73 Fırka Hadis-i Şerifi Nasıl Anlamalıyız ?


 


ــ وعن معاوية رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَامَ فِينَا رَسُولُ اللّهِ # فقَالَ: أَ إنَّ مَن كَانَ قَبْلَكُمْ مِنْ أهْلِ الْكِتَابِ افْتَرقُوا عَلى اثْنَيْنِ وَسَبْعِينَ مِلَّةً، وَإنَّ هذِهِ اُمَّةِ سَتَفْتَرِقُ عَلى ثََثٍ وَسَبْعِينَ فِرْقَةَ: ثِنْتَانِ وَسَبْعُونَ في النَّارِ، وَوَاحِدَةٌ في الْجَنَّةِ، وَهِىَ الْجَمَاعَةُ[. أخرجه أبو داود.وزاد في رواية: »سَيَخْرُجُ مِنْ أُمَّتِى أقْوَامٌ تَتَجَارَى بِهِمُ ا‘هْوَاءُ كَمَا يَتَجَارَى الْكَلَبُ بِصَاحِبهِ َ يَبْقى مِنْهُ عِرْقٌ وََ مَفْصِلٌ إَّ دَخَلَهُ«.و»التَّجَارِى« تَفَاعَل من الجرى وهو الوقوع في ا‘هواء الفاسدة.و»التَّدَاعِى« فيها، تشبيها بجرى الفرس.»الكَلَبُ« بتحريك الم: داء معروف يعرض للكلب، إذا عض إنساناً عرضت له أعراض رديئة فاسدة قاتلة، فإذا تجارى با“نسان وتمادى به هلك .


4. (4776)- Hz. Muâviye (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) aramızda doğrulup buyurdular ki:

“Haberiniz olsun! Sizden önce Ehl-i Kitap, yetmiş iki millete (dine) bölündüler. Bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya bölünecek. Bunlardan yetmiş ikisi ateşte, sadece biri cennettedir. Bu da (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattir.” [Ebu Davud, Sünnet 1, (4597).]

Bir rivayette şu ziyade var: “Ümmetimden bir kısım gruplar çıkacak, bunları bid’alar istila edecek, tıpkı  kuduzun, buna yakalanan kimsede hiç bir damar, hiçbir mafsal bırakmayıp her tarafını sardığı gibi, bu bid’a da onların her hallerine sirayet edecek.” [1]
AÇIKLAMA:

Bid’a, daha önce [2] açıkladığımız üzere sünnette olmayan, sonradan çıkan her şey mânasına gelir. Bunlardan bir kısmı hayatın  gelişmesi sebebiyle ortaya çıktığı için, İslam alimleri  normal karşılamış hatta  مَنْ سَن َّسُنَّةً حَسَنَةً hadisi açısından, bu çeşit bid’ aya teşvik bile etmiştir. Bunlara bid’ayı hasene demişlerdir. Burada mevzubahis edilen, kötülenen bid’a bu değildir. Reddedilen bid’a, sünnete aykırı olan, alındığı takdirde bir sünnetin terkini gerektiren bid’attir. Bu bid’ate bid’at-i seyyie denmiştir.

Şunu da belirtmede fayda var: Halkımızın bid’at deyince anladığı şey, davranışlarla ilgili olan, maddî olan bid’attir. Halbuki hadiste bid’at deyince sadece maddî şeyler kastedilmez. İnançlar, telakkiler ve anlayışlarda da bid’at olabilir. Hatta bu çeşit  bid’at önce gelir. Zîra kişinin inançlar telakkiler dünyasında, yani ruh âleminde bid’at yer etmeden, fiillerine, eşyalarına yani yaşayışına bid’at girmez. Nitekim ulemâ nezdinde ehl-i bid’at tabiri öncelikle Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dışında kalan sapık mezhepleri ifade eder. Bu mezhep mensupları, Ehl-i Sünnetten kılık kıyafetle, kullandığı eşyalarla ayrılmazlar; sadece bazı temel meselelerdeki nokta-i nazarlardan ayrılırlar.

Yani belirtmek istediğimiz husus, bid’at deyince itikada, inanca, telakkiye müteallik farklılıkların, sünnete aykırılıkların  kastedildiğini tebarüz ettirmektir. Bilhassa geçmiş dönemlerde, kılıkkıyafet, kullanılan eşya ve hatta hayat  tarzları ve davranışlarıyla birbirinin aynısı olan insanlardan bir kısmı Ehl-i Sünnet, bir kısmı ehl-i bid’at idiyse, aradaki fark sadece inanç cihetinden gelmekte idi. Ehl-i Sünnet, Kur’an-ı Kerim’in açıklamasında sünneti esas alanlardır. Ehl-i bid’a veya ehl-i heva denenler de sünneti reddedip, onun yerine beşerî hevayı koyanlardır. Beşerî hevâ fertten ferde değişebileceği için, onlar sayıca çoktur. Hadiste ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağı belirtildikten sonra bunlardan sadece birinin yani sünnete uyanlar fırkasının kurtuluşa ereceği, geri kalanların ateşte olacağı belirtilmiştir.

Aslında heva fırkalarının sayısı yetmiş ikiden pek çok  kereler fazladır. Alimler  hadisteki “yetmiş iki”den muradın, çokluk ifade ettiğini belirtirler. Ehl-i Sünnet, sünnete dayandığı için onun fırkaları yoktur. Bazı meselelerde ihtilaf ve farklılıklar olsa da bu yine bir sayılır. Çünkü, bu ihtilaflar da sünnete dayanır. Aynı meselede iki veya üç farklı sünnet, iki veya üç ayrı görüşe sebep olmuştur. Ancak bunlardan hiçbirine “sünnet dışı” denemez.

2- Hadiste, tıpkı vücudun her bir organına sirayet edip tesirini gösteren  kuduz gibi, bid’anın da buna giren kimsenin hayatının her veçhesine, her safhasına gireceği beyan edilmektedir. Bu, “sünneti terk” prensibinin getireceği tabii neticeyi nazara vermektir. Sünneti  terketme, kişinin ruh dünyasına bir mikrop gibi girdi mi, sünnetin taalluk ettiği her hususta neticesi hasıl olacak demektir.

Hayatımızda sünnetin müdahale etmediği, yönlendirmediği hangi husus var? Kılık  kıyafetten yeme-içme, oturmakalkma, uyuma, konuşma… âdabına, dost veya düşmanla, komşuyla münasebetlerimize, canlı ve cansız tabiatta tasarrufa, Kur’an ayetlerinin tefsirine varıncaya kadar sayılamayacak kadar çok hususlarda sünetin  yeri var, nuru var. Öyleyse “süneti terk” prensibi benimsenince, tıpkı kuduz hastalığının vücudun her tarafına sirayet etmesi gibi bid’a da mü’min kişinin hayatını her meselede sararak, belli bir duruş noktası, hudud tanımayacaktır. [3]

ـ4777 ـ5ـ وعن ابْنِ عَمْرِو العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَيَأتِيَنَّ عَلى أُمَّتِى مَا أتَى عَلى بَنِي إسْرَائِيلَ حَذْوَ النَّعْلِ بِالنَّعْلِ، حَتّى إنْ كَانَ مِنْهُمْ مَنْ أتَى أُمَّهُ عََنِيَةً لَيَكُونَنَّ في أُمَّتِى مَنْ يَصْنَعُ ذلِكَ، وَإنَّ بَنِي إسْرَائِيلَ تَفَرَّقَتْ عَلى اثْنَيْنِ وَسَبْعِينَ مِلَّةً، وَسَتَفْتَرِقُ أُمَّتِى عَلى ثََثٍ وَسَبْعِينَ مِلَّةً؛ كُلُّهَا في النَّارِ إَّ مِلَّةً وَاحِدَةً. قَالُوا مَنْ هِىَ؟ قَالَ: مَنْ كَانَ عَلى مَا أنَا عَلَيْهِ وَأصْحَابِى[. أخرجه الترمذي.»حَذوَ النَّعْلِ بِالنَّعْلِ« أى مثل النعل ‘ن إحدى النعلين تقطع وتقدّ على حذو النعل ا‘خرى، والحذو: التقدير. قال الخطابى: في قوله #: ستفترق أمتى، دلة على أن هذه الفرق غير خارجة عن الملة والدين إذ جعلهم من أمته .

5. (4777)- İbnu Amr İbni’l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Benî İsrail üzerine gelen şeyler, aynıyla ümmetimin üzerine de gelecektir. Öyle ki onlardan  alenî olarak annesine gelen olmuşsa, ümmetimden de bu çirkin işi mutlaka yapan olacaktır. Nitekim, Benî İsrail yetmiş iki millete (dine, fırkaya) bölünmüştü. Benim ümmetim de yetmiş üç millete bölünecektir. Bunlardan bir tanesi hariç hepsi ateştedir.”

“Bu fırka hangisidir?” diye soruldu.

“Benim ve ashabımın üzerinde olduğu şeyden ayrılmayanlardır!”  buyurdular.” [Tirmizî, İman 18, (2643).] [4]
AÇIKLAMA:



1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), her fırkayı burada millet olarak isimlendirmektedir. Millet, aslında insanların Allah’a yakınlık sağlayabilmeleri için Allah tarafından peygamberleri diliyle teşri edilen şey, yani din mânasına gelir. Bütün şeriatler için kullanılır. Herhangi bir şeriati ifade etmek için izafet yapılır; millet-i İbrahim, millet-i Muhammed gibi. Ulema kelimeyi daha sonra öncelikle batıl fırkaları ifade etmede kullanmıştır. Çünkü bunlar, aradaki farklılıkları büyüterek, herbiri diğerinden ayrı bir dinmiş gibi ortaya çıkmış ve mecazî olarak da  millet diye isimlendirilmiştir. Bazı alimler, hak da olsa batıl da olsa bir cemaatin müştereken benimsediği her bir fiil ve kavle millet demiştir.

Öyleyse hadis, ümmet efradının, biri diğerinden farklı düşünce ve davranışları benimseyen birkısım fırkalara ayrılacağını ifade etmiş olmaktadır. Bu farklılıklar hevadan geleceği için hepsi batıl olup , sadece bir fırka sünnetten ayrılmayacağı için haktır.

Mirkat’ta Aliyyu’l-Kârî Mevakıf’tan naklen belli başlı İslamî fırkaları sekiz kısma ayırır:

1) Mu’tezile: Bunlar “Kul, fiilinin halıkıdır” derler, rü’yeti reddederler, sevap ve ikabın vacip olduğunu söylerler. Başlıca 20 fırkaya ayrılmışlardır.

2) Hz. Ali muhabbetinde ifrata kaçan Şia. Bunlar 22 fırkaya ayrılmıştır.

3) Hz. Ali’yi ve büyük günah işleyenleri tekfirde ifrata kaçan Haricîler. Bunlar 20 fırkaya ayrılmıştır.

4) İman olunca günah zarar vermez, tıpkı küfür varsa amelin fayda vermediği gibi diyen Mürcie. Bunlar 5 fırkadır.

5) Fiillerin yaratılması meselesinde Ehl-i Sünnet gibi düşünmekle  birlikte, Allah’tan sıfatları nefyetmede ve kelamın hadis olduğunu iddiada Mu’tezile gibi düşünen Neccâriye. Bunlar 3 fırkadır.

6) İnsanda ihtiyar yoktur, fiilinde mecburdur diyen Cebriyye. Bunlar tek fırkadır.

7) Allah’ı cisim yönüyle insana benzeten ve hulul iddia eden Müşebbihe. Bir fırkadır.

8) Ehl-i Sünnet. Bu da tek fırkadır. Hepsinin toplamı 73 yapar.

Bunların tali fırkaları mevzubahis edilmemiştir.

2- Burada şu hususu da  belirtmemiz gerekir: Bu hadisi açıklayan alimlerimiz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın burada, fıkhî meselelerdeki haram helal şeklindeki ihtilafları kastetmediğini belirtirler.

Öyleyse hadiste zemmedilen fırkalar tevhid esaslarında hayır ve şerrin takdirinde, risalet ve peygamberliğin şartları, sahabenin müvalatı gibi, daha çok itikada giren meselelerde haktan ayrılıp hevaya sapan fırkalardır. Çünkü bu meselelerde ihtilaf edenler birbirlerini tekfir etmişlerdir. Halbuki ahkâm-ı fer’iyye ve fıkhiyyede ihtilafa düşenler arasında birbirlerini tekfir ve tefsik yoktur. Bu sebeple sadedinde olduğumuz hadiste temas edilen ümmetin fırkalara ayrılma işinden muradın, bu itikadi meselelerdeki ayrılıklar olduğu kabul edilmiştir.

Bu tefrikalar, daha Sahabe hayatta iken, Sahabe devrinin sonlarına doğru, Ma’bedu’l-Cühenî ve ona tabi olanlar tarafından çıkarılmaya başlanmış, zaman içinde inkişaf kaydetmiş, belli başlı yetmiş üç fırkayı bulmuştur. [5]

Kaynaklar:

[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/420.

[2] Birinci cilt, 325-328. sayfalar.

[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/421-422.

[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/422-423.

[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/423-424.


Devamını Oku »

Mevzu Hadisler Hakkında

Mevzu Hadisler Hakkında




Evvelâ mevzu’ ile alâkadar bir mukaddeme:

Mevzu’ hadîsleri tanıma, bulma ve tesbit etme hususunda bazı kaideler, kanun ve usûller vaz’ edilmiş ve muhaddislerce tatbik de edilmiştir.

Şöyle ki: Hicrî 200. yıl içerisinde şuyu’ bulan Mevzu’ hadîsler dedikodusu baş gösterince; büyük ve dâhî hadîs imamları mezkûr kaideleri koymuş ve tatbik etmişlerdir. Hadîs- Şeriflere katılmak istenen mevzu ve yalan sözler, tâ o zamanlar bulunmuş, tesbit edilmiş ve hadîslerden tarh edilip atılmıştır. Yani, şimdi elimizde mevcud me’haz hadîs kitaplarında, o mevzu’ denilen yalan sözlerin hiçbirisi yoktur diyebiliriz. Çünki bu mevzuda bütün hadîs hâfızlarınca müttefekun aleyh, kat’î kaide ve usûl şudur ki: “Aslı, faslı mevzu’ olarak bilinen bir hadîsi yazmak, kaydetmek ve kitaba dercetmek, çok haram ve büyük günahtır.” Bu durumda mezkûr asırda kesin olarak mevzulukları tesbit edilmiş binlerce yalan ve uydurma sözlerden şimdi hiçbirisi mevcud değildir diyebiliriz. Zira, tâ o zaman o işih farkına varılımış, tesbit edilmiş ve tutup atılmıştır. Hattâ denilebilir ki; büyük muhaddisler, o keskin kaide ve usûlleri tatbik ederken, bir çok sahih hadîsleri de bazı şüphelerle heder etmiş ve zayi’ etmişlerdir.

Hem bugün için, farz-ı muhal olarak, sözü edilen mevzu’ hadîslerin hiçbirisinin, yahut bir kısmının tâ o zamanlar tesbit edilemeyip de, mevcud hadîs kitaplarında -hâşâ ve kellâ- var olduklarını farzetsek ve biz bunları şimdi, yani 1200 sene sonra tesbit etmek işine girişmek istesek bile; 12 asır evvel olup biten hâdiseyi ve o vakitte o mevzu’ ve yalan sözleri yayan ve neşreden adamların şimdi ölmüş ve eserleri bile yok olmuş olmaları hasebiyle; elbette aynıyla mes’eleyi tesbit etmek imkânımız olmayacaktır.

Peki, o halde ne yapabiliriz?

Elcevab: Yapsak, yapsak; ancak eski büyük hadîs imamlarının cerh ve ta’dil, usûl ve kanunlarını tatbik şekillerini dinlemek sûretiyle onların hüküm ve kararlarına göre, belki bir şeyler çıkarabiliriz. Evet, bunun bundan başka ikinci bir yolu yoktur.

Bu mes’elenin neticesi şudur: Hicrî 2. asrın içinden başlayıp 3. asrın sonuna kadar devam dene mevzu’ hadîsler dedikodusu fırtınasıyla, pür-heyecan hamiyet ve gayrete gelen büyük hadîs imamları, keskin ferasetleri yanında, mevzu’ sözleri bulma ve tesbit etmiş ve hadîsten ayırıp adem gayyasına atmışlardır. Yani, şimdi adı söylenen, fakat varlıkları söz konusu olmayan ve üstünde kat’î olarak yüzde yüz hükmedilmesi mümkün olabilen hiçbir mevzu’ söz ve yalan hadîs mevcud değildir. Yani, şimdi elimizde mevcud olan yüz kadar kaynak hadîs kitaplarında… Evet, hadîs kitaplarında diyorum… Yoksa ehemmiyetsiz ve vukufsuz bazı kimseler tarafından yazılmış basit ve ehemmiyetsiz köşede bucakta kalmış hikâye ve harbler gibi mes’elelere dair kitap namı altındaki bazı şeylerle hiç mevzu’ hadîs yoktur demiyorum. Amma o gibi kitaplar dahi kat’î tahkik yapılmadan, ezberden olarak: “Baştan sona hep mevzu’ hadîslerle doludur.” deyip hüküm vermek dahi herhalde insafsızlık olur.

Sual: Peki muhaddislerce konulmuş, hadîsin çok değerli ve mühim olan usûl ve kaideleri ve pek kıymettar bir ilim olan cerh ve ta’dil kanunları bize bugün şimdi yararı nedir? Onunla biz ne yapabiliriz?

Elcevab: Şahsî kanaat ve tesbitime göre, o kaideler, usûller ve kanunlar, bugün bir hadîs müştakının, meraklı bir araştırmacının, hadîslerin mertebelerini, evet sadece mertebelerini o usûl ve kaideler çerçevesinde -eğer yapabilirse- tahkikî tarzda bulabilmesine, tesbit etmesine en büyük ve keskin ölçü âleti ve müracaat edilecek tek kıstastır. Ancak bunu da unutmamak gerekir ki; öylesi bir araştırmacı, araştırmasını yaparken, bir aynı hadîsin mertebesi üzerinde yapılmış münâkaşaları, müsbet ve menfî umum görüşleri; haricî te’sir ve his ve hevese veya mizac ve meşrebinin te’sirine kapılmadan dinledikten sonra, ekseriyetin ittifakı hangi tarafta ise, ona göre diyebilir ki;

“Şu hadîsin mevcud hadîs usûlü ve kaidelerine ve muhaddislerin ekseriyetinin görüşüne göre mertebesi, derecesi şudur.” Yoksa o kanun ve kaidelerle, sanki şimdi varmış gibi, yeniden mevzu’ hadîsleri tesbit etmeye teşebbüs etmek için değildirler. Çünkü öylesi mevzu’ hadîsleri yeniden bulabilme diye birşey yoktur. Zira, hakikatta asıl mevzu hadîsler şimdi yokturlar.
Mevzu’ Hadislerin tarihî gelişimi

Mevzu’ kelimesinin lûgat karşılığı; vaz’edilmiş, konulmuş demektir. Hadîs usûlü ıstılahında ise; yalandan bir söz uydurulup, Peygamber’e, yahud bir Sahabî’ye, ya da bir Tabiîn’e isnad edilerek ikinci bir yalan ve iftira ile; “Bunu Peygamber söyledi” yahud “Sahabî ya da Tabiîn söyledi” diye ortaya atılan ve hadîs içine katılmak istenen yalan söz demektir.

Üst tarafta da kaydettiğimiz gibi, mevzu’ sözlerin en ilki, Peygamberimizin hayatında bir münafık tarafından yapılmıştır. Peygamber Efendimiz de (A.S.M.) o münafığın cezasını çok şiddetli bir şekilde verdirmiş olduğu gibi; “Benim adıma ben söylemediğim halde yalan uyduran, Cehennem’e yerini hazırlasın!” meâlindeki hadîsi tekrar ve şiddetle söyleyerek ümmetini ikaz ve irşad etmiştir. Daha sonra, hicretin 41. senesinde müslümanlar arasında siyasî ayrılıklar fitnesi başladığında, Şia ve Haricîlik gibi bazı fırka mutaassıblarının yalancı ve tıynetsiz bazı adamları, az da olsa, bazı mevzu’ sözleri uydurdular. (*)

Daha sonraları, yani 2. asrın başından itibaren bu gibi yalancılar çoğalmaya başladılar. Mevzu’ hadîsler dedikodusu da fazla şuyu’ buldu. Bunun üzerine hadîs Hâfızları ve hameleleri hamiyet ve gayret içinde pür-dikkat kesildiler… Yalancı ve iftiracıları tek-tek tesbit ettiler. Uydurulan yalan sözleri de bulup teşhir ettiler.

Kâmil Muhaddis Hammad bin Zeyd’in tesbitine göre, zındıklar ondört bin mevzu’ hadîs uydurup yaymışlar.(**) Bu zındıklardan birisi olan Abdülkerim bin Ebi-l Avca’, zındıklık adına yalan hadîs uydurduğu tesbit edilmiş ve Abbasî halifelerinden Mehdî zamanında yakalayıp boynu vurulacağı vakit, o zındık bağırarak demiş: “Ne haber! Ben dörtbin hadîs uydurup hadîslerinize kattım ki, bunlara haramı helâl, helâlı da haram kıldım.” (***)

Keza İbn-i Asakir, Halife Harun-u Reşid’den naklettiği bir rivayette: Yakalanarak Harun-u Reşid’e getirilen bir zındığın boynunu vurmak için emir vermiş. O zındık ise demiş: “Ben dörtbin hadîs uydurup neşrettim ki, onlarla haramı helâl, helâlı da haram gösterdim.” Harun-u Reşid de ona cevaben: “Ne haber ey zındık! Abdullah bin El-Mübarek ile Ebu İshak-ı Fezarî, senin bütün o yalanlarının tek-tek bulup, harfharf tesbit ederek, hadîsten çıkarıp attılar.”(****) dedi.

Bu zındık habisler kötü niyetle İslâmı bozmak, Sünnet-i Nebeviye’yi bulandırmak gayesiyle hadîs uydurdukları gibi, bir de bunların yanında bazı saf ve ahmak nâdanlar da, güya din adına, bazı hadîsler uydurmuşlardır. Misal için, Nuh bin Ebi Meryem ismindeki bir adam, Kur’an’ın Sûrelerinin faziletleri hakkında bazı mevzu hadîsler uydurmuş. Rivayeti de:

“An İkrime, An İbn-i Abbas” diye isnad etmiş. Ona sorulmuş: “Bu hadîsler sana nereden geldi?” O da demiş: “Ben gördüm ki, bu zamanda insanlar Kur’an’dan yüz çevirmişler. Ebu Hanife’nin fıkhî mes’elelerine ve Muhammed bin İshak’ın magazilerine koşuyorlar. Ben de insanları Kur’an’a döndürmek için bunları böyle uydurdum.”(*****)

(Not: Mezkûr mevzu’ olan hadîsler, Tefsir-ül Keşşaf’ta maalesef bilinmeden hadîs olarak kaydedilmiştir.)

İşte nümune ve misallerini verdiğimiz o gibi hâdiseler, hep eskide vuku’ bulmuşlardır. Amma yine az yukarda kaydettiğimiz vecihle, mezkûr hâdiseler Hicretin 2. yüzyılının başından başlayıp 3. asırda son bulmuştur. Hadîslerin hakikî mertebe ve makamını tesbit etme işi de mezkûr zamanlarda sona ermiştir. Yani, bahsi yapılmış o mevzu’ ve yalan sözler, tâ o zamanlar tesbit edilmiş ve hadîslerden çıkarılıp atılmıştır.



(*) Ulûm-ül Hadîs ve Mustalahihi – Dr. Subhî Salih sh: 266

(**) Aynı eser sh: 270

(***) El-Esrar-ül Merfûa – Aliyy-ül Karî sh: 6

(****) Aynı eser sh:6

(*****) El-Menhel-ül Latif sh: 158

————————————————————————————————————————–

Farz-ı muhal olarak, eğer şimdi mevcud kaynak olan hadîs kitaplarında, bahsi geçen hâdiselere tesbit edilmiş olan o mevzu’ hadîslerin varlıklarını bir an için şimdi kabul etsek de -ki onlar kimisine göre ondört bin, kimisine göre de oniki bin gibi büyük bir rakamdadır- o durumda, şimdi elimizde mevcud olan hadîs kitaplarının yekûnünde bulunan gayr-ı mükerrer hadîslerin tamamı ancak bunlarınm iki misli kadar olabilir.

Yani o durumda -hâşâ bin kere hâşâ- şimdi mevcud hadîslerin yarısına yakın bir kısmını mevzu olarak kabul etmek gerekecektir. Amma hâyır, bin kere hâyır! Öyle birşey kat’iyyetle söz konusu değildir. Belki şimdi elde mevcud büyük hadîs kitaplarında yer alan umum hadîsin ana kaynak kitaplarını kasdediyoruz. Olsa olsa, muhaddislerce büyük ve keskin tahliller neticesinde: Sahih, Hasen, Zaif ve bir de Çok Zaif diye mertebelere ayırma işi olmuştur, başka birşey yoktur.

Her ne kadar bazı muhaddis zâtlar senetleri itibariyle bazan zaif, hattâ metrûk hadîslerden bir kısmını, zan ile mevzu’ hadîs hududunda göstermeye çalışmışlarsa da, fazla mühim bir durum arzetmemektedir. Çünki bunların karşısında sair insaflı ve hakperest büyük hadîs imamları dikilmiş, aynı o hadîsleri kurtarmak için gayret sarfetmişler ve hadîslerde mevcud sair benzeri deliller getirerek onları yüzde doksan dokuz nisbetiyle kurtarmışlardır.

Sual: Peki şimdi bu zamanda hiçbir mevzu’ hadîs yok mudur?

Elcevab: Bu kitabın arkasında kaynak kitap olarak isimlerini yazdığımız hadîs kitapları listesinde ve bir de elimize geçmeyen ve büyük hadîs imamları ve hâfızları tarafından yazılan makbul ve meşhur birçok hadîs kitaplarında; meselâ, El-Muhtarat Ziya-ül Makdisî, El-İstidrâkât Darekutnî gibi birçok kitaplarda, kesin ve kat’î ve üstünde ittifak edilmiş hiçbir mevzu’ hadîs yoktur diyebiliriz.

Amma az yukarıda kaydettiğimiz gibi adı-sanı belli olmayan, yahut İslâm üleması arasında makbul sayılmayan ve bazı vukufsuz ve ehliyetsiz kimseler tarafından yazılmış basit hikâye ve kıssalar gibi şeylere dair bazı mevzuları işleyen kitaplarda ve az bazı tefsir kitaplarında -Tefsir-i Keşşaf gibi- ve bir de avam halkın dilinde dolaşan bazı sözlerde mevzu hadîslerin bulunabilme ihtimali vardır. Bu bulunanların da hiçbir zaman İslâmın haramını helâl, helâlını da haram edecek, akide ve fıkha dair hadîsler olmayıp, basit ve varlığıyla yokluğu arasında fazla bir değer taşımayan bazı sözlerdir.

Dillerde hadîs olarak dolaşan sözlerin büyük bir bölümünü, El-Hâfız İsmail bin Muhammed El-Aclûnî gibi zâtlar, meselâ Keşf-ül Hafâ ve benzeri kitaplarda tahlil etmiş ve çoğunun asılları yine hadîs olduğunu ispatlamışlardır.
Mevzu’ Hadîsleri tesbit eden kaide ve kanunlar

Bu husustaki belli ve kat’î kaideler birkaç tanedir. En mühimmi ve büyüğü: Onu uyduranın sarih itirafı ve ikrarıdır.

2- Hadîs-i şerifin metin ve mânalarına tam rüsûh ve vukuf peyda etmiş zâtların sarraflıkları ile; “Bu söz değil Peygamber’in (A.S.M.), belki az bir belâgat ve fesahata mâlik birisinden de çıkması mümkündür değildir” diye mutlak şekilde reddedilmiş sözler…

3- Mânası itibariyle rekîk olanları… Yani Sahih hadîslerin zıddına ve onlara mugayir ve aralarının cem’edilmesine aklen imkân olmayan sözler…

4- Küçük bir iş, bir günah için çok büyük tehdid ve vaîdleri söyleyen söz ve aynı zamanda az ve basit hayırlı işlerde çok muazzam vaadları bildiren sözler…

Ancak şu dördüncü numaradaki kaide, her zaman sâbit ve umumî ve muhkem bulunmamaktadır. Makam-ı zecr ve zemm… ve makam-ı tergib ve teşvik gibi hallerde vârid olmuş birçok sahih hadîs-i şerifler vardır ki makamının iktizasına göre, bazan küçük bir şeyi büyük olarak göstermişlerdir.

İşte, bunlar gibi mevzu’ hadîsleri tesbit etmek içn bazı kanun ve kaideler vardır. Bu kaide ve kanunları uzunca şerh ve izah eden bir çok kitap yazılmıştır. Amma bu mevzu’da yazılmış kitapların bazılarında fazla şiddet olmuştur. Meselâ İbrahim-ül Cevzakanî’nin “El-Ebatıl” kitabı ve İbn-i Cevzî’nin “El-Mevzuat” eseri gibi kitaplar…

Hülâsa: Mezkûr kanun ve kaideler, şimdi bu zamanda mevcud olan hadîslere tatbik etmek için değil, eski zamanda, henüz müdevvenat az iken hadîs âlimlerinin ihtiyata sevketmek için uygulanmış düsturlar olduğu kesindir.
Başka yönleriyle Mevzu’ Hadîsler

Mevzu’ ismi altında toplanabilen hadîsler dört sınıf olduğu anlaşılmaktadır. Mevzu’ hadîs uyduranların isim ve karakterlerini anlatan ilgili hadîs usûlü kitaplarını mütalaa etmiş kimseler bu iddiamızı kabul etmiş kimseler bu iddiamızı kabul edebilirler.

