Mezhep ve Tarikar Bid'at Değildir,Çok Hadis Bilmek,İçtihad EtmeyiGerektirmez

Mezhep ve Tarikar Bid'at Değildir,Çok Hadis Bilmek,İçtihad Etmeyi Gerektirmez

FATİH KUT:Mezheb konusunda bazı insanlar, bid’attir, olmasa da olur hatta daha da tehlikeli şeyler söylüyorlar. Hatta mezhebe ne gerek var ki. “Kur´ân ve Sünnete uyduktan sonra zaten sen yolunu çizmişsin” deniliyor. Bu noktada neler söylersiniz?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Önce konumuzla kısaca ilgisini hatırlatalım : Konu tasavvufken niye mezhebe geldi. Şunun için ; çünkü Cibril hadîsinde her üçü beraber söylendi. İtikadî mezhebler yani inanca dair mezhebler, amelî mezhebler bir de ruh terbiyesi ile ilgili mezhebler yani tarikat. Her üçü de yol anlamına gelir. Bu hususta tarikatla ilgili söyledikleri ileri geri lafları mezheble ilgili olarak da söylüyorlar. Dolayısıyla birine verilecek cevap aynı zamanda diğeri için de cevap olacaktır.

Diyorlar ki ; mezheb Peygamberimiz Aleyhi´s-Salâtu ve´s-Selâm ve onun oluşturduğu toplum, sahabi toplumunda yoktu. Mezhebler bilmem ne kadar zaman sonra ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla mezheb bid’attır. Yani sonradan türedi şeylerdir. Ve daha ne safsata sözler, iddialar. Bu gibi sözler tabii ki kulağa ve nefse hoş ve yaldızlı geliyor. Ama bu havada söylenmiş olan sözleri, iddiaları yere indirecek, topluma uyarlayacak olursak, acaba doğru tarafı var mıdır? Yoksa hiç doğru tarafı kalmayan şeyler midir? Öncelikle bu sorunun cevabını net olarak ortaya koyabilmek için sahabe toplumuna bakmamız gerekiyor.

Şimdi bu iddiaya göre yani mezhep bid’attır, sonradan türemiş şeydir, iddiasına göre ne kadar sahabe varsa hepsinin müctehid olması, hiç birinin diğerini taklid etmemesi gerekir. Yani bu iddia şu demektir : ‘Bütün sahabe kendileri doğrudan Kitap ve Sünnet’ten hüküm çıkarıyorlardı ve öylece uyguluyorlardı. Yani sahabenin tümü müctehid idi, aralarında hiç mukallid yoktu’. Peki bu iddiayı sahabe toplumuna uygulayalım bakalım sonuç böyle mi çıkacak. Şöyle bir soru sorarak konuya girelim : Sahabe alimleri yani kendilerine fetva sorulan, ictihadda bulunan sahabe alimleri acaba kaç kişi idi ? Konuya buradan girelim. Fakih yani fıkıh’ta üstad olan sahabiler dendiği zaman ilk önce akla 7 (yedi) kişi gelir. Bu yedi kişi Hz. Ömer, Hz. Ali üç tane de Abdullah’ımız var : Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes’ud. Bir de genç bir sahabi vardı, Zeyd b. Sabit. Annelerimizden de Hz. Aişe vardı. Yani fıkhî konularda ictihad eden sahabiler, fakih sahabiler dediğimiz zaman bu yedisi akla gelir. Bir de bunlar kadar olmasa da orta seviyede ictihad edenler var. Onlar da yirmi - otuz civarındadır. Bunlardan başka ömründe sadece tek ictihadda bulunmuş olanlar ya da iki ictihadı bize gelmiş olan sahabiler de var. Bunların hepsini topladığımız zaman 162 kişi ediyor. Bu 162 kişinin yirmi tanesi kadındır.

Geri kalan 142’si erkeklerden oluşur. Şimdi ikinci soruyu soralım : Sahabe toplumunun nüfusu acaba kaç bin idi. Nüfusu ne kadardı ? Yuvarlak bir rakam söyleyelim : 162 bin olduğunu düşünelim ki sadece Veda haccına ve hutbesine katılanların 120 bin olduğu söyleniyor. Bir de hacca gidemeyenler var. 150 ile 200 bin arasında olduğunu tahmin ediyoruz biz. 162 bin olarak alalım. 162 tane müctehid sahabe olduğuna göre - o da tek ictihadı olanı bile sayarsak- o zaman sahabe içerisinde müctehid oranı binde bir idi, diyebiliriz. Yani bin sahabiden bir tanesi ancak müctehid idi. Geri kalan dokuz yüz doksan dokuzu mukallid idi ki onlar bu müctehid sahabilerden birine meselesini soruyor ve amel ediyordu. Dikkat edin biz tek ictihadı olanı bile saydık. Normalde belki müctehid sahabe sayısı 30 veya 40 civarında kalır. Öyle görüldükleri yerde acaba burada dinimizin hükmü nedir diye kendisine soru sorulan otuz, bilemediniz kırk civarında sahabi ancak vardır. Ama biz onların hesabına gelir belki diye hesabı geniş tuttuk, yüz altmış iki dedik. Yüz altmış iki bin nüfuslu sahabe toplumunda yüz altmış iki tane müctehid var. Yani müctehid sahabilerin, mukallid sahabilere oranı binde bir olmuş oluyor.
Dikkat ediniz, bu sahabilerin tümü Arapçayı biliyor. Kur´ân-ı Kerîm inerken vahye, şahid olmuş. Resûlullah Aleyhi´s-Salâtu ve´s-Selâm’ın hayatını görmüş. Onunla beraber oturmuş, konuşmuş, O’nu, onlar bizzat gözleri ile görmüş. Bu ümmetin en faziletlileridir. Buna rağmen sahabe toplumunda müctehid oranı binde bir olmuştur. Hatta biz hesabı biraz daha gerçeğe uygun şekliyle söylesek belki de bu oran beş binde ya da on binde bir olur. Sahabe toplumunda bir müctehide karşılık 999 mukallid bulunduğuna göre mezheb bid’at olamaz. 999 kişi gidip o kişilerden birine meselesini soruyor ve daha da inceleme ve araştırma yapmadan onunla amel ediyordu. Biz ne yapıyoruz ? Mesela İmam Azam’a soruyoruz. Ya da İmam Şafii’ye soruyoruz. Bizim yaptığımızın sahabenin yaptığından ne farkı var ki, bizimki bid’at oluyor. Demek ki mezhebe bid’at diyen kişi, en azından kitapları, sahabe hayatını gözden geçirir de söyleyeceği sözü biraz mantıklı söylemeli.

İşte görüyorsunuz ‘mezheb bid’attır’ iddiasının sahabe toplumuna oturan hiçbir tarafı yok. Sahabe müctehidlerinden mesala Abdullah b. Mes’ud hac’dan dönerken çölde oturanlardan birisi ona bir soru sormuştur, nikahla ilgili. O da filan kişiyle nikâhlanman caizdir, cevabını vermiş. Kendi ictihadı ile tabii ki. Medine’ye geldikten sonra biraz araştırmış, meğer söylediği fetva yanlışmış. Bunun üzerine geri o çöle dönmüş. Bilmem kaç gün yol gitmiş. O adamı bulmuş ve “ben o konuda yanlış cevap vermişim, senin bu kadından ayrılman gerekir” demiş ve onları ayırarak tekrar Medine’ye dönmüştür. Şimdi o çölde soru soran kişiye, Abdullah b. Mes’ud, “Kur´ân-ı Kerîm var, Peygamberimizin Sünneti var, ona bak, kendin ictihad et ve kendi ictihadınla amel et”, dememiştir. Sahabenin cevaplarında böyle bir ifadeye rastlamazsınız. Bu iddia sahiplerinin söylediği sözü sahabe, soru sorana demiyordu. Yani sahabenin büyük çoğunluğu az sayıdaki sahabe alimini taklid ediyordu. Şimdi güya bizimkiler “elimde Kur´ân var, bir de Sünnet var, yeter” diyorlar. Abdullah b. Mes’ud öyle demedi ama. Yani bunların dediğini sahabe dememiştir. Sahabenin yaşantısı bunların dediği gibi değildi. Peki bunların dediği ne olabilir? Acaba kim destekliyor bunları ? Mezheb imamlarına küfrediyorlar, onları zındıklıkla suçluyorlar, bid’atçı şu bu vs. Bu fikirlere kim sevk ediyor bunları ? Olsa olsa şeytanlar sevk ediyordur. Başka da ihtimal yok görünüyor. Biraz ayaklarını yere bassalar ve sahabe toplumundaki olayı bizzat gözleriyle inceleseler böyle konuşmayacaklardır.
Demek ki “Mezheb bid’attır” cümlesi tamamen palavradır. Mezhebin bid’atle hiç ilgisi yoktur. Sahabe toplumunda bile çok az kişi müctehiddi. Sahabenin geri kalanı mukallid idi. Bir de şunu söylüyorlar. “Ben çok hadîs okurum. Ciltler dolusu hadîs kitaplarım var. Peygamberimiz ne dediyse öyle amel ederim. Mezheb vs. hikâye “diyorlar. Halbuki bu ifadelerin, sahabe nazarında hiçbir değeri yoktur ve tümden palavra ifadelerdir. Çok hadis bilmek, ictihad edebilmek anlamına geliyormuş gibi anlıyorlar ki bu da çok yanlış bir düşünce.

FATİH KUT: Yani çok hadis bilmek o kişi için ictihad edebilme kudreti anlamına gelmez diyorsunuz ?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet öyle tabii. Bu iddialarını da sahabe toplumuna uyarlayalım bakalım ne çıkacak. Az önce fıkıhçı yani ictihad eden sahabiler 162 kişidir dedik. Peki hadîsçi sahabiler ne kadardı ? Yani Peygamberimizden bize hadîs nakleden sahabiler kaç kişiydi ? Sadece Baki b. Mahled, el-Müsnedu’l-Kebir (el-Musannef)inde 1300 (bin üç yüz) den fazla sahabe ravisinin adını söyler. Hadîs nakleden bin üçyüz kişi rakamı nerdeee, 162 kişi nerdeee. Bu sayıları yuvarlak olarak birbirine oranlayacak olursak, aşağı yukarı sahabe toplumunda on tane hadîsçi varsa buna karşılık bir tane fıkıhçı vardır. Bu ne demek? Bu, fıkıhçı, sahabe toplumunda hadiscilere göre % 10 oranındadır demektir. 1 fıkıhçıya karşılık 10 hadisci düşüyor. Öyleyse çok hadîs bilen çok ictihad eder, diye bir kaide yok. Bizimkiler de böylece, ‘çok hadis biliyorum, kendim ictihad ederim’, deme hakkına sahip olmazlar. Aksi iddia sahabe toplumundaki olguya ters düşer.

FATİH KUT: Buradan o çıkıyor matematiksel olarak.

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet o çıkıyor. Bunu 3 örnekle daha destekleyeyim. Hadîste bir numara sahabi kimdir, diye sorsak.. Cevabı belli, her yerde yazar, herkes de bilir. Bu isim, Ebu Hureyre’dir. Ebu Hureyre bize Resûlullah Aleyhi´s-Salâtu ve´s-Selâm’dan 5374 hadîs nakletmiştir. Hemen hemen Kur´ân kadar bize hadîs nakletmiştir. Peki, en çok hadîs nakleden bu sahabinin, fıkıhta başka bir deyişle ictihadda bir numara olması gerekmez mi? Öyle ya hadiste 1 numara olan kişi, fıkıhta da 1 numara olmalı değil miydi o iddiaya göre!

FATİH KUT: Yani bu kadar hadîs bildiğine göre öyle olması gerekir.

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Ama öyle olmamış, Ebu Hüreyre ‘çok hadis biliyorum, öyleyse çok ictihad ederim’ dememiştir. Fıkıhtaki 1 numaralar arasında yok Ebu Hureyre. Bir örnek daha vereyim : Mesela Hz. Ömer’in, hadîste adı geçmez. Kendisinden rivayet edilen hadîs 130-140 civarındadır. Ama fıkıh’ta bir numaradır. Demek ki hadis bilmek başka, ictihad etmek başka bir şeydir. İkisi birbiriyle doğru orantı teşkil etmez.

FATİH KUT: Demek ki çok hadîs bilmekle bu iş olmuyor.

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Örneklerle net olarak ortaya çıkıyor ki durum bu. Dolayısıyla birisi “Ben çok hadîs-i şerîf okuyorum, öyle ise hiç bir fıkıhçıya ihtiyaç duymadan ictihad edip amel edebilirim”, diyemez, demesi yanlıştır. Bu yanlış iddianın sahabe toplumunda yeri yoktur gördüğünüz gibi.
En canlı bir örnek daha vereceğim. Resûlullah Aleyhi´s Salâtü ve´s Selâm Veda’ konuşmasını, hutbesini irad ederken son cümleyi şöyle bitiriyor :
فليبلغ الشاهد الغائب
“Burada olanlar, burada olmayanlara bunu bildirsin”. Dolayısı ile veda’ haccına gelmeyen sahabiler de var demiştik ya, geridekileri de hesap edersek 150 - 200 bin arası sahabi nüfusu tahmin ediyoruz. Yani benim bu sözlerimi aynen hatırda tutun, kendiniz yorumsuz olarak nakledin. Devamında buyuruyor ki
لعل الغائب اوعى من سامع
“Olabilir ki uzakta olan burada dinleyenden daha iyi anlamış olabilir”. Demek ki hadîs’i duyan, hatta nakleden kişi naklettiği kişiden daha iyi anlamamış olabilir.

FATİH KUT: Evet, buradan bu sonuç da çıkıyor.

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Buradan bu da çıkıyor. Netice şu ; Sahabe toplumunda hemen hemen on hadîsçi sahabeye karşılık bir fıkıhçı sahabe vardı. Fıkıhçı sahabe en geniş şekliyle söyleyecek olursak hadisci sahabeye göre onda bir oranında idi. 999’u mukallid idi. 1000’de 999’u ise taklid ediyordu. Dolayısı ile o 999’un taklid ettiği bir mezhebi vardı.

Mesela Abdullah b. Mes’ûd’a güveniyor, sahabeden gidip ona soruyordur. Ya da Hz. Ali’ye güveniyordur, gidip ona soruyordur. Ya da Hz. Aişe’ye kadınlar ve daha çok yakın akrabaları gidip ona soruyorlardı. Ya da diyelim ki Zeyd b. Sabit. Gidip ona soruyorlardı. Genelde Irak merkezli mezheplerin -Hanefilik gibi- kaynağında sahabeden Abdullah b. Mes’ûd, Hz. Ali ve Hz. Ömer vardır. Ama Medine kaynaklı mezheplerde -Malikîlik, Şafiîlik gibi- bunların dip notlarında, kaynaklarında Zeyd b. Sabit vardır, Abdullah b. Abbas vardır, Abdullah b. Ömer vardır. Yani o civarda yaşayan sahabiler vardır. Herkes kendi yakınındaki sahabiye gidip meselesini soruyordu. Ya da sahabi gidip yine bir başka sahabiye soruyordu. Dolayısıyla çok hadîs bilmek çok ictihad etmeyi gerektirmiyor. Zamanımızda kimi heyecanlı insanlar, özellikle gençler olur. ‘Ben binlerce hadîs okudum, öyleyse kendim amel ederim’ diyor. Bu sözler heyecandan öte bir şey ifade etmez. Vakıa bu iddiayı tekzib etmektedir.

Kısacası mezheb bid’at değil, sahabe toplumunda da bu olay var idi. Mukallid ve müctehid de, ictihad ve taklid de var idi. Sahabe toplumunu bizzat esas alırsak her hadîs bilen kişi, ictihad ediyor değildi. İctihad ayrı bir şeydir. Yani mezheb bid’at olmadığı gibi, sünnete uygun yaşantı biçimi demek olan tasavvufi yaşantı, veya zühd hayatı da sahabe toplumunda var idi. Ama nasıl ki aslı sahabe toplumunda var olduğu halde Hanefi ismi sonradan çıktı ise, tarikat da yaşantı olarak var idi, sadece ismi sonradan çıktı. Varlık olarak mevcuttu, bid’at / türedi değildi. İsmi sonradan çıkmış olabilir. Hiç önemli değildir. Mesela Kur´ân-ı Kerîm okuma ilmi demek olan tecvid ismi olmadığı gibi tecvid ismi ile bir ilim de yoktu ama Kur´ân-ı Kerîm’i güzel okuyup öğretme vs. var idi. Tecvid diye bir isim sonradan konulmuştur. Şimdi geçelim tasavvuf dış kaynaklı mıdır meselesine ?
Devamını Oku »

Rabıta Nedir,Caiz Midir ?

Rabıta Nedir,Caiz Midir ?

FATİH KUT : Hocam sıra geldi rabıta konusuna. Çok soruyorlar ; rabıta nedir ? Buyurun Hocam

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Râbıta nedir, konusuna gelelim : En fazla itiraz edilen, çok kimsenin de kafasının almadığı, kafası almadığı için de itiraz ettiği konuya gelmiş oluyoruz. Öncelikle Râbıta nedir? Meseleye doğru yerden girmek gerekiyor. Ters taraftan girerseniz, varacağınız sonuç da ona göre ters olur, yalan olur, yanlış olur, hatta iftira olur.. Meseleye doğru yoldan, doğru yerden girerseniz doğru sonuca erersiniz. Yapacağınız îzâhlar da doğru olur. İtiraz edenler diyorlar ki ‘râbıta, ibadettir. Bir insan mürşidini, şeyhini göz önüne alarak râbıta yaptığı zaman, hâşâ ona ibadet etmekte, dolayısıyla rabıta insanı şirke götürmektedir…’. Acaba rabıta böyle mi ? Râbıta, acaba bir ibadet midir? Yoksa başka bir şey midir ? Meseleye doğru girmemiz lazım. Râbıta ibadettir diye meseleye girerseniz, hiç bir konuyu halledemezsiniz. Ortalığı da fitneye veririsiniz. Öyleyse Râbıtanın doğrusu nedir? Râbıta, feyizli bir ortamı ya da insanı hayalen canlı tutarak, hayalen hemhal olarak o hal ve kişinin nurundan ya da o yerin feyzinden, nurundan istifade etmektir. Yoksa bir insana, mekana veya mabuda… ibadet etmek değildir. Tekraren ve özellikle belirtiyorum :

Rabıta, hayalen canlandırma ve hemhal olma neticesinde feyizlenme ve nurlanmadır. Rabıta, nurlu bir insanı ya da ortamı hayalen canlı tutarak, o nurdan istifade etmek demek olunca bu defa şu soruyu soralım : Nurlu bir insan ile yüz yüze görüştüğümüz zaman, onun nuru, feyzi beriki insana geçiyor da, gıyaben hayal ettiği zaman geçer mi ? Karşımıza bu mesele çıkıyor.? Bu sorulara cevap vermekle karşı karşıyayız şimdi : Önce diyelim ki nurlu bir insanla hemhal ola ola, o nurlu insanla beraber ola ola, nurlu insandan, hemhal olan insana nur ve feyiz geçer. İlgili hadisi söyleyeyim : Müslim’in Sahih’inde Tevbe bahsi, oniki ve onüç no’lu hadis-i şerîf. Bu hadis-i şerîf Hanzala ismindeki sahabiden geliyor. Hanzala’ya Hz. Ebu Bekir rastlamış ve ona “ne var ne yok ya Hanzala” diye sormuş. O da “Sorma, Hanzala münafık oldu” demiş.

FATİH KUT: . Bu çok meşhur bir hadis-i şerîf değil mi hocam?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet meşhur ve sahih bir hadis-i şerîftir. Hz. Ebu Bekir, “O ne biçim söz” diyor. Hanzala, cevaben “Resûlullah Aleyhi´s-Salâtu ve’s-Selam’ın yanında iken çok güzel haller hissediyorum, manevi hallerde oluyorum”, anlamında bir şeyler söylüyor ve devamla “ama O’ndan ayrılınca bu hal benden kayboluyor. Bu herhalde münafıklığımın alametidir”, diyor. Hz. Ebu Bekir ise “Bizde de bazen böyle haller olur. Haydi gidelim Resûlullah Aleyhi´s-Salâtu ve’s-Selam’a soralım bunu”, diyor. Beraberce Resûlullah Aleyhi´s-Salâtu ve’s-Selam’a gidiyorlar. Hanzala durumu anlattıktan sonra, Peygamberimiz Aleyhi´s-Salâtu ve’s-Selam diyor ki, (hadisin bu kısmı çok önemli)
والذى نفسى بيده ان لو تدومون على ما تكونون عندى و فى الذكر لصافحتكم الملائكة على فرشكم وفى طرقكم ولكن يا حنظلة ساعة و ساعة (ثلاثة مرّة)
“Canımı elinde tutan Allaha yemin ederim ki siz benim yanımda bulunduğunuz hal üzere ve zikretmeye devam ederseniz sizinle melekler döşeklerinizin üzerinde ve yollarınızda… musafaha ederler. Lakin Ya Hanzala bazen böyle, bazen öyle” (Resûlullah Aleyhi´s-Salâtu ve’s-Selam bunu üç defa tekrarladı. Müslim,Tevbe : 12,13).
Yani “Benim yanımdaki halinizi gıyabımda da muhafaza etmiş olsaydınız, meleklerin sizinle yolda, belde, evinizin içinde, yatağınızda… musafaha ettiğini görecektiniz. Amma Ya Hanzala, bu bir andır, bazen olur, bazen olmaz., (bu münafıklık değildir)”.

Gördüğünüz gibi bu rivayetten çıkan sonuç şudur : Nurlu bir insanın yanında iken güzel manevi haller hissediyorsunuz. Ayrılınca o hal kayboluyor. Eğer gıyaben o nurlu ortamı canlı tutarsanız, o nur gelmeye devam eder. İşte râbıta budur, yoksa hâşâ birine tapmak değil.

Manevi seviyesi olan bir kişi ile manevi bağı devam ettirerek, irtibatı hayalen devam ettirerek, nurun devamlılığını sağlamaktır. Râbıtanın aslı esası budur. Peki şimdi geliyorum, bir insandan diğerine nur ve feyiz geçer mi ? Bu sorunun cevabı için de hemen şu soruyla meseleye girelim : Sahabi kimdir ? Sahabi, Peygamber Aleyhi´s Salâtu ve’s-Selam ile görüşendir. Hayatta iken Peygamberimizi hayatta görmüş olan müslümandır sahabi. Veya Peygamberimiz’in görmüş olduğu müslüman kişilere biz sahabi diyoruz. Müslüman iken mü’minken görmüştür. O imanını kaybetmeden de öylece ahirete intikal etmiştir. İşte bu kişiye sahabi diyoruz. Peki sahabi olmayan bir müslüman, tüm ömrünü ibadetle geçirse sahabi olabilir mi? Olamaz. Peki herhengi bir insan sahabeden daha faziletli olabilir mi ?

Belli ki daha üstün, daha faziletli olamaz. Sahabe en üstün tabakadır. Peki sahabe bu makamı amel ile veya ibadet ile mi elde etti. Yok. İlimle mi elde etti ? O da yok. Örnek vererek anlatayım: İmam-ı Azam’ın ilmi çok rahat söyleyebiliriz ki sahabenin yüzde doksan beşinden fazlaydı. Bunu rahat söyleyebiliriz. Ameline gelelim. İmam A’zam’ın ameli yine sahabenin pek çoğundan fazla idi. Mesela sahabenin en alt tabakasından olanlardan Vahşi’yi düşünelim. Fazilet olarak Vahşi mi üstün, İmam Azam mı üstün? Vahşi üstündür. Peki Vahşi bu üstünlüğü ibadeti ile mi elde etti ? Hayır, ibadeti İmam Azam’ınki kadar yoktu, rahat söyleyebiliriz. İlmi ile mi elde etti ? Yok, ama ilim ve amelde İmam-ı Azam’dan çok geride olmasına rağmen, fazilet olarak İmam Azam’dan önde ve üsttedir. Peki bu fazileti Vahşi ne ile elde etti ? Resûlullah Aleyhi´s Salâtu ve’s-Selam’la görüşmekle elde edildi. Başka bir sebep ve vesile yoktur.

FATİH KUT: Yani Peygamber Efendimizi bizzat görme ile, râbıta ile oldu bu iş.

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet, evet bu fazilet sadece sahabinin, Peygamberimizle hemhal olmasıyla oldu. Başka bir sebep yok. Dolayısıyla bir insanın nurundan, feyzinden istifade etmek, onunla sohbetle olur. O sohbet yoksa, o kişiden nur, arzu edildiği kadar geçmez. Değerlendirme sorularına devam edelim: Tabiin kimdir? Ümmetin ikinci derecede faziletli tabakası olan tabiin nesli, sahabilerin kendisini gördüğü kişilerdir. Şimdi burada bir tarif vereceğim: Kimi hadis usulcüleri ; ‘Bir insanın tabiinden olması için sahabenin onu bir an görmesi yetmez. Tabiinden olmak için, sahabe ile biraz beraber olmak, sohbet etmek gerekir. Ama Peygamberimiz müslüman bir insanı bir an görse o kişi hemen sahabi olur. Çünkü Peygamberimizdeki nur ve feyiz kuvvetli idi, hemen geçiyordu. Ama Peygaberimize kıyasla sahabeninki zayıf olduğundan sahabenin nurunun geçmesi için, o nuru alabilmek için sahabe ile hemhal olmak gerekir. O üstünlük, o fazilet, o nurun sirayeti ile olur ‘(Suyûtî,Tedrîbu’r-Râvi, 2 / 206, Beyrut, 1985 ; Sehâvî, Fethu’l-Muğîs, 3 / 123, Beyrut, 1993) diyorlar. Bu durum, bir insandan başka bir insana nurun geçtiğini, sirayet ettiğini gösterir. İşte bunun yolu canlı canlı sohbettir. Canlı canlı sohbetin olmadığı durumlarda hayalen beraberlik o nurun geçmesini temin eder. İşte bu hayalen beraberlik râbıtanın kendisidir.

FATİH KUT: Gayet güzel bir açıklaması oldu gerçekten.

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Başka da izahı yok rabıtanın. Rabıta haşa insana tapınmadır deyip duranlar rabıtaya bu noktadan baksalar meseleyi çok iyi anlayacaklar. Ama meseleye bozuk niyetten dolayı ters taraftan girince iddia ettikleri gibi hem yanlış anlarlar hem de düşmanlık ve nefrete hatta iftiraya sebebiyet verirler

FATİH KUT: Ya karşı gelenler, niye karşı geliyor sayın Hocam?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Lüzumsuzluktan karşı çıkıyorlar diyebilirim. Rabıtanın fiziki îzâhını da ben salih insanlardan çok dinledim. Çok hoş fizîkî İzah şöyle: Elinize makası alınız. Toplu iğneleri çekiyor mu ? Çekmiyor. O makası, mıknatısa sürtün, sonra makası iğnelere tutun. Makas iğneleri çekmeye başlar. Makas mıknatısla hemhal oldu, temasa geçti. Dolayısıyla mıknatısın hali onu etkiledi, ona özelliği geçti ve iğneleri çekmeye başladı. Peki bir başka makası değdirin, toplu iğnelere. Çekmez. Önceki makası, bu makasa sürtün, bu ikinci makas da iğneleri çekmeye başlar. İşte esas cezbedici kaynak ile hemhal ola ola ondaki bazı özellikler buna geçer ki bu geçiş maddenin rabıtası ile olmuştur (M.Z.KOTKU, AK-RA konuşmalarından). Yine şöyle bir örnek vermişti : Demir yakmaz.. Ama demiri ateşe koy, demir ateşle hemhal ola ola öyle bir an gelir ki demir de yakar hale gelir. Dolayısı ile nur sahibi, nurlu, feyizli bir insan ile hemhal ola ola bu nur öteki insana geçer (M.Z.KOTKU, İskender Paşa Camii va’zlarından). Râbıta işte budur.


FATİH KUT: Çok güzel bir açıklaması, îzâhı oldu

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Îzâhı bu, yoksa ibadet falan değil. Yaptıkları yanlış değerlendirme fitneden ve iftiradan başka bir şey değildir. Bakın az önce ilgili hadis-i şerîfi okudum.. İnsan ne ile sahabi olur, ne ile ve nasıl tabiinden olur, anlattım bunları. Sahabi veya tabiinden… oluş ne amelle ne ilimle olur. Feyizli ve nurlu insanlarla sohbetle, beraberlikle, hemhal olmakla olur. Rabıtanın aslı bu. Rabıtanın reddedilecek bir tarafı yok, ibadet olacak tarafı da yok. Bir insanın manen yükselmesi bu durumda amel ile olmamış, ilim ile olmamışsa, başka ne ile olur. Zenginlikle mi olur? Yok, Çünkü İmam Azam zengindi. Pek çok sahabiden daha zengindi. Ama sahabe seviyesine çıkamamıştı.

FATİH KUT: Peki Peygamberimizle Râbıta kurulabilir mi?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Resûlullah Aleyhi´s-Salâtu ve’s-Selam ile olur. Onu da şöyle izah edeyim : Aslında nurun kaynağı Cenâb-ı Hakk’tır. O, önce nurunu Peygamber Aleyhi´s-Salâtu ve´s-Selâm’a indirir. Diğer Peygamberlerden de önce O’na indirir. Peygamberimizden de insanlara dağılırken diğer Peygamberler ve ümmet-i Muhammed’in salihlerine dağılır. Onun içindir ki bu ümmetin salihleri ile diğer Peygamberler aynı anda o nuru alırlar. “Ümmetimin alimleri, salihleri Beni İsrail’in Peygamberleri gibidir” (değeri için bkz. Acluni, Keşf, No:1744) rivayetinin îzâhı da budur zaten. Ümmetin diğer ferdlerine ise bunlar kanalıyla o nur ve feyiz dağılır ki bu dağılma, o sohbet, o beraberlik, o hemhallik, o râbıta ile olur.

FATİH KUT: Nur / feyiz İnsana enerji veriyor değil mi Sayın Hocam ? Neden ?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Enerji verdiği kesindir. Onu rahatlalıkla söylüyoruz. Râbıtanın, zikrullahın, insanı feyizlendirdiği, nurlandırdığı tecrübe ile sabittir. Bu nur, insana güç, kuvvet, cevvaliyet, zindelik, dinçlik verir. O insanlar bundan dolayı sıkıntılara, zorluklara çok iyi tahammül ederler. Çok ibadet etmek onları yormaz hatta dinlendirir. Nafileleri çok işledikleri için, farzlar onlar açısından sıradanlaşır. Mesela sabah namazını, vaktinde camide cemaat ile kılmak çok sıradan bir iş halini alır. Teheccüdü, gece ibadetini kaçıracak olsalar sanki bir farzı kaçırmış gibi, bir haramı işlemiş gibi kendilerini kötü hissederler. Bir de şunu ekleyeyim ; Mesela bir oda düşününüz. Nursuz, secdesiz, namazsız, niyazsız, mendebur insanların doldurduğu bir oda. Oradaki insanlar dışarı çıksın gitsin, sonra gel o odaya, orada hiç bir manevi hava göremezsiniz. Ama o odaya bir tane salih, feyizli insan koyun. O insan kalkıp gittikten sonra girin o odaya, o manevi havayı fark edersiniz. Bu neden oldu ? İşte o insanın nurunun o odaya sirayet etmesi ile oldu. Bu durum isbat istemeyecek kadar açık, belli durur. Biraz da insan firasetle gözlemlerse, bunu görür. Ama firasetsizce olaylara bakarsa o zaman nursuz bir insan ile nurlu bir insanın farkını bile göremez.



Orhan Çeker - Tasavvufi Meseleleri Fıkhi Bakış
Devamını Oku »

Keramet Nedir ?

Keramet Nedir

FATİH KUT: Sayın Hocam Kerâmet konusuna gelelim. Kerâmeti bazı insanlar tamamen reddediyorlar. Bazı insanlar da tam tersine bir tavır alıyorlar. Bu konuda ne dersiniz?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Biz toplum olarak, ortada durmayı yani itidal üzere olmayı pek beceremiyoruz. Ya minimum noktada duruyoruz, ya maksimum noktada. İki uçta bulunuyoruz, ortada durmayı bir türlü beceremiyoruz. Metrenin ya yüz cm. noktasında ya da sıfır noktasında duruyoruz. Bunun bir de 50 noktası var diye hiç düşünmüyoruz. Mutedil olmak gerekiyor. Kur’an bize “ vasat / mutedil ümmet” (Bakara : 143) diyor. Kerâmete karşı çıkanlar hepsini siliyorlar. Kerâmete inananlar da en ufak bir tesadüfü bile kerâmet kabul ediyorlar.
Durun diyoruz her ikisine de, ayaklarınız biraz yere değsin bu işin bir ortası var. Ne çok uçmak, kaçmak, ne de her şeyi silip süpürmek. İkisi de yok, ikiniz de hatadasınız, diyoruz. Peki kerâmete niye karşı çıkılır ? Bir de o mesele var. Ben bunun temelinde, dibinde materyalizmin olduğuna inanıyorum. Diyeceksiniz ki kerâmetin inkarı ile materyalizmin ne ilgisi var. Materyalizm, biliyorsunuz, “gözümün görmediğine inanmam” felsefesine dayanır. Ve ne var ne yok hepsi laboratuvardan, fizik alemden ibarettir. Metafizik diye bir olay yok iddiasındalar.
Bizim akl-ı evveller bir zamanlar mucizeleri îzâh edemeyince materyalist aleme, mucizeleri laboratuvar verilerine göre îzâh yapmaya kalkmışlar. Hatta Mirac’ta bile ‘Peygamber Efendimiz Aleyhi´s-Salâtu ve´s-Selâm, o kadar yere gitmemiştir. İşte şuraya gitmiş gelmiştir veya öyle bir şey olmamıştır’, şeklinde izahlar getirmeye çalıştılar. Neredeyse, ‘mucize dediğiniz şey yok, şu şekildeki fiziki bir olaydır’, demeye getirmişlerdir. İşte bu hareket devam ede ede mucizenin bir benzeri olan olağanüstü hal yani kerâmet de bundan nasibini almıştır. Yani mucizeyi fiziki şartlarda îzâh etmeye kalkışan kafa, yada materyalist kafa kerâmet için de aynı şeyleri söylemiştir. Dolayısıyla o fiziki şartlara iyice alışmış olan anlayış, mucizelere o kadar karşı çıkmasa da veya kendine göre bir takım yorumlar yapmaya kalksa da kerâmete geldi mi, tümden siliveriyor. Yok öyle bir şey diyor. Peki kerâmet ne? Kerâmet olağanüstü bir haldir.

Mahiyet olarak mucizeden farkı yoktur. Sadece mucizede bir iddia, bir meydan okuma vardır. Kerâmette ise böyle bir amaç yoktur. Ama mahiyet olarak ikisi de olağanüstü bir haldir. Kerâmette gizleme esastır. İddia ve meydan okuma yoktur. Kerâmet, isminden de anlaşılacağı üzere Allah’ın ikramıdır. Allah kuluna özel ikramda bulunur. Ona olağanüstü bir şeyler verir. Fiziki şartların ötesinde bir takım nimetler verir. İşte buna kerâmet denir. Kerâmetin örneği var mı ? Kur´ân-ı Kerîm’de gayet güzel örnekler var. Mesela Hz. Meryem’den çok güzel örnekler verilmiş.. Hz. Meryem Anamız mescidin bir köşesine çekilmiş, hücresinde ibadetle meşgulken onun yanına ALLAH katından çeşit çeşit yiyecekler geliverirdi. Zekeriya Aleyhi´s-Selâm bile peygamber iken hayret ediyor, “bunlar sana nerden geldi” diyor. O da “Allah katından geldi” cevabını veriyor. Bu bir kerâmettir. Ya da diyelim ki Ashab-ı Kehf’in veya Uzeyir a.s.in yıllarca üç yüz sene… uyuyuşu.

Ashab-ı Kehf, Bir mağaraya giriyorlar, yüzlerce sene yatıyorlar. Acıkma yok, çürüme yok, üşüme yok. Üzerlerindeki elbisenin eskimesi yok. Bir taraflarının morarması yok. Cenâb-ı Hakk onları evirip çeviriyor. Üç yüz sene uyutuyor orada, uyanma yok, yanlarındaki köpek bile uyuyup duruyor. Bu nedir peki ? Keramet değil de mucize miydi ! Ashab-ı Kehf peygamber değildi ki bu hale mu’cize diyelim. Salih insanlardı. Cenâb-ı Hakk onlara bu ikramı verdi. Kerametti yani. Daha bunun gibi pek çok örnek vardır. Kerâmet Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği kuluna verdiği olağanüstü hallerdir, ikramlardır. Bunun inkarı ile insan, bir yere varamaz. Sadece nefsini tatmin eder o kadar. Bir kitap okumuştum ; “İnanmanın yüceliğine eremiyorsanız, inkârın basitliğinden kurtulunuz” diye bir cümle kullanmış. Kerameti inkar edenlere aynı cümleyi kullanıyoruz. İnkârın basitliğine düşmeyin, diyoruz. Aksine “Cenâb-ı Hakk ikram etmiştir. Ama ben o ikrama layık değilim ki bana vermedi. Belki ilerde o güzel hal içerisinde olabilirim”, deyin ve inkar etmeyin.
Kerametin bir de şöyle bir yönü var : Bir insanın elinde keramet zuhur etmişse o keramet o insanın mensub olduğu peygamberin, hak peygamber olduğunu isbat eder. Öyle ya; keramet sahibi insan, o peygamberin yolunu takip ettiği için bu mertebeye ulaşmıştır. O yol batıl bir yol olsaydı, o yolda yürüyen insan bu ikrama nail olamazdı. Nail olduğuna göre gittiği yol, hak yoldur. Onun içindir ki keramet o yolu getiren peygamberin mu’cizesi kabilindendir.



Orhan Çeker - Tasavvufi Meseleleri Fıkhi Bakış
Devamını Oku »