Kitaplarda bulabildiklerimiz, ancak bildiklerimizdir!

Kitaplarda bulabildiklerimiz, ancak bildiklerimizdir!


……….


RA: Kitaba rahatça ulaşılabiliyor; seçenekler artmış vaziyette; kitaplar her türlü ortamda derya gibi… Boğulmadan yol alabilmek için hangi kitabı nasıl okumak gerekir; ayrıca bu okumalarda dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?


 


İ.Fazlıoğlu: Evet! Doğru! Kitap ve dahi sanal dünyadaki tüm yazılı materyal kapitalist üretim-tüketim sürecinin bir parçası… İbn Haldûn, Mukaddime’sinde kendi yaşadığı dönemde bile bir konuda fazla kitap bulunmasının zararlarından bahsetmiştir. Günümüzde bu büyük bir sektör. Merakı iyi yönlendirmek, kitap okumak için kitap okumak değil, belirli bir amaca matuf olarak kitap okumak gerekir. Kadîm geleneğimizde bir ilmi tahsil etmeye başlamadan önce o ilmin tanımını, konusunu, sorun alanlarını, gayesini ve faydasını icmalen bilmek talep edilirdi ki abesle iştigal edilmesin. Amaç insanın eylemine hem anlamını verir hem de o eylemi belirli bir yol-yordam üzre tutar.


Şahsî kanaatim, neyi, nasıl ve niçin yaptığımızı bilmeliyiz ki ona göre başta kitap olmak üzere diğer âlet-edevâtı istihdam edebilelim; yoksa onlar bizi kullanır; biz kitabı okumayız, kitap bizi okur. Kısaca şöyle diyebilirim: Bilincin eşlik etmediği hiçbir eylem tercih edilmeyi hak etmez. Tecrübelerime dayanarak daha işe yarar önerilerde de bulunmak isterim: Neyi, nasıl ve niçin yaptığımızı belirledikten sonra bir konuda on kitabı değil, o konudaki en iyi kitabı belki on kez okumalıyız. Okuduğumuz kitaba ilişkin temel kavramları ve yargıları iyi tespit etmeliyiz. Belirli bir aşamaya geldikten sonra sadece konunun ustalarını dikkatle okumalı ancak ikincil literatürü de yakînen izlemeliyiz. Özellikle çağımızda ilmî alanlarda, o alana ilişkin dergileri takip etme alışkanlığı edinmeli ve makale okuma alışkanlığı kazanmalıyız. Okumalarımızın ilk aşamalarında genelden özele giden, büyük daireden küçük daireye evrilen iç-içe sarmal bir okuma daha verimlidir; iç-içe geçen küreler misali… Uzmanca okumalarımızda ise sorundan hareketle dışa doğru açılan sarmal bir hareket daha verimli olur diye düşünüyorum. Şöyle toparlayabiliriz: Önce bilmeliyiz sonra okumalıyız; çünkü ancak bildiklerimizi kitaplarda bulabiliriz.


İhsan Fazlıoğlu-Soruların Peşinde

Devamını Oku »

Kitâbı bırak, okumaya bak!

Kitâbı bırak, okumaya bak!


………….


Kitâb, hâfızadır; bu nedenle iddiası olan kültürler, medeniyetler, bu hâfızayı, elden geldiğince çoğaltmaya çalışmışlardır. Hacimce büyük ve çeşitçe zengin kütüphâneler, tarihte üretilmiş bilginin elde tutulması anlamına geliyordu. Kitâb, bir tür fetihti; bilginin fethi... Dolayısıyla, bizâtihî kitabın kendi değil, muhâfaza ettiği bilgi, medeniyetlerin oluşması, gelişmesi ve katkıda bulunması için olmaz ise olmaz bir koşuldu. İki kapak arasında saklı olanın çözümlenmesi ve anlaşılır kılınması, özellikle zihinlere aktarımı, bir kültürün mesâfe kat etmesi demekti.