BİRİNCİ SINIFI: Zındıkların İslâm dininin tahrif etmek, bozmak ve ayıplandırmak için girişmiş oldukları sinsî ve münafıkane faaliyetleri neticesi, bir sürü yalan, buhtan ve iftiralı sözleri yayma işi…

İKİNCİ SINIFI: Râfizîlik veya Haricîlik gibi bâtıl ve dalâletli mesleklerin taassubu adına ve kendi mesleklerini doğru göstermek ve ona revac vermek gibi pis ve habis niyetlerle uydurdukları yalan sözlerdir. Birinci sınıfa göre bu kısım ekalliyettedir.

ÜÇÜNCÜ SINIFI: Ahmak, câhil veya nâdanların uydurdukları mevzu sözlerdir ki; bazıları güya iyi bir niyetle bazı mukaddes şeylere revaç vermek ve insanları ona cezbetmek gibi sâfiyane, amma ahmakça uydurdukları mevzu’ hadîslerdir. Bunlardan bir kısmı da, câhil ve nâdan bazı menfaatperest kimselerdir ki, İslâm halifelerine veya sultanlarına ve valilerine yaranmak ve yanaşmak ve menfaat kapmak gibi basit gayelerle; o ehl-i makamların zâtlarına, icraatlarına, güya Peygamber’in (A.S.M.) hadîslerinin işaretleri varmış gibi yalan bazı sözleri uydurma durumudur.

İşte bu her üç sınıf mevzu’lu hadîslerin tamamının tâ, bin sene evvel farkına varılmış, tesbit edilmiş ve hadîslerden çıkartılıp atılmıştır.

DÖRDÜNCÜ SINIF İSE: Hakikatta ve asliyette bir mevzuluk durumu söz konusu olmadan; bin seneden beri muhafaza edilip gelmiş ve hep istimâl edilmiş bazı hakikatlı sözlerdir. Bu sözlerin ekserisinin sened ve istinadı yoktur. Bunlardan bazıları, ya bir Sahabî’nin veya Tabiîn’in, ya da Tebe-i Tabiîn’den bazı büyük zâtların bazı hakikatları vecizeleştirerek söylediği doğru ve isabetli kaidevî sözlerdir. Zamanla, bu sözlerin aslı nereden olduğu kat’î bilinememiş, sonra bazıları tarafından bu sözlerden bir kısmının hadîs-i şerif olabileceğine ihtimal verilmiş, dolayısıyla hadîs olarak da şöhret bulup kalmışlar. Mezkûr sözlerin bir kısmı filhakika da Peygamber’in (A.S.M.) sözleri olması mümkündür. Lâkin sened ve isnadları olmadığı için, kat’î bir kanaatla hadîs midir, yoksa Sahabe ve Tabiînden birisinin sözleri midir bilinememiştir.

Böylece mübhem durumda kalan ve senedi olmayan bu nevi sözlere de mevzu’ hadîs denilebilmişse de, sadece senedi itibariyle denilmiş. Ama ifade ettiği hakikat ve mânası itibariyle aslâ…

İşte, bu kabil hakikatlı ve mühim sözlerin varlığı eskide de, bugün de söz konusudur ve bunlar haylicedirler. Bu nevi hadîsler bu durumlarıyla, şayet bazıları onları mevzu’ hadîs diye isimlendirse de, yani; “Bu söz an’aneli senedle Peygamber’in sözü değildir.” dese de, isnad ve sened itibariyle belki doğru olabilir. Amma bu söz, mânası ve hakikatı itibariyle de doğru değildir, yani mevzu’dur diyemez.

Meselâ: hakikatlı söz için, kimisi hadîstir demiş, kimisi de hadîs değil, fakat sabit hakikatlardandır. Kimisi de, İmam-ı Yahya bin Muaz Er-Razî’nin hikmetli sözlerinden olabilir demişler. Kimisi de, bu sözün Hazret-i Ali’nin hikmet-feşan ve kaynağı Menba-ı Vahy ve Risalet olan sözlerindendir demişler.

Bu hadîsin birçok me’hazleri için, bu kitabın Hadîsler Cetvelinin 130 no.lu kısmına bakılabilir.

Evet, bu nevi hakikatlı sözler vardır ve muhafaza edilerek gelmiştir. Elbette ki bunların içinde kelâm-ı Nebevî olanları da vardır. Ve bazılarının hakikatı hadîsten, lafzı başka büyük zâtlardan olabilir. Bunların bir kısmı da İmam-ı Ali’nin hikmet-feşan sözleri de olabilir. Hem mezkûr sözlerin hakikat ve hikmet vecizeleri olduğuna en büyük delil, bin küsûr seneden beri bunların aynen muhafaza edilip, günümüze kadar gelmiş olmalarıdır.
Senedsiz Hadîsler

Bu münasebetle, “Senedsiz hadîsler” mes’elesi yeniden hatıra geldi. Gerçi üst taraftaki mes’ele, bunu da bir derece içine alıyorsa da, lâkin senedsiz hadîslerni dairesi biraz daha geniştir.

Hem yüksek mânaları itibariyle, bunların bir kısmına muhaddislerce doğrudan doğruya hadîs-i şerif diye tavsif edilmiştir. Hattâ bunlardan bir kısmı sahih hadîsler olarak kabul görmüştür. Nitekim İmam-ı Buharî de bu neviden bazııların kitabına almakla tereddüt etmemiştir. (*)

Bu nev’i hadîsler, “Muallâk” ismi altındaki hadîsler kısmı içinde de bulunabilirler.

Şu nevi senedsiz hadîslerin bazılarına da “Hadîs-i Meşhur” denilir ki, az yukarıda “Zaif Hadîsler Bölümü”nde buna bir derece işaret edilmiştir.

İmam-ı Celâleddin-i Suyutî bu nevi senedsiz ve dillerde dolaşan hadîslerin varlığını ve tarifini “Senedül Musafaha” ismindeki bir Risalesinin Mukaddemesinden çok güzel bir tarzda beyan ettiği gibi, EdDürer-ül Müntesire eserinde de misal ve nümunelerini getirerek tahlil ve tahkiklerle izah etmiştir.

(*) Şerh-ül Manzumet-il Beykuniye sh: 112
Mevzu’luk isnad edilip de, mevzu’ olmayan bazı hadîs örnekleri

1- El-Feth-ül Kebir 1/481’de İbn-ül Cevzî’nin mevzudur dediği bir hadîs, sair imamlarca mevzuluğu reddedilip hadîs olarak kabul edildiği…

2- Ed-Dürer-ül Müntesire – Suyutî sh: 31-35’de; yine İbn-ül Cevzî, bir iki hadîs-i şerif için mevzu’luk isnad ettiği halde, sair muhaddislerce bu hadîslerin mevzu’ olmayıp sahih hadîsler olduğu…

3- El-Esrar-ül Merfua’ – Aliyy-ül Karî sh: 73’de; bazı mevzu’ hadîsler var ki; başka tariklerle gelen rivayetlerde aynı metin ve aynı mâna ile sahih olabileceği…

4- El-Leali-l Masnua’ – Suyutî 1/117’de; bir aynı hadîs, bazı tariklerle sahih, amma başka bir yolla gelen rivayet silsilesinde mevzu ve bâtıl olabileceği…

5- Aynı eser 2/390, 391 ve 394’de; İbn-ül Cevzî’nin mevzu’ dediği bazı hadîseri, İmam-ı Suyutî onları uzun tahliller neticesinde sıhhatlerine hükmetmiş olduğu…

6- Levakıh-ul Envar – Şa’ranî sh: 656’da hadîs rivayetinde ve cerh usûlünü tatbikte tehevvür ve hiddetten içtinab etmenin zarureti hakkında izahlar…

“Lâ asle lehû” ve “Lâ yesihhu” ve “Aslını bulamadım” gibi tabirleri…

İlm-i Hadîs muhakkikleri olan allâme zâtlar, bazı hadîsler hakkında “Lâ asle lehû” yani aslı yoktur veya “Lâ yesıhhü” tabirlerini bazan kullanmışlardır. Muhaddislerin bu tabirlerinin maksad ve muradları nedir diye meşhur Şeyhülislâm İbn-üs Salah’tan sorulmuş. O da şu şekilde cevab vermiş:

“Bizim bunlar gibi tabirlerden muradımız budur ki: Hadîsin senedi itibariyle sahihlerin şartları bulunmadığı zaman bu hadîs sahih olan hadîslerin cinsinden değildir demektir.” (Fetavî ve Mesail-i İbn-üs Salah 1/174)

El-Hâfız Zeyneddin-i Irakî Hazretleri, İmam-ı Gazalî’nin İhya-u Ulûm-id Din eserinin hadîslerini tahkik ve tahriç yaparken, bazı hadîsler için “Aslını bulamadım” ifadelerini kullanmış. Bence, Hâfız Irakî’nin maksadı da İbn-üs Salah’ın üstteki cevabında olduğu gibidir. Bir de bize göre şu mânası da olabilir: “Yani ben, Gazalî’nin okuyup tetebbu’ ettiği kadar bütün hadîslerini ve kitaplarını ve onların senedlerini görmemiş olabilirim. Bunun için, Gazalî’nin bazı hadîslerinin senedlerini bendeki hadîs kitaplarında bulamadım.”

Netice olarak: Muhaddislerin; “Aslı yoktur” veya “Sahih değildir!” ifadelerinden en bariz mânası, o hadîsin senedi yoktur.. veya seneden sahih hadîsler cinsinden değildir demektir. Yani şu hadîs, bize ulaştığı kadarıyla biz onun senedini görmemişiz demektir. Yoksa o gibi tabirler hadîsin mâna ve metni için kesinlikle müsta’mel değildir. Murad da o değildir.

—————————————————————————————————————————

Fukaha tabir edilen usûl ve fürû-u Şeriatın allâmeleri olan müştehidlerin hadîse bakış açıları:

Evvelâ, şunu hemen belirtmek gerekir ki; büyük müçtehid imamlar, başta dört mezheb imamı olmak üzere her birisi en âlâ derecede müçtehid oldukları gibi, aynı zamanda bizatihî muhaddisdirler de.. Nitekim her bir imamın bir hadîs kitabı da mevcuddur. Ancak tek bir fark vardır; İmam-ı Ahmed bin Hanbel müstesna olarak, diğer üç mezheb imamı hadîs-i şeriflerin nakil ve rivayet işinde bulundukları halde, onun cerh, ta’dil ve sairesiyle fazla meşgul olmamışlardır. Çünki vazifeleri daha büyük ve daha küllî idi. İştigal mevzuları da, umum ümmete her zaman zarurî ve lâzım olan bir vazife idi.

Hadîslerin zâhirî senedleri bırakmakla birlikte, elden geldiği kadar onları dinlemeyi de ihmal etmemişlerdi. Amma bu zâtların üzerinde en çok tefekkür edip düşündükleri şey; hadîsin mâna ve medlûlü ile, nâsihi ve mesûhu hangileri olduğu.. ve Şeriatın hangi mes’elesine hangi hadîslerin bakıp terettüb ettiği hususları idi.

Mutlak müçtehid olan zâtların hadîse bakış açılarının bir başka yönü de vardır. Belki de bu cihettir ki; onları hadîslerin senedleriyle fazla meşgul ettirmemiş. Zaten bir müçtehidin mutlak müçtehid olabilmesi için Allah’ın lûtfuyla ilim, irfan, feraset, velâyet ve tam kâmil rüsûh gibi işleri ve kaibiliyetleri isteyen ve birleştiren bir makama mazhar olması gerekmektedir. Amma bu da vardır ki, müçtehidlerin bu makam ve mertebeleri, bazı muhaddislerce bilinememiş ve anlaşılamamışdır.

Evet, biraz sonra misal ve örneklerini vereceğim mezkûr makamının ulviyeti, kemali ve ilimde rusûh-u tâmmı gibi mazhariyetleri, Allah’ın hususî lutfuyla bazı hâs kullarında tezahürü görüldüğü zaman; artık onlar -çoğu kere zannî ve tarihî olan- hadîsin senedi, cerh ve ta’dilin usûl ve kaidelerinden geçmede ve geçirilmeden de, hadîsin sahihlik, zaiflik ve mevzu’luk durumlarını kolaylıkla anlayabilirler ve anlayabilmişlerdir.

Şimdi bu davanın hafî de olsa -amma hakikat olarak- bazı delil ve misallerini arzetmeye çalışacağız:

1- Celâleddin-i Suyutî El-Havî Lil-Fetavî eseri 2/342-345 sahifelerde İmam-ı Şafiî’den naklen ve ayrıca da başka delilelr ile de isbat etmiştir ki; Resul-i Ekrem (A.S.M.) başta ahkâm-ı Şeriat olmak üzere, bütün mesail-i diniye ve İslâmiye’yi beyan eden umum hadîs-i şeriflerini Kur’an’dan istihraç etmiş olduğu gibi, âhirzamanda yeryüzüne inerek, müslümanların başına imam olarak geçecek olan Hazret-i Peygamber gibi bütün hükümleri doğrudan doğruya Kur’an’dan istihraç edecektir.

2- İmam-ı Şa’ranî El-Mizan-ül Kübra eseri 1/22 saifelerinde dava etmiş ve bir derece bunu isbat etmiştir ki; bütün ehadîs-i şerife Kur’an’ın içinde mevcuddur.

3- Yine, Suyutî Hazretlerinin El-Havî Lil-Fetavî 2/446’da; Abdullah bin Abbas’tan rivayeten demiştir ki; “Benim devemin yuları da kaybolsa, onu ben Kur’anda bulabilirim!”

4- Yine İmam-ı Şa’ranî Keşf-ül Gumme eseri 1/25’de ve Suyutî Hazretleri El-Havî Lil-Fetavî 2/346’da Said bin Cübeyr’den nakletmişlerdir ki; O demiş: “Ben Resulullah’tan gelen hadîs-i şeriflerden neyi ki işitttim, hepsinin tasdikini Kur’an’da buldum.”

5- Yine İmam-ı Suyutî El-Havî Lil-Fetavî 2/346’da isbat etmişki; bazı ülema-i kâmilîn herşeyi Kur’an’da bulabilme mazhariyetine ermişlerdir.

