Kültür'ün İnsanın Çevre Algılayışıyla Bağlantısı

Kültür diye adlandırılan yaşama ortamı, aslında, bizim çevremizi algılayış tarzımızla sıkı sıkıya ilgili. Tabiatı, çevremizi, kendimizin bir parçası olarak algılıyorsak ona muamele tarzımız da o yönde gelişir.

Batı kültürü ile İslâm kültürüne bir de bu açıdan bakmayı deneyebiliriz. Batı kültürüne mensup insanların tabiatı algılayış biçimi, en azından bugünkü kesitiyle bakıldığında, çocuk suluğunu, saflığını yitirmiştir. Tabiat, Batı insanı için üzerinde hakimiyet kuracağı, boyunduruk geçirebileceği, onu istediği gibi sömürebileceği bir “şey” durumundadır. Gene Batı âleminde, halen şikayet konusu edilen çevre kirlenmesi, bu kültür anlayışının tabiata reva gördüğü muamelenin eseridir. Her ne kadar “çevreciler” diye anılan dar bir zümre insan, çevrenin korunması için tedbirler alınmasını zorunlu görüyorsa da, aynı kültürün bir parçasını teşkil eden bu insanların öngördüğü tedbirler nihayet palyatif olmak zorunda kalacaktır. Hayvanları sevme dernekleri kurarak onları korumayı düşünmek bir takım fantezi heveslerinin, hatta vahşeti maskelemenin ötesine geçemeyecektir.

İslâm'ın, her şeyin “mahluk” (Allah’ın yaratığı) olduğu yolundaki öngörüsü ise, tabiata ve çevreye, müslümanların ister istemez Allah’ın rızası doğrultusunda muamele etmelerine yol açacaktır. Bu perspektiften bakınca, insan, tabiatı hiç bir zaman sömürülecek bir “şey'' diye görmeyecektir. Bu iki bakış tarzının pratikteki tezahürleri kolayca müşahade edilebilir.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Nesneleri Adlandırmak

Nesneleri adlandırmak görünüşte kolay bir iş gibi durmaktadır. Oysa aynı nesnenin başka dillerde başka adlarla anıldığını hatırlarsak adlandırmanın hiç de kolay olmadığını görürüz. Türkçede “çakmak”, “tabak”, “halı” gibi adlar verdiğimiz nesneler başka dillerde başka kelimelerle karşılanmaktadır.

Nesneler üzerinde durum böyleyken, iş değer yargılarının karıştığı eylemleri adlandırırken büsbütün değişir. Bir adam öldürme eylemi kimilerinin gözünde kahramanlık olarak adlandırılırken, kimilerinin gözünde aym eylem cinayet olabilir. Bu farklılıklar bizim o eyleme hangi perspektiften, hangi değer yargılarından yola çıkarak ve hangi kıstasları kullanarak baktığımızla ilgilidir.

Günümüz dünyasında olaylara, dünyaya Batılıların değer yargılarıyla, onların gözlükleriyle baktırılıyoruz. Batılıların din, bilim, mukaddesat vb. diye adlandırdıkları olguları adeta bir takım nesnel şeylerin adları gibi alıyor ve kendi kültürümüzde de aynı muhtevayı taşıyorlarmış gibi algılıyoruz. Oysa bütün bu tür adlandırmalar her kültür için farklı anlamları içermektedir. Bu tür adlandırmalardan aynı şeyleri anlamaya başladığımız zaman aynı kalıplarla düşünmeye de başlamışız demektir.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Batılılaşma

Türkiye'nin başının çaresini Batılılaşma yolunda arayacağım diye diretmesi sinek kâğıdına yapışmış hayvancığın zavallı ve gülünç durumundan farksızdır. Ayağının birini kurtarsa ötekini yapıştırmak zorundadır oraya. Batı güdümünde -bu güdüm kültürel ve siyasal alanlardır- bir "ilerlemenin" söz konusu olamadığını görmek için ülkemize bakmak yeterlidir. Batı güdümünde ancak bir müstemleke ekonomisi, ancak müstemleke düzeni mümkün olabilir. Ancak gizli manda yönetimi zuhur eder.

Kaynak:

İki Dünya-Rasim Özdenören
Devamını Oku »

Tasavvuf

Bir tür anlayış İslâm'ı nasıl hayatın dışında sanıyorsa, tasavvufu da İslâm'ın dışında sananlar bulunmaktadır. Tasavvufun Hristiyan rahiplerinin yaşayışından ilham alındığını iddia edenler olduğu gibi, onu Grek felsefesine veya Hint düşüncesine bağlayan farklı görüş ve iddia sahipleri de var.

Bir Müslüman'ın cehlinden dolayı düştüğü yanlışa bakarak "İslâm budur" diye bir hükme varmak ne kadar doğru ise, bazı kimselerin aslında bidat olan "âyinler"ine bakarak "tasavvuf budur" demek de ancak <o kadar doğru olur.

Sadece yanlış uygulamalara bakarak tasavvufu reddetmek, velilik iddiasında bulunan bir sapığa bakarak velayeti reddetmek gibi bir şeydir

İslam'a müşteşrik kafasıyla yaklaşanların tasavvufu ''mevzu''(sonradan konulmuş) bir olay diye göstermesine denecek birşey yok.Ancak şeriat adına tasavvufa karşı çıkanlar var,işte asıl onların üzerinde durulmalı.Tasavvuf adına geliştirilmiş bidat yok mu?İslam'a muhalif olanların uydurduğu bir takm sapık ''tarikatlar''elbette var. Ancak bunlara bakarak tasavvufun hakikatini reddetmek, papaza kızıp oruç bozmaya benzer. Şeriat adına tasavvufu inkâr edenlerin aslında şeriatı bilip bilmediği sorgulamaya açıktır. Üstat Necip Fazıl, Abdülhakim Efendi Hazretlerine (ks) atıfla bir taifeyi 'kaba softa, ham yobaz" olarak tavsif eder. Bu söz dine bağlı, ihlâs sahibi Müslümanları küçük düşürmek anlamında kullanılmıyor. Fakat dini, kendi idraklerine sığdıramayan, buna rağmen din adına "fetva kesme" ye çıkan cahillerin durumuna atıfta bulunuyor. Nitekim Abdülhâlık Gücdüvânî Hazretleri de (ks) müritlerinden birine verdiği öğütte: "Cahil sofulardan uzak ol ki, onlar din yolunun hırsızları ve Müslümanlığın yol kesicileridir" demiştir.

Bütün kanşıklık ve yanılgı "tasavvuf" kelimesinden çıkıyor. Kelimenin sonradan üretilmiş olduğuna bakanlar, delalet ettiği anlamın da mevzu olduğunu sanıyor. Oysa tasavvuf, en saf anlamıyla zikrullah, salâvat ve tesbihâtla meşgul olmaktır. Şeriata bunlar mı sonradan dahil edilmiştir? Bir öğretici, bir eğitici, bir mürşit, bir bilen, talebesine zikretmenin usulünü talim ettirir. Nasıl ki Resulü Ekrem de (sav) ashabına zikri talim ettirmiştir. Yani adına sonradan tasavvuf denilen hal, aslında sünnetin devam ettirilmesinden başka bir şey değildir. Bu hal insanın, zikretmek suretiyle kul olduğunu kavramasından ibarettir. Tasavvuf, insana şeriatta ne öngörülmüşse,o hükmün hakikatini kavrayabilmesi yolunda sarf ettiği cehtin,ifa ettiği talimin adıdır.

Cüneyd-ı Bağdadî (ks) tasavvufu şöyle anlatıyor: 'Tasavvuf, kalbın Hak Teâ ladan gayrısıyla alâkasını kesmesidir ve gönül topluluğuyla zikrullah ve kendinden geçip Hakkı dinlemek ve emr-i İlâhiye ve sünnet-ı seniyyeye ittiba ile ameldir."

Şeriat dünyaya bağlanmayı emretmiyorsa, tasavvuf dünyayı dışlamanın, onu hakir ve zelil görebilmenin talimini yaptırıyor. Başka bir şey değil.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Kafa Karıştıran Kelimeler
Devamını Oku »

Hümanizm,Rönesans Hareketiyle Çıkmış Değildir

Hümanizma, sanıldığı gibi, Batı kültüründe, Rönesans hareketiyle ortaya çıkmış bir anlayış değildir Bu anlayışın kökleri Grek filozofu Protagoras'a kadar uzatılabilir. Hümanizma da aslında insan sevgisinin soysuzlaşmasıdır: Çifte standardın kaynacı da belki burada aranabilir. İnsan her şeyin ölçüsüyse (Protagoras), kendi çıkarına olan şeyler de iyidir! İnsan her şeyin ölçüsüyse insan sayısı kadar doğru vardır!

Bu rekabet ve bencillik ortamında, her şeyin benim çıkarına göre değer kazandığının düşünüldüğü bir or-tamda, her şeyin bir piyasa değerinin olacağı da açıktır. Böylece, insanın kendisi de dâhil olmak üzere her şeyin piyasada bir bedeli ortaya çıkmaktadır. Bu ifadenin açık bir anlamı bulunmaktadır: Alım satım konusu olan bir şey (yani her şey) bir nesne değerine indirgenmiş olmaktadır, başka söyleyişle her şey metalaşmıştır ya da metaya dönüşmüş olmaktadır.

