Hümanizma

Hümanizma" denilen olay gerçekte insanı kâinatın merkezine yerleştirme çabasının bir başka adıdır. Her şeyin insanla başlayıp insanla ve insanda bittiği iddiasına “bilimsel'' dayanak bulma çabasının adı hümanizma olmuştur.

İnsanı İslam da yüceltmekte, onu yaratıkların en şereflisi saymaktadır. Bu bakımdan Batıda girişilen insanı yüceltme çabaları ilk bakışta yadırgatıcı ve üstünde durulmaya değer bir olay olarak görülmeyebilir. Ne var ki, islâmın insanı tanımlamasıyla Batının değindiğimiz çabaları arasında uzak, yakın bir bağlantı yoktur, İslâm, bir yandan insanın  ''ahsen-i takvim'' üzerine yaratıldığını söylerken bir yandan da onun bir “nutfe-den” (pıhtıdan) yaratıldığını hatırlatmaktadır. Öte yandan İslâmda insana verilen değer onun kul olma bilinciyle orantılıdır. insan kul olduğu yolundaki bilincinin sağlamkğı ölçüsünde Allah indinde değerli sayılır.

Oysa Batıda geliştirilen çabalar, insanı “ulûhıyet" makamına çıkartabilme doğrultusundadır. İnsan kul olarak kendi bilincine sahip olduğu ölçüde Allah'ın emirlerine itaat etmeye ne kadar yaklaşırsa, Batı fikriyatında geliştirilmek istenen telakkiler doğrultusunda da Allah’a o nisbette isyankâr olmaya itelenmektedir. Esasen hümanizmanın varmak istediği nihai hedef de asi insandır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Peyami Safa ve Kemal Tahir

Peyami Safa ve Kemal Tahir

Bir bakışta, bu, birbiriyle ilgisizmiş gibi, hatta çok yerde birbirine zıt gibi duran bu iki ismi bir araya getiren ortak nokta, onların ileri sürdükleri ve savundukları fikirlerin mahiyetinden doğmuyor; bu fikirlere yaklaşırken kullandıkları yöntemden ileri geliyor. Değindiğimiz incelik gözden kaçırılırsa, meselâ Peyami Safa gibi komünist düşmanı olarak tanınmış bir ismin Kemal Tabir gibi bir komünistle yan yana getirilmesi hayret uyandırabilir. Ama her ikisinin de, başka başka alanlarda olsa bile “sentetik fikirler” imal ettikleri gözlerden kaçınl- mazsa, konuya ne taraftan baktığımız anlaşılabilir.

Özellikle Peyami Safa ile Kemal Tahir arasındaki benzerlikler şaşırtıcı noktalara ulaşıyor.

İkisi de temelde Batıcıdır: Biri küll halinde Batı medeniyeti adına (Peyami Safa), diğeri ‘sosyalist medeniyet’ adına.

İkisı de Kemalist devrimin kendi medeniyetiımizi tümüyle Batı medeniyeti ile ikame etmek biçimindeki tavrını yanlış bulur. Maamafıh burada küçük bir farklılığa dikkat çekmek isterim: Kemalist devrim hakkında gördükleri bu yanlışlığı ele alırlarken Kemal Tahir, Kemalizm yerine yem bir Batili'laşma önerir (sosyalizm); Peyami Safa’ysa Kemalizmi tevil etmeye çalışır.

İkisi için de iki tür Batı vardır Materyalist ve spiritüalist Burada da ortak bir fikir içindedirler. Ama işte bu iki tür Batıdan hangisini benimseyeceğimiz konusunda fikirleri ayrılır. Peyami Safa’ya göre, materyalist Batı 19. yüzyıla mahsus bir olaydı, bu gün ölmüştür. Biz, Batının bu gelişmesini izleyemediğimiz için onu hâla materyalist sanmaktayız. Türkiye'de- ki komünizmin kökeni de bu yanlış anlamadan ileri gelmektedir. Oysa Kemal Tahir, spiritüalist Batının hiç sözünü etmeksizin iki Batıdan İkincisinin 1917’de Leninizm olarak doğduğu ve aynen almamak şartıyla bu ikinci Batıyı denememiz gerektiği görüşündedir.

İkisi de, bir “medeniyet olarak” Osmanlıya kıyamazlar. Kemalist devrimin Osmanlı medeniyetine karşı “redd-i miras" ilân ettiğini düşünerek bu tutumu eleştirirler.

Türkiye’nin Batılılaşması için ikisi de örneklerim dışardan seçer. Peyami Safa için Batılılaşmamız yolundaki model Japonya'dır, oysa Kemal Tahir Sovyet Rusya modelini tercih eder.Her ikiside, taraftar olduğu görüşleri ele alıp tartışırken İslâmî bir endişe gütmezler. Yazılarında İslâmiyet, manlık gibi adlandırmalara zaman zaman yer verilmiş olsa bile, hadiselere laik açıdan bakmaya titizlik gösterirler.

Laiklik icabı her ikisinin de İslâma karşı “saygısı" vardır

İkisi de faşizmden hoşlanmaz.

İkisi da irticadan (gericilik) nefret eder, ama irticanın mahiyeti hakkında anlaşamazlar.

İkisinin de fikirlerinin kaynağı Batı uygarlığıdır, fakat ikisi de fikirlerini yerlileştirmek için gayretler sarfetmişlerdir

Avrupa malını nasıl yerli malı haline getirebileceğimizi çok düşünmüşlerdir. Bu bakımdan her ikisi de sentetik taraftarıdır. Kısacası her ikisi de, naylonlarını yerli tezgâhlarla imal etmek isterler.

Şu satırlar Peyami Safanın:

''Hiç bir medeniyet, ona yabancı bir memlekete, o memleketin tarihine selâm vermeden, damdan düşercesıne girmemiştir ve giremez. O tarihin canlı değerleri arasında hallüha-mur olmak (ona pek çok şey katmak ve ondan pek çok şey almak) zorundadır. Medeniyetlerin tarihi bu kaynaşmaların tarihidir. Kendi medeni tarihimizi toptan ve bir kalemde silip Avrupa medeniyetini olduğu gibi almamız gerektiğini sanan bir kısım aydınlarımla, Suleymanıye gibi sanat abidelerimizi vücuda getiren milli kültürümüzü yok farzedip sıfırdan başlamanın mümkün olduğuna inananlarımızdır. Tarih, yok farzedılmekle yok olmaz. Hatta tarihlerini inkâr eden milletler yok olur, fakat tarihleri kalır''

Şu satırları da Kemal Tahinden:

“Biz Osmanlılıktan çıkar yol aramıyoruz ki! Fransa’daki çıkar yol bizim yolumuz olmuş Hele Mustafa Kemalcilikten sonra biliyorsunuz, tekrar dönülmeyecek? Harf değişiklikleri falan filan... Biliyorsunuz tarihle ilişiğini kesmiş bir toplumuz (a 42). (Sosyalizmi) aynen almak ayn-ı ölümdür. O da Batı ürünüdür. Diğerleri (İslamcılık, Turancılık gibi) nasıl ölüme götürdüyse, aynen alınmış sosyalizm de Osmanlı bünyesi için ölümdür. O da bir Batı ürünüdür. Aynen alıyorsunuz. Kendinize uydu ramıyorsunuz. Kendi dertlerinize çare bulur hale getiremiyorsunuz, (s. 20). Tabii» Batılılaşma hareketinin bir kolu da sosyalist harekettir. Yanı laikliğin yanı sıra, sosyalizmi biz, tıpkı Batılılaşmacılarımızın Batılılaşmayı aldığı gibi aldık. (s. 29) 1960’da Marks’ın yazdığı sözleri, aynen burada kullanacağız diyorlar. Yani hiç onun üzerinden geçmeden, ondan yeni bir keyfiyet çıkarmadan- kendi gerçeklerimizle onu karşılaştırıp ondan bir fikir, bir aydınlık almaya, gerekli ayırmaya lüzum görmeksizin, hazır diyorlar. Müslümanlıkla sosyalizmin karşılaştırılmasını, herif kitabını yazdı da —saçma sapan bir kitap— (Garaudy) ondan öğrendik" (s. 30).

Dikkat edilirse, Peyami Safa ile Kemal Tahir arasında Batıcılığa yaklaşırken temel espri bakımından fazlaca bir fark yoktur. İkisi de Kemalizmi, kendi geçmişimizi, kendi medeniyetimizi toptan reddettiği ve Batı medeniyetini olduğu gibi ve aynen almaya teşebbüs ettiği için eleştirmektedirler.

İşin tuhafi, her iki laik düşünür romana da, bu eleştirileri Batılılaşma adına yaptıklarının farkındadır. Bütün kaygıları, daha iyi bir Batılılaşmanın yollarını keşfetmektir.

Temelde Batılılaşmaya evet dedikten sonra, yani Batıcı olmaya karar verdikten sonra, Batının içindeki ayrımlar, ayrılıklar bir Batıcıya çok önemli görünebilir. Nitekim bu yüzden birbirlerini faşistlikle, komünistlikle yahut materyalist veya spiritüalist olmakla suçlayabilmektedirler. Oysa olaya müslümanca bir açıdan bakıldığında bütün bu tartışmaların, yumurtayı sivri ucundan mı kırmalı mı yoksa yassı ucundan mı kırmalı tartışmasından daha anlamlı olmadığı görülecektir.

Kaynak:

Rasim Özdenören - Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Batının İlmini Alalım Hayat Tarzını Red Edelim Düşüncesi Hakkında

Evrensel devlet, dünya devleti gibi hülyalardan söz açılırken, bu devletin efendileri, yöneticileri olarak Romalılar, Parisliler, Londralılar düşünülür; dünyanın öteki kesimlerinde yaşayan insanlarsa uyrukluğa, köleliğe layık görülür. Oysa herhangi bir Batılı düşünürün bu konudaki bir kitabını kendi diline aktaran Avrupalı olmayan bir ülkenin insanları, bu düşüncelere “Ne güzel bir dünya, gerçekleştirilmesi gerekli bir hedef” diye yaklaşmaktan kendilerini alamazlar. Halbuki bu sözlerle kendi köleliğini onaylamış olduğunun farkında değildir.

Kimileri, hâlâ, biz Batının bilimsel zihniyetini benimsiyor fakat onun hayat tarzını reddediyoruz, diyebilmektedirler. Oysa Avrupa zihniyeti bir bütündür ve hayata dönüşmüştür. O zihniyetle o hayatı birbirinden kopartamazsınız. Fakat Avrupanın “İlmî zihniyeti”nin onun hayat telakkisinden, hayat tarzından farklı olduğunu sananlar, gerçekteyse Batıya karşı kafaları aşağılık kompleksiyle şartlanmış bulunanlar, dünyanın her yerinde buna benzer düşünceler ileri sürüp durmuşlardır.

Bu düşünce sahipleri baş örnek olarak daima Japonya’yı göstermişlerdir. Japonya, demişlerdir, Batının bilimsel zihniyetini benimsedi, fakat kendine özgü hayat tarzını da korudu! Günümüz Japonyası, bu iddiayı yalanlamaktadır. Japonya’da bu gün geleneksel hayatın işareti olarak belki sadece geyşalar vardır, o da, gene Batı’nın turistik heveslerinin tatmini için vardır... Bu da gösteriyor ki, Batının bilimsel zihniyetini alalım fakat kendi geleneklerimizi koruyalım, demenin, uzun vadede geçerliği yoktur. Bu iddia, Batıdan vazgeçemeyen “Batı mağduru” kafaların hayalhanesinde geliştirilmiş düzmece bir tasarımdır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Kültür'ün İnsanın Çevre Algılayışıyla Bağlantısı

Kültür diye adlandırılan yaşama ortamı, aslında, bizim çevremizi algılayış tarzımızla sıkı sıkıya ilgili. Tabiatı, çevremizi, kendimizin bir parçası olarak algılıyorsak ona muamele tarzımız da o yönde gelişir.

Batı kültürü ile İslâm kültürüne bir de bu açıdan bakmayı deneyebiliriz. Batı kültürüne mensup insanların tabiatı algılayış biçimi, en azından bugünkü kesitiyle bakıldığında, çocuk suluğunu, saflığını yitirmiştir. Tabiat, Batı insanı için üzerinde hakimiyet kuracağı, boyunduruk geçirebileceği, onu istediği gibi sömürebileceği bir “şey” durumundadır. Gene Batı âleminde, halen şikayet konusu edilen çevre kirlenmesi, bu kültür anlayışının tabiata reva gördüğü muamelenin eseridir. Her ne kadar “çevreciler” diye anılan dar bir zümre insan, çevrenin korunması için tedbirler alınmasını zorunlu görüyorsa da, aynı kültürün bir parçasını teşkil eden bu insanların öngördüğü tedbirler nihayet palyatif olmak zorunda kalacaktır. Hayvanları sevme dernekleri kurarak onları korumayı düşünmek bir takım fantezi heveslerinin, hatta vahşeti maskelemenin ötesine geçemeyecektir.

İslâm'ın, her şeyin “mahluk” (Allah’ın yaratığı) olduğu yolundaki öngörüsü ise, tabiata ve çevreye, müslümanların ister istemez Allah’ın rızası doğrultusunda muamele etmelerine yol açacaktır. Bu perspektiften bakınca, insan, tabiatı hiç bir zaman sömürülecek bir “şey'' diye görmeyecektir. Bu iki bakış tarzının pratikteki tezahürleri kolayca müşahade edilebilir.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Nesneleri Adlandırmak

Nesneleri adlandırmak görünüşte kolay bir iş gibi durmaktadır. Oysa aynı nesnenin başka dillerde başka adlarla anıldığını hatırlarsak adlandırmanın hiç de kolay olmadığını görürüz. Türkçede “çakmak”, “tabak”, “halı” gibi adlar verdiğimiz nesneler başka dillerde başka kelimelerle karşılanmaktadır.

Nesneler üzerinde durum böyleyken, iş değer yargılarının karıştığı eylemleri adlandırırken büsbütün değişir. Bir adam öldürme eylemi kimilerinin gözünde kahramanlık olarak adlandırılırken, kimilerinin gözünde aym eylem cinayet olabilir. Bu farklılıklar bizim o eyleme hangi perspektiften, hangi değer yargılarından yola çıkarak ve hangi kıstasları kullanarak baktığımızla ilgilidir.

Günümüz dünyasında olaylara, dünyaya Batılıların değer yargılarıyla, onların gözlükleriyle baktırılıyoruz. Batılıların din, bilim, mukaddesat vb. diye adlandırdıkları olguları adeta bir takım nesnel şeylerin adları gibi alıyor ve kendi kültürümüzde de aynı muhtevayı taşıyorlarmış gibi algılıyoruz. Oysa bütün bu tür adlandırmalar her kültür için farklı anlamları içermektedir. Bu tür adlandırmalardan aynı şeyleri anlamaya başladığımız zaman aynı kalıplarla düşünmeye de başlamışız demektir.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »