Hz Peygamberin Mucizelerini Aklileştirmek



Hz Peygamberin mucizelerini aklileştirmek gibi bir temayül var;kerametlerin akli verileri araştırılıyor.Doğrusu bu çabaların tümüne baştan olumsuz yaklaşmamalıyız. Elbette ki niyet önemli, ancak niyetten önce ehliyete bakmak gerekiyor. İyi niyet, hatâyı o ortadan kaldırmaz. Bu çalışmaları yapanlar gerçekten ehiller mi, buna bakmak lazım. Avcının yüzündeki sineği öldürmek için koca taşı kullanan ayı da iyi niyetlidir, zirâ maksadı dostunu sinekten kurtarmaktır. Ayı iyi niyetli, ama ehil değil!

Bu yüzden, Hz. Peygamber'in mûcizelerini anlama noktasında akit okumalar yapanlar hem iyi niyet taşımalı, hem de ehil olmalıdırlar. Akit okumaya tâbi tuttuğu mûcizevi hadiseden çıkardığı sonucu genelleştirmemeleri lâzımdır. Mûcizeden anladığını mutlak hakikat olarak öne sürmemelidirler. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in mutlak hakikatini bilimsel sonuçların içine sığdıramayız. Mûcize haktır ve gerçektir. Ama aynı zamanda bir aşk hâlidir. Hz. Mevlânâ'nın buyurduktan gibi: “Aşk vadisinde akıl batağa düşmüş eşek gibidir. Çırpındıkça batar." Aklın ve dolayısıyla nefsin bataklığından kurtulmak ve yükselmek için aşktan kanat takmak lâzım.

Ömer Tuğrul İnançer - Muhabbet Peygamberi Hz.Muhammed
Devamını Oku »

Ebu Hanife - Fıkhu-l Ekber Tercümesi



Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Tevhidin aslı, buna îman etmenin en doğru yolu şudur: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna, hesap, mizan, cennet ve cehenneme inandım, bunların hepsi de haktır, demek gerekir.


Yüce Allah, sayı yönüyle değil, ortağı olmaması yönüyle birdir. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. O'na hiçbir şey denk değildir. O yarattıklarından hiç birine benzemez. İsimleri, zatî ve fiilî sıfatlarıyla daima var olmuş ve var olacaktır.

Allah'ın zatî sıfatları; hayat, kudret, ilim, semi, basar ve irâde sıfatlarıdır. Fiilî sıfatlar ise, tahlik (yaratma), terzik (rızık verme), inşa (yapma), ibda (örneksiz yaratma) ve sun' (san'atla yaratma) ve diğer fiilî sıfatlardır.

Allah, sıfatları ve isimleri ile var olmuş ve var olacaktır. O'nun isim ve sıfatlarından hiçbiri sonradan olma değildir. O ilmiyle daima bilir, ilim O'nun ezelde sıfatıdır. O kudretiyle daima kadirdir, kudret O'nun ezelde sıfatıdır. Kelâm ile konuşur, kelâm O'nun ezelde sıfatıdır. Yaratması ile daima haliktır, yaratmak O'nun ezelde sıfatıdır. Fiili ile daima faildir, fiil O'nun ezelde sıfatıdır. Fail Allah'tır, fiil ise O'nun ezelde sıfatıdır. Yapılan şey, mahlûktur. Yüce Allah'ın fiili ise mahlûk değildir. Allah'ın ezeldeki sıfatları mahlûk ve sonradan olma değildir. Allah'ın sıfatlarının yaratılmış ve sonradan olduğunu söyleyen, yahut tereddüt eden veya şüphe eden kimse Yüce Allah'ı inkâr etmiş olur.

Kur'ân-ı Kerîm, Allah kelâmı olup, mushaflarda yazılı, kalplerde mahfuz, dil ile okunur ve Hz. Peygamber'e indirilmiştir. Bizim Kur'ân-ı Kerîm'i telaffuzumuz, yazmamız ve okumamız mahlûktur fakat Kur'ân mahlûk değildir. Allah'ın Kur'ân'da belirttiği Musa ve diğer peygamberlerden, firavn ve İblis'ten naklen verdiği haberlerin hepsi Allah kelâmıdır, onlardan haber vermektedir. Allah'ın kelâmı mahlûk değildir, fakat Musa'nın ve diğer yaratılmışların kelâmı mahlûktur. Kur'ân ise Allah'ın kelâmı olup, kadîm ve ezelîdir

Allah bir şey (varlık)'dir, fakat diğer şeyler gibi değildir. O'nun varlığı cisim, cevher, araz, had, zıd, eş ve ortaktan uzaktır. O'nun Kur'ân'da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği gibi el, yüz ve nefs gibi şeyler, keyfiyetsiz sıfatlardır. O'nun eli, kudreti veya nimetidir denilemez. Zîra bu takdirde sıfat iptal edilmiş olur. Bu, Kaderiyye ve Mutezile'nin görüşüdür. O'nun elinin, keyfiyetsiz sıfat olması gibi, gazabı ve rızası da keyfiyetsiz sıfatlarından iki sıfattır.

Allah, eşyayı bir şeyden yaratmadı. Allah, eşyayı oluşundan önce, ezelde biliyordu. O, eşyayı takdir eden ve oluşturandır. Allah'ın dilemesi, ilmi, kazası, takdiri ve Levh-i Mahfûz'daki yazısı olmadan, dünya ve âhirette hiçbir şey vaki olmaz. Ancak onun Levh-i Mahfûz'daki yazısı, hüküm olarak değil, vasıf olarak yazılıdır. Kaza, kader ve dilemek, O'nun nasıl olduğu bilinemeyen sıfatlarındandır. Allah, yok olanı yokluğu halinde yok olarak bilir, onun yarattığı zaman nasıl olacağını bilir. Var olanı, varlığı halinde var olarak bilir, onun yokluğunun nasıl olacağını bilir. Allah ayakta duranın ayakta duruş halini, oturduğu zaman da oturuş halini bilir. Bütün bu durumlarda Allah'ın ilminde ne bir değişme, ne de sonradan olma bir şey hâsıl olmaz. Değişme ve ihtilâf, yaratılanlarda olur.

Allah'ın "Allah Musa'ya hitap etti.''(Nisa,164)âyetinde belirttiği gibi. Musa Allah'ın kelâmını işitti. Şüphesiz ki Allah, Musa ile konuşmasından önce de, kelâm sıfatı ile muttasıftı. Yüce Allah yaratmadan da ezelde yaratıcı idi. Allah, Musa'ya hitap ettiğinde, ezelde sıfatı olan kelâmı ile konuştu. O'nun sıfatlarının hepsi, mahlûkların sıfatlarından başkadır. O bilir, fakat bizim bildiğimiz gibi değil. O kadirdir, fakat bizim gücümüzün yettiği gibi değil. O görür, fakat bizim görmemiz gibi değil. O işitir, fakat bizim işittiğimiz gibi değil. O konuşur, fakat bizim konuşmamız gibi değil. Biz uzuvlar ve harflerle konuşuruz. Oysaki Allah, uzuvsuz ve harfsiz konuşur. Harfler mahlûktur, fakat Allah'ın kelâmı mahlûk değildir.

Allah insanları küfür ve îmandan hâli olarak yaratmış, sonra onlara hitap ederek emretmiş ve nehyetmiştir. Kâfir olan; kendi fiili, hakkı inkâr ve reddetmesi ve Allah'ın yardımını kesmesiyle küfre sapmıştır. İman eden de kendi fiili, ikrarı, tasdiki ve Allah'ın muvaffakiyet ve yardımı ile îman etmiştir.

Allah Âdem'in neslini, sulbünden insan şeklinde çıkarmış, onlara akıl vermiş, hitap etmiş, îmanı emredip, küfrü yasaklamıştır. Onlar da onun Rabb olduğunu ikrar etmişlerdir. Bu, onların îmanıdır. İşte onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra küfre sapan bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında sebat ve devam göstermiş olur.

Allah, kullarının hiç birini îman veya küfre zorlamamış, onları mü'min veya kâfir olarak yaratmamıştır. Fakat onları şahıslar olarak yaratmıştır. İman ve küfür kulların fiilleridir. Allah, küfre sapanı, küfrü esnasında kâfir olarak bilir. O kimse daha sonra iman ederse, imanı halinde mü'min olarak bilir, ilmi ve sıfatı değişmeksizin onu sever.

Kulların hareket ve sükûn gibi bütün fiilleri hakikaten kendi kesbleri (kazançları)'dir. Onların yaratıcısı ise Yüce Allah'tır. Onların hepsi Allah'ın dilemesi, ilmi, hükmü ve kaderi ile olur.

Taatların hepsi, Allah'ın emri, muhabbeti, rızası, ilmi, dilemesi, kazası ve takdiri ile vacip kılınmıştır. Masiyetlerin hepsi de Allah'ın ilmi, kazası, takdiri ve dilemesi ile olmakla beraber, rızası ve emri değildir.

Peygamberlerin hepsi de (salât ve selâm olsun) küçük, büyük günah, küfür ve çirkin hallerden münezzehtir. Fakat onların sürçme ve hataları vâki olmuştur. Hz. Muhammed, Allah'ın sevgili kulu, resulü, nebisi, seçilmiş tertemiz kuludur. O hiç bir zaman puta tapmamış, göz açıp kapayacak bir an bile Allah'a ortak koşmamıştır. O, küçük büyük hiç bir günah işlememiştir.

Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Ebû Bekr es-Sıddîk, sonra Ömer el-Fârûk, sonra Osman b. Affân Zû'n-Nûreyn, daha sonra Aliyyu'l-Murtaza'dır. Allah hepsinden razı olsun. Onlar doğruluk üzere, doğruluktan ayrılmayan, ibâdet eden kimselerdir. Hepsine sevgi ve saygı duyarız. Hz. Peygamber'in ashabının hepsini sadece hayırla anarız.

Bir müslümanı, helâl saymaması şartıyla, büyük günahlardan birini işlemesi ile kâfir sayamayız. Bu durumdaki bir kimseden îman ismini kaldıramayız, ona gerçek anlamda mü'min deriz. Bir mü'minin kâfir olmamakla beraber günahkâr olması caizdir.

Günahlar, mü'mine zarar vermez demeyiz. Keza günah işleyen kimse Cehennem'e girmez de demeyiz. Dünyadan mü'min olarak ayrılan kimse, fasık da olsa Cehennem'de ebedî kalacaktır, demeyiz.

Mürcie'nin dediği gibi, iyiliklerimiz makbul, kötülüklerimiz de affedilmiştir, demeyiz. Fakat kim bütün şartlarına uygun, müfsit ayıplardan uzak amel işler ve onu küfür ve dinden dönme gibi şeylerle boşa çıkarmaz ve dünyadan mü'min olarak ayrılırsa şüphesiz Allah onun amelini zayi etmez, bilakis kabul eder ve ondan dolayı sevap verir, deriz.

Allah'a ortak koşmak ve küfür dışında, büyük ve küçük günah işleyen, fakat tevbe etmeden mü'min olarak ölen kimsenin durumu Allah'ın dilemesine bağlıdır. Dilerse ona Cehennem'de azap eder, dilerse affeder ve hiç azaba uğratmaz.

Herhangi bir amele riya karıştığı zaman, o amelin ecrini yok eder. Keza ucüb (kendi amelini üstün görmek) de böyledir.

Peygamberlerin mucizeleri ve velîlerin kerametleri haktır. Ancak, haberlerde belirtildiği üzere İblis, Firavun ve Deccal gibi Allah düşmanlarına ait olan, onların şimdiye kadar vukua geliş ve gelecek hallerine mucize de, keramet de demeyiz. Bu, onların hacetlerini yerine getirmedir. Zîra, Allah, düşmanlarının ihtiyaçlarını, onları derece derece cezaya çekmek ve sonunda cezalandırmak şeklinde yerine getirir. Onlar da buna aldanarak azgınlık ve küfürde haddi aşarlar. Bunların hepsi de caiz ve mümkündür.

Yüce Allah, yaratmadan önce de yaratıcı, rızıklandırmadan önce de rızık verici idi. Allah, âhirette görülecektir. Mü'minler Allah'ı Cennet'te, aralarında bir mesafe olmaksızın, teşbihsiz ve keyfiyetsiz olarak baş gözleriyle göreceklerdir.

İman, dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir. Gökte ve yerde bulunanların îmanı, îman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakın ve tasdik yönünden artar ve eksilir. Mü'minler, îman ve tevhid hususunda birbirlerine müsavidirler. Fakat amel itibarıyla birbirlerinden farklıdırlar. İslâm, Allah'ın emirlerine teslim olmak ve itaat etmek demektir. Lügat itibariyle iman ve islâm arasında fark vardır. Fakat islâmsız îman, îmansız da islâm olmaz. Onların ikisi de bir şeyin içi ve dışı gibidirler. Din ise; iman, islâm ve şeriatlerin hepsine birden verilen isimdir.

Biz, Yüce Allah'ı kendisini kitabında tavsif ettiği bütün sıfatlarıyla gerçek olarak biliriz. Hiçbir kimse Allah'a, O'nun şanına lâyık şekilde hakkıyla ibâdet etmeye kadir değildir. Fakat insan ancak Allah'ın kitabında, Resulünün bildirdiği ölçüde Allah'a ibâdet eder.

Bütün mü'minler; marifet, yakîn, tevekkül, muhabbet, rıza, korku ve ümit ve iman konusunda birbirlerine müsavidirler. Bu konuda imanın dışındaki hususlarda birbirlerinden farklıdırlar.

Yüce Allah, kullarına karşı lütufkârdır, adildir, kulun hakettiği sevabı lütfuyla kat kat fazlasıyla verir. Kulunu, adaletinin icabı olarak işlediği günahtan dolayı cezalandırır. Keza kendisinden bir lütuf olarak bağışlar da.

Peygamberlerin (salât ve selâm olsun) şefaati haktır. Peygamberimizin (s.a.) şefaati, günahkâr mü'minler ve onlardan büyük günah işleyip cezayı haketmiş olanlar için hak ve sabittir.

Kıyamet günü amellerin mizanla tartılacağı hususu haktır. Hz. Peygamberi'in havzı haktır. Kıyamet günü hasımlar arasında iyilikler alınarak kısas ve hesaplaşma olması haktır. İyilikler bulunmadığı takdirde kötülüklerin atılması hak ve caizdir.

Cennet ve Cehennem hâlen yaratılmıştır, ebediyen de fâni olmayacaklardır. Huriler ebediyen ölmezler. Yüce Allah'ın cezası da, sevabı da ebedîdir.

Allah dilediğini kendisinin bir lütfü olarak hidâyete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür. Allah'ın sapıklığa düşürmesi, hızlânıdır. Hızlanın mânâsı ise, Allah'ın razı olacağı şeylerde onu muvaffak kılmayıp, yardımını kesmesidir. Bu, Allah'ın adaleti gereğidir. Keza, Allah'ın günahkârları isyanları sebebiyle cezalandırması da adaleti icabıdır.

Şeytan, mü'min kuldan imanını baskı ve cebirle alır, dememiz doğru değildir. Fakat kul îmanı terkederse, Şeytan da onun imanını alır, deriz.

Kabirde Münker ve Nekir'in sualleri haktır. Kabirde ruhun cesede iade edilmesi haktır. Bütün kâfirler ve asi mü'minler için kabir sıkıntısı ve azabı haktır.

Âlimlerin, Allah'ın sıfatlarını Farsça (Arapça'dan başka bir dille) söylemeleri caizdir. Fakat yed=el kelimesi, Allah'ın sıfatı olarak Farsça söylenemez. Fakat Farsça olarak Rûyi Hüdâ=Allah'ın yüzü demek caizdir. Allah'ın yakınlık ve uzaklığı, mesafenin uzunluk ve kısalığı ile değil, keramet ve zillet mânâsındadır. İtaatli olan kul, Allah'a keyfiyetsiz olarak yakın, âsi kul ise keyfiyetsiz olarak Allah'tan uzak olur. Yakınlık, uzaklık ve yönelmek, yalvaran kula racidir. Keza Cennet'te komşuluk ve Allah'ın önünde bulunmak da keyfiyetsiz şeylerdir.

Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın Resulüne (s.a.) indirilmiş olup, mushaflarda yazılıdır. Kelâm mânâsında Kur'ân âyetlerinin hepsi de fazilet ve büyüklük bakımından birbirine müsavidir. Fakat bazısında zikir ve zikredilen fazileti bahis konusudur. Âyete'l-Kürsi buna misaldir. Burada zikredilen Allah'ın yüceliği, azameti ve sıfatlarıdır. Bu âyette hem zikir, hem de zikredilenin fazileti olarak iki fazilet bir araya gelmiştir. Bu kısmında ise sadece zikir fazileti vardır. Kâfirlerin kıssalarında olduğu gibi. Bu âyetlerde zikredilenin bir fazileti yoktur, çünkü zikredilenler kâfirlerdir. Keza Allah'ın isim ve sıfatlarının hepsi de azamet ve fazilette müsavidir, aralarında farklılık yoktur.

Hz. Peygamber'in anne ve babası İslâm gelmeden önce öldüler. Kasım, Tâhir ve İbrahim Allah Resulünün oğulları, Fâtıma, Rukiyye, Zeynep ve Ümmü Gülsüm de kızları idiler.

İnsan tevhid ilminin inceliklerinden herhangi birinde güçlükle karşılaşırsa, sorup öğreneceği bir âlim buluncaya kadar, Allah katında doğru olana inanması gerekir. Böyle bir kimseyi arayıp bulmakta gecikmesi caiz değildir. Bu hususta tereddüt edilerek beklemek mazur görülmez. Eğer tereddüt ederek beklerse, kâfir olur.

Mîrac haberi haktır. Onu reddeden sapık bir bid'atçi olur. Deccal'in, Ye'cüc ve Me'cüc'ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hz. İsa'nın gökten inmesi ve sahih haberlerde bildirilen kıyamet alâmetlerinin hepsi de haktır.

Yüce Allah, dilediğini doğru yola hidâyet eder.

Kaynak:Mustafa Öz - İmam Azam'ın 5 Eseri,

Marmara Üni.İlahiyat.Fak.Vakfı - 2 Mayıs 1981
Devamını Oku »

Ebu Hanife Fıkhu-l Ebsat'dan Alıntılar



.........

Ebû Hanife şöyle dedi:

-Mütecaviz kimselerle, küfürlerinden dolayı değil, haddi tecavüzlerinden dolayı savaş et. Âdil zümre ve zâlim sultanla beraber ol. Fakat mütecavizlerle beraber olma. Cemaat ehlinde fasit ve zalimler mevcut olsa bile, onların içinde sana yardımcı olacak salih insanlar da vardır. Eğer cemaat zâlimler ve mütecavizlerden teşekkül ediyorsa, onlardan ayrıl. Çünkü Allah "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret edeydiniz."(en-Nisa,97), "Ey mü'min kullarım, benim arzım geniştir. Ancak bana kulluk edin,"(el-Ankebut,56)buyurmaktadır.

Ebû Hanife şöyle dedi:
-Bize Hammad'ın İbrahim'den, onun da İbnuMes'ud'dan rivayet ettiğine göre (Allah hepsinden razı olsun) Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bir yerde ma'siyetler zuhur edip onu değiştirmeye gücün yetmezse, oradan başka yere git, orada Rabbine kulluk et." Ebû Hanife şöyle devam etti: Bana ilim ehlinden birinin Hz. Peygamber'in ashabından birisinden verdiği habere göre, Hz. Peygamber "Fitneden korktuğu yeri bırakıp, fitneden korkmadığı bir yere giden kimse için Allah yetmiş sıddîk ecri yazar." (Bk. el-Buharî, el-Iman, 12; İbnuMace, el-Fiten, 16.)buyurdu.

Ebû Hanife şöyle dedi:

-"Bilmiyorum, Rabbim semada mı yoksa arzda mıdır?" diyen kimse kâfir olur. Keza "Allah arş üzerindedir" diyen de; "Bilmiyorum, arş semada mı yoksa arzda mıdır?" diyen de böyledir.

Allah'a dua ederken yukarıya yönelinir, aşağıya değil. Çünkü aşağının rubûbiyet ve ulûhiyet vasfı ile ilgisi yoktur. Nitekim hadiste şöyle rivayet edilir: Bir adam Hz. Peygamber'e siyah bir cariye getirdi ve benim üzerime mü'min bir köle azad etmek vacip oldu. Bu kâfi midir? diye sordu. Hz. Peygamber de cariyeye "Sen mü'min misin?" diye sordu. Câriye de "Evet," diye cevap verdi. Hz. Peygamber "Allah nerede?" diye sorunca, câriye semaya işaret etti. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Bu câriyemü'mindir, azat et." Buyurdu. (. Bk. Müslim, el-Mesacid, 33; Ebû Davud, es-Salat, 167.)

Ebû Hanife şöyle dedi:

-"Kabir azabını bilmem" diyen kimse, helake uğrayan Cehmiyye'dendir. Çünkü o, Allah'ın "Biz onları iki defa azaplandıracağız."(et-Tevbe,101)-ki burada kabir azabı kastolunmaktadır- ve "Zâlimler, bundan başka azabauğrayacaklar." (et-Tur,47)-Yani kabir azabına çarptırılacaklardır- âyetlerini inkâr etmiş olur. Eğer 'Ben âyete inanıyorum, fakat tefsir ve te'viline inanmıyorum." derse kâfir olur. Çünkü Kur'ân'da, te'vili tenzilinin aynı olan âyetler vardır. Eğer bunu inkâr ederse kâfir olur.

...........................

Ebu Hanifeye dediler; "Allah bütün insanları melekler gibi itaatkâr yaratmak isteseydi, buna kadir olur muydu? Bunu haber ver." Eğer "Hayır," diye cevap verirse, Allahı kendisini tavsif ettiğinden başkası ile vasıflandırmış olur. Zîra Allah Kur'ân'da: "Kullarının üzerine yegâne mutasarrıf O'dur."(el-En’am,18), "O kullarının küfrüne razı olmaz."(ez-Zümer,7) ve "O sizin üzerinizden size azap göndermeğe kadirdir."(el-En’am,65.) buyurmaktadır. Eğer "kadirdir." derse "Allah İblis'in itaat konusunda Cebrail gibi olmasını dileseydi, buna muktedir olmaz mıydı?" de. Eğer "Hayır," derse kendi sözünü terketmiş ve Allah'ı sıfatlarından başkası ile vasıflandırmış olur. Eğer "Kulun zina etmesi, içki içmesi, namuslu insanlara dil uzatması Allah'ın izni ile değil midir?" diye söylerse "Evet," denir. 

Eğer "O halde o kimseye niçin had cezası tatbik edilir?" derse: "Allah'ın emrettiği şey terkolunmaz," denir. Çünkü o kimse kölesini kesse, bu Allah'ın dilemesi ile olur, insanlar da o kimseyi kötülerler. Eğer kölesini azad ederse, insanlar da yaptığından dolayı onu öğerler. Bunların her ikisi de Allah'ın dilemesi ile vücuda gelir, o kimse bu fiilleri Allah'ın dilemesi ile işlemiş olur. Fakat kul Allah'ın dilemesi ile masiyet işlerse, işleyen kimsenin fiilinde ilâhî rıza ve doğruluk yoktur. "Niçin ona had cezası tatbik edilir?" sözü, onların prensiplerine göre fasit bir sualdir. Çünkü onlar bir çokmasiyetlerde de Allah'ın dilemesini kabul etmiyorlar. Ona göre içki içmek gibi bir fiilin haricinde had cezası gerekmiyor. Oysaki yaptığı bütün işleri Allah'ın dilemesi ile yapmıştır.









Devamını Oku »

Allah'a Havale Etmek Hakkında



...Talebe: Şüphesiz doğruyu belirttiniz. Fakat acaba, ircâın( irca, büyük günah işleyen mü'minler için cennetlik veya cehennemliktir şeklinde kesin hüküm vermeyip, onların akıbet ve hükümlerini Allah'a havale etmektir.)aslı nereden gelmiştir? Açıklaması nedir? Akıbetini irca eden kimdir?

Âlim (r. a.):İrcâın aslı meleklerden gelmiştir. Allah, meleklere isimlerin delalet ettiği eşyayı göstererek "Bana bunların isimlerini haber verin."(el-Bakara,31)buyurdu. Bütün melekler hatadan ve ilimsiz söz söyleyerek delâlete düşmekten korkup duraklayarak "Seni tenzih ederiz, senin öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur."(el-Bakara,32)dediler. Böylece bilmediği şeyi soran, sorduğu konuda aldırmayıp konuşan, isabet etmezse hatalı, isabet ederse ilimsiz ve cahilce söylediği için öğülmeyen kimse gibi bid'at işlemediler. Bunun için Allah, "Bilmediğin şeyin peşine düşme, çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi bundan mes'uldür."(el-İsra,36)buyurur. Yani, gerçek olarak bilmediğini söyleme, demektir. 

Bu âyetle Allah, Resulüne kesin bilgi olmadan zan ile konuşmak, incitmek, herhangi bir kimseye iftira atmaya ruhsat vermemişken, nasıl olur da insanlar, kesin bilgileri olmadan zanla birbirlerine tecavüz eder ve ayıplarlar? Tevakkufun -duraklamanın-mânâsı ise, haram, helâl veya bizden önceki ümmetler hakkında bilmediğin konularda, sana sorulanlar için "En güzelini Allah bilir" demendir. Eğer üç kimse, bilmediğimiz, tecrübelerimizle ve kendi ölçülerimizle de bilemeyeceğimiz bir sözü bize getirirlerse, bunun ilmini Allah'a havale eder ve tevakkuf edersin.

İrca şöyle bir misalle açıklanabilir: Sen durumları iyi olan bir toplulukta idin. Daha sonra onları, birbiriyle iyi olarak bırakıp ayrıldın. Sonra onların iki zümreye ayrıldıklarını ve birbirlerini öldürdüklerini duydun, onlara geldin. Ayrılırken iyi olarak bıraktığın halde, sonradan birbirini öldüren bu kimselere sorduğun zaman iki zümreden her biri kendisinin zulme uğradığını söyledi. Oysa leh ve aleyhlerinde kendilerinden başka şahit de yoktur. Aralarındaki öldürme fiili sabit olduğu halde mazlum ve zâlim ortada yoktur. Çünkü hasım olan bu iki tarafın birbiri için şehâdetleri caiz değildir, Bu takdirde birbirini öldürmekten dolayı her iki tarafın da, isabetli olmadıklarını bilmen gerekir. Ya iki taraf da hatalı, yahut biri hatalı diğeri isabetlidir.

Günah işleyenlerin cennetlik veya cehennemlik olduklarını söylemeden, onlar hakkındaki hükmü geciktirmen de ircâdır. 

Zîra insanlar bize göre üç sınıfa ayrılır:

Peygamberler ve peygamberlerin cennetlik olduğunu bildikleri kimseler cennetliktir.

İkinci kısım insanlar, müşriklerdir. Biz onların cehennemlik olduklarına şehâdet ederiz.

Üçüncü sınıf insanlar ise; Allah'ın birliğine inananlar zümresidir. Biz bu konuda tevakkuf ederiz, onların cennet ve cehennem ehli olduklarına şehadet etmeyiz. Onlar için ilâhî affı ummakla birlikte, azaba çekileceklerinden de korkarız. Onlar, Allah'ın buyurduğu gibi "İyi ameli, kötü bir amelle karıştırmışlardır, olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder."(et-Tevbe,102) deriz ve Allah'ın onları affedeceğini umarız. Keza, "Allah şüphesiz ki, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ondan başkasını dileyeceği kimse için affeder."(en-Nisa,48) buyurulmuştur. Bunun için günah işleyenlerin de günah ve hatalarının neticesinden korkarız.



Ebu Hanife - Alim ve-l Muallim
Devamını Oku »

Mü'min Büyük Günahları İşlediği Zaman, Allah Düşmanı Olur Mu?



…………


Talebe:
Yemin ederim ki, bundan daha açık bir kıyas bilmiyorum. Fakat mü'min büyük günahları işlediği zaman, Allah düşmanı olur mu? Bunu açıklayın.

Âlim (r.a.): Mü'min tevhidi terketmediği müddetçe, bütün günahları da işlemiş olsa, yine Allah düşmanı olmaz. Zîra düşman, düşmanına buğz ve nefret besler, noksanlık izafe eder. Halbukimü'min, büyük günah irtikap etmesine rağmen, Allah'ı her şeyden daha çok sever. Keza mü'min, ateşte yakılması yahut da Allah'a kalbinden iftirada bulunması hususunda muhayyer bırakılsa; ateşte yakılmayı, Allah'a gönlünden iftira etmeye tercih eder.

Talebe:
Eğer Allah, mü'mine her şeyden daha sevgili ise. niçinmü'min O'na isyan ediyor? Seven, sevdiğinin emrine isyan eder mi?

Âlim (r.a.):
Evet; çocuk babasını sever, fakat bazan da ona âsi olur. Mü'min de böyledir, her ne kadar isyan etse de, Allah ona her şeyden daha sevgilidir. Şehvet, zahir ve galiptir, bir çok şiddetli arzular üstün geldiği için, mü'min Allah'a âsi olur. Bir sultanın işini yapan vazifeli kimse, işini terkederse karşılığında çeşitli işkenceler görür. Fakat serbest bırakılınca, eğer gücü yeterse işine döner. Keza kadın, doğum esnasında en büyük sıkıntılarla karşılaştığı halde, aradan zaman geçip iyi olunca çocuk istemesi bunun misalidir.

Talebe: Şehvetin galip gelmesi hususunu belirtiyorsunuz. Zîra, birçok âbid kişiler vardır ki, şehvet onları sarsmıştır. Fakat günahkâr mü'min, günah işlerken, işlediğinden dolayı hesaba çekileceğini biliyor mu? Bunu açıklayın.

Âlim (r.a.): Mü'min irtikâp ettiği günahı, azaba çekileceğini bilerek işlemez. Fakat işlediği günahı ya Allah'ın affedeceğini ümit ettiği için veya hastalık ve ölümden önce tevbe edeceğini umduğundan dolayı işler.

Talebe:
Kişi azaba uğrayacağından korktuğu bir şeyi işlemeye teşebbüs eder mi?

Âlim (r.a):
Evet, kişi kendisinden korktuğu yiyecek, içecek, harp, deniz yolculuğu vs. gibi şeylere yönelir. Eğer insan için, batmadan kurtulmak ümidi olmasaydı hiçbir zaman deniz yolculuğu yapmazdı. Yahut zafer ümidi bulunmasaydı, hiçbir zaman harbetmezdi.

Talebe: Doğru söylediniz. Ben kendimden biliyorum. Zararlı bir yiyecek yediğim zaman, pişman olup, bir daha o yiyeceği yememeye karar veriyorum, amma onu görünce de sabredemiyorum. Fakat acaba küfür nedir?

Âlim (r.a.): Küfrün ismi ve açıklaması vardır. Küfür, inkâr ve yalanlama manâsıyla açıklanır. Küfür, Arapça bir kelimedir. Araplar, küfür kelimesini, inkâr mânâsınakoymuşlardır.AllahuTaâlâ da kitabını Arapça inzal etmiştir. Meselâ, bir kimsenin diğerinde, birkaç dirhem alacağı varsa, zamanı gelince alacak-borç muamelesi bitirilir. Eğer, borçlu borcunu kabul edip de ödemezse alacaklı Arapçada "mâlatanî=benden mühlet istedi" der, fakat borçlu borcunu red ve inkâr ederse "kâferenî=inkâr etti" der ve bir önceki kelimeyi kullanmaz. Keza mü'min de red ve inkâr etmeksizin, bir farizayı terkedince günahkâr olarak isimlendirilir. Eğer, farizayı inkâr ederek terkederse, bu takdirde kâfir ve Allah'ın farzlarını inkâr eden kimse diye isimlendirilir.

Talebe: Kişinin inkâr ettiğinden dolayı, inkarcı; tasdik ettiğinden dolayı tasdik edici, günah işlediği için günahkâr, iyilik yaptığı için de iyi diye isimlendirilmesi doğru ve bilinen bir şeydir. Fakat, acaba tevhidi benimseyen ve fakat Hz. Muhammed'i inkâr ediyorum, diyen kimsenin durumu nedir? Bunu açıklayın.

Âlim (r.a.):
Bu vâkî olmaz. Eğer olursa o kimseyi Allah'ı inkâr eden, Allah'ı bildiği iddiasında yalancı kimse sayarız. Onun, Hz. Muhammed'i inkâr etmesi ile, Allah' ı inkâr ettiği neticesine ulaşılır. Çünkü Allah'ı inkâr etmiş olan, Hz. Muhammed'i de inkâr etmiş olur. Allah'ın inkârı, Hz. Muhammed'i inkârı cihetinden dolayı değildir. Nitekim Hristiyanlar, tek olan, evlât edinmeyen, Allah'ı inkârlarından dolayı onun, üç ilâhın üçüncüsü olduğunu iddia ettiler.

Keza Yahudiler, hiçbir şeye muhtaç olmayan, lütfunu esirgemeyen, benzeri olmayan, mülkün sahibi Allah'ın fakir, eli bağlanmış, Uzeyr'in de Allah'ın oğlu olduğunu ve Allah'ın insan şeklinde bulunduğunu iddia etmişlerdir. Ateşi ilâh edinenler, güneş ve aya secde edenler de bu durumdadır. Oysaki Kur'an'da "Bizim âyetlerimizi ancak kâfirler inkâr ederler."(el-Ankebut,47),"Öyle değil, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem kılmadıkça, verdiğin hükümden dolayı hiçbir sıkıntı duymayıp teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar."(en-Nisa,65)buyurulur. O halde Allah'ı bilen ve fakat Hz. Muhammed'i inkâr eden kimsenin, Allah'ı inkâr ettiğine, Hz. Muhammed'i inkârı ile istidlal ederiz. Meselâ bir adam 20 kafiz (18 Kg'lık bir ölçü) ağırlığındaki bir yükü taşıyabileceğini iddia eder, biz de onun iki kafizi bile taşımaktan aciz kaldığını görürsek; iki kafizi taşımaktan aciz kalan kimsenin yirmi kafizi taşımak hususunda daha çok aciz kalacağını anlarız.

Bunun gibi, "Ben Allah'ın hak olduğunu biliyorum, fakat şu insanın onun mahlûku olduğunu kabul ve ikrar etmiyorum," diyen kimsenin, iddia ettiği konuda yalancı olduğunu hemen anlarız. Çünkü o kimse Allah'ı hakikaten bilip, ona inansa idi, bütün her şeyin O'nun mahlûku olduğunu da bilirdi. Keza yakınından aynı mesafede; yanan bir kandil ile, yanmakta olan büyük bir ateş bulunan kimse, kandili gördüğünü ve fakat yanan koca koca odunları görmediğini iddia ederse, onun yalancı olduğunu anlarsın. Çünkü kandilin yandığını gören kimsenin, yanmakta olan kocaman ateşi daha çok görmesi icabeder.

Ebu Hanife - Alim ve-l Muallim
Devamını Oku »

Hakkı Tavsif Eden Fakat Muhalifinin Zulüm ve Haklılığını Bilmeyen Kimse Hakkında



...

Talebe: Benim gözümün perdesini açtınız. Sizinle konuşmamızdaki bereketi görmeye başladım. Fakat hakkı tavsif eden fakat muhalifinin zulüm ve haklılığını bilmeyen kimse için ne dersiniz? Bu o kimse için caiz olur mu? O kimsenin hakkı bildiği yahut hak ehli olduğu söylenebilir mi? Bu hususu açıklayın.

(Ebu Hanife)Âlim (r.a.): O kimse hakkı tavsif edip muhalifinin haksızlığını bilmediği zaman adli de, zulmü de bilmiyor demektir. Ey kardeşim, bil ki bana göre bütün zümrelerin en cahili ve en kötüsü, şüphesiz bu kimselerdir. Onların durumu kendilerine beyaz bir elbise getiren ve rengi sorulan dört kişinin durumuna benzer: Bu dört kişiden birisi "bu bir kırmızı elbisedir," der. Diğeri "bu bir sarı elbisedir," der. Üçüncüsü ise "bu bir siyah elbisedir," der. Dördüncüsü de "Bu elbise beyazdır," diye cevap verir. Bu sonuncuya önceki üç kişinin hatalı mı, yahut isabetli mi olduğu sorulduğunda, "şüphesiz ki, ben elbisenin beyaz olduğunu biliyorum. Fakat onların da doğru söylemiş olmaları mümkündür,"der.

Böylece bu sınıfa giren insanlar; "Biz biliyoruz ki zina eden kimse kâfir değildir. Fakat zina edenin zina fiili, kendisinden elbisenin çıkarılması gibi imân özelliğini de giderir, görüşündeki kimselerin kanaatlerinin de doğru olması mümkündür, biz onları yalanlayamayız," derler.

Keza; "Haccetmeye gücü yettiği halde hacca gitmeyen kimseyi mü'min olarak isimlendirir ve cenaze namazını kılarız, onun için Allah'tan af dileriz, haccını kaza ederiz. Fakat o kimsenin Yahûdî yahut Hıristiyan olarak öldüğünü ileri sürenleri de yalanlamayız." derler. Bunlar Şia'nın görüşünü hem reddederler, hem de benimserler. Havâric'in sözünü hem inkâr ederler, hem de kabul ederler. Mürcie'nin düşüncesini hem reddederler, hem de benimserler. Bu halleriyle de kendi düşüncelerinin doğrulanmasını, bu üç zümrenin de görüşlerinin tezyif edilmesinin gerektiğini ileri sürerler. Ayrıca bu konuda bir takım rivayetler de naklederek' Hz. Peygamber'in böyle söylediğini naklederler.

Şüphesiz biz biliyoruz ki, AlluhuTeâla Resulünü tefrika ve müslümanları birbirleriyle vuruşturmak için değil, ayrılığı gidermek ve müslümanlar arasındaki sevgiyi çoğaltmak için bir rahmet olarak gönderdi. Halbuki onlar ihtilafın rivayetlerde nâsih ve mensuh olması dolayısıyla meydana geldiğini iddia ederek, "biz duyduğumuz şekilde rivayet ederiz," diyorlar. Yazıklar olsun, kendi akıbetleri ile ilgili konuda ne kadar az ihtimam gösteriyorlar. Öyle ki insanların karşısına çıkıp mensuh olduğunu bildikleri şeyleri naklediyorlar. Halbuki bu gün mensuh ile amel etmek dalâlettir. İnsanlar da onların sözlerini kabul ederek dalâlete düşüyorlar. Biz şüphesiz biliyoruz ki, Hz. Peygamber bir âyeti iki nevi tefsir etmemiştir. Kur'ân-ı Kerim'in nâsih olan âyetini herkes için nâsih, mensuh olanını da herkes için mensuh olarak tefsir etmiştir. Kur'an'daki ilâhî sıfatlar ve haberlere gelince; bunların hiçbirinde mensûh yoktur. Nâsih ve mensûh ancak emir ve nehiyde cereyan eder.



Ebu Hanife - Alim ve-l Muallim
Devamını Oku »

Keramet Hakkında


Burada, seyr u sülûkun bir meyvesi olarak kerameti kısaca tanıyıp, sûfilerle müfessirlerin bu konudaki yakla­şımlarını tesbit etmeye çalışacağız.

Kerâmet, “kerûrne’’fiilinden masdardır. isim olarak kullanılır.

Çoğulu ‘'kerâmât'tır. (Ebû Bekir eİ-Cezâiri,Aldetu'l-Mü'min, 177.)Kelime anlamıyla, bolca, kolayca ihsan etmek, cömertçe lütufta bulunmaktır. Yine bu fiilden türemiş olan "el-Kerim", Allah Teâla'nın sıfat ve isimlerinden birisidir. Hayrı çok, ihsanı bol, ikrâmının sonu gelmeyen lütuf sahibi, her mânâda üstün ve şerefli anlamlarına gelir.(Lisanul Arab,XII,510)
Istılahta kerâmet, Peygamber (s.a.v)’in mutâbaatına sarılmış, şeriatının bütün mükellefiyetini yüklenmiş, gü­zel itikad ve amel sahibi bir kulun elinde, kendisi pey­gamberlik davasında bulunmaksızın zuhûr eden harikulade bir hâdisedir.(es-Seferani,Levami-ul Envar,2,392;Uludağ,T.T.Sözlüğü,307)

Genel olarak usûl ve akâid kitaplarının verdiği ta­rifler, bu şekildedir.

a- Sûfilerin Görüşleri

Sûfiler, kerâmetin, İlâhî kudretin bir tecellisi olarak sâlih kullarda tezâhür ettiğini, o kulun sadâkat ve makbûliyetine bir delil olduğunu, (Kuşeyri,Risale,2,660;Hucviri,Keşful Mahcub,263)Kitab ve sünnetle amelin bir sonucu olarak ikrâm edildiğini ve(Şarani,el Yevakit ve-l Cevahir,2,101) gayesi­nin, imam takviye, nefsin hevâsına meyli kesme, zühd ve takvâyı temin olduğunu(Sühreverdi,Avariful Maarif,33) belirtmişlerdir.

Kerâmetin kabul ve isbatı konusunda özel bir bölüm açan Hücvirî (470/1077), kerâmetin, mucize ve istidractan farklarını geniş bir şekilde işlemiş, velide zuhûr eden kerâmetin, onun tâbi olduğu peygamberin bir mucizesi olduğunu, çünkü bu hâle ancak ona tâbi ve sâdık olmakla ulaştığını belirtmiş.(Hucviri,age,266) kerâmette aslolanın, onu gizle­mek olduğunu, çünkü kerâmetin dinî mesâilde bir etkisi­nin bulunmadığını, velinin, elinde zuhûr eden şeyin kerâmet mi, istidrac mı olduğunu yakînen kestiremediği için ihtiyatlı davranması gerektiğini zikretmiştir.(Hucviri,age,265)

Kuşeyrî de (465/1072) benzeri açıklamalarda bu­lunduktan sonra, evliyâda zuhûr eden en büyük kerâmetin, devamlı ibâdet ve taatte bulunmaya muvaffak kılınması, günahlardan ve emre muhâlefetten muhâfaza edilmesi olduğunu belirtmiştir.(Kuşeyri,Risale,2,667)

Sühreverdî (632/1234), Ebû Ali el-Cüzcânî’nin kerâmet konusunda temel bir esası ifade eden: “Sen istikâmet iste, kerâmet peşine düşme. Nefsin kerâmet pe­şinde koşup durur; halbuki Allah, senden istikâmet iste­mektedir,sözünü naklettikten sonra, yakînin kerâmetten üstün tutulduğunu, çünkü keşf ve kerâmetten maksa­dın yakîn olduğunu belirtmiş ve şu neticeye varmıştır: “Şu halde, tutulacak yolun en doğrusu, nefsi istikâmete çağırmaktır. İşte bütün kerâmet ve asıl maharet budur. Sonra, istikâmet sahibi bir kimsede kerâmet cinsi bir şey zuhûr etse, bu caiz ve güzeldir. Şayet herhangi bir şey vâki olmasa, bunun hiçbir önemi yoktur. Bu, onun hâline bir noksanlık da getirmez. Asıl noksanlık, tam istikâmetin hakkını koruyamamak ve onu zedelemektir. Bu, böylece bilinmelidir. Çünkü o, Hakk tâlibleri için en önemli bir esastır.(Sühreverdi,age,33,217-220)

Kerâmet-i kevnî velâyet için şart değildir, diyen İmam RabbÂnî (1034/1624), bu yoldaki insanları üç gruba ayırıyor:
Kendisine İlâhî yakınlık verilip, gayb ve keşfe ait hâllere vâkıf edilmeyen kimse.
Kendisine hem İlâhî yakınlık verilen ve hem de gayba, keşfe ait hâdiselere muttali kılınan kimse.
Kendisine gayba ait birtakım sırlar, hadiselere ait keşfler verildiği hâlde, ilâhı yakınlıktan nasibi olma­yan kimse.

Evet, bu üçüncü şahıs istidrac sahibidir ve dalâlettedir. Bu kimsenin hâlini şu âyet-i kerîmeler ne güzel ifade etmektedir:
“Onlar, kendilerinin iyi bir hâlde olduklarını zan­nederler. Dikkat edin, onlar yalancı (aldanmış)ların tâ kendileridir.’’
“Şeytan onları tamamen sarmış ve kendilerine Al­lah 'm zikrini (itaatini) unutturmuştur. Onlar, şeytanın grubudur. Dikkat edin! Şeytanın grubu hüsrana düşen kimselerdir.’’

Birinci ve ikinci gruptaki kimseler ise, Allah Teâlâ'nın velileri olarak kurbiyyet devleti ile müşerref kı­lınmışlardır. Gayba ait keşifler, onların velayetlerinde herhangi bir şey artırmadığı gibi, keşf ve kerâmetin bu­lunmayışı da bir şey noksanlaştırmaz. İkisinin arasında ancak mânevi yakınlık derecelerine göre bir fark vardır. Çoğu zaman, keşf ve kerâmetlere sahip olmayan kimse, ya kininin kuvvetli oluşu sebebiyle keşf ve keramet sahi­binden daha ileride olabilir.i(İ.Rabbani,Mektubat Tercümesi,2,138(92.Mektub) ]

b- Kerâmete Delil Gösterilen Nass ve Haberler

Sûfıler, kerâmetin cevâz ve vukûuna delil olacak birçok nass (âyet ve hadis) zikretmişlerdir. Bu konuda sahâbe, tâbiûn ve seleften zikredilen kerâmet örnekleri de pek fazla olup, birçoğu tevâtür yoluyla nakledilmiştir.[(Geniş Bilgi için;el-Lalekai,Şerhu Usuli’l İ’tikad,9.cild(Riyad,1994,2.Baskı);Yusuf Nebhani,Camiu Kerameti-l Evliya,1,2.cilt(Beyrut,1992) ]Biz, bir olayın cevâz ve vukûunu şu yollarla öğrenebi­liriz:

Nakli delilin (Kitab ve sünnetin) isbatıyla.
Tevâtür e ulaşan vâkıadaki haberlerle.
Aklî delil ve kıyasla.

1- Kerâmete Delil Gösterilen Âyetler

Âyetlerin beyanına göre Hz. İsâ'nın annesi Hz. Meryem, sıddîka (veliye) idi.(Maide 75)

Hz. Meryem, Allah Teâlâ’nın özel iltifatına mazhar olmuştu.

“Hani bir zaman melekler, şöyle demişlerdi: Ey Meryem! Gerçekten Allah, seni seçip temizledi ve âlemin kadınları üzerine üstün kıldı.”(Al-i İmran,42)

*Zekeriyyâ: ‘Ey Meryem, bu yiyecek sana nereden geliyor?’ diye sordu. Meryem dedi ki: ‘O, Allah katından gelmektedir.’ Şüphesiz Allah, dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır. ”(Al-i İmran,37)

Onun diğer bir kerameti de babasız çocuk doğurmasidir. Melekler, kendisine: "Müjde! Allah sana, tarafın­dan bir evlât verecek; ismi de Mesih İsa  b. Meryem'dir ‘''(Al-i İmran,45) dedikleri zaman: "Benim nasıl bir çocuğum olacak ki, bana herhangi bir insan (nikâhına alıp da) dokunmadı." (Al-i İmran,47) “Hâşâ ben, gayr-ı meşru bir yola ve hâle de düşme­dim’’(Meryem,20) demişti. Kendisine: "Bu iş, Allah'ın dilemesiy­le olmaktadır. O, bir şeyin olmasını istediği zaman ona: ‘Ol’ der, o da oluverir.” (Al-i İmran,47)"Hem bu gibi işler, O'na ko­laydır, ”(Meryem,21) denildi.

Hz. Meryem'in melekleri görmesi ve onlarla konuş­ması, meleklerin de O’nunla konuşması, üzerine kuru hurma ağacından taze hurma dökülmesi(Meryem,25) de olağanüs­tü bir olay ve kerâmettir.

Ashâb-ı Kehfin hâllerini anlatan âyetler de kerâmete delil gösterilmiştir. Âyetlerin beyanına göre: “Onlar, Rabblerine iman etmiş bir grub gençti.(Kehf,13)Allah onların hidâyetlerini artırıp iman ve yakînlerini kuvvet lendirmişti. (Kehf,13)Mağarada üçyüzdokuz yıl kaldılar.”(Kehf,25)

“Onları görsen uyanık zannederdin. Halbuki onlar, uyumaktadırlar, ”(Kehf,18) âyetinde anlatıldığı gibi bu kalışla­rı, yeme içme olmadan uyku hâlinde olmuştu.

“Biz, onları sağa sola döndürüyorduk(Kehf,18)âyetinin ifadesine göre, yanları bir tarafta kalıp da çürümemeleri için Cenâb-ı Hakk, onları sağa sola çeviriyordu.

Mağaranın dışındaki güneş de İlâhî irade ile doğuş ve batışında, onlara en uygun bir biçimde devrini tamamlıyordu: "Güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ ta­rafına yöneldiğini, battığı zaman da sol tarafa gittiğini görürsün. Kendileri de mağaranın iç tarafında bulunu­yorlardı.(Kehf,17)

Sûfiler, Süleyman Aleyhisselâm’ın veziri Asaf b. Berhiyâ'nın, Sebe melikesi Belkisın tahtını Yemen’den Kudüs'e bir göz yumup açma müddeti içinde getirmesini anlatan âyetleri de kerâmetin bir delili ve çeşidi olarak göstermişlerdir.
Âsaf b. Berhiyâ, Hz. Süleyman’ın veziri idi. İbn Abbas’ın nakline göre O’nun kâtipliğini yapıyordu.(Taberi,Camiul Beyan,cüz:XIX,163;İbn Kesir,Tefsir,VI,202)

Hâdise, âyet-i kerîmelerde şöyle anlatılmıştır:

"Süleyman: 'Ey cemaat! Bana miislüman olarak gelip teslim olmalarından önce, hanginiz o kraliçenin tahtını bana getirebilir  dedi.

Cinlerden İfrit: ‘Sen yerinden kalkmadan önce ben, o tahtı sana getiririm. Muhakkak ben, onu taşımaya gücü yeten (ve onu zâyi etmeyecek) güvenilir bir kimseyimde­di.

Kendinde İlâhi kitabdan bir ilim bulunan (Asaf b, Berhiyâ) dedi ki: Ben gözünü yumup açıncaya kadar onu sana getiririm/ (Ve tahtı getirip önüne koydu). Sü­leyman, tahtı yanında duruyor görünce: Bu, Rabbimin fazlındandır; şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğimi gösterecek bir imtihandır’’ dedi."(61)

Hz. Músa ile Hz. Hızır’ın arasında cereyan eden meşhur hâdise de kera met ve ilm-i ledünn konusunda bir delil görülmüştür. (Kehf,60-82)

Hz. Músanın annesinin (Kasas,7) ve Havârîlerinin (Maide,11)ilhâm yoluyla ilahi mükâlemeye mazhar olduklarını gös­teren ayet-i kerimeler de kerâmetin bir türü olan ilhama delil gösterilmiştir.

2- Keramete Delil Gösterilen Hadisler

Sûfıler, Rasûlullah (a.s)’ın dilinden zikredilen ve kerâmet özelliğini taşıyan bazı hadisleri, kerâmetin cevâz ve vukûu konusunda delil olarak zikretmişlerdir.

Üç çocuğun beşikte konuşması,( bkz. Buhâri, Enbiyâ, 48; Müslim, Birr, 2.) yolda öküzüne ağır yük vuran bir adama, hayvanın dönüp: "Ben bunun için mi yaratıldım?” şeklinde konuşması,yine bir adamın buluttan: "Filancanın bahçesini sula," diye bir ses duyması.( Müslim, Fedâilü's-Sahâbe, 55)ilgili hadislerin, kerâmetin hem delili hem de çeşidine örnek olarak gösterilmiştir.

"Saçları dağınık, ustu başı tozlanmış, kendisine hiç itibar ve iltifat edilmeyip kapılardan kovulan nice kimse­ler vardır ki, Allah o itimad ederek: Şu işi yap diye ye­min edecek olsa, Allah onun yeminini yerine getirir, duâsını kabul eder," (Müslim,Birr,138,Cenet,48) hadisi, nâz makâmında olan sâlih kulların hâllerinin gizliliğine ve dualarının kabûlüne, “Ben kulumu sevdiğim zaman, onun gören gö­zü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benim­le görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Ba­na sığınsa himâye eder, benden bir şey istese derhal veri­rim," (Buhari,Rikak,38) hadisi, velilere verilen destek ve mânevi yetki­lere delil gösterilmiştir.

Keramete Delil Gösterilen Haberler

Kur’ân ve sünnette cevâz ve vukûuna ait açık delil, isbat ve Örneklerini gördüğümüz kerâmet hâdisesi, bu ümmetin velilerinde o kadar çok vaki olmuştur ki, tevatür derecesine ulaşmıştır. Ashâb, tâbiûn ve selef arasında pek çok kerâmet örneklerine rastlamak mümkündür.

Hz. Ebû Bekir'in son hastalığında, Hz. Âişe'ye: “Artık malım, vârislerindir,“ imâsıyla vefat edeceğini ha­ber vermesi ve “Malımı, iki erkek ve iki kız kardeşin ara­sında Allahin kitabına uygun taksim edin,'' ihbârıyla da hâmile olan hanımının bir kız çocuğu doğuracağına işaret etmesi, (Subki, Tabakât, II, 322; Nebhânî, C&miu Kerâmati’l-Evliyâ, I,)

Hz. Ömer'in, Medine’de hutbede, Nihâvend’deki ordu komutanı Sariye’ye: “Yâ Sâriye, Orduyu dağa çek, dağa! diye üç defa seslenip, ordu komutanına sesini işittirmesi ve ordunun bu tâlimatla arkasını dağa vererek düşmana galip gelmesi, (Lalekai,Şerhu Usuli-i İtikad,IX,126;Ebu Nuaym,Delailün Nübüvve,2,579-581;İbn Hacer,El İsabe,3,9-10…))

Yine Hz. Ömer'in, suyu çekilen Nil nehrine hitâb eden bir yazı ile akmasını sağlaması(Lalekai,age,IX,127;Sübki,age,2,326;İbn Kesir,el Hidaye,VII,102;Münavi,age,1,62) bir zelzele ânında kamçısıyla yere vura­rak: “Sakin ol! Ben senin üzerinde adâletle hükmetmedim mi?9 dediğinde, o anda yerin sakinleşmesi,(Sübki,age,2,324) meşhur kerâmet örnekleridir.

Sâriye hâdisesinde birkaç kerâmet vâki olmuştur. Birincisi, Hz. Ömer'in, ordunun durumunu o kadar uzak mesafeden mânen görmesi ve tehlikeyi sezmesidir. İkinci­si, Medine-i Münevvere'den Nihâvend’e tâlimat vererek sesini duyurmasıdır. Üçüncüsü de ordu komutanının bu tâlimatı duyup alabilmesidir.

Hz. Osman'ın, yanına gelen birisinin işlediği güna­hı yüzünden anlayıp uyarması, (Nebhânî, a.g.e., I, 89; Kuşeyrî, Risâle, 119.)keskin ve sahih ferâsete örnek verilmiştir.

Hz. Ali'nin, kendisini yalanlayan ve alay eden biri­sine bedduâ etmesiyle o kimsenin ânında gözlerinin kör olması, ( Kandehlevî, a.g.e., IV, 333; Heytemî, es-Savâiku’l-Muhrika,)nâz makâmındaki velinin Allah katındaki makbûliyetine ve duâsınm müstecâb olmasına örnek gös­terilmiştir. Yine, Hz. Ali'nin duâsıyla, bir adamın bilek­ten kopmuş elinin yapışıp iyi olması da bir kerâmet örne­ğidir. (Râzi, Tefsir i Kebîr, XXI, 88)

Abdullah b. Ömer'in, yolunu kesen bir arslanın kulağını çekip azarlaması ve kendisine itaat etmesi,( (Bkz. Sübkî, Tabakât, II, 332, Mûnâvî, el-Kevâkibü'd-Dürriyye, I, 119;) İmran b. Husayn'ın melekleri görmesi, onlarla selâmlaş­ması, (Müslim, Hacc, 170; Dârimi, Menâsik, 16; İbn Sa d, Tabakât, IV, 209; Kandehlevî, a.g.e., IV, 319.)vücûduna dövme yapınca meleklerin kendisin­den uzaklaşmaları, (İbn Sad,age,IV,288)) yine meleklerin, Üseyd b. El Hudayr’ın okuduğu Kuran’ı dinlemeye gelmeleri ve Üseyd’in onları görmesi(Müslim,Msafirin,242..)meşhur keramet örnekleridir.Üseyd hadisesinin devamında Hz Peygamber’in bazı hallerde melekleri diğer insanların da görebilceğine işaret etmesi,ehli için bu yolun açık olduğunu göstermektedir.

Burada arzettiklerimiz, sayılı birkaç örnektir. Bu örneklerde gördüğümüz gibi peygamberlerin dışındaki Al­lah dostlarının, pek çok özel hâllere, mânevi tasarrufa ve ilâh!i hsanlara sahip olmaları câiz ve vakidir.

Ahmed b. Hanbel’in (241/855) belirttiği gibi, kerâmet türü şeylerin sonraki devirlere nisbeten Ashâb-ı Kirâm’da az vâki olması, onların, imanlarının yüksek se­viyede olmasından dolayı bu tür şeylere ihtiyaç duymamalarındandır. (Subki,tabakat,2,33;Şarani,el Yevakıt ve-l Cevahir,2,103)Çünkü kullukta asıl olan, yakinni iman, ihlas ve ihsan hâlinde sâlih ameldir. Bu özellik on­larda ileri seviyede mevcuttu.

Bu ümmetin velilerinde çeşitli kerâmetler zuhûr et­miştir. Tâcüddîn Sübkî (771/1371), bunlardan yirmibeş çeşidini saymış, diğerleriyle yüzü geçtiğini belirtmiş­tir. (bknz;Subki,age,2,338-344;Nebhani,age,1,48-52;Dilaver Selvi,İslamda Velayet ve Keramet,234-250)

Kerameti İsbat İçin Kullanılan Aklî Deliller

Kerâmetin aklî isbatı konusunda en güzel açıklama­yı Fahrüddîn Râzî (606/1210) yapmış, sonrakiler bu ko­nuda ondan istifade etmişlerdir. O, Kehf sûresinin tefsi­rinde kerâmeti isbat ederken, şu aklî izahları zikretmiş­tir:
Delil: Şüphesiz ki kul, Allahın dostudur. Bunu Allah şöyle beyan etmiştir;"Dikkat edin, Allah dostlarına hiçbir korku yoktur .Onlar, asla mahzûn da olmazlar.

Aynı şekilde Allah  da kulun dostudur. Bunu da şu Ayet-i kerimelerden öğreniyoruz:

"Allah, iman edenlerin dostudur”  "Allah, sâlihleri dost edinip iç­lerini görür."  "Sizin dostunuz ancak, Allah ve Rasûlüdür. ”
Zikrettiğimiz bu ayetler, kulun Allah'ın dostu, O nun da kulun dostu olduğunu isbat etmektedir. Aynı şe­kilde Allah (c.c), kulun sevgilisi, kul da O nun sevgilisidir. Bunu da şu âyet-i kerîmelerden öğreniyoruz: "Allah onla­rı sever, onlar da Allah'ı severler‘’İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise daha fazladır."

Durum bu olduğuna göre bir kul, Allah’ın emrettiği ve razı olduğu şeyleri yapar ve yasaklayıp sakındırdığı bütün şeyleri terkederse, rahmet ve keremi bol olan Allah Teâla’nın, kulunun istediği bir şeyi yapması nasıl akıldan uzak ve gayr-ı mümkün görülür. Kul, âciz bir varlık olma­sına rağmen Allah’ın emrettiği herşeyi yapıyorsa, Allah Tealâ’nın da bir defa kulunun istediğini yerine getirmesi, akla daha uygun ve Zât-ı Bâri’ye daha lâyıktır. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ: "Bana verdiğiniz sözü yerine geti­rin, ben de size vermiş olduğum sözü yerine getireyim  buyurmaktadır.

Delil: Şayet kerâmetin meydana gelmesi mümkün olmasaydı bu, ya Allah Teâlâ nın böyle bir fiili yaratmaya ehil ve muktedir veya mümin kulun böyle bir ihsa­na lâyık olmadığı anlamına gelecektir. Birincisi, Allah'ın kudretine bir noksanlık getirir ki böyle düşünmek, küfür­dür. İkinci görüş de bâtıldır. Çünkü Yüce Allah, kuluna zâtının, sıfatlarının, hükümlerinin, isimlerinin mârifet ve bilgisini, muhabbet ve taatini, zikirve şükrünü lütfetmiş, nasib buyurmuştur. Şüphesiz ki kula bahşedilen bu lütuflar, kendisine ıssız çölde bir parça ekmek vermekten, bir yılanı veya arslanın onun emrine bağlamaktan daha şerefli ve daha üstündür. Kuluna bunları istemeden veren Allah Teâlâ, ıssız bir çölde kulun isteyeceği bir parça ekmeği ni­çin vermesin?

Delil: Rasûlullah (a.s)’ın, Rabbinden rivâyet etti­ği bir kudsî hadiste şöyle buyurulmuştur: “Kulum bana, kendisine farz kıldığım şeyleri yerine getirmekle yaklaştı­ğı gibi hiçbir şeyle yaklaşmamıştır. O, bana (farzın dışın­daki) nafile ibâdetleriyle de durmadan yaklaşır. Nihayet onu severim. Kulumu sevince de onun kulağı, gözü, dili, kalbi, eli ve ayağı olurum. O, benimle işitir, benimle gö­rür, benimle konuşur, benimle yürür.”

Bu kudsî hadis bildiriyor ki, Allah Teâlânın sevdiği kulun kulağında, gözünde ve diğer âzâlalarında,O’ndan başkasının herhangi bir tasarrufu yoktur. Durum böyle olmasaydı, Hak Teâlâ: “Ben, kulumun kulağı ve gözü olu­rum’’buyurmazdı. Madem ki durum böyledir; o halde kulun ulaştığı bu makam, şüphesiz yılanların, vahşi hay­vanların emrine bağlanmasından, kendisine bir parça ek­mek, üzüm veya su ikram edilmesinden daha şereflidir. Allah Teâlâ, kulunu rahmetiyle bu derecelere ulaştırınca, artık ıssız bir çöl veya maddî sebeplerin olmadığı bir mekânda -kuluna bir kerâmet olarak- kudretiyle bir par­ça ekmek yahut bir miktar su vermesi nasıl akıldan uzak, imkânsız görülebilir? Elbette, İlâhî irâde için bu gibi şey­ler mümkün ve kolaydır.

Delil: Bu dünyada bazı işleri yapanın beden de­ğil, ruh olduğu muhakkaktır. Beden için ruh ne ise, ruh için de mârifetullah odur. Bu mânâya işaret olarak Rasûlullah (a.s), buyurmuştur ki: "Ben, Rabbimin katın­da gecelerim. O, bana yedirir ve içirir.’’Görülüyor ki, kim gayb âlemi ile ilgili daha çok şey biliyorsa, onun kalbi diğerlerinden daha güçlü olmaktadır. Bu mânâda Ali (k.v), demiştir ki: "Vallahi ben, Hayber kalesinin demir kapısını beden kuvvetiyle değil, İlâhî, rabbani bir kuvvetle çekip kopardım’’O anda Hz. Alinin bu dünya ile bağı kopmuş, melekler, yücelikler âleminin nurlarıyla onu aydınlatmıştı. Bu durumda rûhu güçlenmiş, melek ruhlarının cevherine benzemiş, onda azâmet ve kudsiyet âleminin nurları parlamıştı. Ve işte böylece, kimsenin güç yetiremeyeceği bir işi yapabilecek güce erişmişti.

İşte bunun gibi insan, Allah Teâlâ’ya itaate devam ederse, Allah'ın: "Onun gözü ve kulağı olurum," buyurdu­ğu bir makâma yükselir. Allah'ın celâl nûru kul için bir kulak olunca o, yakını işittiği gibi uzağı da işitir. Bu nûr, onun için bir göz olunca, yakınını gördüğü gibi uzağı da görür. Ve yine bu nûr, kul için bir el olunca zora, kolaya, yakındakine, uzaktakine, herşeye gücü yeter.

Delil: Burada aklî kanunlara kaynaklık eden bir delil arzedeceğiz. Daha önce açıkladığımız gibi rûhun cev­heri, dağılma ve parçalanmaya müsait, bozulmaya mâruz cisimler emsinden değil, meleklerin, semâvât âlemi sakin­lerinin cevherinden ve teiniz olan kudsî varlıkların sınıfindandır. Şu kadar var ki ruh, bu bedene bağlandığı ve onun işlerini idare etmeye başladığı zaman, daha önceki asıl vatanını ve meskenini unutmuş ve bütünüyle bu bo­zuk cisme benzemiştir. Bu durumda kuvveti zayıflar, kudsî kudreti gider ve yapabileceği asıl işleri yapamaz. Fakat Allah Tealâ'nın mârifetini elde edip muhabbetiyle ünsiyet kurarak bu bedenin süfli işlerine az daldığı, semâvî mukaddes ruhların nurlan onu aydınlattığı ve bu nurlardan ona ışıklar aktığı zaman güçlenir ve bu âlemin maddî varlıkları üzerinde yüce ruhların yaptığı etkileri yapma gücünü elde eder. İşte bu işler ve tasarruf, kerâ- mettir.(Razi,Mefatihul Gayb,XXXI-88,91;Ayrıca bknz;Hadislerle Kuranı Kerim Tefsiri,IX,4946-4949)

Aklın vazifesi, mükellef olduğu şeyleri gücü nisbetinde, hak ölçüsüne bağlı kalarak anlamaktır. Her mese­le, akılla çözülemez. Aklın vazifesi bir ölçüde sınırlıdır; ötesine geçemez. Geçerse ya kör olur, ya şaşırır. Melekle­rin reisi Cebrâil (a.s) bile, Mi'râc gecesinde kendisine usûl ve edeben refakatçilik yaptığı Hz. Peygamber (a.s) ile belli bir noktaya gelince: ‘Yâ Rasûlallah! Benim vazife ve sını­rım buraya kadar, buradan ötesine bir adım atarsam ya­nar, kül olurum; ötesi sana aittir," (Razi,age,XXVIII,291;Hamdi Yazır,Hak Dini Kuran Dili,VII,4579) diyerek haddini ve edebini bilmiştir.

c- Tefsirlerin Yaklaşımı

Meşhur rivâyet ve dirâyet tefsirlerinde, kerâmete delil olarak kullanılan âyet-i kerîmelerin tefsirine baktı­ğımızda, -çok azı hariç- hemen hepsinin, hâdisenin cevâz ve vukûunda müttefik olduğunu görürüz. ..

c.a- Rivâyet Tefsirleri

İbn Cerîr (810/923). Hz. Meryem’in olağanüstü bir yolla  ışıklandığını, kendisine yazın kış, kışın yaz meyve­lerinin ikrâm edildiğini, Hz. Zekeriyyâ’nın, Hz. Mer­yem in üzerine yedi tane kapıyı kapatıp gittikten ve tek­rar yanına geldikten sonra, O’nun bu tür nimetlere ulaştı­ğını görünce: “Bunlar sana nereden geliyor?* diye sordu­ğunu belirtmiştir.( Bkz. Taberî, Câmiu'l-Beyân, Cüz: 111,246-247.)

Hz. Süleyman’a, Yemen melikesi Belkıs’ın tahtını bir göz açıp kapama süresi içinde getiren kimsenin kim olduğu konusunda değişik rivayetleri nakleden Ibn Cerîr, bu kimsenin, Hz. Süleyman’ın veziri Âsaf b. Berhiyâ olduğunu belirten görüşü destekleyici açıklama­lara ağırlık vermiştir.( Bkz. Teberi, a.g.e., Cüz: XIX, 163-164)

Semerkandi (373/983), Mâverdî (450/1057), Vâhidî (468/1075), Beğavî (516/1122) ve İbn Atıyye (546/1151), Hz. Meryem’in rızkının olağanüstü bir yolla gelmesi hususunda aynı görüştedirler. Vahidî ve İbn Atıyye, bu rızkın melekler vasıtasıyla Cennetten geldiği­ni bildiren rivâyetlere yer vermişlerdir.( Bkz. Semerkandî, Bahru’l-Ulûm, 1, 264; Mâverdı, en-Nüketu vel-Uyûn, I, 388; VAhidl, el-Vasit, I, 432; Beğavî, Meâlimut- Tenzil, II, 32; İbn Atıyye, el-Muharraru’l-Veciz, I, 426)

Allah TeAlâ’nın bazı salih kullarına özel ihsanlarda bulunduğunu belirten Mâverdî. (Bkz. Mâverdî, en-Niiketu ve’l-Uyûn, 1,388.)Belkızın tahtını getirenin Hızır (a.s) olduğu görüşünü nakletmiş, (Bkz. Mâverdî, a.g.e., IV, 213) fakat bu görüş, İbn Kesir (774/1373) tarafından hiç de ye­rinde bulunmayarak tenkid edilmiştir. ( Bkz. İbn Kesîr, Tefsir, VI, 202-203 )

Cumhûra göre, bu tahtı getiren kimsenin, Atıf b. Berhiyâ isminde Hz. Süleyman'ın maiyyetinden sâlih bir zât olduğu zikredilmiştir. (Bkz. Semerkandî, a.g.e., II, 496-497; Vâhidî, a.g.e., III, 378; İbn Atıyye. a.g.e., IV, 261; Sealibî,el-Cevâhirül-Hısân, II, 500.)

Semerkandî, bazılarının, bu kadar kısa zamanda tahtı getirenin Cibril (a.s) olduğunu söylediğini, bu görüşe daha çok Mu'tezile’nin meylettiğini, çünkü onların, -ge­nelde- kerâmeti inkâr ettiklerini kaydetmiştir.(Semerkandi,age,2,496-497) An­cak Mu'tezilî müfessirlerden Zemahşerî (538/1143), ilgili âyetin tefsirinde, diğer müfessirler gibi, Asaf b. Berhiyâ dahil bütün ihtimalleri nakletmiş, Cibril’le ilgili rivâyete de yer vermiş, âyette belirtilen müddetin, tahtın süratle getirilmesi için bir misâl de olabileceğini, çünkü örfte böy­le kullanımların bulunduğunu belirtmiştir.(Zamehşeri,Keşşaf,3,148-149)

Vâhidî, bu hâdisenin velî için bir kerâmet, nebî için bir mûcize olduğunu belirtmiş, ehl-i meânîye göre, böyle bir durumun, İlâhî kudretin tecellisi ile ânında yoketme ve tekrar varetme şeklinde gerçekleşebileceğini zikret­miştir. (Vahidi,age,3,378)

Hz. Meryem’in kıssasının da velilerin kerâmetine bir delil olduğunu belirten İbn Kesir, bunun sünnet-i se-niyyede birçok örneklerinin bulunduğunu zikretmiş ve bu arada, Hz. Fâtıma’nın başından geçen benzer bir hadiseyi nakletmiştir.(İbn Kesir,age,2,28-29)

Kurtûbî (671/1273), velilerin kerâmetinin sabit ve birçok delilin buna şâhid olduğunu, peygamber olmayan Hz. Meryem’in hâdisesi ve Hz. Hızırın hâllerinin buna  güzel örnek teşkil ettiğini, kerâmeti ancak bid at ehlinin ve fasıkların inkâr edeceğini belirtmiştir.(Kurtubi,Tefsir,XI,28)

Velinin kerâmetinin, nebinin mûcizesi olduğuna be­lirten Kurtûbî, kerâmeti inkâr eden bazılarının, Bel­kis’ın Ye men’deki tahtını getirenin Hz. Süleyman oldu­ğunu söylediklerini, halbuki -İbn Atıyyenin de belirttiği gibi- cumhûra göre bu kimsenin, Asaf b. Berhiyâ ismin­deki veziri olduğunu zikretmiştir. (Kurtubi,Tefsir,XIII,204,206)

Suyûtî (911/1505), yakanda geçen rivayetleri yer­dikten sonra -İbn Abbas’a dayanarak- tahtı getiren Asaf ın, Hz. Süleyman’ın kâtibi olduğunu nakletmiş­tir. ( Suyuti,ed-Dürrül Mensur,VI,360)

Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûrda  yine İbn Abbarsa dayanarak, Hz. Meryem’in rızkının Cennetten geldiğini nakletmiş, (Suyuti,age,2,186)meşhur dirâyet tefsirinde de bu rızkın Cennetten geldiğine sadece işaret edip geçmiştir. Celâleyn şârihlerinden es-Sâvî (1241/1825), âyetin açık­lamasında, bu hâdisenin olağanüstü bir şey olduğunu, kerâmeti müşâhede etmenin yakîni artırdığım, bunun kâmil olana bile fayda verdiğini, nitekim Hz. Meryem’in hjilini müşâhede eden Hz. Zekeriyyâ’nın kendisi ihtiyar, Kanımı kısır olmasına rağmen Allah’tan çocuk istediğini belirtmiştir.(Savi,Haşiyetus Savi,1,318)

Rivâyet tefsirinde sırf nakil, dirâyet tefsirinde ise kısa açıklamalarla yetinen Suyûti, keşf, kerâmet, ulvî ruhlarla buluşma ve konuşma, melekleri müşâhede gibi konulan, Tenvîru’l-Halek fî Ru ’yeti İmkâni Ru'yeti’n-Ne-biyyi ve’l-Melek  adlı meşhur risalesinde genişçe işlemiş, delillerini zikretmiş ve bu konularda yaşanmış birçok ör­nek vermiştir.(Suyuti,el Havi li-l Fetava,2,473-492)

Kasımî (1332/1914), Hz. Meryem’in Allah tarafın­dan rızıklanmasını anlatan âyet-i kerîmede, evliyâullahın kerâmetine bir delil bulunduğunu, benzeri yoldan nzıklanma hâdisesinin ashâbdan Hubeyb b. Adiyy el- Ensârî (r.a) için de vâki olduğunu,(Buhari,Cihad,170) Kitab ve sünnet­te benzeri örneklerin çokça zikredildiğini belirtmiş­tir. (Kasimi,Mehasinut Tevil,IV,837)

c.b- Dirâyet Tefsirleri

Kerâmet konusunda meşhur dirâyet tefsirlerinin yaklaşımı da rivâyet tefsirleri ile aynı merkezdedir. An­cak, özellikle müteahhir (son dönem) tefsir sahipleri önce­ki müfessir ve süitlerin görüşlerini değerlendirme imkânı bulduğu için meselenin tahlilini daha güzel yapmışlardır.

Zemahşerî (538/1143), tefsirinde, kerâmet konu­sunda menfî bir tavır içinde olan Mu'tezilî anlayışı, biraz zorlanarak da olsa işlemeye çalışmıştır. Hz. Meryem’e yapılan rızık ikramını İlâhî kudretle açıklamaya çalışan Zemahşerî, bu rızkın Cennetten geldiğini, Hz. Mer­yem'in hiç mme sütü emmeden büyüdüğünü, kendisine yazın kış, kısın yaz meyveleri ikram edildiğini, taraf-ı ilahiyeden rızıklanma ile ilgili benzer bir hâdisenin Hz. Fatıma için de cereyan ettiğini nakletmiş, fakat bunlar­da, kerâmet olduğuna dair bir delilin bulunduğundan hiç bahsetmemiş, olayı, Allah Teâlâ’nın Hz. Meryem’e bir keremi olarak değerlendirmiştir. (Zamehşari,Keşşaf,1,427) Keşşafı ehl-i sün­net gözüyle yakın takibe alan İbnul-Münîr, Zemahşe-rî'nin bu kaçamak değerlendirmesini yeterli bulmayıp, olayın Hz. Meryem için bir kerâmet olduğunu belirtmiş­.(Zamahşeri,age,1,428)

Ebû Hayyân (746/1344), Zemahşeri’nin, Yemen melikesi Belkıs'ın tahtını Hz. Süleyman’ın bizzat kendi­sinin getirdiği görüşünü desteklemesini (Zamehşari,age,3,149) çok garib bulup tenkid etmiş, bunun i’tizâlî anlayışın bir uzantısı olduğunu hatırlatmıştır.(Ebu Hayyan,Bahrul Muhid,VII,77.)

Ebû Hayyân, cumhûrun kavline göre, Belkıs’ın tahtını getirenin Âsaf b. Berhiyâ olduğunu, tahtın bir göz açıp kapama süresi içinde getirilmesinin, Zemahşerî’nin belirttiği gibi, mecâzî bir ifade değil, hakikat oldu­ğunu belirtmiştir. (Ebu Hayyan,age,VII,77)

Ebû Hayyân, Zemahşerî’nin, Meryem’in taraf-ı ilâhiyeden rızıklanma işinde de aynı yaklaşımı sergi­lediğini, hâdisenin ona ait bir kerâmet olmasına yanaş­madığını, meseleyi Hz. Zekeriyyâ’nın duâsına ait bir mûcize gibi takdim ettiğini, bunun, tutarsız ve i’tizâlî an­layışın bir uzantısı olduğunu, halbuki hâdiseyi, Hz. Mer­yem’e has bir kerâmet olarak görmek gerektiğini kaydet-mistir (Bkz. Ebû Hayyân, a.g.e., II, 443.)

Mutedil (ölçülü, ılımlı) fitlerden kabul ettiğimiz et- Tabreset (638/1143), Mecmâu’l-Beyân adlı tefsirinde, mezheblerince, peygamberlerin dışındaki veli ve asfiyadan kerâmet türü şeylerin vukûunu câiz gördükleri­ni, Mu'tezile'nin buna yanaşmayıp, Kur'ân’da kerâmete delil olacak âyetlere kendi anlayışları çerçevesinde yorum getirdiklerini belirtmiştir.( Bkz. Tabressi, Mecmâu'l-Beyân, II, 69.)

Kehf sûresinde, Ashâb-ı Kehfle ilgili Ayetleri tefsir ederken, kerâmet konusunda en geniş bilgiyi veren Râzi (606/1210), "Sûfi ashâbımız bu ayetle, kerametin cevâzına delil getirmişlerdir," diyerek söze başlamış, kerâmetin nakit, tecrübe ve akli delillerini tek tek zikretmiş, Ashâb-ı Kirâm’dan birçok örnek nakletmiş, kerâmet konusunda ileri sürülen şüphelere cevaplar vermiş, kerâmetin istidracla olan farkım, kerâmete güvenmenin zararlarını, ay­rıca velinin veliliğini bilip bilemeyeceği meselelerini ince­lemiş, bu işin çok nûrânî olmakla birlikte çok da tehlikeli olduğuna dikkat çekmiştir.( Bkz. Râzî, Mefâtihu’UGayb, XXI, 72-83.)

Hz. Meryem'in hâdisesinde de kerâmete değinen Râzî, kerâmeti inkâr eden Mu'tezile’nin inkâr sebeplerini zikrederek cevaplar vermiş, kerâmetin mûcizeye hiçbir halel getirmediğini, aksine onu desteklediğini, mûcizede aslolanın, iddia ve izhâr, kerâmette ise iftikâr ve ihfft ol­duğunu belirtmiştir.( Bkz. Râzî, age, VIII, 87-28.)

Beydâvi (685/1286), Hz. Meryem’in hâdisesini, ve­lilerin kerâmetine bir delil görmüş, (Bkz. Beydâvî, Envâru't Tenzil, 1,157 (Beyrut, 1988).)Hz. Süley­man’ın veziri Âsaf b. Berhiyâ’ya verilen kerâmetin, ilmin şerefini ortaya koyduğunu, çünkü ona bu yetkinin ilim sebebiyle verildiğini zikretmiştir. (Beydavi,age,2,177)

Ebu’s-Suûd (982/1574), Ha. Meryem’in hâdisesin­de, valilerin kerâmetine bir delil olduğunu, bunu Hz İsa için bir irhas, Hz. Zekeriyyâ için bir mûcize görmenin tutarsız olduğunu kaydetmiştir. (Ebussuud,İrşadu Akli’s Selim,2,30(Beyrut,1983)
Âlûsi (1270/1853), Ha. Meryem’in peygamber ol­madığını, O’nun elinde zuhûr eden şeylerin olağanüstü hâdiselerden sayılıp evliyâullahın kerâmetine bir delil ol­duğunu, Şiâ’nın bu konuda ehl-i sünnet gibi düşündüğü­nü, Mu'tezile’nin ise, kerâmeti inkâr ettiğini belirtmiş­tir. (Alusi,Ruhul Meani,Cüz,3,140.)

Hz. Süleyman’ın ashâbından olan Âsafın, Yemen’deki tahtı çok kısa bir anda huzura getirme hâdisesinin de kerâmetin sübûtuna bir delil olduğunu be­lirten Alûsî, “Şeyhul-Ekber” diye bahsettiği Muhyiddln b. Arabi’nin (638/1240), bu konudaki orijinal fikir ve de­ğerlendirmelerini nakletmiştir.(Alusi,age,cüz:XIX,204-205)

Reşid Rızâ (1354/1935), gerçek sûfilerin Kitab ve sünnet çizgisinden ayrılmadıklarını, ilk devirlerde gelişen tasavvufun bu temeller üzerinde kurulduğunu, ancak da­ha sonraları bazı yanlış itikadların yayıldığını, bunlardan birisinin de şeyhlerin kâinatın işlerinde ve gayb âleminde diledikleri gibi yetkili olup tasarruf edebildiklerinin düşü­nülmesi olduğunu, böyle bir düşüncenin, bir anlamda şirk olup Kitab ve sünnete uymadığını belirtmiştir.(Reşid Rıza,Tefsirul Menar,2,72-73)

Bazı sâliklerin, meşgul oldukları evrâd ve ezkâr ve­silesiyle ulaştıkları keşf ve esrâra aldandıklarını, gördük­leri hayâlleri hakikat zannedip fitneye düştüklerini zikre­den Reşid Rızâ, bunların yanında şeriata bağlı sûfilerin, Allah’a muhabbet konusunda yüce bir makâma sahip ol­duklarım, şeriatın edebine göre herşeye hakkını verdikle­rini, Allah için sevip, Allah için buğzettiklerini kaydet­miştir. (Reşid Rıza,age,X,240-241)

Keşf ve kerâmetle akide ve ahkâmda hüküm verile­meyeceğini, kerâmetin, velâyet için şart, fazilet için bir is- bat olmadığını, bu tür hadiselerin mü'min-kâfir herkeste vukû bulabileceğini fakat aynı sonucu vermeyeceğini ha­tırlatan Reşid Rızâ, gerçek sûfî âriflerin kerâmete itibar etmediklerini, bir kimse suda yürüse, havada uçsa, ateşi yutsa buna aldanmayıp, o kimsenin, şeriatın emir ve nehiylerine karşı tutumuna baktıklarını, gerçeğin ve âyet­lerden kendisinin anladığının da bu olduğunu belirtmiş­tir.(Reşid Rıza,age,XI,444-448)

Hamdi Yazır (1358/1942), Hz. Süleyman'ın veziri Âsaf b. Berhiyâ’nın, çok kısa bir zamanda Belkıs’ın tah­tını Yemen’den getirmesini, büyük bir kerâmet örneği görmüş ve bunun aynı zamanda Hz. Süleyman’ın mûcizesi olduğunu, böyle bir şeyin peygamberden değil de ashâbından birisinde zuhûr etmesinin, o peygamberin bü­yüklüğüne delil olduğunu belirtmiş, Muhyiddîn b. Arabi’nin Fusünu’l-Hikem adlı eserinden konu ile ilgili nakillerde bulunmuştur. (Bkz. Hamdı Yazır, Hah Dini Kur'An Dili, VI, 143-144 (Sadeleştirilmiş baskı).

Merâğî (1364/1945), çoğu müfessirin keramete delil olarak gördükleri âyetleri, bir başka izah yoluna giderek farklı tefsir etmiş ve kerâmet hadisesine olumlu bakma­mıştır. Hz. Meryem’in gayb âleminden rızıklanması ile ilgili rivayetleri ihtiyatla karşılayan Merâğî, hâdiseyi olağanüstü olarak değerlendirecek bir sebebin bulunma­dığını, (Meraği, Tefatru 1-Merûğî, Cilt: I, Cüz: III, 145.) Yemen'den Belkıs’ın tahtını getirenin de Hz. Süleyman’ın bizzat kendisi olduğunu savunmuştur. (Meraği,age,cilt:VII,Cüz:XIX,141)

d- Değerlendirme

Nasslardan ve vakıadan anladığımıza göre, kerâmet haktır; vukûu câiz ve vâkidir. Cenâb-ı Hakk’ın, sâlih kul­larına bir keremidir. Övünme değil, şükür vesilesidir. He­def görülmeyip yakîne vesile yapılmalıdır. İstemekle elde edilmez, bekleyene verilmez. Esasen hiç kimseden. kerâmet istenmez; herkese emredilen şey, istikâmettir. Hz. Peygamber (s.a.v)'e, *Habibim! Sen emrolunduğun şekilde istikâmet sahibi ol," şeklinde verilen İlâhî tâlimatı, "Seninle birlikte tevbe edenler de istikâmet sahi­bi olsunlar,(Hud,112) emri takip etmektedir.

"Halbuki onlar, ancak Allah , 0*nun dininde ihlâs sahibi olarak ibâdet etmeleri için emrolundular," (Beyyine,5)âyeti, asıl hedefi ortaya koymaktadır. Bu istikâmetin sonucu olarak, "'Allah'ın kulundan razı olması en büyük şeydir.’’(Tevbe,72)
Sehl b. Abdullah Tüsterinin (288/896) belirttiği gibi kerametlerin en büyüğü, kötü ahlâktan birisini terke dip hayra çevirmektir.”(Kuşeyri,Risale,2,679)

Ahmed Taberanî Serahsî’nin, "Kerâmetten mak-ad, tevhide yakini artırmaktır. Bir kimse, kâinatta Allah 'tan başka hakiki mûcid görmedikten sonra, normal veya olağanüstü şeyler görmesi aynıdır,.(Kuşeyri,age,2,675) görüşüne katılıyoruz.

Ebu'l-Hasan eş-Şâzelî’nin (624/1256), "Devamlı keramet isteyene ve ona ulaşmak için kendini amele zor­layana keramet verilmez. O, ancak kendinde ve amelinde bir şey görmeyen, devamlı Allah Tealâ 'nın muhabbetiyle meşgul olarak O’nun fazlına nazar eden, nefsinden ve amelinden ümidini kesen kimseye verilir. İman ve sünnet-i seniyyeye mutâbaattan daha büyiik bir kerâmet yok­tur. Bunlar kime verilir de, hâlâ daha başka şeylere işti­yak duyarsa, gerçekten o kimse, davasında yalancı, sözle­rinde iftiracı, yahut gerçek ilmi elde edememiş hata sahi­bi birisidir. Böyle bir kimse, sultanın huzurunda bulun­ma nimetine ulaşmışken, ahırda hayvanların hizmetine özenen kimse gibidir,”(Şarani,Tabakatul Kübra,2,7) sözünü, meselenin aslını ifade için yeterli buluyoruz.

Kerâmeti inkâra bir sebep, bizzat isbata da her za­man gerek ve imkân yoktur. Hak olan bir şeyi inkâr ede­nin cezası, ondan mahrum olmaktır. Bütün akâid kitapla­rında geçen ‘’kerâmet haktır* hükmü, hak ölçüler içinde ulaşılan kerámete aittir. Istidrac türü şeyler, bunun dı­şında tutulmalıdır.

Ehl-i sünnetin tamamı ve Şia, kerâmetin cevâz ve vukuunu kabul etmiştir. Mutezile, insanlar arasında tah­sisi kabul etmediğinden ve kerâmetin mûcizeye halel ge­tirme endişesinden dolayı onu inkâra gitmişlerdir. Ehl-i sünnete göre, Mu'tezile’nin ileri sürdüğü her iki sebep de geçersizdir ve hükümleri yanlıştır.

Meşhur rivâyet ve dirâyet tefsirleri -çok azı hariç-, kerâmetin sübût ve vukûu konusunda sûfîlere katılmak­ta, kerâmete delil gösterilen âyet-i kerîmelerin tefsirinde temel anlayışı ortaya koymaktadır. Ancak bazı sûfılerin, kerâmetin çeşit, şekil ve hedefi konusundaki ifrata varan anlayışları, birçok müfessir tarafından tenkid edilmiştir, öyle ki, kerâmetin sübûtunu ısrarla savunan Fahrüddîn Râzî bile, özel bir bölüm açarak, kerâmete güvenmenin zararlarını ayrı ayrı sıralamıştır. Kerâmeti hak ve vâki görmekle birlikte, en ciddi ve çok yönlü tenkidi Reşid Rızâ yapmıştır.

Zaman zaman, özellikle müteahhir sûfîlere sert tenkidleriyle tanınan İbn Teymiye, mûcize ve kerâmeti işle­yen bir risâlesinde kerâmeti, makbûl, mezmûm ve mübah olarak üç kısma ayırmış; birincisinin dînen övüldüğünü ve imânî yönden faydası bulunduğunu, İkincisinin zararlı olduğunu, üçüncüsünün ise menfaatine göre farklı sonuç­lar verdiğini, esasen kullardan istikâmet istendiğini kay­dederek, kendisini takip edenlerin genel çizgisini belirle­miştir. (İbn Teymiyye,El-Mucizetü ve Keramatul Evliya,39 vd.(Abdulkadir Ata’nın tahkikiyle,Beyrut,1985)

Keşf ve kerâmetle dinî meselelerde hüküm verile­mez. Ancak nasslara uyan bir keşf, hakikati teyid adına makbul görülebilir. Kerâmet türü şeyleri, Allah’ın kudretini, mûcizenin hakikatini, İslâm'ın güzelliğini isbat için istemekte bir sakınca yoktur; fakat şeytanın kerâmet yo­luyla imana ve İslâm’a verebileceği zar an da unutmamak gerekir.

Herşeyi sadece akıl ile anlayıp baş gözü ile görebile­ceğimizi düşünmek yanlıştır. İnkârı mümkün olmayan ve her peygambere verilmiş olan mûcizeleri düşündüğümüz­de, materyalist anlayış ile determinizm fikrinin İslâm’a ters olduğunu görürüz. Olağanüstülük anlayışı bize göre­dir. Tabiat kanunlarını koyan, sebep-sonuç zincirini ku­ran Allah Teâlâ’dır; fakat O’nun, bu kanunlara uyma ve kurduğu sebep-sonuç ilişkisine tâbi olma zorunluluğu yoktur. O, dilediği zaman kanuni an bozar, sebepleri orta­dan kaldırır, istediği gibi tasarruf eder.

DİPNOTLAR:


(61)-Neml 27/38-40. Bu hâdisede, Allah Teâlâ’nın sevdiği ve dilediği kullarına eşya ve kâinat illerinde vermiş olduğu geniş tasarrufu mânevi kurbiyyet ve mârifete ulaşan insanın, cinlerden daha kuv­vetli ve kabiliyetli olduğunu görüyoruz. Ayrıca velinin elinde zuhûr eden kerâmetin, onun bağlı bulunduğu peygamberin mucizesi ol­duğunu anlıyoruz. Çünkü Hz. Süleyman (a. s), hâdise vukû bulun­ca: “Bu, Rabbimin ümmetim eliyle bana ikrâm ettiği bir lütuftur’’ diye şükretmiştir. Yine, velinin kendi isteği ile kerâmet istemesi­nin, kendisine verilen kudsı, mânevi kuvveti kullanmasının câiz ve bu hâlde isteklerinin vâki olabildiğini görüyoruz. Velime kerâmetinin peygamberin hayatında ve yanında vukû bulmasıyla birlikte, bu kerâmetin peygamberin mucizesine bir halel getirme­yeceği de bu hâdiseden çıkarılabilecek hükümler içindedir.

Kaynak:Dilaver Selvi,Kuran ve Tasavvuf




Devamını Oku »