İhtilaflı Sıfatlar

....

Üçüncü sıfat istivâdır. Zira yüce Allah “Rahman arşa istivâ etmiştir”(Taha,5) âyetinde kendisini istivâyla nitelemiştir. Ashap istivâ hakkında ihtilaf etmiştir. Çoğunluk istivânın hükümranlık demek olduğunu söylemiştir. Bu takdirde istivâ kudret sıfatına varmaktadır. Şair şöyle demiştir: “Amr Irak’a istivâ etti // kılıçsız ve kan dökmeden”. Bu şiirde istivâ hâkim olmak anlamındadır. Bir başka şair şöyle demiştir: “Onlara baskın çıktığımız ve istiva ettiğimizde // Bıraktık onları yem olarak akbaba ve kuşlara”. Bu şiirde “istivâ ettik" ifadesi “hakim olduk” anlamındadır.

Şöyle denemez: Hakim olma anlamındaki istivâ yüce Allah hakkında imkânsız olan karmaşa, direnme ve baskın çıkma hissini uyandırmaktadır. Yine Allah'ın özel olarak arşa istiva ettiğinin söylenmesinin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü O’nun hükümranlığı her şeyi kuşatmaktadır.

Çünkü biz birinciyi, söz konusu durumları hissettirdiğini men ederek cevaplıyoruz.Nitekim “Allah işine galiptir”(Yusuf,21) âyetinde olduğu gibi “galip” kelimesi onu hisset- tirmemektedir. Evet, bazen bu şeyler hususi bir durumda hükümranlığın nispet edildiği kimsenin kendi özelliğinden dolayı düşünülmektedir.

İkinciyi ise şöyle cevaplıyoruz: Anlam, yüce olanın aşağı olan üzerinde bulunduğunu hissettirmektir. Zira vehimlerde yerleşik düşünce şudur: Arş en büyük yaratıktır. Dolayısıyla arşa hakim olan, kesinlikle diğerlerine de hakim olur. Bu, daha düşükle daha yüce olana yönelik meşhur dikkat çekmenin aksidir ve her ikisi de doğrudur. Zira üstün olan şey, bir duruma daha layıksa daha düşüğün o duruma sahip olmasından daha yücenin de o duruma sahip olduğu anlaşılacağı gibi bunun tersi de daha düşük bir duruma daha layık olduğunda anlaşılır.

'Denilmiştir ki burada istivâ, yönelmek/kastetmek demektir. Bu durumda istiva, irade sıfatına dönmektedir. Bunun örneği, “Sonra göğe doğru istiva etti"(Bakara,29) âyetidir. Âyette “göğe yöneldi” anlamı kastedilmektedir. Fakat hu. tızük bir görüştür. Çünkü yönelme anlamındaki istivâ hakim olma anlamına gelen istilâ gibi “alâ” edatıyla değil, yönelme anlamındaki kasıtta olduğu gibi "ilâ" edatıyla geçişli hale getirilmektedir.

Şeyh Eş'ari iki görüşünden birinde istivânın ne olduğunu bilmesek bile, önceki sıfatlara raci olmayan zait bir sıfat olduğunu söylemiş ama buna her hangi bir delil getirmemiştir. Zikredilen ihtimal varken istivânın müstakil bir sıfat olduğunu kabulde zahir âyet ve hadislere dayanmak doğru değildir. Bu itimal, istivâ ile hakim olmanın veya zayıf olmakla birlikte yönelmenin kastedilmiş olmasıdır. Doğrusu, duraksamak ve bununla âyette geçen istivânın cisimlerin istivâsı gibi olmadığını kesinlemektir.

Dördüncü sıfat, yüzdür. Yüce Allah “Rabbinin yüzü bâkî olacak”(Rahman,27) ve "O'nun yüzü hariç her şey helak olacaktır”(Kasas,88) buyurmuştur, iki görüşünde birinde Şeyh Eş‘arî ile Ebû Ishak el-Isferâînî ve Selef yüzün yukarıda anlatılan sıfatlara zait sübûtî bir sıfat olduğunu kabul etmiştir. Şeyh bir diğer görüşünde yüzün varlık anlamına geldiğini söylemiş ve Kâdî Ebû Bekir el-Bâkillânî de ona katılmıştır. Bu durumda yüz, hakkında kesin bir hükmün bulunmaması ve ihtimal varken zahir naslara güvenilmemesi hususunda istivâ gibidir.

Uyarı: Yüz dilde hakikat olarak özel organ için vazedilmiştir. Ama yüce Allah hakkında bu organın kastedilmesi mümkün değildir. Yüz bizim bilmediğimiz başka bir sıfat için vazedilmiş değildir. Hatta muhatabın düşünemediği bir şey için vazedilmesi mümkün değildir. Zira vazlardan kasıt, anlamların anlatılmasıdır. O halde yüzün mecaz olarak kullanıldığı açığa çıkmaktadır. Yüzün anlaşılan ve delille sabit olan bir şeyin mecazî anlatımı oluşu ise açıklık kazanmıştır. Bu ise yüzle zâtın ve bütün sıfatların mecazî olarak kastedilmiş olmasıdır. Zira bâkî olan şey, yüce Allah’ın bütün sıfatlarıyla birlikte zâtıdır, bunun dışındakiler yok olacaktır ve bâkî değildir.

Beşinci sıfat eldir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah'ın eli onlann eli üzerindedir”(Fetih,10), “iki elimle yarattığım şeye secde etmeni engelleyen nedir?”(Sad,75). Bu nedenle Şeyh Eşarî iki organ anlamında olmamakla birlikte zât ve diğer sıfatlar üzerine zait iki sıfatı kabul etmiştir. Selefin görüşü budur ve bazı kitaplarında Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânı de bu görüşe meyletmiştir. Çoğunluk ise iki elin kudretten mecaz olduğunu söylemiştir. Çünkü elin kudret anlamında kullanımı yaygındır, “iki elimle yarattım” sözü, yetkin bir kudretle yarattım demektir. İki kudret kastedilmemiştir.

Bütün yaratılmışlar yüce Allah’ın kudretiyle yaratıldığı halde Adem'in özellikle kudretle yaratıldığının söylenilmesi,onu şereflendirmek ve yüceltmek içindir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın bütün yaratılmışların sahibi olduğu halde “Evimi temizleyin”(Bakara,125) âyetinde Kabe’yi teşrif etmek için kendisine nispet etmesi gibidir. Yine “Benim kullarım üzerinde senin herhangi bir hükümranlığın yoktur”(Hicr,42) âyetinde müminleri teşrif etmek için özel olarak kullarım diye nitelemesi gibidir.

Mu’tezile sıfatların reddedilip hallerin olumlanması ilkesine dayalı olarak demiştir ki el, kâdirlikten mecazdır. Onların bir kısmı elin nimetten mecaz olduğunu söylemiştir. Fakat bu, çok zayıf bir görüştür. Çünkü yaratmanın ele nispetiyle uyuşmamaktadır.

Denilmiştir ki el zait bir sıfattır. Bu yukarıda geçen Şeyh ve Selefin görüşünün tekrarıdır. Bazı nüshalarda “sıfat” kelimesi yerine “sıla” geçmektedir. Buna göre “iki elimle” lafzı zait olmaktadır. Nitekim şair “Dara düştüm Misver’den yardım istedim // İmdadıma koştu, kölesi olayım Misver’in iki elinin”. Fakat bu görüş, son derece zayıftır.

El sıfatının tahkiki, ilkindeki yani yüz hakkında söylediğimiz şu tahkik gibidir: O, organ için vazedilmiştir. Organın Allah hakkında kullanılması imkânsız olduğundan anlaşılabilir bir anlamın mecazî anlatımı olarak yorumlanmalıdır. Bu anlam ise kudrettir.

Altıncı sıfat, iki gözdür. Yüce Allah “gözlerimizin önünde seyrediyor”(Kamer,14) ve “Gözümün önünde yetişesin diye”(Taha,39) buyurmuştur. Şeyh Eş‘ari bazen bunun diğer sıfatlara zait bir sıfat olduğunu bazen de onun “görme”den ibaret olduğunu söylemiştir. Buna ilişkin açıklama, biraz önce geçen açıklamadır. Buna göre Allah’a organ nispet edilmesi imkânsızdır. Bizim bilmediğimiz bir sıfatın mecazî anlatımı olması ise ifadeyi anlaşılmaz kılar. O halde onun görmenin yahut koruma ve gözetmenin mecazî ifadesi olması gerekir. Çoğul kipi ise tazim içindir.

Yedinci sıfat yan sıfatıdır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Nefis der ki yazıklar olsun, Allah’ın yanındaki aşırılıklarıma”(Zümer,56). Bunun zait bir sıfat olduğu söylenmiştir. “Allah’ın yanı” ifadesiyle “Allah’ın emri” anlamının kastedildiği söylenmiştir. Nitekim şair şöyle demiştir: “Aşığın yanı hususunda Allah’tan korkmuyor musun? //Onun sımsıcak bir ciğeri ve ışıldayan bir gözü vardır''.

Şiirdeki "terakraku/ışıldayan" kelimesi, parıldamak ve hareket etmek demektir. içeceğin ışıldaması, parlaması yani gelip gitmesi demektir. Aynı şekilde gözde dolaştığı zaman gözyaşı da böyledir. Yahut cenb/yan kelimesiyle cenâb anlamı kastedilmiştir. “Onun yanına/cenbine sığındı ” sözü "onun katına ve haremine sığındı'' demektir.

Sekizinci sıfat, ayak/kadem sıfatıdır. Hz. Peygamber (s.a.) uzun bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Bunun üzerine Cebbâr ayağını ateşe basar da artık ateş ‘yeter yeter’ der.” Başka bir rivayette şöyle denilir: “Ta ki izzetin Rabbi ayağını ateşe basar. Bunun üzerine cehennem birbirine çekilir ve ‘senin izzet ve keremine yemin olsun ki yeter’ der”. Başka bir rivayette ise “Cehenneme ‘doydun mu’ denir. Cehennem de ‘daha yok mu’ der. Ta ki Rab ayağını cehenneme basar ve bunun üzerine Cehennem ‘yeter yeter’ der” denilir. Hadisteki Cebbâr’ı Cehennemin bekçisi olan Mâlik olarak yahut sorumlulukları yerine getirmekten geri duran kimse olarak yorumlamaya iltifat edilmez. Nasıl olur! Enes rivayetinde “Allah ayağını ateşe koyuncaya dek ateş dolmaz” şeklinde geçmektedir.

Dokuzuncu sıfat parmaklardır. Hz. Peygamber (s. a.) şöyle demiştir:

“Müminin kalbi, Rahman’ın parmaklarından iki parmak arasındadır." Başka bir rivayette şöyle buyrulmaktadır: “Bütün Adem oğullarının kalpleri tek bir kalp gibi Rahman’ın parmaklarından iki parmak arasındadır. Rahman onu dilediği gibi çevirir.” Oysa Allah’a organ nispet edilmesi mümkün değildir. Yorum, iki el hakkındaki gibidir.

Onuncu sıfat, sağ eldir. Yüce Allah "gökler onun sağ elinde dürülüdür"(Zümer,67) buyurmaktadır. Bunun tevilinin tam kudret olduğu açıktır.

On birinci sıfat tekvindir. Haneftler “Ol der o da oluverir”(Gafir,68) âyetine tutunarak tekvinin meşhur yedi sıfat üzerine zait bir sıfat olduğunu kabul etmişlerdir. Buna göre “ol” sözü, hâdislerin oluşunu yani varlığını öncelemiştir ve bu sözle kastedilen, tekvin, var etme ve yaratmadır. Harıefiler şövle demiştir: Tekvin kudretten başkadır. Çünkü kudretin eseri olabilirliktir/sıhhat. Olabilirlik ise olmayı gerektirmez. Dolayısıyla oluş, kudretin eseri olamaz,tekvinin eseri ise oluştur.

Cevap: Olabilirlik imkândır. İmkan ise mümkünün zâti vasfıdır. Dolayısıyla kudretin eseri olamaz. Zira şeyin zâtından kaynaklanan özellik, başkasının sonucu olamaz. Aksine o şeyin kendinde imkânı, onun makdûr olmasının illetidir. Bu bağlamda “bu, makdûrdur, çünkü mümkündür” ve “bu makdûr değildir, çünkü zorunlu veya imkânsızdır.'' denir. Öyleyse kudretin eseri makdûrun oluşu ve varlığıdır, olabilirliği ve imkânı değil. Dolayısıyla böyle eseri oluş olan başka bir sıfatın kabul edilmesine gerek kalmamaktadır.

Eğer şöyle denirse: Kudretin eseri yaptığımız olabilirlikle kastedilen şey, failin tesiri ve var etmesi anlamında fiilin olabilirliğidir, yoksa yapılan şeyin kendinde olabilirliği değildir. Yapılan şeyin kendinde olabilirliği, onun başkasıyla talîl edilmesi mümkün olmayan zâtî imkânıdır. Fakat birinci olabilirlik, faile kıyasladır ve kudretin eseridir. Çünkü kudret, fâilin makdûru olan şeyin yapma ve yapmama taraflarını eşit şekilde tercih etmesini mümkün kılan sıfattır. Dolayısıyla iki tarafın belirli olarak biri failden kudretle meydana gelmez. Aksine onun meydana gelmesi için yalnızca o tarafa taalluk eden başka bir sıfat olması gerekir. İşte bu sıfat tekvindir.

Biz şöyle deriz: İki taraftan her biri kudretin eseri olmaya elverişlidir. Fakat onlardan belirli olarak birinin kudretten çıkması için belirli bir tahsis ediciye ihtiyaç duyulur. İşte bu tahsis edici de o tarafa taalluk eden iradedir. Bu takdirde oluşun ona taalluk eden irade vasıtasıyla onda müessir olan kudretten başka bir ilkesine ihtiyaç duyulmaz. Miraç gecesini anlatan hadiste şöyle geçmektedir: “Avucunu kürek kemiklerim arasında koydu ki serinliğini göğsümde hissettim.” Şimdi Müşebbihenin yaptığı gibi Allah’a organ nispet etmek doğru değildir. Bu sebeple “Allah bildik avuçlar gibi olmayan bir avuca sahiptir” denilmiştir. Hadisteki avuçla kastedilenin yönetim olduğu söylenmiştir. Bu bağlamda “Falan falanı avucunun içine almış” denir ve bununla onu idare ettiği anlatılır.

Buna göre hadiste anlatılmak istenen şey, Allah’ın Hz. Peygamber’i idaresindeki lütufları ile Hz. Peygamber’in bu lütufların ferahlığını hissettiğini açıklamaktadır. Çünkü her türlü ferahlığa, rahatlığa ve hoşnutluğa serinlik denir. Hadislerde yüce Allah’ın azı dişleri görününceye kadar güldüğü söylenmektedir. Bunu hakiki anlamına yormak mümkün değildir. Bu nedenle Allah bizim gülmemiz gibi olmayacak şekilde güler denilmiştir. Gülmenin yorumunun, her işte iyilik ve başarı müjdelerinin açığa vurulması olduğu söylenmiştir. Bu anlamda bahçenin çiçekleri açtığında “bahçe güldü” denir. Buna göre gülmenin anlamı, hayır ve başarı müjdelerinin O’ndan açığa çıkması iken azı dişlerinin görünmesi,O’ndan olması beklenen şeyin künhünün ortaya çıkmasıdır.

Beyan ilminde behresi olan kimse, anlamın açıklığı ve haşmetini dikkate alarak ve anlamın düşüklüğünü doğuracak şeylerden yüz çevirerek zikredilen müteşabih âyet ve hadislerin çoğunu temsil ve tasvire ve bir kısmını da mecaza yorar. Sana düşen bu âyet ve hadislerde derinlemesine düşünmek ve onlara yaraşır anlamlara yormaktır. Yardım istenen Allah’tır ve güven O’nadır.

Seyyid Şerif Cürcani - Mevakıf Şerhi,(Eş'ari Kelamı) cilt:3,syf:174-184

Türkiye Yazma Eserler

Devamını Oku »

Katolikliği Olmayan Bir Dinde Protestanlık Icad Etmek



İslam’ın on dört asırlık serüvenini pesimist [kötümser] bakış açısıyla okuyan zevatın içine düştüğü temel hata, İslam’ın tarihini, kavramlarını ve kurumlarını, Batılıların kendi tarih, kavram ve kurumlarını okuduğu biçimde okuma hastalığına yakalanmalarıdır. Hani hadiste “onlardan biri keler deliğine girse siz de [bir hikmeti vardır diyerek] gireceksiniz” buyruluyor ya işte tam da bu hastalık.

Yanlış analojilere / kıyaslamalara bina edilmiş yanlış sonuçlar…

Batının Hristiyanlıkla olan serüvenini, bizim İslam’la olan serüvenimize kıyaslama… Batının reformist anlayışını adapte etme… Temel hata bu!

Ne oluyor bunun sonucunda?

Olan şu: Birileri, Katoliklik gibi bir yapıya hiçbir zaman sahip olmamış bu din ve kültürde bir Protestanlık inşasına gayret ediyor. İslam’ın Martin Luther ve Calvin’i olmaya can atıyorlar. Böyle bir proje tutar mı? Tabi ki tutmaz. Sel akar, köpük üste çıkar ama köpük gider, su kalır.

Yanlış kıyaslara kurban edilen yeni bir anlayıştan söz ediyoruz. Nasıl yanlış kıyaslar?

İslam’daki “Sünnet”, Yahudilerin Mişnası, Yahudi ve Hristiyanların İsrailiyatı değildir!

İslam’daki icma delili, Hristiyanlıktaki konsil değildir!
İslam’daki ulema, Hristiyanlardaki uhban sınıfı değildir!
İslam’daki mezhep, Hristiyanlardaki kilise değildir!
Kur’an, İncil değildir!

Halife veya Şeyhülislam, Papa veya kardinal değildir!
İslam’da hiçbir zaman "din adamları" sınıfı olmadı. Müslüman ulemanın hiçbir zaman oligarşik hakimiyeti ve “tanrı krallığı” olmadı. Müslüman ulema tamamen kendi çabalarıyla ilim yolunda yükselen sivil halk çocuğu idi. Bir çoğu, zamanının devlet otoritesine boyun eğmediği için hapis yattı, işkence gördü, hapiste öldü.
İslam’daki icma, arkasında siyasî zorlama ya da devlet yaptırımı olmaksızın tamamen spontane [kendiliğinden] gelişen bir konsensüs [ittifak]tır. Bunu, Roma devletinin ve Vatikan’ın devlet yaptırımıyla toplayıp akide belirlediği konsillere kıyas etmek bir akıl tutulmasından başka bir şey değildir.

İslam’da Hâricîler gibi bir takım heretik grupların tekfiri bir silah olarak kullanması hiçbir zaman ana akım [sevad-ı azam] Müslümanlar tarafından kabul edilmedi. Ehl-i kıble tekfir edilmedi. Kimi tarikatlarda zaman zaman cenneti garantileme söylemleri söz konusu olmuşsa da bu hep sıradışı / şâzz bir yaklaşım olarak kabul edildi ve İslam’ın hiçbir zaman endülüjans [cennet tapusu] ve aforoz [dinden atma] belgeleri olmadı. Bireysel tekfir tartışmaları kolektif bir baskı ve yaptırım aracına dönmedi.

İslam’da, bilimsel çalışma yaptığı için mahkeme kararıyla idama mahkum edilen bilim adamları olmadı. Ulemanın birçoğu aynı zamanda astronomi, tıp, coğrafya, mekanik, botanik vb. alanlarda da uzmanlık seviyesinde bilgi sahibiydi.

İslam medeniyetinin, dinî metinleri anlama ve yorumlama metodolojisi fıkıh usulü ilmi çerçevesinde yürüyordu. Bu usulde Kur’an’ın dışındaki kaynaklar Kur’an’ın rakibi, onu tahtından edecek, onunla eşdeğer, otonom [bağımsız] deliller değil ancak ona hizmet eden delillerdi.

İmdi,

Yanlış analojilere dayalı sakat bir mantığın temsilcilerinin, halkı sözümona “din adamları” sınıfından kurtarıp “kutsal kitapla buluşturmak” adına havariliğe soyunması, bütün bir tarihi “kötücül” bir bakışla yorumlamasının bizi getireceği nokta neydi? Tabi ki "indirilmiş din"

Temel soru şu? Nereden indirilmiş din?

Bu “indirilmiş din”, Allah tarafından indirilmiş, başta Allah Resûlü (s.a.v.) ve ashab-ı kiram olmak üzere ümmet ölçeğinde tatbikata geçmiş din değil, tamaman subjektif yorumlarla tarihi bağlarından koparılıp "tahtından indirilmiş", adı konulmamış öykünmelerle "hakimiyetinden indirilmiş", on dört asırlık hafızaya veda ederek "sindirilmiş" bir dindi.

Ne diyelim?

Allah emrinde galiptir, ama insanların çoğu bunu bilmezler!

( Soner Duman /19.Haziran.2017/Pazartesi)
Devamını Oku »

Şerrin İnsanın Elinde Olması,Kuran'a Aykırı mı ?

Şerrin İnsanın Elinde Olması,Kuran'a Aykırı mı ?


Hz.Peygamber bir duâsında şöyle buyurmuştur: “...Bütün hayırlar senin yed-i kudretindedir. Şerr sana âit değildir...”.(Müslim,Mesacid 201)

Bu hadîs şu âyete aykırı görülmüştür. “Ben size öğüt vermek istesem de, eğer Allâh sizi azdırmak (iğva) istemişse, öğüdüm size fayda vermez. O, sizin Rabbinizdir ve O’na döndürüleceksiniz.” (Hûd, 34)

Buna göre, âyet, şerri Allâh’a nisbet etmekte; hadîs ise insana nis­pet etmektedir. Oysa Mu’tezile hariç tutulursa hayrı da şerri de yara­tanın Allâh olduğu konusunda icmâ vardır.

Burada ilginç bir noktaya temas etmemiz gerekir. Aslında hadîsin ifade etiği nokta, aynıyla Kur’ân’da geçmektedir. Allâh şöyle buyurur. “Sana ne iyilik gelirse Allâh’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendinden- dir. (Ey Muhammedi) Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik, Şâhid olarak Allâh yeter. ” (Nisâs, 79)

Ancak, hadîse itiraz edenler, her nedense bu âyeti görmemişler­dir. Elbette bu âyette de kastedilen, insanın şerri yarattığı değildir.

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Beden Öldükten Sonra Nefsin Ölmediğinin Açıklanması


Beden Öldükten Sonra Nefsin Ölmediğinin İkna Yöntemiyle Açıklanması


Onuncu Fasıl

Fahreddin Râzî (ö. 1210)

[1]Birinci delil: Akıllı kimselerden büyük bir grup, insanların en fazi­letlisinin peygamberler, veliler ve metafizikçi filozoflar olduğu hususun­da anlaşmışlardır. Fizik ve matematikle uğraşan filozofların varlığındaki fayda ise dünya hayatını yoluna koymak içindir. Mademki bu hayat baya­ğıdır, ona hizmet edenler de şerefli sayılamaz.

[2] Durum böyle olduğuna göre deriz ki, peygamberler, velîler ve metafizikçi Filozoflar beden öldükten sonra nefsin ölmediği hususunda görüş birliğine varmışlardır. Bu üç grubun da yol ve yöntemi dünyadan yüz çevirip âhirete yönelmektir. Nitekim yüce Allah “(...) Asıl kalıcı olan sâlih ameller ise Rabbinin nezdinde sevapça daha hayırlı ve ümit bağla­maya daha layıktır” (el-Kehf 18/46) buyurmaktadır. Onlar bu hayatta olup bitenlere değer vermedikleri gibi ıslahına da çalışmazlardı. Âdeta onların, bu yolun değersizliğini ortaya koymak ve eleştirmekten başka bir işleri yoktu. Kim bu görüşü doğrulamak isterse, peygamberlerin dünya­dan el etek çekmelerini ve yüce Allah’a yönelmelerini açıklayan kitaplara müracaat etsin.

[3]Filozoflara gelince, kim onların durumunu ve bu konudaki tutum­larını merak ederse, hayatlarını, özellikle de Sokrat ve Eflatun’unkini konu alan kitapları okusun. Aristoteles’e gelince o, Kral İskender’in veziri ve hocası olduğundan dünya işleriyle çok ilgilenmişti. Bu durumu onun için bir ayıp saymışlardı. Bu da gösteriyor ki, büyük filozoflar, dünyayı talep etmenin kötü bir şey, âhireti önemsemenin ise takdire değer bir yol olduğu hususunda birleşmişlerdir, ölüm sonrasında nefsin varlığı sür­memiş olsaydı,dünya sevgisini eleştirmenin ve âhireti talep etmenin güzelliğini telkin konusundaki peygamber ve filozofların tavrı yanlış ve tutarsız; dünyaya tâlip olan fâsık ve kâfirlerin tutumu ise doğru olmuş olurdu. O halde bunun yanlışlığı kesin bir şekilde bilindiğine göre, bedenin ölümünden sonra nefsin bâkî olduğu kesinlik kazanmaktadır.

[4] İkinci delil ihtiyat yöntemidir. Biz diyoruz ki, bu beden ezelden doğduğu güne kadar yoktu; öldüğü günden ebediyete kadar da yok olarak kalacaktır. Malumdur ki, ezel-ebed arasındaki bu zaman dilimi, gayet çok olana nisbetle az mı azdır. Eğer bedenin ölümünden sonra nefsin bâkî kaldığına, sonrasında onun için mutluluk ve bahtsızlık olduğuna inansak; bu nedenle cismânî lezzetlerden sakınıp ruhânî iyiliklerin peşinde koş- sak; inandığımız doğru çıkarsa ebedî azaptan kurtulmuş ve ebedî sevaba kavuşmuş oluruz. Şayet inandığımız yanlış çıkarsa, ezel ile ebed arasın­daki azıcık sürede sadece bedenî lezzetlerden mahrum kalmış oluruz. Fakat ölümden sonra nefsin de öldüğüne, onun için mutluluk ve bahtsız­lığın sözkonusu olmadığına inansak ve inandığımız da doğru çıksa, şu birkaç günlük dünyada azıcık ve kısıtlı lezzetlere kavuşmuş oluruz. Eğer inandığımız yanlış çıkarsa, o zaman ebedî bahtsızlığı ve azabı boylamış oluruz.

[5] Şayet bunu anladınsa, bedenin ölümünden sonra nefsin varlığını sürdüreceğine olan inanç daha ihtiyatlı bir durum arz eder. Öyleyse bu yolu izlemek gerekir. İşte bu hususu dile getirmek üzere yüce İmam Ali b. Ebî Tâlîb -Allah ondan razı olsun ve kendisini de razı etsin- demiştir ki:
Müneccimle tabip girip krize,
Cesetler dirilmez demez mi bize.
Hadi ordan dedim, siz işinize!
Doğru çıkarsanız benim kaybım ne?
Ben doğru çıkarsam vay halinize...(1)

[6] Bedenin ölümünden sonra nefsin bâkî olduğuna dair üçüncü iknaî delil şudur: En kadîm zamanlardan bu âna gelinceye kadar doğu ve batı­da yaşayanların,ölülerini -zulüm ve haksızlık ettiklerine inansalar bile- namazla, rahmetle ve hayır dua ile andıklarını görmekteyiz. Şayet bedenin ölümünden sonra nefis de ölmüş olsaydı bu ifadelerin boş ve geçersiz olması gerekirdi. Çünkü namaz, dua ve rahmet, ölüye hayır duayı ulaştırması için âlemin Rabbine bir yakarıştır. Lanet ve hakaret ise âlemin Rabbinden ölüye bir kötülük ve azabı ulaştırmasını dilemektir. Eğer bedenin ölümüyle birlikte nefis de ölmüş, bedenin yok olmasıyla o da yok olmuş olsaydı, iyilik ve kötülük dileklerini ölüye ulaştırmak imkânsız olurdu. Oysa böyle düşün­mek, en kadîm zamanlardan beri bütün dünya halklarının bâtıl üzere ittifak ettikleri anlamına gelir ki, bilindiği üzere bu, imkânsızdır (ba'îd).

[7] “Bu dua ve hakareti, yalnız çeşitli din ve mezhep mensupları, var­lığın hakikatini bilmedikleri için yapmaktadır; aklı başında kâmil bir filo­zof bunu asla yapmaz” denilirse; biz de deriz ki, faziletli ve kâmil filozof dediğimiz kimse kendi şüphe ve sapık anlayışından uzaklaşıp asıl fıtratı­na ve tabiî asliyetinin gereklerine dönecek olsa, kendisine çok iyiliği dokunan bir insan öldüğünde, onun yaptığı iyilikleri hatırlayınca o aslî fıtratı onu, ölen insanı rahmet ve dua ile anmaya sevk eder. Ölenden bir­çok kötülük gördüğünde ise onu lanet ve hakaretle anacaktır. Bu da nef­sin ölümsüz olduğunu kabul etmenin aslî fıtratın bir gereği olduğunu göstermektedir. Bu inançtan dönüşün sebebi sadece ârızî şüphelerdir.

[8] Dördüncü delil: İnsan rüyada anne ve babasını görür ve onlara bazı şeyler sorar. Onlar da bu sorulara doğru cevaplar verir. Hatta bir yerde hiç kimsenin bilmediği bir definenin bulunduğundan haberdar ederler. Derim ki, ben henüz ilk öğrenim gören bir çocukken, başlangıcı bulunma­yan olaylar meselesini okuyordum. Rüyada babamı gördüm, bana dedi ki: “Delillerin en güzeli şöyledir: Hareket, bir durumdan bir başka duruma intikaldir. Mahiyeti icabı bu, başkası tarafından öncelenmeyi gerektirir, ilk olmak, başkası tarafından öncelenmeye aykırıdır. O halde 'ilk' ile ‘öncelenme’ kavramlarını bir arada düşünmek imkânsızdır.”

Bana göre bu yorum, bu mesele hakkında ileri sürülen her görüşten daha güzeldir.
[9] Yine duyduğuma göre şair Firdevsî(2) Şehnâme’yı yazıp Sultan Mahmud Sebüg Tekin’e takdim edince sultan onu, kitabın değeriyle miitenâsib olmayan bir şeyle ödüllendirmiş. Bu duruma canı sıkılan Firdevsî rüyasında Rüstem’i görmüş. Rüstem şaire “Beni kitabında çok övdün, ama ben ölüler arasıııdayım, senin hakkını ödeyemem. Fakat falan yere git ve orayı kaz; orada bir define bulacaksın, onu al" der. Bunun üzerine şair demiş ki; “ölen Rüstem hayattaki Mahmud’dan daha çok kerem sahibidir.”

[10] Yine duyduğuma göre Aristoteles’in talebelerinin herhangi bir mesele hakkında başlan sıkışınca, onun kabrine giderek meseleyi orada tartışırlarmış, bu esnada mesele çözülür ve sıkıntı ortadan kalkarmış. Baskın görüş (zann-ı gâlib) ifade eden bu gibi haller, bedenin ölümünden sonra nefislerin ölmediğini bildirmektedir.

[11] Beşinci delil: Bizler hayır ve dinî amaçla yapılan her binanın, zayıf ve gevşek yapılsa da uzun zaman ayakta kaldığını; fakat krallar ve önde gelen büyükler için yapılan dünyevî amaçlı köşklerin ise gayet sağ­lam olmakla birlikte çok kısa zamanda yıkıldığını görmekteyiz. Dahası, zâhid, âbid ve âlimlerin anıları, eserleri ve eski eşyaları, çok yıpranmış bile olsa, ölümlerinin ardından uzun süre korunur. Ben, sahibinin ölü­münden yüz yirmi sene sonra ona ait yıpranmış, yırtılmış bir seccade gördüm. Nitekim RasûlullâhTn (s.a.s.) elbisesi altı yüz küsur yıldan beri korunmaktadır. Fakat kral ve hükümdarların gösterişli kıyafetleri çok kısa zamanda yok olup gitmektedir. Yine âlim ya da zâhid bir adam, fakir, zayıf ve insanların değer vermediği biri olsa da, ölümünden yüzlerce, bin­lerce sene sonra hatırasının yaşadığını görmekteyiz.

Fakat zalimlerin, hükümdarların dünyada ünü sanı çok kısa sürer, sonunda silinip gider. Dünyada onlardan ne eser ne de haber kalır.

[121 Bunu anladın ise şimdi deriz ki, tümevarıma dayalı bu gözlem, “yüce huzur”la ilişkili bulunan her şeyin, o ilişkinin gücü nisbetinde kalı­cı olduğu sonucunu vermektedir. Maddî âlemle ilişkili olanlar ise çabu­cak silinip gider. Durum böyle olduğuna göre deriz ki, nâtık nefis (akıl), zorunlu varlığın nuruyla aydınlanınca ondan aldığı güçle sayı, zaman ve şiddet bakımından gayet güçlenir. Bu nedenle kozmik düzen [es-seb'u’ş- şidâd) devam ettiği sürece o da varlığını bozulmaktan korunmuş olarak sürdürür. Konuya yaklaşımın tamamı şöyledir: Ben o yıpranmış ve yırtıl­mış olan yüz yirmi senelik seccadeyi görünce, kendi kendime dedim ki, uzun zaman korunan bu lime lime olmuş seccadeyi diğer gösterişli elbi­selerden ayrıcalıklı kılan, bedenini yöneten ve yüce Allah’ı bilmesinin nuruyla aydınlanan nefsin sahibi olan o adamın ayağını bunun üzerine basmasıdır. İşte bu kadarcık bir ilişkiden dolayı o eski püskü seccade uzun zamandan beri korunma imkânı bulmuştur. Bu kadarlık bir ilişki kahcılığa neden oluyorsa, nâtık nefis cevheri nasıl kalıcı olamaz?! Üstelik o, şâm yüce Allah’ın nurunun kabı ve zarfı, İlâhî âlemin ışığıdır.

[13] Altıncı delil: Biz, yüce Allah'ın emirlerine saygı duyan ve O’nun yarattıklarına şefkat gösteren her insanın uzun ömürlü olduğunu, yaşa­dığı sürece de belâ ve felaketlerden korunduğunu görmekteyiz. Buna mukâbil cinayet ve zarar verme konusunda fazlaca saldırgan olanların ömrü kısa olduğu gibi başlarına bir belâ gelmesinden de kurtulamazlar. Bu, büyük ölçüde tümevarıma dayalı bir kanaattir. Hatta diyebiliriz ki, saldırgan olmayan hayvanların ömrü uzun, zararlılarınla kısadır. Allah’ın emirlerine saygının anlamı, nefsin nazarî (teorik) gücünü geliştirmek; Allah’ın yarattıklarına şefkatin anlamı da nefsin yaratılmışlara yönelik amelî (pratik) gücünü geliştirmekten ibaret tir. Bu husustaki tümevarım yöntemi, bu iki gücü geliştirmeye yönelik çabanın, bedenin imkânı nisbetinde uzun süre yaşamasını sağladığını göstermektedir. Bu durumda nefis cevheri bu iki gücü kendinde bulun­durduğuna göre onun varlığını sürdürmesi daha evlâdır.

[14] Yedinci delil: Durumu itibariyle insanlık üç kısma ayrılır. Onun en yakın ve aşağıdaki konumunu sırf cismâniyeti oluşturur. Âdeta bu, mescid, medrese ve tekke gibi hayır için yapılan binalar gibidir. Cismâni- yet ve ruhâniyeti birleştiren konuşma [kelâm), orta konumu temsil eder. Çünkü söz, cismâniyetten doğan ses ile ruhânî yani gayri maddî olan kav­ramdan (ma'nâ) oluşur. En yükseği ise sırf nefsanî (psikolojik) durumdur ki, o da hakikî ve doğru bilgiden ibarettir.

[15] Bunu anladın ise şimdi deriz ki, cismânî varlıkların uzun yaşama­sının ruhânîlere göre daha az olduğu gayet açıktır. Ayrıca cismâniyetten olup da ruhâniyetle ilişkili olan her şeyin, varlığım devam ettirme konu­sunda mümkün olan en son noktaya kadar vardığını görmekteyiz. Eğer istiyorsan Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksâ'nın durumuna bakarak bunu anlayabilirsin. Kalıcı olmaları bakımından dünyada bu iki yapıya denk bir bina bulamazsın. İkinci mertebeye gelince, ruhânî kavramlarla ilgili her söz, mümkün olan en son noktaya kadar varlığını sürdürür. Eğer anlamak istiyorsan Tevrat, Incil, Zebur ve Kur’ân gibi Allah’ın indirdiği kitapları; tarzları farklı olmakla birlikte hikmete dair kitapları düşün. Farklı türden olsalar da bunlar yeryüzünde ebediyen kalacaktır. Gördük ki, cismânîler ruhânîlerle ilişki kurunca ömürleri büyük ölçüde uzuyor. Hâlbuki cismânî olanlarda aslolan yıkılıp yok olup gitmektir. Fakat özü ve nitelikleri itibariyle nefis cevheri sırf ruhânîdir.

O halde ebedîliği gerektiren ve en büyük iksir sayılan yüce Allah'ı bilen nefis, değişim ve fânilikten uzak olarak, tertemiz bekâyı hak etmeye daha layıktır.

[16] Sekizinci delil: Tümevarım yöntemi gösteriyor ki, insanın kalbine yüce Allah'ı bilme nuru tecelli edip O’nun celal ve kibriyâ sıfatları kalpte inkişâf edince nefsi güçlenir, gücü gelişir; öyle hale gelir ki, dünyanın en büyük hükümdarlarını bile önemsemez ve hiç kimsenin makamında asla gözü olmaz. Fakat tecelli ve keşif hali kalpten gidince o kimse ilk durumu­na döner, öyle ki, en basit şeyden korkar ve sakıncası en az olanlardan bile ürker hale gelir. Anlatıldığına göre İbrahim el-Havâss,(3) müritleriyle çölde bulunurken bir gece kendini keşf makamında bulur. Orada oturur­ken yırtıcı hayvanlar çevresinde toplandığı halde o bunlara hiç aldırış etmez, fakat müritler korktukları için ağaçlara tırmanırlar. İkinci gece kendisinden o hal gittiği halde otururken bir sivrisinek elini sokar ve o, bundan duyduğu acıyı [etrafındakilere] belli eder. Bunun üzerine bir müridi der ki: “Dün gece sizi yırtıcı hayvanlar kuşatmışken hiç aldırış etmediniz, fakat bu gece sivrisinekten yakmıyorsunuz.” İbrahim el-Ha­vâss der ki: “Dün gece bana gayb âleminden çok değerli bir konuk ve büyük bir sultan gelmişti. Onun gücü sayesinde o yırtıcılara aldırış etme­dim. Ama bu gece kendimle başbaşayım. Bu yüzden sivrisineğin verdiği sıkıntıya katlanamıyorum.”

[17] Anlattıklarımızdan ortaya çıkan şudur: Gayb âleminden zuhur eden nur, ruh cevherini güçlendirir ve nefsin madde âlemine olan üstün­lüğünü ifade eder. Durum böyle olduğuna göre, ölüm yaklaşınca nefis cevherinin yüce Allah’a sığınması gereklidir. O esnada mükâşefe gerçek­leşir; böylece nefis cevheri öyle bir güç kazanır ki, artık bütünüyle âlemin harap olmasına aldırış etmez; o halde zayıf bedenin harap olmasına neden aldırış etsin!

[18] Dokuzuncu delil: Bedenin fânî olmasıyla nefis de fânî olsa, nefis kendi bekâsını temin için bedene muhtaç olmuş olurdu. Oysa aslında beden kendi bekâsı için değil, niteliklerinin bekâsı için nefse muhtaçtır. Onlar mizaca ait niteliklerdir. Bu durumda nefsin bedene olan ihtiyacı, bedenin nefse ihtiyacından daha fazla olmuş olur. Bir şey daha çok muh­taç ise muhtaç olduğu varlıktan daha değersiz düzeyde demektir. Buna göre bedenin ölümüyle nefis de ölmüş olsa, nefsin bedenden daha düşük düzeyde olması gerekir; bu ise geçersizdir. Çünkü beden nefisle birliktey­ken değerlidir, nefis bulunmayınca o gayet değersizdir. Böylece bedenin ölümüyle nefsin ölmediği iyice anlaşılmıştır.

[19] Onuncu delil: Bedenin ölümü, cisimlerdeki sıfatların değişimin­den ibarettir. Bedenin ölümü, sadece mizaca ilişkin niteliğin ve normal azaların ortadan kalkmasıdır. Buna göre deriz ki, o arazların cisimlerle olan ilişkisi, cisimlerde tasarrufta bulunan nefisle olan ilişkisinden daha mükemmel ve daha güçlüdür. O arazların ortadan kalkması, aralarında çok yakın ilişki bulunan cisimlerin ortadan kalkmasını gerektirmezken, nefisle uzaktan ilişkisi bulunanın ortadan kalkması, nefsin fânî olmasını evleviyetle gerektirmez.

[20] İşte bu konuda üç saatten az bir sürede hatır ve hayalime gelen yorumların toplamı bundan ibarettir. Bu iknaî delillerden dolayı kimse­nin bizi ayıplamaya hakkı yoktur. Zira biz, eğer bir gaye önemli ve ciddi ise aynı zamanda değerli, yüce ve zor olduğunu anlattık. O gayeyi bazen kesin delillerle, bazen güçlü ve zayıf iknaî delillerle gerçekleştirmek akl-ı selimin gereklerindendir. Allah daha iyi bilir.

Dipnotlar:

(1)- Aslında Ebu 1-Alâ el-Ma‘arrî’ye ait olan bu kıtanın manzum çevirisi tarafımızda yapılmıştır.

(2)- Firdevsî (ö. 411/1020 [?]) İran'ın millî destanı olarak kabul edilen ve 60.000 beyit­ten oluşan Şehnâme’nin müellifidir. Şehnâme’yi Gazneli hükümdarı Mahmııd b. Sebüg Tekin’e (ö. 421/1030) ithaf eden ve eseri bizzat sultana sunan Firdevsî, bir rivayete göre Gazneli Mahmud'dan eserinin değerine lâyık bir ödül alamamış, kendisine verilen 60.000 dirhemin 20.000’ini Sultan Mahmud’un gözdesi Ayaz’a, 20.000’ini hamamcıya, 20.000’ini de hamamın yanındaki bozacı veya mey­haneciye vermiş ve Sultan Mahmud için bir hicviye yazarak Herat’a kaçmıştır; bkz. Mehmet Kanar, “Firdevsî", DİA, c. XIII (İstanbul 1996), s. 125-127.

(3)- Ebû îshâk İbrahim b. Ahmed el-Havâss (ö. 291/904): Riyâzet ve tevekküle önem vermesiyle tanınan ilk dönem sûfîlerindendir.



Kaynak:Felsefe ve Ölüm Ötesi,Klasik yay.,Derleyici:Mahmut Kaya,syf:112-119
Devamını Oku »

31 Mart Hadisesi'nin İçyüzü Nedir ? Ne Değildir ?



4.12 BİR ASRA YAKINDIR İRTİCA OLAYI DENİLEREK HEP DİNDAR İNSANLARIN ÜZERİNE YIKILAN 31 MART HADİSESİNİN İÇYÜZÜ NEDİR? NE DEĞİLDİR?

31 Mart Vak'ası diye tarihe geçen bu olay, 14 Nisan 1909 tarihine rast­lamaktadır. Tarihçiler, bu olayın, kendi zulümlerini örtmek isteyen İttihâdcıların, II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesini temin etmek için, İngiliz Gizli Servisinin yardımı ile ve İngilizlerin aleti olarak tertipledikleri bir hadise ol­duğunda ittifak etmişlerdir. Ancak suç, samimi Müslümanlara yıkılsın diye, bir kısım dinî sloganlar kullanılmış ve "şerî'at elden gidiyor" diye dine ve dindarlara hücum planları hazırlanmıştır. İttihâdcılar, kendilerinin tertiple­dikleri bu olayı dindarları mülteciler diye suçlayarak dindarlara yıkmışlar ve maalesef kendileri gibi düşünen tarihçileri de kullanarak, bu olayı en büyük irtica olayı diye takdim etmişlerdir. Böyle bir tertibi fiiliyata dökmek için hem yeterli sebepler vardı ve hem de memleketin bazı halleri böyle bir fitne için alevlendirici özellik arz ediyordu. Şöyle ki:

Evvela, 31 Mart Vak'asının sebepleri nelerdi?

A)Bu olayın asıl sebebi, İttihâdcılarm yaptıkları zulüm ve istibdaddı. İttihâdcılar, tam bir zorba kesil­mişlerdi ve muhâliflerini sokaklarda öldürecek kadar azıtmışlardı. Mesela, İsmail Mahir Paşa, muhâlif gazetecilerden Ahmed Samim ve Hasan Feh­mi Bey İstanbul caddelerinde açıkça öldürüldü ve faili meçhuller artmaya başladı. Sultân Abdülhamid, Meşrutiyet gereği icraya karışmıyor ve sadece temsil vazifesini görüyordu. Devlete daha çok hâkim olmayı isteyen İttihâ­dcılar, yabancı devletler tarafından Abdülhamid'e karşı bir şeyler yapmaya zorlanıyorlardı. Onlar için tek hedef, gölgesinden dahi korktukları Sultân Ab­dülhamid idi.

B)Osmanlı Devleti'ni yıkma planlarının yapıldığı Meclis'deki vekillerin değişmesi için, millet tam manasıyla kaynıyordu. Ermenistan ve Rum Pontus tartışmalarıyla uğraşan Meclis'teki vekillerden halk rahatsızdı.

C)İcradan uzak tutularak köşesine çekilmeye mecbur edilen Sultân Abdül­hamid'in yeniden devlet ve millet lehine harekete geçmesini arzu edenler vardı. Çünkü İttihâdcılar, İngilizlerin maşası gibi, onu tahttan indirmek için meşgullerdi.

D)Asker siyâsete karışmıştı. Aldığı askerî ve dinî terbiyeye ay­kırı işler yapmaya başlamıştı. Mesela, Selanik ve Manastır’dan İstanbul’a ge­tirilen III. Orduya ait subayların fiyakasından halk ve diğer ordu mensupları yaka silkmeye başlamışlardı. Bununla da kalmayıp, İttihâdcılar, İstanbul'u korumakta görevli I. Orduyu tahkir ederek, III. Ordunun Selanik'teki tüme­ninden nigahbân-ı hürriyet ve muhâfiz-ı meşrutiyet adıyla avcı taburla- nro İstanbul'a sevk ettiler.

E)Haşan Fehmi Bey başta olmak üzere, faili me­çhul olayların artması milleti tedirgin ediyordu.

F)Ittihâdcılar kendilerine muhalif gördükleri subayları ve hatta askerleri kadro dışı ediyorlardı; açıkça bir tasfiye hareketi başlamıştı. Bu durum da ciddi bir gerginlik sebebiydi.

G)Hürriyet adı altında her türlü ahlaksızlık serbest hale gelmişti. Açıkça şer'-i şerife aykırı işleri yapan İttihâdcılara karşı, halkta ve özellikle de sağını so­lundan ayıramayan Derviş Vahdeti gibi bazı dindarlarda, idareye karşı bir nefret oluşmaya başlamıştı. Bütün bu sebeplerin bulunduğu bir ortamda, özellikle 24 Temmuz 1908-14 Nisan 1909 tarihleri arasında, her iki ta­rafa ait gazeteler, gerginliği arttırıcı yayınlar yapıyorlardı. Partiler, sanki bir iç savaş olacak gibi fedai yazmaya başlayan cemiyetler kurmaya başladılar. Ittihâdcılar, zafer sarhoşluğuyla baskı ve zorbalıklarını daha da arttırmaya başladılar. Sınırsız hürriyet anlayışı, askerlere kadar aşılandı ve erler subay­larına itaat etmez hale geldiler. Dine ve ahlaka aykırı bazı şeyler, askerlere telkin edilmeye başlandı. Orduda itaat ve ahlak bozulmaya başlayınca, dinde hassas ama muhakeme-i akliyede eksik olan bazı nâdânlar, iyilik yapıyorum zannıyla bazı fitne tohumlarını ekmeye başladılar.

Hürriyetin yanlış anlaşıl­ması ve tatbik edilmesi sonucunda, devletin idaresi cahillerin elinde kaldı ve herkes kendi başına hareket eder hale geldi. İstanbul serseri mayınlarla dolu bir hale gelmişti. İşte İngiliz Gizli Servisinin tahrikleriyle hareket eden İttihâd ve Terakkiciler, 31 Mart 1325 günü yani 14 Nisan 1909 tarihin­de, gergin durumu fırsat bilerek tertiplerini fiiliyâta dökmeye karar verdiler ve III. Ordudan getirdikleri avcı taburlarına mensup neferlerin fişeğini pat­lattılar. Başlarında tek bir subayın dahi bulunmadığı ve sadece başçavuş ve çavuşların komuta ettiği bu erler, "Şerî'at isterüz” deyü isyan ettiler. Ayasofya ve Sultanahmed Camii önlerinde toplanan kalabalık, Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa ile Meclis-i Meb'ûsân Reisi Ahmed Rıza Bey'in azlini ve bütün Îttihâdcıların sürgün edilmelerini istiyorlardı. Yukarıda zikredilen sebepler­den dolayı, isyan eden askerlere, başta hamallar olmak üzere her çeşit insar karışmıştı.

Görünürde İttihâdcılara karşı, şerî'atı ve onun teminatı olan Abdülhamidi kurtarmak için yapılmış bir isyandı. Ancak tamamen İttihâdcıların ve İngiliz Gizli Servisinin, Abdülhamid'i tahttan indirmek ve bu arada dindar halkı da ezerek gözdağı verilmek için yapılmış bir tertipti. Bu serseri mayın gibi isyan eden askerler, İttihâdcıların ileri gelenlerinden Ahmed Rıza Bey zannederek Adliye Nâzın Nâzım Paşa'yı ve Gazeteci Hüseyin Cahid zannıyla da Lazkiye Meb'usu Mehmed Arslan Bey'i öldürdüler. Sultân Hamid, II. Tümen Kumandanını çağırarak âsileri dağıtmasını istedi; ancak Padişah'ın tâlimatını dinlemeyen komutan Ordu Komutanından emir almadığını söyle­yecek kadar alçalmıştı.

Maalesef îttihâdcı olan ve sonradan bu haline çok piş­man olan Mahmûd Muhtâr Paşa ise, emir vermemekte direndi. Daha sonra isyan eden bu cahil askerlere, kendileri gibi cahil olan hamallar ve de sağını solundan fark edemeyecek kadar ahmak olan bazı dindarlar da katıldı. Zaten İttihâdcıların muhâlifleri de böyle bir fırsat bekliyordu. Onlar da akıllı hare­ket edemediler. İş, çığırından çıkmıştı. Bediüzzaman başta olmak üzere, bir kısım akıllı İslâm âlimleri, askerlere ve hamallara, bunun bir oyun olduğunu ve oyuna gelmemeleri gerektiğini ikaz ettiler. Hatta Bediüzzaman, bir nutuk ile sekiz taburu itaate getirmişti. İttihâdcılar, İngilizlerin âleti olmuşlar ve bütün Müslümanların ümidi haline gelen Abdülhamid'i indirmekten başka gaye gütmemişlerdir.

Bu olayı kendileri tertip etmelerine rağmen, ısrarla ola­yın bir irtica olayı olduğunu ifade etmeleri, günümüze kadar gelen devlet ile milletin arasını açmak âdetinin kötü bir başlangıcı oldu. Fırsatı ganimet bilen İttihâdcılar, olaylar büyüyünce, Selanik'ten Hareket Ordusu adını verdikle­ri kuvvetleri, Padişah'ı kurtarmak gibi yalancı bir sloganla İstanbul'a sevk etmeye başladılar. Bu hareket ordusunun sadece kumandanı olan Mahmûd Şevket Paşa Müslüman ve Türk'tü. Askerlerin çoğu, yağmacı ve Müslüman kâtili olan Makedonyalılardı. Tam bir çapulcu ordusuydu. Olayın vahameti­ni anlayan İstanbul'daki generaller ve özellikle I. Ordu Komutanı Nâzım Paşa, Sultân Abdülhamid'e müdahale etmeleri gerektiğini anlattılarsa da, Müslümanı Müslümana kırdırmayacağını söyleyen Padişah, onlara gerekli tâlimatı vermedi.

1.Ordu Kumandanı Nâzım Paşa'ya, Hareket Ordusuna silah çekmemeleri için yemin bile ettirdi. 25 Nisan'da Hareket Ordusu Komutam Mahmûd Şevket Paşa İstanbul'a girdi ve hâkim oldu. Sıkıyönetim ilan eder Paşa, bir kısmı tamamen masum olan binlerce insanı idam ettirdi. Hareket ordusu, Yunan ordusu gibi davrandı ve Yıldız Sarayı'nı yağmaladı. Kütüphane dışında Padişah'ın altın arabasını bile parçalayıp götürdüler. Daha sonra 27 Nisan 1909'da Meclis-i Umumi'yi toplayarak Abdülhamid'i hal' kararını silah zoruyla çıkardılar. En önemli ithamları, 31 Mart Vak'asını tertip etmekle suçlamak idi. Halbuki bu tamamen yalandı. I. Orduya talimat vermemekte direnen Padişah, Müslümanı Müslümana kırdırmakla itham ediliyordu.

Kı­saca 31 Mart Olayı, İttihâdcıların tertipledikleri bir fitneydi; ancak muhalif­leri olan Kâmil Paşa-zâde Said Paşa, İsmail Kemal Bey, muhalif gazeteci­lerden Mizancı Murad ve Volkan Gazetesi baş yazarı Derviş Vahdeti gibi bazı safdiller de durumdan pasta çıkarmak uğruna ateşe kürekle gittiler ve fitne ateşini söndürmek yerine alevlendirdiler. Neticede düşmanlar kâr etti; devlet, millet ve din zarar etti. Çünkü kurulan Divan-ı Harb-i Örfî masumla­rı idam sehpalarında sallandırdı. Din düşmanı kesimlerin eline tam bir irtica sermayesi verilmiş oldu. Bediüzzaman gibi allâmeler bile, 31 Mart Olayı ile suçlandılar; ama beraat ettiler.(1)

Prof.Dr.Ahmed Akgündüz - Arşiv Belgeleri Işığında Sultan 2.Abdulhamid ve Bediüzzaman,Osav yay.,syf:144-147

Dipnotlar:

(1)- BA, Meclis-i Meb'ûsân Albümü (Osmanlı Meb'ûsları, I. Devre), BA Kütüp. No: 1080 (Ar­şiv kaynaklarına imlemediğinden, Kuran, Öztuna, Dânişmend, Kutay, Cevat Rifat Ati han ve Ecvet Güreşin gibi tarihçiler, şehid edilen Lazkiye mebusu konusunda yanlış isimler vermişler; Tunaya ve Sina Akşin ise isim vermemeyi tercih etmişlerdir. Daha önce yanlış olarak verdiğimiz bu isim, Osmanlı Arşivindeki Albüm’e göre düzeltilmiş­tir. Ayrıca Lazkiye Meb'usu olarak Emin Arslan Bey'in de bulunduğunu kaydedelim); Kuran, Ahmed Bedevi, İrıkılab Tarihi ve Jön Türkler, sh. 276 vd.; Osman Nuri, Abdül- hamid-i Sâni ve Devr-i Saltanatı, c. I, sh. 111; İsmail Hami Dânişmend, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 11; Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 1, sh. 616-619; Bediüzzaman Said Nursi,Âsör-ı BedViyye, sh. 309,316-317, 324, 395-396,441; Mektûbât, sh. 429; Badıllı, Tarihçe-i Hayat, I, sh. 235-260; Atilhan, Cevat Rifat, Bütün Çıplaklığıyla 31 Mart Fâciası, İstanbul 1959; Akşin, Sina, Jön Türkler ve İttihâd ve Terakkî, İstanbul 1987; Dânişmen, İsmail Hamı, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. IV, İstanbul 1972, sh. 372.

Devamını Oku »

Selçuklular sanatta nasıl bu kadar yükseldi?







Anadolu Medeniyetini hem de Haçlı Seferleri ve Moğol istilası sırasında nasıl özgün bir şekilde ortaya çıkardılar?

SELÇUKLU SANATI VE KOZMOLOJİSİ

Sanat kavramının kökeni, Kur’an-ı Kerim’deki ‘sun’ kelimesidir. Ragıp İsfehani’nin Müfredat’taki izahatına göre sun, bir fiili icat etmektir. Ancak her fiil sun değildir. Sun, ancak Allah-u Teala’dan ve onun lütfu ile insanlardan sadır olabilen güzel işlerdir. “Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır” (Neml Suresi 27/88) ayet-i kerimesi, asıl ve hakiki sanatkarın kim olduğuna işaret eder.

Cemil Meriç, bir medeniyetin varlığının ve derinliğinin üç sanat dalı ile ölçülebileceğini savunur. Bu üç kriter mimari, edebiyat ve musikidir. Cemil Meriç’e göre medeniyet sıfatını kazanmak, bu üç kriterde özgün üsluplar oluşturmakla mümkündür. Bizim medeniyetimiz, her alanda olduğu gibi, sanatın bu üç temel alanında da, çağları aşan dirilikte bir anlayış geliştirmiştir.  Bu anlayışın her devirde kendine has bir yansıması vardır. Bu haberde, kendi sanatımızın en güzel yansımalarından biri olan Selçuklu Sanatı’nı, bir nebze de olsa anlatmaya çalışacağız.

Dört yüzyıla hakim Selçuklu sanatı

Selçuklu Sanatı, XI. yüzyılda Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşuyla başlayıp, Anadolu’daki 1. Beylikler Dönemi, Anadolu Selçukluları Dönemi, 2. Beylikler Dönemi ve Devlet-i Âliye’nin ilk devri boyunca etkisini sürdüren bir ekoldür. Ayrıca birçok açıdan Selçuklu üslubuna benzerlikleri olan Memluk Sanatı, Mısır ve Suriye’de varlığını XVI. yüzyıla kadar sürdürmüştür. XI. yüzyıldan, XV. yüzyılın ilk yarısına kadar, İran, Anadolu, Kafkasya, Suriye ve Irak’ta Selçuklu Sanatı’nın hakimiyetinden bahsedebiliriz. Ancak Selçuklu Sanatı’nın karakteristik özelliklerinin tamamen oluştuğu ve kendi zirvesine ulaştığı dönem, Anadolu Selçukluları’nın,  Anadolu’yu bir baştan bir başa imar ettikleri 1150 – 1277 yılları arasındaki dönemdir.

İznik, Konya, Amasya, Tokat, Sivas, Kayseri, Malatya, Hasankeyf, Mardin, Diyarbakır, Erzurum, Erzincan, Kemah, Şebinkarahisar, Divriği, Antalya, Alanya, Ankara, Manisa, Tire, Birgi başta olmak üzere bütün Anadolu, Selçuklu Sanatı’nın en güzel örnekleriyle bezenmiştir. Anadolu Selçuklu Sanatı, medeniyet tarihimizin de önemli bir merhalesini teşkil etmektedir. Selçuklu dönemi sanatının bütününe bakıldığında, en önemli özelliği, kendinden önceki dönemlerin kazanımlarını temel alarak ve devam ettirerek, geleneğin devamı olan yeni bir üslubu oluşturabilmesidir. Bu üslubun oluşumunda tasavvufi düşüncenin büyük etkisi vardır.

Her şeyin toplandığı vahdet

Tasavvufi düşünce, Allah ile insan, Allah ile âlem ve insan ile âlem arasındaki ilişkiyi tevhid yani birlik temelinde izah eder. Allah birdir ve Allah’ın birliği, Allah’ın isim ve sıfatlarının sonsuz tecellilerinin aynası olan insanın ve âlemin hakikatidir. İnsan ile âlem arasında da birlik ilişkisi vardır. Denilebilir ki insan yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak, Allah’ın isim ve sıfatlarının sonsuz tecellilerinin aynası olduğu gibi, âlem dediğimiz kainat da, insanda tecelli eden İlahi hakikatin yansımasıdır. Bu yüzden insana âlemin özü veya küçük âlem, kainata da büyük âlem denilerek insan ile kainatın birliğine işaret edilir. Böylece kesret denilen çokluk,  kainatı ifade eder ve insan aynasında görülen birliğin yansıması olarak kurgulanır. Bir Selçuklu devri mutasavvıfı olan Mevlana, bu hakikati “Güzellik tektir, aynaları çoğaltırsan o da çoğalır” diyerek anlatır.

Öte yandan insanın ve kainattaki varlıkların bu âlemdeki görünümlerinin ölümlü ve sonlu olması, Allah’ın ebedi ve baki oluşuyla bir tezat teşkil eder. Bu tezat İslam inancında Allah’ın sayısız isim ve sıfatlarının hep zıtlarıyla kaim olmasının da bir neticesidir. Çünkü Allah’ın isimleri Hadi –Mudil, Cemal – Celal, Afuvv - Muntakim, Evvel - Ahir gibi hep zıtlarıyla birlikte izah edilir. İnsan ise Allah’ın yeryüzündeki halifesi sıfatını, bütün bu zıtlıkların tecellilerini kendinde birleştirmesi ve bütün zıtlıkların hakikatindeki birliği görebilmesi sebebiyle kazanmıştır. İslam inancındaki kesret - vahdet yani birlik – çokluk ilişkisi, çokluğun birlikten çıkması ve birliğe dönmesi, fena ve bekanın yani sonlunun ve sonsuzun insandaki birlikteliği,  insanın bütün zıtlıkları kendinde birleştirmesi gibi ilkeler İslam Sanatı’nın da temelini teşkil etmiştir.

Kainatın ve insanın sanata yansıması

İslam inancında varlığın ortaya çıkışı Allah’ın kün yani ol emriyle bir anda gerçekleşmiştir. Bu bir anda ortaya çıkan varlık bir nokta ile yani Arap alfabesindeki B harfinin noktasıyla temsil edilir. Bu bir ve tek an içinde zaman ve mekan tek bir noktadan ibarettir. Bu tek noktanın dairesel hareketi zamanın oluşumunu ve kainatın helezonik genişleyişini sağlar. Kainatın helezonik ve dairesel yapısı, astronomi ilminde temel kaide olan feleklerin devir hareketiyle izah edilir. Bu sebeple İslam kozmolojisi, kainatın ana unsurları olan mekanın ve zamanın helezonik şekilde tasvirine ve bu helezonun dairesel tablolarla ifadesine dayanır. Bütün bu anlayışın neticesinde Selçuklu Sanatı’nda nokta motifi doku ve ritim değişikliği oluşturmakta ve aynı zamanda birliği sağlamakta etkili bir unsur olarak kullanılmıştır. Motif gruplarındaki ilüzyonik yapı ise sürekli bir devinim ve hareket hissi uyandırarak zaman ve mekanın dairesel hareketini canlandırır.

Kainatı tasvir eden dairesel kozmolojik tablolar Selçuklu Sanatı’nda önemli bir yer tutar. Abbasiler döneminde girişilen tercüme faaliyetleri ile Eski Yunan Felsefesi’ne Eski Mısır, Hint ve Çin Medeniyetleri’ne ait metinler İslam düşüncesine büyük katkı sağlamıştır. Felsefe, Tasavvuf ve Kelam ilimlerinde altın çağın yaşandığı bu dönemin etkisi edebiyat, mimari ve diğer sanat dallarında bariz şekilde görülmektedir. Selçuklu Sanatı, felsefe tasavvuf ve ilimdeki bu altın çağın sanattaki yansımasıdır diyebiliriz. Gazali, Ömer Hayyam, Mevlana, Yunus Emre gibi büyük mutasavvıf ve düşünürlerin eserleri Selçuklu Sanatı’nın oluşumuna büyük katkıda bulunmuştur.

Karatay Medresesi Kubbesi

Sırlarla dolu ayrıntılar

İbn Sina ile zirvesine ulaşan felsefe ve astronomi çalışmaları, İhvan-ı Safa adlı felsefi ekolün Pisagor’un öğretilerini temel alan ve kainatı mistik rakamsal tablolarla ifade eden âlem tasvirleri, Endülüs’lü İbn Arabi’nin Fütuhat adlı eserinde bulunan ve Karatay Medresesi’nin duvarlarında görülen kainatın dairesel tabloları, Selçuklu Sanatı Kozmoloji’sinin temelini oluşturur. İbn Sina’nın,  İhvan-ı Safa ve İbn Arabi’nin bu dairesel kainat tablolarının tesiri, hem motif yapılarında hem de mimari yapıların planlarında ve kubbelerinde kolayca müşahede edilebilir. Öte yandan İbn Sina’nın Kitab’üş Şifa’sının bölümleri olan “Semâ ve Âlem” ile “Kevn ve Fesad” gibi metinleri başta olmak üzere, İslam Kozmolojisi ve astronomisine ait metinlerin mimaride ve tasvir sanatlarındaki yansımaları üzerine çok az çalışma yapılmıştır. Harran harabelerinin kuş bakışı planının Samanyolu yıldız takımının bir tasviri olduğunun, çok yakın bir zamana kadar sadece süsleme zannedilen Endülüs’teki Elhamra Sarayı duvarlarındaki tasvirlerin içinde gizlenmiş yazılı metinler bulunduğunun anlaşıldığı bir dönemde, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerindeki sanat ve kozmoloji ilişkisinin daha ciddi incelenmesi gerekmektedir.

Selçuklu Sanatı’ndaki motif ve tasvirlerin kökenlerinin Kur’an ve hadisler ile irtibatı görmezden gelinmemelidir. Kur’an’da zengin cennet tasvirleri olduğu gibi, ağaç ve bitkilerin, çeşitli hayvan ve kuşların isimleri de sıklıkla geçer. Kur’an’da güneş, ay ve yıldızlar başta olmak üzere semanın,  dağlar, denizler ve ağaçlar başta olmak üzere yeryüzünün Allah’ın ayetleri olarak tanımlanması, bu motiflerin süsleme sanatlarında kullanımına etki etmiştir. Kur’an’da, kainatın en uç noktasında olduğu bildirilen Sidret’ül Münteha adlı ağaç, tasavvufta Şeceret’ül Kevn (Varlık Ağacı) adıyla isimlendirilmiştir. Ağaç tasvirlerinin gelişiminde bu etki gözden kaçırılmamalıdır.

Kitaplarda yer alan semboller

Abbasiler döneminde tercüme edilen bir Hint klasiği olan Kelile ve Dimne adlı eser, tüm kahramanlarının hayvanlardan oluştuğu bir ahlak kitabıdır ve bu kitabın yazma nüshalarındaki minyatürler ile birlikte hayvan motiflerinin kullanımının yeniden canlandığı söylenebilir. Yine mutasavvıf İran şairi Feridüddin Attar’ın Mantık’ut Tayr adlı eseri, değişik türden kuşların Anka Kuşu’nu aramak için çıktıkları yolculuğu anlatır. Bu eser, zengin kuş tasvirleri ile kuş motiflerinin  kullanımında etkili olmuştur. İbn Arabi’nin kainatı, insanlık ağacı ve dört kuş ile (Anka, Kartal, Güvercin, Karga) temsil ederek anlattığı İttihad-ı Kevni risalesini de zikretmek gerekir. Savaş ve av sahnelerinin tasvirleri, Gazneliler dönemi sanatçısı olan Firdevsi’nin meşhur Şehnamesi’nin minyatürlü nüshalarıyla birlikte yaygınlaşmıştır. Edebiyatımızda bu dönem ortaya çıkan zengin tasvir geleneği, Selçuklu Sanatı’nın temellerinden biri, belki de birincisidir.Konya İnce Minareli Medrese

Selçuklularda yıldız motifinin kullanımı çok yaygındır. Hz. Süleyman’ın mührü olarak kabul edilen altı köşeli Davut yıldızı esas motiftir. Selçuklu tasavvuf düşüncesinde, Davut yıldızı İslam’a ait bir semboldür. Hz. Süleyman (AS)’a, ettiği dua üzerine, Hatem’ül Enbiya Hz. Resulullah (SAV)’a ait hazinelerden biri olan Besmele-i Şerif’in sırrının öğretildiği, bu sır sayesinde cinlere, hayvanlara ve tabii kuvvetlere hükmedebildiği kabul olunur. Bunun delili, Kur’an-ı Kerim’in “O mektup Süleyman tarafındandır, Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlamaktadır” (Neml Suresi 27/30) ayetidir. Davut yıldızı, besmele-i şerife dayanan hakimiyetin sembolüdür. Bu yüzden İslam ordularının sancaklarında da kullanılmıştır.

Dairenin bölünmesi ile elde edilen 6 ve 12 sayıları, güneşin çizdiği çemberle ilişkili kozmik sayılardır. Güneşin bir yılda geçtiği on iki gezegen, kainatın altı günde yaratılması önemlidir. Güneş, ay ve dünyanın hareket ritimleri kozmik sayıların anahtarıdır. Bu üçlü ilişki üç sayısına ağırlık verir. Dört rakamı, Kabe’nin yapısına, dört halifeye ve anasır-ı erbaa denilen kaninatın dört unsuruna (su, hava, toprak, ateş) işaret eder. Beş, İslam’ın şartlarının sayısıdır. Altı, kainatın yaratıldığı gün sayısıdır. Merkez nokta ile birlikte yediyi bulur. Dünya yedi iklimden müteşekkildir. Altı on ikiye götürür ki on iki; üç ve dört sayılarını birleştirir. On iki imam ve on iki havari, İsrail oğullarının on iki kabile olması, on iki burç, bir yılda on iki ay olması önemlidir. Ayın ritim sayısı yedidir, semanın yedi, feleklerin ise dokuz kat olduğuna inanılır.

Efendimizin sembolü:Ay

Ay, Resulullah’ın (SAV) sembolüdür. Kamer Suresi bunun delilidir. Müslümanların kullandığı takvim de ay yılına dayanır. Dolunaydan hilale kadar ayın değişken hali, sanatta zengin çağrışımların da önünü açmıştır.

Selçuklu Sanatı,  mimari,  taş oymacılığı,  ahşap oyma sanatı,           hat sanatı, çinicilik,  halıcılık gibi dallarda özgün bir tarz oluşturabilmiştir. Üstelik bunu çok zor bir dönemde, Haçlı seferleri ve Moğol istilası gibi faciaların ortasında başarabilmiştir. Günümüzde mimari, edebiyat ve musiki başta olmak üzere, hiçbir sanat dalında özgün bir üslup oluşturamadığımız açıktır. Bunun temel sebebi, sanat anlayışımızın, medeniyetimizin ruhu ile bağlarının kopmuş olmasıdır. Medeniyetimizin ruhu, din, ilim ve sanatın bütünlüğü temeline dayanır. Halbuki günümüzde, din, ilim ve sanat arasındaki bağlar koparılmış olduğu gibi, üstelik her biri kendi içinde Batılı değer yargılarının istila ve işgali altındadır. Selçuklu örneğinde gördüğümüz üzere, sanatta üslup mutlak surette bir dünya görüşüne ve kainat anlayışına dayanır. Bugün, çok değerli mimarlarımız, taş ve ahşap oyma ustalarımız, hattatlarımız, tezhip ve kalem işine vakıf nakkaşlarımız var. Belki sayıları da Selçuklu hatta Âl-i Osman dönemine göre daha fazladır. Ama yine de bir Karatay Medresesi, bir Rüstem Paşa Camii gibi zaman ve mekanı aşan özgünlükte eserler yapılamıyor. Çünkü eksik olan medeniyetimizin ruhudur, eksik olan dünya görüşüdür ve eksik olan varlık anlayışımızdır. Bu eksikliğin sebebi ise sanatkarlarımız değil devlettir, devletin ve toplumun hareket istikametidir.

Abdülhamid Ahdar yazdı

Manşet foto: Konya İnce Minareli Medrese

http://www.dunyabizim.com/hikmet/8065/selcuklular-sanatta-nasil-bu-kadar-yukseldi

Devamını Oku »

Sosyal Medya Bağımlılığı



Internet teknolojisi her türlü bilginin, verinin, sayısal içeriğin paylaşılmasına imkân veren kapsamlı bir iletişim ortamdır. Bireyler internet üzerinden haberleşebildikleri gibi sosyal pay­laşım ağları aracılığıyla taleplerini, duygu ve düşüncelerini akta­rabilmekte; çeşitli gruplara üye olarak karşılıklı bir şekilde oyun oynayabilmektedirler. Ancak sürekli olarak sosyal ağlarda yer almak isteyen ve zamanının çoğunu sanal ortamda geçiren bireyleri bekleyen en büyük tehlike ise sosyal medya bağımlılı­ğıdır. Sosyal medya bağımlılığına değinmeden önce "bağımlılık" konusuna açıklık getirmek gerekmektedir.

5.1. Bağımlılık Nedir?

Bağımlılık üzerine farklı tanımlamalar yapabilmek mümkün­dür. Türk Dil Kurumu'na göre "bağımlı"; "başka bir şeyin iste­mine, gücüne veya yardımına bağlı olan, özgürlüğü, özerkliği olmayan, tabi" ve "bir kimseye veya şeye maddi veya manevi yönden aşırı bağlı olan" gibi anlamlara gelmektedir. Bağımlılık ise; "bağımlı olma durumu, tabiiyet" durumunu ifade etmek­tedir. (http://www.tdk.gov.tr, 2013) "Bir madde ya da davranı­şı kullanmayı bırakamama veya kontrol edememe" şeklinde de tanımlanan bağımlılık kavramı uluslararası literatürde "depen­dence" ve "addiction" kelimelerine karşılık gelmektedir. (Günüç, Kayri, 2010: 220) Bağımlılık kavramı genellikle alkol, uyuş­turucu, sigara gibi maddelere yönelik aşırı istek olarak düşü­nülmektedir. Fakat bu kavram aşırı bir biçimde sergilenen dav­ranışlar için de kullanılmaktadır.

Bağımlılığın temel olarak iki kolu bulunmaktadır. Bu kollar­dan ilki madde bağımlılığı, diğeri ise davranışsal bağımlılıktır. Kullanıldığında bireylerin fiziksel, zihinsel, biyolojik yapısına zarar veren, değişik yollarla alınan ve beyinsel işlevlerde deği­şim yaratan alkol, esrar, eroin, kokain gibi reçete ile verilmeyen maddeleri sürekli olarak alma arzusu madde bağımlılığı olarak ifade edilmektedir. (Ceyhun v.d., 2001:87) Davranışsal bağımlı­lık ise belirli bir davranışın düzenli bir şekilde sürekli sergilen­mesi neticesinde bireyin psikolojik, bedensel ve toplumsal yapı dahilinde dengesini kaybetmesi, düzeninin bozulması ve çev­reden giderek kopmasına neden olan durumdur. Davranışsal bağımlılık sonucunda birey çevresi ve toplumla düzenli bir şe­kilde iletişim kuramamaktadır. (Karaman, Kurtoğlu, 2009: 641) Davranışsal bağımlılıklar kesinlikle kimyasal bir özelliğe sahip değildir. Olumsuz sonuçlarına rağmen birey kendisini çoğu zaman kontrol edememekte ve sürekli olarak yoğun bir şekilde arzuladığı eylemi gerçekleştirmek istemektedir. Bağımlılıklar bireyin hayatına müdahale edebilmektedir.

5.2. Sanal Dünyaya Karşı Oluşan Yoğun İlginin Nedenleri ve İnternet Bağımlılığı

Sanal ortam, her türlü bilgiye kısa sürede ulaşmayı sağlayan yepyeni bir dünya oluşturmuştur. İletişim çağının olmazsa ol­mazı durumuna gelen internet, kitle iletişim araçlarının çehre­sini hızlı bir şekilde değiştirmiştir. Bugün internet, her türlü iletişim teknolojisinin temelinde yer almaktadır. Sanal dünya çeşitli faydalar sağladığı gibi birçok olumsuzluğu da beraberin­de getirmektedir. Bireyler sağlıksız ve kontrolsüz bir şekilde sanal ortamda vakit geçirdiklerinden dolayı sosyal ve psikolojik sorunlarla karşı karşıya kalabilmektedirler. (Ceyhan, 2008:109) Bu sorunlara zamanında müdahale edilmediği takdirde önüne geçilmeyecek durumlar meydana gelebilmektedir.

Özellikle gençler sanal dünyaya yoğun ilgi göstermektedir. İnternetin yeni bir teknoloji olması ve gençlerin bilgisayarlarla sürekli etkileşim içerisinde bulunması bu ilginin en temel se­bepleri arasında yer almaktadır. Dursun'un (2004: 5) üniversite gençliğinin internet kullanımına yönelik yaptığı araştırma bu ilginin nedenini açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Yapı­lan bu araştırma neticesinde elde edilen bulgular Tablo 4'te görülmektedir.



Çalışma neticesinde katılımcıların daha çok elektronik posta atmak, haber okumak- medyayı izlemek, eğlenmek, müzik dinlemek-resim yapmak ve oyun oynamak gibi nedenlerle in­terneti kullandığı ortaya çıkmıştır. Yine Okay tarafından benzer bir çalışma gerçekleştirilmiştir. Bu çalışma neticesinde elde edilen bulgular Dursun'un yapmış olduğu araştırmayla benzer­lik göstermektedir. Okay'ın yaptığı araştırmada genel bilgi arama, oyun oynama, sohbet etme, yazılım (program) indirme, gazete / dergi okuma, televizyon, video izleme, müzik dinleme, yarışmalara katılma, bahis oyunlarına iştirak... v.b. gibi neden­lerle bireylerin interneti kullandığı görülmektedir. Çalışmada internet üzerinden kurs alma, e-posta gruplarına ve forumları­na katılma oranlarının düşük olduğu sonucu ortaya çıkmıştır. (Okay, 2010: 102) Bu noktadan hareketle internetin genel ola­rak iletişim amaçlı kullanıldığını söylemek doğru olacaktır.

İnternetin gelişi güzel bir şekilde kullanılması ve internet karşısında kontrolsüz bir şekilde vakit geçirilmesi internet ba­ğımlılığına neden olmaktadır. İlk kez 1996 yılında Dr. Ivan Goldberg tarafından kullanılan bu kavram 2000Tı yıllara gelin­diğinde patolojik incelemeler neticesinde ruhsal bir sorun ola­rak nitelendirilmiştir. Uluslararası literatürde "internet addic­tion" şeklinde yer alan internet bağımlılığı; aşırı ve problemli internet kullanımını ifade eden bir kavramdır. Sanal dünya üzerine incelemeler yapan araştırmacılar internet bağımlılığını tanımlamak için Amerikan Psikiyatri Birliğinin sınıflandırma sistemi olan DSM (The Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders) kriterlerini kullanmışlardır, internet bağımlı­lığını tanımlamaya çalışan araştırmacılar seks, kumar, alkol bağımlılıklarını da inceleyerek çalışma sahalarını genişletmiş­lerdir. (Günüç, Kayri, 2010: 221) İnternet bağımlılığı; genel olarak internet ortamında sürekli var olmak isteme arzusu ve interneti karşısında kontrolsüz bir şekilde vakit geçirme şeklin­de ifade edilebilmektedir. Kısacası zamanın büyük çoğunluğu­nun internet başında geçirilmesi internet bağımlılığının hem belirtisi hem de nedenidir.

Araştırmacıların bir kısmı internet bağımlılığı kavramını ter­cih etmemekte, bunun yerine problemli internet kullanımı ifadesini kullanmaktadırlar. Dolayısıyla bilimsel çalışmaların bir kısmında internet bağımlılığı; problemli internet kullanımı ola­rak nitelendirilebilmektedir. Davis'e göre internet bağımlılığı (problemli internet kullanımı); uyumsuz düşünce ve patolojik davranışları içeren psikolojik bir durumdur. Kandell da internet bağımlılığına psikolojik bir bakış açısıyla yaklaşarak gençlerin en riskli grupta yer aldığını belirtmiştir. Beard ve Wolf internet bağımlılığını sosyolojik bir olgu olarak nitelendirmiştir. Onlara göre internet bağımlılığı bireyleri gündelik hayattan koparmak­ta ve yaşamayı zorlaştırmaktadır. (Özcan, Buzlu, 2005: 20) Gö­rüldüğü gibi internet bağımlılığı bireyin gerek iç, gerekse de dış dünyasını derinden etkilemekte ve tedavi edilmediği takdirde psikolojik açıdan çeşitli sorunlar yaşanmasına neden olabilmek­tedir.

5.3. Sosyal Medya Bağımlılığına Genel Bakış

Sayısal çağa geçişle birlikte teknolojik olarak çok önemli ge­lişmeler yaşanmaya başlamıştır. Global ağ adı verilen internet insanların birbirleriyle iletişim kurmasını kolaylaştırmış ve sos­yal paylaşım ağlarının oluşmasını sağlamıştır. Teknolojinin bu denli ön planda yer aldığı günümüzde internetin psikolojik etki­leri bireylerin tutum ve davranışlarını değişikliğe uğratmıştır. İnternet bağımlılığı olarak bilinen problemli internet kullanımı sosyal paylaşım ağlarının popüler bir hal almasıyla birlikte sos­yal medya bağımlılığına dönmeye başlamıştır. Bireylerin sosyal paylaşım ağlarında yer alma ve sürekli çevrimiçi olma arzuları­nın altında yatan temel nedenler arasında gündelik hayattan kaçma, arkadaş edinme, sohbet, kimlik gizleme ve oyun- eğlence... v.s. yer almaktadır. (Cabral, 2011: 6)

Sosyal medya insani ilişkilerin değişmesine neden olmuştur. Sanal hediyeler, mesajlar ve oyunlar yüz yüze (sıcak) iletişimin tabiri caizse sonunu getirmiştir. Bulunulan noktadan herhangi bir engelle karşılaşmadan iletişim kurmak bireyleri sosyal med­yaya yöneltmeye başlamıştır. Sosyal paylaşım ağlarına yönelik ilginin üst düzeye ulaşması ise sosyal medya bağımlılığına ne­den olmaktadır. Sosyal medya bağımlılığı; Facebook, Twitter, MySpace...v.b. ağlarda sıkça vakit geçirme ve sürekli çevrimiçi kalarak dünyada olan bitenden haberdar olma durumunu ifa­de eden bir kavramdır. Bir hastalık ya da psikolojik bir sorun olarak da nitelendirilen sosyal medya bağımlılığı, sosyal ağların aşırı derecede kullanımı şeklinde de tanımlanabilmektedir. Sosyal medya bağımlılığı bireyleri giderek hayattan soğutmakla birlikte özgüven kaybına neden olmaktadır. (Walker, 2013)

Günümüzde internet kullanıcıları Facebook, Twitter, MyS- pace, Google+...v.b. gibi sosyal paylaşım ağlarına yoğun ilgi göstermekte ve bu ağlar aracılığıyla kendilerine özgü profiller oluşturmaktadır. Böylelikle internet ortamından uzaklaşmak daha da zorlaşmaktadır. Mobil araçların internet ve sosyal pay­laşım ağlarına yönelik uygulamaları desteklemesi sosyal medya bağımlılığını tetiklemektedir. Teknoloji üzerine çalışmalarını yürüten Kimberly S. Young bireylerin internete yönelik bağımlı­lıklarını uzun yıllar araştırmış ve bu incelemeler neticesinde çeşitli tanı ölçütleri ortaya koymuştur. Young'un internet ba­ğımlılığı için önerdiği tanı ölçütlerini sosyal medya bağımlılığı için de kullanabilmek mümkündür. Bu ölçütler 8 maddeyle aşağıdaki gibi sıralanmıştır: (Şenormancı v.d., 2010: 261)

  • Sosyal medyada yapılacak olan aktivitelerin planlanması, tasarlanması ve sürekli olarak çevrimiçi olma arzusu,

  • Keyif almak, eğlenmek ve sıkıntıları gidermek için sosyal paylaşım ağlarında bulunma isteği,

  • Sosyal paylaşım ağlarında vakit geçirme ve bulunma süre­lerini istem dışı bir şekilde kontrol edememe,

  • Sosyal paylaşım ağlarında bulunmama, uzak kalma duru­munda bireyin huzursuzluk ve mutsuzluk hissetmesi,

  • Başlangıçta planlanandan daha uzun süre sosyal paylaşım ağlarında vakit geçirme,

  • Gereğinden fazla sosyal paylaşım ağlarında zaman geçirme nedeniyle ailesel, çevresel sorunların yaşanması ve kariyer-eğitim fırsatlarının kaybedilmesi,

  • Sosyal ağlarda bulunabilme adına başkalarına (aile, arka­daş, psikolog...vb.) yalan söylenmesi,

  • Sosyal medyayı huzursuzluklardan kaçma ve olumsuz duygulardan kurtulma amacıyla kullanma.


Sosyal medya bağımlılığının temelinde yalnızlık olgusu yat­maktadır. Peplau ve Perlman; yalnızlığın tek başına olmak an­lamına gelmediğini ifade etmektedir. Onların deyişiyle yalnız­lık; bireyin sahip olduğu sosyal ilişkiler ve ile olmasını arzuladığı sosyal ilişkiler arasındaki farkı algılaması sonucu meydana ge­len ruhsal bir durumdur. Birey bu durumdan hoşnutsuzluk duymaktadır. Aynı zamanda sosyal ilişkiler açısından eksiklik duyan bireylerin en büyük problemi yalnızlıktır. Yalnız olan birey iletişime ihtiyaç duymakta ve sosyal dünyayla iç içe olmak istemektedir. (Batıgün, Hasta, 2010: 214) Yüz yüze ilişkilerde başarılı olamayan, doyumsuzluk, huzursuzluk, stres gibi birçok yaşamsal duyguyu bünyesinde barındıran bireyler için sosyal medya bir kaçış noktasıdır. Yapılan çalışmaların bir kısmında internet ve sosyal medya bağımlısı olan bireylerin aile, arkadaş ve yakın çevreleriyle daha az zaman geçirdikleri ve onlarla kimi zaman önemli iletişim sorunları yaşadıkları görülmektedir.

Toplumsal hayattan sıkılma ve kaçış sosyal medya bağımlılı­ğının bir diğer nedeni olarak görülmektedir. Nitekim bireyler reel hayatlarında tanımadıkları insanlarla iletişim kurabilmekte ve kendilerini farklı kimliklerle ön plana çıkarabilmektedirler. Farklı kimliklere bürünme sosyal medyada görülen en büyük problemler arasında yer almaktadır. İnsanlarla yüz yüze ilişki kuramayan, başkaları tarafından beğenilmeyeceğini düşünen bireyler sosyal medyanın gizleyici dünyasında kendilerini mutlu ve huzurlu hissetmektedirler. Bununla birlikte sosyal medyanın rahat ve özensiz ortamı gösterilen yoğun ilginin bir diğer nede­nidir. (Hazar, 2011: 162) Sosyal medyanın sağlamış olduğu bu rahat ortam bağımlılığı pekiştirmekte ve reel hayatın gidişatına etki etmektedir.

Sosyal medya bağımlılığı bireylerin yaşamış olduğu psikolo­jik sorunları derinleştirebilmektedir. Whang ve arkadaşları yalnızlık ve depresyon gibi bireylerin psikolojisine etki edecek sorunların internet kullanıcılarını sanal dünyaya bağımlı bir hale getirdiğine vurgu yapmaktadır. Yapılan araştırmaların birçoğunda ergenlik çağında olan bireylerin sanal dünyaya da­ha bağımlı olduğu sonucu ortaya çıkmıştır. Eğlence ve iletişim amaçlı internet kullanımı sosyal medya aracılığıyla yaygınlaş­maktadır. (Ceyhan, 2008: 112-113) Facebook çeşitli oyunları bünyesinde barındıran kapsamlı bir sosyal paylaşım ağıdır. Kullanıcıların sosyal paylaşım ağlarında bağımlı olmalarının bir diğer nedeni de çevrimiçi oynanan oyunlardır. Facebook üze­rinden oynanan popüler oyunlar arasında Candy Crush Saga, Farm Ville 2, Texas HoldEm Poker, Diamond Dash ve Coaster- Ville gibi oyunlar yer almaktadır. Bu oyunların varlığı kullanıcı­ları sosyal paylaşım ağlarına bağımlı bir hale getirebilmektedir. Hayattan uzaklaşma, eğlenme ve kafa dinleme gerekçesiyle oynanan bu oyunlarda aynı zamanda rekabet duygusu aşılan­maktadır. Bireylerde aşama kaydederek arkadaşlarını geçme hırsı oluşabilmektedir.

Sosyal paylaşım ağları kullanıcıları uzun süre çevrimiçi tuta­bilmek için farklı hizmet ve uygulamaları kullanıma sunmakta­dır. Böylelikle herhangi bir nedenle sosyal paylaşım ağlarına giriş yapan kişi uygulamaların etkisinde kalarak gereğinden fazla zaman geçirebilmektedir. Sosyal medyanın sunmuş olduğu oyunlar ticari bir meta haline gelmeye başlamıştır. Bu oyun­larda öne geçmek isteyen kullanıcılar kredi kartlarını kullanarak malzeme ya kredi alabilmektedirler. Böylelikle modern birey sanal dünyanın bir parçası haline gelmekte ve bu dünyadan kopamamaktadır. Sosyal medya aynı zamanda tüketim toplumuna da hizmet etmektedir. Tüketimin gösteri amaçlı bir şekil­de gerçekleştirilmesi ise sosyal medya bağımlılığını arttırmak­tadır.


İnternet kullanımı üzerine yapılan araştırmaların büyük ço­ğunluğunda sosyal medyanın popülaritesi ön plana çıkmakta­dır. 2013 yılında Ingiltere'de yapılan bir araştırma neticesinde kullanıcıların %21'i interneti doğrudan sosyal medyaya erişim amaçlı kullandığını ifade etmiştir. İnterneti gezini amaçlı kul­landığını belirten katılımcıların oranı ise %18'dir. Kullanıcıların %14'ü ise interneti temel olarak mesajlaşma, okuma-yazma amaçlı kullandığını beyan etmiştir. (Sakki, 2013) Araştırma sos­yal medyanın günümüzdeki etkisini açık bir şekilde gözler önü­ne sermektedir. Sosyal medya, internetin diğer kullanım amaç­larını bünyesinde barındırmaktadır. Çünkü sosyal medya üze­rinden oyun oynamak, video izlemek, müzik dinlemek ve mesajlaşmak mümkündür. Bu ve buna benzer aktiviteler sosyal medyaya bağımlılığı tetikleyen temel etmenler arasında yer almaktadır.

5.4. Sosyal Medya Bağımlılığının Tedavisine Yönelik Tek­nikler

Sorunlu internet kullanımının bir uzantısı olarak meydana gelen sosyal medya bağımlılığının tedavi edilmesi şarttır. Kaygı bozuklukları, depresyon ve psikolojik sorunları beraberinde getiren sosyal medya bağımlılığının tedavisi esnasında farklı yöntemler kullanılabilmektedir. Bu yöntemler aracılığıyla ba­ğımlılık düzeyini alt seviyelere çekebilmek mümkündür: (Arı- soy, 2009: 61)

  • İnternet kullanımını ters saatlere kaydırmak: Sosyal medya bağımlısı düzenli bir şekilde erişim sağladığı za­man dilimleri dışında sosyal ağlarda vakit geçirirse inter­netin etki düzeyi minimum düzeye indirgenebilmektedir.

  • Sosyal paylaşım ağlarına erişimle ilgili hedefler belirle­mek: Bağımlıların bir anda sosyal paylaşım ağlarından uzak kalması mümkün değildir. Bu nedenle zaman dilim­lerinin planlı bir şekilde azaltılması sosyal medya bağımlısının tedavisinde kullanılacak bir başka önemli yöntem­dir.

  • Dış durdurucular kullanmak: Birey saat ya da herhangi bir alarm kullanarak internette geçirdiği zaman dilimini kontrol altına alabilmektedir. Alarm erişim süresinin dol­duğunu bireye hatırlatacaktır.

  • Hatırlatıcı kartlar kullanmak: Bağımlı internette geçirdiği uzun zaman diliminin doğurabileceği zararlı sonuçları sü­rekli yanında taşıyabileceği küçük kartlara yazdığı takdir­de sosyal ağlara erişim süresi kontrol altında tutulabil­mektedir.

  • İnternet kullanım amaçlarını sınırlandırmak: Bağımlı hemen hemen her işini (fatura ödeme, mal-hizmet satın alma, film izleme, müzik dinleme) internet üzerinden gerçekleştirmek istiyorsa bu durumun mutlaka sınırlandı­rılması gerekmektedir.

  • Kişisel ajanda ya da not defteri sahibi olmak: İnternette işi olan bağımlı işi bittikten sonra doğrudan sosyal payla­şım ağlarına erişim sağlayabilmektedir. Bu durumun ol­maması adına kişisel ajanda ya da not defterine yapılacak işlemler eklenerek planlanan zaman diliminde bu işlem­ler sırasıyla gerçekleştirilebilmektedir.

  • Destek / terapi gruplarına katılmak: İleri düzeyde sosyal medya bağımlısı olan ve kendini yalnız hisseden bireyler destek / terapi gruplarına katılarak hem yalnızlıktan hem de bağımlılık sorunlarından kurtulabilmektedir.

  • Aile desteği: Sosyal medya bağımlısı bireyin ailesi bu ko­nu hakkında bilgi sahibi olmalı ve bireyi internet orta­mından uzak tutabilmek adına çaba sarf etmelidir.


Türkiye'de de sorunlu internet kullanımının önlenebilmesi adına önemli adımlar atılmaktadır. Bu adımlardan en önemlisi Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalık­ları E.A. Hastanesi (BRSHH) bünyesinde faaliyet gösteren İnternet Bağımlığı Polikliniğindir. Bağımlılığın üst düzeylere ulaştığı durumlarda başvurulan sosyal medya ve çevrimiçi sohbet ba­ğımlılarından, internet üzerinden alışveriş meraklılarına, cinsel içerikli site tutkunlarından, saatlerce bilgisayar oyunu oynayan­lara, kadar yetişkin, kadın / erkek, ergen, çocuk birçok kişiye uzmanlar tarafından farklı tedavi yöntemleri uygulanmaktadır.

Bu sayede bağımlıların sosyal medyadan uzak kalması ve psiko­lojik açıdan rahatlatılması hedeflenmektedir. (http://www. ntvmsnbc.com /id/25301927/, 04.09.2013)

SONUÇ

Yeni medya çağına girişle birlikte etkileşimli web teknoloji­leri önem kazanmaya başlamış ve global ağ olarak bilinen in­ternet hayatın her alanına girmiştir. Birçok çevrimiçi işlemin yapılmasına imkân veren internet sosyal paylaşım ağlarının gelişim göstermesiyle birlikte daha popüler bir hale gelmiştir. İletişim, veri ve bilgi paylaşımına imkân veren sosyal paylaşım ağları sunduğu cazip imkânlar nedeniyle her yaştan her kesimi etkilemekte; bireyleri sanal dünyaya bağımlı bir hale getirmek­tedir. Bireylerin sürekli Facebook, Twitter, MySpace, Google+, Pinterest... v.b. gibi sosyal paylaşım ağlarında bulunmak iste­meleri ve bu ağlara yoğun ilgi göstermeleri sosyal medya ba­ğımlılığı olarak ifade edilmektedir.

Sosyal medya bağımlılığı daha çok gençleri etkisi altına al­maktadır. Ekonomik problemler, psikolojik sorunlar ve fiziksel eksiklikler bireylerin reel dünyadan kaçarak sanal dünyaya sığınmalarına neden olmaktadır. Ancak bu durum sosyal ilişki­lerin bozulmasına neden olmakta ve bireyleri pasifize etmek­tedir. Ailelerin sosyal medya konusunda bilgi sahibi olmaması ve çocuklarını bilinçli bir şekilde yönlendirememesi sosyal medya bağımlılığını tetlkleyen başlıca nedenler arasında yer almaktadır. Sosyal medya bağımlılığı, sosyal paylaşım ağlarında kontrolsüz bir şekilde vakit geçirme ve erişimi önleyememe olarak ifade edilse de bu soruna yönelik kesin bir tanı konul­mamıştır. Dolayısıyla bir kişiyi sosyal medya bağımlısı olarak nitelendirmek oldukça güçtür. Sosyal medya bağımlısı olan birey gerçek ve sanal ayrımını kaybederek toplumsal hayattan kopuş noktasına gelmektedir.

Görüldüğü gibi keskin hatlarla sınırları çizilmeyen sosyal medya bağımlılığı günümüzde sıkça karşılaşılan psikolojik bir sorun olarak nitelendirilmektedir. Dünya genelinde yapılan çalışmalar bu tezi destekler niteliktedir. Sosyal medya bağımlı­lığının önüne geçilmesine yönelik farklı tedavi yöntemleri geliş­tirilmiştir. Ancak sosyal medyaya yönelik bilincin baştan kazan­dırılması şarttır. Bu noktada medya, eğitim ve sağlık kurumlan bir arada hareket etmeli ve halk bilinçlendirilmelidir. Yerel yö­netimler tarafından düzenlenecek eğitici seminer ve program­ların da sosyal medya bağımlığının önlemesine yönelik önemli katkı sağlayacağını söylemek mümkündür.

Yazan:Yrd.Doç.Dr.Ali Murat Kınık

Kaynak:Sosyal Medya Araştırmaları 1,Çizgi Yayınları(2013),syf:86-98

Editörler:Doç.Dr.Ali Büyükaslan - Yrd.Doç.Dr.Ali Murat Kınık
Devamını Oku »

Mehmed Feyzi Efendi'nin İlimler ve Ulema Hakkındaki Sözleri



İlim Dallarıyla ve Âlimlerle İlgili Sözleri

Kendi bildiğimize Kur’an’dan ve Hadis’ten mânâ çıkaramayız; onunla amel edemeyiz. Ancak ulemânın (müçtehit âlimlerin) kâide-i mukarreresi (yerleşik kuralları) altında mânâ istihrâc edip, ona göre amel etmeliyiz.”

İlim insanı bütün kötü şeylerden korur.Allah’ı bilen, O’ndan en çok korkandır. Allah’ı bilmeyen ise, O’ndan ne korkacak?!..”

İlmin de kendine mahsus bir zevki vardır.İmâm-ı A’zâm Efendimiz: “Eğer sultanlar, bizim içinde bulunduğumuz, ilimden aldığımız zevki bir bilseler; üzerimize ordular gönderirler de elimizden alırlardı” diyor. Ama ne çâre!.. Anlayamadıkları için zevki başka yollarda arıyorlar!”

(9)- Dünya’nın Yuvarlaklığı:

Namaz içinde kıbleye teveccühün şart-ı dâim oluşu, arzın kürevî oluşuna delâlet eder.

(19)- Mesâil-i Dîniyye:

Mesâil-i dîniyyenin usûlen olsun, furûan olsun hepsinin derin hüccetleri, bürhânları ve parlak felsefeleri vardır; basit gösterenler yanılıyorlar.

(23)- Kulaktan Âlim Olmak:

Sohbet-i Nebeviyye berekâtıyla o ümmî kavim kulaktan âlim oldular; Nûr-u Nübüvvet’le sıvarıldılar.

(30)- İrşâd:

Kur’an’ın irşâdından, Ehâdîs-i Nebeviyye’nin irşâdından, ulemânın irşâdından başka çâre yoktur.

(639)- Fetret Devri ve Çoban Hikâyesi:

Çoban hikâyesi fetret devrine aittir. Fetret devri olmayınca, cehil özür olmaz; öğrenmek lâzımdır. Fetret devrinde dahi, dünya ricâlullahtan boş değildir.

(31)-Kur’an’ı Anlamak:

Kendi bildiğimize Kur’an’dan ve Hadis’ten mânâ çıkaramayız; onunla amel edemeyiz. Ancak ulemânın kâide-i mukarreresi altında mânâ istihrâc edip, ona göre amel etmeliyiz.

(41)-Tekrarın Güzelliği:

Aynı mevzuları tekrar tekrar söylüyorum ama tekrara da ihtiyaç var.

(49)- Âlemler:

Cisim âlemi Arş’da tamam olur. Arş’a felek-i atlas diyorlar. Arş’ın fevki âlem-i emirdir. Orada icat, maddeden müddet zarfında değildir. Arş’ın altı cisim âlemidir. Arş, bütün avâlimi ihâta etmiştir.

(57)- Hareket:

Güneşin hareketinden harâret; harâretinden de câzibe hâsıl oluyor. Güneş, câzibesi ile yıldızları tutuyor. Kamer, Cenâb-ı Hakk’ın“Mübîn” isminin mazharıdır. 28 menzili bir ayda dolaşıyor.

(61)- Seyr-i İlim:

Seyr-i ilim Kur’an’la başlar; yine Kur’an’la nihayet bulur. Kur’an’ın meânî-i adîdesi vardır. Hakâikı, bitmeyen, tükenmeyen deniz dalgaları gibidir.

(818)- Efdaliyyet Dereceleri?

Sohbetin bereketi çok fazladır. Bu sohbet bereketiyle ashâb-ı kirâm, ümmetin en fazîletlisi oldular. Enbiyâdan sonra nâsın efdali, başta Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz olmak üzere, hulefâ-i râşidînve alâ merâtibihim diğer ashâb-ı kirâmdır. Ondan sonra, kibâr-ı tâbiîn ve müçtehitlerdir. Daha sonra, evliyây-ı izâm hazerâtı gelir.

(844)- İlim Korur:

İlim insanı bütün kötü şeylerden korur. Allah’ı bilen, O’ndan en çok korkandır. Allah’ı bilmeyen ise, O’ndan ne korkacak?!..

(845)- Talebe Olarak Ölmek:

İnsan, talebe olarak hayatını devam ettirir ve öyle kabre girerse, Allah kıyâmete kadar onun ilmini tamamlar.

(846)- İlmin Kendine Has Zevki:

İlmin de kendine mahsus bir zevki vardır.İmâm-ı A’zâm Efendimiz: “Eğer sultanlar, bizim içinde bulunduğumuz, ilimden aldığımız zevki bir bilseler; üzerimize ordular gönderirler de elimizden alırlardı”diyor. Ama ne çâre!.. Anlayamadıkları için zevki başka yollarda arıyorlar!

(847)- İlmin İzzetini Muhâfaza:

İlmin izzetini muhâfaza için vakar; neşr-i ilim için hilim ve sabır lâzımdır. Aynı zamanda, sözünün tutulması için de ilmi ile âmilolmalıdır.

(848)- Talebenin Fâsık Olması:

Talebeliğinde fıska meyyâl olan kimse, ya genç yaşta ölür veya kıyıda-köşede kalır; hiçbir sözü îtibâra alınmaz!

(859)- Eski Felsefeciler:

Eskiden felsefeciler semânın hark ve iltiyâmını kabul etmezlerdi; semâvâtın kıdemine kâildiler. Bunun için Mi’râcmeselesinde inkâra gitmişlerdir. Şimdi mâdem atom keşfolundu, bizim âkîdemizi bi’l-mecbûriye kabûl etmeleri, tasdîk etmeleri lâzımdır. Kabul etmiyorlar, yine diretiyorlar! Sonra da kaba-saba yoğun adamlar, tonlarca yüklerle küre-i kamere gittiklerini iddia ediyorlar! Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimizin ruhunun çıktığı makama engel olmayacak derecede letâfet ve nûrâniyet kesbetmiş vücûd-i şerîflerinin Mi’râcını niye inkâr ediyorlar?!..

(860)- Uzaya Gidenlere Tavsiye:

Onlar çalışsınlar da, melekûtu görecek bir gözle çıksınlar! O zaman, Beytü’l-İzzet’deki kütüphaneyi ziyaret etsinler! Oradaki Kur’ân’ın bir sahîfesinin fotoğrafını alsınlar! İşte o vakit müslümanlar onları nasıl alkışlayacaklar bakalım!..

(867)- Sadece Bilgiye Güvenmemek:

İbn Sinâ felç oldu; ilmine güvenerek kendini tedâviye ne kadar uğraştı ise muvaffak olamadı, ilmi fayda vermedi. Kasîde-i Bürdesahibi İmam-ı Bûsirî Hazretleri de felç oldu. Fakat o Peygamberimizden şefaat istedi. Rüyasında Peygamberimiz onu meshetti; bir anda felç illetinden kurtuldu, eskisinden daha sağlam oldu!

(870)- Bazı Din Adamları:

Bazı din adamları bid’atlarla uğraşıyorum diye, dinin furûâtının incelikleriyle o kadar meşgul oluyor ki, beri tarafta adam namaz kılmıyor,  içki içiyor, kumar oynuyor!.. Hâsılı en kuvvetli farzları terkedip, en şiddetli haramları işliyor da görülmüyor! Nerde dal-budak mesâbesinde meseleler varsa onlarla uğraşılıyor!

(886)- En Güzel Meslek?

En güzel meslek talebeliktir. Talebelik, ölünceye kadar devam etmelidir.

(887)- Günâhlar İlmin Feyzine Engel Olur:

Sefehât ve günâhlardan son derece kaçınmalıdır ki feyiz gelsin. Feyiz olmayınca ilminin başkalarına tesiri olmaz.

(888)- Kabirde Talebeliği Devam Eder!

Tâlib-i ilim olarak ölen kimsenin talebeliği, aynen kabirde de devam eder. Derslerinden geri kalan, tekmil olunmayan kısımlarımuallim melekler vâsıtasıyla tamamlar. İlim tâlibinin, berzah hayatında da tekâmülü devam eder.

(68)- Müezzinler ve Âlimler:

Müezzinler ümenây-ı ümmettirler. Âlimler ise ümenây-ı rusüldürler.

(69)- Esrâr-ı Şerîat:

Esrâr-ı Şerîat inkişaf etmedikçe vâris-i Nebî olunmaz. Esrâr-ı Şerîat’a, müctehitler alâ tarîk’il- istinbat; evliyâ da alâ tarîk’il-keşf ulaşırlar.

(70)- Müfessirlerden Beyzâvî’ye Ta’rîz:

“Ehl-i Sünnet’im” dediği halde mühim bir müfessir, lillezîne ahsenû’l-husnâ ve ziyâdeâyetindeki[1] “ziyâde” kelimesini ilk tevcih olarak: vemâ yezîdühüm ale’l-mesûbeti tefaddulen diye tefsir ediyor!…[2]

(72)- Günü Gelince Hakikatların Zuhûru:

Hakikatler mahcûb değil, muhtecibtir. Zamanı gelince o hakikat, üzerindeki peçeyi atıverir.

(83)- Ulemâya Hürmetsizliğin Cezası:

İlme, ulemâya hürmet edilmeye edilmeye bu hale geldik. İlimden, ulemâdan uzak kalanlara Allah Teâlâ şu belaları musallat eder: a)- Başlarına bir zâlimi musallat ederb)- Adı bilinmedik hastalıklar verir c)-İşlerinde kesat ( bereketsizlik ) olur d)- En kötüsü ve en dehşetlisi de, şek üzere ölürler.

(95)- Ehl-i İlim ve İrşâdı Birbirinden Sormamak:

Bütün ehl-i ilme ve ehl-i irşâda ihtiram ediniz,sevgi gösteriniz. Fakat, birini diğerinden sormayınız. Çünkü, umduğunuz cevabı alamazsınız.

(97)- Zamanımızda:

Zamanımızda, “câze-yecûzü”’yü bilen, allâmeliğe; azıcık kalbi harekete gelen de irşâda kalkıyor!

(98)- Farzdan Evvelki Farz:

Farzdan evvel farz: İlim; farz içinde farz: İhlastır.

(102)- Hidâyet Lambaları:

Ulemâ hidâyet misbahlarıdır.

(103)- Âlimleri Gıybet:

Ulemâyı zem ve gıybet edip de felâh bulan yoktur.

(104)- Selefin Âdeti:

Selef-i sâlihîn, çocuklarını ilme-ulemâya teslim etmezden evvel, geçimini temin edecek terzilik, saatçılık ve hattatlık gibi bir sanat öğretirlermiş. Tâ ki, ilmi dünyaya âlet etmesinler.

(106)- Osmanlı Türklerinin İlme ve Ulemâya Hürmeti:

Âl-i Osman, değil ilme-ulemâya, kisve-i ilmiyyeye dahi ta’zîm etmiştir. Bu hürmet ve ta’zîm, ne Abbâsîler’de ne de Emevîler’de vardır.

(107)- Lüzûm ve İltizâm:

Lüzûm başka, iltizâm başka… Ulemâmız: “Lâzımı mezheb, mezheb değildir” demişlerdir.

(108)- Ulemâmızda İnsan Sevgisi:

Esas insan sevgisi ulemâmızdadır. Onlar daima, ümmeti kurtarıcı tarafı iltizâm etmişlerdir.

(121)- Cumhûra Muhâlefet:

Cumhûra muhâlefet kuvve-i hatadan ileri gelir.

(143)- İlme Nazar:

İlme nazar, nâfile ibâdetten efdaldir. Çünkü, ilmin menâfii teaddî eder. İbâdetin menâfii ise kendine râcîdir.

(144)- Bu Yara ve Belâların Sebebi:

Bu yaralar hep ilmi ve ulemâyı terzîlden kaynaklandı.

(146)- İlm-i Nâfi’:

Herhangi bir ilim, takvâya mukârin ise ilm-i nâfîdir. Yoksa, ilm-i gayri nâfîdir.

(147)- Mikroplar:

Mikroplar umûmî yerlerde kümelenir. Câmilere mikrop girse de, zikrullah nûru ile istihâle olur.

(171)- Bu Din:

Bu dîn-i mübîn-i İslâm, sağlam ve temiz ellerden gelmiştir bizlere. Alâ merâtibihim hepsine ihtirâm etmeli.

(181)- Sofiyyenin İlmi:

Sofiyyenin ilmi, hâldir; kâl’den ibâret değildir.

(182)- İlmin Evveli Ve Sonu:

İlmin evveli acıdır; sonu ise çok tatlıdır.

(191)- İbn Sînâ:

İbn Sînâ, çok mâlûmât sahibiydi; ayaklı kütüphane gibiydi. Fakat mârifetullâhta Yûnûs Emre’ye yetişemedi.

(192)- Kastamonu’da 1943 Zelzelesi:

1943’deki zelzelede bu hapishânede idim.[3]O zamanlar hapishânede gece saat 12’den sonra ışıklar sönüyordu. Zelzele sırasında koğuşta yeşil bir nûr zuhûr etti. O karanlıkta birbirimizi gördük. Zelzelenin sebebini sonradan öğrendim: 580 cilt kitabımı[4]evden kum arabalarıyla karakola almışlar. Karakolda da rasgele yığmışlar. Paspas yaparlarken kitaplara kirli ve paslı suları sıçratarak hürmetsizlik yaptılar. Onları bu halde görünce yüreğim parçalandı. Anladım ki, gazab-ı İlâhî ve anâsır hiddete gelmiş.

Allah Teâlâ bu milleti gazabıyla helâk etmesin. Âmin…

(193)- Âdem (a.s.)’a Bildirilen İlimler:

Bütün lisanlar, fenler ve ilimler Âdem (a.s.)’a bildirildi. Âdem (a.s.)’ın terakkîsi ilimle, ta’lîm-i esmâ ile oldu. Enbiyânın mizâc-ı şerîfleri üstün olduğu için, terakkîleri de def’aten olurdu.

(196)- İlim Gıdadır:

Aklın, kalbin, rûhun, sırrın hafînin, ahfânın gıdası ilimdir.

(301)- Faydasız İlim:

İlim haşyet ister. Haşyete mukârin olmayan bir ilim, ilm-i gayri nâfidir. Faydasız ilimden Rasûlullah (s.a.) Efendimiz Allah’a (c.c.) sığınmıştır.

(316)- Kanâatın Güzel Olmadığı Yer:

Rızk-ı sûrîde iktisad, kanâat güzeldir. Rızk-ı mânevîde ise güzel değildir.

(302)- İlmin Taalluku:

İlim sıfata taalluk eder; zâta değil.

(322)- Usûlü’d-Dîn Âlimlerinin Tefriki:

Ulemâ-i usûli’d-dîn, lüzumla-iltizâmı; mezheble-lâzım-ı mezhebi tefrik ettiler.

(327)- Ekâbirin Eserleri:

Ekâbir, eserlerini Fahr-i Âlem’e tasdik ettirir.

(331)- Müsellemât ve Fer’iyyât:

Dinin yüzde doksanı müsellemâttır. Yüzde on mesele fer’iyyâtır. İctihâdât-ı ulemâ bu yüzde on meselede cârîdir.

(332)- Âlimlere Karşı Edeb:

Ulemâyı rencide etmek, terzil etmek câiz olmaz. Bazı hataları varsa, munsıf hareket etmek lâzım. Tamamıyla tahtıe etmek[5] câiz değildir.

(351)- Merak:

Merak, ilmin hâcesidir.[6]

(365)- Tufeylî Bilgilerin Anlatılması:

Ulemânın, halka tufeylî mâlûmât sunmaları, anlatmaları, alâmet-i âhir zamandandır.

(344)- Mâneviyâta Hürmetsizlik Olur!

Maddiyatta şiddet peydâ etmiş, gabî ve kaba kimselere, mâneviyyâtın inceliklerinden bahsetmek, mâneviyyâta hürmetsizlik olur.

(524)- Devlet Hazinesinde Âlimlerin Hakları Vardır:

Ulemânın, ganâimden, beytü’l-malden hisseleri vardır. Burada verilmez ise âhirette alacaklar.

(527)- Âlimlerin Türleri:

Ulemâ-i makbûlîn üç nevîdir:

a)- Âlim-i billah b)- Âlim-i bi-emrillah c)-Hem âlim-i billah, hem âlim-i bi-emrillah. Hepsi de verese-i enbiyâdır.

(560)- Kur’ân’ın Her Harfi:

Her harf-i Kur’ân’da, Kur’ân yazılıdır. Her harf-i Kur’ân’ı hayattar bilmeyen, âlim değildir. Müçtehitlere bu sır zâhir oldu. Onun için müçtehitlik en büyük makamdır.

(561)- Fütühât’ın Hatmi:

İmâm-ı Şa’rânî: “Fütühât-ı Mekkiyye’yi günde iki buçuk defa hatmederdim” diyor.

(554)- İlâhî Tâlim:

İlâhî tâlimin dâru’l-fünûnu  takvâdır.

(555)- Faydasız İlim:

Takvâya mukârin olmayan ilim, ilm-i gayr-i nâfidir.

(571)- Râsih Âlimlerin Duâsı:

Ulemâ-i râsihûnun duâsı: Rabbenâ lâ tuziğ gulûbenâ ba’de iz hedeytenâ ve heb lenâ min ledünke rahmeh inneke ente’l-Vehhâb.[7]

(586)- Ulemâya Kıymet Vermek:

Biz ulemâmıza, ilminden-fazlından dolayı kıymet veririz, ihtirâm ederiz.

(549)- İrşâd Nasıl Olmalıdır?

İrşâd, insan hilkatine, fıtratına uygun ve tedrîcî olmalıdır.

(595)- Şer’î Istılahların Farklı Oluşlarındaki Hikmet:

Farz, vâcip, sünnet, haram, mekrûh gibi şer’î ıstılahlar, Cibrîl (a.s.)’ın vahyi aldığı makamlardan dolayı değişiyor.

(605)- Ruh Hakkında Bilgi:

Rasûlullah Efendimize ruhun mâhiyeti bildirildi. Bunun için kendisi ruhu bilirdi. Ama ifşâ etmediler. Bilmek, hemen ifşâyı gerektirmez.

(610)- Tesâdüf Yoktur:

Rast geldi, tesâdüf etti denmez; tevâfuk etti denir. Tesâdüf diye bir şey yoktur. Her şey Allah Teâlâ’nın ilm-i irâdesiyledir.

(618)-Derviş Olsaydım:

Eğer derviş olsaydım, dîvâneliği kabul edecektim. Ama talebe olduğumdan ve izzet-i ilmiyyeye zarar vereceğinden, kabul etmedim.

(616)- Tokat Yemek:

Tokat yemeden terbiye görülmez.

(621)- Şahsıma Yapılan Haksızlıkları Helâl Ettim:

Benim yüzümden ne dünyada, ne de âhirette kimseye zarar gelmesini istemem. Şahsım nâmına neler yaptılarsa hepsini helâl ettim. Ama ilme ve ulemâya ait haklara karışamam.

(661)- Geri Kalmışlığımızın Nedeni:

Maddî sahada geri kalmışlığımız, âyât-ı tekvîniyyeyi ihtiva eden kitâb-ı kebîr-i kâinâtı iyi okuyamadığımız; îcâd kanunlarına göre uygun şartlar altında çalışamadığımız içindir.

(657)- Mârifetin Ölçüsü:

Mârifet takvâ ölçüsündedir. Müminin dâru’l-fünûnu takvâdır.

(442)- Peygamberlerden Sonra Derece Kimindir?

Enbiyâdan sonra derece ulemânındır. Ulemâ için mahşerde minberler kurulacak; enbiyâdan sonra kendilerine şefâat hakkı verilecek.

(451)- Muhammed (s.a.) Ümmetinden Maksat:

Hiçbir ümmet, peygamberlerinin kelamlarını, ümmet-i Muhammediyye gibi senedâtıyla, an-aneleriyle muhâfaza edememiştir. Ümmetten murâd, ulemâdır; itibar bu kısmadır. Diğerleri tufeylîdir.

(452)- İhânet Eden Âlimler:

Ulemâ -dünyaya meyletmedikçe, mansıp-makam peşinde koşmadıkça, ümerâ kapılarına devam edip dalkavukluk yapmadıkça- ümenây-ı rusuldürler. Aksi takdirde, rusül hâinleri olurlar.

(453)- İttifâk-ı Ulemâ:

İttifâk-ı ulemâ, hüccet-i kâtıadır.

(466)- Din İlimlerinde İhtisas:

Her meslekte olduğu gibi, ulûm-ı dîniyyede de rusûh lâzım, ihtisas lâzım.

(480)- Câmilerin İmârı:

Câmilerin îmârı ibâdetle, zikirle, ilim taallüm etmekle olur.

(513)- Mâverâünnehr Ulemâsı:

Semerkant, Taşkent, Buhârâ… tâ Serhend’e kadar olan yerlerdeki ulemâya ulemâ-i Mâverâünnehr denir. Onlar i’tikatta Mâturîdî; amelde Hanefî mezhebindedirler ve çok mazbutturlar.

(672)- Yumuşaklıkla ve Isındıra Isındıra İrşâd Etmek:

Ben yapamam dedirtinceye kadar güçleştirmemek, zorlaştırmamak lâzım. Nasihati, irşâdı, ısındıra ısındıra, okşaya okşaya, ünsiyet ettire ettire, rıfk ile, tekâmül-i tedrîcî düsturuna riâyetle yapmalıdır.

(673)- Her Müminin Vazifesi:

İlmi, ulemâyı ve âsâr-ı ilmiyyeyi i’zâz, her müminin vazifesidir.

(674)- Kimlere Buğz Edilmez?

Mümine, âlime, ulemâya buğz câiz değildir.

(717)- Basîret Nûruna Erişme:

İnsan takvâ nisbetinde; kalbinde fehim, gözünde basîret nûruna erişir ve ilâhî tâlime mazhar olur. Müminin dâru’l-funûnu takvâdır.

(729)- Evvelâ İlim Lâzım!

Bilgisiz, ne dünya olur; ne âhiret! Evvelâ ilim lâzım. Farzdan evvel farz ilim; farz içinde farz, ihlâstır.

(737)- Nezâketle Uyarmak:

Emr-i bi’l-ma’rûfu nezâketle yapabilirse yapacak. Evvelâ kendinden, çoluk-çocuğundan, akrabasından başlayacak. Yapabildiğini yapacak; yapamadığını da Hak’dan niyâz edecek.

(220)- Sultan Fâtih:

Sultan Fâtih, Peygamber (a.s.)’ın meth-ü senâsına mazhar oldu. Altı lisan bilirdi. Çok büyük âlimdi, müfessirdi. İctihâd mertebesine çıkmıştı. Kâmûs-u Arabî’yi ezbere bilirdi; ezberinden ulemâya arz etti.

(222)- Risâle-i Nurları Nasıl Okumalı?

Risâle-i nûrları tekrar tekrar okumak lâzım; sathî değil. Bütün duygular ve latîfelerle teveccüh ederek okumalı ki, her duygu, her latîfe hissesini alsın.

(254)- Beden İlmi-Din İlmi:

İmâm Şâfiî, ilmi ikiye ayırmış: (el-ilmü ilmân): İlmü’l-ebdân ve ilmü’l-edyân. Önceliği beden ilmine vermiş. Çünkü sıhhat çok mühimdir. Mîzaç bozulursa, kafa da bozulur, akîde de bozulur.

(271)- Dört Türlü Sır:

Alâ merâtibin dört türlü sır vardır: Esrâr-ı kader, esrâr-ı risâlet, esrâr-ı ulemâ, esrâr-ı ümerâ.

Esrâr-ı kader inkişâf etse, enbiyânın risâletinin bir anlamı kalmaz.

Esrâr-ı risâlet inkişâf etse, ulemânın bir kıymeti kalmaz.

Esrâr-ı ulemâ inkişâf etse, ümerânın bir kıymeti kalmaz.

Ümerânın esrârı inkişâf etse, kanûn-nizâm kalmaz; nizâm-ı âlem bozulur.

Şimdi, ümerânın bileceğini, kahveci çırakları bile biliyor! Bunlar, kıyâmet alâmetlerindendir.

(370)- Bu Zamanda Fıkıh İlminin Luzûmu:

Bu zamanda hadîs ve tefsîrden ziyâde, Fıkıh ilmini[8] öğrenmek lâzımdır.

(372)- Zemzemin ve Kâbe Toprağının Yeryüzüne Dağılması:

Nûh tûfânında, Kâbe toprağı ve zemzem yeryüzünün değişik bölgelerine dağıldı.

(377)- Ahz-i Mîsak Anında İnsan Zerreleri:

Ahz-i mîsak anında Âdem (a.s.)’dan çıkan zerreler, küre-i arzı tamamen doldurmuştu. Birinci safta enbiyâ; ikinci safta evliyâ ve müminler; üçüncü safta ise münâfık ve kâfirlerin ruhları bulunuyordu. Cenâb-ı Hak; enbiyâya, evliyâya ve müminlere Cemâl tecellîsinde bulundu. Onun için elestü bi Rabbiküm hitâbına tav’an belâ dediler.[9]

(381)- İlmin Bereketi:

İlmin bereketi ve fâidesi, üstâda olan bağlılık, hürmet ve hizmet iledir.

(388)- Âhirette Şefaat Edenler ve Edilenler:

Hesaptan sonra Cenâb-ı Hak; enbiyâya, evliyâya, şühedâya ve âlimlere şefaat hakkı verir. Fâsık Müslümanlara, ameli kifâyet etmeyen müminlere şefaat ederler.

(400)- Hangi Kitaba ve Hangi Zâta Yapışalım?

Okunan kitaplar, kendisiyle sohbet edilen zâtlar, insana yakîn-i îmâniyye ve muhabbetullah veriyorsa, ne âlâ! Aksi takdirde, o kitapları kapatmak, o zâtlardan uzaklaşmak lâzımdır.

(423)- Müminlerin Sanatı Takvâdır:

Müminin dârü’l-fünûnu takvâdır. Takvâ, emirlere uymak; nehiylerden sakınmaktadır. Bunun erbâbına müttakî derler. Takvâ, müminlerin sanatıdır.

(424)- Hz. Âişe’nin İlmi:

Hz. Âişe (r.anhâ) vâlidemiz, hücresinden, Mescid-i Saâdet’e bir pencere açtırdı. Onun için hem sahâbeye söylenen hadîsleri, hem de kendisine söylenenleri zaptederdi. Hz. Âişe (r.anhâ), hem hâfıza, hem müçtehide, hem edîbe…her bakımdan mükemmeldi. Her sene hacceder; Arafat’da iken, çadırının etrafı kendisine soru soranlarla dolardı. O da onlara, çadırın içinden doğru cevaplar verirdi.

(432)- Âlimlerin Nurları:

Ulemâ, nurlarını mişkât-ı nübüvvetten alıyor. Bütün akıllar, onun aklından; bütün nurlar onun nurundan taksim olunmuştur.

(437)- Fetvâ Şartlara Göre Değişir:

Şartlar değişince, fetvâ da değişir. Doktor dindar olacak, mâhir olacak. Müftî de âlim olacak.

(750)- Kitaplar Eczâne Gibidir:

Her kitapta, her gördüğümüzü piyasaya çıkartmak olmaz. Kitaplar eczâne gibidir.Nasıl, ilaçlar derde devadır diye rasgele verilmez; doktor reçetesi ile veriliyorsa, kitaplardaki bilgiler de öyledir. Mîzânla verilmeli, ölçülü olmalıdır.

(758)- Ebû Tâlib-i Mekkî Hazretleri:

Ebû Tâlib-i Mekkî Hazretleri, helâlden ekletmek için, ot yiye yiye vücûdu yemyeşil çıktı! Kûtu’l-Kulûb adlı eserini bundan sonra kaleme aldı.[10]

(783)- Usûl ve Fıkıh İlmi:

Üstâd: “Fıkıhta Şâfiî fıkhı üstündür; usûlde ise Hanefî usûlü üstündür” derdi.

(784)- İlmin Ortadan Kalkması:

İlmin ref olması demek, ulemânın kalplerinden ilmin alınması demek değildir. Ulemânın inkırâzı ve terzîli sebebiyle ilim ortadan kalkacak. İlmin ref olması, cehlin zuhûru, kadınların çoğalması kıyâmet alâmetlerindendir.

(796)- İlmin Yeniden İnkişâfı İçin:

Çoktan beri ehl-i ilim tezlîl edilmiş, ilim ehline hürmetsizlik edilmiş. Şimdi bizim vazifemiz, ulemâyı ve talebe-i ulûmu i’zâz etmektir. Bu sayede ilim yeniden inkişâf eder.

(802)- Âlemin Kıdemine Kâil Olanlar:

Eski hukemâ, âlemin kıdemine kâil oldular.[11] Ulemâ-i İslâm ise, Cenâb-ı Hakk’ın âlemi,cüz-i lâ yetecezzâ[12] olan cevher-i ferdden halkettiğini ve hâdis olduğunu isbât ettiler. Hukemâ, semâvâtın hark ve iltiyâmını[13] da kabul etmezlerdi. Halbuki şimdi aya gittiler. Yoğun, kaba-saba adamların aya gittiğini kabul ediyorlar da; bütün vucûd-ı şerîfleri nûrâniyyet kesbetmiş olan Peygamberimiz’in Mirâcı’nı neden kabul etmiyorlar?!

(803)- Atom Parçalanmaz!

Cüz-i lâ yetecezzâ adı altında atomu ilk keşfeden, İslâm ulemâsıdır. Atomun parçalandığını söylüyorlar! Hayır! Yanılıyorlar; atom parçalanmaz. Tekessür[14]ve tevessü[15] ediyor.

(816)- Yazarak Öğrenmek En Sağlam Yoldur:

Yazarak öğrenmek en sağlam ve en iyi yoldur. Bu husus, İkra’ ve Rabbüke’l-Ekram ellezî alleme bi’l-kalem âyetiyle[16] tebeyyün etmiş oluyor.

[1] Yûnus, 10/26.

[2] bkz. Beyzâvî, III, 11.

[3] Şu durumda bu bina, vâlilik binasının yanında yer almakta ve Kültür Sarayı olarak tekmil ve ıslah edilmiş durumdadır.

[4] Bu sayı o zamana göredir. Şu halde bu sayı en az yüz cilt daha artmıştır.

[5] Hatalı görmek ve suçlandırmak.

[6] Hocasıdır. Yani, ilgilenme, bilgilenmeyi gerektirir.

[7] “Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme! Katından bize rahmet bağışla! Şüphesiz Sen, sonsuz bağışta bulunansın.” (Âl-i İmrân, 3/8).

[8] Özellikle ilmihal bilgisi. Zira bu ilim herkesin üzerine farz-ı ayndır. Tefsîr ve hadîs ilmi ise farz-ı kifâyedir.

[9] A’râf, 7/172.

[10] İhyâu Ulûmiddînin temelini oluşturan bu kitap, tasavvufta çok önemli bir kaynak eserdir. Efendi Hazretleri bu kitaba çok değer verirlerdi.

[11] Eski felsefeciler ve tabiatçılar, evrenin ebedîliğini ve sonsuzluğunu iddia etmişlerdir.

[12] Parçalanma ve taksimi kâbil olmayan, cisimlerin en küçük parçası atomlar.[13] Hark ve iltiyâm: Yırtılma ve kapanma.[14] Tekessür: Çoğalmak. Efendi Hazretleri, önceki beyânında atomun eneji neşrettiğini belirtmişti.[15] Tevessü: Genişlemek. feyizler.org

http://www.kastamonur.com/18004-2/
Devamını Oku »