Tasavvuf ve Mezhebe Düşmanlığın Arka Planı:İslam'ı Tahrif Etmek !

Tasavvuf ve Mezhebe Düşmanlığın Arka Planı:İslam'ı Tahrif Etmek !

FATİH KUT : Peki bazı insanlar neden mezheb ve tasavvufa düşmanlar, bunun sebepleri nelerdir?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Tasavvuf / tarikata düşmanlık ile mezheblere düşmanlığın sebebi aslında aynıdır. Yani şöyle : Bir adam eğer tarikata düşmansa, şöyle veya böyle mezhebe de yan bakar. Ya da mezhebe düşmansa, yanı sıra mutlaka tarikata da düşmandır. Bunu göz önünde bulundurarak; bu düşmanlık nasıl oluştu, arka planda neler var, konusuna girelim. Yanısıra şuna da cevap arayalım : Bu işin içinde hainler var mı ki bizimkiler gafilce onlara uyuyorlar ? Bunun arka planını da anlatmamız lazımdır.

Kur´ân-ı Kerîm’den önce ilahi kitaplara bakıyoruz. Tevrat, Zebur, İncil ve nihayet Kur´ân-ı Kerîm. Tevrat’tan önce de sahifeler vardı. 100 suhuf diyoruz. Çeşitli Peygamberlere sahifeler verilmiş. Kur´ân-ı Kerîm dışındaki diğer kitap ve sahifelere bakacak olursak, sahifeler yok ortada. Tevrat, Kur´ân-ı Kerîm’deki ifadesi ile tahrîf edilmiş. Zebur yine o şekilde tahrîf edilmiş. Hele İncil, sanki ilahi bir kitap değil de o İlahi Kitap çerçevesinde oluşmuş kültürlerin antolojisi gibi. Belki de bu üçü içerisinde en fazla kendisini muhafaza eden Tevrat olmuştur. Öyle bir kanaatim var. Bunun da sebebi sanıyorum Tevrat’ın diğerlerine göre daha çok amelî hüküm ihtiva ediyor olmasıdır. Bu amelî hükümler örfü oluşturmuş, örfler de kolay kolay terk edilmediği için daha uzun zaman kendini muhafaza edebilmiştir. Böyle olunca da Tevrat’ın safiyeti Zebur ya da İncil’e göre biraz daha fazla olmuştur. Neticede üçü de tahrîfe uğramıştır. Bu tahrif işini kim yaptı ? İnsanoğlu yaptı. Peki bu üç kitabı ve sahifeleri tahrîf eden, yozlaştıran, karma karışık hale getiren insanoğlu Kur´ân-ı Kerîm’i de bu hale getirmek istemedi mi? Böyle bir niyeti olamaz mı ? Böyle bir gayreti olamaz mı ?

FATİH KUT: Böyle bir girişimde bulunmadı mı?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: İnsanoğlu, bu şeytan insanoğlu Kur´ân-ı Kerîm’i de bozmak için elinden gelen gayreti gösterdi. Hatta Peygamberimiz’e gelmeden önce bile cin şeytanlar faaliyete başlamıştı. ‘Biz acaba vahyi çalabilir miyiz’ diye elden gelen tüm gayreti sarfetti. Hemen arkalarından onlar ateşle kovalandılar görevli melekler tarafından. Kulak hırsızlığı yapan bu şeytanların kor ateşle kovalandıkları, kovuldukları Kur´ân-ı Kerîm’de birkaç yerde geçmektedir. Tebareke (Mülk) ve Saffat sûrelerinin hemen ilk sayfalarına, ilk ayetlerine bakılabilir. Şeytanın biri kulak kabartsa, hemen görevli melek kor ateş göndermesiyle şeytanı oradan uzaklaştırırdı veya öldürürdü. Böyle bir gayret var. Peygamberimiz Aleyhi´s-Salâtu ve´s-Selâm’a vahiy gelirken yine meleklerin gözetiminde ve herhangi bir mâ-sivâ sözü karışmasın, ilahi söze yabancı sözü karışmasın diye, meleklerin zaptı ve zabıtlığı altında gelmiştir (Cin suresi : 26-28). Resûlullah Aleyhi´s-Salâtü ve´s-Selâm da o zabıtla bu vahyi almıştır. Alır almaz da hemen katipleri çağırmış ve “Bana şu ayetler vahyedildi. Bu ayeti filan sûrenin falan yerine yazın”, diye talimat vermişti. Yani Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem vahyi hemen kayda geçirtirdi. Sadece bununla da kalmamıştır. Kur´ân-ı Kerîm bir yandan da ezberlenmiştir. Yani Kur´ân-ı Kerîm hem kağıda yazılmış, kayda geçirilmiş hem de ezberlenmiştir.

Burada bizim eğitimcilere biraz çatacağım. Diyorlar ki ezberci eğitim olmaz. Bu çok yanlış bir fikirdir. Bizim kültürümüz ezberle gelmiştir, muhakemeyle yaşatılmıştır. Burası çok önemli, bizim kültürde hem ezber hem muhakeme var. Batı kültüründe materyal kaynak bilgi olmayınca, ezbere gerek yok. Bu bakımdan onlarda sadece muhakeme olduğu için ezber ve ezberciliğe karşı çıkarlar. Peygamberimiz Aleyhi´s-Salâtu ve´s-Selâm ile ilgili olarak söylemiştim. Veda’ hutbesinde son cümle olarak “Burada olanlar olmayanlara bildirsin. Olabilir ki burada olmayanlar, olanlardan daha iyi anlamış olabilir”, buyurmuşlardı. Burada olan kişi, hadîs’i aynen ezberleyecek, anlamasa bile olduğu gibi nakledecek, kendisine nakledilen kişi daha iyi anlayacaktır. Sen emaneti anlamasan bile naklet. Mesela Kur´ân-ı Kerîm’in tümü ezberle gelmiştir. Bize hadîslerin hemen hemen tümü ezberle gelmiştir. Bize dinimizin bütün materyalleri ezberle gelmiştir.

Ben şuna çok hayret ediyorum : Tecvidde “revm” denilen gizli ses anlamında bir kelime var. Müzikteki tını diyebileceğimiz bir kelime. Ayrıca “işmâm” diye bir kelime var ki harekeyi işaret eden dudak hareketi demektir. 1400 sene bu ümmet o ince şeyleri dahi ezberleyip nakletmiştir. O emanet sahibi insanlar ; “bu küçük şeyleri nakletmesek ne olur, bunun mantığı nedir”, dememişler, “madem ki Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem öyle yaptı hikmetini anlamasak bile nakledelim demişler” ve olduğu gibi nakletmişlerdir. Dinimiz ezberle gelmiş, muhakeme ile yaşamıştır. Peygamberimiz Aleyhi´s-Salâtu ve´s-Selâm diyor ki, “yedi yaşında iken çocuğunuza namaz kıldırınız”... Yani yedi yaşındaki çocuğa en azından sübhanekeyi, fatihayı, kısa sureleri, namaz dualarını öğreteceğiz. Çocuk bunları ezberleyecek ki namaz kılsın. Birisi ‘anlamadığı şeyi niye ezberletiyorsun çocuğa’, dese yanlış olur. Yani çocuk manasını anlamasa bile ezberleyecek. Kur´ân-ı Kerîm ezberle bir yandan da yazılarak geldiği için, en ince bir tınısı dahi bozulmadan geldiği için, şeytanlar Kur´ân-ı Kerîm’i lafzan tahrîf etmekten ümidini kesmişlerdir.

Yani Kur´ân-ı Kerîm’in tek bir sözünü değiştiririz diye bir ümitleri yok ama şeytanların bir ümidi var. O da Kur´ân-ı Kerîm’in lafzı, sözü, kelimesi, cümlesi, aynen duracak fakat ona yükleyeceğimiz mana farklı olacaktır, diye ümitlidirler. Mesela diyelim ki “kalem”, ‘bu bildiğiniz kalem değildir’ diyecekler ve hiç ilgisi olmayan İslam’a ters bir mana verecekler. İşte bu manevi tahrîf yani Kur´ân-ı Kerîm’i ma’nen yozlaştırma noktasında şeytanlar ümitlidirler. Bu konuda bayağı da mesafe alıyorlar. Mesela adam, ‘bu söylediğiniz Kur´ân-ı Kerîm’de var mı’ diye soruyor. ‘Hadîs’lerde var mı’, diye sormuyor. Hadis sanki yok devrede. “Kur´ân-ı Kerîm’de yoksa ben kabul etmem” diye sapıkça diretiyorlar. ‘İslam varsa, Kur´ân-ı Kerîm’dekidir. ‘Kur´ân’daki İslam…’ deyip duruyorlar. Kur´ân-ı Kerîm’i ma’nen tahrîften koruyan şey Sünnettir. Onun için o şeytanlar sünnete karşıdırlar. Yani herhangi bir ayet üzerinde birileri düşünüyor, şeytanca bir mana vermeye kalkıyor. Ama bu ayete bu manayı veremezsin anlamında karşısına beş on… tane hadîs dikiliyor. O hadisler ‘Bu mana İslam’a terstir’, diyor. Kısacası, manevi tahrîfi engelleyen şey, Peygamberimizin Sünnetidir. Onun içindir ki Sünnete karşı çıkış, ‘hadîslere uydurma karışmıştır’ filan…gibi iddia ve söylemler, Kur’an’ı manen tahrife uğratmak amaçlıdır. Hadîsler bir tarafa, Kur´ân deyip duranlar asıl olarak Kur´ân-ı Kerîm’i tahrîf etmek için Sünnete karşı çıkıyorlar. Çünkü hevalarına göre bir ayete mana vermeye kalksalar sünnet karşılarına dikiliyor ve o manayı vermelerine engel oluyor. Ona o şeytan bu sefer Sünneti aşma fikrini aşılamaya / vahyetmeye çalışıyor. O da Sünneti inkar yoluna gidiyor.
Bu sebeptendir ki Sünnet devrede olduğu sürece Kur´ân-ı Kerîm ma’nen yozlaştırılamayacaktır. Sünnet düşmanlığının temelinde, arka planında, aslında masum bilimsel bir mesele değil, bir ideoloji yatmaktadır. O ideoloji de İslam’ı ma’nen tahrîf etmektir.. Yani adı İslam olan, ama kendisi İslam olmayan bir din üretme projesidir. Sünnet bu ideolojinin yer bulmasına engel olduğu için, o kişiler Sünnete düşman kesiliyorlar.
Bu şeytanlar bir yandan da İslam dinini müslümanların zihninde basitleştirmeye, küçük düşürmeye, darma dağınık bir dinmiş gibi göstermeye çalışıyorlar. Bunu gerçekleştirmek için de dillerine doladıkları konulardan bir tanesi İslam alimleridir. O alimleri mümkün olduğunca kötü ve sanki İslam’ı yanlış anlatmışlar gibi göstermek için yırtınıp çatlayıp duruyorlar. Halbuki dinimizi emaneten o alimler getirdiler.

Emanete son derece titizlikle riayet ettiler. Biz onlara minnettarız. Bir müzikal tınıyı (revm) bile kaybetmeden bize nakletmişlerdir. Biz onlara ömür boyu teşekkür etsek üzerimizdeki haklarını ödeyemeyiz. Alimlerimize, hele bir sahabiye, bir tabiiye, bir İmam Azam veya benzer birine ömür boyu teşekkür etsek, haklarını ödeyemeyiz. Bu şahsiyetler zararlılar karşısında kale gibi, dağ gibi durmuşlar, batıl fikirlerin İslam’a işlemesine engel olmuşlardır. İşte o bozuk niyetli düşmanlar, önce alimlere çattılar. Bu arada en kolay çattıkları şey mezhebler ve tarikatlar oldu. Çok mesafe de aldılar. Bu taarruzdan en çok nasibini alan, zararlı çıkan fıkıh mezhepleri, fıkıh ilmi, kelam ilmi ve tasavvuf oldu. İlk dış çerçevede onlar olduğu için bu üçü etkilendi. Ben bekliyordum, acaba Peygamberimizin Sünnetine ne diyecekler diye.

Elli çeşit şeytan çıktı ortaya. Kimileri, ‘Peygamber Aleyhi´s-Salâtu ve´s-Selâm bir postacıdır, –hâşâ- Allah’tan aldı, bize nakletti, işi bitti. Resûlullah artık bize karışamaz. Biz sadece Kur´ân’ı okuruz, ne anlarsak onu bilir, onu yaparız’ dediler. Yani Sünnet onları ilgilendirmez oldu. İşte bu insanlar küfre girerler, din dışına, İslamın dışına çıkarlar. Kimisi de, “Peygamberimizin Sünneti beni tabii ki bağlar ama Peygamberimiz’den gelen hadîs sayısı 17 tane…dir” diyor. Böylece dolaylı olarak onlar da Sünneti dışlamış olmaktadırlar. Böylece çeşit çeşit Sünnet düşmanları ortaya çıkıp duruyor. Bu şeytanlar Sünnet konusunda da belli bir mesafe aldıktan sonra ben hayretle takip ettim, acaba Kur´ân-ı Kerîm hakkında ne diyecekler diye. Bu sefer bula bula tam şeytanın icad edeceği iki kelime, iki söylem buldular. Birisi “tarihsellik”, öbürü “mahallîlik”, yani yerellik. Onlara göre ; İman ilkeleri dışında eyleme dönük bütün emir ve yasaklar tarihseldir. Yani o hükümler ilk asırda vardı, o asırdan sonraya etkisi yok, dediler. Bu ifadeyi duyar duymaz ilk defa aklıma gelen şey, Rahmetli Mustafa Sabri Efendinin
هو اقصر طريق الى الكفر
ifadesi geldi.

Manası : “Küfre giden en kestirme yol” (Mevkifu’l-Akl, 4 / 281, Mısır,1950). Bu söylemle birlikte mahallîlik, yerellik söylemi de şeytan uydurması başka bir söylem. Yani ‘Kur´ân-ı Kerîm indiği coğrafyayı ilgilendirir, Hicaz, Mekke, Medine, Cidde’yi…ilgilendirir. Kur’an, bu coğrafyanın dışına taşmaz’. Haşa. İşte Kur´ân-ı Kerîm’i manen tahrîfin iki tane şeytanlık örneği. İşte bu şeytanlıktan, bu düşmanlıktan tasavvuf en başta nasibini aldı. İsmi İslam olan ama kendisi İslam olmayan bir din üretmek isteyenler, tabii ki mezhebe de düşman olacaktır, tasavvufa da düşman olacaktır. Alimlerimize zaten düşman olacaktır. Sünnete de düşman olacaktır. Son olarak Kur´ân-ı Kerîm’e de tarihsel deyip dolaylı olarak düşman olacaktır. Görüldüğü gibi düşmanlığın sebebi, aslında dini tahrîftir.

FATİH KUT: Biz anlattıklarınızdan şunu çıkaralım : Bu, kademeli bir yaklaşım yani, değil mi?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet, evet. Bunlara herhalde cin şeytanları akıl verdi ki bunu akledebiliyorlar. Yoksa insan bunu akledemez, diye düşünüyorum. Hemen buracıkta bir kitap tavsiye edeceğim. Türkçeye de tercüme edildi. ‘İngiliz (Britanya) Ajanı Hempher’in Hatıratı’. Küçük bir kitap. Bunun okunmasını çok arzu ederim.

FATİH KUT: Neler var içinde Hocam genel manada?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Bunu uzun uzun anlatamayacağım. Şu kadarını söyleyeyim: Uzun yıllar İslam ülkelerinde ajanlık yapmış olan misyoner Hempher’in hatıratı. Misyonerliği İslam ülkelerinde 1700’lü yıllarda yapmış. Hatıratını yazmış. İngiltere hükümetine 27 maddelik bir rapor vermiş. Müslümanların kafasından kaldırılması gereken fikirlere dairdir bu rapor. Diyor ki, ‘bu fikirler müslümanların kafasından silinmeden biz müslümanların kafasına giremeyiz, dinlerini bozamayız’.

FATİH KUT: Çok ilginç gerçekten.

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet ilginç. 27 madde.

FATİH KUT: Bunu İngiliz ajanı diyor.

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Bunu İngiliz ajanı diyor, 1700’lü yıllarda yazmış. Bu arada kulakları çınlasın. İhsan Süreyya SIRMA Hoca da bunu, Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri adlı kitabı içerisinde yayınladı.
Bu maddelerden unutamadığım birkaç tanesinden birisi, konumuzla ilgili: Müslümanların kafasından geçmiş alimlere hürmet fikrini yıkmamız lazım maddesi. Selefimize hürmet fikri. Yani diyor ki, bu hürmet fikri müslümanların kafasında olduğu sürece biz müslümanların gönlüne, kafasına, fikir yapısına giremiyoruz. Bunu söyleyen on yıl İstanbul’da ajanlık yapan birisi, hatıratını yazan Hempher. Bakmış ki İstanbul’da bunu yapamıyor, çünkü İstanbul’daki hocalar geçmiş alimlere son derece hürmetkar; bırakıp Ortadoğu ülkelerine doğru gidiyor, orada belki bir iş yapabilirim diye. Bu ajan, kendi ifadesine göre, İstanbul’da her ne zaman medresedeki hocasına bir fit atacak olsa, hocası “o hususta İmam A’zam… şöyle şöyle demiş, senin dediğin yanlış” deyip meseleyi bağlarmış. Yani ajan orada hocaların bi türlü kafalarına girip fitne uyandıramamış. İstanbul’da on yıl uğraşmasına rağmen başaramamış fitne işini. Ajan medresede okurken müslüman olduğunu söylermiş, bir yandan da İngiliz sefareti ile ilişkilerini devam ettirirmiş. Adını da İbrahim koymuşlar. Bunları hatıratında anlatıyor ajan. Medresede hocası onu evlendirecek bile olmuş ama o, foyası ortaya çıkmasın diye bu teklifi iktidarsızlığa vurarak kabul etmemiş. Bu adam, geçmiş alimlere hürmeti olan İstanbul çevresinde fitne çıkaramayınca orayı terk etmek zorunda kalmıştır.

FATİH KUT: Sayın Hocam içeride de kitabın ismini tekrar izleyicilerimiz istiyorlarmış.

PROF. DR. ORHAN ÇEKER, Britanya Ajanı (Casusu) Hempher’in Hatıratı veya İhsan Süreyya SIRMA Hocanın, Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri. O 27 maddelik rapor ilginç gerçekten. Kültür olarak ne kadar yozlaşmış, nereye kadar gitmişiz. Böylece mezheb ve tarikat düşmanlığı İslamın tahrîf edilmesinin ilk harekatı olarak belirlenmiştir. Hani kale yapısında iç kale, bir de dış kale vardır ya işte İslam kalesinin dıştaki surları ; Fıkıh, Kelam ve Tasavvuftur. İlk önce onlara düşmanlık yapmışlardır. Bizim içteki saflar da onlara ortam hazırlıyor.

FATİH KUT: Ne diyelim, Allah ıslah eylesin.
Devamını Oku »

Mezhep ve Tarikar Bid'at Değildir,Çok Hadis Bilmek,İçtihad EtmeyiGerektirmez

Mezhep ve Tarikar Bid'at Değildir,Çok Hadis Bilmek,İçtihad Etmeyi Gerektirmez

FATİH KUT:Mezheb konusunda bazı insanlar, bid’attir, olmasa da olur hatta daha da tehlikeli şeyler söylüyorlar. Hatta mezhebe ne gerek var ki. “Kur´ân ve Sünnete uyduktan sonra zaten sen yolunu çizmişsin” deniliyor. Bu noktada neler söylersiniz?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Önce konumuzla kısaca ilgisini hatırlatalım : Konu tasavvufken niye mezhebe geldi. Şunun için ; çünkü Cibril hadîsinde her üçü beraber söylendi. İtikadî mezhebler yani inanca dair mezhebler, amelî mezhebler bir de ruh terbiyesi ile ilgili mezhebler yani tarikat. Her üçü de yol anlamına gelir. Bu hususta tarikatla ilgili söyledikleri ileri geri lafları mezheble ilgili olarak da söylüyorlar. Dolayısıyla birine verilecek cevap aynı zamanda diğeri için de cevap olacaktır.

Diyorlar ki ; mezheb Peygamberimiz Aleyhi´s-Salâtu ve´s-Selâm ve onun oluşturduğu toplum, sahabi toplumunda yoktu. Mezhebler bilmem ne kadar zaman sonra ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla mezheb bid’attır. Yani sonradan türedi şeylerdir. Ve daha ne safsata sözler, iddialar. Bu gibi sözler tabii ki kulağa ve nefse hoş ve yaldızlı geliyor. Ama bu havada söylenmiş olan sözleri, iddiaları yere indirecek, topluma uyarlayacak olursak, acaba doğru tarafı var mıdır? Yoksa hiç doğru tarafı kalmayan şeyler midir? Öncelikle bu sorunun cevabını net olarak ortaya koyabilmek için sahabe toplumuna bakmamız gerekiyor.

Şimdi bu iddiaya göre yani mezhep bid’attır, sonradan türemiş şeydir, iddiasına göre ne kadar sahabe varsa hepsinin müctehid olması, hiç birinin diğerini taklid etmemesi gerekir. Yani bu iddia şu demektir : ‘Bütün sahabe kendileri doğrudan Kitap ve Sünnet’ten hüküm çıkarıyorlardı ve öylece uyguluyorlardı. Yani sahabenin tümü müctehid idi, aralarında hiç mukallid yoktu’. Peki bu iddiayı sahabe toplumuna uygulayalım bakalım sonuç böyle mi çıkacak. Şöyle bir soru sorarak konuya girelim : Sahabe alimleri yani kendilerine fetva sorulan, ictihadda bulunan sahabe alimleri acaba kaç kişi idi ? Konuya buradan girelim. Fakih yani fıkıh’ta üstad olan sahabiler dendiği zaman ilk önce akla 7 (yedi) kişi gelir. Bu yedi kişi Hz. Ömer, Hz. Ali üç tane de Abdullah’ımız var : Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes’ud. Bir de genç bir sahabi vardı, Zeyd b. Sabit. Annelerimizden de Hz. Aişe vardı. Yani fıkhî konularda ictihad eden sahabiler, fakih sahabiler dediğimiz zaman bu yedisi akla gelir. Bir de bunlar kadar olmasa da orta seviyede ictihad edenler var. Onlar da yirmi - otuz civarındadır. Bunlardan başka ömründe sadece tek ictihadda bulunmuş olanlar ya da iki ictihadı bize gelmiş olan sahabiler de var. Bunların hepsini topladığımız zaman 162 kişi ediyor. Bu 162 kişinin yirmi tanesi kadındır.

Geri kalan 142’si erkeklerden oluşur. Şimdi ikinci soruyu soralım : Sahabe toplumunun nüfusu acaba kaç bin idi. Nüfusu ne kadardı ? Yuvarlak bir rakam söyleyelim : 162 bin olduğunu düşünelim ki sadece Veda haccına ve hutbesine katılanların 120 bin olduğu söyleniyor. Bir de hacca gidemeyenler var. 150 ile 200 bin arasında olduğunu tahmin ediyoruz biz. 162 bin olarak alalım. 162 tane müctehid sahabe olduğuna göre - o da tek ictihadı olanı bile sayarsak- o zaman sahabe içerisinde müctehid oranı binde bir idi, diyebiliriz. Yani bin sahabiden bir tanesi ancak müctehid idi. Geri kalan dokuz yüz doksan dokuzu mukallid idi ki onlar bu müctehid sahabilerden birine meselesini soruyor ve amel ediyordu. Dikkat edin biz tek ictihadı olanı bile saydık. Normalde belki müctehid sahabe sayısı 30 veya 40 civarında kalır. Öyle görüldükleri yerde acaba burada dinimizin hükmü nedir diye kendisine soru sorulan otuz, bilemediniz kırk civarında sahabi ancak vardır. Ama biz onların hesabına gelir belki diye hesabı geniş tuttuk, yüz altmış iki dedik. Yüz altmış iki bin nüfuslu sahabe toplumunda yüz altmış iki tane müctehid var. Yani müctehid sahabilerin, mukallid sahabilere oranı binde bir olmuş oluyor.
Dikkat ediniz, bu sahabilerin tümü Arapçayı biliyor. Kur´ân-ı Kerîm inerken vahye, şahid olmuş. Resûlullah Aleyhi´s-Salâtu ve´s-Selâm’ın hayatını görmüş. Onunla beraber oturmuş, konuşmuş, O’nu, onlar bizzat gözleri ile görmüş. Bu ümmetin en faziletlileridir. Buna rağmen sahabe toplumunda müctehid oranı binde bir olmuştur. Hatta biz hesabı biraz daha gerçeğe uygun şekliyle söylesek belki de bu oran beş binde ya da on binde bir olur. Sahabe toplumunda bir müctehide karşılık 999 mukallid bulunduğuna göre mezheb bid’at olamaz. 999 kişi gidip o kişilerden birine meselesini soruyor ve daha da inceleme ve araştırma yapmadan onunla amel ediyordu. Biz ne yapıyoruz ? Mesela İmam Azam’a soruyoruz. Ya da İmam Şafii’ye soruyoruz. Bizim yaptığımızın sahabenin yaptığından ne farkı var ki, bizimki bid’at oluyor. Demek ki mezhebe bid’at diyen kişi, en azından kitapları, sahabe hayatını gözden geçirir de söyleyeceği sözü biraz mantıklı söylemeli.

İşte görüyorsunuz ‘mezheb bid’attır’ iddiasının sahabe toplumuna oturan hiçbir tarafı yok. Sahabe müctehidlerinden mesala Abdullah b. Mes’ud hac’dan dönerken çölde oturanlardan birisi ona bir soru sormuştur, nikahla ilgili. O da filan kişiyle nikâhlanman caizdir, cevabını vermiş. Kendi ictihadı ile tabii ki. Medine’ye geldikten sonra biraz araştırmış, meğer söylediği fetva yanlışmış. Bunun üzerine geri o çöle dönmüş. Bilmem kaç gün yol gitmiş. O adamı bulmuş ve “ben o konuda yanlış cevap vermişim, senin bu kadından ayrılman gerekir” demiş ve onları ayırarak tekrar Medine’ye dönmüştür. Şimdi o çölde soru soran kişiye, Abdullah b. Mes’ud, “Kur´ân-ı Kerîm var, Peygamberimizin Sünneti var, ona bak, kendin ictihad et ve kendi ictihadınla amel et”, dememiştir. Sahabenin cevaplarında böyle bir ifadeye rastlamazsınız. Bu iddia sahiplerinin söylediği sözü sahabe, soru sorana demiyordu. Yani sahabenin büyük çoğunluğu az sayıdaki sahabe alimini taklid ediyordu. Şimdi güya bizimkiler “elimde Kur´ân var, bir de Sünnet var, yeter” diyorlar. Abdullah b. Mes’ud öyle demedi ama. Yani bunların dediğini sahabe dememiştir. Sahabenin yaşantısı bunların dediği gibi değildi. Peki bunların dediği ne olabilir? Acaba kim destekliyor bunları ? Mezheb imamlarına küfrediyorlar, onları zındıklıkla suçluyorlar, bid’atçı şu bu vs. Bu fikirlere kim sevk ediyor bunları ? Olsa olsa şeytanlar sevk ediyordur. Başka da ihtimal yok görünüyor. Biraz ayaklarını yere bassalar ve sahabe toplumundaki olayı bizzat gözleriyle inceleseler böyle konuşmayacaklardır.
Demek ki “Mezheb bid’attır” cümlesi tamamen palavradır. Mezhebin bid’atle hiç ilgisi yoktur. Sahabe toplumunda bile çok az kişi müctehiddi. Sahabenin geri kalanı mukallid idi. Bir de şunu söylüyorlar. “Ben çok hadîs okurum. Ciltler dolusu hadîs kitaplarım var. Peygamberimiz ne dediyse öyle amel ederim. Mezheb vs. hikâye “diyorlar. Halbuki bu ifadelerin, sahabe nazarında hiçbir değeri yoktur ve tümden palavra ifadelerdir. Çok hadis bilmek, ictihad edebilmek anlamına geliyormuş gibi anlıyorlar ki bu da çok yanlış bir düşünce.

FATİH KUT: Yani çok hadis bilmek o kişi için ictihad edebilme kudreti anlamına gelmez diyorsunuz ?

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet öyle tabii. Bu iddialarını da sahabe toplumuna uyarlayalım bakalım ne çıkacak. Az önce fıkıhçı yani ictihad eden sahabiler 162 kişidir dedik. Peki hadîsçi sahabiler ne kadardı ? Yani Peygamberimizden bize hadîs nakleden sahabiler kaç kişiydi ? Sadece Baki b. Mahled, el-Müsnedu’l-Kebir (el-Musannef)inde 1300 (bin üç yüz) den fazla sahabe ravisinin adını söyler. Hadîs nakleden bin üçyüz kişi rakamı nerdeee, 162 kişi nerdeee. Bu sayıları yuvarlak olarak birbirine oranlayacak olursak, aşağı yukarı sahabe toplumunda on tane hadîsçi varsa buna karşılık bir tane fıkıhçı vardır. Bu ne demek? Bu, fıkıhçı, sahabe toplumunda hadiscilere göre % 10 oranındadır demektir. 1 fıkıhçıya karşılık 10 hadisci düşüyor. Öyleyse çok hadîs bilen çok ictihad eder, diye bir kaide yok. Bizimkiler de böylece, ‘çok hadis biliyorum, kendim ictihad ederim’, deme hakkına sahip olmazlar. Aksi iddia sahabe toplumundaki olguya ters düşer.

FATİH KUT: Buradan o çıkıyor matematiksel olarak.

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet o çıkıyor. Bunu 3 örnekle daha destekleyeyim. Hadîste bir numara sahabi kimdir, diye sorsak.. Cevabı belli, her yerde yazar, herkes de bilir. Bu isim, Ebu Hureyre’dir. Ebu Hureyre bize Resûlullah Aleyhi´s-Salâtu ve´s-Selâm’dan 5374 hadîs nakletmiştir. Hemen hemen Kur´ân kadar bize hadîs nakletmiştir. Peki, en çok hadîs nakleden bu sahabinin, fıkıhta başka bir deyişle ictihadda bir numara olması gerekmez mi? Öyle ya hadiste 1 numara olan kişi, fıkıhta da 1 numara olmalı değil miydi o iddiaya göre!

FATİH KUT: Yani bu kadar hadîs bildiğine göre öyle olması gerekir.

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Ama öyle olmamış, Ebu Hüreyre ‘çok hadis biliyorum, öyleyse çok ictihad ederim’ dememiştir. Fıkıhtaki 1 numaralar arasında yok Ebu Hureyre. Bir örnek daha vereyim : Mesela Hz. Ömer’in, hadîste adı geçmez. Kendisinden rivayet edilen hadîs 130-140 civarındadır. Ama fıkıh’ta bir numaradır. Demek ki hadis bilmek başka, ictihad etmek başka bir şeydir. İkisi birbiriyle doğru orantı teşkil etmez.

FATİH KUT: Demek ki çok hadîs bilmekle bu iş olmuyor.

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Örneklerle net olarak ortaya çıkıyor ki durum bu. Dolayısıyla birisi “Ben çok hadîs-i şerîf okuyorum, öyle ise hiç bir fıkıhçıya ihtiyaç duymadan ictihad edip amel edebilirim”, diyemez, demesi yanlıştır. Bu yanlış iddianın sahabe toplumunda yeri yoktur gördüğünüz gibi.
En canlı bir örnek daha vereceğim. Resûlullah Aleyhi´s Salâtü ve´s Selâm Veda’ konuşmasını, hutbesini irad ederken son cümleyi şöyle bitiriyor :
فليبلغ الشاهد الغائب
“Burada olanlar, burada olmayanlara bunu bildirsin”. Dolayısı ile veda’ haccına gelmeyen sahabiler de var demiştik ya, geridekileri de hesap edersek 150 - 200 bin arası sahabi nüfusu tahmin ediyoruz. Yani benim bu sözlerimi aynen hatırda tutun, kendiniz yorumsuz olarak nakledin. Devamında buyuruyor ki
لعل الغائب اوعى من سامع
“Olabilir ki uzakta olan burada dinleyenden daha iyi anlamış olabilir”. Demek ki hadîs’i duyan, hatta nakleden kişi naklettiği kişiden daha iyi anlamamış olabilir.

FATİH KUT: Evet, buradan bu sonuç da çıkıyor.

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Buradan bu da çıkıyor. Netice şu ; Sahabe toplumunda hemen hemen on hadîsçi sahabeye karşılık bir fıkıhçı sahabe vardı. Fıkıhçı sahabe en geniş şekliyle söyleyecek olursak hadisci sahabeye göre onda bir oranında idi. 999’u mukallid idi. 1000’de 999’u ise taklid ediyordu. Dolayısı ile o 999’un taklid ettiği bir mezhebi vardı.

Mesela Abdullah b. Mes’ûd’a güveniyor, sahabeden gidip ona soruyordur. Ya da Hz. Ali’ye güveniyordur, gidip ona soruyordur. Ya da Hz. Aişe’ye kadınlar ve daha çok yakın akrabaları gidip ona soruyorlardı. Ya da diyelim ki Zeyd b. Sabit. Gidip ona soruyorlardı. Genelde Irak merkezli mezheplerin -Hanefilik gibi- kaynağında sahabeden Abdullah b. Mes’ûd, Hz. Ali ve Hz. Ömer vardır. Ama Medine kaynaklı mezheplerde -Malikîlik, Şafiîlik gibi- bunların dip notlarında, kaynaklarında Zeyd b. Sabit vardır, Abdullah b. Abbas vardır, Abdullah b. Ömer vardır. Yani o civarda yaşayan sahabiler vardır. Herkes kendi yakınındaki sahabiye gidip meselesini soruyordu. Ya da sahabi gidip yine bir başka sahabiye soruyordu. Dolayısıyla çok hadîs bilmek çok ictihad etmeyi gerektirmiyor. Zamanımızda kimi heyecanlı insanlar, özellikle gençler olur. ‘Ben binlerce hadîs okudum, öyleyse kendim amel ederim’ diyor. Bu sözler heyecandan öte bir şey ifade etmez. Vakıa bu iddiayı tekzib etmektedir.

Kısacası mezheb bid’at değil, sahabe toplumunda da bu olay var idi. Mukallid ve müctehid de, ictihad ve taklid de var idi. Sahabe toplumunu bizzat esas alırsak her hadîs bilen kişi, ictihad ediyor değildi. İctihad ayrı bir şeydir. Yani mezheb bid’at olmadığı gibi, sünnete uygun yaşantı biçimi demek olan tasavvufi yaşantı, veya zühd hayatı da sahabe toplumunda var idi. Ama nasıl ki aslı sahabe toplumunda var olduğu halde Hanefi ismi sonradan çıktı ise, tarikat da yaşantı olarak var idi, sadece ismi sonradan çıktı. Varlık olarak mevcuttu, bid’at / türedi değildi. İsmi sonradan çıkmış olabilir. Hiç önemli değildir. Mesela Kur´ân-ı Kerîm okuma ilmi demek olan tecvid ismi olmadığı gibi tecvid ismi ile bir ilim de yoktu ama Kur´ân-ı Kerîm’i güzel okuyup öğretme vs. var idi. Tecvid diye bir isim sonradan konulmuştur. Şimdi geçelim tasavvuf dış kaynaklı mıdır meselesine ?
Devamını Oku »

Peygamberimiz hangi mezheptendi? !





Peygamberimiz hangi mezheptendi? !

Bu soru, mezhepsizlerin ve dinsizlerin, müslümanları köşeye sıkıştırmak maksadı ile sordukları bir sorudur. Zira bu soruya muhatap olan, “Peygamberimizin mezhebi yoktu” dese, bu sefer soru sahibi, “O zaman bu mezhepler nereden çıktı?” diyecek; yok eğer, “Peygamberimiz Hanefi idi, ya da Şafi idi” dese, bu sefer de bir mezhebi Peygamberimize isnad ederek hata etmiş olacak; eğer cevap vermeyip sükût etse, bu sefer de soru sahibine mağlup olmuş ve onun haklılığını tasdik etmiş olacak. Yani her halükarda zarar edecek…

O halde yapılması gereken; ince bir cevap ile soru sahibini ikna etmek ve mezheplerin hak olduğunu ona kabul ettirmektir. Bizler bu makamda, bu soruya muhatap olanları teneffüs ettirecek bir cevabı verecek; cevabımızda da misal dürbününü kullanacağız.

1. Misal: Bir su kaynağını ve bu kaynağın oluşturduğu bir havuzu farz ediyoruz. Havuzun suyu dört farklı kanala dökülüyor olsun. Kaynaktan akan suyun da dört rengi var; mavi, kırmızı, sarı ve yeşil… Bu dört renk, havuzda karışık bir şekilde dururken, kanallara doğru yöneldiğinde, her kanala bir renk giriyor. Suyun mavi rengi bir kanala, kırmızı rengi bir kanala, sarı rengi bir kanala ve yeşil rengi bir kanala…

Şimdi, kanalların diğer ucunda duran ve bu dört kanaldaki dört farklı rengi gören kişi soruyor:

“Bu havuzun rengi nedir?”

Şimdi siz, “sarı” deseniz, havuz sarı değil; “kırmızı” deseniz, havuz kırmızı da değil; “yeşil” deseniz, yeşil de değil; “sarı” deseniz, sarı da değil. Eğer, “Bu sular bu havuzdan gelmiyor” deseniz, bu da doğru değil; yok eğer sussanız, bu da soru sahibini sevindirecek.

O halde ona şu cevabı vermek gerekir ki, hem doğrudur, hem de hakikattir: Su kaynağı ve havuz, bu renklerin hiçbiri değildir, belki bu kaynak ve havuz öyle bir renktedir ki, bütün bu renkleri içinde barındırıyor ve bütün bu renkler ona aittir. Her kanal, kendi kabiliyeti nisbetinde, havuzun bir rengini gösteriyor.

Aynen bunun gibi, Peygamberimiz (sav) de ilahî bir kaynak ve vahyin havuzudur. Bu havuzun ab-ı hayatı hükmünde olan şer’i hükümler ise, kanallar hükmünde olan mezhepler ile bize ulaşmaktadır. Her mezhep, bu havuzun -tabir-i caizse- bir rengini bizlere ulaştırmakta ve o ab-ı hayatı içmemize vesile olmaktadır. Demek Efendimiz (sav) ne Hanefidir, ne Şafidir, ne Malikidir ve ne de Hanbeli… Efendimiz, bütün bu mezheplerin hükümlerini, şeriatında cem etmiş bir havz-ı ilahidir ve bir menba-ı hakikattir.

2. Misal: Bir ağaç hayal ediyoruz ki, bu ağacın dört dalı ve her dalında da farklı bir meyve var. Bir dalında elma, bir dalında üzüm, bir dalında hurma ve bir dalında da çilek…

Bu muhteşem ağaca bir akılsız bakıyor ve diyor ki: “Bu ağaç ne ağacıdır?”

Eğer “Elma ağacıdır” deseniz, bu sefer daldaki üzümleri inkâr edecek; eğer “Üzüm ağacıdır” deseniz, bu sefer de hurmaları inkâr edecek; yok eğer “Hurma ağacıdır” deseniz, bu seferde diğer meyveleri inkâr edecek.

Ona verilecek cevap şudur: Bu ağaç öğle bir ağaçtır ki, yetiştirdiği hiçbir meyvenin adı ile anılamaz. Belki bu ağaç, bütün bu meyveleri bünyesinde barındıran bir mucize-i kudrettir.
Aynen bunun gibi, Peygamberimiz de -tabiri caizse- böyle ilâhi bir ağaçtır. Bu ağacın dört dalı, dört mezheptir. Her dalında nübüvvetin farklı meyveleri vardır. Peygamberimiz (sav) ne Şafidir, ne Maliki, ne Hanefi, ne de Hanbelî… Peygamberimiz, bütün bu mezhepleri çekirdeğinde ve gövdesinde barındıran bir şecere-i rahmettir.

3. Misal: Güneşin yedi renginin aksini gören bir akılsız sorar: “Güneş mavi midir? Kırmızı mıdır? Yeşil midir? Ve keza…”

Şimdi “mavi” desek, güneş mavi değil, “kırmızı” desek, güneş kırmızı da değil; “turuncu” desek, güneş turuncu da değil, ya da başka bir rengi söylesek, güneş o renkte de değil…

O halde doğrusu şudur: Güneş, bütün bu renkleri içinde barındıran bir cism-i rabbanidir ki, bu yedi renk onun madeninden çıkar.

Aynen bunun gibi, Peygamber efendimiz dahi böyle parlak bir güneştir. Dört mezhep, bu güneşin birer rengidir. Bu ilahî güneş, bu renklerin hiçbiri ile isimlendirilemez. Ancak denilir ki, bu dört renk, yani dört mezhep, bu güneşten süzülmüş ve güneşin bir cihetini gösteren akislerdir. Bu güneş, bu renklerin hepsine sahiptir. O’nun adı ne Hanefi, ne Maliki, ne Şafi, nede Hanbelidir. O’nun adı, Şems-i Hakikat-i Muhammedidir. (Sallallâhû aleyhi ve sellem)

İlmedavet.com’dan alıntılanmıştır.


Devamını Oku »

Ehl-i Sünnetten İmamlar Tek Bir Ailedir






Ehl-i Sünnetten İmamlar Tek Bir Ailedir




Ehli Sünnet vel'Cemaat ulemâsından her bir imam, bir aile reisi gibidir. Bu ailelerin riyâsetini teşkil eden ashabın da en büyüğü, Fahr-i âlem sallallâhu aleyhi ve sellem'dir.

Bu itibarla kıyamete kadar ashaba uyan zevatlar, yani büyük payeye sahib olan ulemâ, icazeli oldukları münasebetiyle Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in halîfeleridir.

İşte Alîyy-ul-Kârî diyor ki: «ibnu Abbas'ın, Ali radıyallahu anhum’dan rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte: Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, bir gün mübarek odasından çıkarken:

“Allah'ım! Benim halîfelerime merhamet et = esirge." buyurdu.

Biz: “Halîfelerin kimdir ya Rasûlallah ?" dedik. Bunun üzerine:

Halifelerim onlardır ki hadislerimi rivayet ederler ve onu (sünneti = şeriati) halka öğretirler.”[1 ]» buyurdu.

ihyau-i-Ulûm’da İmam Gazâlî bu hadisi: «

Halîfelerimin üzerinde Allah’ın rahmeti olsun,” buyurdu. “Halîfelerin kimdir?” denildi.

Bunun üzerine: "Onlardır ki, sünnetimi  ihyâ ederler ve onu Allah'ın kullarına öğretirler.” buyurdu.» şeklinde tahric etmiştir.[2]

Bu hadislerde tavsif edilen halîfeler, gerek ehli hadisten ve gerek  fukahadan, üç asırda yaşayan zevatlardır. Aslında bunlar, doğru bir sûret-te dîn-i mübîn-İ islamiyyenin birinci kaynağı  olan Kur'ân-ı Hakîm'den ve ikinci kaynağı olan hadîs-i şeriflerden en güzel anlamışlardır.

Nitekim Şeyh Muhammed Zâhid el-Kevserî rahimehullah diyor ki:

«Şeriatin hükümleri; ashab, tâbi'leri ve tebe’-t  tabiinin, Allah’ın kitabından ve Rasûlü'nün sünnetinden,  açık Arabi dilin gereği üzerine anladıkları şeylerdir. Fukahanın ameli, Kitab ve sünnetten anlaşılandan başkası değildir. Demek şer‘i şerifin sahibinden başkasının, hiçbir surette teşrî’de hakkı yoktur. Kim ki fukahayı kanun çıkaranlar gibi sayar ve onların da teşrî'de müdahale ettiklerini iddia ederse, o, bir anda hem şeriatten ve hem de fıkıhtan gafil kalmış ve binnetice cehaletinden din düşmanlarının söz etmelerine kapı açmıştır. Nitekim bunu müşahede etmekteyiz. Mütaahhir fukahaya gelince; onlar, yeni vuku bulan meselenin dışında şer'i şerîfe müdahale edemezler. Bunda dahi, ilk asırda yaşayan adamların anlayışlarının hilafına zihab edemezler. Çünkü ilk asırda yaşayanlar, Arabî dili bilirlerdi; tağyir ve tahvil başa gelmeden önce ashab arasındaki konuşma tarzını bilirlerdi. [3]

Hayrete şayandır ki Ehli Sünnet vel'Cemaatten ayrılan sapık fırkaların bilginlerinden kimisi mezheb kavgası ve telfîk-ul-mezâhib, kimisi de takrîb-ul-mezâhîb = mezheblerin birbirine yakın olmaları fikirlerini ortaya koyarak dîni tahrib etmekten sakınmazlar:

Bir taraftan hadisler, iftiralara maruz kalmış...

Râvîleri indî görüşlerle şu hadîsi, bu hadîsi inkar ederler...

Cerh ve ta'dîl bahanesiyle hesabına gelen hadîsi alır, gelmeyeni bırakır. Bu itibarla Kur'an'dan başkasıyla amel edilmez...

Kimisi: Mezheb ulemâsı, birbirine düşmandırlar... Ve telfik-ul-mezâ- hib...

Binnetice "Et-takrib beyn-el-mezâhib = mezhebler arasında yaklaşmalar..." diye bu fikirleri ortaya atmaktadırlar. Bunların görüşleri, cevheri çürük cevize benzemekten ibarettir.

Evvela, hadis olsun fıkıh olsun, zamanımıza sened ve tevâtürle ulaşmıştır. Vaktiyle Şeyh Muhammed Zâhid Kevserî, bu gibi fikirlerin reddiyelerine birçok makaleler yazmıştır. Gerek Hindistan'daki ehil hadîs ve gerekse diğer ülkelerdeki ehli hadis ve fukaha, bu gibi fikirlere aldırış etmediler.

Birçok kitablardan nakletmekten ise, yine Kevserî rahimehullah’tan bir paragraf daha alıp okuyalım:

»Şu takrîb-ul-mezâhib dediklerinden maksadları, Ehli Sünnet vel’- Cemaatten tanınan hidayet rehberleri ise, onların bu çalışmaları, hâsılı tahsilden ibarettir. Çünkü Ehli Sünnet vel Cemaatin imamları ve rehberleri, dinin hizmetinde bir tek aile gibidir. Kitab ve sünnetten istinbat yollarını beyan etmelerinde, icmâ' ile delil getirmelerinde, özel şartlarıyla kıyasta, mezheb rehberleri radıyallahu anhum, parçalanmaya sebebiyet verebilecek bir ihtilafla bulunmadılar ki, birbirlerine yaklaşmış olsunlar.

İslam dîninin fıkhı, bunların eliyle pişmiştir. Kendileri asırlar boyunca şeriatin hizmetinde fâni olup, büyük ihlaslarından, azim uyanıklıktan, geniş idraklerinden ve haberdar olmalarından dolayı mutemed olarak tanınmışlardır.

Mesela Ebû Hanîfe'nin daha yaşlı olmasına rağmen, İmam Mâlik bin Enes'in kitablarını mütalaa etmekten hoşnut olduğunu görürsün. Nitekim ibnu Ebî Hâtim de, Tekaddumet-u Ma'rifet-il-Cerhi vetTa'dîl'de bunu zikretmiştir. Halbuki yaşlı olduğu için İmam A'zarn, ibnu Mes’ûd'un, Ali bin Ebî Tâlib'in ashablarının ilimlerini almıştı. Ki ibnu Mes’ûd ve Ali bin Ebî Tâlib'in ilimleriyle Küfe dopdoluydu. Rahatlıkla diyebilirim ki, ibnu Mes'ud'un arkadaşları ve arkadaşlarının arkadaşlarının adedleri, dört bine ulaşmıştı.

Ebû Hanîfe bu toplumun içinde takrîben kırk ulemayla birlikte fıkhı tedvîn ve tedris ederdi. Muhakemeli bir sûrette meselelerin delilleri üzerinde izahatta bulunurdu. Tâ ki onlara sabahın aydınlığı gibi isabetin yıldızı parladı. Ve hakîkaten fıkıhta bu çalışmalar, benzersiz ve harikulâde bir iş idi ki, Irak’ın şan ve şerefi bununla çok yükseldi.

Böylece şeyhleri ve fukahâ-i  sebhanın tilmizleri sayesinden, Dâr-ul -Hicre’nin âlimi İmam Mâlik, fukahâ-i  sebhanın fıkhını miras aldı. Bununla beraber kendisi hac mevsiminde Ebû Hanîfe'yi arzular, onunla bir araya gelip de İlmî mümâresette bulunması için ve kitablarını mütâlaa etmesi için dört gözle beklerdi. Nitekim Kitâb-ut-Ta’lîm'in mukaddemesinde imâd-ul-islam Mes’ûd ibnu Şeybe es-Sindî'nin dediği gibi, altmış bin meseleyi, Ebû Hanîfe'nin meselelerinden İmam Mâlik toplamıştır. Bunun için bazı Mâlikî imamları, İmam Mâlik'ten bir rivayet tesbit edilmediği takdirde, Ebû Hanîfe’nin meseleleriyle tutunmayı tavsiye ederlerdi.

Böylece 'el-Muttalibî el-imam Muhammed bin idris eş-Şâfiî, Mekke-i Mükerreme'nin âlimi, gençliğinde Medîne-i Münevvere’ye gider, İmam Mâlik’ten Muvatta’ adlı eserini kemâliyle tahsil eder ve Yemen'den Bağdad'a gelişinde de yani H.184 tarihinde İmam Muhammed bin el-Hasen’le birleşir, ondan fıkıh ilmini öğrenir; iki deve yükü kadar kitabı ondan telakkî  eder = öğrenir. Böylece Ebû Yûsuf bin Hâlid'den ve daha başka Ebû Hanîfe'nin ashabından ilmi ahzetmekten çekinmez. Ve böylece Medine ve İraklıların fıkıhtaki yolları arasını bulur, birleştirir. Sonra kadîm kavliyle tanınan görüşünü Irak’ta, cedid tanınan görüşünü Mısırda neşreder. Ve böylece yer yüzünü ilimle doldurur.

İmam Ahmed bin Hanbel, üç sene zarfında üç bohça ilmi, ince meseleleri, İmam Muhammed bin Hasen'in kitabından istifade eder.

Ebû Hanîfe'nin ashabından Esed bin Amr'dan mükemmel ilmi dahi aldıktan sonra imam Şâfiinin H.195’te Irak’a gelmesi zamanında ondan fıkhı öğrenmeye çalışır. Ve böylece imam Ahmed, fıkıh ilimlerinde birçok beldelerin fukahalarının merceî oluyor. En geniş bir surette hadisleri  rivayet eder, sorulan fıkhî meselelerde cevab verir.

Mesela, Ahmed bin el-Ferec, İmam Mâlik ve Medînelilerin meselelerini, İmam Ahmed'in ve ibnu Râhuveyh'in ilmini taşıyan ishak bin Mansûr el-Kevsec, Süfyan es-Sevrînin meselelerini , Meymûnî ise, Evzâinin meselelerini,İsmail bin Saîd el-Cürcânî eş-Şâlencî, Ebû Hanîfe'nin ve ashabının meselelerini İmam Ahmed'den sorarlar. Ve bunlara teker teker, görüş sahibi İmamlarının görüşlerini birbirine karıştırmaksızın izahta bulunur.

İşte, dînin dörtte üçünde müttefik olan bu imamlar, Allahın şeriatinin hizmetinde bir tek aile idiler. Şu ondan ilmi alır, o bundan ilmi alır.

Aralarında bazılarının diğer bazılarına hücumda bulundukları hikayelere gelince; o, dünyanın alçak emtiası üzerine kendini helake götürenlerin ellerinden çıkan yapmacık işlerdir.

Şu mezhebsizliğe halkı davet edip, Müslümanlar arasında mezheb imamlarının tefrikaya sebeb olduklarını ve müctehidlerin görüşlerinin hilaf-ı hak olduğunu, islamda bugüne kadar olan müctehidlerin tâbi’leri-nin hata üzerine devam ettiklerini iddia eden ve bu iddiayla "Zamanın imkanları üzere öncekiler bilmedi, biz biliyoruz." diyen; nihayete ulaşmış cüret ve tehevvürle sayıklar demektir.» [4]



Dipnotlar :

[1] Bu hadîsi, Taberâni, Râmmehürmizî, Hatîb, ibnu Neccâr, ibni Abbasdan, o da Ali' den tahric ettiler. Taberânî diyor ki: "Ahmed bin îsâ Ebû Tâhir el-Alevî, bu hadiste tekleşti."

Mizân'ın müellifi, Dârakutnî'den naklen dedi ki: “Ebû Tâhir yalancıdır ve hadîsi bâtıldır." Kenz-ul-Ummâl c.10 h.n.29167, 29208, 29488

Hafız ibnu Hacer, Lisân-ul-Mîzan’da diyor ki: «Râmmehürmizî, el-Muhaddis-ul-Fâsilu Beyn-er-Râvî vel'Vâî adlı eserde bu hadîsi ibni Abbas'tan, Ali radıyallahu Teâlâ anhum' dan rivayet etti.

Dârakutnî dedi ki: Ahmed bin îsâ Ebû Tâhir el-Alevî, yalancı ve hadîsi bâtıldır.» Lisân-ul-Mîzan c.1 s,241 isim no.756

ibnu Ebî Hâtem, Kitâbu Cerh-i  vet'Ta’dîl c.1 s.65 isim no.11'de: «Ebû Tâhir el-Alevî, Ahmed bin îsâ bin Abdullah bin Muhammed bin Ömer bin Ali bin Ebî Tâlib'dir. ibnu Ebî Fudeyk ve babasından hadis nakleder. Ebû Yûnus el-Medînî de ondan rivayet eder.» demekle yetinerek cerh ve ta'dilinden sükut etti.

Deylemî de el-Fırdevs bi Me'sûr-İI-Hitab adlı eserinde c.1 s.479 h.n.1960'ta tahric etmiştir.

Hafız Zehebî de Siyeru A’lâm-in-Nubelâ c.12 s.21 isim no.17'de diyor ki: «Ahmed bin îsâ el-Alevî, babasından ve ibnu Ebî Fudeyk’ten hadis nakleder. Ondan da Ebû Yûnus el-Medînî, Muhammed bin Mansûr el-Kufî ve daha başkaları hadis rivayet ederler. Maamâfih, inkar edilecek hadisleri de vardır. ibnu Ebî Hâtem ve Ebû Ahmed el-Hâkim, onu zikrettiler ve onu tadîl bile etmediler.»

Allâme Seyyid Muhammed ez-Zebîdî de ihyâ'nın şerhi ithâf adlı eserinde c.1 s,117'de, naklettiğimizin benzerini naklettikten sonra diyor ki: «Ehli hadis, hadisçilere "halîfe" kelimesinin denilmesinin cevazı üzerine “Allah’ım Benim halifelerime merhamet et = esirge. Halifelerim onlardır ki, hadislerimi ve sünnetimi rivayet ederler ve onu (sünneti - şeriati) halka öğretirler." mealindeki hadisle istidlal ettiler.»

Herhalde Şeyh Aliyy-ul-Kârî  bunu nazar-ı itibara almıştır.

[2]Hafız Irâkî ihyâ c.1 s.21’in dipnotunda diyor ki: «Bu hadisi ibnu Abdilberr, ilim'de; Herevî, Zemm-ul-Kelam'da, Hasen'in hadisinden rivayet ettiler.

Denildi ki: "Bu, Hasen bin Ali radıyallahu anhumâdır."; denildi ki: "ibnu Yesar el-Basrî'dir." Binaenaleyh bu hadis mürseldir. ibnu Sünnî, Ebû Nuaym, Riyâdat-ul-Muteallimîn adlı eserde, Hazreti Ali'nin hadîsinin benzerini tahric ettiler.»

Hafız Zebidî diyor ki: «Ve Herevî, Zemm-ul-Kelâm’da bu hadisi Amr bin Ebî Kesir' den tahric etti. Herevî dedi ki: “Amr bin Ebî Kesîr, Ebî Ala'den, o da Hasen bin Ali'den, o da Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'den: …  buyurdu."

Binaenaleyh Herevî bu hadîsi muttasıl olarak tahric etmiştir. Fakat ibnu Abdilberr: "Bu hadis Hasen Basri'nin mürsel hadislerindendir." dedi. Ve bu doğrudur.» İthaf c.1 s.117

[3] makalatu’l kevseri  s.92 ,94

[4] makalatu’l kevseri  s.94,95,119,135,138,274 ‘den iktibas edildi.


İktibas : Merhum Nakşi Şeyhi İsmail çetin Rahimehullah - Şerh-i Mişkat Cilt : 1 Sahife 238-242
Devamını Oku »

Mezheplerin Doğuşu


Mezheplerin Doğuşu
1.BÖLÜM


Hz. Peygamber’ (s.a.v.)in ebedi aleme irtihalinden sonra, Ebubekir (r.a.) döneminde irtidât edenler, aralarındaki münafıkların tahrikiyle dünya işlerini dinden ayırma propagandası yapanlar ortaya çıktı. Bunlar zekatı vermekten imtina ettiler. Sahabe, dünya işlerini dinden ayırmayı, önünden ve ardından hiçbir batıl gelmeyen Kitab/Kur’an’a aykırı bulduğu için onları münafık olarak kabul edip durum normale dönünceye kadar onlarla savaştı.

İkinci halife Hz. Ömer (r.a.) fitnecilere karşı oldukça dikkatliydi. Bundan dolayı, ortada bir şüphe yokken, çetrefilli konularla halkın kafasını karıştırmaya çalışanları sürgün ederdi. Bir taraftan islamî fetihler geniş alanlara yayılıyor, diğer taraftan insanlar grup grup Allah’ın dinine giriyor, çeşitli kavim ve milletler onu kendilerine din olarak seçiyor ve ülkeler peşpeşe onun yoluna teslim oluyorlardı.

Hz. Osman’ (r.a.)ın hilafeti döneminde fitneler ortaya çıkınca, müslümanların içine sızan din düşmanları, halifeyi hafife almak isteyerek, müslümanlar arasında iftira üretmeye ve onlar nezdinde kabul görecek şekilde eski düşmanlıkları canlandırmaya çabaladılar. Zira müslümanların kalpleri temiz, dine dokunmaz görüntüsü veren fitnecilerin, şaşırtma yöntemlerini keşfetmekten uzaktılar. Fitneciler bu amaçla diyar diyar dolaşıyor, yıkım tohumları ekmek suretiyle, bu dini ortadan kaldırmanın yolunu arıyorlardı.

Bu dönemde Abdullah b. Sebe gibilerin yaptığı meşhurdur. Sıffîn olayında, hakem hadisesinden sonra Hariciler, Hz. Ali (r.a.)’yi terkettiler. Büyük günah işleyeni tekfir edecek kadar ileri gittiler. Hz. Ali (r.a.) ölünce, bir kısım insanlar, ona ve ailesine arka çıkmaya devam ettiler. Bunlara Şîa denildi.

Zındık Rafizîler, Ümeyye oğulları ve diğerleri tarafından Ehl-i beyte baskı tekerrür ettikçe müslümanlar arasında fitne tohumlarını ekmek için elverişli bir ortam buluyorlardı.

Peygamber (s.a.v.)’in torunu Hasan (r.a.), Muaviye (r.a.) lehine hilafetten çekilince, bir grup, her iki taraftan ayrıldı, ilim ve ibadetle meşgul olmak üzere mescitlerine çekildiler. Bunlar daha önce, Ali (r.a)’nin safında yer alanlardı. İşte bunlar, Mu’tezile’nin kökünü/temelini oluşturmaktadır[2].

Anlatıldığına göre: İlk i’tizal hareketini yapan Muhammed b. el-Hanefiyye (81/700)’nin iki oğlu Ebu Hâşim Abdullah (99/717) ve Hasan (100/718)dır. Sonra Hasan, iman, “ söz ve akid’den ibarettir, ameller ona girmez” diyerek, Hariciler’i tenkit etmeye başladı. Kendisi ve cemaatine, ameli, imandan sonraya bıraktıklarından dolayı Murcie adı verildi. Sonra bunlar arasından, iman varken, hiçbir günah sahibine zarar vermez diyenler türedi. Bunlar Murcie’nin bid’atçileriydi.

Hulefa-i Raşidin döneminde bazı Yahudi alimleri, Hıristiyan rahipleri, Mecûsi din adamları İslama girmiş göründüler. Raşid halifelerden sonra bunlar efsanelerini, ilmi terbiye almamış bedevi raviler ve onların, sıradan mevâlisi arasında yaymaya başladılar. Bu raviler, o hurafeleri, içlerindeki Allah’la ilgili teşbih ve tecsime inanarak, kendilerinin cahiliye dönemlerindeki inançlarını da benimseyerek, gönül rahatlığıyla alıp başkalarına aktardılar. Bazen de onları yanlışlık ve iftira ile Peygamber (s.a.v.)’e nispet ediyorlardı. Böylece teşbih, ahlaksızlığın yayıldığı gibi, fırkaların inancına girip yayılmaya başladı.

Ümeyye oğulları, kendi siyasetlerine dokunan konuların dışında, müslümanların inançlarıyla ilgili konularda Raşid halifeler gibi dikkatli değillerdi. O müslüman olmuş görünenlere ilk kananlar Şîa oldu. Fakat Mu’tezile’nin kendileriyle münazarası sonucunda, bundan çabucak vazgeçtiler. Şîa arasında bu fikir, haşevi raviler arasında devam ettiği gibi sürüp gitmedi.

Basra, değişik fikir ve mezheplerin sığındığı liman mesabesindeydi.
Ma’bed b. Halid el-Cuhenî (80/699), Allah’a isyanın günahını kadere yükleyen kimseyi Basra’da görmüştü. Ma’bed, kulun fiillerinde kaderin, kulun ihtiyarını yok etmeyeceğini söyleyerek ona cevap vermeye koyuldu. Bununla o, sorumlulukların meşrûiyetini savunmak istiyordu. Fakat sözü maksadını aştı: “Kader yoktur, Allah bir işi olduktan sonra bilir” dedi. Bu söz, İbn Ömer (73/692)’e ulaştığında, kendisinden teberri etti[3]. Ma’bed’in taraftarlarına Kaderiyye adı verildi. Mezhebi, Basralı sıradan raviler arasında asırlarca devam etti. Hatta onların bir grubu nezdinde bu görüş, Seneviyye/düalistlerin Nur’a nispet ettiklerini Hâlık’a/ Allah’a, Zulmet/karanlığa nispet ettiklerini mahluka/insana nispet edecek noktaya ulaştı.

Gaylan b. Müslim ed-Dımeşkî (105/723den sonra), Dımeşk’te Ma’bed’in görüşünü yayıyordu, Ömer b. Abdilaziz (101/720) onu çağırdı ve bundan nehyetti, şüphesini giderdi, o da vazgeçti ve kendisine “Ey müminlerin emiri! Huzuruna sapık olarak geldim, beni doğruya ilettin, kör geldim, doğruyu bana gösterdin, cahil geldim, öğrettin, Allah’a yemin ederim ki, bu konuda asla konuşmayacağım” diyerek söz verdi.

Ma’bed’in görüşü yayılmaya başlayınca, Horasan’da Cehm b. Safvân onu tenkit etmeye girişti, kendisi de cebr fikrine saplandı, Cehmiyye fırkası bu şahıstan ortaya çıktı.
Hasan Basri (110/728), tabiînin büyüklerinden, Basra’da yıllarca ilmi yaymaya çalışan ve meclisine ileri gelen alimlerin devam ettiği kimselerdendi. Bir gün meclisine ayaktakımı raviler geldi. Yanında anlamsız şeyler konuşunca o da: “Bunları ilim halkasının kenarına atın” dedi. Bunun üzerine onlara Haşeviyye denildi[4]. Mücessime ve Müşebbihe grupları onlardandır.

Vâsıl b. Ata (131/748) – i’tizali fikirleri, yukarıda adı geçen Ebu Hâşim’den aldıktan sonra – Hasan Basri’nin meclisine devam ediyordu. Bir gün mecliste iman meselesi geçti.Vâsıl hemen söze başladı: Açıktan kafir ve itaatkar mümine, kafir ve mümin denmesinde bir ihtilaf yok; büyük günah işleyene iki isimden birisini vermede ihtilaf çıkınca; ona ne kafir, ne de mümin adını veririz. Onun hakkında – her iki tarafın ittifak ettiğini alarak, ihtilaf ettiğini de terk etmek suretiyle-: “O fasıktır” deriz. Sanki o, bununla iki ihtilafın ortasını bulmak ve iki tarafı da kendi görüşüne çekmek istiyor gibiydi. Fakat Vâsıl, aslında Haricilerle beraberdir. Çünkü, büyük günah işleyen -tevbe etmeden ölürse- ebedi Cehennem’de kalır kanaatindedir. Hasan Basri, onun bu sözünü beğenmedi. Bunun üzerine Vâsıl meclisten ayrıldı. İki arkadaşı olan Amr b. Ubeyd (144/761) ve Bişr b. Saîd ile birlikte Mu’tezile mezhebini ve usûl-i hamseyi yaymaya başladı. Bişr b. Mu’temir (210/855) ile Ebu’l- Huzeyl (226/840), mezhebi o ikisinden aldı. Ebubekir Abdurrahman b. Keysân el-Asamm (255/840 civarında), İbrahim en-Nazzâm (231/845), Hişam el-Fuvatî (226/840) ve Ali b. Muhammed eş-Şahhâm Ebu’l- Huzeyl’e talebelik etmişlerdir. Cahız (255/869) ve İbn Ebi Duâd (240/854) - zannedildiği gibi Vâsıl’a yetişemeyip- Nazzâm’(231/854)dan i’tizali aldı.

Mu’tezilenin görüşleri Bağdat’ta Bişr b. Mu’temir vasıtasıyla yayıldı. Ebu Musa b. Sabîh (226/840) ondan ders almıştır. Ebu Musa b. Sabîh’ten Ca’fer b. Harb (236/850) ve Cafer b. Mübeşşir (234/848) i’tizali almıştır. O ikisinden de Muhammed b. Abdillah el-İskâfî mutezili olmuştur. Şahhâm’dan Ebu Ali el-Cübbâî (303/916), ondan da oğlu Ebu Hâşim (321/933); Fuvatî’den de Abbâd b. Süleyman Mu’tezilenin fikirlerini almıştır. İşte bunlar Mu’tezile’nin Basra ve Bağdat’taki liderleridir.

Kuran’ın mahluk olduğu görüşüyle ilk tanınan kişi, Dımeşk’te Ca’d b. Dirhem (118/736) olmuştur. Cehm (128/745), bu görüşü Ca’d’dan almış ve yaymakta olduğu diğer bid’atlerine eklemiştir. Cennet ve Cehennem’in ebedi olmayacağı da onun bu bid’atlerindendir.

Hâris b. Süreyc (128/745) Horasan’da Emevilere karşı Kitap ve Sünnet’e davet ederek ayaklanınca, Cehm’den destek gördü. Mukâtil b. Süleyman (150/767) tecsim hakkındaki görüşünü orada yayıyordu. Cehm, ona cevap vermeye ve onun ispat ettiği sıfatları Allah’tan reddetmeye koyuldu. Nefy(sıfatları red)de, “Allah, kulların sıfatlarıyla nitelenemez” diyecek kadar aşırı gitti. İsimde birliktelik ile, o ismin ifade ettiği anlamda birlikteliğin arasını ayırmadı. Halbuki Allah için, muhal olan, ismin Kitap ve Sünnet’te gelmesi şartıyle, ikincisidir, birincisi değil. Çünkü, mesela “ilim” C. Hakk’ın ve insanların kendisiyle nitelendiği vârid olan sıfatlardandır. Fakat anlam itibariyle iki ilim birbirine denk değildir. Çünkü, Allah’ın ilmi huzûrî, beşerin ilmi ise husûlîdir. Diğer sıfatlar da böyledir.

Cehm’e birtakım görüşler nispet edilmektedir. Ancak kendisinden sonra ona bağlı bir fırka yoktur. Ona nispet edilen kimselerin çoğu, fırkalar arasında adamın adını kötüye çıkarmak ve abartmak için, kötü lakap takma kabilindendir. Cehm’in görüşleri – halk arasında yayılan her görüş gibi- mezhepler arasında incelendikten sonra, kendisinin hedeflediği ve düşündüğü gibi değil de, mezheplerin anladığı gibi yayılmıştır.

Fetihlerde biraz durgunluk meydana gelmeye başlayınca, insanlar bu dağınık görüşleri konuşmak için daha çok vakit buldular, akıllarına, o fikirler üzerinde derinleşme arzusu geldi. İbnu’l-Mukaffa’ (142/759), Hammâd ‘Acrad (161/778)[5], Yahya b. Ziyâde (160/776), Muti’ b. İyâs (166/783)[6], Abdulkerim b. Ebi’l-‘Avcâ (160/777)[7] gibileri, müslümanlar arasında ilhadı yaymak, Farslı düalist ve ateistlerin kitaplarını tercüme etmek için sürekli çalışıyorlardı. Öyle ki onlar gittikçe tehlikeli hale geldiler. Bunun üzerine Mehdî (169/785), cedelci kelamcılara, ateistlere red konusunda kitaplar yazmalarını emretti. Onlar da deliller ortaya koyup, şüpheleri giderdiler. Hakkı açığa kavuşturarak dine hizmet etmiş oldular.

Bu savunmaların yükünü üstlenenler Mu’tezile’den bir gruptu. Böylece onlar iki düşman arasında kaldılar. Biri, din dışı, eskiden beri eğitimini gördükleri bir felsefe ve görüşü olan kurnaz düşman; diğeri de ümmetin içerisinde, kaba, sert düşman. Çoğunluk, azkalsın zühd hayatı yaşadığı için bunlara meyledecekti. Bu düşman akli problemlerden uzaktı. Yahudi ve düalistlerin şaşırtmacaları bunlarca kabul gördü. Onun yapabildiği tek şey kelamcıların aleyhinde konuşmaktır. O, dost ve düşmanını ayıramıyordu; eğer dini müdafaa işi onlara havale edilseydi, bir süre bile onu savunamazlardı. Bu Mu’tezîlî kelamcılar, birinci düşmanla uğraştılar, ikinciyi, zındıkların reddini tamamlayıp, onların aldatmacalarını ortaya çıkarıncaya kadar görmezlikten geldiler. Sonra Haşeviyye’nin sözlerini çürütüp, görüşlerinin saçmalığını ortaya koydular.

Ancak bu Mu’tezîlî cedelcilerin kafalarına münazara ettikleri kimselerden, küçümsenmeyecek derecede aklî hastalıklar sirayet etmiştir.

Fakihlerin çoğunluğu ve hadisçiler, bu mücadeleler süresince, bu konulara girmeyip, sahabe ve tabiîn seçkinlerinin yolu; dinde kesinlikle sabit olanla yetinme yolu üzere yürümeyi tercih ettiler.

Halbuki din düşmanları, ancak aynısıyla karşı konulabilecek silahlara sahiptiler ve müslümanlara karşı, düşmanlıkta tedrîc yolunu tercih etmişlerdi. Çoğunluğun bundan haberi yoktu. Çoğunluğu öyle bir noktaya getirdiler ki, eğer durum kendi haline bırakılıverse, yaymakta oldukları şüpheler müslümanların kalplerine sirayet edecek; durum altüst olacak ve hiç kimse felaketten kurtulamayacaktı.

İşte bu şartlarda Me’mun (218/833) halife oldu. Mu’tezile’ye arka çıkmaya ve onları yanına almaya başladı. Öyle ki, kendi ve düşüp kalktığı kimselerin aklınca, insanları Kur’an’ın mahluk olduğunu kabule ve C. Hakk’ı tenzihe zorladı. Mu’tasım (227/841) ve Vâsık (232/847)’ın hilafeti boyunca bu sıkıntı sürdü. Vâsık buna, ru’yeti inkar meselesini de ekledi[8].

Mu’tezile’ye karşı çıkanlar, Mihne’de Ahmed b. Hanbel’in (241/855) şanını yüceltecek sebatı gösterip, Mütevekkil (247/861)’in Mihne’yi kaldırmasına kadar devam eden baskılar gördüler.

Mütevekkil’in, halka çeşitli görüş ve mezhepler üzerinde münakaşayı yasaklaması ve Mihne’yi kaldırmasından başka takdir edilecek bir şeyi yoktur. Kendisi, Hz. Ali (r.a.)’den nefret eden bir nâsıbîdir. Onun akıl almaz işleri de vardır.
Sonra reaksiyon, Haşeviyye ve Nâsıbîlerin durumlarının yükselmesi ve Mu’tezile ve Ehl-i nazar’ın kenara çekilip gizlenmesi şeklinde, normal seyrini almaya başladı.

Bu arada Ehl-i sünnet fakih ve hadisçileri, sessizce ilmi çalışmalarına devam ettiler.
Haşeviyye, istikrarsızlık, batıl, yığınları ve ayaktakımını kendisine çekme peşinde koşuyordu. Allah’a, Ehl-i kitab ve Seneviyye’nin sahtekarlarından alıp benimsedikleri ve geçmiş ümmetlerden tevârüs ettikleri: hareket, intikâl, sınır, yön, oturma, oturtma, sırtüstü yatma, dinlenme, bir yeri mekan edinme gibi, şeriat ve aklın caiz görmediği şeyleri nispet etmek suretiyle, iftirada bulunuyorlardı.

Bu konuda başkalarını çekiştirme ve gıybetle doldurdukları kitaplar yazıyorlar, sünnet perdesi arkasına saklanarak ve kendilerini selefe nispet ederek, tekfir etmede, vakar perdesini yırtıyorlar, bu konuda da seleften nakledilen, kendilerine delil teşkil etmeyecek, bazı mücmel ifadeleri istismar ediyorlardı.
Evet, onların da bir selefleri vardı, ama bu ümmetten değildi. Onlar da bir yol/sünnet üzerelerdi, ancak bu, ihdâs edenlerine kıyamete kadar günahlar getirecek bir sünnetti. Burada, onların kepazeliklerini detaylı olarak anlatmaya gerek yoktur.

2.BÖLÜM


Mu’tezile, düşünür alimlerin akıllarına hükmetmeye ve ümmet üzerindeki otoritesini tekrar kurmaya çalışıyordu. Ateist gruplar ve Karmatîler fesatta aşırı gittiler ve müslümanlar yeni ortaya çıkan durum sebebiyle kendi halleriyle meşgul oldukları, onların hilelerini yok edecek, ikna edici delillerle, dini müdafaa sınırlarında nöbet tutanlar kalmadığından, ülkeleri işgal ettiler.

Bu gibi zor ve kritik şartlarda imam Ebu’l Hasen el-Eş’arî (324/935), müslümanların başına gelen musibetlerin üzerine gitti. Dini savunmak ve bid’ata engel olmak için ortaya çıktı. Önce iki grubu, mutedil yola döndürmek suretiyle, şunları söyleyerek uzlaştırdı; birinci gruba: Eğer Kur’an’ın mahluk olmasından kastınız, lafız, tilavet ve yazı ise siz haklısınız; diğerlerine de: Eğer sizin kadîmden kastınız, Cenab-ı Hakk’ın zatı ile kâim olan ve - İbn Mübârek’(181/797)in dediği gibi - ondan ayrılmayan sıfatı yani kelam-ı nefsîsi ise siz haklısınız ve sizin Kur’an okuyanın tilavetini ve onu telaffuz edenin telaffuzunun hâdis olduğunu inkar etmenize bir mahal yoktur.

Aynı şekilde birinci grubun ses ve telaffuz olmaksızın, Cenab-ı Hakk’ın zatı ile kâim olan sıfatı inkar etmelerine de bir sebep yoktur. Yine birincilere şekil ve muhâzâtı reddetmeniz doğrudur, ancak keyfiyetten âri olarak C. Hakk’ın tecelli edeceğini de kabul etmeniz gerekir. Diğerlerine de: Şekil, muhâzât ve hâdis olmayı çağrıştıran her türlü şeyi C. Hakk’a nispet etmekten sakınınız ve eğer siz, keyfiyetten âri olarak müminlerin ahirette C. Hakkı göreceğini söylemekle yetinirseniz, siz haklısınız diyerek aralarını bulmaya çalıştı.

Böylece, Allah, onu, müslümanların söz birliğini sağlamaya, saflarını birleştirmeye, inatçıları ezmeye ve aşırılıklarını kırmaya muvaffak kıldı. Dünyanın her yerinden kendisine sorular geldi ve onlara cevap verdi. Böylece ünü her tarafa yayıldı. Dünya, onun ve tabilerinin, sünnet konusundaki ve bid’atçi gruplara, ateist ve ehl-i kitaba redd konusundaki kitaplarıyla doldu.