İnsan nesneleşmiştir. Tabiat sadece kendisinden istifade edilebilir bir "şey"dir. Kızılderili Reisin, insanı ve toprağı birbirinin parçası sayan telakki tarzı ve o toprağı satın almak isteyen beyaz adama arının vızıltısını, sisin orman üstündeki salmışını nasıl satın alabileceğini sorması, beyaz adamın zihniyetinde karşılığı bulunan sorular ve karşılığı bulunan cevaplar değildir. Bu, beyaz adamın anlayamayacağı ve akıl erdiremeyeceği bir kavram ve derinliktir.

Batı kültüründe metaya dönüştürülen insan, yalnızlığını  mekanik iş düzeniyle; televizyon, radyo, sinema, kitap gibi İnsanî ilişkileri araçsallaştıran medya aracılığıyla; uyuşturucu, içki, sigara gibi sonuçsuz kısır döngülere girerek; cinsel sapmalar ve sevgisiz, gayrimeşru cinsel ilişkilerle (zina, fuhuş, ırza tecavüz, eşcinsellik); kendini eğlenceye kaptırmak suretiyle (burada, eğlence mutlulukla ikame edilmiştir: gene düzmece bir olguyla karşılaşıyoruz); evlilik yerine şirkete dönüştürülmüş birlikteliklerle (ki burada, evliliğin eşlere yüklediği sorumluluktan kaçış söz konusudur) gidermeye çalışmaktadır. Böylece, insanların yalnızlıklarını gidermeye yönelik olarak başvurdukları her şeyin, son tahlilde, tüketilen, yoğaltılan bir İktisadî değere dönüşmüş olduğu ortaya çıkmaktadır: Her şey, cinsellikten kitaba, hatta mutluluğa kadar her şey, tüketilen, yoğaltılan bir metaya dönüşmüş olmaktadır.

Böyle bir ortamda insan , bir sevgi dünyasının özlemini çekse de, sevgiden hâsıl olmuş bir dünya talebinde bulunsa da, bu özlem ve bu talep belki bir anlam taşıyabilir ama bu özlemin ve bu talebin karşılığını bulmak mümkün olmaz. Batı dünyasında herkesin o kadar bel bağladığı demokrasi, insan hakları ve liberalizm söylemlerinin her biri tek tek ve birbirleriyle ilişkileri açısından, sınıflı, ırkçı, ayrıma, sömürücü ve bencil toplumların çıkar çatışmalarından hâsıl olmuş kurumlar olarak kin ve nefret duyguları üstüne bina edilmişlerdir demek abartma olmayacak, fakat gerçeği yansıtacaktır.

Öyleyse, sevgiden hâsıl olmuş bir dünya talebinde ve teklifinde bulunurken, daha baştan, Batı kültürünün değer yargılarından ve kavramlarından uzakta bulunmamız gerektiği anlaşılmaktadır. Çünkü bir batılın hakikate yol vermesini bekleyemeyiz. Bir ilmin butlanı onun müntehasında belli oluyorsa, Batı kültürünün toplumsal/siyasal kurumlarının mahiyeti de onun uy-gulamasında ortaya çıkar. Bu uygulamanın somut ne-ticesi ikiyüzlü, çifte standartlı, riyakâr, adaletsiz, güç-süzün hakkını hiçe sayan, ırkçı, ayrımcı bir insan tipi biçimde tezahür etmektedir.

Böyle bir kültür ortamında beni insanların eşitliğine ve kardeşliğine inandırabilecek bir gerekçe elde edebilmem mümkün görünmemektedir. Batı kültürünün istinat ettiği hümanizma telakkisi olsun, BM'ninki de dâhil çeşitli ulusal veya uluslararası bildirilerde dile getirilen insan hakları ile ilgili ifadelerin tümü olsun, reel karşılığı olmayan, düzmece (calî) beyanlar olarak boşlukta yer işgal etmektedirler. Böyle bir ortamda, hayvanat bahçeleri, millî parklar, huzur evleri gibi kurumlar aslında soysuzlaşmış sevginin veya daha doğrusu sevgisizliğin sembolleri sayılmalıdır. Bu düzmece yapılarla Batılı insan kendini kandırmaya çalışmaktadır. Evcilleştirilmiş hayvanlar, bu insanın hayvan sevgisini değil, fakat kendini başkasından farklı kılmanın çabasını ortaya koymaktadır. Huzur evleri, aileden uzaklaştırılmış güçsüz insanların çaresizliğini remz etmektedir. Batı kültürünün gerçek yüzünü görmek için kirlenen çevrenin ve o kirli çevrede günden güne zehirlenen insanların ve hayvanların yaşantısına bakmalı.

Peki, dünyaya ihtiyaç duyduğu sevgiyi kim ulaştıracak?

Batı dünyasından umudumuzu kesmemiz gerektiği' ne göre, ona bu umudu ve bu sevgiyi kim vaat edebilir.

Bu sorunun cevabını şimdilik bir cümle ile söyleyerek yetinmek istiyorum: Bu sorunun cevabını, demokrasiden ve insan hakları söyleminden daima daha fazlasını talep etmekte bulunmuş olan Müslümanlar verecektir. Bunu, Müslümanların günümüzde yaşadıkları perişan hallerine bakarak söylemiyorum. Onların, kendilerini İslam'a doğru değiştireceklerini ve onların kendilerini değiştirdikçe Allah'ın da onları değiştireceği vaadini aklımda tutarak bu cümleyi söyleme cesaretini kendimde buluyorum.

Kaynak:

Rasim Özdenören-İki Dünya
Devamını Oku »

Allah'ın Dilediği Hayatı Yaşamak

Allah dilerse her şey olur,ona kuşku yok,.Fakat Allah'ın dilediği,emrettiği hayat yaşanmadıkça,Allah'ın hükmü insanları arasında yürürlüğe girmez.İnsanı o hayat tarzını yaşamaktan Allah mahrum etmiyor,o kendi kendini mahrum kılıyor.Çünkü Allah dinini tamamlamıştır.Fakat o din yaşanmadıkça onun yeryüzünde yürürlüğe girmesi adetullahtan değildir.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Müslümanca Yaşamak

 
Devamını Oku »

Eşref-i Mahlukat olan İnsan

İnsanın “eşref-i mahlûkat” olduğu hususundaki söylem, müslümanca kavrayışta ona, Batı kültüründe olduğu gibi yeryüzü tanrısı olduğu vehmini vermemiş, tersine ona kul olma bilincini getirmiştir. Müslüman, kendisini “eşref-i mahlûkat” olarak görünce, bu görüş, ona Allah indinde kendisini kul olarak kavrayabilmesinin yolunu açmıştır. Çünkü insan, eğer “eşref-i mahlûkat” (yaratılmışların en şereflisi) ise, bu durum ona tabiata ve tüm evrene, yani başka yaratıkların tümüne, şerefli bir yaratık olarak muamele etme mecburiyetini yükleyecektir. Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü (Yunus Emre) deyişi bu telakki tarzını ifade etmektedir. Yaratıkların en şereflisi olmak insana, tabiatı tahrip etme, onun üzerinde hükümranlık kurma hakkını ve yetkisini vermiyor, tersine tabiata ve evrene kardeşçe, insanca davranma mecburiyetini yüklüyor.

İslam, öngördüğü hayat tarzı itibariyle dış dünyaya müdahaleyi kendiliğinden kaçınılmaz kılıyor Müslüman'ın günlük yaşantısının hemen her safhası, bu dünyaya bir müdahaleyi gerektiriyor. Zaten İslam hükümlerinin (yani şeriatın) uygulama alanı bu dünyadır. Şeriat, öbür dünyaya dair hükümler öngörmez. Obür dünya, bu dünyadaki amellerin hesap yeridir. Şeriatsa bu dünyada uygulanır. Yani zekat bu dünyada uygulanır, öbür dünya bu uygulamanın karşılığının görüleceği bir hesap yeridir. Hac, namaz, oruç bu dünyada uygulanacak ibadet ve amellerdendir.Öbür dünya, bu ibadetlerin uygulama yeri değil, fakat hesaplarının görüldüğü yerdir.

Kaynak:

Rasim Özdenören-İki Dünya
Devamını Oku »

Müslümanlar Kuşku Yok ki Antiemperyalisttir

Müslümanlar, kuşku yok ki, antiemperyalisttir. Fakat emperyalizme karşı olmak Müslüman’ın biricik mümeyyiz vasfı değildir. Emperyalizme karşı olmak, Müslümanın güttüğü siyasetin sebebi ve gayesi değil, fakat sadece bir neticesidir. Müslüman, kâfire benzemeyi reddettiği için antiemperyalisttir, antiemperyalist olduğu için kâfire benzemeyi reddetmiyor.

Kâfire benzemeyi reddetmek, giyim kuşamdan, üretim ve tüketim kalıplarına, selamlaşmadan, ev içi döşeme stiline kadar hayatın en küçük ayrıntısını kapsayabilecek genişliktedir.

Müslümanın antiemperyalist oluşu, basit bir siyasî tavır alma meselesi olarak yorumlanmamalı. Batı kalıplarına göre harcamada (tüketimde) bulunmayı reddeden kimse, bu tutumun doğal sonucu olarak emperyalizmi ve sömürüyü reddetmiş olur. Bu bakımdan antiemperyalist olmak Müslümanın hayatının, yaşayışının bir hâsılası olarak kendiliğinden ortaya çıkar.

Batılılar bunu elbette biliyor. Fakat kraldan çok kralcı olan Batıcıların bunu bildiği kuşkuludur.Batılılar sömürüyü ancak Müslümanların tüketim standartlarını,tüketim alışkınlıklarını değiştirmekle sağlayabileceklerini,İslam alemine ilk kancayı buradan attılar.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Müslümanca Yaşamak
Devamını Oku »

Niçin Müslümanım ?

Niçin Müslümanım ?

Gerçekte hiçbir Müslüman, niçin Müslüman olduğunu kolay kolay açıklayamaz. Bir Müslüman, kendisine yöneltilen böyle bir soru karşısında ilk elde bir bocalama geçirecektir. Aslında verilen cevap kendisinin nasıl Müslüman olduğu değil, Müslüman olduktan sonra İslâmî hükümlerde bulduğu hikmetlerin açıklaması niteliğinde olabilir. Bunun ise farklı bir husus olduğu açıktır. Bu niçin böyle oluyor? Çünkü Müslüman birtakım zihnî muhakeme safhalarından geçerek, birtakım sebepler bularak Müslüman olmuş değildir, iyice çözümlenirse, onun niçin Müslüman olduğuna dair sebepler bulması daha sonraki safhaya ait bir konu olarak ortaya çıkar. Yani kişi, ilkin Müslüman olmuştur. Daha sonra, İslâmî hikmetleri araştırmaya başlamıştır. Müslüman olmanın tamamlanması için bu ikinci safha, yani tahkiki imana sahip olmak mutlaka gerekmez.

İlk Müslümanlar, Hz. Peygamber'e sebep sormamışlardır. Onlarda hidayet vakası farklı yollardan tecelli etmekle birlikte gerçekte hiçbiri sebepler araştırarak İslâm'a gelmiş değildir. İslâm'dan önce Hanifler diye bilinen zümre mücerret hakikat araştırıcılarıydı. Onlar Allah'ın varlığına ve birliğine inanıyorlar, fakat hakikate ulaşmanın usulünü, yöntemini bilmiyorlardı. Hz. Ebu Zer Gıfarinin bize tevatüren ulaşan İslâm'dan önceki yaşayış ve inanış biçimi bu bakımdan ilginçtir. Onun Allah'a şöyle yalvardığı anlatılır: "Ya Rabbim, sana nasıl ibadet edileceğini bilmiyorum, bana ibadetin usulünü öğret." Bilahare tebliğe muhatap olunca, Müslüman olmakta bir an bile tereddüt etmemiştir. Burada ilginç olan husus ilk Müslümanların, daha Müslüman olmadan önce, Müslüman olmaya hazır bir ruhî ortam içinde bulunmasıdır. Bu yüzden onlar Hz. Peygamber'e Allah'ın varlığını ve kendisinin resul olduğunu ispat etmesi sadedinde anlamsız sorular sormamışlar; kendilerine tebliğ eriştiği anda Müslüman olmuşlardır.

Kısaca, İslâm'ı diğer inanış sistemlerinden ayıran başlı ölçülerden biridir, onun bu husustaki usulü: Müslüman sebeplerden kalkarak İslâm'ı benimsemez, Müslüman olduktan sonra hikmetleri araştırır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yeniden İnanmak
Devamını Oku »

Sadece İman Etmek Tek Başına Yeterli Olmaz

Müslüman olmak için islâm Dini'ni hak ve doğru kabul etmek bir başına yeterli sayılmamaktadır. İslâm'ın hak olduğunu kabul etmekle birlikte Müslüman olmayı reddedenlere her zaman rastlanabilmiştir. İslâm'ın alâmet-i farikası onun "tek tanrılı" din olması da değildir. "La ilâhe illallah" demek gerek şarttır, fakat yeter değildir. Bu yönden, İslâm'ın ayırıcı niteliği keli-me-i şahadetin ikinci kısmında, yani "Muhammed-ün Resullullah" kısmında mündemiçtir. Kelime-i şahadeti söyleyen ve söylediğinin anlamına inanan herkes tanımı gereği Müslümandır. Ama bilinçli Müslüman diyebilmek için bir kimsenin şahadet kelimesini söylemesi yeterli sayılabilecek mi? Bilinçli olmak, şahadet kelimesinin getirdiği bütün sonuçlara katlanmayı ve yükümlülüklerin altına girmeyi de gerektirmektedir.

Bilinçli olma deyimini bilgili olma hususundan dikkatle ayırmak gerekiyor, demiştik. Bilginin belki bilincin besleyici kaynaklarından biri olduğu düşünülebilir ve bilgi böyle bir işlevi yüklendiği sürece değerli kabul edilebilir. Ama bilginin bir başına ne işe yarayabileceği gene de bir sorudur. Islâm fıkhını bütün incelikleriyle bildiği halde bu bilgisini hayatına yansıtmayan insan mı, yoksa bu bilgilerden yoksun olmakla birlikte İslâm'ın isterlerine göre Müslüman olarak dünyada işgal ettiği yerin farkında olarak tavır koyabilen insan mı makbul tutulacak? Mesele, kendimize "Ne kadar bilgili bir adam" dedirtmekse bunu başarmak kolaydır. Fakat bu durumda, eski bir benzetmenin, kitap yüklü merkep benzetmesinin bize yaraştınlabilecegini unutmamalıyız.

Öyleyse mesele kellenin bir malûmat deposu haline getirilmesi işi değildir. İnsan bildikleriyle amel etmedikten sonra niçin bilmediklerini de öğrenme hevesine kapılmalı? Aslolan bildiklerimizi hazmedebilmektir.Ha zımsa, bildiklerimizle amel ederek meydana gelir.Bildiklerimiz ancak o zaman bize faydalı olur., Aksi takdirde Allah Resulü'nün "Faydasız ilimden Allaha sığınırım" hadis-i şerifindeki hikmet gereğince bütünlerimizden Allah'a sığınmamız gerekir. Bu bağlamda gramer ilmini yutup da doğru dürüst bir tek cümle söylemeyi becerememektense, bu ilimden habersiz olarak 'gramere uygun' konuşmayı tercih etmeliyim, diyorum.

Öte yandan, kafasını gelişigüzel bilgilerle kırkambar halinde doldurmuş olan kimseyi âlim de saymıyoruz.

Belli bir alandaki bilgiler arasında ilişkiler kurabilmek, ilkelere yükselebilmek de gerekli. Bu ise, ayrı bir yetenek işi. Mesela birçok hadis rivayetçisi var, fakat bunlardan kaç tanesi aynı zamanda "fakih"tir (hukuk ait),Hukuk âlimi kuşkusuz, yasa maddelerini de bilir. Fakat hukuk âlimi olmak için bu yetmez, Hukukun genel ilkelerini de bilmek, bu ilkelerle muayyen yasa maddelerini ilişkilendirebilmek de gerekir. Bu takdirde, o alimin yasa maddelerini tek tek ezberlemesine gerek kalmaz. Çünkü o, genel bilgisi, İlmî sezgisiyle neyi nerede bulabileceğini, yasalarda böyle bir maddenin bulunup bulunamayacağını, bulunuyorsa bunun ne anlama geleceğini de bilir; daha da önemlisi neye ihtiyaç duyduğunu bilebilmesidir. Demek ki, meselenin özü çok şey bilmek  değil, fakat bildiklerimizin özünü, künhünü,ilkesini kavrayabilme noktasında toplanıyor.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yeniden İnanmak
Devamını Oku »

Bütün nefsler ölümü tadacaktır

İnsan ancak kendinden gafil,olduğunda ''zaman”  hakikatini unutuyor. Onun da bir yaratık olduğunu, onun da vadesinin dolacağını unutuyor..

Gecenin karanlığı sizi sarıpta gözleriniz uykuyla kapandığında zamanın geçişini fark ediyor musunuz ? Eğer belirli vakitlerle ilginiz yoksa, zamanın hiç yürümediğini zannedebilirsiniz. Ama o, sizin gafletinizin dışında, siz onun farkında olsanızda, olmasanız da kendi vadesini doldurmak üzere, fakat ne acele ederek, ne de geciktirerek yürüyüp gitmektedir.

İnsana, zamanı unutturan onun kendi içindeki süreklilik duygusudur bir bakıma. İnsandaki sürekli olma duygusu, 'ölüm' gerçeğiyle zıttır. Ölüm şahsen tecrübe edilmesi mümkün olmayan bir gerçektir. İnsan olarak, vukuundan mutlak şekilde emin olduğumuz, fakat inanmadığımız bir gerçektir ölüm. Daha doğrusu, şöyle demek lazım: insanda doğuştan gelen bir ölüm fikri yoktur,bu fikri insan sonradan edinmiştir. Ölüm tecrübe edilmesi imkânsız bir olgu olduğundan (çünkü bir kez tecrübe etmek zaten ölmek olacaktır), yani dolayısıyla şahsî tecrübemizin dışında bulunduğundan, bir anda bize basit görünen bu gerçek (ölüm gerçeği) Kuran'da insanoğluna hem bir ikaz, hem hatırlatma olarak vurgulanmıştır: "Bütün nefsler ölümü tadacaktır."

Bu ikaz ve hatırlatmanın içinde, insanı kendi nefsinde hissettiği süreklilik (ebedîlik) duygusunun vehimden ibaret olduğunu idrak ettiren bir başka hikmet de gizlidir.Kur'anın bu ayeti ile biz, ölümün bilgisinden çıkıp daha üst düzeyine yükseliyoruz. Yani ölümün gerçekliği mücerret bir bilgi olmaktan çıkıp kendisine iman edilmesi farz olan bir gerçeklik niteliğine giriyor.Böylece,içimizdeki sürekli olma ebedilik duygusunun nefsimizin bir iğvası olduğunu idrak ediyoruz.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yeniden İnanmak
Devamını Oku »

Bilimin Ardındaki Niyet ve Bilim ve Nesnel Eleştiri

Bilimin Ardındaki Niyet

Günümüzde, bilim diye anılan gerçeklik aslında Hıristiyan Batı dünyasında, kilise ile mücadele etmek üzere sahneye çıkartılan, kökeninde dini dışlama niyetini taşıyan bir dizi düşünceler zinciridir. Ne var ki, günümüz insanı çoğunlukla andığımız nitelikteki bilimin temel amacını unutmuş olduğundan, "bilim" tarafından ileri sürülen iddiaların tümüne hakikatmiş gibi bakabilmekte; dahası, dogmatizmle mücadele ettiğini sandığı bilimin şahsında yeni bir dogmatizmle karşı karşıya bulunduğunu sezinleyememektedir.

Edebiyat, insanın süflîliğini ortaya döküp saçmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır, insan, kendi zayıflığını, süflîliğini, işe yaramazlığını görmekten, hastalıklı bir tat alır olmuştur.

Gerçekte, bilim ve sanat adına söylenen şeylerin ne ölçüde bilim ve sanat olduğu tartışılabilecek bir keyfiyetken, bu gün, bu yaftalar altında sunulan her şey insana kolaylıkla kabul ettirilebilmektedir. Bir kez taraf-sız, nesnel, evrensel bir olgu diye alınınca, bunun her yerde, her zaman genel geçer olduğu, herkes tarafından kabul edilmesinde zorunluluk bulunduğu fikri, bu fikri imal edenin "niyeti" araştırılmaya bile lüzum görülmeden kabul edilmektedir.

Aslında, belirtilen tanıma uygun olması gereken fizik, kimya, biyoloji gibi fen bilimleri bile 17. yüzyıldan başlayarak, özellikle 19. yüzyılda yoğunluğunu artırarak belirli "niyetlerin" gerçekleştirilmesi amacına alet edilerek kullanılmıştır. Felsefede olduğu gibi, bilim alanında da, birbiri ardından gelen düşünceler, görüşler birbirinin yalanını çıkartırken, insanın, gene de bilimi putlaştırabilmesi tuhaf bir olaydır.

Şimdi bazıları,belki de bilimin de yanılabileceği esasen kabul edilmektedir, diye itiraz edebilir. Fakat bilimin yanılabilirliğinin kabul edilmesiyle, bilimin gerçekleştirmek istediği niyeti birbirine karıştırmamak gerek. Bugün Batı dünyasında bilim denen olgu'nun gerçekleştirmek istediği niyet, bu niyetin taşıdığı zihniyet büyük ölçüde değişmeden devam etmektedir.

Bu niyetin mahiyetini birkaç kelimeyle özetlemek mümkündür. Ölümsüzlük iksirini araştırmaya kalkışan, bazılarınca bugünkü bilimin atası diye tanımlanan ilk simyacılardan başlayarak yeni ve yakın çağlardan günümüze kadar devam eden bu sürecin taşıdığı temel niyet, Allah'ın hükmünü yalana çıkarma çabasına dönüktür. Simyacılar ölüm iksirini bularak, bütün nefslerin ölümü tadacağına ilişkin hükmü geçersiz kılmak isterken, başka biri türeyişle ilgili bir görüş ileri sürerek insanın yaradılışı ile ilgili hükmü yalanlayabilme gayretine düşmüştür. Bazıları belki bugünkü bilimin artık bu tür fantezilerle uğraşmaktan vazgeçtiğini, hatta bu tür fantezilerin insanoğlunun işine yarayabilecek bazı buluşlar kazandırdığını ileri sürerek savunmaya geçebilir. Fakat bu niyet, birçok karayı bulandırmıştır. Ve de bugünkü bilimin, büyük olçüde aynı niyetle kullanıldığında kuşku yoktur.Bu arada, söylenen bazı doğrular varsa onlar temeldeki sapıklığı gidermeye yetmiyor, bilakis onun pekiştirilmesi amacına matuf bulunuyor .

 

Bilim ve Nesmel Eleştiri

Nesnel eleştiriden bir eserin,bir olgunun tarafsız bir gözle ele alınıp irdelenmesi anlaşılmaktadır.Fakat tarafsızlık (yan tutmama) dediğimiz şey pratikte gerçekleştirilebilir mi? Tarafsız bir eleştiri mümkün mü? Yoksa nesnellik denilen kavramla tarafsızlık kavramı birbirinden farklı mıdır?

Diyoruz ki bir eleştirinin nesnel olabilmesi için eleştirmecinin,tanımları önceden belirlenmiş bazı ölçütlerden yola çıkması lazımdır.Bu ölçütlerse gene eleştirici tarafından belirlenmekte ya da eleştirici önceden belirlenmiş ölçütlerden bir seçme yaparak yola çıkmaktadır.Demek ki tarafsızlık daha baştan kaybedilmiş olmaktadır.Çünkü eleştirmeci ben bu ölçütlerden yola çıkıyorum dediği an aynı zamanda hangi yanı tuttuğunu,hangi konumdan yana olduğunu ortaya koymuş olmaktadır.Bu durumda tarafsızlık denilen kavramın pratikte geçerliliği olmadığı anlaşılmaktadır.Tarafsızlık bu durumda ancak eldeki ölçütlerin kullanmasıyla ilgili sınırlı bir alana inhisar etmektedir.Nesnel denilen eleştirinin de böylece mutlak bir anlamı olmadığı,izafi ve nisbi bir anlam taşıdığı görülmektedir.

Nesnel eleştirinin sınırlarının belirlenmesi şu bakımdan önemlidir: Günümüzde bazı olgular, durumlar, durum alışlar ortaya konulurken var olan bazı bilimsel yargılardan hareket edildiği, dolayısıyla kullanılan bu ölçütlere göre ulaşılan yargıların bilimsel sonuçlar olarak kabul edilmesi gerektiği öne sürülmektedir. Ben elimdeki şu bilimsel ölçütlere göre hareket ediyorum, öyleyse vardığım sonuç da doğrudur denilmek isteni-yor Oysa bizzat bilim denilen olgunun kökeni irdelendiğinde bunun ne ölçüde genel geçer olduğu tartışma konusudur Bu bir. İkincisi bilim denilen olgu hep sanıldığı ve kabul edildiği gibi aslında mutlak hakikatin dışavurumu değildir. Günümüz bilimi Batı Avrupa uygarlığının anlayış tarzını yansıtarak biçim almıştır. Bunun değişmez olduğu sanılıyor, dolayısıyla başka uygarlıkların değişik kafa yapısına göre değişik "bilimlerin" olabileceği fikri ıskalanmış oluyor. Nitekim geçmişte değişik uygarlıkların şimdiki bilim anlayışına uygun düşmeyen değişik bilim anlayışları ve dolayısıyla değişik "bilimsel sonuçlar" ortaya koydukları bilinmektedir.

Biz halihazırda bilim olarak sadece Batı Avrupa kafa yapısını, onun zihniyetini esas aldığımız için bundan başka bilim olmaz yanılgısına düşmekteyiz. Bu durumun pratik sonucu şu olmaktadır: Madem ki deniyor, bilim yanılmaz ve mutlak doğruyu ortaya koyar, öyleyse ben kendi durumumu ancak bilimi kullanarak anlayabilirim. Avrupa'da kilisenin yaptığı bu olmuştur. Kilise, dinin doğrularını savunabilmek için bilimsel yargıları kabul etmiş ve adım adım bilimin boyunduruğuna girmiştir. Bu da ilericilik ve aydın görüşlülük sanılmıştır. Geçen yüzyıldan bu yana kilisenin tutumu bir yöntem olarak Islâm aleminde de benimsenmiştir. Müslüman düşünürler de dinin doğrulan ile bilimin doğrularının çatışmadığını, bunların birbirini teyit ettiği fikrini ileri sürmüştür. Burada şu tehlike göz ardı edilmeye çalışılmıştır: Bir kez dinin doğruları bilimin doğrularına tasdik ettirilmeye başlanınca aynı bilimin dinin doğrularını nakzettiği yerde ona boyun eğmeyi peşin olarak kabul etmek gerekecektir.

Çıkış noktası, varsayımları dininkinden farklı olan bilimin sonuçlarının dine uyarlanmaya kalkışılması yanlıştır.Tarafsız sanılan bilimin sonuçlarının dine yöneltilerek onun eleştirilmeye çalışılmasıyla nesnel bir eleştiri yapılıyormuş sanılması da yanlıştır.Elmalarla armutlar bir toplama işleminde yan yana gelmezler çünkü.Bu işlemin yapılabilmesi için ortak birimin(vahid-i kıyasi) bulunması gerekir.

Kaynak:

Rasim Özdenören - Kafa Karıştıran Kelimeler
Devamını Oku »

''Yurtta Sulh Cihanda Sulh Sözü'' Hakkında

Türkiye'nin dış politikada kendisine rehber edindiği ilke "Yurtta sulh, cihanda sulh" sloganıyla dile getirilmektedir. Ancak bu slogan, bir şey yapmak için değil, fakat bir şey yapmamak için kullanılan ve bütünüyle kendini savunma durumunda gören ve bilinçli olarak o duruma sokan bir politikanın izlenmesi düzleminde rehber olmuştur. Turkiye artık kendisini dünyaya sözü olabilecek bir ülke konumundan çıkarmıştır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-İki Dünya
Devamını Oku »

İslâm Akılcı Mı?