6- Yine İmam-ı Şa’ranî Hazretleri El-Mizan-ül Kübra eseri 2/43’de, dava etmiş ve bir derece bunu isbat etmiştir ki; başta dört mezheb imamı olmak üzere, bazı kâmil, veli olan muhaddisler Resulullah’la ruhen mülakî olurlar ve şüphelendikleri mes’eleleri veya hadîsleri sorarlar.

İşte bu nümuneler gibi daha birçok nümuneler arzedebilirdik. Lâkin bunlar maksad için kâfidir. İmamı Suyutî ve Şa’ranî ve sonra allâme Zebidî gibi zâtların bu mes’eledeki izahlarından anlaşılmaktadır ki;

Resulullah en başta olmak üzere, kademe kademe ve derece derece bazı Sahabeler, sonra Tabiîn’den bazı büyük kâmil veliler ve sonra da dört mezheb imamı ve bunlardan evvel Hazret-i Mehdî gibi zâtlara hâs ve mahsus olarak bir makam vardır ki; O’na çıkmış olan zâtlar, artık herşeyi, her mes’eleyi, her hadîsin aslını Kur’an’da görebilmişlerdir. Amma onlar bu sırlı makamın ve büyük mazhariyetin tezahürlerini sıkı sıkıya saklamışlardır. Umumî ahenk ve zâhire göre hareket edip, yinee muhaddislerin sa’y ü gayretleriyle husûl bulan hadîslerin senedleri hususundaki görüşlerini dinlemişler ve imkân nisbetinde de ona müraat etmeye çalışmışlardır.

Bu mes’elenin bir delili de, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinden nakledilmiş şu sahih rivayettir:

Üstadın ileri gelen talebe ve hizmetkârlarında Mustafa Sungur ve Bayram Yüksel gibi zâtlardan bizzat defalarca dinlemişim ki, Hazret-i Üstad demiş: “Ben eskide tahsil ettiğim bütün ilimler, hâfızama aldığım onca kitaplar ve pek geniş ma’lumat, benim Kur’an’a çıkmam için basamaklar oldular. Kur’an’a çıktım, baktım ki; herbir âyet-i Kur’anayi, kâinatı içine almıştır. Ondan sonra daha hiçbir kitaba ihtiyacım kalmadı…”

Evet, görüldüğü üzere, Hazret-i Üstad Bediüzzaman da aynı mes’eleye ve mezkûr aynı makama işaret edip parmak basmaktadır.

İşte mezheb imamları ve başta İmam-ı A’zam Ebu Hanife olarak, az üstte kaydedildiği üzere, muhaddislerce yürütülen hadîsin cerh ve ta’dil kanunlarını dinleyerek müraat ettikleri gibi, onun mânası ve hakikatına dalar, Din-i Mübîn-i İslâm’ın hangi mes’elesiyle ilgili olduğunu ve hangi şer’î hükmü aydınlattığını düşünürlerdi. Nitekim, “Ahbar-ı Ebu Hanife” eserinde kaydedildiğine göre, İmam-ı A’zam Hazretleri işittiği bir hadîsin sened ve sairesi gibi zâhirî tarafına değil, onun mânasının derinliklerine dalar, düşünür, İslâm’ın mes’elelerinin halli için tefekkür ederdi. (Ahbar-ı Ebu Hanife sh: 330)

Yine aynı eserin 78. sahifesinde: “İmam-ı A’zam Hazretleri, hadîs toplayan muhaddisleri bir eczahaneye benzetiyordu.”

Keza İmam-ı Ali (R.A.) Nehc-ül Belâga – Tahkik Subhî Salih sh: 327’de: “Resulullah’ın sözlerinde hâslar, âmmlar, nâsih ve mensûhlar bulunduğunu, bunları birbirinden ayırt edemeyen kimseler, Şeriatın mes’eleleri hakkında konuşmaya, fetva vermeye hakkı yoktur.” demiştir.

Yine Ahbar-ı Ebu Hanife eseri sh: 35’de; meşhur ve kâmil muhaddis “A’meş” gayet samimi itiraf edip demiş ki: “Biz muhaddisler ezcahane gibiyiz. Fukaha ise, eczacı ve kimyagerdirler.”

İşte müçtehidîn-i izam hazeratının hadîse bakış açıları hakkında, şu çok kısa olan bilgiler, tam ayna olamıyor ve kâfi gelmiyorsa da, lâkin maksada işaret etmesi bakımından bu makama şimdilik kâfi olduğu ümid edilir.

—————————————————————————————————————————
Ehl-i Velâyet ve Zühüd” denilen büyük taifenin hadîs ilmine ve hadîsin cerh ve nakd ve ta’dil usûl ve kanunlarına karşı nasıl bir telâkki içinde oldukları mes’elesi…

Ehl-i Velâyet ve Zühüd” denilen büyük taifenin  istediğimiz husus, ehl-i velâyetin büyük âlimleri ve hadîs ilmine vâkıf büyük şahsiyetlerinin hadîs ilmi ve usûlüne karşı telâkki tarzlarına işaret etmektir. Nasılki fukaha ve müçtehidîn bahsinde pek yüksek bir makam ve yüce bir kabiliyet ve mazhariyetten ve mükemmel ve tam bir rüsuhtan bahsetmiştik. Hem o makamın ancak mutlak müçtehid imamlarına hâs olduğunu da arzetmiştik. Burada da, büyük ve kâmil velî zâtların yüksek tabakasına mahsus bir makamdan ve onun tereşşuh ve tezahürlerinden söz edeceğiz. Yoksa ismine velî denilen herkes için elbette ki değildir.

Evet, kâmil ve büyük velî zâtların da, müçtehidlerin büyük şahsiyetlerine mahsus makamlarına benzer bir makamları vardır ki; çok az ârıza ve fire verir, ekseriyetle isabetli ve doğru olur. Bunun da kısaca ve hülâsalı bir tarifi şöyledir ki; bu zâtlar isterlerse Allah’ın izin ve havliyle geçmiş zamanların derinliklerine ruhanî ve keşfî bir sûrette dalıp, hâdisatı ruhen ve kalben müşadehe etmeleri mümkün olduğu gibi; gelecek zamanın da içlerine girip, vuku’ bulacak olan bazı hâdiselerin İlm-i İlahî’deki mukadder eşkalini hissedip temaşa edebilirler. İşte veliyy-i kâmil olan zâtların ve grubunun zâhirî ülemadan bâriz farkları da budur ve bu mes’ele vakî ve gerçektir. Evliya arasında meşhur ve meşhud olduğu gibi, ümmetin telâkki-i bilkabulünce de sarsılmaz hakikatlardandır. Bu mes’eleye ve kökleşmiş hakikata zâhirperest ülema, canlaır istediği kadar inanmayıp kabul etmesinler… Hattâ red ve inkâr ile karşı da çıksınlar, hiçbir kıymeti yoktur.

Bu mes’elede şunu hemen başta kaydetmek gerekir ki; evliyanın keşf ve müşahede yoluyla Resulullah’tan hadîslerin veya diğer bazı mes’elerin asliyetini, sıhhat ve doğruluk durumunu sormaları kaziyesi elbette şer’î hükümlerde esas ve mesned kabul edilmiş değildir. Ehl-i keşif ve şuhud olan evliyanın bu yüksek tabakası dahi, hiçbir zaman bunu dava etmemişlerdir. Şahsen ve hususî sûrette ve kendi has âlemlerinde belki onunla amel edenler olmuştur. Amma zahir nazarda Muhaddislerin hükümlerine uymuş ve itaat etmişlerdir. Zira bu iş, eğer iddia şeklinde ortaya atılmış olsaydı, bazı su’-i istimaller götürebilirdi. Yani, meselâ İmam-ı Rabbanî, Cüneyd-i Bağdadî, Abdülkadir-i Geylanî ve Mevlâna Celâleddin-i Rumî gibi velâyetin zirvesinde bulunan zâtların muvaffak olduğu hâs bir makamda keşif ve şuhudları, başkalarında taklid yoluyla, hem bazı arızalar sebebiyle noksan olabilen keşiflerinde demüşahede ettikleri işler hususunda dava edecekleri iş, Şeriatın muhkem kaidelerine ters düşebilir ve bazı bulantılar ve su’-i istimallere sebebiyet verebilirlerdi.

Şimdi, bu mes’elenin hakikatını beyan eden ve işin içinde olup yaşayan büyük velî zâtların bazı söz ve hallerini nümune için kaydetmek istiyoruz:

BİRİNCİSİ: İmam-ı Suyutî, El-Havi Lil-Fetavî eseri 2/44 ve 349’da ayrı ayrı hâdiselerle izah ve isbat etmiştir ki; bazı kâmil velîler manen ve ruhen Hazret-i Peygamber’le mülâki olup, görüşüp, hadîs hususunda sualler sormuşlardır.

İKİNCİSİ: El-Hâfız Aclunî, Keşf-ül Hafâ eseri 2/262’de yazdığına göre: Muhyiddin-i Arabî demiş ki: hadîsi, her ne kadar muhaddislerin yanında senedi itibariyle sıhhati sâbit değilse de, amma keşif yoluyla yanımızda onun sahihliği sâbittir.

 ÜÇÜNCÜSÜ: El-Feth-ül Kebir kitabı Mukaddemesi sh: 7’de, Şeyh Yusuf-u Nebhanî, İmam-ı Suyutî’nin talebelerinden Necmedin-i Gazzî ve Abdülkadir-i Şazelî ve ayrıca İmam-ı Suyutî’nin Cem’-ül Cevami’nin kitabının kapağında bizzat müellifin hattıyla yazılmış olan ifadesine dayanarak kadetmiş ki: Suyutî Hazretleri bizzat kendisi söylemiş; “Ben yetmiş kadar def’alar Resulullah’la manen görüştüm ve şüphelendiğim hadîsleri sorar cevabını alırdım.”

DÖRDÜNCÜSÜ: İmam Şa’ranî Hazretleri, Levakıh-ul Envar eserinin baş taraflarında demiş ki: “Ben bir defa manen Resulullah’la görüştüğümde, ona sehiv secdesinde bazılarınca okunan nin keyfiyetini sordum. Resulullah (A.S.M.) bana tebessüm içinde buyurdular ki: “Hasenün!” yani “Güzel birşeydir” dedi.

BEŞİNCİSİ: Yine Şa’ranî Hazretleri aynı eseri sh: 60’da Muhyiddin-i Arabî’den naklen: “Bir çok muhaddislerce zaif gösterilen hadîsleri, ben Resulullah’dan sorardım, onların sahih olduklarına dair cevab alırdım.”

ALTINCISI: Yine Şa’ranî Hazretleri aynı eseri sh: 284’de, Şeyh Ahmed-i Zevavî’den naklederek kaydetmiş ki: “Biz, hadîs hâfızlarının zaif gördükleri bazı ehadîs-i şerifeleri Resulullah’dan sorarız, ona göre amel ederiz.”

Yedincisi: Mevlâna Celâleddin-i Rumî Hazretleri Mesnevî eserinde bu hususta şöyle der:

 Yani: “Ehlullahın meşrebi, Buharî, Müslim ve sair hadîs ve râvilerin kaynaklarına muhtaç olmadan, bizzat âb-ı hayat olan menba-ı Risaletten hakikatı alabilirler.”

İşte, evliya meşhur ve meşhud olan hâdiselerden sadece bir tek parmak işareti gibi, nümunelik bir kaç misal gösterdik. Bu nümuneler bahsimizin maksadı için kifayet eder tahmin ediyorum.

Hem yazdığımız şu evliya hakkındaki hâdiseler nev’inden, İmam-ı Buharî Hazretleri için de bazan vuku’ bulduğuna rivayetler vardır.

Demek anlaşılıyor ki; büyük hadîs imamları, tek tek bütün hadîsleri zâhir hale göre zarurî olara cerh ve nakd ve ta’dil usûl ve kanunları süzgecinden geçirdikten ve mertebe ve sınıflarını tesbit edip beyan ettikden sonra; Evliyanın kümmelinleri de, onları ayrıca keşif ve şuhud âleminde Resulullah’tan sorarak, ayrı bir sahada hadîslerin tahkik ve tashihlerini yapmışlardır. Cenab-ı Allah her hepsinden, bütün ehadîs-i şerifelerin yekûn harflerin sayısınca razı olsun, Rahmet ve Nurlarına mazhar buyursun, âmin…


Kaynak:Abdulkadir Badıllı - Risale i Nur'un Kudsi Kaynakları
Devamını Oku »

Ebu Talib el-Mekki'de Namazda Şekil ve Mana İlişkisi

Ebu Talib el-Mekki'de Namazda Şekil ve Mana İlişkisi
...İbadetin özü Allah’a saygı ve itaattir. Bu da Allah’ı gereği gibi takdir etmekle olur. Sırf cennet ümidiyle ibadet etmek veya cehennem korkusuyla isyandan ka­çınmak, Mekkî’ye göre Allah’ı hakkıyla takdir edememekten ileri gelmektedir..

Namazda Şekil ve Mana İlişkisi

Mekkî,namazın sözlü ve şeklî rükûnları olan tekbir, kıyam, rükû’, kıraat gibi fenomenlerin bedenen ve lisanen yerine getirilişi esnasında bunların içte ruhen ve zihnen de yaşanmasının gereğine dikkat çeker. Ona göre mü’minin kalbi, na­mazın rükûnlarıyla vasıflanmak, yani kişi yaşayarak namaz kılmalı, diliyle söyle­diğine ve bedeni ile yaptığı davranışa kalbi iştirak etmelidir. O “Allahu Ekber” dediğinde, Allah’ın her şeyden yüce olduğunun şuurunda olmalı, Allah’ın zikri olan namaz, kalbinde en büyük yeri kaplamalıdır. “Allahu Ekber” diyen kişi, bu­nu söylerken bir başkasının sözü olarak nakletmemekte, bir başkasından haber vermemekte, kendi samimî inancını manasına vermiş olarak ifade etmektedir. “Allahu Ekber” derken, söze uygun amel, Allah’ın kalbte her şeyden daha büyük olmasıdır. Bunu dil ile söylerken kişi kalbinde dünyada yüksek mevki ve statü sahibi olan kişilere, Allah’tan daha büyük yer veriyorsa, o kişi tekbir cümlesinin manasını yaşamamış olur. Onun sözü ile özü birbirine uymamıştır. (el-Mekkî, Kûtu l-Kulûb, c. II, sş. 196, 198.)