 Elbette, kitap, kendi evrenini, uzayını yarattı. Kağıt, mürekkep, yazı malzemeleri, cilt, hat, süsleme sanatları ve öteki çok çeşitli unsurlar. Kitap, pazarlar ile dolaşıma girdi; saraylarda ağırlandı; başta, bilginlerin evleri olmak üzere, camiler, medreseler, ve rasathâneler’de dinlenildi. Bu ve öteki nedenlerle, medeniyetlerin olmaz ise olmazları arasına girdi. Kılıç, medeniyetleri kurdu; kalem, yaşattı; kitap sürdürdü... denilebilir.


.......


İhsan Fazlıoğlu-Soruların Peşinde

Devamını Oku »

Peyami Safa ve Kemal Tahir

Peyami Safa ve Kemal Tahir

Bir bakışta, bu, birbiriyle ilgisizmiş gibi, hatta çok yerde birbirine zıt gibi duran bu iki ismi bir araya getiren ortak nokta, onların ileri sürdükleri ve savundukları fikirlerin mahiyetinden doğmuyor; bu fikirlere yaklaşırken kullandıkları yöntemden ileri geliyor. Değindiğimiz incelik gözden kaçırılırsa, meselâ Peyami Safa gibi komünist düşmanı olarak tanınmış bir ismin Kemal Tabir gibi bir komünistle yan yana getirilmesi hayret uyandırabilir. Ama her ikisinin de, başka başka alanlarda olsa bile “sentetik fikirler” imal ettikleri gözlerden kaçınl- mazsa, konuya ne taraftan baktığımız anlaşılabilir.

Özellikle Peyami Safa ile Kemal Tahir arasındaki benzerlikler şaşırtıcı noktalara ulaşıyor.

İkisi de temelde Batıcıdır: Biri küll halinde Batı medeniyeti adına (Peyami Safa), diğeri ‘sosyalist medeniyet’ adına.

İkisı de Kemalist devrimin kendi medeniyetiımizi tümüyle Batı medeniyeti ile ikame etmek biçimindeki tavrını yanlış bulur. Maamafıh burada küçük bir farklılığa dikkat çekmek isterim: Kemalist devrim hakkında gördükleri bu yanlışlığı ele alırlarken Kemal Tahir, Kemalizm yerine yem bir Batili'laşma önerir (sosyalizm); Peyami Safa’ysa Kemalizmi tevil etmeye çalışır.

İkisi için de iki tür Batı vardır Materyalist ve spiritüalist Burada da ortak bir fikir içindedirler. Ama işte bu iki tür Batıdan hangisini benimseyeceğimiz konusunda fikirleri ayrılır. Peyami Safa’ya göre, materyalist Batı 19. yüzyıla mahsus bir olaydı, bu gün ölmüştür. Biz, Batının bu gelişmesini izleyemediğimiz için onu hâla materyalist sanmaktayız. Türkiye'de- ki komünizmin kökeni de bu yanlış anlamadan ileri gelmektedir. Oysa Kemal Tahir, spiritüalist Batının hiç sözünü etmeksizin iki Batıdan İkincisinin 1917’de Leninizm olarak doğduğu ve aynen almamak şartıyla bu ikinci Batıyı denememiz gerektiği görüşündedir.

İkisi de, bir “medeniyet olarak” Osmanlıya kıyamazlar. Kemalist devrimin Osmanlı medeniyetine karşı “redd-i miras" ilân ettiğini düşünerek bu tutumu eleştirirler.

Türkiye’nin Batılılaşması için ikisi de örneklerim dışardan seçer. Peyami Safa için Batılılaşmamız yolundaki model Japonya'dır, oysa Kemal Tahir Sovyet Rusya modelini tercih eder.Her ikiside, taraftar olduğu görüşleri ele alıp tartışırken İslâmî bir endişe gütmezler. Yazılarında İslâmiyet, manlık gibi adlandırmalara zaman zaman yer verilmiş olsa bile, hadiselere laik açıdan bakmaya titizlik gösterirler.

Laiklik icabı her ikisinin de İslâma karşı “saygısı" vardır

İkisi de faşizmden hoşlanmaz.

İkisi da irticadan (gericilik) nefret eder, ama irticanın mahiyeti hakkında anlaşamazlar.

İkisinin de fikirlerinin kaynağı Batı uygarlığıdır, fakat ikisi de fikirlerini yerlileştirmek için gayretler sarfetmişlerdir

Avrupa malını nasıl yerli malı haline getirebileceğimizi çok düşünmüşlerdir. Bu bakımdan her ikisi de sentetik taraftarıdır. Kısacası her ikisi de, naylonlarını yerli tezgâhlarla imal etmek isterler.

Şu satırlar Peyami Safanın:

''Hiç bir medeniyet, ona yabancı bir memlekete, o memleketin tarihine selâm vermeden, damdan düşercesıne girmemiştir ve giremez. O tarihin canlı değerleri arasında hallüha-mur olmak (ona pek çok şey katmak ve ondan pek çok şey almak) zorundadır. Medeniyetlerin tarihi bu kaynaşmaların tarihidir. Kendi medeni tarihimizi toptan ve bir kalemde silip Avrupa medeniyetini olduğu gibi almamız gerektiğini sanan bir kısım aydınlarımla, Suleymanıye gibi sanat abidelerimizi vücuda getiren milli kültürümüzü yok farzedip sıfırdan başlamanın mümkün olduğuna inananlarımızdır. Tarih, yok farzedılmekle yok olmaz. Hatta tarihlerini inkâr eden milletler yok olur, fakat tarihleri kalır''

Şu satırları da Kemal Tahinden:

“Biz Osmanlılıktan çıkar yol aramıyoruz ki! Fransa’daki çıkar yol bizim yolumuz olmuş Hele Mustafa Kemalcilikten sonra biliyorsunuz, tekrar dönülmeyecek? Harf değişiklikleri falan filan... Biliyorsunuz tarihle ilişiğini kesmiş bir toplumuz (a 42). (Sosyalizmi) aynen almak ayn-ı ölümdür. O da Batı ürünüdür. Diğerleri (İslamcılık, Turancılık gibi) nasıl ölüme götürdüyse, aynen alınmış sosyalizm de Osmanlı bünyesi için ölümdür. O da bir Batı ürünüdür. Aynen alıyorsunuz. Kendinize uydu ramıyorsunuz. Kendi dertlerinize çare bulur hale getiremiyorsunuz, (s. 20). Tabii» Batılılaşma hareketinin bir kolu da sosyalist harekettir. Yanı laikliğin yanı sıra, sosyalizmi biz, tıpkı Batılılaşmacılarımızın Batılılaşmayı aldığı gibi aldık. (s. 29) 1960’da Marks’ın yazdığı sözleri, aynen burada kullanacağız diyorlar. Yani hiç onun üzerinden geçmeden, ondan yeni bir keyfiyet çıkarmadan- kendi gerçeklerimizle onu karşılaştırıp ondan bir fikir, bir aydınlık almaya, gerekli ayırmaya lüzum görmeksizin, hazır diyorlar. Müslümanlıkla sosyalizmin karşılaştırılmasını, herif kitabını yazdı da —saçma sapan bir kitap— (Garaudy) ondan öğrendik" (s. 30).

Dikkat edilirse, Peyami Safa ile Kemal Tahir arasında Batıcılığa yaklaşırken temel espri bakımından fazlaca bir fark yoktur. İkisi de Kemalizmi, kendi geçmişimizi, kendi medeniyetimizi toptan reddettiği ve Batı medeniyetini olduğu gibi ve aynen almaya teşebbüs ettiği için eleştirmektedirler.

İşin tuhafi, her iki laik düşünür romana da, bu eleştirileri Batılılaşma adına yaptıklarının farkındadır. Bütün kaygıları, daha iyi bir Batılılaşmanın yollarını keşfetmektir.

Temelde Batılılaşmaya evet dedikten sonra, yani Batıcı olmaya karar verdikten sonra, Batının içindeki ayrımlar, ayrılıklar bir Batıcıya çok önemli görünebilir. Nitekim bu yüzden birbirlerini faşistlikle, komünistlikle yahut materyalist veya spiritüalist olmakla suçlayabilmektedirler. Oysa olaya müslümanca bir açıdan bakıldığında bütün bu tartışmaların, yumurtayı sivri ucundan mı kırmalı mı yoksa yassı ucundan mı kırmalı tartışmasından daha anlamlı olmadığı görülecektir.

Kaynak:

Rasim Özdenören - Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Sadece İman Etmek Tek Başına Yeterli Olmaz

Müslüman olmak için islâm Dini'ni hak ve doğru kabul etmek bir başına yeterli sayılmamaktadır. İslâm'ın hak olduğunu kabul etmekle birlikte Müslüman olmayı reddedenlere her zaman rastlanabilmiştir. İslâm'ın alâmet-i farikası onun "tek tanrılı" din olması da değildir. "La ilâhe illallah" demek gerek şarttır, fakat yeter değildir. Bu yönden, İslâm'ın ayırıcı niteliği keli-me-i şahadetin ikinci kısmında, yani "Muhammed-ün Resullullah" kısmında mündemiçtir. Kelime-i şahadeti söyleyen ve söylediğinin anlamına inanan herkes tanımı gereği Müslümandır. Ama bilinçli Müslüman diyebilmek için bir kimsenin şahadet kelimesini söylemesi yeterli sayılabilecek mi? Bilinçli olmak, şahadet kelimesinin getirdiği bütün sonuçlara katlanmayı ve yükümlülüklerin altına girmeyi de gerektirmektedir.

Bilinçli olma deyimini bilgili olma hususundan dikkatle ayırmak gerekiyor, demiştik. Bilginin belki bilincin besleyici kaynaklarından biri olduğu düşünülebilir ve bilgi böyle bir işlevi yüklendiği sürece değerli kabul edilebilir. Ama bilginin bir başına ne işe yarayabileceği gene de bir sorudur. Islâm fıkhını bütün incelikleriyle bildiği halde bu bilgisini hayatına yansıtmayan insan mı, yoksa bu bilgilerden yoksun olmakla birlikte İslâm'ın isterlerine göre Müslüman olarak dünyada işgal ettiği yerin farkında olarak tavır koyabilen insan mı makbul tutulacak? Mesele, kendimize "Ne kadar bilgili bir adam" dedirtmekse bunu başarmak kolaydır. Fakat bu durumda, eski bir benzetmenin, kitap yüklü merkep benzetmesinin bize yaraştınlabilecegini unutmamalıyız.

Öyleyse mesele kellenin bir malûmat deposu haline getirilmesi işi değildir. İnsan bildikleriyle amel etmedikten sonra niçin bilmediklerini de öğrenme hevesine kapılmalı? Aslolan bildiklerimizi hazmedebilmektir.Ha zımsa, bildiklerimizle amel ederek meydana gelir.Bildiklerimiz ancak o zaman bize faydalı olur., Aksi takdirde Allah Resulü'nün "Faydasız ilimden Allaha sığınırım" hadis-i şerifindeki hikmet gereğince bütünlerimizden Allah'a sığınmamız gerekir. Bu bağlamda gramer ilmini yutup da doğru dürüst bir tek cümle söylemeyi becerememektense, bu ilimden habersiz olarak 'gramere uygun' konuşmayı tercih etmeliyim, diyorum.

Öte yandan, kafasını gelişigüzel bilgilerle kırkambar halinde doldurmuş olan kimseyi âlim de saymıyoruz.

Belli bir alandaki bilgiler arasında ilişkiler kurabilmek, ilkelere yükselebilmek de gerekli. Bu ise, ayrı bir yetenek işi. Mesela birçok hadis rivayetçisi var, fakat bunlardan kaç tanesi aynı zamanda "fakih"tir (hukuk ait),Hukuk âlimi kuşkusuz, yasa maddelerini de bilir. Fakat hukuk âlimi olmak için bu yetmez, Hukukun genel ilkelerini de bilmek, bu ilkelerle muayyen yasa maddelerini ilişkilendirebilmek de gerekir. Bu takdirde, o alimin yasa maddelerini tek tek ezberlemesine gerek kalmaz. Çünkü o, genel bilgisi, İlmî sezgisiyle neyi nerede bulabileceğini, yasalarda böyle bir maddenin bulunup bulunamayacağını, bulunuyorsa bunun ne anlama geleceğini de bilir; daha da önemlisi neye ihtiyaç duyduğunu bilebilmesidir. Demek ki, meselenin özü çok şey bilmek  değil, fakat bildiklerimizin özünü, künhünü,ilkesini kavrayabilme noktasında toplanıyor.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yeniden İnanmak
Devamını Oku »