İslâm'ın akılcı bir din olduğunu işitmek sanıyorum bazılarımızın hoşuna gidiyor. Fakat acaba böyle bir niteleme yerinde midir? Islâm bazılarımızın sandığı gibi "akılcı" bir din midir? "Akılcılığın" ne olduğu hususunda ortak bir anlayışa varmadan bu sorunun cevabını alamayız.

İlkin "akla uygun" olanla "akılcılık" arasındaki sınırı belirlememiz gerekiyor. Çoğu kez, akla uygun olanla akılcılık arasında karıştırmalar yapıyoruz. Sözgelimi, yağmurlu bir havada başımızı ıslanmaktan korumak istiyorsak şemsiye kullanmamız akla uygun bir davranıştır. Fakat bunun "akılcılık" la ilgisi yoktur. Ya da varmak istediğimiz bir hedefe kısa yoklan gitmek istiyorsak, bir geometri kuralını uygulayarak bir üçgenin iki kenarının toplamı üçüncü kenarından uzundur aksiyomuna göre kestirme yolun hangisi olduğunu bulmamız akla uygun bir davranıştır, fakat yaptığımız bu işlem gene akılcılık değildir.

Çünkü konuşma dilinde kullanıldığı anlamıyla rasyonalizm, sanki sırf bir hesap işi sanılmaktadır. İktisadi veya hendesi olan her düşünce tarzına günlük dilde genel olarak rasyonel denilmektedir. Meselâ bir binanın asgari malzeme kullanılarak asgari maliyetle inşa edilmesi rasyonel (aklî veya akılcı veya akıllıca) bir düşünme, hesap etme tarzını gerektirir. Fakat böyle düşünmek felsefedeki anlamıyla rasyonalizm değildir.

Felsefedeki anlamıyla rasyonalizm, son tahlilde, bilginin kaynağı ile ilgilidir. Yani insan bilgisinin kaynağı akıl mı, yoksa vahiy mi (veya pozitivistlere göre deney mi) sorusuna aranan cevapta, bu cevabı akıldan yana verenlerin düşünce tarzına rasyonalizm (akılcılık, akliye) deniyor. Yoksa günlük anlamda kullanıldığı biçimiyle bakılırsa, İslâm'ın da rasyonalist (akla uygun anlamında) bir düşünce tarzından yana olmadığını söylemek mümkün değildir.

Fakat burada bile, rasyonalist düşünce tarzına bazı sınırlar getirildiğini belirtmeliyiz. Şöyle ki, mücerret bir teknik meselenin rasyonel boyutlar içinde ele alınması durumuyla fıkhı (hukûkî) bir meselenin aynı boyutlar içinde ele alınıp alınamayacağı meselesi birbirinden ayrı konulardır. Bir binanın inşa edilmesinde malzemeden, emekten vb. yapılacak gerekli tasarruflarla o binanın ortaya çıkan İması, bu hususta rasyonalist bir düşünce tarzını gerekli kılar, rasyonel hesap yapılmadığında israf edilmiş olur ki, dinin bir başka hükmüne aykırı hareket edilmiş olur.

Fakat, asıl, fıkhı konularda rasyonalizme getirilen sınırlar önemlidir. Bir görüşe göre, fıkıhta kıyas usulü rasyonalist bir tutumdur. Fakat kıyasın sınırlan nasslarla mukayyettir. Muhakeme yoluyla varılacak bir netice herhangi bir nassın hükmüne aykırı ise, orada kıyasa yer verilmez. İmam-ı Azam, uyguladığı kıyas usulü hakkında kendisine sorulduğunda, taharet, miras, namaz ve oruç konularında getirdiği misallerle kıyasın sınırlarını kesin biçimde çizmiştir;- Meselâ taharetle ilgili olarak sorarlar : Bevl mi pistir meni mi? Bevl, derler, İmam-ı Azam cevap verir: Ben de öyle biliyorum, fakat aklıma göre hareket etseydim bevl çıktığı zaman gusül, meni çıktığı zaman abdest icap eder derdim.

İmam-ı Azam in getirdiği diğer misaller de, rasyonalist düşünce tarzının ancak nasslarla kayıtlı olduğunu, nassların dışına çıkılamayacağını göstermektedir.

Öyleyse "akılcılık" (rasyonalizm) nedir? Akılcılık bilginin kaynağını akla dayandırarak izah eden felsefe görüşüdür. Bu görüşe göre, bilginin kaynağı akıldır. Aklın dışında, bir başka kaynak yoktur. Bu görüşü uç noktalarına kadar götürdüğümüzde "tanrı fikri"nin de akıldan çıktığı, dolayısıyla dinin insanoğlunun bir icadı olduğu sonucuna ulaşmamız gerekecektir. Akılcılığın, "akla uygun" düşen sonucu budur. Her ne kadar "rasyonalistler" bu sonuca ulaşmak niyetiyle yola çıkmamış olsalar da, bu sonuç onlann amaçlamadığı hâsıla arasında yerini almaktadır. Rasyonalistler, bilginin kaynağı olarak aklı referans gösterirken, bilginin insan aklına doğuştan (tanrı tarafından) yerleştirilmiş olduğunu ima etmek istiyordu.

Bu durumda, İslâm'ın akıla bir din olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. İslâm'ın hükmünün akla as gun olduğunu söylemekle, onun akılcı (rationabsu duğunu söylemek, anlatılmak istenen düşünce ‘ mmdan birbirinden farklı hususlardır. Bu yönüyle  felsefedeki anlamıyla rasyonalizm (yani bilginin kaynağını akılda arayan görüş tarzı) İslâm'ın yalnız dışına düşmekle kalmıyor, aynı zamanda ona zıt bir düşünce tarzını dile getiriyor.

İslâm'ın hükmünün akla uygun düşmesiyle, İslâm'ın akıla olmaması arasındaki farkın ayırt edilememesinde, rasyonalizmin Batı'da, Hıristiyan dogmatizmine karşı kullanılmasının da payı olsa gerektir. Hıristiyan din adamları bazı "bilimsel verileri" reddederek dünyanın yuvarlak olduğunu, güneşin çevresinde döndüğünü ileri süren görüşü (Kopernik vb.), dine aykırı saymışlardı. İslâm dünyasında buna benzer vakıalarla karşılaşılmadı. Dolayısıyla İslâm'ın akılcı olduğu sanıldı. Oysa İslâm ne rasyonalisttir, ne pozitivisttir, ne de başka bir felsefe görüşüne indirgenebilir.

Akılcılığın (rasyonalizmin), mefhumu muhalifi akıl- dışıcılıktır (irrationalisme). Fakat buna bakarak öyleyse İslâm akıldışıcı (yani irrationalistetir) demek de doğru ve mümkün değildir. Bir hadis-i şerifte belirlendiği gibi, İslâm'da belki aklı aşan hüküm vardır, fakat akla aykırı hüküm yoktur.

Şuraya geliyoruz:felsefeye özgü terimlerle İslâm'ın yerini belirleyemeyeceğimiz gibi, izm'lere İslâmî düşünce tarzı içinde bir yer biçmeye çalışmak da abes bir çaba olacaktır. Geniş anlamda tüm izm'leri akılcı bir başlık altında toplamak mümkün olsa bile buradan İslâm'ı tanımlamaya yol bulamayız. Çünkü İslâm kendini Vahiyle tanımlar, felsefe görüşleriyle değil.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Kafa Karıştıran Kelimeler
Devamını Oku »

Osmanlı'da Şeyhülislam

Tanzimat'tan sonraki Osmanlı devlet teşkilât ve rejimini inceleyen bazı yazarlarımız, Osmanlı Devletinin siyasî yapısına Avrupalı bir yazarın Hristiyanlığa ve bir Avrupa devletine baktığı tarzda bakıp ona göre bir değerlendirme yapmaya çalışıyor. Bu bakışla farklar tespit edilebilir ama değerlendirme yapılamaz. Osmanlı devleti İslâmî esaslara dayanan bir devlet olduğu halde, devlet başkanının padişah sıfatıyla cismanî, halife sıfatıyla da ruhanî yetkiyi şahsında topladığı söyleniyor.

Halbuki İslâm düzeninde bu iki yetki birbirinden bağımsız değildir, bu iki yetki veya iktidar tek bir vücut halindedir. Osmanlı devletinde şeyhülislâmlık makamı da, devlet içinde ayrı bir dinî otoriteyi temsil etmez. Bu makam yapılan kanunların şeriata uygun olup olmadığını inceleyen bir danışma organından başka bir şey değildir (günümüzde, dar anlamda, bir tür anayasa mahkemesinin işlevi). Aksi halde, kendi başına kanun yapma yetkisini haiz olurdu ki, şeyhülislâmın böyle bir yetkisi yoktur.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Kafa Karıştıran Kelimeler
Devamını Oku »

Din İşi Mi,Devlet İşi Mi ?

Din İşi Mi,Devlet İşi Mi ?

Müslüman kendi basit, yalınkat isteğini batılı biri sana belki rahatça anlatabilir ama, sonradan ba­tılılaşmış insana aynı rahatlıkla anlatması o kadar kolay değildir.

Batı insanı, İslâm’ı reddederken bilinçli bir tutum içindedir. Batılılaşmış insanın tutumuysa, sadece bir kör inanç halinde belirmektedir. Batılı, neyi, niçin reddettiğinin bilincindedir. Batılılaşmış insansa sade­ce anlamadığı için reddetmektedir. Fakat anlamak için en küçük bir heves belirtisi de göstermemektedir.Batılılaşmış insanın zihniyetinin temelinde, dinle dünya işlerinin birbirinden ayn olduğu hususunda değişmez bir ön yargı vardır. Onun bu kuruntusudur ki, olayı anlamasına engel olmaktadır.

Durum ayrıca batılılaşmış insanın zihni karışık­lığıyla ilgili bir hadisedir. Bu insanın öncelikle İslâm hakkında fikri yoktur. Bu bir yana, hıristiyanlığı da bilmez. Dahası, batı âleminde «din» denildiği zaman sadece hıristiyanlığm murad edildiğinin farkında de­ğildir. Bunun farkında olmadığı için de, batılılar din­ den bahsedince, bunu bütün dinleri kapsayıcı bir ger­çeklik sanır. Bu yüzden anlamını kavrayamadığı bu gerçekleri, bilmediği İslam’a uygulamaya kalkışır ve sonuç olarak da şaşırıp kalır.

Öyleyse "Miislümanca" olanın "dini" olanın ne anlama geldiğine bakmak gerekir. Acaba bir Müslüman için dini olmayan, dini sayılmayan bir görev olabilir mi?

Günümüzde bir Müslümana onun dini görevlerini hatırlatmak, adeta dini görevlerimizin bu dünya ile ilgisi bulunmayan, daha doğrusu bu dünyamn dışında kalan bir takım işlerle meşgul olmasını söylemek gibi bir anlama gelir olmuştur. Kendisine "dini görevleri" hatırlatılanlar da, durumu böyle algılamak­ladırlar.

Oysa Müslümanın gerek bu dünya için çalışmasının, gerek öte dünya için çalışmasının dinin hükümleriyle sınırlı bulunduğu kavranacak olursa, bir müslüman için dini olanın dışında bir görev bulunamıyacağı kolaylıkla anlaşıla­bilir sanırım.

Acaba bir Müslümanın sokakta takındığı tavır mı dinin dışındadır? Yoksa tırnağını keserken mi dinin dışında bir iş yapmaktadır? Otururken, kalkarken (örtünürken, günlük ekmeğini kazanırken, uyurken, uyanırken, yemek yerken,susarken, konuşurken, savaşırken, temizlenirken, velhasıl en küçük ayrıntısından en hayati işlerimize kadar hangi amelimizde dinin emirleri dışında bulunabilir ve hangi işimizi dinî saymayabiliriz?

Dini görevlerimiz" diye söylenen bu sakat söz Batılı düşünce tarzının Müslümanların hayatındaki çarpık yansımalarından biridir. Batı aleminde, bu günkü Batı kültürü içinde buna benzer ayrımlar yapmak artık tabii hale gelmiştir. Bilimle din, ahlakla din, hukukla din hep ayrı ayrı mütalaa edilmekte­dir. Hatta bilim ahlakı ile din ahlakı gibi ayırımlar bile yapılmaktadır.

Oysa bu ve buna benzer her türlü ayrımın İslami bağlamda yeri olmaya­cağı bellidir. Bilim ahlakını din ahlakından ayrı tutmaya titizlik gösteren Batı kültürü, bugün öyle bir "bilim" geliştirmiştir ki, bu bilimin hasılası diye bakılan "teknoloji" tabiatı tahrip etmeye yönelirken bilimin kendisi de dini telakkiye muhalif olmayı adeta varlığının temel hikmeti diye kabul etmektedir.

Bizim dini görevimiz nedir? "Dini görevlerimiz" diye konuşanlar, belli ki, bununla sırf ibadetlerimize ilişkin hususları kastetmekte, diğer muamelelerimizle ilgili hükümleri bunun dışında tutmak istemektedirler. Böyle bir ayrımın  ancak Batı'nın "secular" telakkisine uygun olduğunu tekrarlamaya gerek yok.

Aslında bu gün bizim belki de en önde gelen "dini görevimiz" dini hükümlerin bize kazandırdığı zihniyeti, telakki tarzını her şeye hakim kılmaktır. Yani bugün cari bulunan "bilimsel zihniyeti" esas kabul edip bu zihniyetle dine bakmak değil, fakat bilime, ahlaka, her şeye dinin bize kazandırdığı ve bu bakışı hakim kılmak başlıca görevimiz sayılmalı. Ayrıca dini, hayatın herhangi bir şubesi olarak değil, fakat bütün hayatı kapsayıcı bir fenomen diye görmek de dini görevimiz sayılmalı. Bir müslüman için dinin dışında sayılabilecek hiç bir görev yoktur.

Böylece bilim, ahlak, hukuk vb. her şey dine göre bir anlam kazanır yoksa din onlara göre değil....

Rasim, Özdenören, Denemeler, sh.34-35.
Devamını Oku »

İslam,Vasat Olanı Öngörür

İslam

İslam, vasat olanı öngörür. İki veya daha çok şeyin vasatisi (ortalaması) ile vasat olanı birbirine karıştırmamak lazım. Vasat (orta) kendi başına varlığı olan müstakil bir doğrunun adı iken; vasati, birden çok şeyin birbiriyle telif edilmesinden ortaya çıkan bir sentezdir. Ama böyle bir sentezle vasat olan şey hiç de birbiriyle tetabuk etmiyebilir. Vasat hemen hemen her zaman, bu sentezin dışında kalan bir yer işgal edebilir.

……

İslam'daki faiz yasağı, kendi dışındaki ölçüler hesaba katılarak veya o ölçülere nisbet edilerek konulmamıştır. Faizin yasak oluşu, İslam'ın öngördüğü diğer bütün hükümlerle birlikte mevcuttur. Ve bu hükümlerin tümü bir arada mütalâa edildiğinde öngörülmüş olan "vasat"ın mahiyeti anlaşılır. Şöyle söyleyelim; faizin haram, ticaretin helal kılınması, hiç bir zaman, kapitalizm ile komünizmin belli hükümlerinin sentezi olarak düşünülemez.

Komünizmde faiz yasağı varsa, bu basit olarak komünist sistemde özel mülkiyete, dolayısıyla özel ticarete yer olmaması mantığından çıkmaktadır. Keza kapitalizmde ticaretin serbestçe icra edilmesi, bu sistemdeki özel mülkiyet hakkının mantıki bir sonu­cudur. Öte yandan, komünizmde ticaret yapabilen kimse, sistemin tabiatı icabı elinde bulundurduğu ticaret metaını meşru olmayan bir yoldan edinmiş demek­tir. Dolayısıyla, faizle ticaret yapan kimse, sistemin kurallarına iki kere karşı gelmiş olmaktadır (hem ticaret yapması, hem faizli işlem yapması bakımından). Özel mülkiyete ve onun bütün sonuçlarına katlanmayı gerektiren bir sistemin (kapitalizm) ifratıyla; yağmurdan kaçanın doluya tutulması anlamında, bu aşırılıklara set çekme adına ortaya çıkmış başka bir sistemin (komünizmin) tefriti, bizi kaçınılmaz olarak bu iki aşırının telifine götürmez. Götürse, bulu­nacak yol "vasat" olmaz, belki vasatide kalır. Günümüzde, kapitalist ve sosyalist dünyalar, bu vasatiyi bulmanın çabasındadır, yoksa vasat olanı değil...

Şimdi mesela hastaların duasının kabul edileceğine dair bir vaat var diye, kimseden hasta olması için gayret sarfetmesini isteyemeyiz. Abes olur. Nice sıhhatli kimselerin yoldan çıkmasına da sağlıklarının yol açtığı bildirilmektedir. Demek ki mesele hasta veya sağlıklı olmada değil, içinde bulunduğumuz hal ne] olursa olsun, o hal içinde Allah'ın rızasını gözetebilmektedir.

Müslümanlara ilim emredilmektedir. Ama öte yandan bir Hadisi Kudside "Nice alim vardır ki onları ilim bozmuştur" denilmektedir.

Burada dikkat edilecek husus, bize emredilen herhangi bir hükmün, aynı zamanda mefhumu muhalifiyle de harekete mezun olup olmadığımızdır. Mesela Müslümanlara fakirlikten kaçınmaları emredilmektedir fakat biz bu emrini mefhumu muhalifine bakarak demek ki zengin olmak için çalışmalıymışız gibi bir sonuca varırsak, pek muhtemeldir ki, bir yanlışa düşeriz. Çünkü fakirlik korkusuyla cimriliğe düşmek, takvadan uzaklaşmak da mümkündür.

Elimizdeki araçlar bizim onu kullanış amacımıza göre bir değer kazanır. Musa Peygamberin asası da asaydı, sihir bazınki de... Ama biri bir emri yerine getirmek için kullanıyordu onu, diğerleri sihir için.

Keramet, mucize deynekte değil, onu kullanan adamda ve o adamın niyetlerindedir. Ama sen o deyneği sihirbaza benzemek, onu taklid etmek için kullanıyorsan ölçüyü, vasatı kaçırdın demektir. Yani sihirbaz deynek kullanıyor  diye senin deynek kullanmaman gerekmez. Sende deynek kullan, ama sihir yapmak için değil. Çünkü niyetin sihir yapmak içinse, eline illa deynek almak da gerekmez, bir şapkayla da yapabilirsin onu.

