Akıl,Şeriat ve Nübüvvet

Akıl,Şeriat ve Nübüvvet

Akıl şimşeği inâyet ufuğundan, fikir gâyelerinin hudûdunun ötelerin'den çakan bir nûrdur. Onun ışıklar hidâyet aynasının cilâlı yüzüne  vurunca, sâhibi maddiyât karanlıklarında onun ışığıyla, onun aydınlatmasıyla yol bulur. Böylece onun talep kuşunun başarı kanatları kuvvetlenir ve teveccüh ettiği yönde felâh/kurtuluş sabâhı sökmeye başlar.

Akıl ancak ezelî inâyet ağı ile avlanan bir gayb kuşudur. Nimetlerin bahşedildiği taraftan gelen bir vâriddir. Onun sıfatları mücevher gibidir. Nûrânî bir özü vardır. Semâvî bir melektir.

O senin rûhun için “Kutsal Rûh/Cebrâîl” mesâbesindedir. Senin kah binin, sırrının peygamberlerine yüce semâlarından vahiy indiren ve Rab- binden sana gayb hediyeleri getiren bir Cibrîldir. Sıfatının kesafeti onunla letafet bulur. Amel sedefin onunla cevherleşir. Adaletin ölçüsü ve hükmün dili odur. O cömertlik yolu ve hikmetler mâdenidir. Nimetlerin merkezi ve fikrin direğidir. Anlayışın rehberi ve sırrın tercümânıdır.

Şerîat; takdirin kesin hükmüdür. Risâletin hâkimi onun şâhididir. Onun izzet sultânı kemâl ve beka devletinde tektir. Hikmet melikleri onun celâlinin heybetine itaat ederek boyun eğmişlerdir. Hüküm memleketleri
onun iclâlinin azameti karşısında korkuyla eğilmişlerdir. Belâğat kuşları onun korusunda uçmuşlardır. İlim çocukları onun hidâyet ve irşâd sütüyle beslenmişlerdir. Onun kahredici gücünün kılıcı kendisine muhâlefet ve düşmanlık edenleri helâk eder. İslâm’ın sağlam delilleri onun himâye ipine sarılmışlardır. Her iki âlemin işleri onun etrâfında döner. İki dünyânın menzillerine ona sarılmak sûretiyle ulaşılır.

Nübüvvet; izzet/şeref nârlarından bir nûrdur. Kutsal Rûh’un/Cebrâîlin mührüyle mühürlenmiştir. Kuvveti kudret ile faaldir. Mânâsı güzellik bahçesidir. Zâhiri, Allâhu Teâlâ’nın âdetleri yırtan (hârikulâde) fiilleri ile desteklenmiştir. Bâtınında vahiy bulunur. O, Kutsal Rûh’un gözüdür. Ezel sırrının mânâsıdır. Kıdemin hükmünün neticesidir. Kaderin mânâsının dayanaklarının müşâhededir. Hayat sırlarının idrâk edildiği yerdir. Kıdem ile hâdisin birbirinden ayrıldığı mevkidir.

Vahiy; nübüvvet ufuğunda, risâlet feleğinden doğan taptâze bir dolunaydır. Risâlet onu Allâhu Teâlâ’nın kelâmından alır. Beraberinde Kutsal Rûh vardır. İlim tomarları onun önünde açılır. Sır defineleri onun önünde ortaya çıkarılır. Ebedî ilim hazînelerinin anahtarları ondan zuhur eder. Kâinât işlerinin haberleri ondan alınır. İlim, akıl, âlem, bilgi, şevâhid/ilham, rüsûm (zâhitî bilgi), îtilaf/ülfet, ihtilaf, mürekkeb/terkipli ve müsennâ/ i ikili uzaklıkların mesâfeleri onda katedilir. Onun hakikatinden vicdânî/derûnî bir mânâ ve sâdece açık bir vahiy yoluyla öğrenilebilen rabbânî bir sır keşfedilir.

O, kıdem hazîneleriyle gayb fezâlarını delen bir ezel posacısıdır. Memleket emininin eli altında olan ebed haberlerinin definesidir. O, ezel meclisinde kader kâtibi kimi yazdıysa ona peygamberlik fermânını getiren melek ordularınm kumandanıdır. Onun nûru (sâhibinin) kalbinin berrak aynasında parlar ve orada dünyâ ve âhiret ahvâli tafsilatlıca, hükümleri birer birer ve haberleri inceden inceye belli olur. Sonra vahyin ışıklarının parıltıları sâhibinin sır cevherinin parlak aynasına yansır ve onun inâyet gözü Rabbinin en büyük âyetlerini görür. “Refik-i A’lâ”ya (Cebrâîl) arkadaş olur. İşte o zaman Nebî, kalbinin nûru için bir kandilliktir. Kandillikte nübüvvet fânusu vardır; fânusta risâlet lambası... Risâlet lambası vahiy fitiline asılmış olan bir nûrdur. Vahiy, vahyedenin gayb sırrıdır.

Peygamberler ezel gaybı memesinin çocuklarıdır. Vahiy sırrına muhâtab olmuş kişinin (Cebrâîl’in) nedîmleridir/arkadaşlarıdır. Huzûr-ı kudsînin mukîmidir onlar. Hakk’ın elçileridir. Ufuk-ı a’lâ’da (en yüce ufukta) dikilen izzet revakları/direkleri ancak onların yücelikleri uğruna dikilir. En yüce makamda serilen şan yaygısı ancak onların şerefi ve heybetleri ile dokunmuştur. En şerefli kutsal savmaalarda/ibâdethânelerde oturan hiçbir nûrânî şahıs yoktur ki, peygamberlerin yüceliklerinden onun yanında bir celîs/arkadaş olmasın.En yüce tesbîhin gölgesine sığınmış hiç-bir mânevî lütûf yoktur ki, onların güzelliğinden onun yanında bir enîs olmasın! Kurbiyet makamlarına yükselmiş hiçbir sıddık yoktur ki, onun yükselişi onların kuvvetleriyle olmasın! Yolu Mevlâ’ya giden hiçbir velî yoktur ki, onların yolu onun yolu olmasın! Beşerin mükerremliğine işâret eden hiçbir ulu bayrak yoktur ki, onların şerefi o bayrağın direği olmasın. Kullar için inşâ edilmiş olan hiçbir yüce saray yoktur ki, binâsı Ibrâhîm (s.a.v.)’in binâsı (Kâ‘be) üzere olmasın!

[B]

“Seyr ilallâh” (Allâh’a seyr) ma‘rifet nûru nisbetinde gerçekleşir. Ma‘rifet ise aklın kuvveti nisbetinde olur. Akıl da “Biz taksim ettik defterindeki kişinin nasîbi kadardır.

Akıl ve şeiat, mü’minin kalp pencerelerine ışıklarıyla girmiş iki nûrdur. Onlar kalpte, suyun şarapla ve letâfetin rüzgârla karıştığı gibi bir- birleriyle karışmışlardır. Tıpkı rûh nûrunun ceset karanlığı üzerine mühürlendiği gibi, nebilerin şahsiyetleri de akıl aynasının parlak yüzeyine mühürlenmiştir. Akıl, fikir avcısıyla gayb göğünden gelen hikmet/hüküm kuşlarını avlamak için, kalp sırlarının bahçelerinde akan ruh sularının mecrâlarına yerleştirilmiş bir ağdır.

Nübüvvet, yakîne bitişik olan akıl gözü üzerinde mânevî olarak parlayan bir nûrdur. Bütün aydınlanma kabiliyetleri, ışıklarım ve ışıklarının parlaklıklarını ondan alır. Karanlığın sabâha ve bedenin rûha ulaşmak için gösterdiği infiâl ondan kaynaklanır. Bu nûr İlâhî cömertliğin, sırf lütfundan ve rahmetinin genişliğinden dolayı sûretlerin bâtınlarına ve bedenlerin sırlarına koymuş olduğu bir nûrdur. Akla, bir varlığın iki mahalle dönüşmesi ile oluşan zarûrî bir ilim giydirilmiştir; onda iki cevherin bir arazı bulunur; öyle iki cevher ki, birisi güzellerin en güzeli, diğeri çirkinlerin en çirkini.

Nübüvvet güneşi, nârlarım ve sırlarının feyezânını/taşkınlığını sâdece İlâhî emirler ile bunun için hazırlanmış akıl şehirleri üzerine gönderir.

Nübüvvet, Âdemoğullarından bazılarını ezelî irâde yollarında “Rab- bin dilediğini yaratır ve seçer” fermânı üzere yürüten gaybî bir hidâyettir.

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Şeytan'ın Halleri

Şeytan'ın Halleri

İkinci sultan şeytandır.


Nefis ise şeytanın vekilidir. Komutanları ise kibir, hased, buhl (cimrilik) açgözlülük, öfke, kahkaha ve maskaralıktır. Sözü geçen bu yedi fiil muhafızlardır. Bundan dolayı kalbin sağ tarafında yedi kale vardır. Her kalede bir muhafız görevlendirilmiştir. Her bir muhafızın yüz bin komutanı vardır. Şimdi, hased ve buhul, dünyayı terk etmekle; bunların tamamı sabr etmekle imana erer.


Ancak kibrin kaynağı şeytan, alçak gönüllülüğün ise Rahmân'dır. O halde ne zaman ki kibir gelse, alçak gönüllülüğü O'na havale eder. Ne zaman ki hased gelse, ilmi O'na havale eder. Buhlün aslı ise şeytandır, cömerdliğin aslı da Rahmân'dır. Ne zaman ki buhül gelirse, cömertliği O'na havale etmek gerkir.


Cömertlik dört çeşittir:


İlki, mal cömertliği, zenginlerindir.


İkinci, beden cömertliği, gâzilerindir.


Üçüncü, can cömertliği, âşıklarındır.


Dördüncü, gönül cömertliği, âriflerindir.


Şimdi esas yapılması gereken, kişinin yönünü Allah isteğine çevirmesidir. Zira edep dileyen korkuyu sever. Korku dileyen hata yapmaktan sakınmayı sever. Hata yapmaktan sakınmayı dileyen sabrı sever. Sabır dileyen utanmayı sever. Utanmayı dileyen cömertliği sever. Cömertliği dileyen miskinliği sever. Miskinliği dileyen ilmi sever. İlmi dileyen marifeti sever. Marifeti dileyen canı sever. Canı dileyen aklı sever ve aklı dileyen yüce Allah'ı sever. Allah buyruğuna müjde on iki çeşit nesnedir. Bu on iki çeşit nesne birbirine vekildir.Ve bunlar iman kumandanının önderleridir. Şimdi çok sakınmak gerekir ki eğer bu on iki türlü nesnenin birisi eksik olsa iman doğru olmaz. O halde en üst makam bunlardır. Bunları korumayan Allah'dan uzak olur, ve bilmekten dahi uzak olur. Allah'ın cemalini görmekten mahrum kalır.


Maskaralığı dileyen gülmeyi sever. Gülmeyi dileyen çekiştirmeyi sever. Çekiştirmeyi dileyen öfkeyi sever. Öfkeyi dileyen açgözlülüğü sever. Açgözlülüğü dileyen kıskançlığı sever. Kıskançlığı dileyen hased etmeyi sever. Hased etmeyi dileyen büyüklenmeyi sever. Büyûklenmeyi dileyen vücudunu sever. Vücudunu dileyen nefsin istek ve arzularını sever. Nefsin istek ve arzuları dileyen nefsini sever. Nefsini dileyen şeytanı sever ve şeytanı dileyen Yüce Allah'ı sevmez.


Zira zikredilen bu on iki fiil, işte bunlar birbirine vekildir. Bu on iki fiile de şeytan vekildir. Ne zaman ki bu on iki fiil yıkılıp yerine (iyi olan) on iki nesne yapılmayınca, kul olduğunu söyleyen kişiye Allah'tan yana yol yoktur. Çünkü bu on iki türlü fiil, hem marifetin ve hem imanın düşmanlarıdır. Akıl kumandanının şeytan kumandanını yendiği bunlarla bilinir. Bu nesnenin belirtisi odur ki, can, ruhânî işreti sever. Ruhânî işretin alameti serbest olmaktır.


Noksan sıfatlardan beri olan Yüce Allah buyurur ki: Üç kişi üç nesneye dayandı. Benlik davası güttü, sonunda helak oldu.


Birincisi; şeytan - lanet ona - ateşe 'dostum' dedi. Allah katında zorlama yoktur; dostu dosttan ayırmaz. Sonunda şeytanı ateşte yaktı.(1) Yüce Allah şöyle buyurdu:


"... gözlerinizin önünde Firavun ailesini suda boğmuştuk,"(2)


İkincisi; Kârun malına dayandı. Sonuç: malıyla birlikte helak oldu. Üçüncüsü; Muhammed Mustafâ (a.s.) Allah dostluğuna dayandı. Öyle olunca yüce Allah "Dostu dostundan ayırmayayım" diye buyurdu.


Yüce Allah şöyle buyurdu:"... onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır."(3) Sonra yüce Allah, lütuf ve kereminden buyurdu ki; "Ben sizinleyim; bana şükredin." Nitekim bir ayette yüce Allah şöyle buyurdu:


" Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım."(4) Allah teâlâ bir başka âyette de şöyle buyurdu:


"... güzel davrananları da daha güzeliyle (mükâfatlandırması içindir)"(5) Bir başka ayette de şöyle buyurur: "... Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa bir amel-i Sâlih işlesin ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın."(6) Sonra insanın, kendisini bilmesi gerekir. Kendisini bilmesini hatırlatmasının sebebi şudur: Bir kimse Rahmân ile şeytan farkını bilmezse, kendini de bilmez. Şimdi her kim bu sözleri anlasa, kendisini dahi bilmiş olur. Ne zaman ki kişi kendini bilirse aşk gelip Allah'tan yana çağırır. Bu hususta ne kadar nasibi var ise o kadar ilerler.


Şimdi kim bu sözleri anlamadı, kendisini dahi bilmedi. Her ne kadar insan suretinde olsa da insan mertebesinde değildir. Henüz endişeleri ve malları çokluğu içinde boğulmuşlardır. Hayvanlar gibidirler. Lâkin bu konuda tasarruf sahipleri de vardır ki onlar bilirler. Yetmiş yıldır yaptığımız dedikodu bir saat münâcât ile eşit geldi. Zira halkın dedikodu etmesi şüpheden ileri gelir. Zahidin ibadeti, aslını bilmeden iş yapmasıdır. Arifin tefekkürü, Allah'ın İlâhî sanatına bakarak iş yapmasıdır. Muhibbin yalvarıp, yakarması ise, sevgiliyle muamele etmesidir. Ancak bütün bunları yaparken riya ve tamahkarlık kişiyi kendi hâline bırakmaz. Öyle olunca kişinin daima gönül şehrini araması, gafil olmaması gerekir.


Aklın üç koruması vardır; riyâ ile tamahı gönül şehrinden çıkarırlar. Aklın birinci koruması sabırdır. Aklın ikinci koruması utanmaktır. Aklın üçüncü koruması kanaattir. İşte şeytan bu üç korumadan korkar ve mağlup olduğu da bunlarla bilinir. Bunlar çok ulu kimselerdir ve aklın askerlerindendir. Ve insanların makamı üçtür. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:


" Göklerdeki ve yerdeki her şeyi Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir."(7)


Ancak her kişi insan kabul edilmez. Her ne kadar görünüş olarak insan olsalar da onlar hayvanlardan daha aşağıdırlar. Bunlar hased edip kendilerini bilmeyenlerdir. Nitekim Hz. Peygamber hadisinde buyurur:


"Nefsini bilen, rabbini bilir."(8) Şu kadar ki, âbidlerin, zâhidlerin ve ariflerin ibadetleri ve durumları her biri katında uygun olmaz. Zira âbidler, zâ-hidler ve arifler dünyalık beklentileri olan topluluklardır; ancak muhibler ise mânâ kavimleridir. O halde ey azizim! Muhib olanların hallerini şerh etmek çok uzun iştir ve çeşitlidir; fakat akıl ermez, gönül tatmin olmaz ve insanın sûreti bunları kavramaz. Bu konuda bu kadar söz yeter. Burada biz bu kadarını hatırlatmış olduk; kalanın ne olduğunu ancak Allah bilir.


Dinotlar:

(1)- Burada şöyle bir atlama vardır: "Beni ateşten, onu çamurdan yarattın. " (Maide, 5/12). İkinci Fir'avun, Kıptilere "dostum" dedi. Sonunda onların gözü önünde boğuldu. (M.Esad Coşan, a.g.e., s.52,53.)

(2) Bakara, 2/50.

(3)- Bakara, 2/165.

(4)- İbrahim, 14/7. 153 Necm, 53/31. 160 Kehf, 18/110.

(5)- Necm, 53/31.

(6)- Kehf, 18/110.

(7)-Mücâdele, 58/7.

(8) El-Acûnî, a.g.e., c. II  s. 262.


Kaynak: Makalat Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli, Tercüme Prof. Dr. Ali Yılmaz, Prof. Dr. Mehmet Akkuş, Dr. Ali Öztürk, Şubat 2007 Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları

.
Devamını Oku »

Aklımız Başımızda mı ?

Aklımız Başımızda mı ?

Aklın merkezinin neresi olduğuna doğru cevabı bulmak önemli. Çünkü aklı beynin bir faaliyeti olarak kabul ettiğimizde, insanı maddi-manevi bütün yanlarıyla sadece biyolojik bir varlık olarak görme tehlikesiyle karşı karşıyayız demektir. Sadece hayvanlardan biraz daha gelişmiş bir varlık. “İnsanı diğer canlılardan ayıran ve hepsinden üstün kılan en önemli özellik nedir?” diye sorulduğunda, cevabımız elbette ‘akıl’ olacaktır. Çünkü insan aklı ile düşünür, öğrenir ve iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırır. Bu soruya, “insanı diğer yaratılmışlardan ayıran en önemli özellik irade sahibi olmasıdır.” şeklinde de cevap verilebilir. Fakat sonuçta bu cevap da aynı kapıya çıkar. Çünkü insan, iradesini kullanırken birtakım tercihler yapar ve buna göre bir karar verir. Yani yine aklını kullanır. Aklı olmayanın iradesi de olmaz. Dolayısıyla burada da esas olan akıldır.

Peki “aklın merkezi ve mekânı neresidir?” tarzındaki bir sorunun doğru cevabı ne olabilir?

Akıl Nerede?

Sokaktan geçen herhangi birisini çevirip “akıl nerede?” diye sorsak, ya hiç tereddüt etmeden “elbette akıl baştadır” der. Ya da “böyle bir soru soran kimsenin aklı başından gitmiş olmalı” diye düşünür.

Aslında burada akıl ile zekânın birbirine karıştırıldığını söylemek mümkün. En zeki insanın bile, beyninin yüzde üçlük bir bölümünü kullandığı söyleniyor. En büyük dahilerden biri olarak kabul edilen Einstein’ın, beyninin ne kadarını kullandığını öğrenmek için öldükten sonra beyninin incelendiği şeklindeki haberler ve benzerleri, akıl ile zekânın birbirine karıştırılmış olmasındandır.

Oysa bu ikisi birbirinden oldukça farklıdır. Sözgelimi birtakım hayvanların, mesela yunus balıklarının, hiçbir eğitimden geçmedikleri halde, belli bir sınırı aşamasa da, zekâlarını kullanmaları, bu varlıkların akıllı oldukları anlamına gelmez. Bizim burada akıl kavramıyla kasdettiğimiz, insana muhakeme yapma, tercihte bulunma, iyi-kötü ve doğru-yanlış ayrımını yapma imkânını veren manevî bir cevherdir.

“Aklımız nerede?” sorusuna cevap ararken, Mukaddes Kitabımız bize ışık tutuyor:

“Yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı ki (kendilerinden önce isyanları sebebiyle helâk olanlardan geriye kalanları görsünler de) akledecekleri kalpleri, işitecekleri kulakları olsun. Zira gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac/46)

Bu ayet, akletme ve düşünme eylemlerinin kalp ile gerçekleştirildiğini açık bir şekilde belirterek, aklın sanıldığının aksine beyinde değil kalpte olduğunu haber veriyor.

Yüce Rabbimiz, aklın merkezinin kalp olduğu gerçeğini pekiştirircesine, günlük kullanımda akla izafe ettiğimiz diğer eylemleri de kalbe izafe ederek ve şöyle buyurur:

“Andolsun ki biz, cehennem için de birçok insan yarattık ki, kalpleri vardır fakat onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha sapıktırlar. İşte gafil olanlar onlardır.” (Araf /179)

Bu ayette kalbin eylemi olarak kullanılan kelime “yefkahun”dur ve “derinlemesine anlama, geneline vakıf olma” anlamına gelir ki, fıkıh kelimesi de buradan gelir.

Yine Rabbimiz yine şöyle buyurur:

“Onlar (Tebuk savaşına gitmeyen münafıklar) geriye kalan (çocuk, yaşlı ve kadın)lar ile beraber olmaya razı oldular, kalpleri mühürlendi. Artık onlar anlamazlar.” (Tevbe/87)

Yine En’am Suresi’nin 25, İsra Suresi’nin 46 ve Kehf Suresi’nin 57. ayetlerinde de inanmayanların kalpleri üzerine kat kat perdeler çekildiği için, Efendimiz’in tebliğ ettiği vahyi anlamalarının mümkün olmadığı izah edilir.

Demek ki insan kalbi ile düşünmekte, kalbi ile anlamakta. Kalbine perdelenmiş olanlar da, doğal olarak Kur’an’ın mesajını anlayamıyor.

Aklı Kalp'ten Bağımsızlaştırınca

İnsanın bu faaliyetlerinin adresi olarak kalbi gösteren Kur’an’da, akılla aynı kökten türemiş fiiller bulunmasına rağmen, akıl kelimesinin isim olarak geçmemesi de konumuz açısından son derece ilgi çekicidir. Bu gerçek şunu gösterir: Yaygın kabulün aksine, akıl bağımsız bir cevher olmayıp, manevi kalbimizin bir fonksiyonudur.

Acaba Kur’an’ın, akıl ile gerçekleştirilen faaliyetleri kalbe izafe etmesi, yani aklın merkezinin kalp olduğunu vurgulamasının bizi ilgilendiren sonuçları neler olabilir?

İnsanın bilgi edinme, tercihte bulunma, düşünme, akletme ve anlama faaliyetinin merkezi olan kalp, aynı zamanda hissin, sezginin, inancın ve inkârın da merkezidir. Dolayısıyla insanı sevk ve idare eden bir tek merkezden söz edebiliriz: Kalp.

Demek ki o merkezi geliştirmeye, terbiye etmeye, arındırmaya yönelik çabaların hedefi insanın bütün varlığıdır. Efendimiz A.S.’ın işaret buyurduğu gibi o merkezin iyi durumda veya bozulmuş olması insanın bütününü o yönde etkileyecek.

Diğer taraftan, ilâhi vahyin öğrettiğinin aksine, düşünme ve anlama gibi eylemler akla; hissetme, sezme gibi eylemler ise kalbe izafe edildiğinde karşımıza ilginç bir nokta çıkıyor: Böyle düşünen insanlar varlıklarını kendi içlerinde parçalamaktalar. Doğal olarak, birden fazla bağımsız merkezin sevk ve idaresine muhatap olan insan, hayatı boyunca çelişkiye düşmekten, yolunu şaşırmaktan, tereddütten ve kararsızlıktan kurtulamıyor.

“Aklım şunu, duygularım bunu emrediyor” gibi ifadeler, böyle insanların yaşadığı iç çelişkilerin dışa yansımasından başka bir şey değildir.

Yukarıda birkaçını andığımız ayet-i kerimeler ve hayli fazla sayıdaki hadis-i şeriflerden insanı yönlendiren tek merkezin kalp olduğunu öğrendikten sonra şu soru sorulabilir:

Acaba Kur’an ve Sünnet’te akletme eyleminin mekânı olduğu haber verilen kalp mecazî anlamda kullanılmış olabilir mi?

Mealini zikrettiğimiz Hac Suresi’nin 46. ayetinin, gerçek körlüğün gözlerdeki körlük değil, göğüs kafesindeki kalplerde gerçekleşen körlük olduğunu anlatan son cümlesi, böyle bir mecaz ihtimalinin mevcut olmadığını gösterir. Bu demektir ki, yürek ile kalp arasında bir ilişki var.

Nitekim İslâm alimleri de buradaki kalbin, göğsümüzün sol tarafında bulunan ve vücudumuza kan pompalayan yürek ile aynı şey olmasa da, onunla bir alâkası olduğunu belirtirler.

Ancak İmam Gazalî Rh. A.’in, “mükâşefe ilmi”nin konusu olduğunu söylediği kalp-yürek ilişkisinin mahiyeti konusunda fazla şey söyleme imkanımız yok. Ancak şu kadarını söyleyelim ki, gerek Kur’an ve Sünnet’te, gerekse İslâm alimlerinin sözlerinde geçen kalp, madde ile mananın buluşma noktası, insanın özü, rabbanî ve ruhanî bir lâtifedir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran da işte bu kalptir. Zira yürek veya cismanî kalp, hayvanlarda hatta ölülerde bile mevcuttur.

Sözümüzü, Söz Sultanı A.S.’ın bir duasıyla bağlayalım:

“Ey kalpleri (dilediği şey üzerinde) sabit kılan (Allah)! Kalplerimizi senin dinin üzerinde sabit kıl!” (Buharî, Tirmizî, Ebu Davud, İbnu Mace, Ahmed b. Hanbel)

Ebubekir Sifil

Semerkand dergisi
Devamını Oku »

Duyularımız,Aklımız ve Nihayet Kalbimiz;Hangisi Hangisinin AlternatifiOlabilir?

Duyularımız,Aklımız ve Nihayet Kalbimiz;Hangisi Hangisinin Alternatifi Olabilir?

  • Duyularımız gerekli mi gerekli, gözümüz olmadan gö­remeyiz, kulağımız işitemeyiz.

  • Ama gördüğümüz ve işittiğimiz şeyin ne olduğunu bil­mek için duyularımız yetmez akla ihtiyacımız vardır.

  • Aklımız var, lazım mı lazım, aklımız olmasa düşüne­meyiz.

  • Düşünemezsek hayvanlardan bir farkımız kalmaz zaten.

  • Duyularımız aklımızın, aklımız duyularımızın yerine geçebilir mi? - Kesinlikle hayır.

  • Duyularımız fiziksel âlemde işe yarar, nesneleri görü­rüz, çiçekleri koklarız...

  • Aklımız da fiziksel âlemde işlevseldir, hesap kitap yapa­biliriz, uçsuz bucaksız denizlerde yolumuz bulabiliriz. Gü­neş in ne zaman tutulacağını hesaplayabiliriz.

  • Peki, ya sıra fizik ötesine gelirse! Örneğin ilk yaratılışı, yaşamın anlamını, aşkı, ölüm ötesini aklımızla kavrayabilir miyiz?

  • Bir dereceye kadar kavrayabiliriz. Ama örneğin “aşkı anlamak” başka şeydir, “aşkı yaşamak” başka şeydir!

  • İşte tam burada duyularımızın ve aklımızın ötesinden bir kavrayış gücüne ihtiyaç duyarız; bu da KALP’tir.

  • Duyularımız aklımızın, aklımız kalbimizin yerine ge­çemez. Bunun tersi de doğrudur, kalbimiz aklımızın aklımız duyularımızın yerine geçemez.

  • İnsan-ı Kâmil, duyularının ve aklının yanı sıra kalbini son haddine kadar kullanan insandır.

  • Sûfıler kalbin yerine geçme iddiasındaki akla karşıdır; yoksa aklı harekete geçirmek, düşünmek Hazret-i Kuran’ın en çok vurguladığı taleplerden biridir.

Terapistin Sufi Olursa-Ali Rıza Bayzan
Devamını Oku »

Kalp,Aklın Ötesindedir

Kalp,Aklın Ötesindedir
Akıl bağımlıdır...
• Kalp ise bağımlı değildir...
• Kalp aklın ötesindedir.

Hakikatin gerçekten bilinmesi ancak kalp iledir.
Muhyiddin İbn Arabi

İnsan, samimiliğini kaybettiği anda Allah'tan uzaktadır. Samimilik, kalbinin yolunda yürümek demektir.
Nurettin Topçu

Hisse:
• Duyularımız zaman ve mekânla sınırlıdır, aklımız zaman ve mekanın ötesini ne olduğunu değil, ne olmadığını kavrayabilir ancak.
• Ruhumuz ise ilahi bir nefestir; bu bakımdan sonsuz olan Allah’ı gerçek anlamda ruhumuzla kavrayabiliriz. Kalp, ruhun temsili üssüdür.
• Kalp, aklın ötesinde algılayıcı bir güçtür. Sadece insan kalbi, sonsuzu bilebilir.



Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olurs
Devamını Oku »

Ruhun ve Kalbin Hakikati

Ruhun ve Kalbin Hakikati






…Hz. Isâ kemal ve yücelik sâhibi olduğu için ona Rûhu’l-Kudüs elbisesini giydirmiş ve onu bütünüyle ruh yapmışlardı. “Onu Rûhu’l-Kudüs ile teyit ettik.”(Bakara,253) âyeti bu mânâda gelmiştir. Adem ve Adem sıfatlıların, başkalarına karşı kerâmet ve fazilete sâhip olmaları “Katından bir ruh ile onları desteklemiştir.”(Mücadele,22) âyetinde ifade edilen ruh ile desteklenmeleri sebebiyledir.

Rûhu Allah âleminden bedene gönderdiler, “Ona şekil verdiğim ve ona rûhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!”(Hicr,29) bu anlamdadır. Çabala, tâ ki “İşte böylece sana da emrimizden bir rûh vahyettik.”(Şura,52) hakikati sana yüzünü göstersin. O zaman bu âyet, “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”(İsra,85) ifadesinin ne anlama geldiğini sana söyler.

Gayretullahın elinden el-emân! “Allah gayûrdur, her türlü fuhşu ve kötülüğü de bu gayretinden dolayı haram kılmıştır.” Allah gayretinden ötürü bütün muharremâtı haram kıldı, rûhun rûhun şerh edilmesini de bu şekilde haram kılmıştır. Beyit:

Yazık, mukaddes ruhu her iki cihan içinde,

Kimse ayan beyan görmemiş, ona işaret etmemiştir.
Eğer bir kimse mekân ve lâmekânda onu gördüm derse,
Böyle dedikten sonra onu gayret ağacına dara çekerler.

Kadir gecesinin bulduğu bütün şeref, ruh ve melekler sebe­biyledir. Bu yüzden “O gecede, melekler ve ruh iner dururlar.”(Kadr,4) buyurulmuştur. Rûhun güzelliği cilvelenir, bu cemal güneşi her neye erişirse o şeye kıymet katar ve o şey kıymet bulur. Ey Aziz! “De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”(İsra,85) tam bir açıklamadır, ancak sâdece marifet ehline mahsustur. Zîra ruh emirdendir. Allah’ın emri ise irâde ve kudrettir. Şu âyeti dinle: “O’nun emri, bir şeyi murat ettiği zaman ancak ona ‘Ol!’ demesidir ki, o da hemen oluverir.”(Yasin,82)
Mukâtil âyette geçen “min emri rabbî/Rabbimin emrinden­dir” ifadesini “min nûri rabbî/Rabbimin nûrundandır” olarak tefsir etmiştir. Ebû Bekir Kahtabî burada şöyle demiştir: “Ruh ‘Kün/Ol emrinin zilleti altına girmez.” Zîra “Kün fekân” olmadığı vakit yaratılmış âlemden de olmaz, yaratanın âleminden olur, kıdem ve ezeliyet sıfatına sahip olur. Emir, emretmek, eşyâ ve mahlukatı meydâna getiren demektir. Ruh da emir âleminden olduğundan âmirdir, memur değil; faildir, mefûl değil; kahredicidir, kahre­dilen (makhûr) değil. Allah rızâsı için Abdullah b. Ömer’in Hz. Peygamber’den rivâyet ettiği şu habere kulak ver! Hz. Muhammed buyurdu ki melekler şöyle dediler: “Yüce Rabbimiz! İnsanoğluna dünyayı vatan ve mesken yaptın, orada yerler, içerler. Dünyayı onların nasîbi yaptığın gibi âhireti de bizim evimiz yap!” Allah onlara şöyle vahyetti: “Ben ‘kendi elimle’ yarattığımı ‘kün fekân’ diyerek yarattığımla bir tutmam. Ey melekler! Benim kendi kudret elimle yarattığımla, ‘ol’ diye emrettiğim an ‘oluveren’ varlıklar bir olmaz. Yani “iki elimle yarattım”(Sad,75) sırrıyla Allah eliyle yaratılan mahlûkat ile Allah’ın fiili ve sanatı olanlar aynı değildir.

Aklına “Allah ruhları bedenlerden iki bin sene önce yarat­tı” ifadesinin geldiğini biliyorum. Muhakkiklere göre buradaki yaratılmışlık izhar anlamındadır; irâde etme ve var etme sıfatını yaratma ve kudret sıfatına arzetmekten ibarettir. Bilir misin “iki bin sene”nin her bir yılı ne kadardır? Onun sâdece bir günü bin yıl eder. “İki bin sene”nin künhüne vâkıf olan kimse, kudret âleminin kemiyet ve keyfiyetine ulaşır. Gökyüzü neredeydi? Yeryüzü var mıydı? Gece ve gündüz nasıldı? “İki bin sene” bilgisi bu soruların cevâbını ortaya koyar. Rûhu diğer mahlûkat gibi zannetme, ruh ayrı bir izzet ve letafete sahiptir. Ebû Ali ed-Dekkâk bu beyitleri, şu mânâlar cihetiyle söylemiştir:

Canın yeri ve yurdu bu âlemin dışındadır,
Yoklukla ilgisi olan ne varsa onun dışındadır.
Bu gizli sır, gizliliğin dışındadır,
Yâni Allah, iki âlemin de dışındadır.
Canlar Hak’tandır, Hak canın dışındadır,
O noktayladır, fakat nokta O’nun dışındadır.

Bu rûha kudsî derler. Bunun dışında diğer iki ruh daha vardır ki birisine tabipler ve hakimler, hayvânî ve müteharrike, diğerine âlimler rûhânî derler. Bu rûhânî olanı bedene izâfe ederler. Bu ruhanî rûhun bedene izâfe edilmesi iki türlü olur.

Birinci Vecih: İnsan rûhunun, insanın hakikati olduğu söylenebilir. Bu rûhun, biri tasarruf edebilmek, diğeri bir tasarrufa sâhip olmamak üzere iki durumu vardır. Rûhun bedende olması ve ona tasarruf etmesini, benim yazı yazdığım kaleme tasarruf etmem gibi kabul et. İstersem kalemi hareket ettirir yazarım, ister­sem sâbit tutarım. Böyle olunca rûhun bedene tasarruf etmesine hayat, tasarrufun kesilmesine ise ölüm derler. Bu kesilmeden sonra rûha yeniden tasarruf verilmesine ihya ve ba’s derler. Tasarrufun kesilmesi ya uyku denilen durumda olduğu cüz’i ya da ölümde olduğu gibi külli olur. Aynı şekilde ruhun geri verilmesi de cüz’î olduğunda intibah (uyanma), külli olduğunda ise ba’s ya da kıyamet (yeniden dirilme) adını alır. “Geceleyin sizi öldüren” sözünü bu ciiz’i kesilme, “gündüzün sizi dirilten” ifadesini ise cüz’i iade olarak bil- “Belirlenmiş ecel tamamlansın diye…(Enam,60) ifadesi rûhun bedende kaldığı zaman zarfına, dünyada geçirdiği vakte işaret eder.

“Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uyku­sunda iken canlarını alır.”(Zümer,42) âyetinin elinden el-emân! Eğer bedende durma müddeti sona yaklaşmışsa, rûhun tasarrufu birden kesilir ve artık tasarruf etmez olur. Uykudan yeniden uyanamaz. “Artık üzerine ölüm ile hükmettiğini tutuverir.”(Zümer,42) Eğer ecelden ve vakti tâyin edilmiş ömründen hâlâ bir şey varsa, uykudan sonra tasarrufa devam eder. “Diğerini de tâyin edilmiş vakte kadar salıverir.”(Zümer,42) Hz. Peygamber uyku vaktinde şu şekilde duâ ederdi: “Allah’ım! Şu nefsimi öldüren sensin. Onun ölümü de hayatı da senin içindir. Eğer onu tutarsan (öldürürsen) onun mâliki sensin mağfiret et. Eğer salıverirsen (sağ bırakırsan) sâlih kullarını muhâfaza ettiğin gibi onu da muhâfaza et.”

Ey Aziz! Eğer, “Emrinden olan rûhu, kullarından dilediğine indirir.”(Mümin,15) cemâlinin sana kendisini göstermesini istersen, kevn ü mekândan geç. Zîra her iki cihandan ve kendinden geçtiğinde, rûhu arş tarafından istivâ edilmiş görürsün. Nitekim âyette bildirilmiştir ki “O Rahman arşa istivâ etti.”(Taha,5)
Sonra arşı da geç ki “Allah’ın kadrini bihakkın takdir edemediler.”(Hac,74) âleminde, “Dereceleri yükselten Arşın sahıbi”ni (Mümin,15) görebilesin. Bu makamdan sonra, Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur.”(Şura,12) sırrıyla göklerin ve yerin kilidini açan anahtar olursun. Şeyhimiz Ebû Saîd-i Ebü’l Hayr dan dinle de bak ne söylüyor ve ne güzel anlatıyor:

Yazık ki kudsî ruh her şeyden gizlenmiştir,
Onun yüzünü kim gördü, sesini kim işitti?
Zaman içinde onun güzelliğini gören kâfir olur,
Yazık ki bu şeriat, sözümüzü kesmektedir.
Kevn ü mekânı birbirine vur, kendinden kurtul ki erişesin,
Zîra böyle bir canı, Allah iki cihâna tercih etmiştir.

Sen daha kalbini göremedin, rûhunu nasıl görecek­sin? Rûhunu dahi göremezken Allah’ı nasıl göreceksin? Bâzen “Rahman, Kur’ân’ı öğretti.”(Rahman,1-2) âleminden gelir, sana “Bismillah”ın “ba”sı veya “mîm”inde bulunan bütün ilâhı sırları gösterirler. “O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti”(Alak,4-5) senin öğretmenin olur. Bütün bu sırların hepsi senin gönlüne nakşolur, kalbin levh-i mahfuz olur. “O, levh-i mahfuzda bulu­nan şerefli Kur’ân’dır.”(Buruc,21-22) hakikati, Rûhu’l-Emîn’e söylediği her şeyi bizzat sana da söyler. Sonra kalbinin ağzına ledünnı ilimden damla damla akıtırlar ki bu şekilde öncekilerin ve sonrakilerin ilmi sana açıklanmış, anlamı ortaya çıkmış olsun. “Ağzıma bir katre koydular, bununla öncekiler ve sonrakilerin ilmini bildim.” bu makamdır. Resûl ve nebilere “Onu, Rûhu’l-Emîn uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine indirmiştir.”(Şura,193-194) mesajıyla muamele ettiği gibi, sana da “Hakk’ın cezbelerinden bir cezbe” ile yol bulur.

Bilmiyorum ki söyleyeceğimden ne anlayacaksın? Diyo- rum ki “Allah onları sever” muhabbeti irâdeye, irâde ise “O’nun emri, bir şeyi murat ettiği zaman ancak ona ‘Ol!’ demesidir ki,0 da hemen oluverir.”(Yasin,82) sırrıyla “emr”e götürür. Bu emir nedir?“De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”(İsra,85) âyetinin bizzat kendisi
emrin kim ve ne olduğuna şahitlik eder. Emir, senin beden dediğin ubûdiyet noktasını değiştiren iksirdir. Bedeni, pervâne gibi aşk ve muhabbet ateşine öyle gark eder, seni öyle bir hâle sokar ki ancak şu beyitleri sana söylediğinde durumun farkına varırsın:

Her ne kadar aşkla dost isek ve o evimizde ise de,
Kederler kadehimizde bir yudum içkimizdir.
Aşk âleminde akıldan uzak dur,
O da dîvâne gönlümüzün kölesidir.

Senin gönül levhana yazılacakları bizzat Allah’ın kalemiyazar, olanları sana bizzat senin kalbin söyler. Bütün bunlar, ancak kalbin hizmetçisi ve müridi olduğunda meydâna gelir. Kalbin pîr sen mürit, kalbin hizmet edilen sen hizmetçi, kalbin âmir sen memur olduğunda bütün şerefler sende ortaya çıkar ve kalp seni kabul eder, seni terbiye eder. Bu iş öyle bir noktaya ulaşır ki artık her gün senin hizmetin görülmeye başlar. Sen de kendi kendine
şu beyitleri söylersin:

Onun kalbinin adıyla aşk kemerini kuşandım,
Sevgilime kalbimin haberini götürdüm,
Gönlümün neşesi ve keyfi yerine geldi,
Ey ben, rûhuyla kalbi arasındaki hizmetkâr.

Gayret göster de bedenle ruh arasındaki münâsebetin ne olduğunu, onun içeride mi yoksa dışarıda mı bulunduğunu anla! Ruh insana hem dâhildir hem de hâriçtir. O, aynı şekilde âleme de hem dâhil hem de hâriçtir. O, insana dâhil de değildir hâriç de değildir, âleme dâhil de değildir hâriç de değildir. Ne söylendiğini iyi anla! Ruh bedene muttasıl da munfasıl da değildir. Allah da âleme muttasıl da değildir, munfasıl da değildir. Şu beyitlere kulak ver:

Hak canda, can gönülde nihândır,
Ey nihân içinde nihân içinde nihân.
Böyle bir remiz iyân, bir işaret ve beyândır,
Ey cihan içinde cihan içinde cihan.

İkinci Vecih: Bu rûhun bedene izafe edilmesi insan lafzının insanlığa ıtlak ve izâfe edilmesi gibidir. Zira insan lafzını ıtlak ettiklerinde avâmdan bâzı kimseler zannederler ki bu mefhumla sâdece beden kastedilmektedir. Ancak hakikat ehli bu lafızla, insanın ruhu ve hakikatinden başka bir şeyin kastedilmediğini bilir.

Meselâ “filan âlim, câhil, kâdir, âciz, cömert, cimri, mü’min ve kâfirdir” gibi lafızların hepsi carnn vasıf ve sıfatlarıdır. Bedenin bu sıfatlarla vasfedilmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Ancak benzer şekilde bâzen mecaz yoluyla beden için de “insan” lafr i ıtlak olunabilir. “Zeyd kısadır, uzundur, kördür, topaldır.” ifadeleri beden için kullandır. Kâfirlik, müslümanlık, cömertlik, cimrilik, ilim ve cehâlet cana mahsus vasıflardır ve bundan bedenin nasîbi yoktur. Kısalık, körlük, uzunluk vb. sıfatlar ise bedenin vasıfla­ndır, bundan da rûhun hiçbir nasîbi olmaz. Bu sebeple bedene atfedilen mecâzî vasıflar de can ve gönle atfedden hakîkî vasıflar arasında fark bulunur.

Buna göre halk üç çeşittir:

Birincisi,insanın bedenden başka bir şey olmadığını zanneden avamdır. Zîra Allah şöyle buyur­muştur: “Gerçek şu ki, biz inşam katışık bir nutfeden yarattık.”(İnsan,2) Başka bir yerde ise “ Şüphesiz biz kendderini yapışkan bir çamurdan yarattık.’’(Saffat,11) buyurulmuştur.

İkincisi, hem rûhun hem de bedenin varlığını kabul eden alimlerdir. Zîra Allah şöyle buyurmuştur:“Size şekil vermiş, sonra şekillerinizi güzelleştirmiştir.”(Mümin,64) Yâni “size kalple şekil vermiş, ruhla en güzel şekilde süslemiştir.”

Üçüncüsü ise, “insan” ve “âdem’den kastın sâdece ruh ve can olduğunu, bedenin insanla ilişkisinin bulunmadığını, bedenin sâdece rûhun merkebi olduğuna inanan havâstır. Ruh, insan için binici ve süvâridir, hiçbir şekilde binilen şey binicisinin zâtından olamaz. Meselâ insan bir ata bindiğinde, at başka binici başkadır. Kafes başka kuş başkadır, kör olan birisi kafese yönelse “Bu kuş kafesin kendisidir.” der, ancak gören birisi baktığında kuşu kafesin içinde görür ve bilir ki kafes kuş için yapılmıştır. Ancak kuş serbest bırakıldığında artık kafese gerek kalır mı?

Havâs yeme, içme, cinsi münâsebet ve uyku gibi beşeriyete taalluk eden sıfatlardan kendisini nefyetmiştir. Bu sebeple bunlar her ne kadar yer, uyur, acıkır ve su içerlerse de “yedik, uyuduk” demezler. Bu durum basiret ehline müşâhede ile mâlum olmuş, rûhun binici, bedenin ise binit olduğunu bilmişlerdir. Biniti olan ata yem veren bir kimse, yemi asla kendine izâfe etmez. Bu topluluk yeme ve uyumayı kendilerine izâfe etmeyi bu sebeple kendilerine lâyık görmezler, çünkü insanın hakikati başka bir şeydir, yeme, içme ve uyuma ise başka bir şeydir.

Ey Aziz! Her kim insanın mücerret bedenden ibâret oldu­ğuna, kabre girip çürüyeceğine inanır, rûha araz deyip arazdan başka bir şey olmadığını kabul etmez, bâzı kelamcılar gibi onu mâdûmattan sayar ve Allah’ın bunları kıyâmet günü yeniden yaratacağına inanırsa bu itikat küfür ile eştir. Eğer insan ölümle yok olsaydı, Hz. Peygamber ölüm anında neden “Bilakis en yüce refiki, en safı hayatı ve en üstün kemâli isterim.” dedi? Yine O, “Kabir cennet bahçelerinden bir bahçe, cehennem çukurlarından bir çukurdur.” buyurmuştur. Benzer şekilde kızma neden “Bana en çabuk ulaşacak semin.” dedi de onu güldürdü? Bilâl-i Habeşî ölüm anında niçin Yarın sevdiklerime, Hz. Muhammed ve arkadaşlarına katılıyorum, dedi? Bütün mânâların tamâmını Allah’tan dinle:’’Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın! Aksine onlar hep hayattadırlar.”(Al-i İmran,169) Hz. Muhammed’in bu anlamda “Mü’min her iki dünyada da hayattadır.” ve ‘‘Allah’ın velîleri ölmezler, ancak bir diyardan başka bir diyara göçerler.” gibi başka ifadeleri de vardır.

Bütün bu beyanlar, beden ölse bile rûhun canlı ve bakî kala­cağını göstermektedir. Bedeni kabre indirseler de rûhu “mak’ad-ı sıdk”a ulaştırırlar. Bu konuda avâmın îtikâdından kabul edile­bilecek bir husus varsa o da bedenin rûha musahhar ve itâatkâr olduğu, rûhun bedene hükmettiğidir. Fakat bâzen izafet ve nispet rûha yapılır.

Meselâ “Doğrusu insan çok zâlim,çok nankördür!”(İbrahim,34) ifadesinde zâlimlik ve nankörlük bedene değil rûha izâfe edilmiştir. Ancak Hz. Muhammed hakkındaki “De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim.”(Kehf,110) buyruğunda bedene işâret vardır. Yine “Ben size, Allah’ın hazîneleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum.”(En-am,50) âyetinde bedene işâret edilmiştir.

Fakat “Ben Ademoğlunun efendisiyim.” ve “Sizin gibi birisi değilim” hadislerinde muhâtap candır. Hz. Muhammed’in “Allah beni aziz kıldığı için toprağın altında üç geceden fazla bırakmaz.” hadîsi yine onun toprağa girmeyecek tertemiz rûhuna işâret eder. Ancak onun “Ben câhiliyyede kuru et yiyen bir kadının oğluyum.” hadîsi onun mübarek bedenine işâret eder. “Âdem su ile toprak arasındayken ben peygamberdim.” hadîsi de rûha dâirdir.

Bedenin bütün bu mânâdan uzak olduğu gizli değildir, ancak ona mecâzen can denebilir ki zâten beden tamâmıyla canın hükmü altındadır. Bağış, lütuf, ceza, korku bütün bunların hepsi onun içindir. Hz. Peygamberden dinle ki o “İnsanlar niyetlerine göre haşredilirler.” buyurmaktadır. Başka bir yerde ise “Ve kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman.”(Adiyat,10) buyurulmuştur. Benzer şekilde ‘’Gizlenenlerin ortaya döküldüğü gün”(Tarık,10) gelmiştir. Atı üzerinde bir binici geldiğinde, buna mecazen at geliyor veya adam geliyor denebilir. Fakat süvari geliyor denildiğinde artık bu mecaz değil hakikattir. Hz. Muhammed’den dinle, şöyle buyurmaktadır:“Vücutta öyle bir et parçası vardır ki, sağlıklı olursa bütün vücut sağlıklı olur. O bozulursa bütün vücut bozulur.”

Eğer tam olarak öğrenmek istiyorsan iyi dinle. Bil ki Allah’ın nazarı ve muhabbeti bedene asla inmez, aksine kalbe ve rûha iner. “Allah sizin sûretlerinize ve amellerinize bakmaz, ancak kalplerinize bakar.” Kalp bir zaman, Allah’ın yerine, dünyada bulunduğu zaman zarfında ölüm anma kadar mecazî bir nazarla bedene bakar. Ölüm vakti geldiğinde eğer beden kalbin gözetimi altındaysa ölmez. “Muhakkak ona hoş bir hayat yaşatacağız. Fakat beden kalbin gözetiminde değilse küllî bir ölüm meydâna gelir. “Hayat bulmaz ölülerdir onlar.”(Nahl,21) bu anlamdadır.

Aynülkudat Hemedani – Temhidat (Dergah yay)





Devamını Oku »

Hakîm et-Tirmîzî'de Öğrenme ve Algılama


Hakîm et-Tirmîzî'nin Psikoloji Anlayışında Öğrenme ve Algılama*

Abdüllâtif Abdurrezzâk
Çev. Salih ÇİFT**


ÖZET


İslamî psikolojide olduğu kadar Batı psikoljisinde de öğrenme ve algılama

iki önemli konu olarak görülmektedir. Algılama ve öğrenme vasıtasıyla

bilgiye ulaşılır.Öğrenme yalnızca bilgi edinme, duygusal alışkanlıklar,

sosyal etkileşim ve kişisel gelişmeyi değil, aynı zamanda yeni beceriler

hususundaki mahareti de kapsar. Kısaca doğumdan ölüme, hayatımızın her

yönünü kuşatmaktadır. Bu makale, III/IX. yüzyılda yaşamış olan, ünlü

müslüman âlim Hakîm et-Tirmizî tarafından ele alınmış olan bu konuyu

müzakere edecektir.



* Bu makale, al- Shajarah, Journal of the International Institute of Islamic Thought and Civilization (ISTAC), 2000, v.5, nu.2, adlı derginin 285-304. sayfaları arasında yayımlanmıştır.

** Araş.Gör. Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Bölümü Tasavvuf Anabilim Dalı.

Giriş

Öğrenme, insanoğlunun zeka potansiyelini geliştirmede en önemli araçtır. Öğrenme sayesinde insan, bilmediğine muttali olabilir ve cehaletten uzaklaşıp bilgiye yaklaşabilir. Bu konu İslam’da da çok önemli bir yer işgal etmektedir. Hz. Peygamber’e gelen ilk vahiy öğrenme ile ilgilidir.(1)

İslâmî psikolojide olduğu kadar Batı psikolojisinde de öğrenme ve algılama iki önemli konu olarak görülmektedir. Algılama ve öğrenme vasıtasıyla bilgiye ulaşılır. Bu makale, III/IX. yüzyılda yaşamış olan, ünlü müslüman alim Hakîm et-Tirmîzî tarafından irdelenen bu iki konuyu müzakere edecektir.(2)

Robert S. Feldman, Understanding Psychology adlı eserinde öğrenmeyi “tecrübe yoluyla davranışta meydana gelen nisbeten kalıcı değişiklik” şeklinde tanımlamaktadır.(3)



Bu tanım, olgunlaşma veya organizmanın geçici bir halinden dolayı meydana gelen herhangi bir değişikliğin, öğrenmenin kapsamı dışında kaldığını ima etmektedir. Öğrenme, bir organizmanın ölçülebilir bütün tepkilerini kuşatan genel bir terim olan “davranış”la ilgili olduğu için bütün yönleriyle ele alınamayacak derecede geniş bir konudur. Öğrenme, yalnızca bilgi edinme, duygusal alışkanlıklar, sosyal etkileşim ve kişisel gelişmeyi değil, aynı zamanda yeni beceriler hususundaki mahareti de kapsar. Kısaca, doğumdan ölüme, hayatımızın her yönünü kuşatmaktadır.Bununla birlikte, bu çalışmada bizim amacımız, öğrenmenin bütün yönlerini irdelemek değil, bilgi edinme sürecini Tirmizî’nin yorumladığı şekliyle ele almaktır.

Öğrenme, Bilgi ve Elde edilişi

Tirmizî’ye göre, iki türlü bilgi mevcuttur:

1- Kişinin kendi gayreti olmadan sahip olunan bilgi (el-ilmu’l-vehbî),

2- Belli bir çaba neticesinde elde edilen bilgi (el- ilmu’l-iktisâbî).(4)

Bu bilgilerden birincisi Allah (Azze ve Celle) tarafından ilham edilirken, ikincisi normal bilme vasıtaları ile elde edilir. Bilginin bu şekilde sınıflandırılması Hz. Peygamber’in şu hadisinden hareketledir:

“İlim iki çeşittir. Birincisi, dilin ilmi ki Allah (Azze ve Celle)’ın mahlukatına bir hüccetidir. İkincisi, kalbin ilmidir ki faydalı olan budur.” (5)

Tirmizî’nin yazdıklarından anlaşıldığına göre, o, hadiste geçen “dilin ilmi” ifadesinden kesbî bilginin, “kalbin ilmi” sözünden de vehbî bilginin kastedildiğine inanmaktadır. Tirmizî,neredeyse bütün eserlerinde, ilm-i bâtın ve ilm-i zâhir tabirlerini diğer bütün terimlere tercih etmiştir.

O, bâtın ilmini, hem “faydalı ilim” ve hem de “hakikat ilmi” olarak nitelerken, zâhir ilmini “dünya ilmi” şeklinde tanımlamıştır. Bunlardan ikincisi, birincisi olmadan hiçbir değer ifade etmez. (6)

Bu iki tür bilginin birbirlerine bağımlılığı ve kişinin bunların her ikisine birden olan ihtiyacı hususunda Tirmizî şöyle demektedir:

“Bu iki çeşit bilgiden hiçbiri, diğeri olmaksızın var olamaz. Zira zâhiri bilgi şeriatin tezahürü, bâtınî bilgi ise hakikatin direğidir. Bundan dolayı, kemale ermek için, kalb ve rûh bunların her ikisine birden ihtiyaç duyarlar. Dinin zâhiri görüntüsünün mükemmelliği şeriat bilgisine bağlıyken, derûnî muhtevasının kemali hakikat bilgisine dayanmaktadır. İyi alim olmak isteyen ilim erbabının, bu iki çeşit bilginin her ikisine birden sahip olmaları gerekir. Eğer bunların bir tanesinden mahrum kalırsa, ona noksan gözüyle bakılır. Her kim zâhiri bilgiye göre amel eder ve bâtınî bilgiyi inkar ederse o münafıktır. Her kim de şeriati tasdik amacıyla zâhiri bilgiyi öğrenmez ve onu inkar ederek yalnızca bâtınî bilgiye göre amel ederse o da zındıktır. Bu kişinin sahip olduğu, hakikatte ilim değil ancak şeytanın vesvesesidir.” (7)

Böyle bir sınıflandırma, bu iki tür bilginin nasıl elde edileceği konusunda ilginç bir müzakereye yol açmaktadır. Bu da bizi, insanın öğrenme melekelerinin ve bu sürecin Tirmizî tarafından nasıl tasavvur edildiğini irdelemeye sevk etmektedir.

İnsanın öğrenme melekelerine gelince; bu noktada Tirmizî’nin Kalb kavramını ve onun derûnî boyutları olan nefs ve aklı müzakere etmemiz (ele almamız) gerekmektedir. Kalb insanın hakikatidir. Kalb iyi olduğunda insan da iyidir. Bunun zıddı da doğrudur. Kalb, verdiği her emre itaat edilen bir kral olarak tasavvur edilir. O, insanda bilgi tahtıdır. Tirmizî, Kalb terimini iki anlamlı olarak tasavvur etmektedir. Birincisi, bütün bâtınî makamları kapsayan geniş anlamdaki Kalb, diğeri ise, dört derûnî makamdan biri olan kalb.

Bu ikisi arasındaki farkı belirtmek üzere, birincisinin baş harfi “K” ile, ikincisi ise “k” ile gösterilecektir. Tirmizî’ye göre, Kalb’in dört boyutu vardır: Sadr, kalb, fuad ve lübb.

Bu boyutlar öyle bir sisteme göre düzenlenmişlerdir ki, en dışta sadr bulunûr, onu kalb takip eder, daha sonra fuad ve en içte ise lübb yer alır. Tirmizî, lübbün içerisinde de daha başka makamlar olduğunu, ancak bunların kelimelerle ifade edilemeyecek derecede latif olduklarını belirtmektedir.(8)

Bu manevi varlıklarla ilgili açıklamasında, son derece soyut olan psiko-spiritüel kavramları basite indirgemek amacıyla somut örnekler vermeye yönelir.

Örneğin, Kalb’le insan gözü arasında karşılaştırmaya Göz, göz kenarları arasında yer alan her şeyi, yani, gözün siyah ve beyazını, gözbebeğini, camsı sıvıyı ve gözbebeğindeki ışığın tümünü birden kapsar. (9)

Bu bölümlerin kendi özel tabiatları ve önemli alanları vardır ve her biri diğerinden farklıdır.Bununla birlikte, bunların faaliyet ve fonksiyonları birbirlerine bağlı ve yardımcı durumundadırlar.(10)

Tirmizi, görüşlerini açıklarken birçok örnek verir. Mesela, Kalbi bir eve benzetir. Burada, ev terimi, geniş kapsamlı ve içindeki odalarla birlikte bahçesini de ifade edecek biçimde kullanılmaktadır. Tıpkı, Mekke’nin etrafındaki kutsal alanı, şehrin kendisini, mescidi ve Kabe’nin tümünü birden içeren “Harem-i şerif” tabirinde olduğu gibi. Ya da, fitil, yağ, ışık vs.tümünü ifade eden kandil kelimesi gibi. Zikredilen örneklerde, bütünü meydana getiren her parça, kendine has özelliklerinin yanında, aynı zamanda diğer parçalara da bağımlıdır. Tirmizî’nin, bu örnekleri vermesinin en azından iki sebebi vardır: Birincisi, insan zihin gücünün ötesinde olan şeyi algılayamaz.

Bu nedenle o, tasavvur edilmesi mümkün olmayan anlama sürecinde, insan için düşünülebilir ve tanıdık olan nesnelerin aracılığına ihtiyaç duyar. İkincisi, verilen örnekler, söylenen sözü açıklama görevi görürler. Misaller vasıtasıyla izah yöntemi, öğrenme sürecinde çok önemlidir ve İslam eğitim geleneğinde birçok hoca bu yöntemi kullanmışlardır.Tirmizî’ye göre, bilgi, ya dışarıdan girme yoluyla, ya da bizzat kalbden kaynaklanmak suretiyle, iki yolla sadra ulaşır. (11)

Tirmizî, bunlardan birincisinin, dinleme, çalışma, ezberleme, gayret ve azimle gerçekleşen öğrenme sayesinde elde edilen bilgi olduğunu ifade eder. Bu, dil ilmi (ifade edici bilgi, el- ilmu’l- ibâre) diye isimlendirilir. Çünkü bu ilim dille ifade edilir. Bu bilginin muhafaza edildiği yer “sadr”dır. Bu bilgi, uzun süreli tekrarlar, yoğunlaşma ve gayret olmaksızın tam olarak elde edilemez.
Unutulması ihtimali olan bir bilgidir. Çünkü, nefs sayesinde kazanılmış ve muhafaza edilmiştir.

Nefs ise, doğası gereği unutkandır.(12)

Tirmizî, ayrıca bilgiyi, sadr üzerinde belli etkileri olan bir nûr (ışık) olarak da tasavvur eder. Bir kimse, araştırma ve kullanma amacıyla bilgiyi arzuladığında, bilgi nûru onun sadrında, kişinin arzusu oranında artar. Bu nûr kişiyi aydınlatır, bilinmeyen şeylerin tanınmasına ve bilinenden hareketle bilinmeyeni çıkarsamaya yardım eder. Bu nûr, bilgi artık kullanılmadığında azalmaya başlar. Tirmizî, bu tür zahirî bilginin ardına düşme noktasında bizi cesaretlendirmektedir.

Ancak o, kalbin bâtınî bilgisiyle takviye edilmediği sürece bu bilginin kusurları hususunda da uyarıda bulunûr. Bu noktada gayet net bir şekilde şunları söylemektedir: “Nefsin getirdiği ve sadrın öğrendiği her bilgi, nefsin kibir ve gururunun artmasına ve hakikati inkarına sebep olur.

Böylece, nefsin bilgisi arttıkça, kardeşlerine karşı kıskançlığı, şeytanın peşinden gidişi ve azgınlığı da artar. Şunu bil ki sahip olunan bilgi ne kadar az ise bunun karşılığı da o derece az olur ve bu bilginin sahibi nihayetinde Allah (Azze ve Celle)’a itaati reddeder. Bilgi, yalnızca, fıkhı uygulamak, terbiyeyi gerçekleştirmek, rûhu cehaletten koruyup geliştirmek ve ayrıca dinin ortaya koyduğu hadleri bilmek ve dinin zâhirî yönünü doğru uygulamak için öğrenilir.

Bu bilgi, hakikaten değerli olan, yani Allah (Azze ve Celle) ’ın insanın kalbine ilham ettiği bilgi olduğu taktirde değeri artar.”(13)

Kesbî olan bilginin aksine, kulun kalbinden neşet eden bilgi, gerçekte Allah (Azze ve Celle) ın bir ihsanıdır. Allah (Azze ve Celle) onu kulları arasında dilediğine bahşeder.Bu bilgi, sahibini Allah (Azze ve Celle)’a daha da yakınlaştırır. Tirmizî’ye göre, hikmet latifeleri ve ihsan şahidleri olmaları açısından bu tür bilgiler, sadra doğru ilerleyebilir, fakat burada sağlam bir şekilde yerleşemezler. Çünkü sadr, gereksiz düşüncelerin, arzuların ve diğer olumsuz dürtülerin giriş yeridir.(14)

Tirmizî, kalbin derûnî boyutlarını mütalaa ederken, açık bir şekilde belli bilgileri belli mevkilere tahsis eder. Ona göre, Allah (Azze ve Celle)’dan gelen ledünnî bilgi, kalbde (yani, sadr’dan sonra olan ikinci alanda), marifet ve rüyet fuadda, Allah (Azze ve Celle)’ın ihsan ve lütufları ise en içteki lübb’de muhafaza edilir. Bu bilgi her ne kadar Allah (Azze ve Celle) tarafından ilham ediliyor ise de buna talip olanın belli bir gayreti göstermesi gerekir.

Böyle değerli bir bilgiye nail olabilmek için, zâhiri bilgiyi edinmedeki olağan yöntemlerde olduğu gibi öğrenme ameliyesi ve tecrübe gerekmez. Bilakis, bilginin mekanı olan kalbin temizlenip arındırılması gerekir. Tirmizî, ilhamî bilginin nasıl elde edileceğine dair yararlı tavsiyelerde bulunûr. Bu hususla ilgili şöyle demektedir: “Bu bilgi, tedricî olarak ve Allah (Azze ve Celle)’a karşı ihlaslı olmakla elde edilir.
İhlaslı olmak da, O’nun isteğine uygun bir hayat ve hiçbir değeri olmadığına inanılan, insanın kendi arzularını kesinlikle dikkate almaması ve onları zaptetmesi ile olur. Bu kabil vasıtalarsayesinde insan Allah (Azze ve Celle)’ın nûruyla ödüllendirilir. Bu nûr sayesinde insan, kendisinin sırlarına ve mahlukatın gizemlerine vakıf olur.Bütün bunlar hakkındaki bilinç, bir his olarak kalbte ortaya çıkar.”(15)

Kalbi temizleyip arıtmak için nefsin dürtülerini dikkate almama ve onları tamamen kontrol altına alma sayesinde Allah (Azze ve Celle) kalbi, saflığı ve hazırlığı oranında lütuflandırır. Tirmizî’ye göre, bu durum, Kalb denizinin sonsuz derinliği ve odenize akan nehirlerin sayılamayacak kadar çok olmalarından dolayıdır. Bu bilgi için çabalayanlar, denizlerdeki inci avcılarına ve nehirlerdeki balıkçılara benzerler. Onların her biri, kendisi için belirlenmiş olan miktarı ancak
bulup getirebilirler. (16)

Kalbden farklı, fakat öğrenmede en az onun kadar önemli olan bir başka meleke ise akıldır. İslam, aklı ve onun başlıca fonksiyonu olan akletmeyi, hayvandan ayırdedilmesini sağlayan başlıca özellik olduğu için, insanın sahip olduğu en değerli şey olarak kabul eder.

Tirmizî’ye göre, aklın iki vechesi vardır. Bunlardan biri genel, diğeri ise özeldir. Genel olan aklın üç gelişim aşaması vardır. Birincis, fıtrî akıldır ki, akıllı olduğu kabul edilen herkese verilen akıl budur.

İkincisi, hüccet aklıdır(el-aklu’l-hucce/ intellect of evidence) ki, delil ve ispatla ilgilidir.

Üçüncüsü tecrübî akıldır. Bu da tecrübeyle ilgilidir. Tirmizî, insanın herhangi bir şeyden elde edeceği faydanın, sahip olduğu aklın derecisine bağlı olduğuna inanır. Örneğin, tecrübî akla sahip olan, hüccet aklına sahip olana göre daha bilgilidir.Herhangi bir kimse bu aklî melekelerini öğrenme ve deneyim yoluyla tedricî olarak geliştirebilir. Bununla birlikte, aklın bu vechelerini aşan bir insana, Allah (Azze ve Celle)’ın marifeti bahşedilmeyebilir.(17)

Tirmizî’ye göre, sahibinin Allah (Azze ve Celle)’ı bilmesini sağlayan akıl, dengeli akıldır (el- aklu’l- mevzûn). Bu Allah (Azze ve Celle)’ın bir ihsanıdır ve bunun sayesinde kişi Allah (Azze ve Celle)’ı bilebilme durumuna gelmiştir. Müminler arasında, Allah (Azze ve Celle)’ın marifetinin kendilerine bahşedildiği bir grubun özel olarak sahip oldukları bir şeydir bu. Allah (Azze ve Celle) hakkındaki bilgiye sahip olmak isteyen bir kişinin öncelikle, genel akletme melekesine sahip olması gerekir. Bu özellik olmadan, kişiye ilahî bilgi bahşedilmez. Bir bebeğe, bir deliye veya iyiyle kötüyü, faydalıyla zararlıyı birbirinden ayırdedemeyen, ya da kendi yakınlarıyla başkaları arasındaki farkı bilmeyen kişilere bu tür bir bilgi verilmez. Çünkü, dengeli akıl öncelikle realite ile ilişki kurabilen bir kişiye ihtiyaç duyar.

Tirmizî, aklı ikiye ayırması noktasında bize şunu işaret etmek istemektedir ki, her akıl sahibi Allah (Azze ve Celle)’ı bilir demek değildir, fakat Allah (Azze ve Celle)’ı bilen her kişi akıl sahibidir. Böyle olduğu için, dengeli akla sahip olmak isteyen kişinin, öncelikle genel akletme yeteneğine sahip olması gerekir.
Bununla birlikte, bu genel yeteneğe sahip olan kişiye özel bir meleke bahşedilmesi de gerekmez.(18)

Aklın bu şekilde ikiye ayrılması, iki tip öğrenmeyi de beraberinde getirmektedir. Bunlar bâtınî ve zâhirî öğrenmedir. Bunlardan birincisi kalbin öğrenmesiyken, ikincisi duyusal tecrübe yoluyla bilgi ve deneyim kazanma şeklinde anlaşılmaktadır. Bu iki çeşit öğrenmenin her biri diğerinden tamamen farklıdır. Tirmizî, zâhirî bilginin, kişiye hadiselerden sonuç çıkarmak ve mevcut bilgiden hareketle bilinmeyeni anlama hususunda yardım ettiğini belirtir.

Bâtınî bilgi ise, yalnızca bir beceri ortaya koymakla kalmaz. Bunun yanında eşyanın hakikatine uygun çıkarımlar yapmak noktasında kesinlik de ifade eder. (19)

Algılama

Algılama, “etrafımızda olup bitenleri bilme sürecimizi ifade eden genel bir terimdir” şeklinde tanımlanır. O, duyu organlarıyla yakından ilişkilendirilen belli bir süreçtir. Çok katmanlı ve etkileşimli bir sistem içerisinde gerçekleşir.(20) Örneğin, görmeyle ilgili olarak, harici bir objeden gelen ışık yansır ve gözümüzün içinden geçer. Burada o, optik sinirlerdeki dürtüyü tahrik için, retina hücrelerini harekete geçirir. Optik sinirler bu etkileri görsel verileri işlemden geçiren ve belli aktivite çeşitlerini harekete geçirdikleri yer olan beyin kabuğu bölgesine taşırlar. Bunun sonucunda, dış alemi temsil eden belli renklerdeki imgeler öznenin bilincinde ortaya çıkar.

Dikkate değer benzer bir işlem, işitme, koklama, tatma ve dokunma gibi
diğer duyusal alanlarda meydana gelir.(21)

Tirmizî’nin algılama ile ilgili görüşlerine geçmeden önce, Gazâli’nin,insanın algılama eylemi ile ilgili düşünceleri üzerinde durmak gerekir. Gazâli’ye göre, algılamada başlıca iki duyu söz konusudur: Dâhili ve hârici duyular. Birincisi, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunmayı içerir ve dış dünyadaki haricî nesnelerin formlarını algılamaya yarar. Bu formlar daha sonra yine beş tane olan iç duyulara geçerler. Bunlar, Gazâli’nin doğru bir şekilde beynin katmanları içerisine yerleştirdiği ve bizim bugün beyin kabuğu dediğimiz yerde bulunurlar. Bu dahilî duyuların birincisi hayaldir.

Gazâli’nin bununla ilgili verdiği örnek şöyledir:

Bir insan bir objeyi gördükten sonra gözlerini kapatırsa, bu nesnenin resmini hayal gücü veya muhayyilesi sayesinde zihnine veya ruhuna taşır. Zâhiri nesnenin bu iç alemdeki resmi, kişinin zihninde muhafaza edilebilir. Bu muhafaza işlemi, Gazâli’nin “hafıza” adını verdiği meleke tarafından gerçekleştirilir. Kişi, bir çok farklı algıları hafızasında topladığında, o doğal olarak, kavramları ve genel ilkeleri düşünme ve formüle etme yeteneğini kullanabilir. Gazâli buna düşünme ve tefekkür adını vermektedir.

Düşüncenin idrakle ilgili bu süreciyle ilgili olarak, Gazâli, kişinin farklı hayal ve tecrübelerini hafızasından hatırladığını ve onları açık genellemeler yapmak üzere bir araya getirdiğini söyler. Bu, kişinin unuttuğu şeyleri hatırlamasına yardım eder ve böylece, benzer içerikli bütün hayalleri bir araya getirip, onları sağduyu ile (el- hissü’l- müşterek) diğerlerinden soyutlar.

Gazâli’nin sağduyu ile ilgili görüşü, bizim bu terimi gündelik kullanımımızdan farklıdır. Ona göre, ortak kullanıma sahip, hayal edilen ve algılanan farklı duyu algıları, aralarındaki bu ortaklık ve benzerliğin hissedilmesi sayesinde bir araya gelirler. Böylece, Gazâli’ye göre, iç aleme ait beş duyu söz konusudur: Sağduyu (akl-ı selim, el-hissü’l- müşterek) hayal, tefkir ve tefekkür, hatırlama (tezekkür) ve hafıza. Bu, onun İhyâu ulûmi’d-din isimli eserinden sadeleştirilmiş bir özettir.22

Burada şu hususu vurgulamak gerekir ki, Gazâli bu değerli bilgiye deneysel psikoloji araştırmaları neticesinde ulaşmış değildir.

O, bu bilgiyi tefekkür ve ilham neticesinde elde etmiştir.(23) Bilindiği gibi, ilham Tirmizî’nin algılama teorisinin köşe taşı durumundadır. Aynı şekilde, Gazâli de yalnızca duyu algılarına ve akletmeye dayanmanın,hakikate ulaşma noktasında yeterli olmayacağını ifade etmektedir. İlham ve keşf vasıtasıyla elde edilen bu tür bilgiye sahip olmak için olağanüstü bir araç söz konusudur. Ona göre, bu iki vasıtayla elde edilen, en güvenilir ve kesin olan bilgi türüdür. Bu, eşyanın hakikatinin bilgisidir. İnsanlar bunun sayesinde nesneleri hakikatte oldukları şekilde görebilirler.(24)

Bütün bunların yanında, o, duyuların ve aklın belli bilgi çeşitlerine sahip olma noktasındaki yetkinliklerini de tamamen inkar etmez. Hem duyular ve hem de akıl, kendilerine verilmiş olan güç oranında belli şeyleri algılama yeteneğine sahiptir. Örneğin ağaçlar, gün ışığında yeşil renkteyken gece siyah olur. Bunun sebebi, ışığın azalmasından dolayı, görme duyusunun sınırlanmasıdır (gücünün azalmasıdır).

Buna ilaveten, Gazâli, bir şeyin aynı anda, hem var olup ve hem de yok olamayacağı, on sayısının üç ve birden büyük olduğu gibi, temel hakikatler grubuna dahil olan akli verilerin (el- evveliyyât) rolü hususunda şüphe duymaz.(25) Diğer taraftan, akıl, örneğin Peygamber’in miracını ve gayba ait birçok şeyi tasavvur edemez. Çünkü, daha önce de belirtildiği gibi, bu tür fenomenler, onun kapasitesini
aşmaktadır. Gazâli şöyle devam eder:

“Görmüyor musun? Uykuda birtakım şeylerin varlığına inanıyorsun, birtakım hayalleri tahayyül ediyorsun, onlarda sebat ve istikrar bulunduğunu kabul ediyorsun. O durumda onlar hakkında hiçbir şüpheye düşmüyorsun. Sonra uyanıyorsun, görüyorsun ki bütün tahayyül ettiğin, inandığın şeylerin aslı yok. O halde uyanık iken hissin, yahut aklın delaletiyle edindiğin itikadın hak olduğuna nasıl emin olabilirsin? Vakıa, o itikad, içinde bulunduğun hale nazaran haktır. Lakin mümkündür ki sana diğer bir hal arız ola ki, onun uyanıklığına nisbeti senin uyanıklığının uykuya nisbeti gibi olsun. uyanıklığın o hale izafetle uyku sayılsın. O hal sana arız olduğu zaman aklınla tevehhüm ettiğin her şeyin hayal olduğunu, asılsız bulunduğunu kesin olarak anlarsın.”(26)

Gazâli’nin, insanın fiziksel duyuları ve idrakle ilgili derûnî algılarına dair ayrıntılı açıklamalarıyla karşılaştırıldığında, Tirmizî’nin,kendisini Kalb ve Kalbin dahilî boyutlarıyla sınırlandırdığını görmek ilginçtir. Tirmizî’nin ulaşabildiğimiz bütün eserlerinde içsel duyularla ilgili bu tarz ayrıntılı değerlendirmelere rastlamadık. Bu hususta, aklı sınırlandırmaya dair Gazâli ve Tirmizî’nin görüşlerinde çok fazla benzerlik mevcuttur.

Tirmizî’nin akıl telakkisiyle ilgili değerlendirmelerimiz esnasında bu
sınırlandırmayı açıklamıştık. O, müminler içerisinde, kendisine marifetullah bahşedilmiş olanların aklıyla, geri kalanların sahip oldukları akıl arasında ayırım yapar. Ona göre, öncekilere, onun psiko- spiritüel sisteminde Kalb’in en içteki bölümü ve lübbün muadili olan dengeli akıl (el- aklu’l- mevzûn) bahşedilmiştir. Kalb’in en içteki bölümünden (lübb) dışa doğru, Allah’dan gelen veya rüya kaynaklı olan derûnî bilgilerin saklandığı kalb ve fuâd yer alır.

Kalb ve fuâd, her ikisi birlikte, kişinin bir şeyin hakikatini ve o şeyin bizzat kendisini olduğu gibi görebilmesini sağlayan marifet ve rüyanın merkezindedir.27
İnsan kalb ve fuâdla, çok yüce bir makama ulaşabilirse de, bunlardan da yüksek bir bölüm vardır ki bunun sayesinde daha üstün bir lütuf elde edilebilir. Bu, kendisine sahip olanlara “ulü’l- elbâb” adı verilen lübb’dür.

Bu yüce makama nail olan kişiye Allah, onun gözlerinden gizlenen şeyleri görebilmesini sağlamak suretiyle yardım eder. Eşyanın hakikati (anlamı) kendisine ifşa edilir. Allah şöyle buyuruyor: “And olsun ki sen bundan gafildin. Şimdi gözünden perdeyi kaldırdık. Bugün bakışın pek keskindir”(Kaf, 50/22).

Başkalarının gözünde böyle biri yaşayan bir insandır, fakat kişinin kendisi çoktan öldüğünü ve Rabbi’nin yanında olduğunu düşünür ve bunun neticesinde de perde ondan kaldırılmış olur. O artık Herşeyi Gören’in gözüyle görmekte ve Herşeyi Duyan’ın kulağıyla işitmektedir. Bu görüşün doğruluğunu teyid amacıyla Tirmizî şu hadisi nakletmektedir:

“Kulum farz ibadetlerle yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Nafilelerle de bana yaklaşır, ta ki ben onu severim. Ben onu sevdiğimde onun gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli, yürüyen ayağı ve kalbi olurum. Bu organlardan hiçbiri benim rehberliğim olmadan herhangi bir şey yapamazlar.”(28)

Bu ruh halini yaşayan kişinin eşyayı nasıl algıladığını ve ne şekilde tecrübe ettiğini tasavvur edebilir miyiz? Bu tür imtiyazların verilmediği diğer insanlarla karşılaştırıldığında onun durumu nedir? Tirmizî bu durumu
şöyle izah etmektedir:

“Onun rehberlik (guidance) denizinden içmesine müsaade edilmiş ve o, şeytanın iğvalarından korunmuştur. O,kendisinde ölmüş, fakat Rabbi’nde hayat bulmuştur. Onun gafleti kendisine ifşa edilmiş, diriliş zamanı gelmiş ve Rabbi’nde yaşamaya başlamıştır. Çünkü Allah, hıfzıyla onu kuşatmış, koruması altına almış, kalbine güç ve hayat vermiştir. Böylece o, daha önce hiç kimsenin görmediği hakikat ışığı ile görmüştür. Bu, Hz. Peygamber’in şu sözüyle kastettiği şeydir: "Kişi öldüğünde onun dirilişi başlamış demektir.”(29)

Bir kimse kalkıp, bu manevi makamın herhangi bir insanın nail olabileceği makamlardan olmadığını iddia edebilir. Bununla birlikte, samimi ve istekli ise ve riyazet egzersizleriyle manevi arzularını gerçekleştirmeye hazırsa, herhangi bir müslüman bu mertebeye ulaşabilir. Kişi öğrenme ve tedris yoluyla en yüce makama ulaşamaz. Ancak, hayvanî nefsini dizginlemek ve Rabbi uğrunda gayret etmekle bu makam elde edilebilir. O, Rabbi’nin iradesi ile, en sağlam, güvenilir ve bütün ihsanların kaynağı olan bilgiye ulaşır. Tirmizî, bu durumu şu cümle ile güzel bir şekilde ifade etmektedir: “Bütün iyiliklerin kendisinden kaynaklandığı ve yine bütün iyiliklerin kendisine döndüğü bir deniz.”(30) Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
“Bizim uğrumuzda cihad edenlere Biz yollarımızı gösteririz” (Ankebut 29/
69).

Gazâli, İhyâ’sında, bu bakış açısını güçlü bir şekilde desteklemektedir.O: “Eğer Allah, kullarının bu yüce ‘ulü’l- elbâb’ makamına ulaşmak için gayret etmelerini emrediyorsa, şu halde O, kullarını bu makama ulaşabilecekleri manevî araçlarla donatmış olmalıdır” diye iddia etmiştir.

Kendi ifadesiyle:

“Bütün insanlar kendi tabiatları, ya da “fıtrat”ları sayesinde hakikati (Allah hakkında marifeti) elde edebilirler.” İnsanı diğer mahlukattan ayıran ilahi düzenden dolayı bu böyledir. Gazâli bunun Kur’ân’ın şu ayetine dayandığını belirtmektedir: “Doğrusu biz, sorumluluğu göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir” (Ahzâb 33/ 72). Bu ayet, Allah’ın emanetini taşıyabilme özel kabiliyetinden dolayı insanın ayrı tutulduğunu beyan etmektedir. Bu emanet her bir insanın kalbine yerleştirilmiştir.(31)

Duyuötesi Algı (Altıncı His)

Tirmizî’nin yazılarında, insana gaybı ve eşyanın hakikatini görebilme yeteneğinin verilmiş olduğuna dair bazı vakalar nakledilmektedir. Başkaları tarafından görülemeyen şeyleri görebilsinler diye Allah onlara güç ihsan etmiş ve kalblerini aydınlatmıştır. Tirmizî’ye göre bu durum, kalbi maddi fikirlerin zulmetinden uygun bir şekilde temizlenip arındırılmış ve behîmî arzuları kontrol altına alınmış olan kişiler için söz konusudur.(32)

Tirmizî’nin öne sürdüğü görüş, yeni veya İslamî öğretiye göre bid’at kabul dilebilecek bir şey değildir. Bir insanda bu tür bir yeteneğin bulunma olasılığı, Hz. Peygamber’in: “Müminin firasetinden sakının, çünkü o Allah’ın nuru ile bakmaktadır”33 hadisinde bahis konusu edilmiştir.

Tirmizî’ye göre, bu firasetinden dolayıdır ki Hz. Ömer hutbede iken İslam ordusunun komutanı Sâriye’ye: “Ey Sâriye, dağa!” şeklinde hitap etmiştir. Bunun üzerine, hutbeyi dinlemek üzere camide toplanmış bulunan halk son derece şaşırmışlardı. Sariye seferden döndüğünde, Hz. Ömer’in dağa doğru gitmesini buyuran sözünü duyduğunu belirtmişti. O da söyleneni yapmış ve  İslam ordusu düşman karşısında zafere ulaşmıştı.

Konuyla alakalı bir başka örnek, Hz. Ebû Bekir’in, ölüm döşeğinde iken kızı Âişe’ye söyledikleriyle ilgilidir. O, Âişe’ye mirasın, erkek kardeşi ile iki kız kardeşi arasında pay edilmesini söylemişti. Ne var ki, o esnada Âişe’nin yalnız bir kız kardeşi vardı. Diğeri ise henüz doğmamıştı. Ebû Bekir doğacak çocuğun kız olduğunu önceden görebilmişti. Zamanı gelince de bunun doğru olduğu ortaya çıkmıştı.(34)

Modern Batılı psikologlar, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir’in bu paranormal tecrübelerini, parapsikolojik fenomenler olarak ele alıp incelemelidirler. Bu manevi tecrübelerle, modern parapsikologların telepati, gaibden haber verme ve sezgi (modern psikologların duyuötesi algı dedikleri şey) gibi alanlardaki keşifleri arasında yüzeysel bir benzerlik varsa da, bu tür psişik fenomenler seküler bir sisteme göre tasavvur edilemez. Tirmizî, bir çok eserinde, Allah’a samimi bir şekilde ibadetle ve zikirle kalbini arındıran müminin; normalde gizli olan şeylerin, geçici veya daimi engellere rağmen normal üstü bir şekilde algılanması demek olan, keşfe ulaşabileceğini ifade etmektedir.

Altıncı his üzerine yapılan modern araştırma, Tanrı’nın ruhundan bir nefes (lik pay alan) bir mahluk olarak insana verilen sınırlı ruhsal güçlerin ancak bir kısmına yaklaşmakta, fakat bu yönün mahiyeti hakkında hiçbir şey bilmemektedir. Ebû Bekir ve Ömer’in keşfine daha yakından bakıldığında, bu hallerin, onlar uyanıkken gerçekleştiği, bu ruhsal tecrübelerin ise rüyada vuku bulduğu görülür. Tirmizî, rüyalara çok büyük ilgi duyar. Kendisinin doğru yolda olduğuna inanmasını sağlayan rüyalar görmüştür. Onun manevi makamına işaret eden ve çoğu karısı tarafından görülmüş olan yirmiye yakın vizyon ve rüya nakledilmiştir.

Bununla birlikte rüyalarda bazan biz olağanüstü şeylerin sanki gerçekten var olduklarını hissedebiliriz. Fakat uyandığımızda onların gerçekte hiçbir anlam ifade etmediklerini anlayabiliriz. Bundan dolayı bütün rüyalar vizyon olarak değerlendirilemez. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Batıda, rüyalar bilimsel araştırmaların konusu olagelmişlerdir.(35) Psikanaliz’in kurucusu olan Freud’a göre, dayanılmaz derecede acıya yol açacağından, ahlakî yönden şuur tarafından kabul edilemez ve egonun rasyonel şuuru tarafından da tolere edilemezliği gibi sebeplerle, şuurun baskı altına aldığı arzuların gerçekleşmesi haline rüya denir. Bu arzular genellikle ilk çocukluk dönemlerine dayanırlar. Uyku esnasında baskı mekanizmasının dikkati daha az olduğundan, baskı altında tutulan arzular şuura sızarlar.(36)

Bunun yanında, Davranışçılar (Behaviorists) ve Fizyolojik Psikologlar (Physiological psychologists) rüyaları, uygun kişinin beyninde ve sinir sisteminde rasgele meydana gelen faaliyetler olarak değerlendirirler. Sinir sisteminden kaynaklanan bu rasgele ateşlemelerden (firings) kaynaklanan belli hayaller görülür. İdrak sistemimiz tarafından bu hayaller, olaylar dizisi şeklinde, ya da bizim rüya diye nitelendirdiğimiz resimler halinde bir araya toplanırlar.(37)

Başka bir deyişle rüya, basitçe, beynin sinir sisteminden kaynaklanan rasgele ateşlemelerden, aklın bazı anlamlar meydana getirme çabasıdır. Rüyalarla ilgili bu iki hakim modern teorinin yanında, batılı psikolog ve psikiyatristler tarafından ortaya atılmış olan başka birçok teori daha mevcuttur.Maalesef bunlardan hemen hiçbiri rüyaları birer manevi aktivite olarak değerlendirmemektedir. Rüyalar, İslam’da oldukça önemli bir konuma sahiptir. Firavun’un ve kendisiyle birlikte hapiste bulunan iki mahkumun rüyalarını yorumlayan ve gerçek hayatta bu yorumların isabeti tesbit edilen Hz. Yusuf’la ilgili Kur’ân’da anlatılan kıssa bu duruma bir örnektir.

Hz. Peygamber’in bir hadisindeki ifadelerine dayanarak biz, İslamî açıdan rüyaları üç kısma ayırmaktayız. O rüyaların şu üç çeşitten birine dahil olacağını belirtmektedir:

1) Allah’tan ilham getiren güzel görüntüler şeklinde,

2) Şeytandan gelen ve hoş olmayan görüntüler şeklinde,

3) Kişinin günlük deneyimleri hakkında, nefsin iç alemdeki fısıltıları şeklinde.(38)

Bunlardan birincisi, Tirmizî’nin ilgi duyduğu rüya çeşididir. Bu, Hz. Peygamber’in müjdeli haberler (mübeşşirât) olarak zikrettiği şeydir: “Peygamberlikten, mübeşşirât dışında hiçbir şey kalmamıştır.” Ona şu soruldu: “Ey Allah’ın Rasûlü mübeşşirât nedir?” Şöyle cevap verdi: “O, kişinin kendisi tarafından veya bir başkasının onun
hakkında gördüğü rüya-yı sâlihadır. Bu da peygamberliğin 46 cüzünden bir cüzdür.”(39) Bu nübüvvet nurundan bir parça ve bir çeşit vahiy olduğu için tamamen doğru olarak kabul edilebilir.(40) Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmaktadır: “Mümin Allah’ın nuruyla görür” ve o şöyle devam eder:

“Onun gördüğü şey yanlış olmaz.”(41)

Sonuç

Tirmizî’nin öğrenme ve algılama anlayışında, insanın manevî yönünün değeri birinci derecede önemi olan bir husustur. Örneğin o, kalb, akıl ve ruhun rollerine çok fazla vurgu yapar. İnsanı diğer bütün mahlukattan ayıran bu manevî yön aslında onun hakikatidir. Bu tarz bir anlayışın modern seküler psikolojinin hakim ekollerinde bulunması hemen hemen imkansızdır.Çünkü onlar insandaki manevî yönü dikkate almazlar. Onların yaymaya çalıştıkları şeyi Prof. Malik Bedri şöyle tanımlamaktadır: “Ruhsuz psikoloji (ruhu devre dışı bırakarak psikoloji yapmak) ruhu olmayan bir insan üzerinde çalışmaktır.”(42)

Bu konuda Hakîm Tirmizî, psikoloji sahası için paha biçilmez bir hediye bırakmıştır. Bu, din kökenli olan ve geniş kapsamlılık, tutarlılık, kesinlik ve insan tabiatına uygunluk gibi niteliklerle tasvir edilen bir psikolojidir. Tirmizî’nin öğrenme ve algılama ile ilgili fikirlerinin yanında Kur’ân kaynaklı olan ve İslam psikolojisi için sağlam ve tam bir temel oluşturan insan ruhuyla ilgili görüşleri üzerine yapılacak çalışmaların onun daha iyi anlaşılmasını sağlayacağı ümit edilmektedir.

Dipnotlar:

1-Kur’ân, Alâk, 96/1-5.)

2-(Hakîm Tirmizî’nin biyografisi için bk. Muhammed İbrahim el-Ceyûşî, ‘al-Hakim al-Tirmidhi, His Works and Thought’ Islamic Quarterly, 14, no 4, 1970; Hasan Kasım, ‘The Life and Works of al-Hakim al-Tirmidhi’, Hamdard Islamicus’ 2, no I,1979;Radtke,Bernd, The Concept of Sainthood in the Early Islamic Mysticism, Surrey 1966.)

3-(Feldman, Robert S., Understanding Psychology, New York 1987, s. 183)

4-Hasan eş-Şerkavî, Min hukemâi’l-ümme.

5-(Bu hadis, Tirmizî tarafından Beyânü’l-fark beyne’s-sadr ve’l-kalb ve’l-fuâd ve’l-lübb isimli eserinde nakledilmiştir, ed. Nicholas Heer, Kahire ts., s. 49. Hadis, ayrıca, el-Muttakî’nin, Kenzu’l-ummâl fî süneni’l- akvâl ve’l- ef’âl adlı kitabında da bulunmaktadır,I-VI, 1993, 5: 4050.)

6- (Beyan, s. 49, terc. Nicholas Heer, ‘A Sufi Psychological Treatise’, The Muslim World 51, no: 1, 2, 3, 4 (1961), s. 84. Bu çalışma bundan sonra SPT şeklinde zikredilecektir.)

7-(el- Ceyûşî, ‘al Tirmidhi’s Theory of Gnosis’ The Islamic Quarterly 15, no: 4, 1971, s.171, bu makale ilerleyen sayfalarda TTG şeklinde verilecektir. )

8-(Beyan, s. 38.)

9-(Tirmizî’nin yaşadığı dönemde, görme işlemiyle ilgili yaygın kanı,; görmenin, harici objeden gelen sayesinde değil, gözden çıkan ışığın hariçteki ıbjeye ulaşması sonucunda gerçekleştiği şeklindeydi. Bu anlayışın yanlış olduğu, hariçteki objeden yansıyan ışık sayesinde görme işleminin meydana geldiğini ilk kanıtlayan alim İbn Heysem’ (ö. H. 430) dir, Dr. Sigrid Hunke, Şemsu’l-arab testau ale’l-garb, terc. Faruk Beydûn ve Kâmil Desukî, Beyrut 1981, s. 369; Malik Bedri, et- Tefekkür, Herndon, VA. el-Me’hadü’l âlemi’l-fikri’l-İslâmî, 1991, s. 103.)

10- (Tirmizî, Beyân, s. 33; Tirmizî, el-Emsâl mine’l-Kitâb ve’s-sünne, ed. Seyyid el-Cemili, Beyrut 1987, s. 137-141; el-Ceyûşî, ‘al-Tirmidhi’s Conception of the Areas of
Interiority’,Islamic Quarterly 16, no 3-4, 1972, s. 387-398. Bu makale bunda sonra TCAI şeklinde zikredilecektir.)

11-(Burada zikredilen kalb, esas Kalb’in alt boyutu olan kalb’tir, Beyan, s. 38.)

12- (a.g.e. s. 46.)

13-(a.g.e. s. 49.)

14- (Kalbin en dıştaki alanı olması açısından sadr, günah ve tehlikeli dürtülerin ilk ulaştığı yerdir. Nefsin, kalb içinde yegane nüfuz edebildiği alan da burasıdır, Beyan, s. 35.

15-(TTG, s.173.),

16-(Beyan, s. 50; SPT, s. 84.)

17- (Beyan, s. 74-76; SPT, s. 169-171.)

18- (a.g.e. s. 76; ayrıca bk. el-Ceyûşî, ‘Al-Tirmidhi’s Conception of the Struggle between Qalb and Nafs’ The Islamic Quarterly 18, no. 3-4 1974; Bu makale bundan sonra ‘Struggle between Qalb and Nafs’ şeklinde verilecektir.)

19-(a.g.e. s. 78; Struggle between Qalb and Nafs, s. 172)

20 Rita L. Atkinson ve diğerleri, Introductio to Psychology, New York 1993, Glossary, A. 48.

21 Mohd Zeydi İsmail, ‘The Sources of Knowledge in al-Ghazali:Appsychological
Framework of Epistemology’ M.A. diss. ISTAC, 1985, s. 49; Bu çalışma buradan itibaren Epistemology şeklinde zikredilecektir.

22. İhyâu ulûmi’d-din, I-IV, Beyrut 1982, III, s. 7.

23 Gazâli, Meâricu’l-kuds fî medârici marifeti’n-nefs, Beyrut 1988, s. 64. Attas’a göre, Gazâli’nin Meâric’de kullandığı terim “vicdan” ise de, kelime burada, genel anlamı olan “müşahadeye dayalı ilham” şeklinde anlaşılmaktadır, bk. Attas, Prolegomena to the Metaphysics of ıslam, Kualalumpur (ISTAC) 1995, s. 150.

24 Epistemology, s. 5.

25 Richard Joseph McCarthy, Freedom and Fulfillment: An Annoted Translation of al-Ghazali’s al-Muqidh min al-Dalal and Other Relevant Works of al-Ghazali, Boston 1980, s. 65; ayrıca el-Munkız’ın Abdülfettah Harun İbrahim tarafından yapılan tercümesi, Penyelamat Dari Kesesatan, Kualalumpur 1991, s. 8-9.

26 Freedom and Fulfillment, s. 65.

27 SPT, s. 163, 164, 166.

28 Buharî, Tevâzu; Benzer bir rivayet için bk. Buhâri, Rikâk, 38 (çev.).

29 SPT, s. 253.

30 a.g.e. s. 248.

31 İhya, III, s. 15.

32 Tirmizî, Marifetü’l-esrâr, yazma, Kastamonu, v. 214; TTG, s. 173.

33 el-Muttaki, Kenzu’l-ummâl fî süneni’l- akvâl ve’l- ef’âl, I-IV, 1993, II, 30730.

34 Tirmizî, Hatmu’l- evliyâ, ed. Osman Yahya, Beyrut 1965, s. 397; ayrıca, el- Ceyûşî, ‘al-Tirmidhi’s Theory of Saints and Sainthood’ The Islamic Quarterly 15, no 1 1971, s. 31-32
35 C.S. Hall, ‘Dream’ Concise Encyclopedia of Psychology,ed. Raymond J. Corsini ve Allan J. Auerbach, New York 1996, s. 267.


36 a.g.e. Daha fazla ayrıntı için bk. Freud, İnterpretation of Dreams, ed ve terc. James Trachey, New York 1980.


37 Robert A. Baron, Psychology, Toronto 1989, s. 147-148.


38 Muhammed Seleme Ceber, Kitabu acâibu’r-rüya ve’l-ahlâm,Riyad 1990, s. 4. Bu eser bundan sonra Acâib şeklinde verilecektir.

39 Tirmizî, Nevâdiru’l- usûl fî marifeti ahâdisi’r-Rasul, Beyrut ts. s. 118; Muhammed Seleme Ceber, Acâib. el- Ceyûşî’ye göre, “peygamberliğin 46 cüzü” 23 yıl süren peygamberlik görevinin dışında kalan ilk altı aylık dönemi ifade eder ki o dönemde vahiy rüyalar şeklinde gelmekteydi, el- Ceyûşî, ‘al- Tirmidhi’s Theory of Saints and Sainthood’ s. 24.

40 Acâib, s. 13.

41 Kenzu’l-ummâl, I, s. 825.

42 Malik B. Bedri, The Dilemma of Muslim Psychologists, London 1979, s. 5.

Devamını Oku »

Beş Duyu ve Gerçekte İdrak Ettikleri Şeyler



(İnsanın bilme yetisi hakkında) vardığımız görüşü, insanın bütün bildiklerini beş gücünden birisiyle algılaması destekler: Birincisi, duyu gücüdür ki, beş kısma ayrılır: Koklamak, tatmak, dokunmak, işitmek ve görmek. Göz, belirli bir yakınlık ve uzaklıktaki renkleri, değişmeleri ve şahısları algılar. Gözün bir mil uzaklıktan algıladığı şey, iki mil uzaktan algıladığından farklı olduğu gibi yirmi kulaç uzaktan algıladığı şey bir mil uzaktan algıladığı şeyden farklıdır. Gözün karşısında durup eli eli­nin içindeyken algıladığı şey, yirmi arşın öteden algıladığı şey değildir.

Ya da insan mıdır, ağaç mıdır bilmeden, iki mil öteden somut olarak bir şeyi algılamak, onun insan ve belli bir boyda olduğunu bilerek bir mü uzaktan algılamak ya da beyaz veya siyah olduğunu bilerek yirmi arşın öteden algılamak ya da karşısında bulunduğunda onun sürmeli veya mavi gözlü olduğunu bilerek algılamak gibi değildir. Bütün duyu­lar, algıladıkları şeylerde bu tarz bir yakınlık ve uzaklık ilişkisine sahip­tir.

el-Bâri (Allah), duyulur bir şey değildir. Başka bir ifadeyle, O’nu bilmek istediğimizde, duyu vasıtasıyla algılanan bir şey değildir. O hal­de Allah’ı duyu yoluyla öğrenemeyiz.

Bu meyanda hayal gücüne gelince, hayal gücü, sadece duyunun ve­rilerini ya verdiği tarzda ya da bazı duyulurları diğerlerine yükleyerek düşünce gücünün verdiği tarzda zapt eder. İşte, fikir ehlinin Allah’ı bilme yöntemleri burada sona erer. Dolayısıyla bu, onların dilidir, bi­zim dilimiz değil. Gerçi onların yöntemi de doğru olsa bile, biz o yön­temi kendilerine nispet ediyoruz. Çünkü bu yöntem onlardan aktarılmıştır. Binaenaleyh hayal gücü, her nasıl idrak ederse etsin, duyudan as­la ayrılamaz. Hâlbuki bize göre duyunun Allah’a ilişemeyeceği kesin olarak sabittir. Dolayısıyla hayalin O’na ilişmesi geçersizdir.

Allah’ı bilmede müfekkire gücüne gelince, insan her zaman kendi nezdinde bulunan şeyler hakkında düşünebilir. Kendi nezdinde bulu­nan şeyleri ise duyulardan ve akün ilkelerinden öğrenmiştir. Düşünce gücünün hayal hâzinesinde bu veriler üzerindeki çalışmasından ise bu şeyler ile arasında münasebet bulunan başka bir şey hakkında bilgi ger­çekleşir. Allah ile yarattıkları arasında bir münasebet yoktur. O halde, fikir yönünden Allah’ı bilmek mümkün değildir. Bu nedenle âlimler Al­lah’ın zatı hakkında düşünmekten men edilmiştir.

Akıl kuvvetinin de Allah’ı algılaması mümkün değildir. Çünkü akıl, sadece bedîhi olarak bildiği ya da fikrin verdiği şeyi kabul edebilir. Da­ha önce, fikir gücünün Allah’ı algılayamayacağı belli olmuştu, dolayısıy­la akim fikir yönünden Allah’ı algılaması da geçersizdir. Fakat akıl ol-ması itibarıyla onun sının, kendi nezdinde meydana gelen şeyi akletmek ve zapt etmektir.

Allah akla kendisini bilmeyi ihsan etmiştir. Böylelikle akıl, ihsan edilen bilgiyi fikir gücü bakımından değil, akıl olması bakımından akleder. Bu imkânsız görmediğimiz bir durumdur. Çünkü Allah’ın di­lediği kullarına ihsan ettiği bu bilgiyi akıl, kendi başına algılayamaz. Fakat onu kabul edebilir. Dolayısıyla söz konusu bilgiye delil veya kanıt getiremez. Çünkü o bilgi, aklın algıladığı şeylerin ötesindedir.

Sonra, (Allah’a ait) bu zatî niteliklerin ifadesi de mümkün değildir. Çünkü onlar, örnekleme ve kıyasın dışındadır. Binaenaleyh Allah ‘ben­zeri olmayandır.’ Şu halde bu bilgiden kendisine her hangi bir şey açıl­mamış her akıl, bu bilginin açıldığı başka bir akla sorar (sormalıdır). Fakat kendisine sorulan bu akıl, o bilgiyi ifade edemez ve ona güç yeti-remez. Bu nedenle Hz. Ebû Bekir ‘idraki idrakten acizlik, idraktir’ de­miş. Bu sözün iki yorumu vardır. Anla!

Şu halde Allah’ı düşünce ve teorik araştırma yönünden aklıyla bil­mek isteyen, şaşırmıştır. Yapması gereken, Allah’ın bu konuda ihsan edeceği şey için hazırlanmak olmalıdır.

Hatırlama gücüne gelince, bu gücün de Allah’ın bilgisine ulaşması mümkün değildir. Çünkü hatırlama gücü, sadece akim önceden bilip unuttuğu ya da ihmal ettiği şeyi hatırlayabilir. Kendisi, onu bilmez. O halde hatırlama gücü Allah’ın bilgisine ulaşamaz.

İnsanın insan oluşu yönünden ve zatının kendisine verip içinde kendisinin bir tür çabasının bulunması itibarıyla algılayabileceği şeyler bunlardır. Geride, akim Hakkın kendisini bilmekten ihsan edeceği şeyi kabul için hazırlanması kalmıştır. O halde insan, varlığın bilgisi ve O’nun bir ve ibadet edilen olduğundan başka, delil yönünden Allah’ı asla bilemez. Çünkü idrak eden insan, bir şeyi ancak o şeyin benzeri kendisinde bulunduğunda idrak edebilir. İdrak ettiği şeyin benzeri ken­disinde yok ise onu asla idrak edemez ve bilemez. Herhangi bir şeyi o şeyin benzeri kendisinde bulunmadan bilemediğine göre, insan ancak kendisine benzer ve aynı şekle sahip bir şeyi bilebilir. Allah ise hiçbir şeye benzemez ve hiçbir şeyde O’nun benzeri bulunmaz. Dolayısıyla Allah, hiçbir zaman bilinemez.




İbn Arabi,Futuhat-ı Mekkiyye,cild:1

Litera Yay. Çev:Ekrem Demirli
Devamını Oku »

Zorunluluklara koşulmuş Beşer - Hür olan İnsan



 

Kaskatı zorunlulukların boyunduruğundan kurtulamamış beşer, hür varlık olan insanın hâlini anlayamaz. Buna karşılık, hür olan insan, zorunluluklara koşulmuş beşerin durumundan haberlidir.

(1)Kültürlerden kimisinin medeniyetleşmek sûretiyle tarih sahnesinde boy göstermesi öncelikle Asyada vukû bulmuştur. Bahsi geçen kültürlerin gelişimine bakıldığında, kesîf toplayıcılık evresinden sürek avcılığı ile ehlîleştirme(42) safha­sına onların, yaklaşık M.Ö. Yirmi ile On iki binler arasında geçtikleri tahmin olu­nuyor. Ancak, gerçekten üretim aşaması anlamına gelen tarım etkinliklerinin baş­langıcı M.Ö. Onuncu bindedir.(43)

Bir toplumun geçimini sağlayan hammadde kaynakları ile onu oluşturan bireylerin gerek davranma gerekse iş görme biçimleri ile tarzları, o özgül kültü­rün yaşama ufkunu, Markscıların öne sürdükleri kadar tek başına olmasa bile, önemli ölçüde(44) belirlerler. Yaşadığı tabîî-coğrafî imkânlar çerçevesi toplumun giyimini kuşamını, hâl hareketini, örfünü âdetini etkiler. Ama aynı zamanda inanç düzeni, hâlleri hareketleri, davranışları, doğayla ilişkiler ile görenekeri tayîn edip biçimler.(45) Kısaca, toplum hayatında tuttuklan yer bakımından maddî ile manevî taraflardan birinin, ötekisi karşısındaki önceliğini yahut üstünlüğünü, Karl Marx ile Markscıların öne sürdüklerinin tersine, nazarî/teorik düzlemde belirlemek mümkün değil. İnsana ve topluma maddeci-positivci bakış açısından yaklaşanlar, onu kalıtsal-evrimsel tabanlı ve fizyolojik işleyişler bütünlüğü şek­linde telâkkî ederler.

(2)İnsan yaradılışça âlemlerin ortak paydası; yaradılışın şâhikasıdır. Allah bunu nitekim, Tebliğinde bizlere şöyle bildirmiştir: “Biz, insanı, elbette, en iyi sûrette(46) yarattık” —Tîn/95 (4). Allah, insana salt temîz, sâf mizâcı(47) —nitekim o, dünyaya günahsız, pirüpâk gelir(48)—, faziletli olmağa ve hakbilirliğe yatkın tabiatı, anlamagücü ile hürlüğü ihsân buyurmuştur. Bu manevî cihetiyle insan meleğin fıtratındandır. Ama melekte bulunmayan bir özellik insanda vardır; o da hür olmaktır.

(3)Doğal, dirimsel ile toplumsal kalıplarından âzâd insan, karşılaştığı şıklar arasında tercihte bulunur. Hazır genetik-fizyolojik şabonlara dayanmaksızın kar- şılaşılan şıklar arasında tercihte bulunma gücü, irâdedir. İrâdenin kendini izhâr edebilirliğine hürlük diyoruz. ‘Hürlüğ’ün hâllere, hareketlere ‘tercüme’si ‘ser­bestliktir. Maddî-mekanik-dirimsel/biyotik dünyada bir ölçüde serbest, manevî âlemdeyse hür olan tek varlık insandır. Bedenlenmek sûretiyle dünyada yaşama­ğa koyulan insanın bilkuvve hürlüğü fulleşir, fiile dönüşür.

(4)Aslında théologique—métaphysique bir ilke olan hürlüğün gündelik yaşa­ma düzlemindeki tezâhürü serbestliktir. Hürlüğün kaynağı ve yöneticisi akılken, serbestliğin yönlendiricisi aklıselimdir. Hürlük, ilke olarak iyilik ile kötülük ara­sında tercihte bulunmaktır.

Aklın, kişiye seslenişi vicdândır. Kişinin genetik-fizyolojik-morfolojik- olmayan, demekki ‘manevî-ruhî içi’ne gönül denir. Akim, gönüldeki hitâbı demek olan vicdânın kendini ‘dışlaştırma gücü’yse, irâdedir. Onun da davranış­ları biçimlemesiyle eylemler ortaya çıkar. Eylemlerin ortamınaysa, serbestlik diyoruz.

(5)Akıl İlahî buyruk ile talimatları gönülde dillendirir. Aklın, İlahî buyruk ile talimatları gönülde dillendirmesine vicdân demiştik. Akıl, evvelemirde hatır­lar. Neyi hatırlar? İnsanın, Allaha, içtiği ilkaslî andını hatırlar. Bu ‘ant’, insanın tercihini hep ‘iyi’den yana kullanmasını şart koşar. Fakat, salt manevî varlıklar­dan farklı olarak insanın, bir de, fizik-fizyolojik veçhesi vardır ki, ona da beşer demiştik. İşte o beşer taraf, ‘ilkaslî and’ın geretirdiği akıl-vicdân yolunda seyret­mesinde —: Sırâtımüstakîm— kişiye pürüzler çıkarır. Akim isteği doğrultusun­da —: Hürlük— kişi gönlünde tercihini iyiden yana —: Sâlih niyet— kullanmak­la birlikte, davranışlarını o cihette biçimleyecek gücü —: İrâde— kendinde her vakit bulamayıp kötü eylem yönünde karar alabilir —: Serbestlik. Öyleyse, hür­lük ile serbestlik hep örtüşmeyebilirler. İkisi arasındaki uyumu ziyâdesiyle bozan, kişinin karşı karşıya kalabildiği doğal ile toplumsal zorlamalar ile dayat­malardır. Meselâ, hastalanma, nefsî-bedenî itkiler ile ihtiyâçların zuhûrunda, maîşeti temîn, esir düşme yahut mahkûm olma gibi durumlarda kişi, serbestliği­ni yitirmekle birlikte, hür kalmağı sürdürür. Onun niyet ile düşünmelerine dışa­rıdan müdâhale imkânı yoktur da ondan.

(6)Hem maddî hem de manevî veçhelerinin bulunması, insanı âlemde en sorunlu varlık durumuna sokmaktadır. Hürlük de, insanın böylesine bölünmüş olan varlığında ortaya çıkmaktadır. Maddî etkileşmeler ile işleyişleri denetleyip yönlendirmekle ve beden faaliyetlerini belirleyip yönetmekle yükümlü nefsini nasıl konumlandıracağı sorunu, kişinin kararına kalır. Karar yetkisiyle donanmış ve bunun sorumluluğunu taşıyan ruhun, kişi tekindeki tezâhürü olan akıl, hürdür. Akıldan aldığı buyruklar ile talimatlar doğrultusunda nefs, maddî etkileşmeler ile işleyişleri denetleyip yönlendirir ve beden faaliyetlerini belirleyip yönetirini yoksa onların câzibesine kapılıp boyunduruğunamı girer, sorusu, hürlüğün ana sorunudur. Akıl yoluyla Allah ile nefsin ‘ben’i arasındaki söyleşmeye vicdân muhasebesi diyoruz. Akıl doğruyu, hakîkî olanı bildirmekle birlikte, madde ile bedenin kölesi kesilmiş bir nefs bunu nazârı itibâra almayabilir.

Aklı yahut kişinin ruhunu Eflâtun, iki atın çektiği arabanın sürücüsüne ben­zetir. Atların ikisi de itâatliyse, mesele yok. Ama ters yönlere saparak koşarlarsa, arabacının başı dertte demektir.(49)

(7)Nefs, akıl tarafından yönlendirildiği oranda kişi hürdür. Aklın sesi, yanî vicdânın isteği, demekki irâdesi doğrultusunda beden faaliyetleri yoluyla dış dünyada etkinlik gösteren nefs, serbesttir. Nefs, kişinin beden faaliyetleri üstün­deki etkinliğini yitirdiği ölçüde, genetik—fizyolojik faaliyetler, bünyenin işleyi­şinde ağırlık kazanırlar. Yaşamayı fizik-kimya—genetik—fizyolojik anlamda yürü­ten faaliyetlere, dirimbilimci/biyolog olmayan kimseler, içgüdü demişlerlerdir. Nefs, dış dünyada yürütmekle yükümlü olduğu etkinliklerde serbestliği yitirdik­çe, onun bıraktığı boşluğu içgüdüler dolduracaklardır. Aklın hür irâdesi verilmiş kararları uygulamaya aktaran nefsin, bedeni serbestçe yönlendirmesiyle eylem­ler belirir. Nefsin serbestçe yönlendirme kudretinden yoksun beden ise, genetik-fizyolojik faaliyetlerin hükmü altında ‘ devinir'.

 

Dipnotlar:

 

41- Bkz EK le.

42-Bkz. EK 2ye.

43-Bkz: “The Times Atlas of World History”, 38.s.

44-Bkz: EK 3e

45-Bkz EK 4e

« TakvîmO: ‘Sûret’, ‘biçim’, ‘kalıp’, ‘tabiat’, ‘mizâc’, ‘bünye’, ‘bakışım’(Symmetrie)

47 Bkz. Rûm/ 30 (30)

48- Kalbleri mühürlü olanlar hâriç —bkz: Bakara/ 2 (7). Kur ’ânda ‘kalbi mühürlü olma’nın, ruhhekimliğindeki karşılığı ruhhastasıdır (Fr psychopathe).

49.Bkz: Eflâtun: “Faidros", 246.satır.

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf;69-71
Devamını Oku »

Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyeti ve Din Esaslı Alem Anlayışından Dindışı Dünya Görüşüne

 

teoman-durali-cagdas-kuresel-medeniyet1- Müslümanlık, bireyin olduğu kadar, toplumun da yaşama tavrı ile uslubunu tümüyle belirler. Bundan ötürü, Müslümanlaşmış toplumların özellikleri arasındaki farkların zamanla en aza indiği bir tarihî gerçekliktir. Bu gerçeklik, Onsekizinci yüzyıldan itibâren Batı Avrupadan çıkıp yeryüzünün dörtbir yanına yayılan Milliyetcilik akımlarının, İslâm âlemini de etkileri altına alıncaya değin sürüp gelmiştir. Haddizâtında Arnavutlar ile Boşnaklar gibi, Müslümanlaşmış olanların dışında kalan Avrupalı toplumlar, kavmî ile mahalî özelliklerini Hırıstıyanlaştıktan sonra da sürdürmüşlerdir. Bu bakımdan 1789 İhtilâlikebîrle Milliyetcilik, müphem bir hâlden toplumları bütünüyle belirleyen etken olmağa dönüşmüştür. Nitekim İhtilâlikebîrin, millî toplumdan murad ettiği, biçimbirliğine (Fr uniformité) eriştirilmiş, kuralı bozacak unsurlardan, istisnâlardan temizlenmiş toplumdur. Sonuçta, öncelikle Kavmî Milliyetcilik, bağrında farklılıkları, değişken unsurları barındırmayan tekbiçimli (uniforme) toplum oluşturma ülküsünün takîpcisidir.

Toplumların kavmî ile mahalî özellikleriyse, Avrupanın kilisedışı dünyevî vechesi olarak temâyüz etmiştir. Daha İlkçağda Avrupa, bir yanda Romanın siyâsî ile medenî hâkimiyetindeki Latin dünyası ile onun kuzeyinde sık, soğuk ormanlarda yaşayan Germenlerin yurdu şeklinde cepheleşmiştir. Hırıstıyanlığın kabulünden sonra, başta Katolikliğin merkezi İtalya ―Vatikan― olmak üzre, Latin Güney batı Avrupa, Kilisenin ilahî kudretini, inişli çıkışlı dahî olsa, aşağı yukarı Onaltıncı yüzyıl ortalarına değin kıtanın her tarafına duyurmuştur. Anılan yüzyılda, Kilisenin sarsılmaz diye kabul olunan dinî-uhrevî kudretine, başta Almanya olmak üzre, öncelikle kuzey ülkelerinden gelen dünyevî yahut en azından yarı-dünyevî nitelikli meydan okumalar, hız ile güç kazandırmışlardır. Böylelikle öteden beri az yahut çok hüküm süren Latin – Germen sürtüşmesi daha bir şiddetlenmiştir.

2- Anaörneğini İslâmda bulduğumuz Tektanrılı Vahiy dininin zihniyeti ile kavram dağarını üstlenen Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, dine ―Hırıstıyanlığa― ‘sırt çevirmiş’tir. Bengisuyunu (OsmT âbıhayat) Doğaüstü pınardan temîn etmediğini öne sürerek, Onaltıncı yüzyılın sonlarından itibâren, tarih sahnesine çıkan ilk ve tek medeniyet odur. Baştan aşağıya felsefîleşmiş medeniyet olmakla birlikte, felsefenin ana odağı olan metafiziğini, özellikle Onyedinci yüzyılın sonlarından itibâren, din temeline dayandırmağı reddetmiştir. Hayatın en üst değerleri ve aslında dinî terimler olan akıl ile vicdân, başlıbaşına, özerk birimler olarak kabul olunmuşlardır. Başka deyişle, kendinden menkûl hakîkatlar olarak görülür olmuşlardır; Vahiy nevinden doğaötesi mercie uzanan bağları kesilmiştir.

Böylelikle de fâsit daireye hapsolunmuştur. İnsanda düşünülebilinecek en genel, zorunlu ve soyut çerçevelerin ―fikir― yer aldıkları ve aralarında düşünme kurallarına, yânî mantığa uygun bağların kurulduğu makam olarak tarîf olunan akıl nereye dayanır, sorusuna, yine aklın kendisine cevabı, aklaaykırıdır. Dışarıdan edindiğimiz tecrübeler artı genetiko–endokrinoloji işleyişlerimiz artı beynimizdeki sinir hücrelerinin faaliyeti eşittir, akıl, dersek, burada artık aklın kendisinden değil de, mekanik zekâ gibi bir şeyden bahsetmiş oluruz. Akla benzer şekilde, vicdânın dahî, dinle ilişiği koptumu, kişinin, Yaradanıyla muhâveresi kesilir; sonuçta, kendikendisiyle konuşan, demekki varlıkca parçalanmış ―şizoik― bir beşer manzarasıyla karşı karşıya kalırız. Manevî cephesi ‘yok sayılmış’, maddî–bedenî– nefsî71 beşerden beklenen, ‘ahlâk’a vucut vermesi değil de, zaman ile zemîne göre kılık değiştirecek ‘örf’ler inşâa etmesidir.

3- Toparlarsak: Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, insana başvuracağı ilk, en güvenilir, sağlam ve son mürâcaat mevkii olarak aklı göstermiştir. Akıl, tektir, eşsizdir. Bütün insan hâl, hareket ile işlerini o, tayîn eder. Buna karşılık, onu kendisinden özge hiçbir güç, kudret ile merci belirlemez. Bu mutlak durumu arzeden aklın keşfine Yenidendiriliş denmiştir.

Akıl, insandadır. Onun dışında, ondan bağımsız bir kudret mercii değildir. Mademki akıl insana mahsûs bir meleke, yetidir; öyleyse, insan, aklından dolayı kendisine yöneleceği ilk, en güvenilir, sağlam ve son mürâcaat mevkii olarak yine kendisini ilân etmiş oluyor. Bu düşünce tarzı ile tavrına İnsancılık denilir. Demekki insanın insana tapması İnsancılıktır. Bahse konu ‘din’in iki ana ‘mezheb’i vardır: Ya birey olarak kişi kendisine tapıyor ya da tümden insanlığa. Bu ayırım, aslında, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetlerinin temel farkına işâret eder.

Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinde akıl, tümden insanlığa mahsûstur. Mantık–matematik–mekanisma, aklın gösterdiği şaşmaz doğru yoldur, Sırâtımüstakîmdir. Bu yolun doğruluğu senin, benim, onun yorumuyla değişip zigzaglaşmaz. Kesindir. İşte, Gerekirciliğiyle Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, ‘geçmiş zaman’ dininin izini, belli belirsiz dahî olsa, hâlâ taşır. Akıl, mantık– matematik–mekanisma yoluyla tebârüz ettirdiği şaşmazlığın yansısını ahlâkta dahî görürüz. Artık söz konusu olan mantıklaştırılmış–matematikleştirlmiş– mekanikleştirilmiş ahlâktır. Demekki insanın hâlleri, hareketleri, davranışları, sanatları, iş görmeleri, kısaca, tüm hayatı mantıklaştırılmış–matematikleştirilmiş– mekanikleştirilmiş oluyor: Maddecilik–Mekanisism.

Aklı tebârüz ettiren ‘mantık–matematik–mekanisma’ üçlüsünü potasında eriten örnek bilim, ‘Klasik mekanik’tir. Klasik mekanik, aklın şaheseri ve dört dörtlük temsîlcisi şeklinde kabul olunmuştur. Nitekim, Klasik mekaniğin, aklın bütün yasaları ile kurallarını yansıttığı kanâatı Yeniçağ Fransız Akılcı filosof-bilimadamlarını onu aklî mekanik şeklinde adlandırmağa sevketmiştir.

1500lerin sonu ile 1600lerin başında Yeniçağ dindışı Batı Avrupa Medeniyetinin aklı, bir ‘kudretitam’ idi. Onu doğru kullanan, doğayı da şaşmazcasına kavrayıp açıklayabilirdi. Zirâ doğa dahî, aklın temel kurallarına aykırılık göstermeyen bir dev mekanisma şeklinde kabul olunuyordu: Gerekircilik.

1700lerin ikinci yarısından itibâren ‘doğa, aklın kurallarına uygun tarzda işliyormuşcasına’ görülür yahut ‘doğa, acaba, aklın kurallarına uygun tarzda işlermi?’ diye sorulur olmuştur: Eleştiricilik (Fr Critisisme). Nihâyet, 1800lerin başlangıcıyla birlikte ‘aklın kuralları, yalnızca insanın hâlleri, hareketleri, davranışları, incelemeleri ile araştırmalarıçin söz konusudur; ‘doğa’yı, herhâlde, bağlamazlar; bu yüzden de, onun hakkında kesinlemelerde bulunmak saçmalamaktır’; giderek, 1800lerin sonunda, ‘içerisinde bulunduğu durum ile şartlara göre ve kendi çıkar ilişkileri uyarınca, herkes, aklını farklı biçimlerde işletip kullanır’ görüşü arzıendâm etmiştir: Görececilikler. Nitekim, Eleştiricilikten Görececiliklere geçiş, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin, Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetine intikâline de denk düşmüştür. İlkinin aklı, ‘mantık–matematik–mekanik’ çizgisi doğrultusunda çalışırken, sonrakisi ‘kâr’ zenbereği üzre kurulmuş iktisâdî özelliklidir.

Filhakîka, Yeniçağ Batı Avrupa medeniyetinin mantık–matematik–mekanik Gerekirciliğinden Çağdaş İngilizYahudîninkinin Görececiliğine geçildiği ölçüde, zihinde, hürlük alanının genişlediği kanısı uyanır. Bu kanâat, hem doğru, hem yanlıştır. Doğrudur: ‘Kâr edeceğim sahayı bulgulamak ve oraya nasıl, ne çeşit bir işlerlik kazandıracağım hususunda aklımı kullanmakta hürüm’. Buna karşılık, ‘çalışmalarımı yahut eylemlerimi, kâr yahut kazanç gâyesine yönlendirmekten kaçınamam!’ Başka deyişle, bütün olabilir işler ile eylemler, kâra yahut kazanmaya kilitlenmişlerdir.

İmdi,Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin, ‘akılötesi’ belirlenimlerlerden sökülüp koparılarak kendikendisini mantık–matematik–mekanik bağlamda belirlediğine inanılmış ‘özerk akl’ın zemininden ‘Hürriyetcilik’ (Fr Libéralisme) bitip serpilmiştir. ‘Kâr edeceğim sahayı bulgulayıp oraya nasıl, ne çeşit bir işlerlik kazandıracağım hususunda aklımı kullanmakta hürüm’ düstûrundan ise, Çağdaş küreselleştirilen İngilizYahudî medeniyetinin yan yahut alt ideolojisi olan Yeni Hürriyetcilik (Fr Néolibéralisme) ortaya çıkmıştır. Yeni Hürriyetcilik ile onun tamamlayıcı parçası olan Sermâyeciliğin kaynaşmasından İngiliz-Yahudî medeniyetinin temel ideolojisi olan ‘Hür ~’ yahut ‘Hürriyetci Sermâyecilik’74 meydana gelmiştir.

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;55-58
Devamını Oku »