizden bir kısmını gösterelim ona diye. Her şeyi mi? Hayır. Onu sadece Allah görür.

Burada geçen Mescidi Aksa, en uzak mabed anlamına gelir. Ki başından beri İslam tefsir geleneği tarafından Kudüs’te ki Süleyman mabedi. Bugün Hz. Ömer camiinin ve kubbetüs sahranın yani haceri muallak ta denilen o kutsal kayanın da içinde bulunduğu çok geniş bir alan. İşte o alanın çevresi ile birlikte mübarek kılındığı Kur’an da beyan ediliyor. İslam tefsir geleneği en uzak mescidi, ora ile tefsir etmiş. Fakat ender de olsa Hamidullah gibi bir takım muttaki alimler bu el Mescidül Aksa’nın Kâbe’nin simetriğinde ki, göklerin ötesinde ki, meleklerin tavaf ettikleri ve aslında Kâbe’nin onun yer yüzünde ki izdüşümü olduğu uzak mescit. Hakk katında ki, ötelerde ki mescit olduğu yorumunu yapanlarda var.
Kudüs; İlya adıyla bilinirdi Resulullah döneminde. Ki hadislere de ilya olarak geçmiştir. Bu ismi Romalılar koymuşlardı Elya. Elinin şehri anlamına Haddi zatında Kudüs’ün adından yola çıkarak bu ayete herhangi bir mana vermek de zor. Fakat şunu söyleyeyim ki İslam geleneğinde daha ilk nesilden itibaren El Mescidül Aksa’nın kapsamına Kudüs’ün alınmış olması ve Miraç hadislerinde Resulallah’ın Kudüs’ten söz etmesi her halükarda bu yüce ve mukaddes yolculuğun kapsamı dahilinde Mescidi Aksa’nın Kudüs’ünde bulunduğunu hükmetmemizi gerektirir. Fakat El Mescidül Aksa eğer Hamidullah üstadımız gibi alimlerin yorumu doğruysa Kâbe’nin aslı olan gökteki en uzak mescitse o zaman bu ayet sadece İsra’dan değil, aynı zamanda miracdan da söz eden bir ayet olur ki, İsra’yı da kapsamış olur, içine almış olur bu yolculuk.(4)

Gerekçeli mealinde ise şunları söylemektedir: 

5 el-Mescidu'l-Aksa:''en uzak mabed'' veya mescid'in lügat anlamıyla ''secde edilecek en uzak yer''. Tefsirlere göre bu, Kudüs'te bulunan ve çevresinin bereketli kılındığı ifade edilen (Krş:7:137; 21:71,81) Süleyman Mabedi ve onun çevresinde yer alan verimli topraklardır. Buradaki problem,ayetin indiği tarihte Kudüs'te Süleyman Mabedi'nin tamamen harap bir halde bulunmasıdır. MS.70'teki Titus katliamında mabed yerle bir edilmiş ve yeri Hristiyanlar tarafından çöplük haline getirilmiştir. Vahyin indiği dönemde de bu halde bulunuyordu. Bu durumda iki ihtimal vardır:

1) Ya Allah Rasulü'ne İsra müşahedesinde gösterilen el Mescidu'l-Aksa, Süleyman mabedinin yıkılmasından önceki halidir ve bir mucize olarak gösterilmiştir.

2) Ya da buradaki el-Mescidul Aksa tıpkı Tur 4'teki el-Beytu'l-Ma'mur gibi göklerin ötesindeki ''en uzak mescid'' anlamına gelir. 30:3'te Filistin topraklarının ''yakın'' olarak nitelendirilmesi bunu teyit eder. Bazıları, Ezraki ve Vakıdi'nin rivayetine dayanarak, bu mescidin müminlerin gizlice toplanıp ibadet ettikleri Mekke'ye on mil mesafedeki Cirane'de olduğunu söyler. '' En uzak mescid'' ile Medine'deki Mescid-i Nebi'nin kastedildiğini söyleyenler de olmuşsa da bu tutarsızdır. İkinci şıkka giren görüşler içinde en tutarlısı göklerin ötesindeki en uzak mescid görüşüdür. Secde'nin hakikatinin, kulun Allah'a bağlılığını sunması olduğunu hatırlanacak olursa, el-Mescidu'l-Aksa'nın karşılığı şu olur: ''insanın Allah'a bağlılığını sunabileceği en yüksek makam''. Fakat ayetin devamında hayli ayrıntılı bir biçimde İsrailoğullarından söz edilmesi, Hz. Peygamber'e müşahede ettirilen mescidin Süleyman Mabedi'nin orijinal halinin görüntüsü olduğunu teyit eder. Bununla şu mesajı verilmiş olsa gerektir: Davud ve Süleyman peygamberlerin nübüvvet mirasının varisi sensin ey Muhammed! Allahu a'lem.



4-) Miraç yok, İsra bedenen, Mescid-i Aksa Mekke'de:

8-Hakkı Yılmaz: 

TARİHÎ KAYNAKLARDAKİ MESCİD-İ AKSA:
“Mescid-i Aksa”, “en uzak mescit” demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi için birden fazla mescit olması ve bu mescitlerden birinin merkeze diğerlerinden daha uzak olması gerekir. Aksi hâlde bu ifade dilbilimi bakımından hatalı olur. Nitekim o dönemin Mekke şehrinin tarih ve coğrafyasından bahseden eserlere bakıldığında, karşımıza bu mantığı doğru çıkaran bilgiler çıkmaktadır.

İlk İslâm tarihçilerinden Vakıdî’nin “Kitabü’l-Meğazî” ve el-Ezrakî’nin “Ahbâru’l-Mekke” adlı kitaplarında derlemiş oldukları bilgilere göre, Mekke’de Mescid-i Haram’dan başka değişik yerlerde mescitler vardır. Hatta bazı evler bile Mekkeliler tarafından mescit olarak kullanılmaktadır. Bu mescitlerden biri de Mekke’ye dokuz mil mesafedeki Cirane Vadisi’nin yukarısında olmasından dolayı “Mescid-i Aksa/ en uzak mescit” denilen mescittir. Bu mescidi Kureyş’ten birisi yaptırmıştır. Bir keresinde peygamberimiz burada ihrama girerek Mescid-i Haram’a gelmiş ve Kâbe’yi tavaf etmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlar bu eski küçük mescitleri yenilememişlerdir. Buna rağmen bu mescitlerin yerlerinde teberrüken namaz kılmışlardır.

VAKIDİ BELGE ORİJİNALİ

UYARI:

O günkü Mekkeliler, kendi inanışlarına göre İbrahim peygamberin dininin mensupları idiler. Dinleri tahrifata uğramış olsa da, kendi anlayışlarına göre namaz, hacc gibi dinî vecibeleri kendi mevcut inançları doğrultusunda yerine getirmekteydiler. Peygamberimizin durumu da aynıydı. Bu husus daima göz önünde tutulmalı, namazın, haccın, secdenin ve dolayısıyla da mescidin peygamberimizin elçi oluşu ile ortaya çıktığı düşünülmemelidir. Diğer taraftan, mescit denilince bugünkü mescitler akla gelmemelidir. Örneğin Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî denilince onların bugünkü şekli akla gelip bugünkü yapıları anlaşılmamalıdır. O mescitler bugünkü şaşaalı, debdebeli, şatafatlı, tantanalı hâllerine Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve Suudiler döneminde getirilmişlerdir. Mescit, secde edilen yer demek olduğuna göre, bu mescitler de, eğitim- öğretim, toplantı yapmak için belirlenmiş olan yerler, yani o çağa göre basit kerpiç yapılar veya ağaçtan yapılma çardaklardır. Önemli olan yapılarının şekli değil, kullanım amaçlarıdır.

Yukarıda verdiğimiz bilgiler ışığında, artık ayetteki “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesi daha iyi değerlendirilerek Mescid-i Aksa’nın haram/ mübarek bölgenin dışında, kenarında bir yerde olduğu anlaşılmış olmalıdır. Sonuç olarak söylemek gerekirse; Mescid-i Aksa Kudüs’te değil, Mekke’deki haram/mübarek yerin kenarındadır. Dolayısıyla, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa da, rivayetlerde söz konusu edilen mescit de Kudüs’teki mescit değil, Mekke’nin kenarındaki bu mescittir. Yani, hakiki Mescid-i Aksa Mekke’nin kenarındadır ve Kur’an’dan yapılan bu tespit, ilk dönem tarih ve coğrafya bilimcisi Vakıdi’in kitabındaki ile aynıdır.

Gerçek bu olmasına rağmen, yukarıda verdiğimiz rivayetlere tefsir, şerh ve haşiye yazanlar, bu rivayetlerde oluşan tutarsızlıklara kılıf hazırlamak için çeşitli teviller ileri sürmüşlerdir. Birçoğu gülünç olan bu tevilleri görmek için klasik kitapların orijinallerine veya tercümelerine bakılabilir. (5)

Değerlendirme: Hakkı Yılmaz kendi metoduyla çelişmiştir..Kuran ayetlerinin anlaşılmasında Vakıdi'den önemli bir yardım almıştır..Delil getirdiği rivayet yok sayıldığında yaptığı yorumları destekleyecek akli bir şahidi kalmayacaktır..

9-Yaşar Nuri Öztürk : Kur'an'ın hiçbir yerinde herhangi bir insanın Allah'­ın yanına yükseldiği, O'nunla konuştuğu, din buyrukla­rı hususunda O'nunla pazarlığa girdiği, O'ndan: "Ben sana aşıkım, sen olmasan varlıkları yarat­mazdım..." şeklinde methiyeler dinlediği yolunda de­ğil bir beyan, bir işaret bile yoktur. Ne yazık ki, Yahudi-Hristiyan mitolojisinden İslam'a aktarılan Miraç hikâyesi (veya hikâyeleri), tüm bu Kur'an dışı kabulleri içermektedir.

Bu kabuller, bazı surelerdeki (özellikle Necm ve İsra Sureleri) Cebrail'e giden zamirleri teviller yapıp Allah'a göndererek veya ayetleri mitolojiye uydurarak desteklenmektedir. Tümü anlam kaydırması veya tah­riftir.

Kur'an'da bir İsra olayı vardır. İsra, aynı adı taşıyan surenin ilk ayetinde de gösterildiği gibi, "gece yürüyüşü veya gece yürütmek" demektir. Ayetin be­yanına göre, Hz. Peygamber, bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürütülmüştür. Bu yürütmenin beden ve ruh beraberliğinde mi? yoksa sade­ce ruhen mi olduğu ayette açıklanmamıştır. Hz. Peygamber'in Mescid-i Aksa'dan göklere yükseltildiğine ilişkin hiçbir söz ve işaret yoktur. Böyle bir şey, zaten Kur'an'ın sünnetullah dediği varlık yasalarına aykırı­dır.

İş bununla da kalmaz: İsra olayındaki yürütme­nin ruh ve beden beraberliğinde olduğunu kabul etmeyen, böyle diyenleri yalancılık ve iftiracı­lıkla suçlayan büyük sahabîler vardır. Bunla­rın başında fakıh sahabî Hz. Âişe gelmektedir. Hz. Âişe, "Peygamberimiz Miraç gecesi rabbini gördü, onunla konuştu..." vs. türünden sözler söyleyenlere şid­detle karşı çıkmış ve şunları söylemiştir: "Bu sözleri duyunca tüylerim ürperiyor, bunları nasıl söy­leyebiliyorlar. Bunları söyleyenler Allah'a da Peygamber'e de iftira etmiş olurlar. Allah hiç­bir beşere görünmez, hiçbir beşerle konuşmaz." Hz. Aişe bununla da yetinmemiş, şunu da eklemiştir: "O gece Hz. Peygamber yatağından hiç ayrılmadı, ayrılsaydı ben görürdüm. Rabbi onu o âlemler­de ruhen dolaştırdı."

Kur'an'ı dikkatle okuyanlar görürler ki Hz, Âişe'nin bu sözleri ve tavrı Kur'an'ın beyanlarına ve ruhuna en uygun olanıdır.

Bizim Kur'an'dan beslenen düşüncemiz ve inancımız şudur: Hz. Peygamber, bir İsra mucizesiyle lütuflandırılıp bir gece Mekke'deki Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürül­müştür. Bu götürülmenin beden ve ruh beraber­liğinde mi, sadece ruhen mi olduğu meselesi bizim bilgi sınırlarımızın dışındadır. Biz bu noktada durmayı yeğleriz. Hz. Peygamber'in göklere çıkarıldığı, Allah ile görüştüğü, Al­lah'ın ona iltifatlar ettiği, namazın uzun bir pazarlıkla farz kılındığı yolundaki rivayetlerin tümünü Kur'an'a, dine, uluhiyet ve nübüv­vetin şanına aykırı buluruz.

Hz. Resul'ün Cenabı Hakk'ın tecellilerine ruhen muhatap olmasına gelince o bir kerelik değildir. Resul bu tecellilerin her an muhatabı­dır. O muhatap olmanın nasıllığı ise bize anla­tılmamıştır. O halde biz o noktada da dururuz; kafamızdan veya û söylemlerinden yararlanıp senaryolar oluşturmayız.

Yahudi-Hristiyan mitolojisinden aktarılan kabuller­le Kur'an'daki İsra olayının kaynaştırılmasından do­ğan sapmalar Hz. Muhammed'in û elçisi niteliklerine ters düşen birçok bid'at ve hurafe barındırmaktadır. (6)

Değerlendirme: Burada yazının bir cümlesine dikkat çekmek istiyorum..Y.Nuri: "Bu kabuller, bazı surelerdeki (özellikle Necm ve İsra Sureleri) Cebrail'e giden zamirleri teviller yapıp Allah'a göndererek veya ayetleri mitolojiye uydurarak desteklenmektedir. Tümü anlam kaydırması veya tah­riftir". Hakkı Yılmaz ise tam bunun aksine bir iddiada bulunmakta :Kısaca özetlemek gerekirse, Necm suresinin ilgili ayetleri çarpıtılmış ve Allah'a ait olan nitelikler maalesef Cebrail`e yakıştırılarak Kuan'ı vahyedenin Cebrail olduğu ileri sürülmüştür. Necm Suresi’nin ilgili ayetlerinde vahyi kimin öğrettiği isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır.

(http://www.istekuran.com/isra.html#VVYKwOEGBYoQSmwe.99)



5- Göklere çıkış var, miraç bedenen, Mescid-i Aksa gökteki beyti mamur:

10-Abdülaziz Bayındır:  Mescid-i Aksa meleklerin tavaf ettiği gökteki Beyt-i Mamur'dur. (7)

Allah, ayetleri, ayetlerle açıklamıştır. O yola girmeyince Kur’ân-Sünnet bütünlüğü bozulmakta ve çelişkiler oluşmaktadır. Açıklamayı Kur’ân’dan aldığımızda Allah Teâlâ’nın şöyle dediğini görürüz:

“(Orada Muhammed’in) gözü kaymadı; sınırı da aşmadı.” (Necm, 53/17)

Gözün kaymaması ve sınırı aşmama, ancak ruh ve beden birleşince olabilir. Bu sebep bu olay uyanıkken ve ruh-beden bütünlüğü içinde gerçekleşmiştir. (8)

*

Sonuç: Hemen hemen her hususta birbirleriyle çelişki içinde olan bu insanlar ehl-i sünnete saldırmadan önce kendi içlerinde tutarlı, birbirini destekleyen bir noktaya gelmeleri gerek..Yorumlardan açıkça anlaşılıyor ki bir mealcinin dediği diğerini tutmuyor..Birinin hak dediği diğerine göre batıl..Mescid-i Aksa yerde mi gökte mi diye sorsan kimisi yerde kimisi gökte diyecektir..Yerde diyenler de kimisi Kudüs'te kimisi Mekke'de diyecektir..İsra, bedenen mi ruhen mi diye sorsan kimisi ruhen kimisi bedenen diyecek hatta bazısı  ne ruhen ne bedenen, zihnen diyecektir..Her bir beyin adetince ihtilaf vukuya geliyor..Bu karmaşaya aldanıp birbirlerinden herhangi bir üstünlüğü olmayan mealciler içinden gelişigüzel yapılan tercihle sahih hadislerin bize verdiği bilgileri görmezden gelmek akıllı kişinin işi değildir..Hakkı Yılmaz gibi birinin zora düşünce Vakidi'den nasıl faydalandığını gördük..Mealcilerin bu çaresiz halleri düşünüldüğünde ehl-i sünnetin yolunun ne kadar aydınlık ve çelişkiden uzak olduğu daha rahat anlaşılıyor..Hadisleri inkarın nasıl bir kaos oluşturduğunun güzel bir örneği..

***

(1) -https://www.youtube.com/watch?v=3P9ojWHwom8&t=09m09s
(2) -http://www.dailymotion.com/video/x18p639_kur-an-isra-olayini-anlatir-mirac-ise-rivayetlerle-inanc-haline-gelmistir-prof-dr-israfil-balci_school
ayrıca bkz: https://www.youtube.com/watch?v=PMRfVyhdtNQ
(3) -https://www.youtube.com/watch?v=-RA2CEx-pDY
(4) -https://www.youtube.com/watch?v=l72Yae067hs
(5) -http://www.istekuran.com/isra.html#JgjoqeJIQllR3phC.99

(6) -Yaşar Nuri Öztürk, İslam Nasıl Yozlaştırıldı.
(7) -https://www.youtube.com/watch?v=jJ2iDnaNQqI
(8) -http://www.suleymaniyevakfi.org/roportajlar/isra-ve-mirac.html



http://ravzaimutahhara.blogspot.com.tr/2015/08/isra-ve-mirac-hususunda-mealcilerin.html
Devamını Oku »