Mesele şudur: İslam'ın bir inanış ve yaşayış tarzı olarak bize öngördüğü hükümlerle amellerimizi icra ederken, bu hükümlerdeki hikmeti İslam'ın bütününü gözeterek anlamaya çalışmalıyız.

İslam'ın hükümlerini, gene İslam'ın emrettiği vasat'ı gözeterek uygula­malıyız. Bize bir hükmün uygulanmasında ne kadar katı olmamız emrediliyorsa o kadar katı olmalıyız; daha fazla değil, daha eksik de değil. Yoksa ifrata veya tefrite düşme tehlikesi önümüzdedir.

Rasim Özdenören, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler,sh.129-132
Devamını Oku »

Kötü Bir Dünyada İyi Bir Müslüman Olmak

Kötü Bir Dünyada İyi Bir Müslüman Olmak

Kötü bir dünyada iyi bir Müslüman olarak kalınabilir mi? Bu soruyu şöyle de sormak mümkündür: İyi bir Müslüman kötü bir dünyanın şartlarını sineye çekerek yaşıyorsa halâ iyi bir Müslüman olarak yaşamakta olduğunu savunabilir mi?

Böyle bir soruyu sorarken akla gelebilecek şu ihtimali gözden kaçırıyor değilim: iyi bir Müslüman kötü bir dünyanın şartlarını sineye çekerek yaşıyorsa hala iyi bir Müslüman olarak yaşamakta olduğunu savunabilir mi?

Böyle bir soruyu sorarken akla gelebilecek şu ihtimali gözden kaçırıyor değilim: İslam'ın vahyedilmeğe başlandığı ilk yıllarda, Müslümanlar kötü bir dünyanın en kötü şartları altında en iyi Müslümanlar olarak kalabilmişlerdir.

Ne var ki, Asrı Saadet Müslümanlarının içinde yaşadıkları dünyaya karşı takındıkları tavırla günümüzde kendisine Müslümanım diyenlerin tavrı arasın­daki faik göz ardı edilmeyecek kadar Önemlidir.

Asrı Saadette kötü bir dünyada yaşayan Müslümanları iyi kılan hususla günümüzde kötü bir dünyada yaşayan Müslümanlan kötü Müslümanlar haline getiren husus, onların kötü bir dünyaya karşı takındıkları tavırdan ileri gelmek­tedir.

Asrı Saadette kötü bir dünyada yaşayan Müslümanlar kendilerini o dünyanın kötülüklerini sineye çekmek zorunda hissetmemişlerdi. Tersine, kötü bir dünyada yaşadıklarının bilincinde olarak o kötülüklere müdahale etmişler, bu yüzden yıllarca kötü bir dünyada yaşamış olmalarına rağmen iyi birer Müslüman olarak kalabilmişlerdir.

Günümüzdeyse belli bir kısım Müslümanlar, henüz kötü dünyada yaşadıkları huşunda yeterli bir bilinç düzeyine bile ulaşmış sayılmazlar.

Bir Müslüman, savaş esiri olarak içinde yaşadığı şartlara müdahale etmekten yoksun bir halde yaşarken bireysel olarak iyi bir Müslüman olarak kalabilir. Ama böylesine istisnai bir durumu elbette asıl ve kural diye kabul ede­meyiz.

Burada, kötülük denilen şeyin kıstası da verilmelidir. Kötülük İslam'ın emirleri ve yasaklan dışında kalan, yani İslam dışı olan her şeydir. Bu bakımdan kötülüğün ve iyiliğin ölçüsü tamamen genel (objektif)dir. Bize şahsen bir zararı dokunup dokunmaması bakımından indi ve keyfi olarak değerlendirip hakkında hüküm biçebileceğimiz bir şey değildir.

Esasen param olmadığı için bankaya para yatırmamışsam, böylece banka her hangi bir ilişki kurmamışsam kendimi faizin ortadan kaldırılması için mücadele ediyor diye farzedebilir ve neticede kötü bir dünyada iyi bir müslüman olarak yaşıyorum diyebilir miyim?

Namaz kılmama izin veren bir yerde ve mesela Almanya'da veya İngiltere'de veya Amerika'da yaşıyorsam, böyle bir müsaadeye bakarak iyi bir dünyada yaşadığımı ileri sürebilir miyim? Süremiyorsam ve sırf namaz kılmama müsaade edildiği için o toplumda İslamın emirlerini hakim kılabilmek için herhangi bir girişimde bulunmuyorsam kötü bir dünyada iyi bir Müslüman olarak yaşayabildiğim söylenebilir mi?

Demek ki, kötü bir dünyada iyi bir Müslüman olarak kalabilmem için kötülüklerin ortasında bile benim namaz, oruç gibi ibadetlerimi yerine getirebilmem faiz, fuhuş gibi yasaklardan kaçınmam yetmiyor. Aynı zamanda kötülüklerin ortadan kaldırılabilmesi için mücadelede bulunmam gerekiyor, aksi takdirde kötü bir dünyada sayılmayacak kadar çok iyi müslümanın bulunduğunu söyleyecektik, ama bu kadar iyi müslümanın yaşadığı bir dünyanın nasıl olup da iyi olmadığını izah edemiyecektik.

Not: Bu yazı, bir bakıma şu ayetin bir tefsiri olduğu için buraya almayı uygun gördüm: "Hz. Lokman: Ey oğlum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülüğü önle, yasakla..." Lokman: 17

Rasim Özdenören, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, sh.86-87
Devamını Oku »

Sevgi,Müslümanca Sevgi

Anlaşılıyor ki, sevgi, insana Allah'ın lütfettiği bir meleke olmakla birlikte, onun, insanlar arasında cereyan eden bir iletişim sağlayabilmesi toplumsal şartlara bağlı bulunmaktadır.

Batı kültürünün egemen olduğu toplumlarda insanlar giderek birbirinden uzaklaşmakta ve birbirinden yalıtılmış hale gelmektedirler. Çünkü bireycilik (olum-suz bir kelimeyle ifadelendirirsek bencillik) giderek Ba-tılı hayat tarzının vazgeçilmez sabitesi olarak dünyada yerini almaktadır.

Yalnızlık, basit olarak, başkalarından yalıtılmış olma anlamına gelmektedir. Başkalarıyla bir araya gelmekse ancak sevginin gücüyle mümkün olabilmektedir. Başka biçimde anlatırsak, insanların yalnızlıklarıyla başa çıkabilmesi sevginin devreye girmesiyle gerçekleştirilebilecektir.

Oysa Batı kültürünün yaşandığı yerlerde, insanlar, bu alanda da bir başlarına bırakılmakta, herkesin kendi başının çaresine bakması beklenmektedir, insanlar  arasındaki ilişkiler ya araçsallaştırılmıştır (medyatik ortam: tek yönlü, tek taraflı iletişim) veya kurumlar aracılığıyla gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır (sosyal yardım kurumlan, güçsüzler yurdu, huzur evleri, esirgeme kurumlan gibi), iletişimin, sevgiden yoksun biçimde, araçlar ve kurumlar aracılığıyla ve mekanik biçimde gerçekleştirilmeye çalışılması, elbette insanların beklediği mutluluk ve huzur ortamının hâsıl olmasına yol açmıyor. Tersine, giderek onları belki sevgiye daha muhtaç hale getiriyor.

İslam toplumundaysa insanlar arasındaki ilişkiler düzmece kurumların aracılığıyla ve yalnızlığı giderek soysuzlaştırarak değil; fakat insanların ortaklaşa vic- danlarını harekete geçiren bir vetireyle gerçekleştiril- mektedir. Müslüman'ca bir yaşantı içinde olan insan, yalnızlıkla başa çıkabilmenin başıboş yönelmelerle de-ğil, fakat disiplinli bir çabayla elde edilebildiğini kavrayabilecek bir düzlemde bulunur. Kuran'da önerilen zikir süreci, böyle bir disiplin egzersizidir. Zikir, insanın kendi ben'ini fark etmesi, kendi beni ile Allah'ı bir ve bütün olarak düşünebilme çabasıdır.

 

Bu hedefe varılabilmesi, insanın kendi iradesini Allah'ın iradesi ile ahenkleştirilebilmesi dolayımından geçerek gerçekleştirilebilir veya daha iyi bir ifade ile gerçekleştirilmesi umulabilir. Böylece, şu olguyu işaret etmiş oluyoruz: Zikir, insanın kendinden geçmesi (vazgeçmesi, kendi benini terk etmeyi denemesi) ve bu süreç esnasında kendini Allah'ın varlığında yeniden bulması hâlidir. Insanın, kendinden vazgeçmesi ve kendini Allah'a adamasıyla gerçek ve yüce anlamda sevgi imkân dâhiline giriyor. Bu sevgi, hasis ve kısır, bencil bir sevgi değildir; tersine özveri gerektiren ve son tahlilde sevginin kul'u olunduğuna dair bir idrakin yolunu açan, verimli ve cömert bir sevgidir. Bu suretle insan, Allah'a imanın ve teslimiyetin yolunu keşfetmiş oluyor. İnsan, bu dolayımdan geçerek kendini kozmik evrenin bir parçası olarak görmeyi başarabilirse, yaratılmış olan her şeyle kendi arasında bir sevgi bağı kurmanın da üstesinden gelebilir. Yunus Emre'nin: "Yaratılmışı severiz, yaradandan ötürü" mısraı, sanıyorum böyle bir kavrayışın yolunu açıyor.

Tasavvuftaki "halvet der encümen" hâli, insanın, başkalarıyla birlikteyken, yani kalabalık içinde kendisini Allah'la bir hissetmesi olayıdır. Bir bakıma da, insanın, kalabalık içinde, kendi beninin yalnızlığını hissetmesidir. Durum, "zahiri halk, bâtını hak ile olmak" biçiminde de dile getirilir.

"Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz" mealindeki hadisi şerifin, sevginin bir yöneliş olduğunu ifade ettiğini düşünüyorum. İnsan sevgisinin hemcinsine (kadın marifetiyle), tabiata (koku marifetiyle) ve Allah'a (namaz marifetiyle) yönelişinin veya yönlendirilmesinin ifadesi olarak algılanabileceğine dair bir eğilimin vurgulandığını hissediyorum. Muhiddin-i Arabî, Fusûsi'l-Hikem adlı eserinde durumu şöyle açıklıyor: "... şu duruma göre, Hak-Erkek-Kadın olmak üzere bir üçlük meydana geldi. Bu arada erkek, kadının kendi aslına iştiyakı kabilinden olarak o da kendi aslı olan Rab'bına müştak oldu. Şu halde Allah kendi sureti üzere olan kimseyi sevmekle beraber ona da kadını sevdirdi. O halde erkeğim muhabbeti hem kendi parçası olan kadına karşı, hem de kendisini yaratan Hak'ka karşı oldu. İşte bunun için Hazreti Muhammed Aleyhisselam 'Bana kadın sevdirildi' buyurdu. Çünkü kendi sevgisi ancak Rab'bının suretiyle ilgili olduğundan, kendi nefsinden bahisle 'Ben sevdim' demedi. Bu suretle kendi kadınına karşı olan sevgisini bile Allah'a nispet etti. Çünkü Hazreti Peygamber kadın sevgisini, Allah'ın kendi sureti üzere olan mahlûkuna muhabbeti gibi, ilahı ahlaka uymak için dilemiştir."

Böylece, insanın, hemcinsine karşı olsun, tabiata (bütün mahlûkata) karşı olsun, Allah'a karşı olsun, yönelen sevgisinin cevherinde ilahı bir nefhanın içkin olduğu kabul edilmektedir.

Müslüman, gündelik yaşantısında, yalnızlıkla baş edebilme çabasında başıboş bırakılmamıştır, demiştik. İşte:

Cemaatle kılman günde 5 vakit namaz,

Haftalık cuma namazı ve hiç olmazsa,

Yılda 2 kez bayram namazı,

Oruç,

Zekat

Hac

ibadetlerinin tümü, insanlar arasında iletişim sağlayarak onların birbirlerine karşı sevgisini çoğaltan, yalnızlıklarıyla başa çıkmalarını sağlayan süreçlerdir.

Namaz, insanın, Allah'ın huzurunda teslimiyetini remz etmesi ve O'ndan başka her şeyin fâni ve batıl olduğunun ifadesi bakımından, insanın yalnız bırakılmamış olduğunun güçlü ve ısrarlı dile getirilişidir, diyebiliriz. Allah varsa ve ben ona boyun eğiyorsam, yalnız değilim- Allah'la yalnız değilim. Aynı zamanda, benimle birlikte, aynı anda yönünü Kâbe'ye çevirmiş milyonlarca başka insanla yalnız değilim. Tersine, başkalarıyla birlikte ve aynı yöne bakıyor olma bilincini yaşamaktayım; onlarla aynı Allah'ın kulu olma duygusunu paylaşmaktayım.

Ramazan orucu, gündelik hayatın akışına müdahale etmenin ve bu suretle sair zamanlarda farkına varıl-mayan ama hayatımızda yeri bulunan bazı ayrıntıların farkına varmamızı sağlamanın yanında, insanın kendi ben'ine eğilmesi ve bir anlamda kendi benini anlamaya çalışması gibi bir fırsatı ortaya çıkarmaktadır, insan, kendini anlamaya, kendi faniliğini an be an hissetmeye hazır hale konulmaktadır. Ramazan orucuyla insan, vakitlerin de başkalarıyla paylaşılabileceğini öğren-mekte ve bunun eğitiminden geçirilmektedir.

Zekât, somut biçimde malların paylaşılması, insanla-rın değer verdiği şeyleri başkalarına vermesi eylemidir. İnsanın dünyaya karşı müstağni kalmasının yolunu açarken, bir yandan da böylece mallarıyla birlikte temiz-lediği içini başkalarına sunmaya hazır olduğunu göster-mektedir. Dayanışmanın, maddî (İktisadî) hayatımızın manevî bir alana taşınabilir olduğunun ifadesidir.

Hac, bizi, evrensel sevgi iklimine ulaştırmaktadır. Öteki ibadetler, her şeye rağmen, insanın dar, kişisel çevresiyle, ailesi, mahallesi ve nihayet içinde yaşadığı kenti ile ilintili iken; hac, bütün dünya Müslümanlarının bir araya gelmesini sağlıyor. Aynı zamanda, keza insanın bir kez daha, bir tür bir kıyamet ortamında

kendisiyle bir kez daha tanışmasına kapı açıyor, insanlar arasında evrensel kardeşliğin, Allah katında kul olarak herkesin eşit oluşunun tescilini sağlıyor.

Bütün bu ibadetlerin her birinin, insanlar arasında zorunlu bir iletişim sağlamaya yol açtığı düşünülürse, Müslümanların birbirleriyle 3 günden fazla küskün durmasının tecviz edilmemesi anlam kazanmaktadır.

Sevginin bir verme eylemi olduğuna değinmiştik. Bu ibadetlerin tümünde, insan, verme konumunda bulunmaktadır. Namaz, insanın kendisini Allah'a vermesinin; oruç, kendi üstüne eğilen nefsin kendinden vazgeçmesinin ve yine kendisini Allah'a adamasının; zekât, alın terinin (emeğin) başkalarına sunulmasının; hac, kendini başka müslümanlara adamanın birer işareti olarak görülebilir. Bütün bunların içinde ve ötesinde Allah'ın rızasına ulaşabilme dileği mevcuttur. Kavram olarak Allah rızası, karşılık gözetmeden verme anlamını taşımaktadır.

“Veren el, alan elden üstündür” mealindeki hadis-i şerif, aslında belki de, sevgiyi önermektedir. Verme eylemini kanaat sahiplerinin başarabileceğini düşünürsek, “zenginlik kanaattedir” diyen hadis-i şerif mealinin de aynı verme yorumunda birleştirilebileceği anlaşılabilir.

Kaldı ki, verme işi salt maddi değerlerle ilgili bir alana hasredilmiş değildir; daha önemlisi, insanın kendisinden, bilgisinden, tecrübesinden, aklının ürünlerinden... vermesidir. İslâm, bu konuda da müslümanları cömert olmaya ve sürekli vermeye çağırıyor.

Verme eyleminin, aynı zamanda kendi nefsimizin hakkını gözetme (bir emanet olarak kendi nefsimizin hakkını gözetme) sorumluluğunu içerdiğini de söyleyebiliriz. Bu durum, bencillikten bütünüyle farklı bir anlam taşıyor; bencillik kendi nefsinin çıkarını ve sadece bu çıkarı gözetme anlamını taşırken; nefsin hakkını verme durumu hasbi bir mahiyet taşımaktadır; başka bir söyleyişle, nefsin hakkını gözetmede gene Allah'ın rızası öne geçmektedir.
Batı kültürünün kin ve nefretten doğmuş ve günümüz dünyasına hakim bulunan değerleri karşısında, müslümanlar, öteki bütün insanların da adına sevgiyle örülü bir dünya talebinde bulunuyor. Müslümanlar, daima demokrasiden daha fazlasına talip oldular; sevgi dünyasına talip oldular. Oluyorlar. Bunu, müslümanların günümüzde yaşadıkları perişan hallerine bakarak söylemiyorum. Onların, kendilerini İslâm'a doğru değiştireceklerini ve onlar kendilerini değiştirdikçe Allah'ın da onları değiştireceği vaadini aklımda tutarak bu cümleyi söyleme cesaretini kendimde buluyorum. Çünkü onların, insan kendini değiştirmedikçe Allah'ın onları değiştirmeyeceğine inandıklarını biliyorum.

Kaynak:

Rasim Özdenören-İki Dünya


 

 
Devamını Oku »

Abdülhamit Han'ın Talihsizliği

Abdülhamit Han'ın bütün talihsizliği, içeride onun politikasını anlayabilecek bir aydın kadronun oluşmamış bulunması, dışarıdaysa bu politikayı yıkmak için,Batılı ülkelerin, her yandan, el birliğiyle mücadeleye girişmiş olması noktasında toplanır. Üstelik Osmanlı aydın takımı, içeride ve dışarıda, Batı'nın gönüllü ajanları halinde bir faaliyete girişmişlerdir. Abdülhamit Han, "Avrupa hastalığı"na yakalanmış bu aydın takımının karşısında, yerli düşünceyi savunabilecek aydın kadrosu ile kendisinden sonra aynı politikayı izleyebilecek bir devlet adamları kadrosunu yetiştirmeye fırsat bulamamıştır. Daha doğrusu, belki de, bu fırsatın zuhurunu önleyecek, kendinin dışında bir ortam geliştirilmiştir. Bu güçlü politikacı, gerçekte, prangalı bir mahkûmdan, kesilmiş bir Samson'dan başka ne idi ki?

Kaynak:

Rasim Özdenören-İki Dünya

 
Devamını Oku »