Tabileri Irak, Horasan, Şam, Mağrib diyarına yayıldılar ve onun yolunda yürüdüler.
Vefatından bir müddet sonra, Büveyh oğulları döneminde, Mu’tezile eski kuvvetini biraz olsun tekrar kazanmak istedi. Fakat sünnetin müdafii İmam Ebubekr b. Bâkıllânî (403/1013) onların karşısına dikildi ve onları delilleriyle ikna edip susturdu. Herkes Afrika’nın en ücra köşelerine varıncaya kadar Eş’ariyye metoduyla Sünnet’e teslim oldu. İbnu’l Bâkıllânî’nin talebesinden ülkelere gönderdikleri[9] arasında, önce Şam’a sonra da Kayrevân ve Kuzey Afrika ülkelerine göndermiş olduğu Ebu Abdillah el-Hüseyn b. Abdillah b. Hâtim el-Ezdî (?)[10] de vardı. Mağribli alimler onu kabullendiler ve Eş’arî Mezhebi, Sicilya ve Endülüs’e kadar yayıldı. İbn Ebi Zeyd (386/996), Ebu ‘İmran (Musa b. İsa) el-Fâsî (430/1039)[11], Ebul-Hasen el-Kâbisî (403/1012), Ebu’l-Velîd el-Bâcî (474/1081), Ebubekr İbn el-Arabî (543/1148) ve öğrencilerinin mezhebi yayma konusundaki katkıları büyüktür.

Hicaz’da mezhebi, (Buhari’nin) el-Câmi’u’s-Sahîh’inin meşhur râvisi Hâfız Ebu Zerr el-Herevî (434/1043)[12] yaydı. Dünyanın çeşitli yerlerinden ilim almak için kendisine gelenler mezhebi ondan aldılar. Mezhep Şam’da, daha önce, Eş’arî’nin öğrencisi İbn Cerîr Tefsiri’ni müellifinden rivayet eden Ebu’l-Hasen Abdulaziz et-Taberî (?)[13] yoluyla yayılmıştır.

Şam halkı, Şehit Nureddin Zengi (569/1174)’nin ulemanın isteği üzerine davet edip getirdiği İmam Kutbuddin en-Neysâbûrî (578/1183) gibi, Eş’arî mezhebinin büyük alimlerini zaman zaman ülkelerine getiriyordu.

Kudüs’te yuvalanıp, yerleşen ve sonradan gelenlerin öncekilerden fikirlerini devraldığı zahit taraftarlar bırakan İbn Kerrâm (255/869)’ın bazı görüşlerini kabullenen Kudüs’lü Hanbelilerden bir grup, Hıristiyanlar Kudüs’ü işgal edince, oradan Şam’a hicret ettiler ve teşbih bid’atini oraya taşıdılar. Şam’da zaten Ebu Ya’lâ (458/1066)’nın öğrencisi Abdulvâhid eş-Şîrâzî (486/1093) döneminden kalma, bu tür bazı bid’atler vardı.

Sultan Selahaddin Eyyûbî (589/1193), zahit muhacirler oldukları için hatırlarını sayıyor, itikatlarını görmezlikten geliyordu. O, zannedildiği gibi insanları Eş’arî mezhebini kabule zorlamıyordu. Meşhur Hanbelî vaiz İbn Nuceyye (Ali b. İbrahim b. Necâ) (599/1203) kendisine yakındı. Bunun, Mısır’da Eş’arî mezhebini destekleyen İmam Şihâb et-Tûsî (515/1122)’ye karşı katı ve sert tavrı, Selahaddin Eyyûbî’nin gözü önünde ve bilgisi dahilinde meydana geliyor, fakat o buna ses çıkarmıyordu. Hatta Eyyûbî ailesi, itikatta, eğer İmam Izzuddin b. Abdisselâm (660/1262), bu konuda, görevini yapan bir alim tavrını takınmasaydı, onlara meyledip katılacaktı.

Böylece, Şam’a yerleşen bu Hanbeli grubun sesleri kısıldı, zaviyelerine çekildiler ve sadece hadis rivayetiyle meşgul oldular.

Bunların hepsi gösteriyor ki, dünyada Eş’arî mezhebinin yayılması ilmin gücüyle olmuştur, idarecilerin desteği, otoritesi ve dayatmasıyla değil. Bağdat ve diğer bazı yerlerde Haşeviyye’ye karşı, idarecilerin zaman zaman şiddet kullanması, onların huzuru bozmaları ve kargaşa çıkarmalarından kaynaklanmaktadır.

Mezhep fakihleri, Eş’arî’yi kendi mezheplerinden kabul ederek, tabakât kitaplarında biyografisini verirler. Hanbelîlerin bunu yapması daha münasip, zira Eş’arî onlarla münazarasında, kendisinin İmam Ahmed’in mezhebi üzere olduğunu açıkça beyan ediyor. Fakat Hanbeliler, Eş’arî’yi ne tabakât kitaplarına alıyor, ne de kendilerinden kabul ediyorlar. Hatta Hanbelî Haşeviyye’si ona Mu’tezile’den daha çok buğzediyor[14].

Malikîlerin tamamı, Şafiîlerin dörtte üçü, Hanefîlerin üçte biri, Hanbelîlerin bir kısmı, -Bâkillânî döneminden bu yana - Kelamda Eş’arî mezhebindendir. Hanefîlerin üçte ikisi, Mâverâünnehr diyarında, Türk illerinde, Afganistan, Hindistan, Çin ve Uzakdoğuda - bazı Şafiîlerde olduğu gibi - Mu’tezile’ye kayanlar hariç, Mâturidî mezhebindendir.

Mezhep müntesiplerinden bid’at pisliğini reddetmesi, Medine alimi Malik (179/795)’in mezhebinin özelliklerindendir. Malikîler arasında i’tizal ve teşbih bid’atini görmemekteyiz. Zannımca, İmam Malik’in sıfatlarla ilgili haberlerin rivayetini yasaklamış olması, bunu sağlamıştır. Aynı şekilde İmam Ahmed, zalim idarecilere karşı ayaklanma ile ilgili hadisleri rivayet etmeyi yasaklamıştı. Bu da, Bağdat halifelerinin, Hanbelîleri ne yaparlarsa yapsınlar görmezlikten gelmelerini, hatta onları yakın çevrelerine almalarını sağlamıştır. Evet, İbn Tûmert (524/1130) zamanından beri, bazı Malikîlerin tasavvufta biraz aşırıya kaçtıkları müşahede edilmektedir.

Hanbelîlerin bir kısmı tefvîdde (haberi sıfatların anlamını C. Hakk’a havale etmede) ve bu konulara girmeyi terk etme konusunda selefin görüşündedirler, bir kısmı da Mu’tezile’ye kaymıştır.

Asırlar boyunca Hanbelîlerin çoğu - Zâhir Baybars (676/1277)’ın, kâdılkudâtlığı ilk defa dört mezhebe vermesine kadar - Kerrâmiyye ve Sâlimiyye usûlü Haşeviyye idiler. Bu vesileyle Ehl-i sünnet uleması ile ilim alış verişinde bulundular ve bid’atle ilgili hastalıkları kaybolmaya başladı. Hatta Bağdat’ın uğradığı felaketten[15] sonra, Şam’a göç edip yerleşen Harran azınlığı olmasaydı aralarında hiçbir Haşevî kalmayacaktı.

Harran azınlığının arasından iyi bir ilim tahsil etmiş, zeki, hafızası sağlam, görünüşü düzgün, ilim otoritelerinin güvenini ve övgüsünü kazanmış biri sivrildi. Bu zat akıcı dili olan bir vaizdi. Bir de gördük ki o, selef mezhebi perdesi altında, Haşeviyye mezhebini Ehl-i sünnet mezhebinin yerine koyma esası üzerine kurulmuş bir plan üzerinde mesafe katediyor.

Bilmiyor ki, Eş’ariyye ve Mâturîdiyye’den oluşan Ehl-i sünnet mezhebi, dinde derin bilgi ve düşünce sahibi - bu haşevînin onların en küçük talebesinden biri bile sayılamayacağı - dahilerin elinde, asırlar boyu ilmî tetkik sonucu delillerin güçlülüğü bakımından öyle bir seviyeye ulaştı ki, onun gibi birisi bu delillere toslasa, ancak yüzü koyun yere kapaklanır. Hayatı son bulur, heder olur gider.

Aklî ilimlerde bir hocası olmadığından, onun ilmi sağlam bir temele dayanmayan, çelişki yumağından ibarettir. Yetenekleri, yorucu faydasız işlere dağılmıştır. İlmindeki bu çelişki, ameline de yansımıştır. Fitnesi, alimlerin kendisini eleştirmesi neticesinde son bulmuştur.

Şîa ve Havaric’in ortaya çıkışında ilmin bir rolünün olmadığı açıktır. Onları siyasi hisler ortaya çıkarmıştır. Sonra aralarına din düşmanı zındıklar sızar ve itibar zedeleyici merhaleler geçirirler. Ana eğilimleri mevcut idareye düşmanlık şeklindedir .

Murcie, bir nevi ilmî araştırmadan doğmuştur. Temayülleri, itikatta Havâric’in aksi yönündedir. Sonra, Murcie’den ilim ve dinden uzak, amelde gevşekliği doğuran görüşler ortaya çıkmıştır.

Tutuculuk davetçisi ve yıkım tellalı olan Cebriyye, ilmî olmayan bir araştırma sonucu ortaya çıkmıştır. Bu saplantıları, Sümeniyye, Berâhime ve bunların dışındaki ibahiyeci, cahil fırkalara komşu olmalarındandır.

Kaderiyye, ilmî araştırma sonucu doğmuştur. Temâyülleri, tembellik ve kayıtsızlığa düşmanlık yönündedir. Gösterdikleri gelişme ve değişmeye bakıldığında, Senevviyye’nin birtakım görüşlerinden etkilendikleri açıktır.

Cehalet ve donukluğun seviyesizleştirdiği Haşeviyye, bazı fırkaların İslam öncesi sahip oldukları cahiliyye görüşlerini tevarüs edip benimsemiştir. Sâbie, Ehl-i kitab ve Seneviyye sahtekarlarının şaşırtmacaları onlar nezdinde kabul görmüştür. Avâmı kandırdıkları bir zühde, hiçbir aklı başında insanın düşünemeyeceği cehalete sahiptirler. Onlar kaba yapılı, kargaşa çıkarmak için fırsat kollayan katı ve sert kimselerdir. İslam zayıfladığı zaman sesleri yükselir. Görüşleri hakim olunca, ortalığı ilhâd kaplar. Tarihin her döneminde, bu böyledir. Düşmanlıkları akıl, nazarî ilimler ve mevcut olan her fırkaya yöneliktir.

Mu’tezile, Haşeviyye’nin tam aksine bir çizgidedir. Onları ilmî araştırma ortaya çıkarmıştır. Akıllarının doymazlığı, kendilerini herşeyi elde etme denemesine götürmüştür. Temel düşmanlıkları donukluğa karşıdır. Planları, dışardan İslam’a sızan görüşleri, ikna ve iskât edici aklî delillerle reddetmektir.

Mu’tezile’nin, Ulûhiyet-tevhid münkirlerine, nübüvvet münkirlerine, ayrıca Seneviyye, Yahûdi, Hıristiyan, Sâbie ve çeşitli ateist gruplara karşı, İslam dinini savunmada şerefli tavırları vardır. Bundan dolayı Zehebî’yi (748/1348) Siyeru Alâmi’n- Nübelâ adlı kitabında, nübüvvet hakkındaki kitabını zikrederken Câhız’a Allah’tan rahmet dilediğini görmekteyiz. Ayrıca Kâdı Abdulcebbâr’ın (415/1025) “Tesbitu Delâili’n-Nübüvve’”[16] adlı kitabına, güçlü münakaşa ve şüpheye sevkedenlerin şüphelerini reddetmede kullandığı güzel üslûp ve ifadede benzeri bir kitap görmemekteyiz.

Mu’tezilenin kitaplarından tamamen yüz çevirmek hoş değildir. Zira o kitaplarda, zamanın üzerinden geçmesiyle eskimeyen, hala parlak ve geçerli olan pekçok faydalar vardır.

Üstâd İmâm[17], Mu’tezile’de asrın düşmanlarına cevap teşkil edecek pek çok şey bulurdu. Onlara haksızlık etmeden, bulduğunu almaktan da çekinmezdi.

Ancak Mu’tezile, hasımla münazarayla çok meşgul olduğundan, onlardan kafalarına kendilerini doğrudan uzaklaştıracak görüşler sirayet etmiştir. Böylece Mu’tezile, Ehl-i sünnetin tenkit ettiği bid’atlere daldı. Meâlimu’s-Sünen sahibi el-Hattâbî (388/998) der ki: “İlk dönemde Mu’tezile bu bid’atlerin aksine bir yol üzereydi. O bid’atleri, son dönemde, onların bir kısmı ihdâs etmiştir”.

Eş’ariyye, Mu’tezile ile Haşeviyye arasında orta yolu tutmuştur. Ne Mu’tezile’nin yaptığı gibi nakilden, ne de Haşeviyye’nin yaptığı gibi akıldan uzaklaşmıştır. Kendilerinden öncekilerin iyilerini almışlar, her fırkanın batılını terketmişlerdir. Nebi (s.a.v.)’nin ve ashabının üzerinde bulunduğu çizgiyi muhafaza etmişler, dünyayı ilimle doldurmuşlardır. Aralarında, beşinci asırdan beri bazı tasavvuf imamlarının Eş’ariyye ekolü üzere Ehl-i sünneti desteklediklerinden dolayı, tasavvufa intisap edenler bulunmaktadır.

Kelamcılar arasında, gerçekleştirdiği büyük işe bakılınca Eş’arî’ye denk kimse yoktur.
Bununla birlikte görüşleri, onları inceleyen kişi nezdinde, tahsîn-takbîh, ta’lîl, naklî delilin değeri vb… gibi belirli kelamî konularda, bazen akıl, bazen de nakilden uzaklaşma gibi, biraz tenkitten hali değildir. Zira, onun gibi, uzun süre Mu’tezile ve Haşeviyye grupları ile mücadele edenin görüşlerinde, bu türden şeyler muhakkak olur.

Ancak buna benzer birşey muasırı, Mâverâünnehr’deki Ehl-i sünnetin alimi, İmâmu’l-Hudâ Ebu Mansûr (333/944)’da, o diyarda Ehl-i sünnet, bid’at gruplarına, sesleri İmâm’ın yanında çıkmayacak şekilde tam hakim olduğu için bu sapma olmamıştır. Böylece düşüncelerinde tam itidal üzere yürümeyi başarmış, nakle hakkını, akla da geçerliliğini vermiştir. Mâturîdiyye, Eş’ariyye ve Mu’tezile arasında yer almaktadır. Aralarında mutasavvıf nadiren bulunur.

Eş’arî’yle Mâturîdî dünyanın her tarafında Ehl-i sünnetin imamlarıdır. Onların sayısız kitapları vardır. Bu iki imam arasında meydana gelen ihtilafın çoğu lafzî/şeklî ihtilaf kabilindendir. Aralarındaki ihtilaflar konusunda birtakım kitaplar yazılmıştır. Bu ihtilafları, Beyâdî (1098/1687) “İşârâtü’l-Merâm min ‘İbârâti’l-İmâm” adlı eserinde güzelce özetlemiştir. Beyâdî’nin metnini, Zebîdî (1205/1790) İhyâ şerhinde – pek çok matbaa hatasıyla beraber- nakletmiştir.

Bu Beyâdî, her ne kadar müteahhirînden ise de, kelam ilminde otoritedir. Öyle ki “el-‘Alemü’ş-Şâmih” sahibi Makbelî (1108/1696), alimleri pek beğenmemesine ve pervasızlığına rağmen, araştırma alanının genişliğini itiraf anlamına, Beyâdî’nin “İşârât” ına çok önem vermektedir.

Biz, burada ancak ana bid’at mezheplerine temas ettik. Bu mezheplerin, yeni bid’atlerin çıkması, mezheplerin görüşlerinin birbirlerine girmesi sonucu ortaya çıkan kolları vardır. Bu kollar insanlık tarihinin sonuna kadar, belirli bir sayıda kalmayacaktır. Peygamber’den rivayet edilen sayıda[18], ulemanın meşhur ihtilafı vardır. Alimler, her dönemde kendi zamanlarına kadar yeni ortaya çıkan mezhep sahiplerini hesaba katmış ve bunların görüşlerinden batıl olanları tenkit etmişlerdir.

Bu fırkaların görüşleri, Eş’arî’nin “Makâlâtu’l-İslâmiyyîn”, Ebu’l Hüseyn et-Tarâifî’nin (377/987) “Reddu Ehli’l-Ehvâ ve’l-Bida’”[19], Ebu’l Muzaffer el-İsferâyînî’nin (471/1078) “el-Milel ve’n-Nihal”i[20] ve bunlar gibi sayısız eserlerde detaylı olarak verilmiştir.

Çoğu zaman fırkalara, kendi kitaplarında bulunmayan görüşler nispet edilir. Bu, ya doğrudan doğruya görüşler icat edilip o fırkalara yamamak veya onların sözlerinden, kendilerinin kastetmediği neticeleri çıkarmak, yahut da o fırkaların muarızlarına ait mutemet olmayan eserlerden aktarmak suretiyle olur[21]. Nitekim Abdulkâhir el-Bağdâdî (429/1037) “el-Fark beyne’l-Fırak”, “el-Milel ve’n-Nihal”[22]’de ve İbn Hazm da (456/1064) “el- Fisal”de böyle yapmıştır. Ebu İsa Muhammed b. Hârûn el-Varrâk (247/861), “el-Ârâ ve’d-Diyânât” sahibi Hasan b. Musa en-Nevbahtî (310/922), “el-Fihrist” sahibi İbnu’n-Nedîm’i (438/1047) ve uydurma hadislerle dolu Haşeviyye’nin kitaplarını kaynak almak da bu kabildendir. Araştırmacının görevi, bir görüşü sahibine nispet etmede, görüş sahibinin meşhur, bilinen bir kitabında bulana kadar ihtiyatlı davranmaktır. Fahreddin er-Râzî (606/1210), bu hususlardan bazılarına, Şehristânî (548/1153)’nin kitabının adı geçince, dikkat çekmiştir. Biz burada milel ve nihal kitaplarını mukayese etmek durumunda değiliz.
Önceki kelamcıların sözlerinde, her asırda dini müdafaa görevini üstlenenlere, kesinlikle ışık tutacak şeyler vardır.

İslam inançlarını müdafaa metotlarının, ahlak ve ahkamı dejenerasyondan koruma şekillerinin, muarızlar üsluplarını yeniledikleri için, her asırda yenileneceği gayet açık bir husustur. Haddizatında onlar, şer’in tahdit ettiği belirli şeylerde sabittir, onların hakikatleri değişmez. O halde, yaşadıkları her dönemde müslümanlara düşen, içlerinden bir grubun kendini, insan gruplarında hakim bulunan görüşleri, aralarında yaygın ilimleri takip etme ve müslümanlara kendi tarafından zarar gelebilecek herşeyi incelemeye vermesidir. Özellikle de, sağlam ve köklü olduğu sürece her hayrın kaynağı olmaya devam eden, zayıf ve köksüz hale dönüşünce de her kötülüğün kaynağı haline gelen akaid/inanç konusunda bunu yapmalıdırlar.

Bu görüş ve ilimleri, din düşmanlarının modern araçlarla ortaya attığı şüpheleri giderecek şeyleri içlerinde bulabilmeleri için, sahiplerinin incelediği/araştırdığı kadar, hatta onların araştırmalarından daha çok incelemelidirler. Öyle ki, kasıtlı birisi, islamın akaid, ahkam ve ahlaktan meydana gelen öğretilerine bir ok fırlattığında, onu o ilimlerin verilerine ve bilimsel deneylerine dayanarak, şüphe ortaya atanların teorilerini yok ederek ve yeni teoriler geliştirerek, atanın göğsüne geri çevirmelidirler, - zira islam dini, ilmi hakikatlerle çelişmez – ve onların aldatmacalarının önüne koruyucu, sağlam bir kale yapmalıdırlar. Müslümanları zamanın gerektirdiği şekilde, gevşeklik ve ihmal göstermeden teşkilatlandırmalıdırlar. Bu ilimlerden elde ettikleri savunma yöntemlerini, dikkat çekici, herkesin beğenip kabul edeceği akıcı bir üslupla kitaplaştırmalıdırlar ki, asırlar boyu ansızın gelen şüphe sellerinin önüne sağlam bir set olsun.

Eğer bunu yapmazlarsa, düşmanlar, müslümanlar içinde verimli otlaklara kolayca yol bulup ulaşırlar, sonra sağa-sola dallanmış köklerini söküp atmak zorlaşır, hatta ilhad zehirleri boş kalplere sirayet eder, orada yerleşir ve böylece ekin ve nesiller helak olur. Allah bizi bunun şerrinden korusun ve bizi uykumuzdan uyandırsın.



.............................................................................
Dipnotlar:
[1] Abdusselâm el-Cîlî’(611/1214)nin başına gelene, ‘‘Zeylü’r-Ravzateyn’’ ve Kahire’de el-Hizânetu’z Zekiyye’de bulunan ‘‘Mecm



[2] Ebu’l Huseyn et-Tarâifi eş- Şafiî (377/987) “Reddu Ehli’l-Ehvâ ve’l Bida” (s. 36) adlı kitabında şöyle der: “Bunlar, kendilerine Mu’tezile adını verdiler. Bu, Hasan b. Ali (a.s.) Muaviye’ye biat ettiği ve idareyi ona teslim ettiği zaman oldu. Bunlar, daha önce Hz. Ali (r.a.)’nin adamları olduğu halde, Hasan, Muaviye ve bütün insanlarla ilişkilerini keserek, ev ve mescitlerine çekildiler ve “Biz ilim ve ibadetle meşgul olacağız” dediler. Bundan dolayı onlara Mu’tezile adı verildi” (Zâhid).

[3] Bkz. Muslim, İmân, 1.

[4] Haşeviyye’nin diğer anlamları için bakınız: Mevlevi Muhammed Ali et-Tehânevi, Keşşâfu Istılâhâti’l- Fünûn, İstanbul 1984, l, 396-397; en-Neşşâr, a.g.e., I, 285-287.

[5] Bkz. Süleyman Tülücü, Hammâd ‘Acrad, DİA., XV, 483.

[6] Bkz. Hüseyn Atvân, ez-Zendeka ve’ş-Şuûbiyye fi’l-Asri’l- Abbâsiyyi’l- Evvel, Beyrut 1984, s. 33-37.

[7] Hammâd b. Seleme (167/784)’nin üvey oğludur. Bu zat dört bin hadis uydurduğunu itiraf etmiştir. Üvey babası bunadıktan sonra, kitabına soktuğu hadisler, pek çok ravi arasında kabul görmüş, sonra da Haşeviyye’nin inançlarında sarıldıkları deliller haline gelmiştir (Zâhid). Bkz. Taberi, III, 375 vd; Mes’ûdî,Murûcu’z –Zeheb, IV, 315; Bağdadî, el-Fark, s. 163-164; İsferâyînî, et-Tebsîr, s. 81.

[8] Mücahid b Cebr (104/722)’in ilmi derecesinin yüksekliği yanında, hadisçilerin ittifakıyla iki batıl görüşü vardır. Bunlardan birisi: “Gözler O’nu idrak edemez” (En’am 6/103) ayeti hakkındaki ru’yeti inkar görüşü ki bu görüşünü Mu’tezile benimsemiştir. İkincisi de Makam-ı Mahmud hakkındaki görüşü ki, bunu da Haşeviyye benimsemiştir. Bunlar gerçeklerle çelişen iki görüştür. Mücahid gibi birisinde, ikisi de nasıl birleşebilir, nasıl ondan bu iki görüş sabit olur, enteresandır. Hadiste’ki Makam-ı Mahmud’un, Peygamberimizin Şefaat-ı Uzma’sı olarak tefsiri mütevatirdir. Aynı şekilde ru’yet hadisleri de mütevatirdir. (Zâhid)


[9] İbnu’l Bâkıllâni’nin öğrencileri için bakınız: Muhammed Ramazan, el-Bâkıllânî ve Ârâuhu’l-Kelâmiyye, Bağdat 1986, s. 184-195; Seyyid Ahmed Sakr, Mukaddimetu I’câzi’l-Kur’an li’l-Bâkıllâni, Kahire trhs, s. 34-37.

[10] Faaliyetleri için bakınız: İbn Asâkir, Tebyînu Kezibi’l-Mufterî, Beyrut 1979, s. 120-216; Muhammed Ramazan, a.g.e., s. 190-191; Seyyid Ahmed Sakr, a.g.e., s. 35- 36.

[11] Bkz: Muhammed Ramazan, a.g.e., s. 187-188; Seyyid Ahmed Sakr, a.g.e., s. 34.

[12] Bkz: İbn Asakir, a.g.e., s. 255-256. Muhammed Ramazan, a.g.e., s. 185; Seyyid Ahmed Sakr, a.g.e., s. 34-35.

[13] Bkz: İbn Asakir, a.g.e., s. 195.

[14] İbn Kesir, el-Bidâye’sinde (XI, 220) “Geçmişte ve şimdi Hanbelîlerin adeti, Eş’arîlerin aleyhinde konuşmaktır” der.

[15] Moğollar’ın Bağdat’ı işgal ve tahrip etmesine işaret edilmektedir.

[16] İstanbul, (Süleymaniye) Şehit Ali Paşa kütüphanesidedir (Zâhid). Kitap, Dr. Abdulkerim Osman’ın tahkikiyle, Beyrut’ta, Dâru’l -Arabiyye, tarafından iki cilt halinde basılmıştır.

[17] Musannif rahmetli burada Muhammed Abduh’u kastetmektedir. O, Abduh’u yakından tanımaktadır. “Makâlât” s. 373,548 ve “Safa’âtu’l-Burhan ‘ala Safahâti’l-Udvân”da Abduh’un birinci ve ikinci dönemine işaret etmektedir. (Naşir)

[18] Ümmetin 73 fırkaya ayrılacağını bildiren hadis-i şerife işaret edilmektedir. Hadisin değerlendirmesi için bakınız: Kevserî,Mukaddimât, s. 112-114; 150-152; Ebu İshak İbrahim b. Musa eş-Şâtıbi, el-İ’tisâm, Riyad 1996, III, 38-179.

[19] Kitap, “et-Tenbîh ve’r-Red ‘ala Ehli’l-Ehvâ ve’l-Bida” adı ve Kevserî merhumun tahkikiyle, Mısır’da 1388/1968 de, Matbaatu’s-Saâde’de basılmıştır.

[20] İstanbul’da Şehit Ali Paşa kütüphanesinde (Zâhid). Bu kitabın orijinal adı “et-Tebsîr fi’d-Dîn”’dir. İlk defa Kevserî’nin takdim ve tahkiki ile Kahire’de 1359/1940’da basılmıştır. Daha sonra Beyrut’ta ofset baskısı yapılmış ve bunu diğer baskılar takip etmiştir.

[21] Nitekim İmam Ebu’l- Hasen el-Eş’arî de Makâlâtu’l-İslamiyyîn ve’htilâfu’l-Musallîn' (H. Ritter, Wiesbaden 1963)de bu hususa işaret etme ihtiyacını duymuştur.

[22] İstanbul, Âşir Efendi kütüphanesinde (Zâhid)



Muhammed Zâhid el-Kevserî(Rahîmehullah - 1371/1952)

Devamını Oku »

Dört Mezhebden Birine Taklid Vacib Birinden Diğerine Geçiş Caizdir



Dört Mezhebden Birine Taklid Vacib Birinden Diğerine Geçiş Caizdir

Asrı saadette ashabdan her biri,Râsulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den işitmiş olduğu Kur’an ve hadisle hükmederdi.Kendileri vahyi müşahade ettiklerinden dolayı,karşılarına çıkan herhangi bir hükümle müşkül çekmezlerdi.

Allah’ın Rasûlü sallallâhu aleyhi ve selem de ümmetin, ashabın arkasında gitmesini emretmiştir.Tâbiîn ve tebei tâbiîn devresinde heva ve hevesler çoğalınca,en itimadlı müctehidlerin arkasında gitmenin vacib olduğu hakkında, Ehli Sünnet müctehidleri ittifak ettiler.Müctehidlerin bazılarının mezhebleri tedvîn edilmiştir; bazılarının mezhebi tedvîn edilmedi.Tedvîn edilen mezhebler, sened ile zamanımıza ulaşan dört mezhebdir.Ehli Sünnet velCemaatin ittifakıyla dört mezhebden biriyle amel etmek vacibdir.

İmam Ebû Hanîfe Hicri 80’de doğup 150’de; İmam Mâlik 93’te doğup 179’da; İmam Şafiî 150’de doğup 204’te; İmam Ahmed bin Hanbel 164’de doğup 241’de vefat etmişlerdir.Bunlardan sonra İmam Suyûtî’den naklen İmam Şar’ânî’nin Mîzân-ul-Kübrâ adlı eserinde tesbit ettiği üzere, Muhammed bin Cerîr et-Tabarî’den başka müstakil ictihada dava eden olmamıştır.Fakat kendisi de gayesine ulaşamamış ve maalesef mezhebi tedvîn edilmemiştir.Bu dört imamın mezhebleri ulemâ tarafından tedvîn edilmiş; ve zamanımıza kadar mütevâtir sahih senedlerle gelmiştir.Onun için,dört mezhebden birine taklid etmek vacibdir denilmiştir.

Aslında İmam el-Leys bin Sa’d, İmam Süfyan Servî,İmam İshak bin Râhuveyh, İmam
Muhammed bin Cerîr Taberî, İmam Süfyan bin Uyeyne, İmam Abdurrahman bin Ömer el-Evzâi gibi mezheb sahibi olan imamlar da olmuştur.

Ancak bunların mezhebleri, dört mezheb kitabları içinde naklolunmuş; müstakil olarak nakledilmemiştir. Onun için dört mezhebden birine taklid vacibdir dedik.Nitekim Şerh-u Muhtasar-ı İbn-il-Hâcib’de Adud-ul Milleti ved Dîn diyor ki: <<'' Müstakil ictihad mertebesine ulaşmayan kimsenin, âlim olsun avam olsun, müstakil olan müctehidlere taklid etmesi vacibdir.Bunda naklî delilimiz ‘’ … Eğer bilmiyorsanız,ehli ilimden sorun.’’ mealindeki ayet-i kerîmedir.Aklî delilimiz de:

a]Ulemâdan soru sormanın illeti,bilmemektir yani cehalettir.İllete bağlı olan emr, illetin tekrarıyla tekerrür eder. Binaenaleyh müstakil ictihad rütbesine ulaşmayanın, âlim olsa dahi taklîdi vacibdir.

b]Müstakil müctehidler gibi,delilleri izah etmeksizin meselelerde fetva vermek, Asrı saadetten zamanımıza kadar devam edegelmiştir.Tabiî ki bu takliddir. Ve taklid üzerine icmâ’ bağlanmıştır.>>

Muhaşşîsi Allâme Teftezâni diyor ki: << Her ne kadar ittibâın vücûbu üzerine hüküm ikâme edilse de, müctehid olmayan avamın, müctehidin sözüyle tutunmasının vacib olduğunu demek istiyor.Aksi takdirde taklîdin tarifinde bu sûretle hata veyahud cehle mebnî mücerred taklid kasdedilmemiştir.>> Muşârun ileyh, taklîdin ilim olmadığı ve hata olduğunu söyleyenleri reddetmek için bunu söyledi.

İtikada Ebu-l-Hasan el-Eş’arî ve Ebû Mansûr el-Mâtûrîdî, imam olarak kabul edilmişlerdir.Nitekim Ebu-l-Kâsım Muhammed el-Cüneyd Bağdâdî gibi zevat da, tasavvufta imam kabul edilmişlerdir:

Binaenaleyh (amelde) bunlardan birine taklid etmek vacibdir.Ehli Sünnet velCemaat,anlaşılan lafızla bunu hikaye ettiler.Her insan mutlak ictihad mertebesine güç bulamayınca,ashabdan sonra ümmetin en büyükleri olan dört âlimden birine taklid vacibdir.Cumhûr-u ehli hadis,fukaha ve ehli usûlün mezhebi de budur.Bunlar ‘’…Eğer bilmiyorsanız, ehli ilimden sorun.’’ Mealindeki El-Enbiyâ sûresinin 7’nci ayetiyle istidlal ettiler.Ehli zikirden maksadın, müctehid-i kiram olduğunu; ve müctehid-i kiramların arkasına gitmenin vacib olduğu bilicmâ’ tasrih ettiler.

İşte mezhebsizlik fikrine kayanların hesabına bu gelmiyor.Bunlar kendilerini o büyüklere kıyas ederek, iki taifeye ayrıldılar: Bir kısmı büsbütün mezhebleri reddederek bunların ictihadlarının beşerî fikir olduğunu,her beşerî fikrin de ayet ve hadislerle merdud olduğunu ileri sürerler. İkinci bir kısım: ‘’ Şafiî, Hanefî, Mâlikî, ayet ve hadislerden hüküm aldıkları gibi biz dahi buna güç buluruz; hüküm çıkarırız; ve onların arkasına gitmeye mecbur değiliz.’’ dediler.

Bu iki fikir de bâtıldır.Çünkü mutlak ictihad, hemen hemen dördüncü asrın başında kesilmiştir.Bu hususta Şeyh Zâhid Kevserî, bu iki görüşe sapanların reddiyesi olarak, el-Lâmezhebiyye Kantarat-ul-Lâdîniyye = Mezhebsizlik Dinsizliğin Kantarıdır adlı eseri yazmıştır. Eserin ismi, mezhebsizliğin ne olduğunu beyan etmektedir.Ayrıca Profesör Ramazan Butî, el-Lâmezhebiyye adlı bir risâle yazmıştır.

Galiba mezhebsizler,ictihadın ne manada olduğunu bilememişler..
İctihad Arab lugatında,zorluğa katlanarak çok çalışmaktır.Mesela ictihede fî hamlirrihâ ‘’Değirmenin taşını kaldırmaya çalıştı’’ denilir; ictihede fî hamlinnevâti ‘’Çekirdeği kaldırmaya çalıştı’’ denilmez.

Ehli usûlün ıstılahında ise ictihad,şer’î hükümleri bilmek için ilim talebinde var gücünü harcamaktır. Bu itibarla dediler ki: Müctehid var gücünü harcayarak ayet,hadis, icmâı ulemâya bakar ve ona göre hüküm çıkarır.

Ve onların ictihadları,ayet ve hadîse dayanmaktadır;Allah Teâlâ’nın indirdiği ayet e O’nun Rasûlü’nin hadîslerinden başkası değildir.

‘’…Eğer onu,Rasûle ve (mü’minlerden olan) emr sahiblerine (müracaatla) döndürselerdi; onlardan bazıları içinden onu (hükmü) çıkarmayı bileceklerdi…’’ (En-Nisâ’ 83)

İstinbat, lugatta; bir insanın zorluğa katlanarak alet edevatlarla kuyunun altından suyu çıkarmasıdır.Istılahta; müctehidlerin ayet ve hadîsin belâğatli olan manalarından hüküm çıkarmalarıdır. Ayet-i kerîmdeki yestenbitûnehû , bu manayı bildirmektedir. Demek İmam Şa’rânî’nin Mîzân-ul-Kübrâ adlı eserinde dediği gibi,istinbat, müctehidlerin makamıdır; ve Şâriin emriyle hükümleri çıkarmaktır.Hükmü çıkarmakta hatta etse dahi, ictihadı isabetli olur, yani doğru olur; Şâri’ onun hatasını sevaba çevirir.Binaenaleyh ictihad,dördüncü beşinci asırdan sonra çıkmış bir bid’at değildir.Bilakis ashab zamanında da mevcuddu.

Şübehsiz ashabın büyükleri, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzurunda dahi sözünden hüküm çıkarıp ictihadlarını beyan ettiklerinde, isabetli olduğu takdirde Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve selem kabul ederdi. Nitekim Müslim ve Buhârî’nin ittifakla tahric ettikleri Ebî Katâde’den gelen bir hadiste muşarûn ileyh şöyle anlatmıştır:

Bizler Huneyn muharebesinde savaştık.İki ordu karşılaşınca Müslümanlarda bir bozgunluk oldu.Derken müşriklerden bir adam gördüm ki, Müslümanlardan bir zatı alt etmişti. Hemen arkasından yanına geldim ve boynunu vurdum. Ama üzerime dönerek beni öyle bir sıktı ki,bundan ölüm kokusunu duydum.Sonra can vererek beni bıraktı.Müteakiben Ömer bin Hattab’a yetiştim:

-Bu insanlara ne oldu?dedi. Ben de:
-Allah’ın emri.. dedim.Sonra cemaat döndüler. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem de oturdu ve:

‘’Bir kimse birini öldürür de onun üzerine şahidi de bulunursa, öldürülenin üzerindeki eşyası onun olur.’’ Buyurdu.Bunun üzerine ben ayağı kalkarak:

-Bana kim şahidlik edecek? Dedim.Sonra oturdum.Sonra Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem yine deminki gibi buyurdu.Ben hemen kalkarak:

Bana kim şahidlik edecek? Dedim ve oturdum.Sonra Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem o sözü üçüncü defa tekrarladı.Ben yine kalktım.Fakat Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

‘’Sana ne oldu ya Ebâ Katâde?’’ diye sordu.Ben de kıssayı kendisine anlattım.Derken cemaatten bir adam:

-Doğru söyledi ya Rasûlallah.Bu öldürülenin üzerindeki eşyası bendedir; hakkından dolayı Ebû Katâde’yi razı ediver.. dedi.Ebû Bekr Sıddîk ise:

-Hayır vallahi.Bu olamaz.Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem,Allah ve Rasûlü’nun yolunda savaşan Allah arslanlarından bir arslanın hakkını vermeyerek onun eşyasını sana vermez.. dedi. Artık Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

‘’Doğru söyledi.Bunu ona ver.’’ Buyurdu.

İşte görüldüğü gibi Ebû Bekr Sıddîk radıyallahu anh ‘’Bir kimse birini öldürür de onun üzerinde şahidi de bulunursa, öldürülenin üzerindeki eşyası onun olur.’’ Mealindeki Peygamberin sözünü işitip, ictihad edince, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem: ‘’Doğru söyledi.Bunu ona ver.’’buyurmakla onu tasdîk etmiştir.Binaenaleyh ictihad bid’at değil, Şâri’ tarafından emredilmiştir.Nitekim başka hadislerden bu da anlaşılmıştır.

Buraya işareten İbrahim Hakkı Hazretleri ıstılâhî tarif üzere şöyle dedi:

(94)

Delîle müctehid evvel bakıb eyler isâbet hak
Ve sonra muhkeme bakıb hatâsın afveder Allah

Müctehidin bir önceki delile bakarak hüküm etmesinden sonra,
Muhkem bir delili görüp yeniden hüküm etmesi halinde Allah Teâlâ önceki hatasını afuv eder..

Müslüm ve Buhârî’nin de tahric ettikleri Amr bin As’tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‘’Hâkim bütün gücünü harcayarak hükmettiği zaman (görüşü) hakka isabet ederse ona iki sevab vardır.Hâkim bütün gücünü harcadığı halde hüküm ettiği zaman (görüşü) hakka isabet etmezse bir sevab vardır.’’ Yani hatası afuv olur.

Müctehid ayet ve hadîsin manasını anlamak için var gücünü harcar.Sonra ayet ve hadisten hüküm çıkarır.Bir müctehidin daha muhken bir delili bulup da yeniden hükmetmesi halinde, önceki hatası afuv olduğu gibi;aynı delile bakarak birbirinin hilâfına hüküm çıkaran iki müctehidden hangisinin fikri hakka isabetli ise, o iki sevab, fikri isabet etmeyen bir sevab kazanır, yani hatası afuv olur.

İmam Gazâli: <<İctihadın iki şartı vardır:Birincisi, şer’î meseleleri tamamıyla idrak etmektir.Bu takdirde müctehid, takdîmi gerekli olan ilimleri takdim, tehiri gerekli olan ilimleri tehir etmeye mecburdur. İkinci şartı, âdil olmasıdır. Adaleti engelleyen herhangibir günahtan sakınması gerekir.Bu şart,gayrın kendisine itimad etmesi içindir.Zira âdil olmayan bir kimsenin fetvası, gayrı hakkında kabul edilmez.Binaen aleyh ictihadda adalet şatı, gayrın kabul etmesi içindir.Amma birinci şart öyle değildir; yani ictihad edeceği meselede şeraitin, doğrusu ayet ve hadîsin derinliklerine müctehidin vâkıf olması gerekir.>> demiştir.

İmam Gazâli’nin bu ibaresine vâkıf olanlar, ayet ve hadîsin derinliklerine vukûfun kolay olduğunu zannederler.Halbuki iş böyle değildir.Nitekim el-Matâlib-un-Nefîse’nin şerhi Keşf-ul-Esrar’da bu husus uzun uzadı ele alınmıştır.

İmam Beğavî müctehidin beş ilimde bilgin olmasının şart olduğunu söylemiştir:

a)Allah Teâlâ’nın kitabına aid olan ilimleri bilmesidir.

b)Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünnetine,yani hadislere aid olan ilimleri bilmesidir.

c)Kendisinden önceki ulemânın ittifak veya ihtilaf ettikleri meseleleri bilmesidir.

d)Arabî lugata vukûfudur.Mesela sarf,nahuv,meâni ve belağat gibi ilimleri bilmesidir.

e)Kıyas ilimlerini yani Kitab ve Sünnetten hükmü çıkarma usullerini bilmesidir.Binaenaleyh müctehidin.nâsih ve mensuh ilmini,mücmel ve mufassal, âmm ve has; muhkem ve müteşabih, kerahat ve tahrim yahud ibaha, nebid ve vücub yollarını bilmesi vacibdir.Aynı zamanda bunlar hadis ilminde de şarttır.

Ayrıca hadis ilminde, sahîhi,zayıfı,müsnedi,mürseli bilmek; Sünneti Kitabla,Kitabı Sünnetle karşı karşıya getirmek de gerekir.Bunsuz ictihad imkansızdır.

Bu itibarla ictihadın yahud müctehidlerin ayrı ayrı mertebleri vardır:

1-İbnu Âbidîn’in de Redd-i Muhtar’da tasrih ettiği üzere, ayet ve hadiste ictihad edenlerdir; dört imam gibi. Yukarıda bahsedilen şartlar, bu tabaka hakkındadır.Bunlara müctehid-i mutlak ve müctehid-i müstakil denilir.

2-Müctehid-i gayrı müstakildir. Yukarıda sayılan şartlar kendilerinde mevcud olduğu halde,vasıtasız ayet ve hadisten hüküm çıkarmaksızın, imamlarının kendilerine tayin ettikleri usul ölçüleriyle, mezheb sahibinin sözünde ictihad ederek hüküm çıkaranlardır.Hanefîlerden İmam Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, İmam Züfer; Mâlikîlerden İbn-ul-Kâsım,Eşheb,Esed bin el-Ferat; Şafiîlerden Buveytî, Müzenî; Hanbelîlerden Ebû Bekr el-Esrem, Ebû Bekr el-Mervezî gibi zevat bu tabakadandır.Bunlara,müctehidun filmezheb denilir.Usul kaidelerinde bunlar, kendi imamlarına taklid ettikleri,bazı fürû’ hükümlerde kendi imamlarına muhalefet edebilirler.

Ehli Sünnet velCemaatin kısm-i a’zamîsinin ittifakıyla bu müctehidler, üçüncü asırdan itibaren görülmemişlerdir.

3-Mukayyed müctehidlerdir. Bunlar kendi mezheb imamlarından açık bir hüküm görmedikleri takdirde,önceki tabakaların usulleri üzere meselenin hükmünü çıkaranlardır.Bunlara, müctehidun filmesâil yahud ashâb-ı tahric denilir. Hanefîlerden Hassaf, Tahâvî, Kerhî, Hulvânî, Serahsî, Pezdevî, Kâdı Han; Mâlikîlerden Ebherî, ;bnu Ebî Zeyde el-Kayrevânî; Şafiîlerden Ebû İshak eş-Şîrâzî, Mervezî, Muhammed bin Cerîr, İbnu Huzeyme,; Hanbelîlerden Kâdı Ebû Ya’lâ, Kâdı Ebû Ali bin Ebî Mûsa gibi ulema,bu tabakadandır.Bunlara, ashâb-ı vücuh da denilir.Kendilerinden önceki imamların açıklık getirmediği bir meselede, onların usul kaideleriyle meseleyi çıkarırlar; yahud da görüşlerini beyan ederler.

4-Ashâb-ı tercihtir.Bu tabakada olan müctehidler de, kendi imamının yahud imamının talebelerinden birinin yahud da kendi mezheb imamından başka imamın rivayetini tercih eden ulemâdır.Hanefîlerden Kudûrî, Merğınânî; Mâlikîlerden Allâme Halil; Şafiîlerden Rafiî, Nevevî; Hanbelîlerden Kâdı Alâaddin gibi âlimlerdir.

5-Fetvâda ictihad edenlerdir.Yani mezhebde açık veya kapalı, kavî veyahud zayıf, râcih veya mecruh görüşleri birbirinden tefrik etmeye güç bulan ulemâdır.Bunlara, ashâb-ul-mutûn denilir.Hanefîlerden Kenz’in sahibi ve Dürr-ü Muhtar’ın müellifi gibi.; Şafiîlerden Nevevî gibi.

6-Bunların arkasına giden ve yukarıdaki tahriclere güç bulamayan ulemâdır.

İbnu abidin bunu Redd-i Muhtar’da izah ettiği gibi, Şerh-ur-Risâlet-il-Müsemmâ bi Ukûd-i Resm-il-Müftî adlı risâlesinde de ayrıca izah etmiştir.

Şimdi münakaşa buradan başlar.Mezhebe tâbi’ olanlar ve olmayanlar arasında,uzun münakaşalar olmuştur.Bir kısım ehli ilim, doğrusu Ehli Sünnet velCemaat, yukarıdaki gibi izah edilen dört mezheb imam ve tâbi’-lerine ittibâın vacib olduğuna kâil oldular.Bunlara göre birinci ve ikinci mertebede müctehid kalmamıştır.Onun için dört mezhebden birine taklid vacibdir.Nitekim Şah Veliyullah Dehlevî, el-Ikd-ul-Cîd adlı risâlesinde diyor ki:

<<Dört mezhebe tâbi’ olmakta büyük maslahat vardır; dört mezhebden yüz çevirmekte büyük mefsedet vardır. Onları şu vecihlerle beyan ederiz:

Birincisi, ümmet şeraitin bilinmesi hususunda dört imam ve tâbi’lerine itimad ettiler.Dört mezheb âlimleri yani tâbiîn ve tebei tâbiîn, ashâb-ı kirâma itimad ettiler.Böylece her sonra gelen ulemâ,sonraki gelen ulemâya dayanarak itimad ettiler.Çünkü şeriat, nakil ve istinbattan başkasıyla bilinmez. Nakil ise sened ile önceki tabakadan alınmasından başkasıyla yerli yerinde olmaz. İstinbat hususunda önceki mezhebleri bilmek şarttır.Nitekim sanat erbabından her biri, kendisinden öncekisine dayanmaktadır. …

İkincisi, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ‘’Sivâd-i a’zam’a tâbi olun’’ buyurmuştur.Bu dört mezhebden başka mezhebler, münderis olunca; bu dört nezhebe ittibâ’, sivâd-ı a’zama ittibâ’ sayılmaktadır.Bu takdirde bu dört mezhebden çıkmak,sivâd-ı a’zamdan çıkmak demektir.

Üçüncüsü, zaman uzayınca ve kaynaklar uzaklaşınca, emanetler zayi olunca, haliyle hevâ ve heveslerine tâbi’ olan müftîlerin, zülum ve cefaya başvuran hükümdarların ve ulemâisûin sözlerine itimad etmek caiz değildir.Aksi takdirde bunlar sözlerini eminlik, diyanet, sıdkla şöhret bulmuş, salih olan Selefe isnad edeceklerdir.Aynı zamanda ictihad derecesine ulaşıp ulaşmadığını bilmediğimiz kimselere, tahric ettikleri hükümlerin Selefe dayanıp dayanmadığını bilmediğimiz sözlere de ittibâ’ caiz değildir.Nitekim bu manada Ömer radıyallahu anh şöyle demiştir: ‘’ Kitabla mücadele eden münafık İslamı yıkar.’’ Yine İbnu Mes’ûd radıyallahu anh:’’ Kim birisine tâbi’ olmak isterse, öncekilere (ashaba) tâbi’ olsun.’’

Demiştir.Binaenaleyh İbnu Hazm’ın: Peygamberden başkasına taklid haramdır, demesi merduddur.



İsmail Çetin-Ehli Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür

Devamını Oku »

İslamda İçtihad ve İcmâ'nın Lüzumu Hakkında


ISLÂM DİNİNİN KAYNAĞI ALLAHIN KİTABI İLE HADİSLER OLDUĞU HALDE İCTİHAD İLE İCMÂA DA LÜZUM GÖRÜLMESİ HAKKINDA

Şurası hiç unutulmamalıdır ki, İslâm dini gerek usulü olan yüce inançları, gerek teferruât kabilinden olan diğer hükümleri itibariyle Kur'ân ve Peygamber efendimizden rivâyetle sâbit olan hadîslerden alı­nıp öğrenilmiştir.

Bu yüce kaynakların dışında bir dînî hüküm bulmak mümkün de­ğildir. Hz. Peygamber'in sağlığında İslâm dininin tamamlanmasına dair kaydedilen âyetin kesin delâletiyle Kur'ân ve hadîsin, bütün İlâhî hüküm­lerin açıklanmasını üzerine almış olduğu bilinen bir gerçektir.

Fakat asıl inanılması gereken şeyler bir srnırla çevrili olup açıkça veya açıklığa yakın derecede bu kısmı ifâde edecek kadar sözler imkân dairesinden uzak değildir. Ama bu hükümlerin teferruâtını açıkça veya açıldığa yakın bir şekilde ifâde etmek istesek, büyük ciltleri doldura­cak kelime ve ibârelere lüzum görülürdü. Bu maksadı sağlamak birden bire mümkün olamazdı. Çünkü zamanın olaylarının değişmesiyle hüküm­lerin teferruâtı da değişmektedir.

Artık Kur'ân ile hadîsler, doğru inanç esaslarının yeteri kadarını ve teferruât hükümlerinin umûmî kısmını açıklayıp, geri kalan teferruâtı, dolayısiyle ifâde eden kâidelere işâret ettiler. Binâenaleyh îslâm dininde muhtaç olunan İlâhî hükümlerin hepsi de Kur'ân'la hadislerde toplanmış bulunuyor.

Bu toplanış açıkça değilse işâret yoluyla tamamlanıyor. Burası hiç şüphe götürmez. Çünkü fıkhın ana kâidelerinin dayanağı tamamen ki­tap ve sünnettir.

Fakat dinin hükümlerinin hepsini dînî delillerden anlayıp çıkar­mak, ümmetin fertleri için mümkün bir şey olmadığındandır ki, bu iki büyük asıldan hükümler çıkarabilmek için Allah, iki yol belirtti. Üm­metin bütün fertlerine dinin hükümleri bu şekilde açıklandı.

Bu iki yoldan biri, Muhammed ümmetinin ittifakı (icmâ), yani bir devirde bulunan kâfi ilim sahiplerinin, dînî bir hususta birleşmiş bu­lunmasıdır. îslâm dini, ümmetin icmâının delil olduğuna hükmediyor ve yanlışlık veya sapıklık olmak ihtimalini kabul etmiyerek böyle bir kurtuluş yolunun dışına çıkanları sapık sayıyor. Gerçekten, îslâm mil­letinin ilim ve ictihâd sahipleri bu konudaki başvurdukları kaynaklarını açıklamasalar da böyle bir hükmü Kur an ve hadîs metinlerinden anla­mış oluyorlar ki, aralarında ittifak bulunuyor.

Diğeri, din bilginliği derecesine ulaşarak Kur'ân ve hadîslerden hüküm çıkarmaya muktedir olanların ictihad etmeleridir. Zira ümmet içinde fazilet ve olgunluğu görülenlere Allah bu makamı vermiş ve muktedir olmaları sebebiyle ictihadda bulunmalarım emretmiştir.

Şu halde onlar bu iki yolla kitap ve sünnetten hüküm çıkarmaya tam bir gayretle çalıştılar da müslüman fertler bu sayde dinlerinin hü­kümlerini dînî metinlerde açıkça anlatmaya muhtaç kalmadılar ve ibâ­det, muâmele, cezâ ve âdâb konularında lüzum görülen İlâhî hükümleri eksiksiz olarak buldular.

MUTLAK ÎCTÎHÂD HAKKINDA KABUL EDİLEN ŞART VE VASIFLARIN NEDEN ÎBARET OLDUĞU

İslâm âlimleri, bir şahsın ictihad derecesine ulaşarak, Allah’ın ve Peygamber'in sözlerinden hüküm çıkarabilmesi için gereken şart ve va­sıflardan bahsedip onları ittifakla, şu 4 maddede topladılar:

1-Kur’ân’ın lügat ve dînî mânâlarını bilmek. Lügat mânâsını bil­mek de, kelimelerin ve ifâdece hususiyetleri bakımından terkiplerin mâ­nâ ve delâletlerini bilip kavramakla olur.

Bu da kitap ile sünnetin dili olan arap dilinin kelimeleri ve asıl mânâları kendisiyle bilinen Lügat bilgisi, arapça kelimelerin binâ ve sıgalarının durumlarını bildiren Sarf bilgisi, cümle meydana getirirken de bu kelimelerin durumlarını, irab ve binâlarının, cümlede meydana ge­len mânâlara nasıl delâlet ettiğini bildiren Nahv ilmi, arapça kelimelerin durumun gerektirdiği şekle uymasını icab ettiren hal ve vasıfla­rını bildiren Maânî ilmi, bir tek mânâyı çeşitli yol ve üslûblarla ifâde etmeyi bildiren Beyân ilmi v.s. yi iyice öğrenmekle meydana gelir.

Bu ilimleri gerek çalışıp öğrenme yoluyla ve gerek kendi kendine bilsin. Nitekim eski müctehidler, yani ashâb ve tâbiîler, bu ilimlerin kitaplar halinde yazılmasından önce, kendi kendilerine onları biliyor­lardı.

Din yönünden olan mânâları bilmek de, dînî hükümlerde tesirli bulunan mânâ ve sebepleri bilmekle olur.

Meselâ:''Yahut sizden biriniz ayak yolun­ dan gelirse''(Nisa,43;Maide,6) âyetinde «kâit» ten maksat, abdesti bozan şeyler olup, bu hükmün sebebinin de canlı insanın bedeninden pislik çıkması olduğunu bilmek lâzımdır.

Yine Usûl-ü Fıkıh İlminde kaydedilip açıklanan Kur'an’ın kısımla­rını bilmek de gerekir ki, bunlar hâs, âm, müşterek, mücmel, müfesser, muhkem, mutlak, mukayyed, sarî, kinâye, zâhir, nass, hafî, müşkil, müteşâbih, dâl bi'l-ibâre, dâl bi'l-işâre, dal bi’l-iktizâ, dâl bi'd-delâle, mefhûm-i muteber, muktezâ'yı emir ve nehy v.s. den ibâret olup, din ilimlerinin en büyüğü olan Usûl ilminde bunların mâhiyet ve hükümleri tafsilâtlı olarak incelenmiştir.

Bu kısımların hakikatlerini bilmek de kâfî olmayıp, nerede ve na­sıl kullanıldıklarını da belirtmek gerektir. Meselâ: Şu kelimenin hâs ve bunun âm veya müşterek olduğunu ve hangisinin nâsih, hangisinin mensûh bulunduğunu bilmek ve bu şekilde her âyet ve hadîsin hangi kısım­lara dâhil olduğunu kestirerek hükümlerini tatbik etmeye muktedir ol­mak şarttır.

Neshedenle neshedileni farkedebilmek için metinlerin ilk ortaya çık­tığı tarihleri bilmek gerekir ki, önceki ile sonraki fark edilebilsin. Bu yönleri bilmek şüphesiz ki, mânâları bilmekten ayrıdır.(Binâenaleyh bu da başka bir şart teşkil eder.)

Gerçi kabul edilen şart, bir hükmü ararken başvurulabilecek dere­cede dînî delillerin yerlerini bilmekten ibârettir. Yoksa her zaman on­ları ezberde tutmak şart değildir. Yine Kur'ân'dan İlâhî hükümleri bil­meye dair olan âyetleri bilip kavramak kâfîdir.

2-Hükümleri ilgilendiren hadîsleri bilmektir. Bu da hadîslerin me­tinlerini kaydedip onların gerek lügat ve gerek dînî mânâlarını bilmek ve Kur'ân'a dair zikredilen kısım ve nevileri hadîslerde de farketmek, aynca her hadîsin bize geliş yolunun tevâtür, veya şöhret veya âhâd şekliylejni olduğunu kavramakla olur.

Bu sonuncu şart ise, hâdîsleri rivâyet eden zatların cerh veya ta'- dîl (red veya kabul) edilmelerine dair durumlarını bilmeye dayanıyor.

Bu cerh ve ta'dîl ilmi pek geniş bir ilim olup, sahîh tarihleri bil­mek sâyesinde meydana gelmiştir. Ancak müctehidlerle hadîsin kaynağı bulunan Hz. Peygamber arasındaki zaman uzamış ve râvîlerin durum­larının bilinmesi zorlaşmış olduğu için son zamanlarda hadîs ilminde güvenilen hadîs imamlarının makbul kitaplarda kaydettikleri cerh ve ta'dilleriyle yetinmek doğru olur.

3-Kıyâs kâidelerini bilmek. Yani müçtehidin hüküm çıkarmaya varacağı yollan bilmektir. Bu ise o kâide ve yolların şart, hüküm ve kısımlarını kavrıyarak makbul olan ve olmıyanları birbirinden ayırdet-ekle olabilir.

Usul kitaplarında bu kâideler tamamen açıklanmıştır. Fakat gere­ken kabiliyeti elde edebilmek için çok çalışmak lâzımdır.

4-İcmâ’ları makbul olan din bilginlerinin icmâ ve ittifakları ile kararlaşan mesele ve maddeleri bilmelidir ki, ictihâd sırasında böyle bir icmâa aykırı hükme varılmış olmasın.

Müçtehidin iman ve adâlet vasıflarının şart kılınacağı da bilinmek­tedir. Bu husus açık olduğu için sözü burada uzatmaya hâcet yoktur.

İşte bu şart ve vasıflara sahip olan zat, Kur'ân ile hadîslerden hüküm çıkarmaya kalkışabilir ve îetihâda müsâit olmıyanlar da böyle bir zâtı taklid edip ona uyarak, onun anlayıp çıkarmış olduğu hüküm­lerle amel edebilir.

Sünnet âlimleri arasında her konuda Allah katında hak olan hüküm bir olup, fazla olmuyorsa da, hüküm delili gizli olduğu durumlarda yanılan müçtehid mazur sayılır. Hattâ sıkıntı ve yorgunluk ecrini ka­zanacağı da müjdelenmiştir. Çünkü üzerine vâcip olan şey, gücünün yettiği kadar gayret göstermekten ibâret olup, onu da tamamen yerine getirince hesaba çekilecek bir tarafı kalmıyor. Doğru hükme varan müctehıdler ise iki kat ecir kazanırlar.

Ama doğru sonuca götüren delil pek açık olduğu halde müçtehid içtihad için gerekli gayreti harcamazsa cezayı hak edeceği şüphesizdir.

Eski devirde bazı müçtehidler tarafından diğerleri hakkında bazı içtihad konularında vukubulduğu rivâyet edilen ayıplama, o konuda ayıplayınca doğru delilin pek açık olması şeklinde yorumlanabilir. Yok­sa delilin gizliliği halinde her iki tarafında da mâzur olduğu şüphe götürmez.

Fakat bu mâzurluk, teferruat konularındaki ictihadlardadır. Çünkü bu hususta zannın kuvvetli gelmesi kâfidir. Ama akâid usûlünde ara­nan, kesin delillerden hâsıl olacak kesin bilgi olduğu için itikad husu­sunda yanılan müçtehidler hiç de mâzur görülmezler. Aksine, hataları nisbetinde küfür veya sapıklığa düşerek cezalandırılırlar.

Doğru görüş olmak üzere îslâm dininde, özetleme delille de olsa, delillerden hüküm çıkarabilen bir kimse, bunu bırakıp da inanç konu­sunda başkasım taklîd ediverse, kattâ o taklîd ettiği zât îmâm-ı A'zam da olsa yine günahkâr olur.

Binâenaleyh îslâm dininde bunların astronomi veya jeolojide tanın­mış bir kimsenin sözünü taklîd ederek, elde kesin delile benzer bir da­yanak yok iken, İslâm'ın değişmez bir inancına veya tevâtür derecesine ulaşmış dînî kesin bir delile aykırı insanca meyl etmelerine ne kadar şaşılsa azdır. Bunun aslı da koyu câhillikten başka bir şey değildir. (Böyle câhillikten Allah korusun.)

Gerçi dînî delillerimize aykın düşen bir astronomi veya jeoloji gö­rüşü kesin bir delille isbat edilebilse, o durumda te'ville ikisinin arasını birleştirmeye lüzum görülür. Fakat yukarda açıklandığı gibi bu, olsa olsa bazı açık mânâlı deliller hakkında olabilir. Kesin ifâdeli bir dînî delili­mizin aksini isbât edebilmek mümkün değildir.

Buraya kadar ictihâd hakkında geçen sözlerimiz hep mutlak icti­had hakkındadır ki, Sadru'ş-Şerîa'nın Kitâbü't-Tenkîh’i ile onun hâşi- yelerinden, fakat açıklama için tarafımızdan bazı kelimeler eklenmiştir.Ama mukayyed ictihad, ki, bazı hûsûsî konularda olan ictihaddır, burada ona dair sözümüz yoktur.(Çünkü yukarda geçen şartların tamamen onda kabul edilmiyeceği şüp­hesizdir.)

TEFERRUAT KONULARINDA İSLÂM MEZHEBLERÎNİN ÇOKÇA OLUP, KİMİSİNİN ORTADAN KALKARAK YALNIZ DÖRT MEZHEBİN KALMASININ HİKMETİ VE BU MEZHEB SAHİPLERİNİN BİRBİRİNİ SAPIK SAYMIYARAK ARALARINDA ESASEN İTTİFAK BULUNMASI

Bu arzedilenlerden müslümanlar arasındaki mezheb farklarının aslı anlaşılmış olur. Binâenaleyh Islâm cemâatlerinin bir kısmı îmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe Nu'mân b. Sâbit'e, diğerleri de îmâm-ı Mâlik b. Enes, îmâm-ı Muhammed b. Îdrîs eş-Şâfiî ve îmâm-ı Ahmed b. Hanbel'den birine tabi olmaktadırlar. (Allah onlardan razı olsun.)

Çünkü bunların her biri mutlak ictihad derecesine ulaşarak îslâm dininin kaynağı bulunan Kur'ân ve hadîs metinlerinden hükümler çıka­rırlar, ictihadlarının eriştiği ve bilgilerinin ulaştığı şekilde hüküm verir­lerdi. Hepsi de tam araştırmayı ve doğru metodu elden bırakmıyordu.

Artık bu imamlara tabi olan (dört mezhebden) müslümanlar, îs­lâm dininin teferruât hükümlerine dair anlayıp çıkardıkları şeyler ile amel ediyorlar ki, hepsinin bu taklîd etme ve tabi olmada isâbet etmiş olmaları ile Allah katında kurtuluşa erecekleri şüphesizdir. Zira Allah,müctehidlere ictihad etmeyi emrettiği gibi diğer mü'minlere de mutlaka bir müctehide tabi olmayı emretmiştir.

«Eğer bunu bilmiyorsanız, Tevrât ve İn­cil âlimlerine sorun.» (Nahl,43;Enbiya,7) âyeti bu iddiâya delildir.

Allah’ın dininde ilim ehli ancak müctehidlerdir.

Bu dört mezhebin birini taklîd edip ona tabi olanlara diğer mez­hebe tabi olanların durumu sorulacak olsa, ictihad şartlarını tamamlamış bir müctehidi taklid etmiş olmaları sebebiyle hak mezhebde bulu­nup, kurtuluşa ereceklerini söylerler.

Bu dört zattan başka İslâm'ın ilk devirlerinde ashâb, tâbiîler ve diğer din büyüklerinden daha pek çok müctehidler vardı. Fakat bunla­rın görüş ve mezheblerini tevâtür veya diğer sağlam ve doğru bir yolla nakledecek tarafları çoğalmadığı için mezhebleri ortadan kalktı, gitti. Yalnız dört mezheb imamı olan zatların bu son zamanlara kadar sağlam ve makbul yollarla mezheplerini nakleden büyük âlimler bulunarak her birinin mezhebi tanındı, kaybolmaktan da kurtuldu.

Bu mezheblerin taraftarları birbirini sapıklık ve fıskla suçlamaz, hiç ayıplamaz. Her mü'minin, büyük imamlardan birini taklîd edip ona tabi olması caizdir. Hattâ onlardan birini taklîd etmekte bulunan bir zatın, dînî sahîh bir maksatla diğer imamın mezhebine geçmesi de meş­rudur. Bozuk bir maksadla geçtiği anlaşılmadıkça bu hususta hiç bir kimse ayıplanmaz.(1)

İşte ortada dört mezheb bulunmasının sebebi bundan ibârettir. Yani Allah’ın lûtfu ile bu mezheblerin her biri yazılı hale getirilerek onlar hakkında bir çok kitaplar okutulup, her devirde sözlü olarak alınmakta olması, devam edegelmelerine sebep olmuştur.(2)

İslâm mezhepleri arasında tam bir ayrılık olmadığı, müslüman halkın durumlarını bilenlerce gizli değildir. Çünkü daimâ görülüyor ki, birbirlerinden kız alıp veriyorlar. Meselâ: Hanefî mezhebinde olan kimse şafiî,mâlikî veya hanbelî kadını nikâhlıyor. O kadının velileri de bu hususa razı oluyorlar. Hepsinin mescidleri birdir. Yüce halîfeye itaat etmenin, kendilerine vâcip olduğuna ait inançları muhakkaktır. Dince yardımlaş­ma gereği aralarında müşterek olup., namazda birbirlerine uyuyorlar.

Birbirlerini sevmeyip ayıplamayı hissettirecek bir mezheb muame­lesi yoktur. Şâfiî mezhebine geçen bir hanefîye (yukarda saydığını şart­ları gözettiği takdirde) hiç kimse kötü gözle bakamaz.

Gerçi her mezhebin taklidcileri kendi imamlarının sözüne uyarak her ameli ona dayamaktadırlar. Fakat diğer mezhebin gereğince hare­ket etmekte olan dindaşlarını da doğru yola tabi olarak tanırlar.

Kısacası, yaygın olan dört mezhebde bulunan bütün müslüman fert­ler bir tek vücut olup, kıbleleri ve halîfeleri birdir. Durum ve dav­ranışları, anlatıldığı şekildedir. Dinin ana kaynaklarına uygun bulunan bu durum, aralarında kuvvetli bir bağdır.

Bunu bilmiyenler böyle bilmelidirler.



Hüseyin Cisr – Risale-i Hamidiyye,syf:421-429



Dipnotlar:

(1)-Usûl âlimlerinin kabul edilen görüşlerine göre, başka bir mezhebe geç­mek hususunda, dinle oynamak derecesine varmamak, yani bir mezhebden diğerine geçen şahsın, kendi akıl ve ilmi veya bir takım güvenilir zatların sözlerine da­yanması sebebiyle en çok ve en derin âlim ve zühd ve takvâca eşsiz sanıp inan­dığı imamın mezhebine geçmesi ve bir müddet sonra eski mezhebine dönmek az­minde bulunmaması ve geçtiği mezhebin bütün hükümlerini benimseyip, bütün mez­hepleri birleştirmekten sakınması şarttır.

Bu durumda en bilgili ve en faziletli olanı bırakıp da böyle olmıyanı taklid etmek, yine sahibinin en üstün olduğunu kabul etmekle beraber görünüşteki bazı çıkarlara yarıyacak bir mezhebe bir müddet için geçmek hiç caiz olmadığı gibi önceki mezhebiyle amel etmenin tesirleri henüz kaybolmadan iki mezhebi birleş­tirmeye sebep olacak bir şekilde diğer mezhebe uymak da caiz olamaz.

Meselâ: Bir kimsenin abdestli olduğu halde, şehvetle bir kadının herhangi bir uzvuna dokunmasından sonra, tesâdüfen burnundan veya bedeninden akan kanla abdestin bozulmamasında şâfiî mezhebini taklîd edip, abdestini yenilemeksizin na­maz kılması caiz olmaz. Çünkü bu şahıs, kadına dokunmakla abdestin bozulmama- sında hanefi mezhebini kabul ve sonra kanın akmasiyle bozulmamasında da şâfii görüşüne dayanıp, iki mezhebin arasını birleştirecek bir amel işlemiş oluyor ki, bu­nun doğru olmasına iki mezhebin de hiç biri elverişli değildir.

İşte başka bir örnek: Bir kimse zorla boşattırılmış bulunduğu eşinin ayrimasında hanefî mezhebini taklid ederek o kadının kızkardeşini nikahladıktan sonra şâhî müftüsünün, bu boşanmanın boşama olmıyacağına hükmetmesi sebebiyle ön­ceki eşine dönmesi caiz olamaz. Meğer ki, İkinciyi boşaya. Yoksa iki kız kardeşi, bir nikâh altmda birleştirmiş olur ki bu, Kur'ân âyetinin delâletiyle haramdır.

İşte Takrîru'l-Usûl Kitabının yazan Kemâlüddin b. el-Hümâm’ın ve Amidı ve Ibn-i Hâcib gibi bir çok mezheb büyüklerinin «Amel ettikten sonra taklîdden dön­mek ittifakla bâtıldır.» demeleri bu gibi birleştirmeye sebep olan şekillere yorum­lanır. Yahut da bir mezheble amel edip, ameli tamamladıktan sonra o amelin caiz olmadığı kanâatine vararak diğer mezheble o ameli tekrar etmek şekline göredir. Meselâ: Başının dörtte birini meshederek aldığı abdestle öğle namazını kılan kim­senin sonradan, başı meshetmede tamamını şart koşan İmâm-ı Mâlik'in görüşünü doğru bulup da o namazı tekrar kılması mânâsızdır. Çünkü bir mezhebe uygun ola­rak bir ameli tamamlamak, hâkimin imzâsı gibidir, bozulmaz.

Ama bugünkü öğle namazını kendi mezhebine göre kılan kimsenin yarın başka bir mezhebin imamını taklid ederek —fakat o mezhebin namazla ilgili bütün hü­kümlerini kabul etmesi şartiyle— kılması, mânâsız bir dönüş sayılmaz.

Şurası da unutulmamalıdır ki, kendi mezhebine göre doğru zannederek ta­mamladığı namazın sonradan ancak diğer mezhebe göre doğru olduğunu anlıyan kimsenin o mezhebin imamını taklîd edip, ona uymuş olduğunu düşünüp de kılmış olduğu namazla yetinmesi câizdir. Fakat o mezhebce namazın sıhhatine engel olan bir amel işlemiş olmamak şarttır. Nitekim Fetâvâ-yı Bezzâziye’de kaydedil­diğine göre, îmâm-ı Ebû Yûsuf bir hamamda gusledip cuma namazını kıldıktan sonra o hamamın su deposuna fare düşmüş olduğunu duyunca «îki külle miktarı suyun pislenmiyeceği görüşünde bulunan Medîne âlimlerinin görüşleriyle amel edi- veririz.» deyip, kıldığı namazla yetinmişti.

Külle, büyük küp demektir. îki kulle miktarı su aşağı yukarı 500 Bağdâd rıtlından ibârettir.

Bağdâd rıtlı, îmâm-ı Nevevî'ye göre 128 1/7 dirhemden ibâret olup, tercih edilen görüş de budur, tam 130 dirhem değil.

''Su iki kulle olunca pislik taşımaz.''hadisi Abdullah b. Ömer’den rivâyet edilmiştir. Binâenaleyh, şâfiîlerce bu kadar su, akar su hükmünde olup, üç vasfı değişmedikçe pislenmez. Fakat hanefilerce bu hadîs, te'vîl edilmiştir ki, bu iddiâya delil teşkil etmez.

Câmi-i Sağır şerhlerine başvurularak işin hakikati anlaşılabilir.

(2)- Dört imamdan başka tâbiîler ve onlardan sonra ortaya çıkan mücte- hidlerin daha tanınmışları Leys b. Sa'd el-Mısrî, Süfyân es-Sevrî, Süfyân b. Uyeyne, Abdurrahman el-Evzâî ve Muhammed b. Cerîr et-Taberî gibi zatlardan ibârettir. Ashâb .arasında ise pek çok müctehidler vardı ki, yazılı mezheblerde onların görüş ve ictihadları esas tutulmuştur.

Çünkü Peygamber efendimiz, Kur’ân’a ve hadîslere tutunmanın lüzumunu açık­ladıktan bir hadîsin sonunda: «Eğer aradığınız bir konuya dair benim sözlerimi bu­lamazsınız ashâbımın sözlerine tabi olunuz. Zira eshâbım, gökteki yıldızlar gibidir. Doğru yolu gösterirler.Binâenaleyh herhangisinin sözüyle amel etseniz hidâyete ulaşırsınız. Ashabımda göreceğiniz ihtilâf ise ümmetimin fertleri için rahmetin ta kendisidir.» bu-
yurmuşlardır.

îşte bu hadîs, en hayırlı nesil olan sahâbe zamanından itibaren teferruât konularında âlimler arasında ihtilâf görüleceğine delâlet ediyor.Zira bazı konularda ihtilâfa düşen ashâbın her biri, ilim ve rivâyetle tanınmış bulunduğundan, her sahabenin sözünü tâbiîlerden bir cemâat nakledince, tabiîler ve diğer âlimler arasında da ihtilâf olması gerekir.

Hz. Peygamber ise, böyle bir ihtilâfın bulunup devam etmesine izin vermiş ve razı olmuş, hattâ bunu medhederek, ümmeti hakkında rahmetin ta kendisi olarak kabul etmiştir. Hattâ ümmetini, istedikleri sahâbenin sözüyle amel etmek hususunda serbest bırakmışlardır. Bu durumda fiil ve sözde sahâbenin yollarında yürüyüp onların ictihadları şeklinde devam edegelen müçtehid imamların görüş ve mezhebleriyle amel etmek hususunda da serbest bırakmış olduğu anlaşılır.

Hz. Peygamber, kendi zamanında görülen durum ve olaylar karşısında bile ashâbının birbirine muhâlif olan görüşlerini kabul edip, bu husustan dolayı hiç birini ayıplamazdı.

Buna dâir pek çok meşhur olaylar vardır.

Meselâ: Peygamber efendimiz, Medîne civârında bir kalede oturan Kureyza oğulları ile savaşmak isteyince ashâbına:''Sizden hiç biriniz ikindi namazını Kureyza oğullarından başka hiç bir yerde kılmasın.'' diye hitâb edince bu emre uymak hususunda sahâbe ihtilâfa düşmüşlerdi.

Şöyle ki: İkindi namazının vakti gereği gibi daraldığı halde Hz. Peygamber'in böyle yüce bir emrinin bulunması üzerine ashâb iki kısım olarak,bir kısmı ikindi namazının vakti çıkmadan yolda namazlarını kıldılar. Hz. Peygamber'in maksadı­nın ancak, savaşa erken gelmeye teşvik olup, namazın vaktini geçirmek olmadığı görüşünde bulunarak, emirden çıkardıkları bu mânânın delâletiyle «Ancak Kureyza oğullarında» sözündeki sınırlandırma, hakikî değil, izafidir. Yani «Namazı kılmadan yola çıkınız, demektir, dediler.

Diğer kısım ise, ta akşam vaktinin girişinden sonra Kureyza oğullarının yur­duna varmadan ikindi namazını kılmadılar ve o emirdeki sınırlandırmanın mutlak olarak ifâde ediimesi sebebiyle açık mânânın kasdedildiğini kabul ettiler.

İşte bu şekilde gelişen ihtilâf ve ona dayanan kaza ve edâ fiilleri Hz Pey- gaınber'e arzedilince bu iki grubun hiç birini ayıplamadı ve fiillerini reddetmedi. Hattâ her birinin kendi anladığı ve çıkardığı hükmü kabul ederek hepsinin içtihad makamındaki çalışmalarının makbul, vazifelerini yerine getirerek bol ecir ve sevaba lâyık ve bozukluk ve eksiklikten uzak olduğuna işâret buyurdular. (Buhâri, K. Salât'l-Havf, Bâb: 6).

İşin hakikatinin, arzedilen şekilde olduğu anlaşılınca müctehidlerin hiç biri ayıplamaya lâyık olmayıp, hepsinin, hidâyet nuruna kavuşmuş bulunduklarında şüp­he kalmaz. Hattâ Muhammed ümmetinin teferruât hususundaki ihtilâfları, bir çok iyilik ve faydaları içine aldığından dolayı teşekkür edilmesi gerekir……







Devamını Oku »