Olağanüstü Hadiselerin Sırları

 



İbn Sina


Tanrı dostları sayılan arif ve velilerden meydana gelen kerametler, hem tasavvufu hem de Türk-İslam kültürünü belirleyen önemli kavramlardan birisidir. Keramet kavramı, sadece sufileri değil, aynı zamanda akılcılıklarıyla bilinen filozofları derinden etkilemiştir. Bu etkileniş, İslam bilgi anlayışının öteden beri zorunsuzluk temeline dayanmasının bir bakıma sonucudur denilebilir. Aşağıda filozof İbn Sina’nın Tanrı dostlarından meydana gelen olağanüstü hallere ilişkin görüşleri yer almaktadır.

İşaret


Bir arifin az bir gıdadan alışık olunmayan uzun bir süre uzak kaldığı haberi sana ulaştığı zaman bunu doğrulamaya yatkın ol ve doğada görülen yollardan olarak değerlendir!

Tembih


Hatırla ki bizdeki doğal güçler, bozuk (gıda) maddelerini hazmetmek sebebiyle sağlıklı (gıda) maddelerini hareket ettirmekten (sindirmekten) meşgul edildiklerinde, söz konusu iyi maddeler az çözülmüş (sindirilmiş) ve değişimden uzak bir halde korunurlar. Binaenaleyh bazen gıda, sahibinden uzun bir süre kesilse bile, aynı halde olmayan başka birisi onun onda biri müddetinde gıdadan kesilse helak olacak iken, o bununla birlikte hayatını sürdürebilir.
(…)

İşaret


Bir arifin kendisi gibi birisinin kapasitesini aşan bir fiili veya hareket ettirmeyi veya hareketi kendi gücüyle yapmaya güç yetirdiği (haberi) sana eriştiği zaman, onu büsbütün inkâr ile karşılama! Kuşkusuz ki doğa yollarını değerlendirmende, bunun sebebine ulaşmaya bir yol bulabilirsin.

Tembih


Bazen insan, hallerinde itidal üzere iken, öyle bir kuvvet sınırına ulaşır ki, tasarruf ettiği veya hareketlendirdiği şeye son gücünü hasredebilir. Sonra nefsine, tıpkı korku veya hüzün esnasında olduğu gibi, öyle bir yapı arız olur ki onun gücü bu son noktadan inişe geçer; hatta öncesinde rahatlıkla yapabildiğinin onda birini yapmaktan bile aciz kalır. Ya da tıpkı öfke veya yarışma halinde veya mutedil derecede mest olma veya neşelendiren ferahlık esnasında arız olduğu gibi, nefsine öyle bir durum arız olur ki, gücünün son sınırı katlanır, hatta onunla gücünün zirvesine ulaşır. Dolayısıyla ferahlık halinde yardım aldığı gibi, arife bir canlılık yardım ettiğinde buna şaşmamak gerekir. Böylece bu, arifin kuvvelerine bir hükümranlık kazandırır veya yarışma halinde olduğu gibi onu bir izzet kaplar. Bunun neticesinde ise, arifin kuvvetleri alevlenerek parlar. Ve bu durum, neşe veya öfke halindekinden daha büyük ve daha görkemlidir. Nasıl böyle olmasın ki? Bu, apaçık Hak’tan, güçlerin ilkesinden ve rahmetin aslındandır.

İşaret


Bir arifin gaipten bir haber verdiği ve bir müjde veya korkutma bildirerek isabet ettiği haberi sana ulaştığında, onu doğrula! Ona inanmak kesinlikle sana güç gelmesin. Çünkü bu olayın doğanın yollarında bilinen sebepleri vardır.

İşaret


Tecrübe ve kıyas, insan nefsinin uyku halinde gaibe bir tür erişimi olduğunda mutabıktır. Buna göre yitip gitmesi için bir yol veya ortadan kalkması için bir imkân olmadığı takdirde benzeri bir erişimin uyanıklık halinde de vuku bulmasına bir engel yoktur. Tecrübeye gelince, birbirinden işitme ve tanıdık bilgiler (mütearife), buna şahitlik eder ve insanların hepsi böyle bir şeyi doğrulamayı ilham eden bir tecrübeyle kendinde tecrübe etmiştir; birinin karışımının bozuk, tahayyül ve hatırlama kuvvelerinin uykuda olması durumu istisna! Kıyasa gelince, bunun gerçekliğini (aşağıdaki) uyarılardan anla!
(…)

İşaret


Senin nefsin için de, yetenek ve aradaki engelin ortadan kalkmasına göre, bu âlemin nakşı ile nakşolma durumu vardır. Bunu öğrenmiştin, artık bazı bilinmeyenlerin gayb âleminden kendi nefsinde nakşolabileceğini zinhar inkâr etmeyesin! Seni daha fazla aydınlatacağım!
(…)

Tembih


Ortak duyu, nakşın kendisine yerleştiğinde gözlem hükmünde olduğu nakış levhasıdır. Bazen duyusal nakşedici duyu nezdinde yitip gider ama sureti ortak duyuda iyi bir şekilde kalıcı olur. Dolayısıyla nakış, vehmeden olmadan gözlenen hükmünde kalıcı olur. Yağmur damlasının düz bir çizgi şeklinde inmesi ve hızla dönen bir noktanın dairenin çevresi şeklinde nakşolması durumuyla ilgili sana söylenenleri hatırına getir! Dolayısıyla suret, ortak duyunun levhasında temsil olduğu zaman, ister dışarıdaki duyulurdan onda resmedilme halinin başlangıcında olsun, ister duyulurun kalıcılığıyla kalıcı olsun veya duyulurun yitip gitmesinden sonra sabit kalsın isterse de eğer mümkünse onda vukuu, duyulurdan ötürü olmasın, gözlemlenen hale gelir.

İşaret


Bir grup hastalar ve safra dengesi bozuk insanlar, duyulur, açık ve hazır (birtakım) suretler gözleyebilirler ve bu suretlerin dış bir duyulur ile bağıntısı olmaz. O halde bu suretlerin nakş edilişi, iç bir sebepten veya iç sebepte etkin olan bir sebeptendir. Ortak duyu, tahayyül ve vehim madeninde dolaşan suretlerden de kendisine nakşedebilir; tıpkı onların ortak duyu levhasından tahayyül ve tevehhüm madeninde nakşedilmesi gibi. Bu durum karşılıklı aynalar arasında cereyan eden olaya yakındır.

Tembih


Sonra, bu nakşedilmeden yüz çevirten iki meşgul edici vardır: (Birincisi) dış duyusaldır, ortak duyu levhasını onda resmettiği şeyle başka şeylerle meşgul olmaktan alıkor; adeta ortak duyuyu hayalden tamamen soyutlar ve ondan zorla gasp eder. (İkincisi) iç akılsal veya iç vehimseldir ki bu, tahayyülü kendisini ilgilendiren şeyle onda tasarruf edip zorla iş yaptırarak zapt eder. Bu durumda tahayyül, ona boyun eğerek ortak duyuya tasallut etmekten boşta kalır; dolayısıyla hareketinin zayıflığı nedeniyle ortak duyuda nakşetme imkânı bulamaz. Zira o, kendisine bağlanılan değil bağlı olandır. İki meşgul ediciden biri durağanlaştığında bir meşgul eden kalır ve bazen o, (orta duyuyu tam olarak) zapt etmekten aciz kalabilir. Bu durumda tahayyül gücü ortak duyuya egemen olur; böylece onda suretleri ’duyulur’ ve ’gözlenen’ olarak görüntüler.
(…)

Tembih


Duyusal engellerden azaldığı ve daha az engel kaldığı zaman nefsin fırsatlar bulup, tahayyülün meşguliyetinden kurtularak kutsiyet tarafına yönelmesi uzak görülemez. Buna göre gaipten kendisine bir nakış nakşedilir; bu nakış, tahayyül âlemine geçer ve (daha sonra) ortak duyuda nakşolur. Bu durum, uyku halinde veya duyuyu meşgul edip tahayyülü yoran herhangi bir hastalık halinde gerçekleşir. Çünkü tahayyülü hastalık yorabilir, bazen de aleti olan ruhun çözülmesi nedeniyle çok hareket kendisini yorabilir. Akabinde tahayyül, bir tür durağanlığa ve boşta olmaya koşar, nefs de ulvî yöne doğru kolaylıkla çekilir. Nefse bir nakış gelip çattığında tahayyül ona doğru ikaz edilir ve o nakşı telakki eder. Bu da ya gelen şeye ait bir uyarıcı ve istirahatından veya yorgunluğundan sonra tahayyülün harekete geçmesi nedeniyledir. Çünkü tahayyül, buna benzer bir uyarılmaya karşı oldukça hızlıdır. Ya da bunun nedeni natık (düşünen) nefsin doğal olarak tahayyülü kullanmasıdır. Zira tahayyül bunun gibi gelen uğurlu şeylerde nefsin yardımcısıdır. O halde tahayyül, engeller kendisinden uzaklaştığı durumda bu geleni kabul ettiği zaman o, ortak duyunun levhasında nakşolur.

İşaret


Nefs, çeken taraflara gücü yetecek derecede cevheri güçlü olduğu zaman onun için böyle bir kazanç veya fırsatın uyanıkken de vuku bulması ihtimal dışı değildir. Buna göre bazen (ulvî âlemden gelen) eser, zikir (hatırlama) gücüne iner ve orada durur. Bazen ise eser istila eder ve hayalde parlak bir şekilde ışıldar. Bu durumda hayal ortak duyu levhasını kendi yönüne doğru zorla alı kor ve kendisinde nakşedilmiş şeyi resmeder. Özellikle de natık nefis ona destekçi olur ve vehim gücünün hasta veya safrası dengesiz kimselere bazen yaptığı gibi ondan yüz çevirmez ki bu, daha uygundur. Böyle yaptığı zaman, eser gözlenir, görülür, işitilir vb. hale gelir. Ve bazen yapısı oldukça çok olan örnekler şeklinde veya düzenli bir söz olarak yer tutar; bazen de ziynet hallerinin en yücesinde olur.
(…)

İşaret


[342] Nefse uyku ve uyanıkken gelen ruhanî eser, zayıf olabilir. Bu durumda söz konusu eser, hayali ve hatırlama gücünü hareket ettirmez ve onun bir izi kalmaz. Bazen ise bundan daha güçlü olur ve hayali hareket ettirir ancak, ne var ki hayal, kendini tamamen intikale kaptırır ve açıklıktan uzak kalır. Dolayısıyla gelenleri hatırlama gücü zapt edemez, sadece tahayyülün intikallerini ve kopyaladıklarını zapt eder. Bazen de gelen eser, oldukça güçlü olur ve onu telakkide nefis son derece dayanaklı olur. Dolayısıyla suret hayalde açık bir şekilde resmedilir ve nefs onu anlamlandırabilir. Bu durumda hatırlama gücünde güçlü bir şekilde resmedilmiş olur ve intikallerle karmaşıklaşmaz. Bu durum sana, sadece bu eserlerde arız olmaz, dahası uyanıkken doğrudan gelen düşüncelerinde de olabilir. Buna göre bazen düşüncen hatırlama gücünde zabt edilir, bazen sana işini unutturarak oradan tahayyül edilen şeylere intikal eder. Bu durumda, (hatırlamak için) onun aksiyle çözümlemeye ihtiyaç duyarsın ve zapt edilen veriden onu izleyen veriye aynı şekilde diğerine intikal edici olursun. Böylece kişi, yitirdiği ilk işini bazen yakalayabilir bazen de ondan kopabilir. Sen onu (yitirdiğin şeyi) ancak bir çeşit çözümleme ve tevil (yorumlama) ile yakalarsın.

Ekleme


Hakkında konuşulan eserden uyanıklık veya uyku halinde hatırlama (zikr) gücünde karar kılmış bir şekilde zapt edilmiş olan, ’ilham’, ’açık bir vahiy’ veya tevil ya da tabire ihtiyaç duymayan bir ’rüya’ olur. Bu eserden kendisi ortadan kalkıp, geriye kopyaları ve izleri kalan ise tevil ve tabire ihtiyaç duyar. Bu da, şahıslara, vakitlere ve adetlere göre farklı farklı olur: Vahiy tevile, rüya ise tabire muhtaçtır.
(…)

Tembih


Bazen ariflerden, onların neredeyse ’âdeti’ (doğal düzeni) ters çevirebildikleriyle ilgili haberler sana ulaşır ve sen hemen onları yalanlamaya yeltenirsin. Bunlar örneğin şöyle sözlerdir: “Bir arif yağmur duası etti ve insanlar (için) yağmur yağdı veya şifa bulmaları için dua etti, onlar da şifa buldu veya onlara beddua etti, onlar da yerin dibine geçti, sarsıldılar veya başka bir tarzda yok oldular veya onlara dua etti; böylece kendilerinden veba, salgın, sel ve tufan uzaklaştırıldı veya bir ariften vahşi hayvan korktu veya bir kuş ondan kaçmadı” veya buna benzer apaçık olanaksız yollu kabul edilmeyecek şeylerdir. Böyle bir (haber karşısında) sen de bekle ve acele etme! Çünkü buna benzer şeylerin doğanın sırlarında birtakım sebepleri vardır; belki bunların bir kısmını sana anlatma durumum olabilir.

Hatırlatma ve Tembih


Daha önce senin için açıklığa kavuşmamış mıydı ki: Natık nefsin bedenle ilgisi, onda doğalaşma ilgisi değil; aksine diğer bir ilgi türündedir. Ve biliyordun ki: Eğer natık nefste veya ona bağlı olanda bir inanç yapısı yer ettiğinde, cevher bakımından ayrı olmakla birlikte bazen bu, onun bedenine de ulaşabilir. Öyle ki havada (yüksekte) duran bir dal üzerinde yürüyenin vehmi, dal (yerde) sabitken benzer birinin vehminin yapmadığı bir şekilde onun ayaklarını kaydırır. İnsanların vehimlerine, karışımların aşama aşama veya bir anda başkalaşması, birtakım hastalıkların başlaması veya onlardan iyileşme bağlı olur. Dolayısıyla bazı nefisler için etkisi bedenlerine geçen bir meleke olmasını uzak görme! Bunlar, güçleri nedeniyle adeta âlemin bir tür nefsi gibi olurlar. Ve de karışımsal nitelikle (bedende) tesir ettikleri gibi, aynı zamanda saydığım (âlemdeki) hepsinin ilkesiyle de tesir ederler. Çünkü onların ilkeleri, bu niteliklerdir. Özellikle, bedeniyle arasındaki özel bir ilişki nedeniyle ona daha uygun bir hale gelen cisimde bu tesir gerçekleşir. Özellikle her ısıtıcının sıcak olmadığını ve her soğutanın da soğuk olmadığını daha önce öğrenmiştin. Dolayısıyla sen de bazı nefislerin böyle bir gücü olduğunu inkâra yeltenme! Hatta onlar, kendi bedenlerinin etkilenmesi gibi onlardan etkilenen başka cisimlerde fiilde bulunurlar. Yine özellikle kendi bedensel güçlerine egemen olmakla melekeleri keskinleştiği zaman, bu gibi nefislere özgü güçlerin başka nefislerin güçlerine aşıp onlarda fiilde bulunduklarını inkâr etmeyesin! Buna göre bu nefis, başkasının tutkusuna, öfkesine ve korkusuna da egemen olur.
(…)

İşaret


Bu durumun nefsinin yaratılışında vuku bulduğu, sonrasında da ’hayırlı’, ’olgun’ ve ’nefsini arındırmış’ olan kimse, işte mucize sahibi bir peygamber veya keramet sahibi bir dosttur. Onun nefsini (daha da) arındırması, bu kuvveyi yaratılışının gereği üzerine ilaveten bu anlamda artırır. Böylece o, en yüksek dereceye erişir. Bu durum kendisi için vuku bulup da sonrasında ’kötü’ olan ve bu gücü kötülükte kullanan kişi, alçak bir sihirbazdır. Onun nefsinin kadri, haddi aşmasından dolayı bu anlamda kırılır; dolayısıyla arınmışların olduğu zirveye katılamazlar.

İşaret


Göz değmesi de, bu kabilden bir iş olabilir. Bunun kaynağı, hayranlık duyan nefsanî bir haldir ki bu hal, bir özelliği nedeniyle hayranlık duyduğu şeye bitkinlik vermek şeklinde tesir eder. Bunu, cisimlere tesir eden şeyin onunla buluşan veya ona bir parçasını ulaştıran veya ortadaki bir niteliğe nüfuz edici olmasını varsayan kişi uzak görebilir. Bizim aslını ortaya koyduğumuz şeyi derinliğine düşünen kimse, bu şartı değerlendirmeye alınma derecesinden aşağıya düşürür!

İşaret


Garip durumlar doğa âleminde üç ilkeden kaynaklanır: Birincisi, zikredilen nefsanî heyet; ikincisi, kendine özgü bir kuvvet ile mıknatısın demiri çekmesi örneğinde olduğu gibi, unsursal cisimlerin özellikleri; üçüncüsü ise, göksel kuvvetlerdir. Ki onlarla cisimlerin karışımları arasında konumsal yapılarla özelleşmiş yerseller vardır veya onlarla nefislerin kuvveleri arasında uygun fiilî ya da edilgin yeteneksel hallerle özelleşmiş yerseller vardır ki, garip etkilerin ortaya çıkışı bunlara bağlıdır. Sihir, birinci kısımdandır, dahası mucize ve kerametler de bu kısımdandır. Çekim kuvveti ise, ikinci kısma, tılsımlar ise, üçüncü kısma girer.

Nasihat


Senin zeki olman ve sıradan insanlardan beri olmanın, her şeyi inkâr ederek karşı koyman olmasından kaçın! Böyle bir tavır, hafif meşreplik ve acizliktir. Açıklığı henüz senin için belli olmayan bir şeyi yalanlamandaki ihlalin, elinde herhangi bir delil bulunmayan şeyi doğrulamalıdaki ihlalinden farklı bir şey değildir. Aksine senin, imkânsızlığına kesin bir kanıt bulmadığın sürece kulak verdiğin şeyi yadırgamak seni rahatsız etse bile, ’durup düşünme’ (tevakkuf) ipine sarılman gerekir. Dolayısıyla senin için doğrusu, buna benzer şeylere, kesin kanıtı kurulu olan tard etmediği sürece, ’imkân’ dairesinde serbestlik vermendir. Bil ki doğada acayip şeyler vardır ve faal yüce kuvveler ile edilgin aşağı kuvvelerin garip şeyler üzerine toplanmaları söz konusudur.

Son ve Vasiyet


Ey kardeşim! Senin için bu işaretlerde gerçeğin özünü süzdüm ve kelimelerin inceliklerindeki hikmetlerin en hasını sana lokma lokma sundum. Artık sen de bu bilgiyi, bayağı insanlardan; cahillerden; parlak zekâ, eğitim ve âdetten nasibini almamış kişiden; kafası karışık insanlarla haşır neşir olandan; veya bu filozofların mülhitlerinden ve onların asalaklarından sakın! Gönlünün duruluğuna, gidişatının düzgünlüğüne, vesveselerin kendisine üşüşmesine izin vermediği, gerçeğe rıza ve doğrulukla baktığına güven duyduğun kimseyi bulduğunda, sana sorduğu şeyden ona peyderpey, parça parça, bölüm bölüm ver! Böylece kendisine öğrettiklerinden, daha sonra karşılaşacağı şeyleri ferasetle kavramasını beklersin. Sana uyarak, kendisine ulaştırılanları mecrasından çıkartmayacağı konusunda onunla Allah ve iman üzerine ahitleş! Eğer bu ilmi ifşa veya zayi edersen, benimle senin aranda Allah vardır! Allah vekil olarak yeter!

İbn Sînâ, İşaretler ve Tenbihler, Çev. A. Durusoy, M. Macit, E. Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2005, s. 191–204.

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.2

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Keramet Nedir ?

Keramet Nedir

FATİH KUT: Sayın Hocam Kerâmet konusuna gelelim. Kerâmeti bazı insanlar tamamen reddediyorlar. Bazı insanlar da tam tersine bir tavır alıyorlar. Bu konuda ne dersiniz?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Biz toplum olarak, ortada durmayı yani itidal üzere olmayı pek beceremiyoruz. Ya minimum noktada duruyoruz, ya maksimum noktada. İki uçta bulunuyoruz, ortada durmayı bir türlü beceremiyoruz. Metrenin ya yüz cm. noktasında ya da sıfır noktasında duruyoruz. Bunun bir de 50 noktası var diye hiç düşünmüyoruz. Mutedil olmak gerekiyor. Kur’an bize “ vasat / mutedil ümmet” (Bakara : 143) diyor. Kerâmete karşı çıkanlar hepsini siliyorlar. Kerâmete inananlar da en ufak bir tesadüfü bile kerâmet kabul ediyorlar.
Durun diyoruz her ikisine de, ayaklarınız biraz yere değsin bu işin bir ortası var. Ne çok uçmak, kaçmak, ne de her şeyi silip süpürmek. İkisi de yok, ikiniz de hatadasınız, diyoruz. Peki kerâmete niye karşı çıkılır ? Bir de o mesele var. Ben bunun temelinde, dibinde materyalizmin olduğuna inanıyorum. Diyeceksiniz ki kerâmetin inkarı ile materyalizmin ne ilgisi var. Materyalizm, biliyorsunuz, “gözümün görmediğine inanmam” felsefesine dayanır. Ve ne var ne yok hepsi laboratuvardan, fizik alemden ibarettir. Metafizik diye bir olay yok iddiasındalar.
Bizim akl-ı evveller bir zamanlar mucizeleri îzâh edemeyince materyalist aleme, mucizeleri laboratuvar verilerine göre îzâh yapmaya kalkmışlar. Hatta Mirac’ta bile ‘Peygamber Efendimiz Aleyhi´s-Salâtu ve´s-Selâm, o kadar yere gitmemiştir. İşte şuraya gitmiş gelmiştir veya öyle bir şey olmamıştır’, şeklinde izahlar getirmeye çalıştılar. Neredeyse, ‘mucize dediğiniz şey yok, şu şekildeki fiziki bir olaydır’, demeye getirmişlerdir. İşte bu hareket devam ede ede mucizenin bir benzeri olan olağanüstü hal yani kerâmet de bundan nasibini almıştır. Yani mucizeyi fiziki şartlarda îzâh etmeye kalkışan kafa, yada materyalist kafa kerâmet için de aynı şeyleri söylemiştir. Dolayısıyla o fiziki şartlara iyice alışmış olan anlayış, mucizelere o kadar karşı çıkmasa da veya kendine göre bir takım yorumlar yapmaya kalksa da kerâmete geldi mi, tümden siliveriyor. Yok öyle bir şey diyor. Peki kerâmet ne? Kerâmet olağanüstü bir haldir.

Mahiyet olarak mucizeden farkı yoktur. Sadece mucizede bir iddia, bir meydan okuma vardır. Kerâmette ise böyle bir amaç yoktur. Ama mahiyet olarak ikisi de olağanüstü bir haldir. Kerâmette gizleme esastır. İddia ve meydan okuma yoktur. Kerâmet, isminden de anlaşılacağı üzere Allah’ın ikramıdır. Allah kuluna özel ikramda bulunur. Ona olağanüstü bir şeyler verir. Fiziki şartların ötesinde bir takım nimetler verir. İşte buna kerâmet denir. Kerâmetin örneği var mı ? Kur´ân-ı Kerîm’de gayet güzel örnekler var. Mesela Hz. Meryem’den çok güzel örnekler verilmiş.. Hz. Meryem Anamız mescidin bir köşesine çekilmiş, hücresinde ibadetle meşgulken onun yanına ALLAH katından çeşit çeşit yiyecekler geliverirdi. Zekeriya Aleyhi´s-Selâm bile peygamber iken hayret ediyor, “bunlar sana nerden geldi” diyor. O da “Allah katından geldi” cevabını veriyor. Bu bir kerâmettir. Ya da diyelim ki Ashab-ı Kehf’in veya Uzeyir a.s.in yıllarca üç yüz sene… uyuyuşu.

Ashab-ı Kehf, Bir mağaraya giriyorlar, yüzlerce sene yatıyorlar. Acıkma yok, çürüme yok, üşüme yok. Üzerlerindeki elbisenin eskimesi yok. Bir taraflarının morarması yok. Cenâb-ı Hakk onları evirip çeviriyor. Üç yüz sene uyutuyor orada, uyanma yok, yanlarındaki köpek bile uyuyup duruyor. Bu nedir peki ? Keramet değil de mucize miydi ! Ashab-ı Kehf peygamber değildi ki bu hale mu’cize diyelim. Salih insanlardı. Cenâb-ı Hakk onlara bu ikramı verdi. Kerametti yani. Daha bunun gibi pek çok örnek vardır. Kerâmet Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği kuluna verdiği olağanüstü hallerdir, ikramlardır. Bunun inkarı ile insan, bir yere varamaz. Sadece nefsini tatmin eder o kadar. Bir kitap okumuştum ; “İnanmanın yüceliğine eremiyorsanız, inkârın basitliğinden kurtulunuz” diye bir cümle kullanmış. Kerameti inkar edenlere aynı cümleyi kullanıyoruz. İnkârın basitliğine düşmeyin, diyoruz. Aksine “Cenâb-ı Hakk ikram etmiştir. Ama ben o ikrama layık değilim ki bana vermedi. Belki ilerde o güzel hal içerisinde olabilirim”, deyin ve inkar etmeyin.
Kerametin bir de şöyle bir yönü var : Bir insanın elinde keramet zuhur etmişse o keramet o insanın mensub olduğu peygamberin, hak peygamber olduğunu isbat eder. Öyle ya; keramet sahibi insan, o peygamberin yolunu takip ettiği için bu mertebeye ulaşmıştır. O yol batıl bir yol olsaydı, o yolda yürüyen insan bu ikrama nail olamazdı. Nail olduğuna göre gittiği yol, hak yoldur. Onun içindir ki keramet o yolu getiren peygamberin mu’cizesi kabilindendir.



Orhan Çeker - Tasavvufi Meseleleri Fıkhi Bakış
Devamını Oku »

Keramet Hakkında


Burada, seyr u sülûkun bir meyvesi olarak kerameti kısaca tanıyıp, sûfilerle müfessirlerin bu konudaki yakla­şımlarını tesbit etmeye çalışacağız.

Kerâmet, “kerûrne’’fiilinden masdardır. isim olarak kullanılır.

Çoğulu ‘'kerâmât'tır. (Ebû Bekir eİ-Cezâiri,Aldetu'l-Mü'min, 177.)Kelime anlamıyla, bolca, kolayca ihsan etmek, cömertçe lütufta bulunmaktır. Yine bu fiilden türemiş olan "el-Kerim", Allah Teâla'nın sıfat ve isimlerinden birisidir. Hayrı çok, ihsanı bol, ikrâmının sonu gelmeyen lütuf sahibi, her mânâda üstün ve şerefli anlamlarına gelir.(Lisanul Arab,XII,510)
Istılahta kerâmet, Peygamber (s.a.v)’in mutâbaatına sarılmış, şeriatının bütün mükellefiyetini yüklenmiş, gü­zel itikad ve amel sahibi bir kulun elinde, kendisi pey­gamberlik davasında bulunmaksızın zuhûr eden harikulade bir hâdisedir.(es-Seferani,Levami-ul Envar,2,392;Uludağ,T.T.Sözlüğü,307)

Genel olarak usûl ve akâid kitaplarının verdiği ta­rifler, bu şekildedir.

a- Sûfilerin Görüşleri

Sûfiler, kerâmetin, İlâhî kudretin bir tecellisi olarak sâlih kullarda tezâhür ettiğini, o kulun sadâkat ve makbûliyetine bir delil olduğunu, (Kuşeyri,Risale,2,660;Hucviri,Keşful Mahcub,263)Kitab ve sünnetle amelin bir sonucu olarak ikrâm edildiğini ve(Şarani,el Yevakit ve-l Cevahir,2,101) gayesi­nin, imam takviye, nefsin hevâsına meyli kesme, zühd ve takvâyı temin olduğunu(Sühreverdi,Avariful Maarif,33) belirtmişlerdir.

Kerâmetin kabul ve isbatı konusunda özel bir bölüm açan Hücvirî (470/1077), kerâmetin, mucize ve istidractan farklarını geniş bir şekilde işlemiş, velide zuhûr eden kerâmetin, onun tâbi olduğu peygamberin bir mucizesi olduğunu, çünkü bu hâle ancak ona tâbi ve sâdık olmakla ulaştığını belirtmiş.(Hucviri,age,266) kerâmette aslolanın, onu gizle­mek olduğunu, çünkü kerâmetin dinî mesâilde bir etkisi­nin bulunmadığını, velinin, elinde zuhûr eden şeyin kerâmet mi, istidrac mı olduğunu yakînen kestiremediği için ihtiyatlı davranması gerektiğini zikretmiştir.(Hucviri,age,265)

Kuşeyrî de (465/1072) benzeri açıklamalarda bu­lunduktan sonra, evliyâda zuhûr eden en büyük kerâmetin, devamlı ibâdet ve taatte bulunmaya muvaffak kılınması, günahlardan ve emre muhâlefetten muhâfaza edilmesi olduğunu belirtmiştir.(Kuşeyri,Risale,2,667)

Sühreverdî (632/1234), Ebû Ali el-Cüzcânî’nin kerâmet konusunda temel bir esası ifade eden: “Sen istikâmet iste, kerâmet peşine düşme. Nefsin kerâmet pe­şinde koşup durur; halbuki Allah, senden istikâmet iste­mektedir,sözünü naklettikten sonra, yakînin kerâmetten üstün tutulduğunu, çünkü keşf ve kerâmetten maksa­dın yakîn olduğunu belirtmiş ve şu neticeye varmıştır: “Şu halde, tutulacak yolun en doğrusu, nefsi istikâmete çağırmaktır. İşte bütün kerâmet ve asıl maharet budur. Sonra, istikâmet sahibi bir kimsede kerâmet cinsi bir şey zuhûr etse, bu caiz ve güzeldir. Şayet herhangi bir şey vâki olmasa, bunun hiçbir önemi yoktur. Bu, onun hâline bir noksanlık da getirmez. Asıl noksanlık, tam istikâmetin hakkını koruyamamak ve onu zedelemektir. Bu, böylece bilinmelidir. Çünkü o, Hakk tâlibleri için en önemli bir esastır.(Sühreverdi,age,33,217-220)

Kerâmet-i kevnî velâyet için şart değildir, diyen İmam RabbÂnî (1034/1624), bu yoldaki insanları üç gruba ayırıyor:
Kendisine İlâhî yakınlık verilip, gayb ve keşfe ait hâllere vâkıf edilmeyen kimse.
Kendisine hem İlâhî yakınlık verilen ve hem de gayba, keşfe ait hâdiselere muttali kılınan kimse.
Kendisine gayba ait birtakım sırlar, hadiselere ait keşfler verildiği hâlde, ilâhı yakınlıktan nasibi olma­yan kimse.

Evet, bu üçüncü şahıs istidrac sahibidir ve dalâlettedir. Bu kimsenin hâlini şu âyet-i kerîmeler ne güzel ifade etmektedir:
“Onlar, kendilerinin iyi bir hâlde olduklarını zan­nederler. Dikkat edin, onlar yalancı (aldanmış)ların tâ kendileridir.’’
“Şeytan onları tamamen sarmış ve kendilerine Al­lah 'm zikrini (itaatini) unutturmuştur. Onlar, şeytanın grubudur. Dikkat edin! Şeytanın grubu hüsrana düşen kimselerdir.’’

Birinci ve ikinci gruptaki kimseler ise, Allah Teâlâ'nın velileri olarak kurbiyyet devleti ile müşerref kı­lınmışlardır. Gayba ait keşifler, onların velayetlerinde herhangi bir şey artırmadığı gibi, keşf ve kerâmetin bu­lunmayışı da bir şey noksanlaştırmaz. İkisinin arasında ancak mânevi yakınlık derecelerine göre bir fark vardır. Çoğu zaman, keşf ve kerâmetlere sahip olmayan kimse, ya kininin kuvvetli oluşu sebebiyle keşf ve keramet sahi­binden daha ileride olabilir.i(İ.Rabbani,Mektubat Tercümesi,2,138(92.Mektub) ]

b- Kerâmete Delil Gösterilen Nass ve Haberler

Sûfıler, kerâmetin cevâz ve vukûuna delil olacak birçok nass (âyet ve hadis) zikretmişlerdir. Bu konuda sahâbe, tâbiûn ve seleften zikredilen kerâmet örnekleri de pek fazla olup, birçoğu tevâtür yoluyla nakledilmiştir.[(Geniş Bilgi için;el-Lalekai,Şerhu Usuli’l İ’tikad,9.cild(Riyad,1994,2.Baskı);Yusuf Nebhani,Camiu Kerameti-l Evliya,1,2.cilt(Beyrut,1992) ]Biz, bir olayın cevâz ve vukûunu şu yollarla öğrenebi­liriz:

Nakli delilin (Kitab ve sünnetin) isbatıyla.
Tevâtür e ulaşan vâkıadaki haberlerle.
Aklî delil ve kıyasla.

1- Kerâmete Delil Gösterilen Âyetler

Âyetlerin beyanına göre Hz. İsâ'nın annesi Hz. Meryem, sıddîka (veliye) idi.(Maide 75)

Hz. Meryem, Allah Teâlâ’nın özel iltifatına mazhar olmuştu.

“Hani bir zaman melekler, şöyle demişlerdi: Ey Meryem! Gerçekten Allah, seni seçip temizledi ve âlemin kadınları üzerine üstün kıldı.”(Al-i İmran,42)

*Zekeriyyâ: ‘Ey Meryem, bu yiyecek sana nereden geliyor?’ diye sordu. Meryem dedi ki: ‘O, Allah katından gelmektedir.’ Şüphesiz Allah, dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır. ”(Al-i İmran,37)

Onun diğer bir kerameti de babasız çocuk doğurmasidir. Melekler, kendisine: "Müjde! Allah sana, tarafın­dan bir evlât verecek; ismi de Mesih İsa  b. Meryem'dir ‘''(Al-i İmran,45) dedikleri zaman: "Benim nasıl bir çocuğum olacak ki, bana herhangi bir insan (nikâhına alıp da) dokunmadı." (Al-i İmran,47) “Hâşâ ben, gayr-ı meşru bir yola ve hâle de düşme­dim’’(Meryem,20) demişti. Kendisine: "Bu iş, Allah'ın dilemesiy­le olmaktadır. O, bir şeyin olmasını istediği zaman ona: ‘Ol’ der, o da oluverir.” (Al-i İmran,47)"Hem bu gibi işler, O'na ko­laydır, ”(Meryem,21) denildi.

Hz. Meryem'in melekleri görmesi ve onlarla konuş­ması, meleklerin de O’nunla konuşması, üzerine kuru hurma ağacından taze hurma dökülmesi(Meryem,25) de olağanüs­tü bir olay ve kerâmettir.

Ashâb-ı Kehfin hâllerini anlatan âyetler de kerâmete delil gösterilmiştir. Âyetlerin beyanına göre: “Onlar, Rabblerine iman etmiş bir grub gençti.(Kehf,13)Allah onların hidâyetlerini artırıp iman ve yakînlerini kuvvet lendirmişti. (Kehf,13)Mağarada üçyüzdokuz yıl kaldılar.”(Kehf,25)

“Onları görsen uyanık zannederdin. Halbuki onlar, uyumaktadırlar, ”(Kehf,18) âyetinde anlatıldığı gibi bu kalışla­rı, yeme içme olmadan uyku hâlinde olmuştu.

“Biz, onları sağa sola döndürüyorduk(Kehf,18)âyetinin ifadesine göre, yanları bir tarafta kalıp da çürümemeleri için Cenâb-ı Hakk, onları sağa sola çeviriyordu.

Mağaranın dışındaki güneş de İlâhî irade ile doğuş ve batışında, onlara en uygun bir biçimde devrini tamamlıyordu: "Güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ ta­rafına yöneldiğini, battığı zaman da sol tarafa gittiğini görürsün. Kendileri de mağaranın iç tarafında bulunu­yorlardı.(Kehf,17)

Sûfiler, Süleyman Aleyhisselâm’ın veziri Asaf b. Berhiyâ'nın, Sebe melikesi Belkisın tahtını Yemen’den Kudüs'e bir göz yumup açma müddeti içinde getirmesini anlatan âyetleri de kerâmetin bir delili ve çeşidi olarak göstermişlerdir.
Âsaf b. Berhiyâ, Hz. Süleyman’ın veziri idi. İbn Abbas’ın nakline göre O’nun kâtipliğini yapıyordu.(Taberi,Camiul Beyan,cüz:XIX,163;İbn Kesir,Tefsir,VI,202)

Hâdise, âyet-i kerîmelerde şöyle anlatılmıştır:

"Süleyman: 'Ey cemaat! Bana miislüman olarak gelip teslim olmalarından önce, hanginiz o kraliçenin tahtını bana getirebilir  dedi.

Cinlerden İfrit: ‘Sen yerinden kalkmadan önce ben, o tahtı sana getiririm. Muhakkak ben, onu taşımaya gücü yeten (ve onu zâyi etmeyecek) güvenilir bir kimseyimde­di.

Kendinde İlâhi kitabdan bir ilim bulunan (Asaf b, Berhiyâ) dedi ki: Ben gözünü yumup açıncaya kadar onu sana getiririm/ (Ve tahtı getirip önüne koydu). Sü­leyman, tahtı yanında duruyor görünce: Bu, Rabbimin fazlındandır; şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğimi gösterecek bir imtihandır’’ dedi."(61)

Hz. Músa ile Hz. Hızır’ın arasında cereyan eden meşhur hâdise de kera met ve ilm-i ledünn konusunda bir delil görülmüştür. (Kehf,60-82)

Hz. Músanın annesinin (Kasas,7) ve Havârîlerinin (Maide,11)ilhâm yoluyla ilahi mükâlemeye mazhar olduklarını gös­teren ayet-i kerimeler de kerâmetin bir türü olan ilhama delil gösterilmiştir.

2- Keramete Delil Gösterilen Hadisler

Sûfıler, Rasûlullah (a.s)’ın dilinden zikredilen ve kerâmet özelliğini taşıyan bazı hadisleri, kerâmetin cevâz ve vukûu konusunda delil olarak zikretmişlerdir.

Üç çocuğun beşikte konuşması,( bkz. Buhâri, Enbiyâ, 48; Müslim, Birr, 2.) yolda öküzüne ağır yük vuran bir adama, hayvanın dönüp: "Ben bunun için mi yaratıldım?” şeklinde konuşması,yine bir adamın buluttan: "Filancanın bahçesini sula," diye bir ses duyması.( Müslim, Fedâilü's-Sahâbe, 55)ilgili hadislerin, kerâmetin hem delili hem de çeşidine örnek olarak gösterilmiştir.

"Saçları dağınık, ustu başı tozlanmış, kendisine hiç itibar ve iltifat edilmeyip kapılardan kovulan nice kimse­ler vardır ki, Allah o itimad ederek: Şu işi yap diye ye­min edecek olsa, Allah onun yeminini yerine getirir, duâsını kabul eder," (Müslim,Birr,138,Cenet,48) hadisi, nâz makâmında olan sâlih kulların hâllerinin gizliliğine ve dualarının kabûlüne, “Ben kulumu sevdiğim zaman, onun gören gö­zü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benim­le görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Ba­na sığınsa himâye eder, benden bir şey istese derhal veri­rim," (Buhari,Rikak,38) hadisi, velilere verilen destek ve mânevi yetki­lere delil gösterilmiştir.

Keramete Delil Gösterilen Haberler

Kur’ân ve sünnette cevâz ve vukûuna ait açık delil, isbat ve Örneklerini gördüğümüz kerâmet hâdisesi, bu ümmetin velilerinde o kadar çok vaki olmuştur ki, tevatür derecesine ulaşmıştır. Ashâb, tâbiûn ve selef arasında pek çok kerâmet örneklerine rastlamak mümkündür.

Hz. Ebû Bekir'in son hastalığında, Hz. Âişe'ye: “Artık malım, vârislerindir,“ imâsıyla vefat edeceğini ha­ber vermesi ve “Malımı, iki erkek ve iki kız kardeşin ara­sında Allahin kitabına uygun taksim edin,'' ihbârıyla da hâmile olan hanımının bir kız çocuğu doğuracağına işaret etmesi, (Subki, Tabakât, II, 322; Nebhânî, C&miu Kerâmati’l-Evliyâ, I,)

Hz. Ömer'in, Medine’de hutbede, Nihâvend’deki ordu komutanı Sariye’ye: “Yâ Sâriye, Orduyu dağa çek, dağa! diye üç defa seslenip, ordu komutanına sesini işittirmesi ve ordunun bu tâlimatla arkasını dağa vererek düşmana galip gelmesi, (Lalekai,Şerhu Usuli-i İtikad,IX,126;Ebu Nuaym,Delailün Nübüvve,2,579-581;İbn Hacer,El İsabe,3,9-10…))

Yine Hz. Ömer'in, suyu çekilen Nil nehrine hitâb eden bir yazı ile akmasını sağlaması(Lalekai,age,IX,127;Sübki,age,2,326;İbn Kesir,el Hidaye,VII,102;Münavi,age,1,62) bir zelzele ânında kamçısıyla yere vura­rak: “Sakin ol! Ben senin üzerinde adâletle hükmetmedim mi?9 dediğinde, o anda yerin sakinleşmesi,(Sübki,age,2,324) meşhur kerâmet örnekleridir.

Sâriye hâdisesinde birkaç kerâmet vâki olmuştur. Birincisi, Hz. Ömer'in, ordunun durumunu o kadar uzak mesafeden mânen görmesi ve tehlikeyi sezmesidir. İkinci­si, Medine-i Münevvere'den Nihâvend’e tâlimat vererek sesini duyurmasıdır. Üçüncüsü de ordu komutanının bu tâlimatı duyup alabilmesidir.

Hz. Osman'ın, yanına gelen birisinin işlediği güna­hı yüzünden anlayıp uyarması, (Nebhânî, a.g.e., I, 89; Kuşeyrî, Risâle, 119.)keskin ve sahih ferâsete örnek verilmiştir.

Hz. Ali'nin, kendisini yalanlayan ve alay eden biri­sine bedduâ etmesiyle o kimsenin ânında gözlerinin kör olması, ( Kandehlevî, a.g.e., IV, 333; Heytemî, es-Savâiku’l-Muhrika,)nâz makâmındaki velinin Allah katındaki makbûliyetine ve duâsınm müstecâb olmasına örnek gös­terilmiştir. Yine, Hz. Ali'nin duâsıyla, bir adamın bilek­ten kopmuş elinin yapışıp iyi olması da bir kerâmet örne­ğidir. (Râzi, Tefsir i Kebîr, XXI, 88)

Abdullah b. Ömer'in, yolunu kesen bir arslanın kulağını çekip azarlaması ve kendisine itaat etmesi,( (Bkz. Sübkî, Tabakât, II, 332, Mûnâvî, el-Kevâkibü'd-Dürriyye, I, 119;) İmran b. Husayn'ın melekleri görmesi, onlarla selâmlaş­ması, (Müslim, Hacc, 170; Dârimi, Menâsik, 16; İbn Sa d, Tabakât, IV, 209; Kandehlevî, a.g.e., IV, 319.)vücûduna dövme yapınca meleklerin kendisin­den uzaklaşmaları, (İbn Sad,age,IV,288)) yine meleklerin, Üseyd b. El Hudayr’ın okuduğu Kuran’ı dinlemeye gelmeleri ve Üseyd’in onları görmesi(Müslim,Msafirin,242..)meşhur keramet örnekleridir.Üseyd hadisesinin devamında Hz Peygamber’in bazı hallerde melekleri diğer insanların da görebilceğine işaret etmesi,ehli için bu yolun açık olduğunu göstermektedir.

Burada arzettiklerimiz, sayılı birkaç örnektir. Bu örneklerde gördüğümüz gibi peygamberlerin dışındaki Al­lah dostlarının, pek çok özel hâllere, mânevi tasarrufa ve ilâh!i hsanlara sahip olmaları câiz ve vakidir.

Ahmed b. Hanbel’in (241/855) belirttiği gibi, kerâmet türü şeylerin sonraki devirlere nisbeten Ashâb-ı Kirâm’da az vâki olması, onların, imanlarının yüksek se­viyede olmasından dolayı bu tür şeylere ihtiyaç duymamalarındandır. (Subki,tabakat,2,33;Şarani,el Yevakıt ve-l Cevahir,2,103)Çünkü kullukta asıl olan, yakinni iman, ihlas ve ihsan hâlinde sâlih ameldir. Bu özellik on­larda ileri seviyede mevcuttu.

Bu ümmetin velilerinde çeşitli kerâmetler zuhûr et­miştir. Tâcüddîn Sübkî (771/1371), bunlardan yirmibeş çeşidini saymış, diğerleriyle yüzü geçtiğini belirtmiş­tir. (bknz;Subki,age,2,338-344;Nebhani,age,1,48-52;Dilaver Selvi,İslamda Velayet ve Keramet,234-250)

Kerameti İsbat İçin Kullanılan Aklî Deliller

Kerâmetin aklî isbatı konusunda en güzel açıklama­yı Fahrüddîn Râzî (606/1210) yapmış, sonrakiler bu ko­nuda ondan istifade etmişlerdir. O, Kehf sûresinin tefsi­rinde kerâmeti isbat ederken, şu aklî izahları zikretmiş­tir:
Delil: Şüphesiz ki kul, Allahın dostudur. Bunu Allah şöyle beyan etmiştir;"Dikkat edin, Allah dostlarına hiçbir korku yoktur .Onlar, asla mahzûn da olmazlar.

Aynı şekilde Allah  da kulun dostudur. Bunu da şu Ayet-i kerimelerden öğreniyoruz:

"Allah, iman edenlerin dostudur”  "Allah, sâlihleri dost edinip iç­lerini görür."  "Sizin dostunuz ancak, Allah ve Rasûlüdür. ”
Zikrettiğimiz bu ayetler, kulun Allah'ın dostu, O nun da kulun dostu olduğunu isbat etmektedir. Aynı şe­kilde Allah (c.c), kulun sevgilisi, kul da O nun sevgilisidir. Bunu da şu âyet-i kerîmelerden öğreniyoruz: "Allah onla­rı sever, onlar da Allah'ı severler‘’İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise daha fazladır."

Durum bu olduğuna göre bir kul, Allah’ın emrettiği ve razı olduğu şeyleri yapar ve yasaklayıp sakındırdığı bütün şeyleri terkederse, rahmet ve keremi bol olan Allah Teâla’nın, kulunun istediği bir şeyi yapması nasıl akıldan uzak ve gayr-ı mümkün görülür. Kul, âciz bir varlık olma­sına rağmen Allah’ın emrettiği herşeyi yapıyorsa, Allah Tealâ’nın da bir defa kulunun istediğini yerine getirmesi, akla daha uygun ve Zât-ı Bâri’ye daha lâyıktır. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ: "Bana verdiğiniz sözü yerine geti­rin, ben de size vermiş olduğum sözü yerine getireyim  buyurmaktadır.

Delil: Şayet kerâmetin meydana gelmesi mümkün olmasaydı bu, ya Allah Teâlâ nın böyle bir fiili yaratmaya ehil ve muktedir veya mümin kulun böyle bir ihsa­na lâyık olmadığı anlamına gelecektir. Birincisi, Allah'ın kudretine bir noksanlık getirir ki böyle düşünmek, küfür­dür. İkinci görüş de bâtıldır. Çünkü Yüce Allah, kuluna zâtının, sıfatlarının, hükümlerinin, isimlerinin mârifet ve bilgisini, muhabbet ve taatini, zikirve şükrünü lütfetmiş, nasib buyurmuştur. Şüphesiz ki kula bahşedilen bu lütuflar, kendisine ıssız çölde bir parça ekmek vermekten, bir yılanı veya arslanın onun emrine bağlamaktan daha şerefli ve daha üstündür. Kuluna bunları istemeden veren Allah Teâlâ, ıssız bir çölde kulun isteyeceği bir parça ekmeği ni­çin vermesin?

Delil: Rasûlullah (a.s)’ın, Rabbinden rivâyet etti­ği bir kudsî hadiste şöyle buyurulmuştur: “Kulum bana, kendisine farz kıldığım şeyleri yerine getirmekle yaklaştı­ğı gibi hiçbir şeyle yaklaşmamıştır. O, bana (farzın dışın­daki) nafile ibâdetleriyle de durmadan yaklaşır. Nihayet onu severim. Kulumu sevince de onun kulağı, gözü, dili, kalbi, eli ve ayağı olurum. O, benimle işitir, benimle gö­rür, benimle konuşur, benimle yürür.”

Bu kudsî hadis bildiriyor ki, Allah Teâlânın sevdiği kulun kulağında, gözünde ve diğer âzâlalarında,O’ndan başkasının herhangi bir tasarrufu yoktur. Durum böyle olmasaydı, Hak Teâlâ: “Ben, kulumun kulağı ve gözü olu­rum’’buyurmazdı. Madem ki durum böyledir; o halde kulun ulaştığı bu makam, şüphesiz yılanların, vahşi hay­vanların emrine bağlanmasından, kendisine bir parça ek­mek, üzüm veya su ikram edilmesinden daha şereflidir. Allah Teâlâ, kulunu rahmetiyle bu derecelere ulaştırınca, artık ıssız bir çöl veya maddî sebeplerin olmadığı bir mekânda -kuluna bir kerâmet olarak- kudretiyle bir par­ça ekmek yahut bir miktar su vermesi nasıl akıldan uzak, imkânsız görülebilir? Elbette, İlâhî irâde için bu gibi şey­ler mümkün ve kolaydır.

Delil: Bu dünyada bazı işleri yapanın beden de­ğil, ruh olduğu muhakkaktır. Beden için ruh ne ise, ruh için de mârifetullah odur. Bu mânâya işaret olarak Rasûlullah (a.s), buyurmuştur ki: "Ben, Rabbimin katın­da gecelerim. O, bana yedirir ve içirir.’’Görülüyor ki, kim gayb âlemi ile ilgili daha çok şey biliyorsa, onun kalbi diğerlerinden daha güçlü olmaktadır. Bu mânâda Ali (k.v), demiştir ki: "Vallahi ben, Hayber kalesinin demir kapısını beden kuvvetiyle değil, İlâhî, rabbani bir kuvvetle çekip kopardım’’O anda Hz. Alinin bu dünya ile bağı kopmuş, melekler, yücelikler âleminin nurlarıyla onu aydınlatmıştı. Bu durumda rûhu güçlenmiş, melek ruhlarının cevherine benzemiş, onda azâmet ve kudsiyet âleminin nurları parlamıştı. Ve işte böylece, kimsenin güç yetiremeyeceği bir işi yapabilecek güce erişmişti.

İşte bunun gibi insan, Allah Teâlâ’ya itaate devam ederse, Allah'ın: "Onun gözü ve kulağı olurum," buyurdu­ğu bir makâma yükselir. Allah'ın celâl nûru kul için bir kulak olunca o, yakını işittiği gibi uzağı da işitir. Bu nûr, onun için bir göz olunca, yakınını gördüğü gibi uzağı da görür. Ve yine bu nûr, kul için bir el olunca zora, kolaya, yakındakine, uzaktakine, herşeye gücü yeter.

Delil: Burada aklî kanunlara kaynaklık eden bir delil arzedeceğiz. Daha önce açıkladığımız gibi rûhun cev­heri, dağılma ve parçalanmaya müsait, bozulmaya mâruz cisimler emsinden değil, meleklerin, semâvât âlemi sakin­lerinin cevherinden ve teiniz olan kudsî varlıkların sınıfindandır. Şu kadar var ki ruh, bu bedene bağlandığı ve onun işlerini idare etmeye başladığı zaman, daha önceki asıl vatanını ve meskenini unutmuş ve bütünüyle bu bo­zuk cisme benzemiştir. Bu durumda kuvveti zayıflar, kudsî kudreti gider ve yapabileceği asıl işleri yapamaz. Fakat Allah Tealâ'nın mârifetini elde edip muhabbetiyle ünsiyet kurarak bu bedenin süfli işlerine az daldığı, semâvî mukaddes ruhların nurlan onu aydınlattığı ve bu nurlardan ona ışıklar aktığı zaman güçlenir ve bu âlemin maddî varlıkları üzerinde yüce ruhların yaptığı etkileri yapma gücünü elde eder. İşte bu işler ve tasarruf, kerâ- mettir.(Razi,Mefatihul Gayb,XXXI-88,91;Ayrıca bknz;Hadislerle Kuranı Kerim Tefsiri,IX,4946-4949)

Aklın vazifesi, mükellef olduğu şeyleri gücü nisbetinde, hak ölçüsüne bağlı kalarak anlamaktır. Her mese­le, akılla çözülemez. Aklın vazifesi bir ölçüde sınırlıdır; ötesine geçemez. Geçerse ya kör olur, ya şaşırır. Melekle­rin reisi Cebrâil (a.s) bile, Mi'râc gecesinde kendisine usûl ve edeben refakatçilik yaptığı Hz. Peygamber (a.s) ile belli bir noktaya gelince: ‘Yâ Rasûlallah! Benim vazife ve sını­rım buraya kadar, buradan ötesine bir adım atarsam ya­nar, kül olurum; ötesi sana aittir," (Razi,age,XXVIII,291;Hamdi Yazır,Hak Dini Kuran Dili,VII,4579) diyerek haddini ve edebini bilmiştir.

c- Tefsirlerin Yaklaşımı

Meşhur rivâyet ve dirâyet tefsirlerinde, kerâmete delil olarak kullanılan âyet-i kerîmelerin tefsirine baktı­ğımızda, -çok azı hariç- hemen hepsinin, hâdisenin cevâz ve vukûunda müttefik olduğunu görürüz. ..

c.a- Rivâyet Tefsirleri

İbn Cerîr (810/923). Hz. Meryem’in olağanüstü bir yolla  ışıklandığını, kendisine yazın kış, kışın yaz meyve­lerinin ikrâm edildiğini, Hz. Zekeriyyâ’nın, Hz. Mer­yem in üzerine yedi tane kapıyı kapatıp gittikten ve tek­rar yanına geldikten sonra, O’nun bu tür nimetlere ulaştı­ğını görünce: “Bunlar sana nereden geliyor?* diye sordu­ğunu belirtmiştir.( Bkz. Taberî, Câmiu'l-Beyân, Cüz: 111,246-247.)

Hz. Süleyman’a, Yemen melikesi Belkıs’ın tahtını bir göz açıp kapama süresi içinde getiren kimsenin kim olduğu konusunda değişik rivayetleri nakleden Ibn Cerîr, bu kimsenin, Hz. Süleyman’ın veziri Âsaf b. Berhiyâ olduğunu belirten görüşü destekleyici açıklama­lara ağırlık vermiştir.( Bkz. Teberi, a.g.e., Cüz: XIX, 163-164)

Semerkandi (373/983), Mâverdî (450/1057), Vâhidî (468/1075), Beğavî (516/1122) ve İbn Atıyye (546/1151), Hz. Meryem’in rızkının olağanüstü bir yolla gelmesi hususunda aynı görüştedirler. Vahidî ve İbn Atıyye, bu rızkın melekler vasıtasıyla Cennetten geldiği­ni bildiren rivâyetlere yer vermişlerdir.( Bkz. Semerkandî, Bahru’l-Ulûm, 1, 264; Mâverdı, en-Nüketu vel-Uyûn, I, 388; VAhidl, el-Vasit, I, 432; Beğavî, Meâlimut- Tenzil, II, 32; İbn Atıyye, el-Muharraru’l-Veciz, I, 426)

Allah TeAlâ’nın bazı salih kullarına özel ihsanlarda bulunduğunu belirten Mâverdî. (Bkz. Mâverdî, en-Niiketu ve’l-Uyûn, 1,388.)Belkızın tahtını getirenin Hızır (a.s) olduğu görüşünü nakletmiş, (Bkz. Mâverdî, a.g.e., IV, 213) fakat bu görüş, İbn Kesir (774/1373) tarafından hiç de ye­rinde bulunmayarak tenkid edilmiştir. ( Bkz. İbn Kesîr, Tefsir, VI, 202-203 )

Cumhûra göre, bu tahtı getiren kimsenin, Atıf b. Berhiyâ isminde Hz. Süleyman'ın maiyyetinden sâlih bir zât olduğu zikredilmiştir. (Bkz. Semerkandî, a.g.e., II, 496-497; Vâhidî, a.g.e., III, 378; İbn Atıyye. a.g.e., IV, 261; Sealibî,el-Cevâhirül-Hısân, II, 500.)

Semerkandî, bazılarının, bu kadar kısa zamanda tahtı getirenin Cibril (a.s) olduğunu söylediğini, bu görüşe daha çok Mu'tezile’nin meylettiğini, çünkü onların, -ge­nelde- kerâmeti inkâr ettiklerini kaydetmiştir.(Semerkandi,age,2,496-497) An­cak Mu'tezilî müfessirlerden Zemahşerî (538/1143), ilgili âyetin tefsirinde, diğer müfessirler gibi, Asaf b. Berhiyâ dahil bütün ihtimalleri nakletmiş, Cibril’le ilgili rivâyete de yer vermiş, âyette belirtilen müddetin, tahtın süratle getirilmesi için bir misâl de olabileceğini, çünkü örfte böy­le kullanımların bulunduğunu belirtmiştir.(Zamehşeri,Keşşaf,3,148-149)

Vâhidî, bu hâdisenin velî için bir kerâmet, nebî için bir mûcize olduğunu belirtmiş, ehl-i meânîye göre, böyle bir durumun, İlâhî kudretin tecellisi ile ânında yoketme ve tekrar varetme şeklinde gerçekleşebileceğini zikret­miştir. (Vahidi,age,3,378)

Hz. Meryem’in kıssasının da velilerin kerâmetine bir delil olduğunu belirten İbn Kesir, bunun sünnet-i se-niyyede birçok örneklerinin bulunduğunu zikretmiş ve bu arada, Hz. Fâtıma’nın başından geçen benzer bir hadiseyi nakletmiştir.(İbn Kesir,age,2,28-29)

Kurtûbî (671/1273), velilerin kerâmetinin sabit ve birçok delilin buna şâhid olduğunu, peygamber olmayan Hz. Meryem’in hâdisesi ve Hz. Hızırın hâllerinin buna  güzel örnek teşkil ettiğini, kerâmeti ancak bid at ehlinin ve fasıkların inkâr edeceğini belirtmiştir.(Kurtubi,Tefsir,XI,28)

Velinin kerâmetinin, nebinin mûcizesi olduğuna be­lirten Kurtûbî, kerâmeti inkâr eden bazılarının, Bel­kis’ın Ye men’deki tahtını getirenin Hz. Süleyman oldu­ğunu söylediklerini, halbuki -İbn Atıyyenin de belirttiği gibi- cumhûra göre bu kimsenin, Asaf b. Berhiyâ ismin­deki veziri olduğunu zikretmiştir. (Kurtubi,Tefsir,XIII,204,206)

Suyûtî (911/1505), yakanda geçen rivayetleri yer­dikten sonra -İbn Abbas’a dayanarak- tahtı getiren Asaf ın, Hz. Süleyman’ın kâtibi olduğunu nakletmiş­tir. ( Suyuti,ed-Dürrül Mensur,VI,360)

Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûrda  yine İbn Abbarsa dayanarak, Hz. Meryem’in rızkının Cennetten geldiğini nakletmiş, (Suyuti,age,2,186)meşhur dirâyet tefsirinde de bu rızkın Cennetten geldiğine sadece işaret edip geçmiştir. Celâleyn şârihlerinden es-Sâvî (1241/1825), âyetin açık­lamasında, bu hâdisenin olağanüstü bir şey olduğunu, kerâmeti müşâhede etmenin yakîni artırdığım, bunun kâmil olana bile fayda verdiğini, nitekim Hz. Meryem’in hjilini müşâhede eden Hz. Zekeriyyâ’nın kendisi ihtiyar, Kanımı kısır olmasına rağmen Allah’tan çocuk istediğini belirtmiştir.(Savi,Haşiyetus Savi,1,318)

Rivâyet tefsirinde sırf nakil, dirâyet tefsirinde ise kısa açıklamalarla yetinen Suyûti, keşf, kerâmet, ulvî ruhlarla buluşma ve konuşma, melekleri müşâhede gibi konulan, Tenvîru’l-Halek fî Ru ’yeti İmkâni Ru'yeti’n-Ne-biyyi ve’l-Melek  adlı meşhur risalesinde genişçe işlemiş, delillerini zikretmiş ve bu konularda yaşanmış birçok ör­nek vermiştir.(Suyuti,el Havi li-l Fetava,2,473-492)

Kasımî (1332/1914), Hz. Meryem’in Allah tarafın­dan rızıklanmasını anlatan âyet-i kerîmede, evliyâullahın kerâmetine bir delil bulunduğunu, benzeri yoldan nzıklanma hâdisesinin ashâbdan Hubeyb b. Adiyy el- Ensârî (r.a) için de vâki olduğunu,(Buhari,Cihad,170) Kitab ve sünnet­te benzeri örneklerin çokça zikredildiğini belirtmiş­tir. (Kasimi,Mehasinut Tevil,IV,837)

c.b- Dirâyet Tefsirleri

Kerâmet konusunda meşhur dirâyet tefsirlerinin yaklaşımı da rivâyet tefsirleri ile aynı merkezdedir. An­cak, özellikle müteahhir (son dönem) tefsir sahipleri önce­ki müfessir ve süitlerin görüşlerini değerlendirme imkânı bulduğu için meselenin tahlilini daha güzel yapmışlardır.

Zemahşerî (538/1143), tefsirinde, kerâmet konu­sunda menfî bir tavır içinde olan Mu'tezilî anlayışı, biraz zorlanarak da olsa işlemeye çalışmıştır. Hz. Meryem’e yapılan rızık ikramını İlâhî kudretle açıklamaya çalışan Zemahşerî, bu rızkın Cennetten geldiğini, Hz. Mer­yem'in hiç mme sütü emmeden büyüdüğünü, kendisine yazın kış, kısın yaz meyveleri ikram edildiğini, taraf-ı ilahiyeden rızıklanma ile ilgili benzer bir hâdisenin Hz. Fatıma için de cereyan ettiğini nakletmiş, fakat bunlar­da, kerâmet olduğuna dair bir delilin bulunduğundan hiç bahsetmemiş, olayı, Allah Teâlâ’nın Hz. Meryem’e bir keremi olarak değerlendirmiştir. (Zamehşari,Keşşaf,1,427) Keşşafı ehl-i sün­net gözüyle yakın takibe alan İbnul-Münîr, Zemahşe-rî'nin bu kaçamak değerlendirmesini yeterli bulmayıp, olayın Hz. Meryem için bir kerâmet olduğunu belirtmiş­.(Zamahşeri,age,1,428)

Ebû Hayyân (746/1344), Zemahşeri’nin, Yemen melikesi Belkıs'ın tahtını Hz. Süleyman’ın bizzat kendi­sinin getirdiği görüşünü desteklemesini (Zamehşari,age,3,149) çok garib bulup tenkid etmiş, bunun i’tizâlî anlayışın bir uzantısı olduğunu hatırlatmıştır.(Ebu Hayyan,Bahrul Muhid,VII,77.)

Ebû Hayyân, cumhûrun kavline göre, Belkıs’ın tahtını getirenin Âsaf b. Berhiyâ olduğunu, tahtın bir göz açıp kapama süresi içinde getirilmesinin, Zemahşerî’nin belirttiği gibi, mecâzî bir ifade değil, hakikat oldu­ğunu belirtmiştir. (Ebu Hayyan,age,VII,77)

Ebû Hayyân, Zemahşerî’nin, Meryem’in taraf-ı ilâhiyeden rızıklanma işinde de aynı yaklaşımı sergi­lediğini, hâdisenin ona ait bir kerâmet olmasına yanaş­madığını, meseleyi Hz. Zekeriyyâ’nın duâsına ait bir mûcize gibi takdim ettiğini, bunun, tutarsız ve i’tizâlî an­layışın bir uzantısı olduğunu, halbuki hâdiseyi, Hz. Mer­yem’e has bir kerâmet olarak görmek gerektiğini kaydet-mistir (Bkz. Ebû Hayyân, a.g.e., II, 443.)

Mutedil (ölçülü, ılımlı) fitlerden kabul ettiğimiz et- Tabreset (638/1143), Mecmâu’l-Beyân adlı tefsirinde, mezheblerince, peygamberlerin dışındaki veli ve asfiyadan kerâmet türü şeylerin vukûunu câiz gördükleri­ni, Mu'tezile'nin buna yanaşmayıp, Kur'ân’da kerâmete delil olacak âyetlere kendi anlayışları çerçevesinde yorum getirdiklerini belirtmiştir.( Bkz. Tabressi, Mecmâu'l-Beyân, II, 69.)

Kehf sûresinde, Ashâb-ı Kehfle ilgili Ayetleri tefsir ederken, kerâmet konusunda en geniş bilgiyi veren Râzi (606/1210), "Sûfi ashâbımız bu ayetle, kerametin cevâzına delil getirmişlerdir," diyerek söze başlamış, kerâmetin nakit, tecrübe ve akli delillerini tek tek zikretmiş, Ashâb-ı Kirâm’dan birçok örnek nakletmiş, kerâmet konusunda ileri sürülen şüphelere cevaplar vermiş, kerâmetin istidracla olan farkım, kerâmete güvenmenin zararlarını, ay­rıca velinin veliliğini bilip bilemeyeceği meselelerini ince­lemiş, bu işin çok nûrânî olmakla birlikte çok da tehlikeli olduğuna dikkat çekmiştir.( Bkz. Râzî, Mefâtihu’UGayb, XXI, 72-83.)

Hz. Meryem'in hâdisesinde de kerâmete değinen Râzî, kerâmeti inkâr eden Mu'tezile’nin inkâr sebeplerini zikrederek cevaplar vermiş, kerâmetin mûcizeye hiçbir halel getirmediğini, aksine onu desteklediğini, mûcizede aslolanın, iddia ve izhâr, kerâmette ise iftikâr ve ihfft ol­duğunu belirtmiştir.( Bkz. Râzî, age, VIII, 87-28.)

Beydâvi (685/1286), Hz. Meryem’in hâdisesini, ve­lilerin kerâmetine bir delil görmüş, (Bkz. Beydâvî, Envâru't Tenzil, 1,157 (Beyrut, 1988).)Hz. Süley­man’ın veziri Âsaf b. Berhiyâ’ya verilen kerâmetin, ilmin şerefini ortaya koyduğunu, çünkü ona bu yetkinin ilim sebebiyle verildiğini zikretmiştir. (Beydavi,age,2,177)

Ebu’s-Suûd (982/1574), Ha. Meryem’in hâdisesin­de, valilerin kerâmetine bir delil olduğunu, bunu Hz İsa için bir irhas, Hz. Zekeriyyâ için bir mûcize görmenin tutarsız olduğunu kaydetmiştir. (Ebussuud,İrşadu Akli’s Selim,2,30(Beyrut,1983)
Âlûsi (1270/1853), Ha. Meryem’in peygamber ol­madığını, O’nun elinde zuhûr eden şeylerin olağanüstü hâdiselerden sayılıp evliyâullahın kerâmetine bir delil ol­duğunu, Şiâ’nın bu konuda ehl-i sünnet gibi düşündüğü­nü, Mu'tezile’nin ise, kerâmeti inkâr ettiğini belirtmiş­tir. (Alusi,Ruhul Meani,Cüz,3,140.)

Hz. Süleyman’ın ashâbından olan Âsafın, Yemen’deki tahtı çok kısa bir anda huzura getirme hâdisesinin de kerâmetin sübûtuna bir delil olduğunu be­lirten Alûsî, “Şeyhul-Ekber” diye bahsettiği Muhyiddln b. Arabi’nin (638/1240), bu konudaki orijinal fikir ve de­ğerlendirmelerini nakletmiştir.(Alusi,age,cüz:XIX,204-205)

Reşid Rızâ (1354/1935), gerçek sûfilerin Kitab ve sünnet çizgisinden ayrılmadıklarını, ilk devirlerde gelişen tasavvufun bu temeller üzerinde kurulduğunu, ancak da­ha sonraları bazı yanlış itikadların yayıldığını, bunlardan birisinin de şeyhlerin kâinatın işlerinde ve gayb âleminde diledikleri gibi yetkili olup tasarruf edebildiklerinin düşü­nülmesi olduğunu, böyle bir düşüncenin, bir anlamda şirk olup Kitab ve sünnete uymadığını belirtmiştir.(Reşid Rıza,Tefsirul Menar,2,72-73)

Bazı sâliklerin, meşgul oldukları evrâd ve ezkâr ve­silesiyle ulaştıkları keşf ve esrâra aldandıklarını, gördük­leri hayâlleri hakikat zannedip fitneye düştüklerini zikre­den Reşid Rızâ, bunların yanında şeriata bağlı sûfilerin, Allah’a muhabbet konusunda yüce bir makâma sahip ol­duklarım, şeriatın edebine göre herşeye hakkını verdikle­rini, Allah için sevip, Allah için buğzettiklerini kaydet­miştir. (Reşid Rıza,age,X,240-241)

Keşf ve kerâmetle akide ve ahkâmda hüküm verile­meyeceğini, kerâmetin, velâyet için şart, fazilet için bir is- bat olmadığını, bu tür hadiselerin mü'min-kâfir herkeste vukû bulabileceğini fakat aynı sonucu vermeyeceğini ha­tırlatan Reşid Rızâ, gerçek sûfî âriflerin kerâmete itibar etmediklerini, bir kimse suda yürüse, havada uçsa, ateşi yutsa buna aldanmayıp, o kimsenin, şeriatın emir ve nehiylerine karşı tutumuna baktıklarını, gerçeğin ve âyet­lerden kendisinin anladığının da bu olduğunu belirtmiş­tir.(Reşid Rıza,age,XI,444-448)

Hamdi Yazır (1358/1942), Hz. Süleyman'ın veziri Âsaf b. Berhiyâ’nın, çok kısa bir zamanda Belkıs’ın tah­tını Yemen’den getirmesini, büyük bir kerâmet örneği görmüş ve bunun aynı zamanda Hz. Süleyman’ın mûcizesi olduğunu, böyle bir şeyin peygamberden değil de ashâbından birisinde zuhûr etmesinin, o peygamberin bü­yüklüğüne delil olduğunu belirtmiş, Muhyiddîn b. Arabi’nin Fusünu’l-Hikem adlı eserinden konu ile ilgili nakillerde bulunmuştur. (Bkz. Hamdı Yazır, Hah Dini Kur'An Dili, VI, 143-144 (Sadeleştirilmiş baskı).

Merâğî (1364/1945), çoğu müfessirin keramete delil olarak gördükleri âyetleri, bir başka izah yoluna giderek farklı tefsir etmiş ve kerâmet hadisesine olumlu bakma­mıştır. Hz. Meryem’in gayb âleminden rızıklanması ile ilgili rivayetleri ihtiyatla karşılayan Merâğî, hâdiseyi olağanüstü olarak değerlendirecek bir sebebin bulunma­dığını, (Meraği, Tefatru 1-Merûğî, Cilt: I, Cüz: III, 145.) Yemen'den Belkıs’ın tahtını getirenin de Hz. Süleyman’ın bizzat kendisi olduğunu savunmuştur. (Meraği,age,cilt:VII,Cüz:XIX,141)

d- Değerlendirme

Nasslardan ve vakıadan anladığımıza göre, kerâmet haktır; vukûu câiz ve vâkidir. Cenâb-ı Hakk’ın, sâlih kul­larına bir keremidir. Övünme değil, şükür vesilesidir. He­def görülmeyip yakîne vesile yapılmalıdır. İstemekle elde edilmez, bekleyene verilmez. Esasen hiç kimseden. kerâmet istenmez; herkese emredilen şey, istikâmettir. Hz. Peygamber (s.a.v)'e, *Habibim! Sen emrolunduğun şekilde istikâmet sahibi ol," şeklinde verilen İlâhî tâlimatı, "Seninle birlikte tevbe edenler de istikâmet sahi­bi olsunlar,(Hud,112) emri takip etmektedir.

"Halbuki onlar, ancak Allah , 0*nun dininde ihlâs sahibi olarak ibâdet etmeleri için emrolundular," (Beyyine,5)âyeti, asıl hedefi ortaya koymaktadır. Bu istikâmetin sonucu olarak, "'Allah'ın kulundan razı olması en büyük şeydir.’’(Tevbe,72)
Sehl b. Abdullah Tüsterinin (288/896) belirttiği gibi kerametlerin en büyüğü, kötü ahlâktan birisini terke dip hayra çevirmektir.”(Kuşeyri,Risale,2,679)

Ahmed Taberanî Serahsî’nin, "Kerâmetten mak-ad, tevhide yakini artırmaktır. Bir kimse, kâinatta Allah 'tan başka hakiki mûcid görmedikten sonra, normal veya olağanüstü şeyler görmesi aynıdır,.(Kuşeyri,age,2,675) görüşüne katılıyoruz.

Ebu'l-Hasan eş-Şâzelî’nin (624/1256), "Devamlı keramet isteyene ve ona ulaşmak için kendini amele zor­layana keramet verilmez. O, ancak kendinde ve amelinde bir şey görmeyen, devamlı Allah Tealâ 'nın muhabbetiyle meşgul olarak O’nun fazlına nazar eden, nefsinden ve amelinden ümidini kesen kimseye verilir. İman ve sünnet-i seniyyeye mutâbaattan daha büyiik bir kerâmet yok­tur. Bunlar kime verilir de, hâlâ daha başka şeylere işti­yak duyarsa, gerçekten o kimse, davasında yalancı, sözle­rinde iftiracı, yahut gerçek ilmi elde edememiş hata sahi­bi birisidir. Böyle bir kimse, sultanın huzurunda bulun­ma nimetine ulaşmışken, ahırda hayvanların hizmetine özenen kimse gibidir,”(Şarani,Tabakatul Kübra,2,7) sözünü, meselenin aslını ifade için yeterli buluyoruz.

Kerâmeti inkâra bir sebep, bizzat isbata da her za­man gerek ve imkân yoktur. Hak olan bir şeyi inkâr ede­nin cezası, ondan mahrum olmaktır. Bütün akâid kitapla­rında geçen ‘’kerâmet haktır* hükmü, hak ölçüler içinde ulaşılan kerámete aittir. Istidrac türü şeyler, bunun dı­şında tutulmalıdır.

Ehl-i sünnetin tamamı ve Şia, kerâmetin cevâz ve vukuunu kabul etmiştir. Mutezile, insanlar arasında tah­sisi kabul etmediğinden ve kerâmetin mûcizeye halel ge­tirme endişesinden dolayı onu inkâra gitmişlerdir. Ehl-i sünnete göre, Mu'tezile’nin ileri sürdüğü her iki sebep de geçersizdir ve hükümleri yanlıştır.

Meşhur rivâyet ve dirâyet tefsirleri -çok azı hariç-, kerâmetin sübût ve vukûu konusunda sûfîlere katılmak­ta, kerâmete delil gösterilen âyet-i kerîmelerin tefsirinde temel anlayışı ortaya koymaktadır. Ancak bazı sûfılerin, kerâmetin çeşit, şekil ve hedefi konusundaki ifrata varan anlayışları, birçok müfessir tarafından tenkid edilmiştir, öyle ki, kerâmetin sübûtunu ısrarla savunan Fahrüddîn Râzî bile, özel bir bölüm açarak, kerâmete güvenmenin zararlarını ayrı ayrı sıralamıştır. Kerâmeti hak ve vâki görmekle birlikte, en ciddi ve çok yönlü tenkidi Reşid Rızâ yapmıştır.

Zaman zaman, özellikle müteahhir sûfîlere sert tenkidleriyle tanınan İbn Teymiye, mûcize ve kerâmeti işle­yen bir risâlesinde kerâmeti, makbûl, mezmûm ve mübah olarak üç kısma ayırmış; birincisinin dînen övüldüğünü ve imânî yönden faydası bulunduğunu, İkincisinin zararlı olduğunu, üçüncüsünün ise menfaatine göre farklı sonuç­lar verdiğini, esasen kullardan istikâmet istendiğini kay­dederek, kendisini takip edenlerin genel çizgisini belirle­miştir. (İbn Teymiyye,El-Mucizetü ve Keramatul Evliya,39 vd.(Abdulkadir Ata’nın tahkikiyle,Beyrut,1985)

Keşf ve kerâmetle dinî meselelerde hüküm verile­mez. Ancak nasslara uyan bir keşf, hakikati teyid adına makbul görülebilir. Kerâmet türü şeyleri, Allah’ın kudretini, mûcizenin hakikatini, İslâm'ın güzelliğini isbat için istemekte bir sakınca yoktur; fakat şeytanın kerâmet yo­luyla imana ve İslâm’a verebileceği zar an da unutmamak gerekir.

Herşeyi sadece akıl ile anlayıp baş gözü ile görebile­ceğimizi düşünmek yanlıştır. İnkârı mümkün olmayan ve her peygambere verilmiş olan mûcizeleri düşündüğümüz­de, materyalist anlayış ile determinizm fikrinin İslâm’a ters olduğunu görürüz. Olağanüstülük anlayışı bize göre­dir. Tabiat kanunlarını koyan, sebep-sonuç zincirini ku­ran Allah Teâlâ’dır; fakat O’nun, bu kanunlara uyma ve kurduğu sebep-sonuç ilişkisine tâbi olma zorunluluğu yoktur. O, dilediği zaman kanuni an bozar, sebepleri orta­dan kaldırır, istediği gibi tasarruf eder.

DİPNOTLAR:


(61)-Neml 27/38-40. Bu hâdisede, Allah Teâlâ’nın sevdiği ve dilediği kullarına eşya ve kâinat illerinde vermiş olduğu geniş tasarrufu mânevi kurbiyyet ve mârifete ulaşan insanın, cinlerden daha kuv­vetli ve kabiliyetli olduğunu görüyoruz. Ayrıca velinin elinde zuhûr eden kerâmetin, onun bağlı bulunduğu peygamberin mucizesi ol­duğunu anlıyoruz. Çünkü Hz. Süleyman (a. s), hâdise vukû bulun­ca: “Bu, Rabbimin ümmetim eliyle bana ikrâm ettiği bir lütuftur’’ diye şükretmiştir. Yine, velinin kendi isteği ile kerâmet istemesi­nin, kendisine verilen kudsı, mânevi kuvveti kullanmasının câiz ve bu hâlde isteklerinin vâki olabildiğini görüyoruz. Velime kerâmetinin peygamberin hayatında ve yanında vukû bulmasıyla birlikte, bu kerâmetin peygamberin mucizesine bir halel getirme­yeceği de bu hâdiseden çıkarılabilecek hükümler içindedir.

Kaynak:Dilaver Selvi,Kuran ve Tasavvuf




Devamını Oku »

Keramet

KerametAlemde (kerametle) tasarruf etme ve gaybı bilme nevinden olmak üzere muta­savvıflar için hasıl olan hususlar, bizzat değil, bilarazdır, (tesadüfen ve kazaradır, occidental). Bu durum, işin başında kastolunmuş değildir. Çünkü gaybı bilme ve kâinatta tasarrufta bulunma hususu kast olunsa, ona yönelmek, Allah’tan başkasına teveccüh etmek olurdu.

Bu ise eşyada tasarrufta bulunmayı ve gayba vakıf olmayı gaye haline getirmekten başka bir şey değildir. O halde böyle davranmak ne kadar zararlı bir alışveriştir! Zira bu husus hakikatta şirkten ibarettir. Sofilerden biri: “İrfan(sahibi olmak) için irfanı tercih eden, ikinci bir ilaha kail olmuş bulunur”, demiştir. (İrfan ve marifet, gaybı bilmek için değil, Allah hakkında bilgi sahibi olmak için tercih ve tahsil edilmelidir). Onun için sûfîler teveccühleriyle Mabudu kastederler, ondan başka hiç bir şeyi gaye edinmezler. Bu esnada sûfîlere bir şey hasıl olursa, bizzat değil, bil-araz hasıl olur, böyle şeyler onların maksadı değildir. Sûfîlerin bir çoğu, tesadüfen önüne böyle bir şey çıkarsa, ondan kaçar, ona değer vermez.

Zira o, Allah'ı, diğer herhangi bir şey için değil, sadece zatı için irade etmektedir. Bu nevi (keşfi) hallerin, sûfîler için hâsıl olduğu da bilinmektedir. Sûfîler için vâki olan gaybı haber verme ve başkasının kalbinde olanı bilme haline fıraset ve keşf (physiognomy, removal) adını vermektedirler. Kendileri için vaki olan tasarrufa (supernatural acti­vity) da keramet ismi verilmektedir. Onlar hakkında bu nevi şeylerin vukuu konusun­da inkâr edilecek ve yadırganacak hiç bir şey yoktur.
Devamını Oku »