Kıyam, ilâhî huzurda saygı ile duruştur. Namaza niyetlenerek ayağa kalktı­ğında kalbi âlemlerin Rabbi için kıyam ettiğine şehadet eder. Allah’a ta’zim duy­gusu onun bütün varlığına hakim olur, her şeyi gözetimi altında tutan Allah ın korkusu onu içine alır.(ayn eser,cilt:2,s.198)

Kur an okumaya başladığı zaman, kelâmın sahibiyle olan beraberliği onun kaygısını azaltır. Çünkü o, kelâmın sahibiyle konuşmaktadır. Namazda Kuran  ayetlerini okurken tertîl ile (yavaşça) okumalı, İlâhî kelâmın manaları üzerinde düşünmeli ve manası yaşanmaya çalışılmalıdır. Bir rahmet âyeti ile karşılaşılaştığında onu arzulamalı, istemeli, azap âyetiyle karşılaşıldığında korkup Allah'a sığınmalı, teşbih ve tazim ifade eden bir âyet okunduğunda (kalkan) hamd, teshih ve tazîmde bulunmalıdır. (el-Mekkî, Kûtu'l-Kulûb, c 2, ss 195. 198)

Huşû ile namaz kılan kişi, ruküa eğildiği zaman kalbi derin bir saygı ile dolar, onun gönlünde Allah'tan daha yüce hiçbir şey bulunmaz. Rükûdan doğrul­du ğu zaman hamdın ancak Allah'a mahsus olduğunu müşahede eder, kalbi hu­zurla dolar. (Aynı eser, c. II, s. 199.)

Secde kulun ruhen Allah’a en çok yaklaştığı, kalbinin ulvî mertebelere ulaş­tığı andır. Bu durum Kur’ân’da “Secde et ve Allah’a yaklaş.'' âyetinde ifadesini bulmuştur.

Burada yeri gelmişken namazdaki kıyam, rükû ve secdeden ibaret olan şek­li erkânın, dindarın Rabbi karşısında duyduğu saygının bedenen ifade edildiği fenomenler olduğunu hatırlatalım. Buna göre ibadetler aynı zamanda kulun Rabb ine duyduğu ta’zim hislerinin bedenen ifade edilişidir.

ed-Dehlevînin de belirttiği gibi, ta zimin bedenen ifade edilişinde esas olan, boyun eğip teslim olunarak saygı gösterilenin huzurunda kıyam, rükû ve secde şeklinde birbirini takiben bir arada yerine getirilmesidir.' Buna göre kıyam, Al­lah’a saygı (tazim)nin gösterilişinin ilk aşaması, rükû ikinci aşaması, secde ise en ileri aşamasıdır.(Abdullah Yıldız,Namaz,syf;111)

Mekkî, sahibini her türlü büyük günahlardan ve ahlâk dışı davranışlardan alı­koyan namazın gereği gibi kılman ve Allah taralından kabul edilen namaz oldu­ğunu söyler.Kur’ân-ı Kerim de de namazın inananlar üzerinde gerçekleşmesi beklenen bu işlevine dikkat çekilerek “Sana vahyedılen Kur’ân-ı oku ve namazı kıl. Gerçekten namaz, kötü işlerden ve uygunsuz davranışlardan alıkor.’’ bu­yurmaktadır.

Namazın günlük hayatla müminler üzerinde görülmesi beklenen kötülüklere karşı frenleyici etkisi, namazla oluşacak ilâhı murakabe hissi ve güç kazanan inanç ve irade gücü sayesinde gerçekleşebilir. Sırf dinî sorumluluktan kurtulmak, dindar bir çevrede yaşadığı için sosyal uyumun bir sonucu olarak toplumda kabul gör­mek için biçimsel olarak, şuuruna varmadan âdeten kılınacak namazlardan böyle bir sonucun alınamayacağı açıktır. Günümüzde dindarların bir ahlâk problemi varsa ve ibadetlerine devam eden insanların bir çoğu ahlâkî zaaflarıyla sık sık eleştiriliyorsa, yani ibadetleri kişinin davranışlarına müsbet yönde etki etmiyorsa, bu­nun bir sebebi de ibadetleri ve özellikle namazı özümseyememektedir.

Namaz ilk bakışta tek bir ibadet gibi görünmekle birlikte o, bir ibadetler mec­muasıdır. Mekkî bu hususa da dikkat çekerek, namazın kıyâm, rükû, secde, tek­bir, hamd, kıraat, teşbih, duâ, istiğfar ve salâvât gibi öğelerinden her birinin müstakilen yapılması hâlinde de ayrı birer ibâdet ve zikir olduğunu söyler.(el Mekki,cilt:2,syf;200) Buna göre namaz en şumullü ibadettir. Namaz ona göre aynı zamanda diğer farz iba­detlere değer ve anlam kazandırır. Oruç, hac ve zekât ibadetleri, ancak namazla bir anlam kazanır. Yani kişinin namaz kılmaksızın haccetmesi, oruç tutması ve­ya zekât vermesi sağlıklı bir dinî yaşayış değildir.(El-Mekki,age,c.2,syf;306)



Hüseyin Certel,Tasavvuf Dergisi 2003,Sayı:10
Devamını Oku »

Asrın Hastalığı ''Mealcilik'' Üzerine

İlimsiz mealden hüküm çıkartma hastalığı

Muaviye radıyallahu anhtan gelen, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin buyurduğu:

“Allah kimin hakkında hayrı murad ederse, onu dinde fakih (helal ve haramı birbirinden ayırt edici) kılar. Her halde ben ancak ilmi taksim ediciyim. Allah Teâlâ ise vericidir. Ümmetimden bir taife, Allah'ın emriyle dimdik ayakta devam edecektir. Onları terk edenler ve onlara muhalif olan kimseler onlara zarar vermezler. Allah Teâlâ'nın emri; kıyamet gelinceye kadar, onlar bunun üzerindedirler.”(1)

“Allah kimin hakkında hayrı murad ederse, onu dinde fakih;helal ve haramı birbirinden ayırt edici kılar.” cümlesi, fıkıh bilginleri için kâfi bir müjdedir. Aynı zamanda fıkıh yani helal ve haramı birbirinden ayırt etme bilgisinin de üstün nimet olduğunu ifade etmektedir. Ancak nimetin yüceliğine mebni (ötürü), âfâtı da (zararları da) vardır. Bunun en büyük âfâtı (zararı), Kur'ân-ı Hakîm'i indî (şahsi) görüşlerle mana etmektir. Hâlbuki indî (ilimsiz şahsi) görüşlerle Kur'an-ı Hakîm'i mana etmek, bazen küfür olur, bazen da küfre yakın haram olur. Binaenaleyh mücerred (tek başına) mealden hüküm çıkarmak, yorum yapmak, ilmî büyük afattır (ziyandır) ve haramdır.

Nitekim Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Neseî'nin de tahric ettikleri, Cündüb radıyallâhu anh'tan gelen bir hadîs-i şerîfte Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Kim, Kur'an'da görüşüyle söylerse ve bunun üzerinde isabetli olsa dahi, hakikaten o hata etmiştir.” (2)

Buradaki hatadan iki mana murad olunmaktadır. Birincisi, isabetsiz mana etmektir; bu küfürdür. İkincisi, isabetli olarak mana etmektir; bu ise büyük masiyettir (isyandır, günahtır), haramdır. Her halükârda Hadîs-i Şerif, şahsın, Kur'an'ın lafzından görüşüyle hüküm çıkarmasını yasaklamıştır.

Bundan anlaşıldı ki, bizim zamanımızda, özellikle Türkiye'de, ulemanın görüşüne, tefsirlere müracaat etmeksizin mücerred (tek başına) meal okunması (neticesinde hüküm çıkartmaya çalışılması) ya küfürdür ya büyük bir ma'siyettir. Hele hele bunun üzerinde bir de münakaşalar olursa; mesela, “Şu ayet bunu demek ister... Bu ayet bunu demek ister...” gibi çekişmeye sirayet ederse, küfür olur.

Nitekim Hâkim, Ebû Dâvûd ve İmam Ahmed'in tahric ettikleri Ebu Hureyre radıyallâhu anhtan gelen bir hadîs-i şerîfte Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Kur'an'da cedel (Tartışma, çekişme, münakaşa etme) küfürdür.”

“Kur'an'da cedel (Tartışma, çekişme, münakaşa etme) küfürdür.”(3)

Hastalıktan kurtulmanın çareleri

Mutlaka, Müslümanların böyle büyük hatalardan sakınmaları farzdır. Farzı terk etmek haramdır. Öyleyse bu haramı işlemekten kurtuluşun iki çaresi vardır:

Birincisi; Üstat Bedîuzzaman'ın kendi eserlerinde tatbik ettiği gibi, ayetleri okuyarak mealini söylemeksizin, hükümlerini müctehidlerden ve muteber eserlerden nakletmektir.

İkincisi; mealde fikir ve düşünceyi yürütmeksizin tefsirden, mesela “Elmalı yahud Vehbi Efendi yahud Ömer Nasûhî, şöyle şöyle yazmışlardır” diye nakletmektir. Bu nakilde dahi titiz bulunmak farzdır. Aksi takdirde hatadan korunulmaz. Şu halde Kur'an ve Hadîs-i şerifleri, anlayışımızla değil, müctehidlerimizin, bid'atten sakınan ulemâmızın anlayışıyla anlamalıyız. Bu bir düsturdur.

Nitekim Dâre-kutnî'nin tahric ettiği, Ebî Sa'lebe'den gelen bir Hadis-i Şerifte Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Gerçekte Allah Teâlâ birçok farzları farz kılmıştır. Onu zayi etmeyin. Gerçekte masiyetten (isyan ve başkaldırmaktan) birçok haramları yasaklamıştır; ona yanaşmayın. Birçok hududları; sınırları beyan etmiştir; onu geçmeyin. Unutmaksızın birçok şeyleri bırakmıştır; onu araştırmayın.”(4)

“Gerçekte ma'siyetten birçok haramları yasaklamıştır; ona yanaşmayın.” Şirki, zinayı, riyayı, ribâyı, içkiyi, kumarı açık delillerle yasaklamıştır. Onun her bir yasağı birer sınırdır, işte bu sınırı geçmek, farzları zayi etmek gibi yasak ve haramdır. Bazı serseri insanlar, mealde haram lafzını bulsalar, “Bu haramdır” der, fakat haram lafzını bulmazlarsa, yorum yaparlar. Bu küfre götürür. Nehyi; kesin olarak yasağı beyan eden “Zinaya yanaşmayın.” (EI-İsrâ; 32) gibi emirler, yasağı beyan ettiği gibi, haramı ifade eder. Artık nehyin (yasaklananın), haramı mı, kerahati (Harama yakın sayılan fiil veya şeyi) mi, hilâf-ı evlâyı (daha uygun olana aykırı olanı) mı ifade ettiğini bilemediğimiz için, müctehidin hadislere müracaat ettiği gibi, biz de müctehidlerimize müracaat ederek, şu ayetin ne ifade ettiğini öğrenmeliyiz. Aksi takdirde, Allah Teâlâ korusun, bilemediği yerde şahıs küfre girebilir. Bunun için Kur'an ve hadisleri, anlayışımızla değil, müctehidlerin anlayışıyla anlamak farzdır. Onda görüş beyan etmek haramdır, diye hükmedilmektedir.

Âlimlere uyma zorunluluğu

“Unutmaksızın birçok şeyleri bırakmıştır; onu araştırmayın.” Allah Teâlâ her bir kuluna ayrı ayrı sıfatlarla tecellî eder; bilgiyi ihsan eder. Bazı insanları, fıkıh ilminin bilgini olarak yaratmıştır; üç asırda yaşayan büyük müctehidler ve mezheb imamları gibi. Binaenaleyh bu Hadis-i Şerifte, bizim ayet ve Hadisi araştırmamız yasaklanmıştır. Gücümüz yettiği nisbette hükümleri onların sözlerinden anlamaya çalışmalıdır.

İşte en büyük afat, ayet ve hadis meallerinde, bu işte yetkili olanlara müracaat etmeksizin yorum yapmaktır. Bu yorum isabetli olsa dahi yine hatadır, masiyettir, haramdır. Ayette bu olduğu gibi, hadiste de aynıdır. Mesela namazın farziyetini ayet ve hadisten öğrenip inandığımız gibi, müctehidlerden de namaz kılmasını, rükünlerini, şartlarını, vaciblerini, mekruhlarını, müfsidlerini öğrenmeliyiz. Demek, “Fukahanın (Fıkıh alimlerinin) görüşleri, beşerî sistemdir.” diyen, ondan sakındığı kuyuya düşmüştür; habersiz...

Hadis uyduran yalancılar

Bazı serseri insanlar, “Peygamber'in aleyhinde söz uydurma haramdır; lehinde haram değildir” derler. Bu şeytan tuzağıdır. İnandırmak için fikrini ayet ve hadise dayandıran, küfre girer. Artık kıldığı namaz, yaptığı ibadetler boşa gider.

Nitekim Müslim ve Tahâvî'nin de tahric ettikleri Semure bin Cündüb ve Muğîre bin Şu'be'den gelen bir hadîs-i şerîfte Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Kim hakikaten yalan bildiği halde Benden bir söz söylerse, gerçekte o, yalancıların biridir.”(5)

Yalancıya lanet gelir. Yani Allah Teâlâ'nın gazabına müstahak olur. Binaenaleyh dinin aleyhinde ve lehinde Peygamber'e söz uyduran, gazab-ı İlâhiye'ye müstahak olmuş demektir. Bu takdirde, şu hüküm Hadis midir, değil midir diye aklında tereddüd eden kimse dahi, sözünü ayete yahud Hadise isnad edemez. Ettiyse lanete müstahak olup haram işlemiştir. Küfre girmesi de muhtemeldir. Çünkü yalandan Allah Teâlâ ve O'nun Resulüne isnad, en büyük iftiradır, binaenaleyh en büyük günahtır, haramdır.

Aman dikkat! Tehlike büyük…

“...Bilgisizce insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan kim daha zalimdir! Şüphesiz Allah o zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.”(En'âm; 144) mealindeki ayette beyan edildiği üzere, Allah Teâlâ'nın hükmünü bilmeksizin, “Allah'ın hükmüdür” diye söz uydurmak en büyük zulümdür. Yani yalan söz, doğrusu iftira, akıbette dalâlet olduğundan, kim söyleyeceği hükmün Kur'an'da olduğunu bilmeksizin sözünü ayete isnad ederse, en zalim olmuştur. Yani saptırmak için söz uydurma da zulüm olduğu halde, ayette bu kastedilmemiştir.

Mesela gayrı müslim bir kimsenin, inkâr, alay yahud istihfaf yoluyla Müslümanları saptırması kastedilmemiştir. Bilakis, ‘Müslümanım’ deyip de sözünü, Allah Teâlâ'nın hükmüne isnad eden kastedilmiştir. Yahudilerin hahamlarının ve Hıristiyanların papazlarının, indî meselelerini, “Allah Teâlâ'nın hükmüdür” diye saptırmaları gibi. Binaenaleyh Kur'an'da hükmün olduğunu kesin bir bilgiyle bilmeyenin, hükmü Kur'ân'a isnad etmesi, en büyük iftira ve en büyük zulümdür. Bu itibarla “Kur'an'da cedel (Tartışma, çekişme, münakaşa etme) küfürdür.” mealindeki hadisten de bu mana anlaşılmaktadır.

Böyleleri Kur'an'ın müteşabih ayetlerini ele alırlar. Kur'ân'ın müteşabih ayetlerini hevâ ve heveslerine göre mana ederler. Sonra yalancı olmadıklarını ispatlamak için sözlerini ayete dayandırarak, “Allah şöyle buyurdu... Allah böyle buyurdu...” derler.

Asrımızda bu tehlike umumlaşmıştır (genele yayılmıştır). Mesela Arabî nazm-ı şerîfini bilmeyen birçok insanlar, sadece meal ellerine alarak ayet ve hadislerle fikirlerini bildirirler. Arabî bilenler dahi, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin o güzel itikadlarını bertaraf etmek için, müşrikler hakkında nazil olmuş ayetleri veya hadisleri, müslümanlar hakkındaymış gibi izah ederler.

İşte bu ilmen ve itikâden haramdır ve en büyük zulümdür. Çünkü ayetlerde muhkem, müteşabih, umumu ifade eden, hususu ifade eden, mücmel, müfesser birçok lafızlar vardır; usul ilminde çok aşina ve ashab, tabiîn ve tebei tabiînin tefsirlerine vâkıf olandan başkası onu çıkaramaz. Sadece mealiyle ortaya çıkmak isteyenler, Kur'an ve hadîsi, galiba normal bir beşer sözü gibi zannederler. Bu ise küfürdür.

Bi’dat ehlinin dinlemenin, birlikte olmanın zararları

İlmî ve itikâdî haramlardan birisi de, hevâ ve heveslerine uyan ehli bidatle beraber olmaktır. Müslüman, mutlaka Allah Teâlâ'yı sevdiği, Resulüne ittibâ (tabii ve itaat) ettiği için, Allah Teâlâ'yı inkâr edenleri ve O'nun Resulüne ittibâ' etmeyenleri terk etmeye mecburdur. Binaenaleyh hayata nazaran insanlar üç kısımdır:

1. Bilgisizliğe, cehalete kanaat ederek şer'î ilimleri terk edenlerdir. Birçok hristiyanlar bu yolda zihab ettiler. Kur'ân-ı Hakîm'de bunlar (dallin) diye beyan buyrulmuştur.

2. Bildikleri halde, bilgileriyle amel etmeyenlerdir. Yahudilerin hepsi bu yolda zihab ettiler. Bildikleri halde bilgileriyle amel etmediler.

3. Sırât-ı müstakîm üzerinde müslüman olanlardır. Bunlar, bilerek inanarak amel edenlerdir. Binaenaleyh bilgisiz amel eden, hristiyanların; amelsiz bilgiyi çoğaltan, yahudilerin yoluna gitmiştir.

Bid'atçileri dinlemek haramdır.

İşte ilmî ve itikâdî hatalardan birisi de, bid'atçilerin kitaplarını okumak, sözlerini dinlemek, onlarla hemdem (birlikte) olmaktır. Müslüman hakkında bundan daha zararlı hiçbir şey olmaz.

Ne fayda ki bu asırda, takva sahibi ulemâ, devamlı bir surette tenkid edilmekte, vazifelerini yapmazlar diye şikâyet edilmekte ve onları avam tabakasının gözlerinden düşürmeye gayretler harcanmaktadır.

Bu ilim değil, halkı dinden uzaklaştırmaktır. Bu telkinler, yine İslam düşmanları tarafından Müslümanların kulağına sokulmuş, akıllarını şaşırtmış hile ve tezvirlerdir. Hiçbir yer yoktur ki, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem o yerde ümmetine bir mesaj vermemiş ve onları hak ve gerçeğe irşad etmemiş olsun. Elbette bu hususta da ümmetine yol göstermek için mesajlar vermiştir.

Nitekim Müslim ve Buhârî'nin de tahric ettikleri Abdullah bin Amr bin As'tan gelen bir Hadis-i Şerifte Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Gerçekte Allah ilmi kullarından çekip alıvermez. Amma velakin, ulemâyı kabzeder. Onlarla birlikte ilmi de kaldırır. Nihayet bir âlimi bırakmayacağı zamanda, insanlar cahil reisleri tutarlar; onlara sorulur; insanlara ilimsiz fetva verirler. Bu suretle hem saparlar hem saptırırlar.”(6)

Hadîs-i şerîf mu'cize olarak kıyametin küçük alâmetlerinden bahis buyurmaktadır. Bu hadîsi şerheden ulemâdan birçoğu, zamanlarından şikâyet etmişlerdir.

Eğer onlar bizim zamanımızı görselerdi, ne diyeceklerdi?!. “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah.”

Fuhuşlar açıkta yapılmaktadır. İçkiler serbest satılmakta... Hâsılı kebâirler alenen işlenmektedir.

Havas uykuda... Avam komada... Artık her bir insan kendi görüşüyle, hevâ ve hevesiyle meydan okumaktadır.

Kendi hesaplarına geleni alırlar. Şeriatten bir hüküm işittikleri zaman, kafalarında çizilmiş olan plana uygun ise kabul ederler; değilse ya tevil ederler, ya reddederler. Bunların hepsi haramdır, zulümdür. Artık Allah Teâlâ için sevgi, Allah Teâlâ için buğzetmek, mü'minler içerisinde ve cemaatler arasında yok olmaktadır. Bu da ayrı zulümdür.

KAYNAK:

1) Müslim h.n.1037 = 98, Buhârî h.n.71, imam Tahâvî Şerh-u Müşkil-il-Âsâr c.4 s.387, h.n.1683.
2) Sünen-i Ebî Dâvûd h.n.3652 yahud 3635, Sünen-i Tirmizî h.n.2952, Neseî, es-Sünen-ül-Kübrâ c.5 s.31 h.n.8086, Tabarânî el-Mu'cem-ul-Kebîr c.2 s.163 h,n.1672, imam Beğavî Mesâbîh-us-Sünne h.n.177.
3) Müsned-i İmam Ahmed c.2 s.300 h.n.7971 ve s.424 h.n.9457, Sünen-i Ebî Dâvûd, h.n.4603 yahud 4579, Hâkim el-Müstedrek c.2 s.223 h.n.2882.
4) Sünen-i Dârakutnî c.4 s.184, Sünen-i Beyhakî c.10 s.12 Hâkim el-Müstedrek c.4. s.115 h.n.7114, Ebû Nuaym Hilyet-ul-Evliyâ' c.9 s.17.
5) Müslim Mukaddime c.1 s.9, el-ihsân fîTakrîb-i Sahîh-i ibni Hibbân c.1 s.213 h.n.29, İmam Tahâvî Şerh-u Müşkil-il-Âsâr c.1 s.373 h.n.421.
6) Müslim h.n.2673 = 13, Buhârî h.n.100 = 42, el-ihsân fî Takrîb-i Sahîh-i ibni Hibbân c.10 s.432 h.n,4571, imam Tahâvî Şerh-u Müşkil-il-Âsâr c.1 s.283 h.n.306

İsmail Çetin Hocaefendi
Bu Yazı gülistandergisi.com'dan alıntılanmışıtır...

Devamını Oku »

Ahzab 16.Ayet Tefsiri

Ahzab 16.Ayet Tefsiri
Ahzab 16.Ayet Meali:

"Onlara de ki, ölümden ya da öldürülmekten kaçsanız bile bu ka­çış size asla fayda vermez. Ancak kalan ömrünüz kadar yaşarsınız."

Daha önce de belirttiğimiz gibi her milletin olduğu gibi her insanın da yazılmış, belli ve sınırlı bir ömrü ve eceli vardır. Öm­rün son anı olan ecel geldiği zaman, ölümden kaçıp kurtulmak mümkün değildir. Hatta, kişi ölmemek için savaş meydanına çık­masa veya oradan kaçsa bile, şayet vadesi orada ve o kaçtığı savaş esnasında dolmuş ise, herhangi bir sebeple, mutlaka, hem de ken­diliğinden oraya gelir ve eceli yettiği an orada ölür ya da öldürü­lür.Kaldı ki, savaştan kaçan kimse, aslında ölümden değil, sade­ce Allah'a itaatten kaçmış olur. Çünkü ölümden kaçmak mümkün değildir. Zira her gece ile gündüzün geçmesi; ölüme bir gün daha yaklaşmak anlamına gelir. Bu demektir ki, geçen her an kişiyi, zorunlu olarak ölüme yaklaştırmaktadır. 0 halde mütemadiyen ölüme doğru gidiyorken ölümden kaçıp kurtulmak mümkün müdür?



M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

Hz.Peygamber'in Zeyneb İle Evlenmesi Meselesi

Hz.Peygamber'in Zeyneb İle Evlenmesi Meselesi


Ahzab,37.Ayet Meali:

“Biz bunu, evlatlıkları hanımlarını boşayıp onlardan arzularını gidermeyi sona erdirdiklerinde evlatlıklarının eşleriyle evlenmeleri hususunda inananlar için bir sakınca olmasın diye yaptık. Böylece Allah'ın buyruğu yerine getirilmiş oldu."

Ayette açıkça ifade edilen bu gerekçeden de anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber'in Zeyd'in boşadığı Zeynep ile evlenmesi, kendi arzu­suyla değil, tamamen Allah'ın izni ve iradesi dahilinde ve yanlış bir telakkinin toplumdan kaldırılması içindir. 0 halde bu evliliğin sebebi olarak uydurulan yakışıksız sözlerin tamamı yalandır.

Bir çok tefsirde yer verildiğine göre, güya bir gün Rasulullah (s.a.v.) Zeyd'le görüşmek için evine gider. Zeyd evde olmadığı için Peygamber'i, üzerinde dekolte bir kıyafetle Zeynep karşılar ve içeri buyur eder; 0 da bu teklifi kabul etmez ve geri dönerken "Kalplerin çeviricisi Allah'ım sen ne yücesin!" der. Zeynep de bunu işitir ve kocası eve geldiğinde bunları ona anlatır. Bu sözden Zeyd, Rasulullah'm Zeyneb'e gönlünün düştüğünü anlar ve Zeyneb'i boşayarak Peygamber’in onunla evlenmesine imkân tanır.(Zamehşari,Keşşaf,3,427...)

Kanaatimizce, özet halinde naklettiğimiz bu sözler bir çok yön­den doğru sayılamaz. Bize göre en önemlisi de şudur: Bu sözleri doğru sayanların dediği gibi, "Evet” Hz. Peygamber de insandır. Bir insanın, evli olmayan bir kadına gönlü düşüp, aşık olması da insani bir duygunun sonucudur ve tabiidir. Fakat bu doğal durum düşünülürken çok önemli olan bir ilke de gözden uzak tutulduğu kanaatindeyiz. Şöyle ki, Hz. Peygamber de bir insandır. Her insa-

insani niteliklere 0 da sahiptir. Bunun aksini söylemek hem realiteye hem akla ve hem de Kur'an'a aykırı söz söylemek olur.Fakat ya gözardı edilen ya da bilinmeyen bir gerçek daha var.Şöyle ki;Hz Peygamber insandır, ama 0, herhangi bir hikmet ve kitap verdiği üsve-i insanlar arasından seçilmiş bir peygamberdir.Vahiy süreci boyunca eğitilmiş, Allah'ın tavsiye ettiği ahlak ile  ahlaklanmış,insani nitelikleri ve ahlaki güzellikleri

bakımından bir insanın ulaşabileceği en üst düzeye yücelmiş zir­vedeki mükemmel bir insandır. Normal insanlardan beklenebile­cek nefsi arzu ve şehvetle ilgili bir durumu O’ndan da beklemek ve bunu böyle mümtaz bir şahsiyete yakıştırmak, bizce en iyimser tahminle, O’nu tanımamaktan doğan büyük bir saygısızlıktır. Ayrı­ca boşanacağı bilinse bile, henüz boşanmamış olup bir başkasının taht-ı nikâhında bulunan bir kadına gözü ve gönlü, düşerek aşık olmak ve bunu bir biçimde açığa vurmak iffetsizlik olmaz mı? Dinen haram değil mi? Bu, O'nun sahip olduğu yüksek seciyesi­ne, ilmine ve hikmetine nasıl yakıştırılabilir! İşte bu gerekçeyle biz, "İçinde gizlediği şey Zeyneb’in aşkı, ona duyduğu sevgisidir." sözünü asla doğru bulmuyoruz! Bunu bir düşüncesizlik olarak değerlendiriyoruz.



M.Zeki Duman - 5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

Hz.Peygamber Mü'minlere Kendi Canlarından Daha Kıymetlidir

Hz.Peygamber Mü'minlere Kendi Canlarından Daha Kıymetlidir

النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُوْلُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَن تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُم مَّعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا

Ahzab,6.Ayet Meali:Peygamber, mü'mirilere kendi canlarından daha değerlidir, hanımları da onların anneleridir. Akrabalar, Allah'ın Kitabı'nda birbir­lerine müzminlerden ve muhacirlerden daha ileridirler; ancak dost­larınıza örfe uygun olarak yaptıklarınız başka! Bunlar Kitap'ta böyle yazılmıştır."

النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنفُسِهِمْ

Pek çok müfessir gibi Celaleyn'in şarihlerinden Savî de bu ayeti şöyle izah etmiştir: Bir tehlike ya da bir iyilik karşısında kişinin nefsi ile Hz. Peygamber'in nefsi karşı karşıya kaldığında, mü'min kesinlikle Peygamberi kendisine ter­cih etmeli ve yeri geldiğinde O'nun için canını bile feda etmekten çekinmemelidir.

Hz. Peygamber mü'minler için canlarından daha değerli olunca, elbette O, insanın canından daha az kıymete haiz olan çocukların­dan, mallarından, eş ve dostlarından daha da evla olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber, başta iman ve İslam olmak üzere mü'minlerin dünyada ve ahirette sahip oldukları ve olacakları üstün meziyet ve nimetlerin hepsinin en önemli vasıtasıdır.’’

Bu ayet bir de şöyle izah edilebilir: Mü'min, Hz. Peygamber'in istediği ve teşvik ettiği şeye uymalı, aynı konuda nefsinin hoş gö­rüp arzu ettiği şeyi terk etmelidir. Çünkü Hz. Peygamber'e itaat Allah'a itaattir, O'na itaatsizlik de Allah'a isyan sayılır. Ayrıca Hz. Peygamber İlim, Hikmet ve Kitap sahibi seçkin ve faziletli bir pey' gamberdir. O sürekli olarak Rabb'inden vahiy almaktadır. Nefsi­mizin arzu ettiği şeyin hakkımızda şer olma ihtimali vardır; bazan istediğimiz şey ilme ve hikmete aykırı da olabilir, ama Hz. Peygamber'in bizim için istediği şeyde mutlaka hikmet vardır.

.......

Fuzulî'nin de söylediği gibi:

Cânımı canan eğer isterse minnet canıma

Can nedir ki anı kurban etmeyim cananıma...

Öyle ya! Nihaî amaç Rabb’imizin rızasını kazanmak olmak üze­re getirildiğimiz şu geçici sınav ortamında ancak iman ve İslam ile değer kazanabilen bu naçiz canımız ve hayatımız, onun müsebbibi olan Rasulullah (s.a.v.)’e niçin feda olmasın ki! Özellikle de bu anlayış içerisindeki fedayı can Rabb’imizin rızası ile de ödüllendiriliyorsa!...



M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

''Ancak Sana İbadet Ederiz ve Yalnız Senden Yardım Dileriz'' Anlamı

''Ancak Sana İbadet Ederiz'' Anlamı


Zemahşerî demiştir ki,ibadet, itaat ve boyun eğmenin en üst noktasıdır ve sadece Allah'a hastır; Allah'tan başkasına ibadet edilmez ve insanların emir ve yasaklarına itaat anlamında ibadet sözü kullanılmaz.

İşte, ibadet teriminin bu anlamı ve Allah Teâlâ'nın, kemal sıfat­larla muttasıf, yegâne ve gerçek ma'bud olup sayısız iyilik ve ni­metlerin sahibi olması sebebiyle biz:

‘’Ancak sana ibadet ederiz ve sadece senden yardım dileriz"(Fatiha,5) diyoruz.

Bu sözün bilincinde olan ve hayatını buna göre düzenleme ba­şarısını gösteren her insan, aynı zamanda kemal-i hürriyyetini de ilan etmiş sayılır.

Ayette, sadece sana ibadet ederim ve yalnız senden yardım di­lerim, değil de çoğul olarak "Sadece sana ibadet ederiz ve sadece senden yardım dileriz’’denilmesi çeşitli şekillerde izah edilmiştir. Mesela:

1-Kimileri ister kabul etsin, ister etmesin... Allah, yaratılmışlar'ın hepsınin yegâne ma'budu ve yardım kaynağıdır. 0 nedenle “tüm yaratılmışlar olarak biz..." anlamına gelebilir.

2-Bizim gibi aklı selim ile düşünenler, istisnasız sadece sana ibadet ederiz, demek olabilir.

3-Bu inananlarda bulunması  gereken cemaat şuurunun ifadesidir,Yani Allah'ın huzurunda sadece ben değil, din kardeşlerimle beraber biz varız. Birimizin ifadesi hepimiz adınadır, birimize gelmesini istediğimîz yârdim hepimizedir, gibi.

Bu ayet bir de şöyle izah edilmiştir; "Cemi sıygasıyla zikredilen nehbud’deki zamir, üç taifeye işarettir. Birincisi: İnsanın vücudundaki bütün aza ve zerrata racidir ki, bu itibarla şükr-ü örfiyi eda etmiş olur. İkincisi: Bütün ehl-î tevhidin cemaatlerine aittir. Bu cihetle şeriate itaat etmiş olur. Üçüncüsü: Kâinatın ihtiva ettiği mevcudata işarettir. Bu itibarla şerait-i fıtriyye-i kübraya tabi olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sacid ve abid olmuş olur.(Said Nursi,İşaretul İcaz,21)

Bu noktada bir hususa daha açıklık getirmek isteriz.Biz sadece Allah'tan değil,Allah'ın kullarından da yardım diliyoruz.Çünkü iyilikte ve takvada yardımlaşmamız,bize Allah'ın bir emridir.(Maide 2)

Öyleyse 'sadece senden yardım dileriz' sözü ne anlama gelmektedir denilebilir:

Biz biliyoruz ki insanlar, birbirlerine muhtaç olarak yaratılmış­lar ve tek başlarına üstesinden gelemeyecekleri ağır işlerinde birbirleriyle yardımlaşmak zorundadırlar. Hiçbir insan diğerinden bağımsız değildir. Yine biliyoruz ki kesin, sınırsız ve yeterli yardım sadece Allah’tan gelen yardımdır. İnsanların birbirlerine yardımı dahi Allah'ın izni, dilemesi ve muvaffakiyetiyle mümkündür. 0 dileyip izin vermedikçe hiçbir kimsenin yardımı kimseye ulaşmaz ya da fayda vermez... İşte bu yüzden biz, yardımın gerçek kaynağı­nın Allah olduğu bilinci ile insanlardan yardım dilediğimiz zaman gerçekte yardımı, sadece Allah'tan istemiş oluyoruz. Bu durum, okuduğumuz bu ayete karşı olmadığı gibi insanlardan yardım istememize mani de değildir.

Ayrıca, bizim hayatımız ve ölümümüz tamamen Allah'ın elin­dedir. Dilediği her şeyi yapma güç ve yetkisine sahip olan sadece O'dur. İnsanların, birbirine yardımı engellenebilir ama, Allah’ın lütfü ile yapmak istediğini geri çevirebilecek hiçbir güç yoktur.

M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

İbn Arabi'den 'Söz Hastalıkları' Hakkında

İbn Arabi'den Söz Hastalıkları Hakkında


Bu hastalıklardan biri, hak sözü, doğru sözü iltizam etmektir. Bu en büyük hastalıklardan biridir. Bunun ilâcı ise, hak sözün, doğru sözün nerede, hangi alanda sarf edileceğini bilmektir. Hiç kuşkusuz gıybet doğrudur, gerçektir; fakat gıybet yasaklanmıştır. Dedikodu da (nemime} doğrudur, gerçektir; fakat o da yasaklanmıştır. Bir adam eşiyle yatakta başbaşa yaptığı şeyleri açıklasa, onları başkalarına anlatsa, onlarda doğru şeylerdir, gerçektir; fakat onları başkalarına anlatmak günah-î kebâir'dendir, yani büyük günahlardan birisidir Ayrıca, birine toplum içinde (mele') doğru, gerçek sözle nasihat etmek de doğrudur; fakat bu şekilde toplum içinde birine nasihat etmek kesinlikle ayıptır. Böyle birşey ancak cahillerden ve garaz sahiplerinden sadır olur. Çünkü nasihattan amaçlanan fayda, bir yararın sağlanması ve arada bir sevgi­nin husule gelmesidir. Eğer nasihatler toplum içinde yapılır­sa, kabul görmez, hatta düşmanlık bile doğurabilir. Allah bu tür davranışı zemmetmiştir, yermiştir. Çünkü bu şekilde toplum içinde açıktan açığa yapılan nasihat, kendisine nasihat edilen kimseyi zor durumda bırakır, onu utandırır ve o konuda yalan söylemek zorunda bırakabilir. Böyle bir davranış büyük bir fesada sebep olabilir. Oysa ki, o nasihati ona yalnız başına olduğu bir zamanda, güzel bir tarzda yapmış olsaydı,

işte o kimsenin kusurunu, ayıbını güzelce izhar etseydi, kendisine nasihat ettiği konuda o işin çirkin ve kaba bir iş olduğunu bilmiyorsa, amacının ona bunu öğretmek olduğunu kibar bir dille ona açıklamış olsaydı, hiç kuşkusuz o kimse kendisine teşekkür ederdi, onu severdi ve hayır duada bulunurdu. Böylece o kimse için sonuç hayırlı olurdu. Dolayısıyla o kimse onun ölçüsü (mizan) içinde olurdu. Demek ki, her hak sözü, her doğru sözü gelişi güzel söylemekle yükümlü değiliz. Buna, ne şeriat ne yasa ne de örf izin verir.

2. Aynı şekilde, bir kimsenin, insanlara nefret edecekle­ri bir tarzda cevap vermesi de böyledir, o cevap doğru bile ol­sa. Çünkü böyle bir davranış kötü tabiat, karaktersizlik, bilgisizlik ve Allah'a karşı hayasızlığa delildir. Çünkü böyle bir kimse kendisinde, Allah'ın razı olmadığı bir ayıbı giderrnekten uzaktır. Eğer o kimse kendi ayıbına bakmakla meşgul ol­aydı, bu tutumu kendisini başkasının ayıbıyla uğraşmaktan alıkoyardı.

3. Arkadaşının ya da dostunun hareketlerini izlemeyi, adetâ onun aldığı nefesleri sayacak kadar herşeyi kaydetmeyi kendisine uğraş edinen bir kimse, bu tutumuyla çok şiddetli bir hastalığa yakalanmış demektir. Çünkü o kimse ken­disini ilgilendirmeyen bir şeyle uğraşıyor. Kendi nefsinden gafil oluyor. Oysa ki kendisi için farkına varmaksızın, herhangi bir gün için, onun sadakati zamanındaki bu tutumu onun ruhunda yer eder, nefsinde birikir. Ona ötedenberi duymuş olduğu muhabbeti, onun bu tutumu kapatır. Fakat, zaman geçip de kendi nefsinde arkadaşı hakkında en ufak bir çirkinlik (kerahet) görünce ya da ondan bir bıkkınlık ve usanç duyunca, ya da onun hakkında kendisinden bir yanılgı sudur edince, o zaman kendisinde birikmiş halde duran onun bütün kusurlarını, kabahatlerini ortaya çıkarır.

O çirkinlikler kabahatler kendisinde gizli halde durmaktaydı ve onları kendi nefsinde, tetebbuunda biriktirmişti. Bu durumda, arkadaşını paylama sırasında ona herşeyi sayıp döker ve «Sen falan gün şöyle şöyle demedin mi? Falan gün şunu şunu yapmadın mı?» der. Sonra, içinde biriktirdiği şeyleri teker teker sayıp dökünce, ona şöyle der: «Bütün bunlar dinin azlığına ya da dinin yokluğunu delildir; ben sende bütün bunları görüvordum ve diyordum ki, umulur ki onun bunda bir gerekçesi (vech) vardır. O konuda Şeriatta senin için bir gerekçe yoktur.» Ve bu , doğru sözün ihtilafıdır. Sonra, kötü gördüğü.; gafil olduğu, üzerinde nefeslerini saydığı şeylerin hepsini duyurur. Bu kez arkadaşı ya da dostu ona en büyük düşmanlardan biri olarak görünür. Bütün bunların aslı, kötü huyları, kusurları ve ayıpları için kendi tetebbuundandır, ayrıca kendi nefsinde biriktirmiş olduğu birikimlerindendir. Bu ise kötü tabiata, asıl ve füru'unun alçaklığına bir delildir. Bu tür tutumlar dostlar arasında çok sık görülen şeylerdir. Bu konuda bir şiirde şöyle denilmektedir:

Düşmanından bir kez sakın,

Dostundan bin kez sakın!

Çünkü dostluğunuz bozulursa şayet bir gün,

Sana nasıl zarar vereceğini çok iyi bilir dostun!

İşte, bütün bunlar bir vebaldir. Bu sözler doğru bile olsa söyleyen üzerine tekrar döner gelir.

4. Söz hastalıklarından biri de, insanların hallerini ve ne yaptıklarını sorup sual etmektir. Falan niçin geldi? Falar niçin gitti? gibi kendini ilgilendirmeyen şeyleri sormaktır. Ayrıca kendisinin evde olmadığı bir esnada, insanın ailesinin neler yaptığını araştırıp sorması, soruşturmasıdır. Bunun ilacı Allah'ın Resulü sallallahü aleyhi ve sellem'i davranışında taklit etmektir. Hz. Peygamber savaş dönüşünde, ailesini yanına geceleyin gelmemiştir. Geceleyin ansızın, haber vermeden ailelerinin yanına girmesinler diye, sahabelerini bundan sakındırmıştır, olur ya hoşlanmayacakları çirkin bir durumm görebilirler.

Gizli şeylerin örtülü, saklı kalması için bir yere girerken izin istemek de bu babdandır. Çünkü o, herkesin anlatmak istemediği bir şeyleri (hünât) olduğunu biliyordu. İnsan, yaptığı şeyler iyilik bile olsa, yaptığı herşeyin tamamının başkası tarafından bilinmesini istemez. Eğer bu soru soran kimse onunla ilgili bilgileri sormaya devam etse, soru sorulan kişiyi, istemediği şeyleri söylemeye veya yalana mecbur eder. Eğer konuşmazsa, devamlı soru soran kimse üzerinde bir diken etkisi bırakır. «Eğer onun benden gizlemiş olduğu şeyler konusunda, onun yerinde ben olsaydım, bunu ona sormazdım» der. Böylece ona beslemiş olduğu sevginin samimiyetinden bir şeyler eksilir. Eğer onun için kendi nefsinde bir töhmet hasıl olsa, o töhmet onu böyle bir fiile, böyle bir davranışa götürürdü. Ne şer'an ne aklen ne de görgü kurallarına göre bu, onun için uygun değildir. Bu, nadiren vuku bulan bir durumdur. Bu, ancak kalbi pis, dini zayıf, kötü ahlâklı kimselerde görülür. Nitekim, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: «Kişinin kendini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi, onun müslümanlığının güzeliğindendir» (Tirmizî, Zühd, 11; A. İ. Hanbel, 1/201)

5. Söz hastalıklarından biri de insanın yaptığı iyiliği başa kakmasıdır. İyilik yaptığı şahsa iyiliğini başa kakma suretiyle söylemesidir. İyiliği başa kakma ise, bir eziyettir. Bunun ilacı şudur: Bu kötü durum insanın başına gelince, nimetleri veren Allah bunun karşılığını boşa çıkarır. Hiç kuşkusuz Allah Telala bu tür bir ameli iptal eder. Nitekim şöyle buyur­maktadır: «Ey iman edenler! Malını gösteriş için infak eden gerçekte Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kimseler gibi, başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle yaptığınız hayırlarınızı iptal etmeyin, boşa çıkarmayın» (Kur'an, Bakara, 2/264). İyiliği başa kakmaktan daha büyük bir eziyet var mıdır? Çünkü bu nefsî (ruhî) bir eziyettir. Bunun ilacı ise, insanın elinde bulunan imkanların, Allah'ın ilminde ne ise o şekilde kendisine bir nimet ola­rak verildiğini ve bu iyiliklerin, bu nimetlerin ancak bir ema­net olarak kendi elinde bulunduğunu, onların gerçek sahibini henüz tanımadığını idrak etmektedir. O nimetleri, işin aslında Allah'ın belirlediği kimselere vermek suretiyle elinden çıkardığı zaman, işte ancak o zaman, o emanetin gerçek sahibini tanımış olur. Emaneti ehline teslim etmiş olduğu içir Allah'a şükreder. Kim bu görüşle, bu düşünceyle iyilik yaparsa, ondan asla eziyet doğmaz.

6. Söz hastalıklarından biri de aynı şekilde şudur: Bir insan kendi nefsinde tasarladığı bir işten dolayı çocuklarından; bazısına bir iyilik yapar ve aynı iyiliği diğer çocuklarına yapmaz. Birisi gelip de kendisine, iyilik yapmadığı çocuklarının, huzurunda, «Niçin aynı iyiliği bu çocuklara da yapmadın?” der. İşte, bu tür bir söz gerçekten fuzûli bir kelâmdır, lüzumsuz bir sözdür. Bu sözü, çocuğunun yanında söylemesi çok yersiz bir davranıştır, çünkü bu çocuğun nefsinde babasına karşı bir düşmanlık doğurur. Böyle bir davranış ancak cahil bir kimseden vaki olur. Çok lüzumsuz sözler sarfetmek şeytani sözler sarfetmektir. Böyle davranışlar vaki olduktan sonra, onların bir ilacı da yoktur; fakat vaki olmadan önce olursa, o zaman bunun ilacı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in sözündedir. O şöyle buyurmaktadır: «Kendini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi, kişinin İslâm'ının güzeliğindendir» (Tirmizî).

7. Aynı şekilde, söz hastalıklarından biri de bir insanın «Ben doğruyu söylerim; bunu duyan kimseye zor gelecekmiş, buna hiç aldırmam, beni hiç ırgalamaz» demesidir. Peki fuzûli kelâma bakması ve lüzumsuz sözlerin alanlarıyla (mevatın) ilgilenmesi ona zor gelmez mi? «Ben falana doğruyu söyledim; bunu duymak ona zor geldi» der. Kendi nefsini temize çıkarır ve başkasını yaralar ve incitir; ayrıca Allah'ın şu sözünü unutur: «Onların kendi aralarında gizli gizli konuşmalarının (necvâhüm) çoğunda hayır yoktur» (Kur'an, Nisa, 4/114) Bu ayet bu hastalığın ilacıdır. Bunun da yerleri vardır, ayrıca özel bir sıfatı vardır.

Bu ise, bir kimseye gizlice sadaka vermesini bildiren sözler söylemektir, açıktan, herkesin içinde sadaka vermeyi değil. Çünkü açıktan sadaka vermek de o kimsenin farkına varmadığı bir hastalıktır, çünkü o zaman o sadakayı Allah'tan başkası için veriyor duruma düşer. «Onların , konuşmalarının çoğunda hayır yoktur, ancak sadaka vermeyi emreden kimseninki müstesna» (Kur'an, Nisa, 4/114). Evet, bu ayet bir ilaçtır. Daha sonra, Allah «ya da iyiliği emreden kimsenin sözü müstesna» (Kur'an, Nisa, 4/114) diye buyurdu. İyiliği emreden sözün de nerede, nasıl sarfedileceğini Allah bildirmiştir. Bu sözü söyleyen kişi, onu dinleyen hakkında bir fayda hasıl olmasını umar. Bunun anlamı budur, ya da iyiliği emreden söz (maruf) budur. Öyleyse, kim böyle yapmazsa, o kimse ilim sahibi olduğunu iddia etse bile cahildir. Daha sonra Allah "ya da insanların arasını düzeltmeyi isteyen kimsenin sözü müstesna" diye buyurmaktadır. Bu tarz bir konuşma yapan kimsee bilir ki, Allah'ın muradı insanlar arasında sevginin ve saygının oluşmasıdır. O kimse bu uğurda çalışır, gayret eder. Eğer konuşan kimse sözü yerinde kullanmazsa, o zaman ça­tışmaya, kızgınlığa, nefrete ve tepkiye neden olur. Bütün bunlardan sonra, Allah bu ayetin sonunda, konuşmayı yapan, sözü söyleyen kimse hakkında şöyle buyurmaktadır:

“İşte kim bunu Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yaparsa, o zaman biz ona büyük bir ecir veririz » (Kur'an, Nisa, 4/114). Bu ancak, nelerin Allah'ı razı edeceğini, nelerin Allah'ı razı etmeyeceğini bilen kimselerin yapacağı bir iştir, ki bu da Allah'ın Kendi Kitabında ve Resulünün dilinde bildirdiği Şeriatın bilinmesiyle mümkündür. Dolayısıyla bir insan konuşmak iste­diği zaman, bu alanda her açıdan Allah'ın razı olacağı bir tarzda konuşup konuşmadığına bakar. Eğer konuşmasında, bir kimse hakkında bir açıdan kötü konuştuğunu görürse, konuşmasının tümü Allah katında gayri makbuldür, yani kabul görmez. Allah o konuşmadan razı olmaz. Çünkü O, parçalanmayı (tecezzi) da bölünmeyi (inkisam) de hoş görmez. Bu galat bir mevzudur, ilacı da söylediğimiz meşru amelleri yapmak ve Allah'ın nelerden razı olacağını iyi bilmektir.

8. Aynı şekilde söz hastalıklarından biri de, geneli kapsamaksızın, devlet adamlarından (sultan) biri ya da bir başkası olabilir, muayyen bir şahıs üzerindeki bir kötülüğü (münker) iyilik olarak sunmaktır. Bunun ilacı, bu konudaki ölçüyü bilmektir ve kendi nefsinde her türlü kötülükten aklanmasıdır, çünkü şeriatın onu o şahıs üzerinde, kendi mezhebinde ve içtihadında bir kötülük olarak gördüğünü bilir, onu değiştirmez ve onu kendi dışındaki kimse nezdinde kötü ve kendi nezdinde mübah olarak değerlendirmez. Sonra, kendi nezdinde kötülük olan kimse, kendi üzerindeki bu kötülüğü değiştiren kimsenin kendi yanında tanınmış biri olup olmadığına bakar, tıpkı Hanefîler nezdinde, hurmadan elde edilen "hurma şarabı" (nebîz) gibi. Nezdinde hurma şarabı haram olan bir hanefî onu içerken ya da onunla abdest alırken bir kimseyi görse, özellikle onun haramlığına inanan bir kimse üzerinde bunu değiştirir ya da o kimse üzerinde bulunan kötülükten sayılır, işte, ölçü budur.

9. Bu söz hastalıklarının ayrıntıları pek çoktur. Söz hastalıklarını ve ilaçlarını iki kategoride toplayabiliriz: Birincisi sükut etmek istediğin zaman konuşman; ve konuşmak istediğin zaman da susmandır; ikincisi ise,- sükut ettiğin zaman eğer Allah'a asi olacaksan, ancak o zaman konuşmandır; eğer böyle bir durum söz konusu değilse, o zaman bir kelâm etmekten kesinlikle sakınmalısın! Konuşmanı beğenip güzel bulduğun ve konuşmayı süsleyip püslediğin zaman konuşmaktan sakın, çünkü o anda konuşmak en büyük hastalıklardan biridir. Susmaktan başka bunun bir ilacı da yoktur; fakat gizli kalmış bir hususu açığa çıkarmak için şahitlik yapan insan, o başka; Ölçü (zabit) budur!



İbn Arabi-Marifet ve Hikmet adlı kitaptan-İz yayıncılık
Devamını Oku »

Her Günah İçin Tevbesiz Af Beklenebilir mi ?

Her Günah İçin Tevbesiz Af Beklenebilir mi ?


“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Ama bunun dışındaki günahları dilediği kimse için bağışlar."(Nisa,48,116)

Bu ayetten anlaşılıyor ki Yüce Rabb’imiz, sadece müşrik olarak ölen kimseleri bağışlamayacaktır. Ama bunun dışındaki kimseleri, dilerse bağışlayacaktır. Ayrıca Allah Teâlâ’nın, büyük günahlardan kaçınan kimselerin küçük günahlarını bağışlayacağına dair söz verdiğini de biliyoruz. Fakat adam öldürmek, zina etmek, anne ve babanın haklarını gözetmemek gibi büyük günahlardan birini ¡işleyen kişi, ne sebeple olursa olsun, tevbe etmeye imkânı olduğu halde tevbe etmeden ölmüşse böylesi bir günahkâr kişinin affe­dilmesi beklenebilir mi? Bu hususta da ümit devam etmeli midir?.- İşte bu konu, ehl-i sünnetten olan ilim adamları ile mu’tezilî görûş sahip olanlar arasında tartışılmaktadır;

Elbette Allah Teâlâ'nm, dünyada ve ahirette bir kulu için dileyip yapmak istediği bir şeyi engelleyecek hiçbir güç yoktur; O mutlak güç sahibidir... "Allah sana bir iyilik yapmak istediği zaman, onun fazlından yapacağı bu iyiliği engelleyebilecek hiçbir güç yoktur.'' (Yunus,107)O halde Allah, bir şeyi murad etmişse, bu olur mu. olmaz mı, şeklinde tartışmak bile abesle iştigaldir... Ama suç ve ceza Allah'ın vaadi ve vaadleri, Allah'ın adaleti gibi temel ilkeler açısın­dan konuya yaklaşıldığında tartışmanın sona ermesi de mümkün değildir. Kullar hayatta olduklan ve yaşama ümit ve imkânları devam ettiği sürece Allah’ın rahmetinden ümitlerini kesmemelidirler. Fakat inkâr etmediği halde büyük günahlardan birini ya da bir kaçını işlemiş, tevbe etmeden ölmüş olan kimseler için de bu ümit devam etmeli  mi? Kanaatimizce asıl tartışmaya açık olan husus budur...

Ehl-î sünnetten olan ilim adamlarına göre, inkâr olmadığı süre­ce büyük ve küçük günah mü'mini dinden çıkarmaz. O sebeple günahkâr olarak ölmüş olan kişi mü’mindir ve Allah'ın onu affetmesi umulur. Mesela İmam Maturidî demiştir ki, “Gerçekte küfür örtmek demektir; günahkâr kişi Rabb'inin nimetlerini örtmemiş ve hakkını inkâr etmemiş ki imanı batıl, kendisi de kâfir olsun Örfte iman, işitmek ve tasdik etmek demektir; günah sahibi hiçbir konuda Allah'ı yalanlamadığına göre, o mü'mindir.”(Maturidi,Tevhid,syf;334) affı da beklenebilir ‘’"Sadece şirk, tevbe ile affedilir, diğerleri ise kişinin nail olacağı faziletlerle bağışlanması caiz olduğu gibi yapacağı iyiliklerle de örtülür.(Maturidi,age,338)

Mutezile mezhebinden olan ilim adamlan ise, bilhassa büyük günahtan dolayı tevbe etmemiş olan bir kimsenin affedilmesini ummayı makul bulmuyorlar. Mesela Zemahşeri, şirkin dışındaki günahlarla ilgili ayette söz konusu edilen bağışlamanın, suçlunun tevbe etmesi şartına bağlı olduğunu savunuyor. O, tevbe etmeden öldüğü takdirde, büyük günah işleyen kimsenin atfedilebileceğini teklemeyi, şaşılacak bir beklenti olarak değerlendirmiş ve şöyle demiştir; "Allah'ın, haksız yere bir mü'mini öldüren kimse ile ilgili Nisa 92. Ve 93.ayetlerdeki hükmünü okuyup duran Resulullahın;’’Allah katında dünyanın tamamen yok olması,bir müminin öldürülmesinden daha hafiftir’’Yarım kelime ile de olsa bir müminin öldürülmesine katkıda bulunan kimse,kıyamet gününde alnında Allah'ın rahmetinden ümidi kesiktir, ibaresi yazılı olarak gelecektir.' hadislerini işiten ve İbn Abbas’ın da: ‘Tevbe etmedikçe mü'minin katili affedilmez’sözünü bilen bir kimsenin, büyük günah işleyip de tevbe etmeden ölen birinin affedileceğini ummasına şaşmamak mümkün değildir!..."

Allah'ın rahmetinden ümidi kesiktir, ibaresi yazılı olarak gelecektir.' hadislerini işiten ve İbn Abbas’ın da: ‘Tevbe etmedikçe mü'minin katili affedilmez’sözünü bilen bir kimsenin, büyük günah işleyip de tevbe etmeden ölen birinin affedileceğini ummasına şaşmamak mümkün değildir!..."(M.Ali Sabuni,Ahkam Tefsiri,1/497-498)

Furkan suresinin 70. ayetinden de anlaşılabileceği gibi bu üç büyük günahtan birini ya da hepsini işlemiş olan bir kişi, zama­nında ve kabul şartlarına uygun olarak tevbe edip büyük bir piş­manlıkla Allah'tan bağışlanmasını dilemeli, iman etmeli ve geri kalan hayatını salih amel ile geçirmelidir. Tevbe etmeyi ihmal etmiş olsa bile en azından İmam Maturidî'nin dediği gibi kötülük­lerini örtebilecek iyilikler, salih ameller ile bir kısım faziletlere nail olmalı, kalan ömrünü sırat-ı müstakim üzere sürdürmelidir. Aksi halde büyük günahlardan sakınmamış, bunlardan birini ya da hepsini işlemiş olup da ömrü boyunca hiç tevbe etmemiş; kendisi­ni ıslah edip Allah'a yönelerek salih amel işlememiş kimselerin, mü'min de olsa bağışlanmalarını beklemek elbette şaşılacak bir şeydir! Kaldı ki Allah Teâlâ'nın "Siz, yasaklanan büyük günahlar­dan kaçınırsanız, biz sizin diğer günahlarınızı örter, sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdiririz."(Nisa,31) buyururken, büyük günah­lardan kaçınmayı mü'minlere bırakmış olduğu da bilinmektedir!

Özellikle büyük günahlar husususunda geleceği ihtimallere bı­rakmak, güvenilir bir yol değildir. Çünkü Cenab-ı Hak, ancak dile­diği kimsenin şirkin dışındaki günahlarını bağışlayacağını söyle­miştir. Bunda, dilerse bağışlamaz anlamı da vardır. Ya bağışlamaz­sa!

Aynca Allah, büyük günahlar olarak bilinen Allah'tan başkası­na dua eden/şirk, haksız yere adam öldüren ve zina eden kimseler hakkında: İsrafa dalmayan ve daima orta yolu takip eden mü'minler, (...) Allah'la birlikte başka bir tanrıya dua etmezler, haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymazlar ve zina etmezler. Bıılan yapanlar, cezalarını bulurlar. Bunların azabı kıyamet gü­nünde kat kararttırılır ve cehennemde önemsiz kişiler olarak ebedi kalırlar," (Furkan,68-69)dedikten sonra hemen devam eden ayette de şöyle buyurmuştur:

"Ancak tevbe edip iman eden ve salih amel yapanlar başkadır, Allah onların seyyielerini hasenata çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır ve engin merhamet sahibidir."(Furkan,70-71)

Görülüyor ki Allah Teâlâ büyük günahların bağışlanmasını tevbe etme, iman etme ve salih işler yapma şartına bağlamıştır. 0 sebeple "Büyük günahlar için mutlaka tevbe şarttır." görüşü, ina­nan kimsenin lehine bir görüştür. İhmal edilmeye gelmez!

M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »