Duyularımız,Aklımız ve Nihayet Kalbimiz;Hangisi Hangisinin AlternatifiOlabilir?

Duyularımız,Aklımız ve Nihayet Kalbimiz;Hangisi Hangisinin Alternatifi Olabilir?

  • Duyularımız gerekli mi gerekli, gözümüz olmadan gö­remeyiz, kulağımız işitemeyiz.

  • Ama gördüğümüz ve işittiğimiz şeyin ne olduğunu bil­mek için duyularımız yetmez akla ihtiyacımız vardır.

  • Aklımız var, lazım mı lazım, aklımız olmasa düşüne­meyiz.

  • Düşünemezsek hayvanlardan bir farkımız kalmaz zaten.

  • Duyularımız aklımızın, aklımız duyularımızın yerine geçebilir mi? - Kesinlikle hayır.

  • Duyularımız fiziksel âlemde işe yarar, nesneleri görü­rüz, çiçekleri koklarız...

  • Aklımız da fiziksel âlemde işlevseldir, hesap kitap yapa­biliriz, uçsuz bucaksız denizlerde yolumuz bulabiliriz. Gü­neş in ne zaman tutulacağını hesaplayabiliriz.

  • Peki, ya sıra fizik ötesine gelirse! Örneğin ilk yaratılışı, yaşamın anlamını, aşkı, ölüm ötesini aklımızla kavrayabilir miyiz?

  • Bir dereceye kadar kavrayabiliriz. Ama örneğin “aşkı anlamak” başka şeydir, “aşkı yaşamak” başka şeydir!

  • İşte tam burada duyularımızın ve aklımızın ötesinden bir kavrayış gücüne ihtiyaç duyarız; bu da KALP’tir.

  • Duyularımız aklımızın, aklımız kalbimizin yerine ge­çemez. Bunun tersi de doğrudur, kalbimiz aklımızın aklımız duyularımızın yerine geçemez.

  • İnsan-ı Kâmil, duyularının ve aklının yanı sıra kalbini son haddine kadar kullanan insandır.

  • Sûfıler kalbin yerine geçme iddiasındaki akla karşıdır; yoksa aklı harekete geçirmek, düşünmek Hazret-i Kuran’ın en çok vurguladığı taleplerden biridir.

Terapistin Sufi Olursa-Ali Rıza Bayzan
Devamını Oku »

''Eline,Diline,Beline Sahip Ol''



''Eline,Diline,Beline Sahip Ol''

Hacı Bektaş Veliye ait “Eline, diline, beline sahip ol!” sözü, Sûfi Yolunda çok önemli bir ilkedir. Bu sözde geçen

  • “el”in esi (elif) harfi,

  • “dirin dsi (dal) harfi,

  • “berin b’si (be) harfi

Arapça’ya göre bir söz oyunuyla bitiştirilirse ortaya “edeb” kelimesi çıkar.

Sûfi Yolunda edebin çok özel bir yeri vardır. Bunun için “Edeb Ya Hû” “İlla edeb” sözleri sûfilerin dilinden düşmez.

Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »

Meczubun Gönül İlacı

Meczubun Gönül İlacı

Önde gelen sûfilerden Bayezid-i Bistamî (ö. 878) ilaç ya­parken rastladığı bir hekime:

Ey tabib! Sende benim hastalığıma da ilaç var mı? dedi. Hekim sordu: Hastalığın nedir?

Bayezid: Günah hastalığı, cevabını verdi.

Hekim ellerini iki yana açarak: Ben günah hastalığının ila­cını bilmem, dedi.

O esnada orada bulunmakta olan meczub bir genç söze karışıp: Baba, senin hastalığının ilacını ben biliyorum, dedi. Bayezid de sevinçle: Söyle ey delikanlı, dedi.

Halkın meczub gördüğü, ancak hakikatte bir irfan sahibi olan genç, günah ilacını şöyle tarif etti:

On dirhem tevbe kökü ile on dirhem istiğfar yaprağı al! Bunları kalp havanına koy! Tevhid tokmağı ile döv! İnsaf ele­ğinden geçir! Gözyaşlarıyla yoğur! Aşk fırınında pişir! Böylece oluşacak olan macundan her gün beş kaşık al; hastalığından eser kalmaz!..

Bunları dinleyen Bayezid içini çekti ve:

- Senin gibi irfan sahiplerine mecnun/delirmiş diyerek ken­dilerini akıllı sananlara eyvahlar olsun!, dedi.



Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »

Kalp,Aklın Ötesindedir

Kalp,Aklın Ötesindedir
Akıl bağımlıdır...
• Kalp ise bağımlı değildir...
• Kalp aklın ötesindedir.

Hakikatin gerçekten bilinmesi ancak kalp iledir.
Muhyiddin İbn Arabi

İnsan, samimiliğini kaybettiği anda Allah'tan uzaktadır. Samimilik, kalbinin yolunda yürümek demektir.
Nurettin Topçu

Hisse:
• Duyularımız zaman ve mekânla sınırlıdır, aklımız zaman ve mekanın ötesini ne olduğunu değil, ne olmadığını kavrayabilir ancak.
• Ruhumuz ise ilahi bir nefestir; bu bakımdan sonsuz olan Allah’ı gerçek anlamda ruhumuzla kavrayabiliriz. Kalp, ruhun temsili üssüdür.
• Kalp, aklın ötesinde algılayıcı bir güçtür. Sadece insan kalbi, sonsuzu bilebilir.



Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olurs
Devamını Oku »

Hüzün İnsanın İçini Yeniler

Hüzün İnsanın İçini Yeniler

Mevlana gam/hüzün konusunda sıradışı bir yorum ya­par: Mevlana’ya göre gam/hüzün gönül dalındaki sararmış, kurumuş yaprakları ayırır, daldan yeni ve yeşil yapraklar bit­mesine yardım eder, insanın içini yeniler:

Her gün, gönüle gelen düşünce o gün, sabah çağt gelen ko­nuğa benzer, ev sahibine hükmeder, huysuzlukta bulunur. Ev sahibi olmanın şanı, konuğu görüp gözetmek, ağırlamak ve nazını çekmektir.

Konuk evine her gün nasıl bir yüce konuk gelirse onun gibi her an da sana bir fikir gelir.

... Gam fikri, neşe yolunu vurursa gam yeme. O, hakikatte başka neşeler hazırlamadadır.

O, hayrın aslından yeni bir sevinç, yeni bir neşe gelsin diye evi, başkalarından sıkıca süpürür.

Gönül dalındaki sararmış, kurumuş yaprakları ayırır, dal­dan yeni ve yeşil yapraklar bitmesine yardım eder.

Bu âlemden öte bir âleme yeni bir zevk gelsin diye eski se­vinci, kökünden çeker, çıkarır.

Gam, üstü dallarla yapraklarla örtülü yeni kökü bitirsin diye çürümüş, pörsümüş olan eski kökü yerinden söküp çıka­rır.

Gam, gönülden neyi döker, yahut koparırsa karşılık olarak mutlaka daha iyisini verir.

Hele derdin, gamın, yakın ehline kul olduğunu iyice bilene daha fazla lütuflarda bulunur.

Bulutla şimşek, asık suratlılık, ekşi yüzlülük göstermese asma yaprağı, doğuya benzeyen gülümsemelerini gösterir mi hiç? ‘’



Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »

Ah ! , Allah Hu !

Ah ! , Allah Hu !

ÂH!

Allah isminin ilk ve son harfi bir araya getirilirse, “Âh” meydana çıkar. Âh, Allah isminin kısa yazılış şeklidir. O hal­de “Âh”, Allah demektir. Sûfi’nin “Âh” demesi, Allaha sığın­ması demektir.

Fuzûlinin divanının gazeller kısmında “Âh”ın geçtiği ilk beyitte Allaha seslenir:

Yok bende bir amel sana şâyeste Âh eğer amalime göre vere bişâret-i afv-i hatâ bana

(Allahım ben sana lâyıkıyla ibadet edemedim. Allah yap­tığım işlere göre hatamın affedileceği müjdesini versin)



......

ALLAH HÛ

Allah kelimesinde dört harf vardır (Arapçada sessiz harf­ler esas alınır.):

  • Bir tane Elif

  • İki tane Lâm

  • Bir tane He

  • Elif çıkarılacak olursa kalanı “Lillâh” okunur: “Hakk için” anlamına gelir.

  • Birinci lâm da çıkarılacak olursa kalanı “Lehû” okunur: “Onun için” anlamına gelir.

  • İkinci lâm da çıkarılacak olursa kalanı “Hû” okunur: “O” anlamına gelir; Hû da Allah’ın isimlerinden birisi­dir.



 Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »

İnsanın Başını Derde Sokan Dört Şey

İnsanın Başını Derde Sokan Dört Şey

Çoğu zaman insanın başını derde sokan şu dört şeydir:
* Gözün,
* dilin,
* kalbin,
* arzun.

* Gözüne sahip çık, onunla helal olmayan şeye bakma.
* Diline sahip ol, Allah Taâlâ’nın kalbinde olduğunu bildiği şeyin aksini söyleme.
* Kalbine dikkat et, gönlünde hiç bir Müslüman için kin ve haset hissi bulunmasın.
* Arzuna sahip ol, kötü olan bir şeyi arzu etmiş olmıyasın.

Abdullah bin Hubeyk (Sûfi ö. IX. yüzyıl)



Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »

Oryantalizm ve dinde reform meselesi

 



Oryantalizm bir yönüyle Batı’nın İslam’a yönelik entellektüel bir haçlı savaşıdır. Dinde reform projeleri de tümüyle olmasa bile çok büyük ölçüde oryantalistlerin görüş ve düşüncelerine dayanır. Hem oryantalizm hem de dinde reform projeleri modernlikten (ve pek az olmakla birlikte postmoderlikten) olağanüstü bir biçimde etkilenmiştir. Çağdaş oryantalistler ve reformist ilahiyatçılar İslam’ı protestanlaştırma bağlamında buluşmakta daha doğrusu ortak olarak çalışmaktadırlar.

İslam’ı protestanlaştırma süreci özellikle “İslam’ın en yetkin ve en son din olduğu inancını” buharlaştırmayı amaçlar. Bunun bilimsel kılıfı “Dini Çoğulculuk ve Dini Görecelilik” kavramlarıdır. Bu kavramlara göre her din birbirine eşittir ve hepsi insanı Allah’a götürür. Bu durumda dünyevi üstünlüğe sahip olan dinin avantajlı olacağı söylenebilir. Bu nedenle biz dinde reform projelerinin de oryantalizmle eklemli olduğunu savunuyoruz.

Sonuçta söylememiz gerekenleri başlangıçta söyledik. İsterseniz şimdi başta söylememiz gerekenlere geçelim.


Entellektüel Haçlılar:

Oryantalizmi, içinde doğduğu kültür ve uygarlıktan soyutlayarak kendi başına bir şeymiş gibi ele almak analiz açısından kolaylık sağlarsa da tipik bir indirgemeci tutum olur. Bu da gerçekliğin çarpıtılmasından başka bir sonuç kazandırmaz bize.(1) Oryantalizmi içinde doğduğu modern bilimle modern bilimi de modernlik ve modernizmle birlikte ele almak gereklidir.(2)

Şimdilerde de artık postmodernlik ve postmodernizmi de hesaba katmak gerek.(3)

Modernizm, Rönesans ve Reformasyon sürecinin bir ürünü ya da daha somut olarak XVIII. yüzyıl Aydınlanma Felsefesi’nin bir projesidir.(4)

Kurucu isimlerden Kant (ö. 1804) Aydınlanmayı şöyle tanımlar:

“Aydınlanma insanın kendine dayattığı toyluktan çıkışıdır. Toyluk kendi aklını başkasının yönlendirmesi olmaksızın kullanmaya yeteneksizliktir. Kendi öz aklını kullanma yürekliliğini göster! Bu öyleyse Aydınlanmanın bilgisidir.”

Ezcümle Aydınlanma’nın en ılımlı sonucu vahyin insana değil, insanın vahye yön vermeye kalkışmasıdır. Aydınlanmanın egemen kanadı için tanrı inancı değilse bile Din, tarihsel bir fenomen olmanın ötesinde ilahi bir anlamı yoktur.

Modernlik, Descartes’la birlikte insanı, gezegenin yegane efendisi, F. Bacon’la birlikte bilgiyi bir güç ve tahakküm aracı olarak tanımladı. (5) Modern bilimin de nihai amacı “kontrol” başka deyişle “tahakküm”dür.

Oryantalizm, böyle bir organizmanın ürünü olduğu için onu da bir tür “Doğu kültür ve medeniyetlerinin mühendisliği” olarak tanımlamak mümkün. Başka deyişle oryantalizm, Batı’nın Doğu üzerinde tahakküm kurmak, kendi çıkarlarına göre yeniden yapılandırmak amacıyla geliştirdiği bir yoldur. Ya da S. Seyyid’in ifadesiyle “Batılı olmayan dünyanın evcilleştirildiği iktidar/bilgideki faaliyeti”dir.(6)

Bir oryantalistin itiraf ettiği üzere: “Oryantalistlere güven duyulmamasının sebeplerinden biri ‘ne yaptıkları’dır. Bunlar genelde dindar olmayan akademisyenlerdir. Milletleri araştırır, ne olduğunu, nasıl konuştuğunu, tarihini, dilini ve dinini, her şeyini öğrenir ve size anlatırlar. İnsanlara bu milletlerle ilgili konularda nasıl düşünmeleri gerektiğini salık verirler. O zaman bu, bir çeşit siyasi kontrol aracı olabilmektedir. Çünkü eğer siz bir toplumu bu kadar tanıyorsanız, bu bilginizi onları kontrol etmek ve onlardan bir şeyler kazanmak için kullanabilirsiniz. Bu tür şeyler oldu. Bu bir gerçektir.”(7)


Bir Oryantalizm Dayatması Olarak Sekülarizm:

Oryantalizmin gözlüğü modernizm olduğu ve modernizmin de hakim karakteri “sekülarizm/bu–dünyacılık” olduğu için İslam’ı “Vahy’e dayalı din” olarak değil de “tarihsel ve toplumsal bir fenomen” olarak görür. Gerçi pek çok oryantalist İslam’ın olağanüstülüğünü vurgularsa da yine de salt beşerî bir fenomen olarak tanımlamaktan vazgeçmez.(8)

İslam geleneği, vahiy eksenli başka deyişle Allah merkezli bir uygarlık olarak tanımlanmaktadır.(9) Buna karşılık modernliğin temel karakteri “antropomorfik: hümanistik” oluşudur.(10) Başkaca deyişle modernliğin karakteristik özelliği seküler oluşudur.(11) Aralarındaki radikal farklılıklara rağmen postmodernlik de modernlik gibi antropomorfik: hümanistik ve seküler bir karakter taşır.

Bu önermelere göre İslam geleneği ile modernliğin ve postmodernliğin karşıt kutuplarda yer aldığını söyleyebiliriz.(12) Ancak modernlik ve postmodernlik aşkın olanı dışladığı için Hıristiyanlık da kendini son din olarak tanımladığı için İslam’ı tarihsel ve kültürel bir fenomen olarak tanımlarlar oryantalizm.
Oryantalizmin yaslandığı bilgi anlayışının modern bilim olduğuna işaret etmiştik. Modern bilimin karakteristik özelliği pozitivist oluşudur.

Pozitivizm, sekülarizmi vurgulamanın yanı sıra modern bilimin genel geçer, evrensel ve nesnel tek bilgi türü olduğunu da ileri sürer. Başka deyişle oryantalizm, bir anlamda bilgi ve bilim faşizmine yaslanır. Bu nedenle oryantalizmi Edward Said’in “Batı’nın Doğu üzerindeki bir egemenlik aracı”(13) olarak, Cemil Meriç’in “sömürgeciliğin keşif kolu”(14) olarak görmesi isabetlidir.(15)

Bilimsel oryantalizm denen dönemin Sylvestre de Sacy’nin 1795’te Paris’te Ezoles Bes Languages Oriantales’i kurması ile başladığı kabul edilir. Bu arada kendisi de ünlü filozof ve oryantalist Ernest Renan ile arkadaşlığı olan Şinasi’nin “medeniyetin resûlü” (!?) diye övdüğü Tanzimatın Sadrazamı Mustafa Reşit Paşa ile Sacy’nin dost olduğunu belirtmeden geçmek olmaz. (16)

Oryantalizmin disiplin olarak belirdiği zamanlarda emperyalizmin de boy göstermiş olması dikkat çekicidir. Bu da oryantalizmin, emperyalizmin ihtiyacı olan bilgi desteğini sağladığını gösterir. Bunun çarpıcı örneklerinden birisi de Napolyon’un Mısır’ı işgal sırasında pek çok bilim adamının da yanında götürüp Mısır hakkında 23 ciltlik kitap yazdırmasıdır. (17)

Sonuç olarak oryantalizmin bir toplum ve kültür mühendisliği olduğu söylenebilir. Başka deyişle oryantalistler, Müslüman halkları Batı uygarlığının çıkarlarına göre yeniden yapılandırmayı amaçlıyordu.

Burada şunu da belirtelim: Bazı oryantalistlerin iyi niyetli olsa bile onların emperyalizmin keşif kolu olarak kullanılmasına engel ol(a)maz. Örneğin ünlü oryantalist Louis Massignon, Fransız Dışişleri Bakanlığında çalışmış, sonra da Fas’taki Fransız yönetiminde görev almıştır. (18)

Emperyalizmin bir başka keşif kolu da “Antropoloji” özellikle “Sosyal/Kültürel Antropoloji” olduğu unutulmamalı. Herhangi bir standart Antropoloji kitabında örneğin Bozkurt Güvenç’in “İnsan ve Kültür” çalışmasında bu durum açıkça dile getirilir.

İkinci derecede olmakla birlikte “sosyoloji”nin de böyle bir işlevi söz konusudur. Doğu halklarının yeniden yapılandırılması bir anlamda “toplumsal mühendisliğin” dayanağı olan sosyolojiye ihtiyaç duyurmaktadır. Bu bağlamda pozitivist sosyolojinin kurucusu sayabileceğimiz, en azından sosyolojinin isim babası olan August Comte’un Tanzimatçılarımızın önderi Mustafa Reşit Paşa’ya yazdığı bir mektupla İslam’ın yerine geçmek üzere “Pozitif Politika Sistemi” adı altında önerdiği “insanlık dini projesi” anılmaya değer. (19)

O. V. Grunebaum İslam’ın incelemesinde antropolojik ve sosyolojik araştırmaların önemini vurgulamıştır. Bu bağlamda bir sosyolog oryantalist olarak Max Weber de anılmaya değer. (20)

Oryantalizm ve toplumsal antropoloji, farklılıkları vurgulayarak ve abartarak Müslüman halklar arasına fitne tohumları ekmektedir. Bizden bir örnekle yetineceğiz, Türkiye de Alevilik ile ilgili yabancı çalışmalar yerli çalışmalarla kıyaslanamayacak kadar çoktur. Son zamanlarda Aleviliği daha çok bir “azınlık” olarak görme eğiliminin bir ürünü olarak yapılan çalışmalar da vardır. (21) Bu tür çalışmalar farklılıkları olağanüstü derecede abartmaktadır. Bu çalışmalarda Aleviliğin Hıristiyan etkisiyle oluştuğu iddiası da yer almaktadır. Başka deyişle Alevilik güya, içi Hıristiyanlık, dışı Müslümanlık olan eklektik bir inanıştır.

Oryantalizm ve dinde reform meselesi

Öncü İşbirlikçiler

Tanzimatla belirginleşen Batılılaşma sürecinde, modernizmi sandığımızdan çok daha fazlasiyle içselleştirdik. Modernizm sadece zihinlerimizde değil elbette, çevremiz de önemli ölçüde modernizm tarafından biçimlendirilmiş durumda. Hem çevresi hem de zihni modernlikle biçimlenen aydınların (adlarının da ilhamlarının da Aydınlanma Felsefesi’nden geldiğini de hatırlayalım) İslam’ın oryantalist yorumunu akıllarına daha uygun görmeleri şaşırtıcı olmayacaktır. Bu nedenle modernist/reformist ilahiyatçılar, oryantalistlerle/düşmanla işbirliği yaparak kendi tarihine ve geleneğine savaş açar.(22)

Müslümanların modernizm ile yüzleşmelerinden itibaren özellikle Mısır’da Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh ile Hindistan’da Seyyid Ahmed Han örneklerinde olduğu gibi İslam’ın tarih içinde oluşturduğu geleneğin sorgulanması bahanesiyle Âlemlere Rahmet Hazret–i Muhammed (sav)’in sünneti tartışma konusu edilmeye başlandı. Efgani, Abduh ve Ahmed Han’ın projeleri “İslam ile Modern Uygarlık arasında nasıl bir sentez yapabiliriz?” sorusunu eksen alıyordu. Daha açıkçası Efgani, Abduh ve Ahmed Han modernizmi neredeyse tartışmasız bir veri olarak alıyorlar, İslam’ı modernizme uygun olarak nasıl yorumlayacaklarının hesabını yapıyorlardı.(23) Modernizm’i eksen aldığı için bu akıma “İslam Modernizmi” ya da “Modern İslam” deniyorsa da biz “Modernist ve reformist ilahiyat çizgisi” adını daha uygun görüyoruz.

Modernist ve reformist ilahiyatçılar, yorum alanlarını genişletmek amacıyla öncelikle sünnetin dindeki işlevini ve bağlayıcılığını tartışmalar başladılar. Güya usûl–u hadis, usûl–u fıkıh ve usûl–u tefsirde sünnetin rivayet, metin ve yorum açısından kritiği yapılmamış gibi. Ancak mütevatir hadislerin dışında kalan sünneti göz ardı eden bu ilk kuşağı şimdi “Kur’an” hakkında benzer tartışmalara kalkışan yeni kuşak modernist ve reformist ilahiyatçılar almış durumda. Daha açıkçası modernist ve reformist ilahiyatçılar artık açıkça Kur’an’ın bağlayıcılığını tartışmaktalar. Hatta bazıları bir vahiy olarak Hazret–i Kur’an’ın sıhhatı hakkında bile çeşitli kuşkular ileri sürmekte.

İlginçtir, “Din”de taklidi hararetle eleştiren modernist ve reformist ilahiyatçılar oryantalistlere öykünüyorlar. Modernist ve reformist ilahiyatçıların savunduğu temel görüşlerin daha önceden oryantalistler tarafından savunulmuş olması bu öykünmenin yeterli bir kanıtı olsa gerek.(24)


Tarihsellik ve Hermenötik

Oryantalistlerin çoğunun İslam’ı incelerken izledikleri yaklaşım “tarihsellik” yöntem ise “hermenötik”tir. Modernist ve reformist ilahiyat çizgisinin popüler önderi Fazlu’r–Rahman da “İslam” isimli yapıtında Hazret–i Kur’an’ı incelerken yaklaşım olarak “tarihselliğin” yöntem olarak ise “hermenötiğin” izlenmesinin kaçınılmaz ve vazgeçilmez olduğunu vurgular. Ve üstadı oryantalistlerin izini sürerek Hazret–i Kur’an’ı salt bir tarihsel bir metin olarak ele almaya ve “Betti”nin hermönetiğini Hazret–i Kur’an’a uygulamaya kalkışır.(25)

Tarihî ve edebî tenkit ile ilgili disiplinler XVIII. Yüzyıl Aydınlanma Felsefesi’nin ürünüdür. T. Nöldeke’nin 1860’da yayınladığı “Kur’an Tarihi” buna dayalıdır. Nöldeke’nin çalışması Batı’da Kur’an konusunda en itibarlı eser olarak kabul edilmiştir. Goldziher, hermenötiği Hazret–i Kur’an’a uygulamaya kalkışan öncü oryantalislerdendir.(26)

Yukarıda belirttiğimiz gibi bizde de Fazlu’r–Rahman aynı şeyi önermektedir.
Aslında oryantalistlerin ve Fazlu’r–Rahman gibi modernist ilahiyatçılarımızın yaptığı, XVIII ve XIX. yüzyılda tahrifata uğramış Kitab–ı Mukaddes’e uygulanan tenkid yöntemini Kur’an’a uygulamaya kalkmaktır.
İlginçtir buradan hareket eden Fazlu’r–Rahman, Salman Rüşdi ve Dinler arası diyaloğun mimalarından Watt gibi(27) “şeytan ayetleri iftirasını” savunmaktadır.

Watt, “Muhammed Mekke”de adlı eserinde de bu hezeyanı genişçe işler. Watt’ı böyle düşünmesine şaşmamak gerek. Watt’ın bu görüşünün arkaplanında bize göre iki temel nedenden söz edebilir: ilki Watt’ın bir oryantalist olarak İslam’a olan garazı. İkincisi ise genel olarak Hıristiyanlıktaki özel olarak protestanlıktaki peygamberlik ve vahiy anlayışını İslam’a giydirmeye çalışması.(28)

Fazlu’r–Rahman ve Şeytan Ayetleri İftirası

Fazlu’r–Rahman’a dönersek, tevatür derecesindeki rivayetleri bile bir kalemde çizebilen bir ilahiyatçının vahiy hakkında, mevzu (uydurma) ve zayıf rivayetlere sarılması da dikkat çekicidir. Bu konuda şöyle yazar reformist ilahiyatçımız Fazlu’r–Rahman:

“Necm sûresinde Mekke müşriklerinin tanrıçalarına taviz kabilinden ifadelerin kullandığının ve sonradan neshedildiğinin ileri sürüldüğü ayetler ve bunlara ilaveten Kur’an’da bulunan diğer deliller bu olgunun açık bir ispatıdır.” (29)

Ne ilginçtir, otuzdan fazla ilahiyatçı ve araştırmacının katılımı ile yapılan “İslam ve Modernizm Fazlu’r–Rahman Tecrübesi” konulu uluslararası sempozyumda hiç kimse Fazlu’r–Rahman’ın Salman Rüşdivârî bu görüşünü ne savundu ne de eleştirdi.
(Şeytan ayetleri iftirası, Garanik hadisesi olarak da bilinir. Bu konuda yetkin bir eleştiri için bkz., Akseki, Ahmed Hamdi, Garanik Efsanesi, sad., Ertuğrul Özalp, İst.–ts, Birun yay.(30)

Fazlu’r–Rahman’ın böyle düşünmesi bizim için şaşırtıcı değil. Çünkü Fazlu’r–Rahman, vahyi büyük ölçüde tarihsel ve toplumsal bir fenomen olarak görür. Ve bunun sonucu olarak da vahyin anlaşılmasını ve yorumlanmasını “salt bilişsel (cognitive) bir süreç” olarak görür. Bunun anlamı şudur: “Hazret–i Kur’an’ı anlamak için illa da iman etmiş olmak gerekmez.” Hazret–i Kur’an’ı anlamak için imanı ve kalbî kavrayışı ön–koşul olarak gören geleneksel görüşü izleyen Prof. Dr. Aref Ali Nayed ise bu bağlamda Fazlu’r–Rahman’ı sorgulamaktadır. Nayed, haklı olarak bu eleştilerinin reformist ilahiyatçılardan Muhammed Arkoun ile Hasan Hanefi için de geçerli olduğunu belirtmektedir, çünkü onlar da Fazlu’r–Rahman gibi ‘cognitivist’tir. (31)

Fazlu’r–Rahman’ın kendi ifadelerine dönersek, şöyle buyuruyor hazret: “Bu durumda görüyoruz ki, Kur’an’ın inişi ve İslam toplumunun oluşumu, tarihi bir ortamda ve sosyo–kültürel bir gelişim karşısında cereyan etmiştir. Kur’an bu duruma bir cevaptır; ve çoğunlukla somut tarihi olaylar içerisinde karşılaşılan belli sorunlara cevap teşkil eden ahlaki, dini ve toplumsal hükümleri / buyrukları içermektedir.” (32)

Fazlu’r–Rahman, sebeb–i nüzul’ü nedenselci (deterministik) bir açıdan yorumladığı için vahyin teleolojik (amaçsal) boyutunu görememektedir.Fazlu’r–Rahman’ın vahiy anlayışı da her nedense ünlü oryantalist ve protestan ilahiyatçı W. Montgomery Watt’ın yorumu ile olağanüstü ölçüde örtüşmektedir.(33)

Fazlu’r–Rahman’ın Cebrail diye bir meleğin varlığını te’vil (aşırı yorum) yoluyla bir biçimde inkara yönelmesi(34) de hem Yahudi–Hıristiyan vahiy ve nübüvvet inanışına hem de Watt gibi oryantalistlerin ünlü psikanalist C. G. Jung’dan esinle geliştirdiği vahiy yorumuna yakın durmak için olsa gerek. Bekleneceği üzere Jung, vahyi, “kollektif bilinç–altı” kavramı aracılığı ile psikolojistik bir yaklaşımla açıklamaya kalkışmaktadır. Yahudi–Hıristiyan inanışı ise vahyi, İslam’da olduğu üzere arı–duru ve katışıksız bir “ilahi mesaj” yerine “yarı ilahi yarı beşeri bir mesaj” olarak tanımlar.

Bir araştırmacının da belirttiği gibi, “temel yaklaşım olarak, Cebrail’in varlığının harici ve objektif bir melek olmaktan çıkarılması, vahy dolaşımında bir problem yaratmakla kalmıyor, vahyin ontolojik kökeni, mahiyeti ve işlevsel durumuyla ilgili de problemler yaratıyor.”(35) Yine Sn Bulaç’ın belirttiği üzere, Fazlu’r–Rahman’ın vahy telakkisi Kur’an’ın çift–tabiat ürünü olduğu fikrine götürür bizi. Sanki neredeyse Kur’an, Allah ve Hazret–i Peygamber tarafından müştereken vücuda getirilmiş bir metindir. Çifte–tabiat ise, Hıristiyan teolojisinde tanımlandığı ve tartışmaya konu olduğu şekliyle İsa’nın çifte–tabiatını çağrıştırmaktadır.”

Ali Bulaç bundan sonra vahy telakkisi bağlamında Fazlu’r–Rahman üzerinde Hıristiyan inancının etkili olup olmadığını sorar, ama açık seçik bir cevap vermez. (36) Bizce, Fazlu’r–Rahman’ın “şeytan ayetleri iftirası”nı kabul ettiğini de hesaba kattığımızda buna rahatlıkla “evet” cevabını verebiliriz. Daha açıkçası, Hıristiyan vahiy ve peygamber inanışını İslam’a giydirmeye kalkmaktadır Fazlu’r–Rahman.

Bunun bir yansıması olarak(37) da Fazlu’r–Rahman, içimizden bir oryantalist olarak Vahyi, tarihselci bir perspektiften yorumlamaya yeltenmektedir.(38)


Bir oryantalist devşirmesi olarak Fazlu’r–Rahman

Ziyaüddin Serdar, Fazlu’r–Rahman’ın oryantalist kaynaklarını şöyle belirlemekte: “Fazlu’r–Rahman’ın “İslam’ı” ise (Weidenfeld and Nicolson, London, 1966) İslam’ı oryantalistlerin tarzında yeniden kurmaya yönelik modernist bir teşebbüstür. Böylece onun, sünnet kritiği Joseph Schact’a dayandı, İslam tarihi analizi H. A. R. Gibb’inkinin esasına dayalı olarak hazırlandı ve seçtiği konuya olan tüm yaklaşımları ise, öğretmeni ve ruhsal öğütçüsü W. C. Smith’in düşünceleri ile köklendi.”(39)


Ve sonuç olarak şunu söylüyor Serdar,

“Bizim Fazlu’r–Rahman ve diğer öğrenci–oryantalistlerin çalışmalarını ciddiye almamız için esaslı bir neden yoktur. Onlar, daha çok kendi gruplarının diğer üyeleri ve oryantalistler için yazılmışlardır. Gerek oryantalistler gerekse öğrenci Müslümanlar oksidental medeniyetin ve onun ruhsal hamisi Hıristiyanlığın üstünlüğünü göstermeye uğraşıyorlar.” (40)

Sadece Fazlu’r–Rahman mı? Keşke!

Ali Rıza Bayzan

2003

Dipnotlar ve Kaynakça

1) Duverger, Maurice, Metodoloji Açısından Toplumsal Bilimlere Giriş, çev., Ü Oksay, 4. Bası, İst.–1990, s. 369, 371, 375 vd.

2) Meta–bilimlere göre (bilgi ve bilim sosyolojisi, bilim antropolojisi, bilinç psikolojisi, bilim felsefesi) bilgi ve bilim, üretildiği toplumsal ve kültürel ortamın özelliklerini yansıtır. Arslan, Hüsamettin, Epistemik Cemaat, İst.–1990; Barnes, Barry, Bilimsel Bilginin Sosyolojisi, çev., H. Arslan, Ank.–1990.

3) Postmodernizmin aydınlarımızın üzerindeki etkisi bir kaç kitap birkaç makale dışında araştırılmamıştır. Ancak bu çalışmalar da hem modernizm hem de postmodernizm ile maluldur. Bir örnek olarak bkz., İçerden sayılabilecek bir kritik, Dursun Çiçek, Postmodernizmin İslamcılar Üzerindeki Etkisi, Kayseri–1997, Rey yay.; dışardan yapılan bir kritik, Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay, Postmodernite Sivil Toplum ve İslam, İst.–1994, İletişim yay.,

4) Modernliğin genel bir değerlendirmesi için bkz.,Touranie, Alaine, Modernliğin Eleştirisi, çev. H. Tufan, İst.–1995, 2. Bası;. Garaudy, Roger, 20. Yüzyılın Biyografisi, çev. A. Ünal, 2. Bası, Ank.–1989; Giddens, Antony, Modernliğin Sonuçları, çev., E. Kuşdil, İst.–1998.

5) Capra, Fritjof, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, çev., M. Armağan, 2. Bası, İnsan Yay., İst.–1992.

6) S. Sayyid, Fundemantalizm Korkusu, çev., E. Ceylan–N. Yılmaz, Ank.–2000, Vadi yay., s. 53.

7) Katolik Üniversitesi Sami ve Mısır Dilleri Bölüm Başkanı Prof. Sidney Griffith, 1.2.1998 tarihli Zaman gazetesi.

8 ) Albert Hourani, Batı Düşüncesinde İslam, çev., Celal. A. Kanat, İst.–1994, Sarmal yay.; Richard W. Southern, Ortaçağ Avrupasında İslam Algısı, çev., Ahmet Aydoğan, İst.–2000, Yöneliş Yay.

9) Nasr, Modern Dünyada Geleneksel İslam, s. 107–125 ve oradaki referanslar. Guenon, Rene, Modern Dünyanın Bunalımı, çev., M. Kanık, İst.–1986. s. 99–118.

10) Nasr, Modern Dünyada Geleneksel İslam, s. 107–125; Guenon, Rene, Modern Dünyanın Bunalımı, s. 99–118.

11) Bkz., Attas, S. Nakib, İslam, Sekülarizm ve Geleceğin Felsefesi çev. M. E. Kılıç, 2.bası, İst.–1995,. s. 41–80; Berger, Peter, Dinin Toplumsal Gerçekliği, çev., A. Coşkun, İst.–1993, s. 159–186; Turner, Bryan, Max Weber ve İslam, Eleştirel Bir Yaklaşım, çev., Y. Aktay, Ank.–1991, s. 201–226.

12) Nasr, S. Hüseyin, İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı, çev., A. Ünal, İst.–1984.

13) Edward Said, Oryantalizm, çev. Selahaddin Ayaz, İst.–1991, Pınar yay.

14) Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İst.–1986, İnsan yay., s. 61

15) Oryantalizm hakkında ayrıca bkz., Prof. Dr. Haydar Baş, Dini ve Milli Bütünlüğümüz, II. Bölüm.

16) Bkz., Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Yeniden Doğuşu, çev., M. Kıratlı, Ank.–1970, s. 106.

17) A. Hüseyin vd, s. 20.

18) A. Hüseyin vd, s. 20.

19) Mektup ve konu hakkında bilgi için bkz., Murteza Korlaelçi, Bazı Tanzimatçılarımızın Pozitivistlerle İlişkileri, Tanzimat’ın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Ankara: 31 Ekim–3 Kasım 1989, Ank.–1994, Türk Tarih Kurumu yay.; s. 25–43; ayrıca bkz., aynı yazar, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Etkileri, İst.–1986, İnsan yay.

20) Bilgi için bkz. A. Hüseyin, s. 20 vd; Turner, s. 35.

21) Editör: T. Olsson, C. Raudvere, Elisabeth Özdalga, Alevi Kimliği, çev., H. Torun, B. K. Torun, İst.–1999, Tarih Vakfı Yurt Yayınları.




22) İslam'daki ihya ıslah ve reform hareketleri hakkında kendisi de reformist bir ilahiyatçı olan Fazlu'r?Rahman'ın verdiği bilgiler için bkz., "İslam'da İhya ve Islah Hareketleri" Ed., P. M. Holt vd, İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti, IV/177?202.

23) Reformist ilahiyatçıların görüşleri hakkında kendilerinden seçme metinler içeren şu çalışma iyi bir fikir verebilir: John Esposito?John Donohue (Editörler), Değişim Sürecinde İslam, çev., A. Y. Aydoğan?A. Ünlü, İst.?1991, İnsan yay. Ayrıca, John I. Esposito (Editör), Güçlenen İslam'ın Yankıları, çev., E. Çatalbaş, İst.?1989, Yöneliş yay.

24) Oryantalizm ile reformist ilahiyat çizgisi arasındaki ilişki konusunda bkz., İbrahim Berk, Sömürgeciliğin Üçlü Sacayağı: Misyonerlik, Oryantalizm, Reformizm, İcmal Dergisi, Aralık 1998, s. 74?85.

25) Bkz., Adil Çiftçi, Fazlu'r?Rahman ile İslam'ı Yeniden Düşünmek, Ank.?2000, Kitabiyat yay.; Burhanettin Tatar, Fazlu'r?Rahman'ın Yorum Yöntemi, Tezkire, Üç Aylık Derleme, Yaz?Güz 1998, sayı: 14?15, s. 180?188. Hıristiyan ilahiyatında hermenötiğin kullanımı hakkında bkz., Prof. Dr. Christian Wilhelm Troll, Modernlik ve Hıristiyan İlahiyatı, aynı dergi, aynı sayı, s. 189?197. Bu yazının aslı Troll tarafından Ankara Üniv. İlahiyat Fakültesinde konferans olarak verilmiş, Dr. Osman Daştan tarafından Türkçeleştirilmiştir.

26) Ignaz Goldziher, İslam Tefsir Ekoleri, çev., Mustafa İslamoğlu, İst.?1997, Denge yay., M. İslamoğlu'nun önsözü, s. 9.

27) Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 40; aynı yazar, "Hazret?i Muhammed" İslam Tarihi, Kültür ve Medeniyeti, Ed., P. M. Hol, A. K. S. Lombton, B. Lewis, çev., Kurul, İst.?1988, Hikmet yay., I/51 vd. (Çeviren ve yayınlayanların bu iftiraya karşı bir not düşme zahmetine katlanmamış olmaları gerçekten esef vericidir.)

28) Hıristiyanlıktaki vahiy anlayışı için bkz., Dr. Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, İst.?1996, MÜİFV yay., s. 129?131, Yıldırım, Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, 2. Bası, s. 164. Hıristiyanlıktaki peygamberlik anlayışı için bkz., Kuzgun, Dört İncil, s. 139?147.

29) Fazlu'r?Rahman, İslam ve Çağdaşlık, çev., A. Açıkgenç?H. Kırbaşoğlu, Ankara Okulu yay., s. 80. Çevirenler Fazlu'r?Rahman'ın bu kanaatini yanlış bulduklarını ve buna dair bir dipnot düştüklerine de işaret etmeliyiz.

30) Ayrıca bkz., Doç. Dr. Sabri Hizmetli, 'Garanik Meselesi Üzerine', İslamî Araştırmalar Dergisi, cilt: 3, sayı: 2, Nisan 1989, s. 40?58; Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, Şeytan Rivayetleri, İst.?1989, İşaret yay.

31) Papalık Arap ve İslam Araştırmaları Enstütüsü'nden Prof. Dr. Aref Ali Nayed, İslam Modernizmi ve Hemenötik: Fazlu'r?Rahman Örneği, İslam ve Modernizm, Fazlu'r?Rahman Tecrübesi, s. 261?266.

32) Aynı eser, s. 63.

33) Watt'ın yorumu için bkz. Prof. W. M. Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, çev., Doç. Dr. Mehmet S. Aydın, Ank 1982, Hülbe yay., Özellikle 9. Bölüm: Vahiy Hakkında "Modern" Bir Açıklama" başlığı. Fazlu'r?Rahman'ın vahiy görüşününün Watt'ın ki arasındaki benzerlikler için bkz., Ali Kuzudişli, "Fazlu'r?Rahman'ın Vahiyle İlgili Görüşleri ve Bu Görüşlerin Tenkidi", İslami Araştırmalar, cilt: 11, sayı: 1?2, yıl: 1998, TEKDAV yay. s. 139?148

34) Bkz., Fazlu'r?Rahman, Ana Konularıyla Kur'an, çev., A. Açıkgenç, Ank.?1987, s. 192, 194 vd; Ali Kuzudişli, aynı makale.

35) Ali Bulaç, İslami Vahyin Tarihe Taşınması, İslam ve Modernizm, Fazlu'r?Rahman Tecrübesi, s. 322. Bu problemler hakkında bkz, aynı makale, s. 322?327.

36) Aynı yer, s. 327.

37) Ali Bulaç da Fazlu'r?Rahman'ın tarihselciliğini vahiy konusundaki (Hıristiyani) inanışına bağlar. Aynı yer, s. 327?330.

38) Tarihselci yaklaşım ve hermenötik yöntem hakkında geniş bilgi için bkz., Özlem, Doğan, Metinlerle Hermeneutik/Yorum bilgisi Dersleri, İst?1996; Hekman, Susan, Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik, çev., H. Arslan?B. Balkız, İst 1999, Paradigma yay.; Wilhelm Diltey, Hermeneutik ve Tin Bilimleri, çev., Doğan Özlem, İst.?1999, Paradigma yay., Göka, Erol?Topçuoğlu, Abdullah?Aktay, Yasin, Önce Söz Vardı/Yorumsamacılık Üzerine Bir Deneme, Ank.?1996; Freund, Julien, Beşeri Bilim Teorileri, çev., B. Yediyıldız, 2. Baskı, Ank ?1996. Özellikle 3. ve 5. Bölümler. Türk Tarih Kurumu Yay.; Eco, Umberto, Yorum ve Aşırı Yorum, çev. K. Atakay, İst. ?1997, 2. Baskı, Can yay.; Özcan, Zeki, Teolojik Hermenötik, İst.?1998, Alfa yay.

39) Ziyaüddin Serdar, İslam Medeniyetinin Geleceği, İst. 1996, s. 290 vd., dipnot 5.

40) Serdar, İslam Medeniyetinin Geleceği, s. 290 vd., dipnot 5..




Devamını Oku »

Mutluluk Saplantısı

Mutluluk Saplantısı

Mutlu olmalıyım, mutlu olacağım diye diye mutlu olmu­yor insan.

  • Her şeyden önce mutluluğa engel olan kendi duygu ve düşüncelerimizden kurtulmamız gerekiyor.

  • Belki garip ama bunların başında da “mutluluk saplan­tısı ” geliyor.

  • Mutluluğu bir saplantı haline getirdik.

  • Sanki her an mutlu olmamız gerekiyormuş gibi.

  • Peki, ama hüzün yoksa sevinci nasıl anlamlandıracağız?

  • Celâli tecelliler yaşamazsak Cemâli tecellilerin kıymeti­ni nasıl bileceğiz.

  • Acı yoksa tatlıyı nasıl değerlendireceğiz?

  • Kimi zaman çukurun dibini görmüyorsak zirveye çıktı­ğımız zaman bunun keyfini nasıl çıkaracağız?

  • Dört mevsim yerine tek mevsim mi yaşayalım!

  • Kışın kar yağmasın mı, sonbaharda yapraklar dökülme­sin mi, dağlarımız, bayırlarımız olmasın mı, sabahtan sonra öğlen ve akşam olmasın mı?

  • Anlamlı bir yaşam için illaki her an beyaz bulutların üstünde mi uçacağız?

  • Böyle olacaksa biz neyi arıyoruz?


  • İyi ama burası dünya, cennet değil ki.


 

Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »

Endişe Çağında Umut Aşısı

Endişe Çağında Umut Aşısı

Mevlana çağları aşan bir mesaj bırakmıştır. Mevlana’mn mesajını aşka, insaniyete ve Allah’a çağrı” olarak özetlemek mümkündür, içinde yaşadığımız modern ve postmodern za­manlar ise aşktan, insaniyetten ve Allah’tan kopuk.

  • Modern ve postmodern zamanlar Allah’tan kopuk, çün­kü netsin arzuları olan heva ve heves tanrılaştırmaktadır. Tüketim kültürü bunun tipik bir göstergesidir.

  • Modern ve postmodern zamanlar insaniyetten kopuk; çünkü insanlık bedenini aşırı bir biçimde beslerken ruhunu aç bırakmaktadır. Yeryüzünde  milyara yakın insan açlık çekerken milyara yakın insanın aşırı beslenme nedeniyle sağlık sorunu çekmekte olması bunun tipik bir göstergesidir.

  • Modern ve postmodern zamanlar aşktan kopuk çünkü aşk cinselliğe indirgenmiş.


Ruh yoksa ve hâşâ Allah yoksa, ölüm mutlak bir yok oluş­tur. ölümün çaresi yoksa, hayat bir umutsuzluk girdabıdır. Ve filozof Sören Kierkegaard’m (ö. 1855) da dediği gibi umutsuzluk, “ölümcül bir hastalık”tır.

Modern zamanların bilgi çağı, uzay çağı, atom çağı oldu­ğu doğrudur; ama aynı zamanda da bir umutsuzluk başka deyişle bir endişe çağıdır. Mevlana’nın mesajı ise endişe çağı için tam bir “umut aşısı”. Öyle bir umut ki asla tükenmez bir kaynaktan getiriyor:

Kendimi gördükçe, kendi gücüme güvendikçe zayıfım, gü- cüm-kuvvetim yok; bütün zayıflardan da daha zayıfım; bütün çaresizlerden de daha çaresizim. Ama bakışımı, görüşümü de­ğiştirdim de kendimi görmedim, senin lûtfunu, senin yardımını gördüm mü, Ö gün yüzler parlar, güzelleşir ve rablerinin lütfunu bekler’ (Kıyamet Suresi, 22-23) hükmünce niçin zayıf olayım; ni­çin çaresiz olayım; niçin çaresizlere çare bulmayayım?”


Mevlanaya göre asıl çare Allah'tır ve Allah her derde bir derman yaratmıştır:

“Dünya imkanlarla, çarelerle, dermanlarla doludur. Fa­kat, Cenab-ı Hakk lutf edip de bir pencere açmadıkça, senin için hiç bir çare yoktur./ Şimdi ondan senin haberin bile yok. Ama İlahî iradeye uygun düşse Allah o çareyi belirtir./ Hz Peygamber buyurmuştur ki: Allah her dert için bir derman yaratmıştır” / Fakat, onun fermanı, buyruğu, onun izni olma­dıkça derdine derman olacak şeyin ne rengini görebilirsin, ne de kokusunu duyabilirsin.”

Herkesin kendi aklına uyup akıl-üstünü unuttuğu insan­lığa Mevlana, kendi aklına âşık olmanın bir tür putperestlik olduğunu hatırlatıyor:

“A kişi, sen hem kendi aklına âşıksın, hem de kendini puta tapanlardan üstün görüyorsun. Duyguna vuran akıl ışığıdır; onu, bakırın üstündeki altın yaldız gibi eğreti bil.”


Bedensel güzelliğin kutsandığı çağımıza Mevlana esas güzelliğin gönül güzelliği olduğunu hatırlatıyor:

“Azar azar yavaş yavaş, o güzelliği alırlar ondan...Azar azar, yavaş yavaş, fidan kurur gider. Yürü “Yaşattığımızın gücünü azaltırız” ayetini oku; gönle girmeye, gönül almaya bak, kemiğe gönül verme. /Çünkü gönül güzelliği geçmez gü­zelliktir; o güzelliğin devleti âb-ı hayatın sakisidir.”

Gösteriş, büyüklenme ve kandırmaca üzerine kurulu ile­tişim tarzına karşı Meviana insanları sahiciliğe çağırıyor: “İnsanoğlu dilinin altında gizlidir; şu dil, can kapısının perdesidir. /Yel perdeyi kaldırdı mı, evin içinde ne var, belirir bize./ O evde inci mi var, buğday mı, evin içi altın hâzinesi mi, yoksa yılanlarla, akreplerle mi dolu?/Yoksa içeride define mi var da kıyısında yılan bekliyor?/ Çünkü altın definesi de bekçisiz olmaz ya.”

Mevlana’ya göre erdem, insanların kusurlarının peşine düşmek değil kendi ayıbını bilmektir:

“Herkes önceden kendi ayıbını görseydi, hiç kendini düz­gün bir hale sokmayı elden kor muydu?/ A babam, bu halkın, kendisinden haberi bile yoktur da insanlar, birbirlerinin ayıp­larım söylerler.”

Mevlana insanı diri kılan gıdanın bedensel değil ruhsal olduğuna işaret eder:

“İnsanın asıl gıdası, Allah ışığıdır; ona hayvan gıdası ver­mek layık değildir./ Fakat hastalık yüzünden, gönül buna düştü; gece-gündüz su içmede, toprak yemede. / Bunu yiyenin yüzü sararır, ayakları gevşer, yüreği oynar.”

Mevlanaya göre insanın kıymetinin haddi hesabı yoktur: “Vet-Tin suresinde “Biz insanı, en güzel bir şekilde yarat­tık” ayetini oku: ey dost, en değerli inci candır/ İnsan değeri bakımdan Arş’tan üstündür; insan, düşünceye sığmayacak kadar yücedir/Bu paha biçilmez değeri söylesem ben de yanarım, dünya da yanar”.

Mevlanaya göre insanın kıymetini düşüren daha doğru, su insanı yoldan çıkaran nefistir:

“Putların anası bir put alan nefsimizdir; çünkü putlarıdır; nefis putuysa ejderha/Nefis, demirle taş gibidir; put o çakmak taşından sıçrayan kıvılcımdır: o kıvılcım suyla sö­ner gider/Fakat çakmak taşıyla demir, ne vakit suyla söner. /İnsanoğlu bu ikisi kendisiyle oldukça nasıl esenliğe ulaşır? /Testide gizli duran kara sudur; nefsiyse bu kara suya kaynak bil/O yontulmuş put, kara sele benzer; put yontan nefis ise ana yoldaki kaynaktır./Bir parçası yüzlerce testiyi kırar ama kay­nağın suyu durmadan dinlenmeden coşar kaynar/Put kırmak kolaydır, pek kolay; fakat nefsi kırıp geçirmeyi kolay görmek bilgisizliktir, bilgisizlik, /Ey oğul, nefsin şeklini arıyorsan yedi kapılı cehennemin hikâyesini oku her solukta bir düzeni var­dır,/Nefsin, her düzeninde de yüzlerce Firavun, o Firavunlara uyanlarla beraber batar gider.”

Mevlana, “kurtuluş” için “mutluluk” için nefsin üstesin­den gelmek gerektiğini vurgular:

“Gürzü kendine vur, benliğini, varlığını kır gitsin. / Çünkü bu ten gözü kulağa tıkanmış pamuğa benzer/A akıllı fikirli er, Sevgiliyi perdesiz görmek istiyorsan ölümü seç, yırt o gövdeyi! Ama bu ölüm, o ölümü değil ki ölesin de mezarına gidesin, seni değiştiren ışığa götüren Ölüm/Ey dost dirlik istiyorsan ölümden önce öl’’
Devamını Oku »

Sufilere Göre İnsan

Sufilere Göre İnsan

Sûfılere göre insan karmaşık bir varlıktır. Benliğin dört katmanından söz eder Sûfiler:

 

Tabiî nefs: Vucüdün parçalarının korunmasını ve birbirinden kopmamasını sağlar.

Nebatî nefs: Bedenin büyümesini ve beslenmesini sağlar.

Hayvanî nefs: Duyuların, duyguların ve hareketlerin güç kaynağıdır. Dıştaki beş duyu, içteki ortak duyu, hayal, vehim, düşünme ve bellek yetilerinin yanı sıra gazap ve şehvet kuvvetleri buraya aittir.

İnsanî nefs: Nefs-i Nâtıka veya Ruh adını taşır.Buradaki nefis türlerini ayrı ayrı nesnel varlıklar değil de bir nefsin dört ayrı özelliği olarak anlamak daha uygun gö-rünmektedir. Bu sistematikteki, tabiî nefsin daha çok fizik ve kimyanın, nebatî nefsin biyoloji ve genetiğin, hayvanî nefsin klasik psikoloji ve psikiyatrinin, İnsanî nefsin tasavvufun konusu    olduğu   söylenebilir.

Burada  şunu da ilave etmek gerekir. İnsanın tabii, nebati ve hayvani nefs olmadan yaşaması mümkün değildir. Bu çerçevede Tasavvuf’ta “nefsi öldürmek” kavramı mecazî olarak kullanılır. Sûfılere göre Tasavvuf un işlevi insanı tabii, nebati ve hayvani nefs kategorilerinden alıp insani nefs kategorisine taşımaktır. Yani insanda kontrolün tabii, nebati ve hayvani nefiste değil insani nefiste olmasını öngörür sûfiler.

Nefsi, beynin üçlü yapısı çerçevesinde yorumlayan teorilerin varlığına da işaret etmeliyiz. Bu teorilerin, nefsi insanın bedensel yapıtaşları ile açıklayan sûfî yaklaşımlarıyla benzeştiğini söylemek mümkündür. Örneğin Sûfî Pîr Sühreverdi (ö. 1234) de nefsin kötülük eğilimlerinin insanın tabiatından geldiğini vurgulamaktadır: “Nefsin sıfatlarının, asıl yaratılışından olan birtakım kökleri vardır. Çünkü o, topraktan yaratılmıştır; toprağın da kendine özgü bir özelliği vardır. İnsanoğlundaki zaaf vasfının topraktan, cimriliğin çamurdan, şehvet sıfatının pişmiş çamurdan, cehaletinin de “salsal” diye anılan cıvık balçıktan kaynaklandığı söylenir. Kuranda “(O), insanı ateşte pişmiş gibi çamurdan yarattı' (Rahman suresi, ayet: 14) buyurulmuştur.

Bu vasıf, pişmiş çamura ateş girmesi dolayısıyle, insanda şeytani bir şeyin bulunduğunu gösterir. Aldatma, hile ve haset gibi kötülükler, şeytanın özü olan ateşin insanın yaradılışına kısmen girmesinden kaynaklanır.” Tasavvuf açısından S.Freud’un (ö. 1939) id ve ego kavramları, davranışçı yaklaşımın klasik ve edimsel koşulla- maya dayandırdıkları kişilik teorileri, sûfîlerin tabii, nebati ve hayvani nefsiyle ilişkili olduğu söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında Freud’un psikanalizi ve J.Watson (ö. 1958) ve F.Skinner’in (ö. 1990) kişilik kuramı ve hatta ünlü Darwinist biyolog Dawkins’in “Gen Bencildir tezi daha çok sûfîlerin sözünü ettiği ilk üç katmanını analiz eden tezler olarak görülebilir. Sûfîler açısından bu tezlerin temel yanlışı insanın dördüncü katmanını gözardı etmesidir. Dördüncü katman insanın ruhunun “İlahi bir nefes” olduğunu vurgular. Ve sûfilere göre insanı insan yapan insanı diğer varlıklardan ayırt eden temel özellik budur.

Sûfıler insanın varoluşunu metafizik bir temele dayandırırken, Darwinist evrimcilerin insanı tümüyle doğal bir varlık olarak tanımlamaktadır. Anlam metafizik bir şey olduğu için Darwinist evrime dayanarak insan için bir anlam üretmek mümkün değildir. İşte bu yüzden modern ve postmodern insanın temel sorunu “anlamsızlık hastalığıdır.

 

Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »

Hayaller...

Hayaller...

Hayallerimiz bildiğimiz,hayallerimiz var ya sakın yabana atmayalım onları.

İyi olmak mı istiyoruz, hayallerimizi iyileştirmekle başlayabiliriz.

Ne oldu bize derseniz hayallerimiz kötüleşti, korkunçlaştı; iyi şeyler hayal etmeyi unuttuk.

Haberler fazlasıyla kötü, filmlerin pek çoğu korkunç, müzikler ve klipler de öyle.

Zihinsel arınmaya gereksinmemiz var. Hayallerimizi iyileştirmeliyiz. Ruhlarımızın hekimi Mevlana'nın dediği gibi: "Ademoğlu, hayalle gelişir. Hayalleri güzelse onunla rahatlaşır./ Eğer gözüne kötü hayaller görünürse ateşten eriyen mum gibi erir gider.Yılanların, akreplerin içinde bile olsan Allah, seni güzel hayallerle avutursa,/ Yılanlar, akrepler sana munis (uysal) olur. Çünkü , hayalin, aşağılık şeyleri altın yapan bir kimyadır./ Sabır, güzel hayallerle tatlılaşır. Çünkü her şeyden evvel içinde bulunduğun sıkıntıdan kurtulma hayaline düşersin.’’

Gerçekler bu kadar korkunç ve kötü iken hayallerimiz ni­çin iyi olsun, diyebilirsiniz. Hani “Her şey bir hayalle başlar” derler ya, iyi hayal kurabilirsek iyi şeyleri gerçekleştirme şan- sına da sahip olabileceğiz. Hayallerimizi kimsenin hegemon­yasına vermek zorunda değiliz nihayetinde. Kimsenin de ha­yallerimizi tutsak edebilecek yeteneği yok biz izin vermedikçe.

Mevlana duygu ve düşüncelerin bulaşıcı olduğunu da vurgular ve kendini negatif duygu ve düşüncelere kaptırmış olan insanlardan uzak durmayı tavsiye eder:

“Gamlı yoldaşlarla oturma dedim sana. Sakın, güzel tavırlı neşeli dostların yanından ayrılma. Bağa geldiğin zaman dikenlik tarafına gitme. Gülden, yaseminden, sarmaşık gülden başkasıyla ilgilenme.’’

 

Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »

Duygu ve Düşüncelerimiz Nelere Kadir ?

Duygu ve Düşüncelerimiz Nelere Kadir ?

Duygularımız ve düşüncelerimiz beden ve ruh sağlığımız üzerinde ne kadar etkilidir?

Ortalama bir insanın zihninden günde yaklaşık 60 bin düşünce geçtiği ileri sürülüyor. Bunların dörtte üçünün olumsuz ya da kaygılı olması dikkate değer. Üstelik insanlar negatif bir olaydan, pozitif olana oranla daha fazla etkileni­yor. Acılı şarkıların, türkülerin daha derin iz bırakması bu yüzden olmalı. Peki, duygularımız ve düşüncelerimiz bizi nasıl etkiliyor? Duygularımız, düşüncelerimiz bizi bedensel olarak hasta edebilir mi?

Şiddetli baş ağrısı, gastrit, ülser, hipertansiyon, kalp çar­pıntısı, görme ve işitme bozukluklarının, ciltteki kızarma­ların, pullanmaların bir kısmı, psikolojimiz bozulduğu için bedenimizde meydana gelen hastalıklardır.

Öyleyse hakikaten duygularımız ve düşüncelerimiz bizi hasta edebilir. Bunlara psikosomatik ya da psikofizyolojik hastalıklar adı verilir.

Dahası da var!

  • Diyelim ki çiçeğe alerjiniz var.

  • Bir arkadaşınız size eşek şakası yapıyor.

  • Plastik bir çiçek koklatıyor.

  • Astım krizine girer misiniz?

  • Kesinlikle evet.


Peki, bunun tersi mümkün mü? Yani duygularımız, dü­şüncelerimiz bizi iyileştirebilir mi?

Artroz denilen dejeneratif bir eklem hastalığı vardır, ağ­rıya neden olur. Dizdeki eklemlerin aşınmasından ve buna bağlı sürtünmeden kaynaklanıyor.

Dr. Bruce Moseley, Amerikan Basketbol Milli Takımı’nın hekimi. Bir deney çerçevesinde ameliyat edilmesi gereken hastaların yarısına gerçek, yarısına sanal ameliyat uyguluyor.

Sonuç nedir dersiniz? Sanal ameliyata tabi tutulanlar ile gerçek ameliyata tabi tutulanlar arasında iyileşme oranı eşit!

Baylor Üniversitesi cerrahlarından Bruce Moseley (üstte, solda öndeki, NG, Mart 2005)

Demek ki duygularımız, düşüncelerimiz bizi iyileştirebilir de.

Psikolog Martin Seligman'a göre düşündüğünüz şeyler davranışlarınızı belirler. Bu bağlamda iki temel eğilimden söz edilebilir; gerçekçi iyimserlik ve karamsarlık.

Karamsarlar:

Genellikle başarısızlıktan davranışlarını değil de bizzat

Ne yaparsam yapayım ben hep başarısızım diye düşünürler.

kalıcı görürler ve ne yaparlarsa yapsınlar de¬ğişmeyeceğini düşünürler.

Çare geliştirmek için yeni bir hamle yapmayı saçma görürler.

 

Gerçekçi iyimserler:

Gerçekçi iyimserler genellikle başarısızlığı belli davranış-larıyla ya da koşullarla açıklarlar.

Bir işi başarmanın mutlaka bir yolunun olduğuna inanırlar.

Yaşanan başarısızlığı geçici bir durum olarak görürler.

Problem karşısında çare geliştirmek için hamle üzerine hamle yapma arzusu taşırlar.

Gerçekçi iyimserliği, "pembe gözlük aldatmacası" ile karıştırmamak gerek. Bunun için zaten iyimserliğin başına gerçekçi kaydını koyduk.

Bizde egemen olan eğitim tarzı çocuklara daha çok karamsarlığı aşılamaktadır. Çocuklarımızın ve gençlerimizin ve de tabi yetişkinlerimizin "kendine güven" konusundaki sorunları önemli ölçüde bu karamsarlık aşısından ileri geldiği söylenebilir.

Gerçekçi iyimserlik ve karamsarlık bir tercihtir. Kendi kendini gerçekleştiren kehanetler vardır; iyimserlik ve ka­ramsarlık bir açıdan kehanettir ve kendi kendisini gerçek­leştirebilir. Öyleyse hayatta başarılı olmanın yolu öncelikle gerçekçi iyimserliğe dayalı zihinsel kurgudan geçiyor.

Hikmetli Geleneğimiz de her daim ümitvar olmamızı ön­görür. Mevlana Cclaleddin’in ifadesiyle;

Peygamberler dediler ki: Ümitsizliğe düşmek kötüdür. Allah’ın ihsan ve rahmetlerine son yoktur./ Böyle bir ihsan sa­hihinden ümit kesmek hiç de yaraşmaz. Bu rahmete el atın, yapışın!/ Nice işler vardır ki ilk önce güç görünür de sonra­dan kolaylaşır, o güçlük geçer gider. Ümitsizlikten sonra nice ümitler var... karanlığın ardında nice güneşler var!

Ünıit kesilirse hayat biter.

/

Ebedi hayat istiyorsan “La-takne bağlan Madem ki, ümit birbirini kovaltyan arzudur,

Ümitsizlik hayatı zehirler.

Ümitsizlik seni mezar gibi sıkar.

Elvendi dağıysan bile seni ayağa düşürür.

Gam ile ümitsizliğin bir çadırda yaşar.

Keder, hayat damarına vurulan bir neşterdir.

Ey gam zindanında olan esir. “La-tahzen” öğüdüne sarıl.

Muhammet! İkbal (Çağın Mevlanası ö. 1938)

 

Ali Rza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »