"Tasavvuf; dînin derûnî ciheti, özü ve kalbî derinliğidir"

"Tasavvuf; dînin derûnî ciheti, özü ve kalbî derinliğidir"

RIHLE'nin Tasavvufu dosya konusu yaptığı bu sayıda, konuyla ilgili olarak insanımızın zihnini meşgul eden birtakım meseleleri Osman Nuri Topbaş Hocamıza soralım istedik. Muhterem hocamız bizi kırmadılar, RIHLE okuyucuları için aşağıda okuyacağınız mülakatı lütfettiler. Kendilerine şükranlarımızı sunuyor, sizi muhterem   hocamızın sorularımıza verdiği cevaplarla baş başa bırakıyoruz.


Muhterem Hocam; öncelikle tasavvufun tarif ve izahını yapar mısınız.

İslâm’ın hedeflediği ideal ve kâmil insan olabilmek için, dînî hayatı madde ve mânâ bütünlüğü, zâhir ve bâtın derinliği, akıl ve kalp âhengi, şekil ve ruh beraberliği içinde kavrayıp yaşamak zarûrîdir.

Tasavvuf, İslâm’ın zâhirine ilâveten bâtın plânında da kavranıp yaşanması gayretidir. Bundaki yegâne gâye de, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı sâlih bir müslüman, kâmil bir mü’min olabilmektir.

Bu ise, meşhur ifâdesiyle; “şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifet” bütünlüğü içerisinde İslâm’ı idrâk edip yaşamaya gayret etmeyi gerekli kılar.

Buna tipik bir misal olması kabîlinden ifâde edelim ki;

Şerîatte doyduktan sonra yemek israftır.

Tarîkatte ise, doyuncaya kadar yemek israftır.

Hakîkatte, kifâyet miktarını Allâh’ın huzûrundan gâfil olarak yemek israftır.

Mârifette de, bütün bunlara ilâveten nîmetlerdeki ilâhî tecellîleri idrâk etmeden yemek israftır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı her varlık, O’nun sonsuz kudret ve azametinin delili mâhiyetindedir.

Tasavvuf; dînin derûnî ciheti, özü ve kalbî derinliğidir. Bu yönüyle âdeta sütün içindeki laktoz gibidir. Dînin bu derinliği ve takvâ ciheti ihmâl edildiğinde, geriye kuru bir kâideler manzûmesi kalır. Bununla birlikte, bilhassa bugün tasavvufî neşveye sahiplik iddiasıyla arz-ı endâm eden bâzı çevreler gibi, her şeyi bâtınî hükümlerden ibaret görüp zâhirî hükümleri hafife almak da tasavvufun hakîkatini idrâk edememektir. Hele hele; “Kalbin temiz olsun, amelin olmasa da olur.” şeklinde nefsânî yaşayışa prim veren bir anlayışı tasavvuf diye göstermeye çalışanların dâvâsıyla, gerçek tasavvufun hiçbir alâkası yoktur.

Maalesef günümüzde Mesnevî-i Şerîf‘in rûhundan uzak bâzı kimseler tarafından Mevlevîliğin takvâ tarafı ihmâl edilerek, aslı zikir olan semâ, sanki bir folklor gösterisi ve bir mûsikî meclisi hâline getirilmek istenmektedir.

Gerçek tasavvuf ise, Peygamber Efendimiz’in hayatıyla hem zâhiren hem de bâtınen bütünleşebilme gayretidir. Allah Rasûlü (s.a.v.), mânevî olgunluğun zirvesinde bulunmasına rağmen, zâhirî mükellefiyet ve mes’ûliyetleri nasıl ki son nefesine kadar îfâ etmişse, O’nu örnek almak durumunda olan her müslüman, hangi mânevî makam ve mevkide olursa olsun, zâhirî vazife ve mes’ûliyetlerini de yerine getirmek mecburiyetindedir.

Zira İslâm’ın zâhirî ahkâmı diyebileceğimiz şeriat, âdeta vücûdu ayakta tutan bir iskelet gibidir. Fakat sırf iskeletten ibâret bir dînî hayat da -kimilerinin kasıtlı olarak göstermek istedikleri gibi- ürkütücü, soğuk, ruhsuz ve nâkıs bir İslâm anlayışı ortaya koyar.

Gerçek tasavvuf, İslâm’ı; Allah Rasûlü ve Sahâbedeki feyz ve rûhâniyet dolu keyfiyetiyle idrâk edip tıpkı onlar gibi aşk ve şevkle yaşama gayretinden ibârettir. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in tezkiye ve terbiyesi sâyesinde ashâb-ı kirâmın ulaştığı mânevî seviyeden nasiplenmeyi hedefleyen ulvî bir yolculuktur. Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde; nefsin terbiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir. Bu mânevî terbiye mektebine girerek insan-ı kâmil olma yolunda mesâfeler katetmeye de “seyr u sülûk” denilmiştir.

Cenâb-ı Hak, bütün insanlığın mükellef bulunduğu dînî teklifleri tâyin ederken, kullarına verdiği tâkatin asgarî seviyesini esas almıştır. Şüphesiz ki bu, O’nun kullarına olan nihâyetsiz merhametinin bir tezâhürüdür. Bununla birlikte, dînin asgarî tekliflerinden daha fazlasını yapmaya fıtraten kudret, iştiyak ve istîdâdı olan kimselere de mânevî yükselişin kapısını kapatmamıştır. Yani şer‘î vazifelere ilâveten bir de kalp âleminde yükselme istîdâdı olan mü’minlere, nâfile ibadetler, zühd, takvâ, ihsan gibi fazîletlerle, vâsıl-ı ilâllâh zirvelerine doğru mesâfe almayı sağlayacak bir yolu açık tutmuştur. Bu yol ise, bilindiği üzere “tasavvuf”tur.

Tasavvuf, her şeyden önce hayatı Kitap ve Sünnet muhtevâsı içinde tanzim edebilme cehd ve gayretidir.

Nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir. Zira nefs; terbiye edilmesi gereken ve ancak büyük cihâd ile terbiye edilebilen, sırlarla dolu bir kuvvettir.

Tasavvuf, bir arınma disiplinidir. Allah’tan uzaklaştıran her şeyden sakınarak takvâya erebilme yoludur.

İmtihan sırrının şifresini, Hakk’a kul olabilmenin düstur ve ölçülerini, feyz ve rûhâniyetle âdeta damarlarımızda dolaştıran bir husûsiyettir. Muhabbetullah ve mârifetullâh’a ulaşarak Allâh’a sâlih bir kul olabilme gayretidir.

Tasavvuf, Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıyabilmenin, Hakk’a teslîmiyet pınarından kana kana içmenin, “îmân”ı “ihsan” gibi yüce bir ufka taşımanın diğer adıdır.

Tasavvuf, her zaman ve mekânda Cenâb-ı Hakk’ın takdîrinden râzı olarak O’nunla dost kalabilme sanatıdır. Hayatın med-cezirleri, değişen şartları ve sürprizleri karşısında gönül muvâzenesini koruyup şikâyet ve sızlanmayı unutarak dâimâ güzel bir kul olabilme mahâretidir.

Tasavvuf, bir zühd eğitimidir; esas hayatın âhiret olduğu idrâkine ererek dünyanın gelgeç nefsânî arzularına gönül bağlamaktan kurtulmaktır.

Hâsılı bizim anlayıp anlatmaya çalıştığımız tasavvuf; Allah Rasûlü’nü aşk ile yakından tanıyabilme, O’nun yüksek ahlâkıyla ahlâklanarak, İslâm’ı, rûhâniyetine uygun bir tarzda yaşayabilme gayretidir. Allah Rasûlü (s.a.v.) ve ashâbının vecd içinde yaşadığı “takvâ hayatı”dır.

Bunların dışında kalan, özünü ve ölçüsünü Kur’ân ve Sünnet’ten almayan her şey -ne kadar tasavvufa izâfe edilirse edilsin- bâtıldır.

Tefsir, Hadis, Fıkıh… gibi İslâmî ilimlerde olduğu gibi Tasavvufta da tarih içinde ekoller ve anlayışlar arasında farklılaşmalar olmuş. Tarikatler arasındaki farklılıkların kaynak ve hikmeti konusunda neler söylemek istersiniz?

İfâde ettiğiniz gibi, diğer İslâmî ilimlerde mezhepler ve ekoller nasıl doğduysa, tarîkatler de aynı temel sebep ve ihtiyaçların bir mahsûlüdür.

Tasavvufun bir ilim olarak tedvîni ve sülûk edilen bir yol olarak ortaya çıkışı, hicrî ikinci asra tekābül etmektedir.

Asr-ı saâdette; kelâm, îtikad ve fıkha dâir mezhepler de henüz teşekkül etmemiş, ilmî usûller dâhilinde tedvîn edilmemişti. Ancak o zaman da îtikādî, fıkhî vs. hükümler mevcuttu ve Allah Rasûlü (s.a.v.) tarafından sahâbeye tâlim ediliyordu. Belli bir süre sonra, meselâ “fıkıh” ilminde otorite sayılan büyük âlimlerin ictihadları, talebeleri tarafından benimsenip sistemleştirilmiş ve bu farklı metod ve usûllere “mezhep” adı verilmiştir. Mezhepler, o büyük âlimlerin isimlerine nisbet edilmiştir.

Diğer İslâmî ilimler gibi tasavvufun muhtevâsı da, telkîn ettiği “zühd” ve “takvâ” duygusuyla, insanları ulaştırmak istediği ihsan ve rabbânîlik ufkuyla aynı minvalde asr-ı saâdette yaşanıyordu. Sahih tasavvuf anlayışının temel aldığı bütün düsturlar, Kur’ân-ı Kerîm ve asr-ı saâdette, Rasûlullah (s.a.v.) ve ashâbının hayatında mevcuttu. Aradan zaman geçtikçe asr-ı saâdetin o feyizli hayatını devam ettiren takvâ ehli âlim ve ârifler, halkın dünyaya râm olup gaflete dalmasına mânî olmak gâyesiyle, rızâ-yı ilâhî için onlara nasihatte bulunmaya başladılar. Bu zevâtın bir çığır açmak, bir hayat üslûbu meydana getirmek gibi maksatları da yoktu. Gâye, İslâm’ı özüne uygun bir şekilde güzelce yaşamak ve ibadetleri -Kur’ân ve Sünnet’te bildirildiği üzere- “ihsan” kıvâmında ve “huşû” ile îfâ edebilmekti.

Ancak onların sohbet ve nasihatlerinden istifâde ederek hâllerinden hisse alanlar, bu zâtları kendilerine mânevî rehber, üstad ve mürşid kabul ettiler. Bu kimseler, onların nasihatlerini, yani mü’mini rûhî olgunluğa erdirip Hakk’a yaklaştıran terbiye ve tezkiye metodlarını sistemleştirerek mânevî bir disiplin hâline getirdiler. Neticede bu üstadların isimlerine veya usûllerine nisbet edilen tarîkatler meydana geldi. Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Rufâiyye, Mevleviyye, Halvetiyye, Celvetiyye gibi…

Tarîkat, her tasavvuf kolunun Hakk’a vâsıl olma husûsunda izlediği usûl ve yolun adıdır. Zamanla, farklı metodlar takip eden çeşitli tarîkatlerin meydana gelmesi, ihtilâftan dolayı değil, ihtiyaçtan dolayıdır. Zira insanların mizaç, karakter, meşrep ve tabiatleri birbirinden farklıdır. Dolayısıyla tarîkatlerin bu gerçek ışığında çeşitlenmesi, herkese mânevî arınma ve rûhî tekâmül için mizâcına uygun bir tarîkate intisâb ederek terbiye olma imkânı sağlamıştır.

Meselâ, umûmiyetle coşkun mizaçlı bir insan, Kâdirîlik’te takip edilen usûllerle daha kolay terakkî ederken; şâir, sanatkâr ve romantik mizaçlı kimseler, daha ziyade Mevlevîlik’te huzur bulur. Vakur, sakin mizaçlı, derûnî istîdâdı yüksek insanlar ise Nakşîlik’te kendilerine bir uygunluk görür ve bundan dolayı da o yolun telkinlerine ve terbiye usûllerine daha kolay râm olarak feyz alma imkânı bulurlar. Bunu bütün tarîkatlerin karakteristik özelliklerine göre ifade etmek mümkündür.

Bu bakımdan tarîkatlerin çeşitlenmesi, Allâh’ın bir rahmetidir. Zira meşhur tâbiriyle; “Hakk’a giden yollar, mahlûkâtın nefesleri adedince çoktur.” Yeter ki Kur’ân ve Sünnet ölçülerinin belirlediği istikâmette olsun.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)’a hafî zikri, Hazret-i Ali (r.a.)’a da cehrî zikri telkin etmiştir. Farklı sahâbîlere farklı virdler verdiği1 ve kimi zaman da zikir halkaları kurdurup topluca zikir icrâ ettikleri2 bilinmektedir. En mühim tasavvufî terbiye vâsıtası olan zikir/evrâd hususundaki bu farklı uygulama ve tercihler, mânevî terbiye usulleri ve tarîkatlerin çeşitlenmesinin en temel sebeplerden birini teşkil etmiştir. Fıkhî mezheplerde olduğu gibi tasavvufî tarîkatlerde de kaynak, Kitap ve Sünnettir.

Mâlum-i âlîniz olduğu üzere birtakım çevrelerde Tasavvuf denildiğinde hemen “vahdet-i vücud”, “vahdet-i şuhûd”, “râbıta”… gibi ihtilâflı hususlar akla geliyor. Bu gibi hususlar hakkında doğru bakış açısı ne olmalı?

Evvelâ şunu ifâde edelim ki “vahdet-i vücûd” ve “vahdet-i şühûd”un iddiâ edildiği gibi şirkle ve küfürle alâkası yoktur. Bilâkis bunlar tevhîdin derûnî bir lezzet hâlinde hissedilip dış âlemdeki tezâhürlerinin tefekkür nazarıyla seyredilişinden ibârettir. Hele hele bunların Eflâtun’un, tamamen bir şirk sistemi olan panteizm’iyle hiçbir alâkası bulunmamaktadır.

Vahdet-i Vücûd, Muhyiddîn ibn-i Arabî Hazretleri tarafından sistemleştirilmiş tasavvufî bir telâkkîdir. Bu hususta “Vahdet-i Şühûd” denilen diğer bir telâkkî daha vardır ki, bu da “Müceddid-i Elf-i Sânî” / “ikinci binin yenileyicisi” ünvanını almış olan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne âittir. Bu iki görüş, aslında aynı şeyi farklı pencerelerden îzahtan başka bir şey değildir. Yani her ikisi de, Cenâb-ı Hakk’ın “Vücûd” sıfatının mâhiyeti ile, görebildiğimiz âlemdeki vücud/varlık arasındaki farkı, kavrayış ve açıklayıştır. Bir farkla ki Vahdet-i Vücûd, tevhîdi hisset­mek; Vahdet-i Şühûd ise tevhîdin tecellîlerini müşâhede ederek tefekküründe derinleşmektir.

Suâlinizde bahsettiğiniz râbıta mevzuuna gelince: Râbıta, sevilen kimseye karşı muhabbeti canlı tutmaktır. Bunun en güzel misâli, ashâb-ı kirâm ile Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’dir. Sahâbe içindeki en zirve misâl ise şüphesiz ki Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ile Efendimiz (s.a.v.) arasındaki kalbî irtibattır.

Ashâbın Efendimiz’le olan kalbî irtibatları sayesinde ruhlarında meydana gelen in‘ikâs ve insibağ, Efendimiz’in hâllerinin kendilerine transfer olmasıyla, yani hâl sirâyetiyle neticelendi. Bundan dolayıdır ki sahâbe-i kirâm, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e samimiyetle; “Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyebilmekten, büyük bir haz ve lezzet aldılar. Allah ve Rasûlü’nün yolunda her şeylerini fedâ etmeyi, canlarına minnet bildiler. “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfinin muhtevâsı içine girerek Efendimiz’le hâl beraberliği, fiil beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliği içinde oldular.

Peygamber torunu Hazret-i Hasan (r.a.)’ın şu ifâdeleri de râbıtanın mânevî tekâmüldeki müstesnâ mevkiine ne güzel işâret etmektedir:

Hazret-i Hasan (r.a.), üvey dayısı Hind bin Ebî Hâle’ye Rasûlullah (s.a.v.)’in hilyesini sorarken, içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyeyi şu sözleriyle dile getirmiştir:

“Dayım Hind bin Ebî Hâle, Allah Rasûlü’nün hilyesini çok güzel anlatırdı. Kalbimin O’na bağlı kalması ve O’nun izinden gidebilmem için, dayımın Allah Rasûlü’nden bir şeyler anlatması, benim çok hoşuma giderdi.” (Tirmizî, Şemâil, s. 10)

Bu söz, fiilen râbıtayı ifâde etmektedir. Zira Efendimiz (s.a.v.)’in tasvîrini dinlemek, O’nunla kalbî bir bağ kurmak için en feyizli vesîlelerden biridir. Yani tasavvufî bir usûl olan râbıta da, Efendimiz (s.a.v.) ve sahâbenin tatbikâtından alınmadır.

Öte yandan, râbıtanın lügat mânâsı, bağ ve alâkadır. Bu yönüyle esâsen kâinatta râbıtasız hiçbir canlı yoktur. Her şey birbiriyle irtibat hâlindedir.

Bir anne-babanın evlâdına, evlâdın anne-babasına, bir delikanlının nişanlısına, bir gencin sevip kendisine örnek aldığı bir şahsa da böyle bir kalbî bağı vardır. Yani dünyevî ve fânî şeylerde bile böylesine tabiî bir muhabbet bağı varken, mâneviyatta bu bağın olmaması düşünülemez.

Ayrıca gönlünü mânevî rehberlere bağlamayan insanların; “Tabiat boşluk kabul etmez.” hakîkati mûcibince, yanlış örneklerin peşine takılması da kuvvetle muhtemeldir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, mü’minleri sâdık ve sâlih kullarıyla beraber olmaya teşvik ederek:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119) buyurmaktadır.

Cenâb-ı Hak; “ كُونُوا صَادِقِين /sâdıklar olun” buyurmuyor. “كُونُوا مَعَ الصَّادِقِين /sâdıklarla beraber olun” buyuruyor. Çünkü sâdık olmak, sâdıklarla beraberliğin en tabiî neticesidir. Tıpkı fâcir olmanın da fâcirlerle beraberliğin en tabiî neticesi olduğu gibi…

Demek ki bâzı nâdanların sıkça dillendirdiği; “Bizim sâdık kullara ihtiyacımız yok, bize yalnız Kur’ân yeter, biz onu doğrudan kendimiz anlarız, aklımız yok mu, vâsıtaya ne gerek var…” gibi ifâdeler, câhilâne sözlerdir. Modernizm ve pozitivizmin getirdiği, bütün gerçekleri deneme-yanılma sûretinde test edip gördükten sonra kabul etmek şeklindeki bu vahim hatâ, insanın madden ve mânen helâkinden başka bir şey sağlamaz. Çünkü hayatta idrâk edilecek hakîkatler sonsuz, fakat insanın aklı sınırlı, ömür de kısadır. Ateşin yakıcı olduğunu anlamak için illâ ki elini ateşe sokmak gerekmez. Geçmiş tecrübelerden ders almayı, bu hususlarda rehberlik edenlere îtibâr etmeyi bilmek îcâb eder.

Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri buyurur ki:

“Âyet-i kerîmedeki «Sâdıklarla beraber olun!» emri, dâimî bir sûrette beraberliği ifâde eder. Âyette «beraberlik», mutlak olarak zikredildiğinden, hem fiilî, hem de hükmî beraberliği ifâde eder. Fiilî beraberlik, sâdıkların meclisinde kalp huzûruyla fiilen bulunmaktan ibârettir. Hükmî beraberlik ise gıyâblarında da onların hâllerini tahayyül etmekten ibârettir.”

Râbıtanın gâyesi, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’e ulaşan Allah dostları silsilesiyle mânevî irtibâtı kuvvetlendirerek bu beraberlikten feyz almaktır. Muttasılan bir elektrik kablosuna tutunan insanlar gibi en sondaki insan da aynı akımdan istîdâdına göre bir hisse alabilir.

Allah dostlarıyla olan bu mânevî beraberliğin yanında maddî beraberlik de olabilirse bu, “nûr üstüne nûr” olur. Fakat tasavvufî terbiyede kuru kuruya bir fiilî beraberlik de makbul değildir. Zira kimileri, bir mürşid-i kâmilin dizi dibinde bulunurlar da gafletlerinden dolayı bir hisse alamazlar. Öte yandan uzak diyarlardaki nice samimî mürîdler, mürşidlerine duydukları engin hürmet, hasret, aşk ve bağlılıkları vesîlesiyle müstesnâ nasiplere nâil olabilirler. Nitekim büyükler; “Yemen’deki yanımda, yanımdaki Yemen’de.” buyurmuşlardır. Bu sebeple asıl mühim olan, nerede olursa olsun, kalbî beraberlik duygusunu yitirmemektir. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz de:

“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” buyurmuştur.3

Tasavvufî terbiyede çok ehemmiyetli bir usûl olan râbıta, adı ve tatbik şekli az çok farklı olsa da, hemen hemen bütün tarîkatlerde mevcuttur. Fakat râbıta, bilhassa 19. asırdan itibâren bâzıları tarafından bir îman-küfür meselesi hâline getirilerek şiddetle tenkid edilmiştir. Hâlbuki râbıta, -daha önce de ifâde ettiğimiz üzere- gâyet tabiî bir psikolojik vâkıadır. Onun îtikadla bir alâkası yoktur. Bu hususta Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“…Kalbi mal-mülk gibi dünyevî şeylere bağlı olan ve bunları düşünen kişi kâfir olmuyor da, kalbi bir mü’mine bağlamak, niçin küfre sebep olsun?”4

Velhâsıl râbıta, mürîdin mürşidine duyduğu muhabbeti dâimâ gönlünde tâze tutarak onun sâlih amellerini ve güzel hâllerini taklide çalışmasından ibârettir. Mürşide duyulan hürmet ve muhabbetin bu sûretle dâimâ tâze tutulması, müride mânevî bir dirilik kazandırır. Zira sâlih zâtların sohbeti kadar muhabbeti de tesirli ve faydalıdır.

Râbıtanın asıl sermâyesi muhabbettir. Fakat her hususta olduğu gibi muhabbette de aşırıya kaçmak, kişiyi ifratlara sürükler. Bu sebeple râbıta, öndeki bir mürşide ulûhiyet izâfe edercesine aşırı davranışlara girmek değildir. Allah korusun, böyle bir muhabbet, kişiyi şirke sürükler. Mürşid, mürîd için sadece bir “vâsıta”dır. Vâsıtaya muhabbette ileri giderek onu “gâye” hâline getirmek, son derece yanlıştır.

Unutmamak gerekir ki peygamberler dışında her kul, âciz ve kusurludur. Hattâ peygamberler bile beşer olmak hasebiyle zelle işlerler. Fakat te’yîd-i ilâhîye mazhar oldukları için, tashih edilirler. Dolayısıyla mâneviyat büyüklerine muhabbet ve hürmet ne kadar gerekliyse de, onları yüceltmede şer’î hudutlara riâyet etmek de son derece zarûrîdir.

Osmanlı dönemindeki ulemâ-meşâyıh ya da medrese-tekke ayrışmasına nasıl bakılmalı? Kadızâdeliler-Sivasîler tartışmasında, ya da daha beriye geldiğimizde Şeyh Saffet Efendi ile İzmirli İsmail Hakkı arasındaki münakaşada su yüzüne çıkan ve günümüzde de -sadece ülkemizde değil, İslâm dünyasında da- varlığını sürdürmeye devam eden bu ayrışmayı nasıl okumamız gerekiyor? Tekke ile Medrese birbirinin alternatifi ya da rakibi olmak zorunda mıdır?

Aslında ikisi birbirinin rakibi değil, bilâkis tamamlayıcısıdır. Zira ilim, takvâ ile bir kıymet ifâde eder. Takvâsız bir ilim, insanı hakka ve hayra ulaştıramaz.

Cenâb-ı Hak pek çok âyet-i kerîme ile, ibâdetlerin kalbî cihetini vurguluyor. Nasıl ki ibâdetin bir zâhirî tarafı varsa, bir de huşû tarafı, derûnî ciheti bulunmaktadır.

Îman da ilâhî hakîkatleri kalp ile tasdik, dil ile ikrar sayesinde gerçekleşir. Yalnızca dil ile ikrar kâfî değildir. Onun kalbe de nüfûz etmesi lâzımdır. İşte tasavvuf; îman ve ibadetlerin zâhirî tarafıyla beraber, rûhî cihetine, huşû tarafına ve kalbî hassâsiyetlerine dikkat çeker.

Daha ziyade zihnî ve aklî bir faaliyet olan ilim tahsilinde de kalbî hassâsiyetlere ihtiyaç vardır. Kalbî hassâsiyetlerden mahrum bir ilim, tek başına fayda vermez. Cenâb-ı Hak, ilmi yalnızca dillerinde olan, kalplerine ve dolayısıyla fiillerine yansımayan Benî İsrâil âlimlerine “kitap yüklü merkepler” teşbihinde bulunuyor.5

Felsefenin, hakîkate ulaşma maksadıyla başvurduğu yegâne vâsıta “akıl”dır. Her felsefî ekolde akıl, felsefenin bir şubesi olan “rasyonalizm”deki kadar -âdeta- ilâh mevkiine yükseltilmezse de, yine de filozofların hakîkat arayışında dayandıkları tek vâsıta olarak kabul edilmiştir. Hâlbuki gözün görme, kulağın işitme hususunda bir sınırı olduğu gibi, aklın da bir idrak hududu vardır. Bu sebeple kâinattaki muammâları akılla çözmeye çalışan felsefeciler, birbirlerini tekzip ederek devam etmişlerdir.

Kelâm âlimleri de, akâid ile ilgili müşkilleri, Kitap ve Sünneti esas alarak akıl aracılığıyla çözmeye çalışır. Bu bakımdan kelâm âlimleri her ne kadar filozoflara benzerlerse de, aklı “nass”tan bağımsız düşünmediklerinden, onu meşrûiyyet çerçevesi içinde kullanırlar. Fakat hakikatlerin idrâkinde aklın kudreti de sınırlı olduğundan, onlar da bir noktada kalırlar. İşte tasavvuf, aklın da kâfi gelmediği bu noktadan sonra kalbi devreye sokarak teslimiyetle mesâfe almayı, huzur, yakîn ve itmi’nan hâline ermeyi telkin eder.

Diğer taraftan, ilmiyye kesiminden tasavvufa gelen itirazların iki temel sebebi vardır. Birincisi; tasavvufun hakîkatinden uzak ve bîhaber olmak. İkincisi de, tasavvufun bâzı nâ-ehil kimselerdeki yanlış uygulamalarını ön plâna çıkarıp bunu bütün tasavvufa mâl etmektir.

Her hususta olduğu gibi tasavvufta da zaman zaman istismarcılar ortaya çıkmıştır. Bugün de birileri kalkıp; “Ben zamanın kutbuyum, gavsıyım!..” gibi iddiâlarla gerçek tasavvufun rûhundan tamamen uzak bir büyüklük iddiâsı, şöhret talebi içinde olabiliyor. Tarih boyunca bu tip istismarcıları ilmiye sınıfı kadar hakîkî mutasavvıflar da tenkid etmişlerdir.

Sûfiyyeden aşırıya gidenler olabildiği gibi ulemâdan da zaman zaman aşırıya gidip işi tamamen zâhirden ibâret görenler çıkmıştır. İlmiyyede görülen bu nevî çıkışların temel sebebi, ilmin verdiği gurur ve enâniyetle, her şeyi bilip anladıklarını zannetme gafletidir. İblis’in, Kârun’un ayağının kaydığı nokta da budur.

Tasavvufun mücâdelesi, iç âlemden varlık, benlik, gurur ve kibri kazıyıp atarak hiçlik ve yokluk hâlini idrâk ettirmektir. Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri kendisine ilimde “Şemsü’ş-Şümûs”, yani “Güneşler Güneşi” denildiği bir zamanda dergâhına gittiği Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri onu karşılamaya bile çıkmadı. Üstelik dergâhın ne mihrâbında, ne de kürsüsünde vazifelendirildi. Önce helâ temizliğine verildi. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri de Bursa kadısı iken Üftâde Hazretleri’nin dergâhında hiçlik ve yokluğa erebilmek için benzeri merhalelerden geçti. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri de hâcegândan, yani ilim erbabı hoca efendilerden idi. O da intisâbının ilk yıllarında yolların temizliği, hasta hayvanların bakımı gibi hizmetlerle vazifelendirilmişti.

Bu mânevî terbiyeyi peygamberlerde de görüyoruz. Peygamberlerin hemen hemen hepsi koyun veya deve çobanlığı yapmıştır. Bu, hem bir tevâzu tâlimi, hem mahlûkâtın hissiyâtını anlayıp merhameti öğrenme, hem de yönetimin ipuçlarını kavrama merhalesi idi.

Tasavvufla ilmiye arasındaki münâkaşanın bir diğer sebebi de bilgi mertebelerinin doğru idrâk edilmeyişidir. Zira üç türlü bilgi vardır: Birincisi, umûma âit bilgi, ikincisi havâssa âit bilgi, üçüncüsü de havâssü’l-havâssa âit bilgi. Bu son mertebedeki bilgi, mahrem olarak tutulmuş, ehil olmayana teklif edilmemiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de haber verilen Mûsâ (a.s.) ile Hızır (a.s.) arasındaki hâdise, bunun tipik bir misâlidir. Bunun asr-ı saâdetten de pek çok misâli vardır. Nitekim Muâz bin Cebel (r.a.) bir gün Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in terkisine binmiş, Efendimiz (s.a.v.) orada kendisine bir bilgi vermiş ve onu herkese açıklamasına müsâade etmemiştir. (Bkz. Buhârî, İlim, 49)

Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle buyurmuştur:

“Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’den iki kap (ilim) ezberledim. Birisini insanlara neşrettim. Diğerine gelince, eğer onu yaysaydım şu boynum kesilirdi.” (Buhârî, İlim, 42)

Yani havâssü’l-havâssa âit bâzı mahrem bilgilerin, henüz o mârifete ulaşamamış kimselere bildirilmesi, son derece mahzurludur. Zira bunların ehil olmayan kimseler tarafından yanlış anlaşılması kaçınılmazdır. Nitekim Muh­yid­dîn İbn-i Ara­bî Hazretleri de; “Hâ­li­mi­ze âşi­nâ ol­ma­yan­lar, eser­le­ri­mi­zi oku­ma­sın­lar.” bu­yur­muş­tur.

Bir de bâzı cezbeli sâliklerin mânevî sarhoşluk içinde söyledikleri sözler vardır ki, bunlar da yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermiştir. Esâsen kâmil mürşidler, mânevî sarhoşluk içindeki bâzı müridlerinde gördükleri bu nevî taşkınlıkları önleyip müridlerinin o hâlleri kolayca aşmalarına yardımcı olurlar. Fakat tarih boyunca kimi zaman dirâyetli ve kâmil bir mürşidin himâye ve kontrolünden mahrum kalanlar da olmuştur. Onların söyleyip yazdıkları da bir münâkaşa mevzuu teşkil etmiştir.

Şunu net olarak ifâde etmek gerekir ki sûfiyye ile ilmiyye arasında zaman zaman vuku bulan münâkaşalara her iki tarafın veya taraflardan birinin noksanlıkları sebebiyet vermiştir. Her iki kesimin veya en azından birinin kâmil olduğu zaman, ciddî bir münâkaşa görülmemiştir. Şu hâdise, bu gerçeği çok güzel îzah etmektedir:

Bahâuddîn Nakşibend Hazretleri bilhassa hadis ilmi tahsil etmiş olup ilme ve âlimlere çok ehemmiyet veren bir Hakk dostudur. Bu husûsiyeti sebebiyle Buhara medreselerindeki birçok hoca ve talebe, kendisine mürîd olup sohbetine devam etmeye başlayınca, bâzı zâhir âlimleri medreselerin boşalacağından kaygı duymuşlardı. Bunun üzerine Bahâuddîn Nakşibend Hazretleri âlimlere:

“Tarîkatimizi size anlatalım, eğer Kur’ân ve Sünnet’e aykırı bir husus varsa, söyleyin ondan vazgeçelim.” dedi. Âlimler, bütün suallerine tatminkâr cevaplar alıp uzun uzun dinledikten sonra, söyleyecek bir şey bulamadılar ve:

“Tarîkatiniz istikâmet üzeredir, (yani Kitap ve Sünnet yoludur), bir îtirâzımız yok.” dediler. Bâzıları:

“Giydiğiniz külâh şöhrete sebep olmaktadır.” deyince Hâce Bahâuddîn Hazretleri:

“Mâdem ki külâhım münâkaşa mevzuu oldu, onu giymemek daha münâsiptir.” deyip başındaki külâhı çıkardı ve bir fakire verdi.6 Bu hâdiseden sonra Nakşibend Hazretleri’nin ulemâ nezdindeki îtibârı daha da arttı.

Bu sebeple tasavvufu yaşadığını zanneden birtakım câhil, liyâkatsiz veya kötü niyetli kimselerin hâl ve tavırlarına bakarak onun hakîkatini reddetmek, son derece yanlıştır. Hatâ, yanlışlık ve istismarlar, her sahada olduğu gibi, dînî ilimlerde de vâkî olabilir. Bunlar, ehli tarafından gâyet kolay bir sûrette ayırt edilir. Nasıl ki haktan ayrılan bâtıl mezhepler varsa, bunun gibi hakîkî tasavvuftan ayrılan bâtıl yollar da vardır. Gerçek tasavvuf ehlini, bu gibi bâtıl yolların mensuplarıyla karıştırmamak gerekir. Nasıl ki İslâm’ı yanlış anlayıp yanlış yaşayan bâzı müslümanlar sebebiyle İslâm’ı tenkid etmek doğru değilse, tasavvufu da yanlış anlayıp yanlış uygulayanlara bakarak onu reddetmek doğru değildir.

Gerçek tasavvufun hedefi; Kitap, Sünnet, imamların ictihadları ve mürşid-i kâmillerin güzel gördükleri metodlarla dış âlem gibi iç âlemleri de temizlemek, kalbin hâllerini ıslâh ederek îmânın yakînî bir kıvamda, aşk ile yaşanmasına zemin hazırlamaktır.

Bu bakımdan tasavvuf, İslâmî ilimler bütününün ayrılmaz bir parçasıdır. Bilhassa fıkıh ile tasavvuf, Allâh’ın emir ve nehiylerine -hem zâhiren hem de bâtınen- riâyeti temin etme hususunda, bir elmanın iki yarısı gibi, birbirini tamamlayan unsurlardır.

Esâsen tasavvuf, fıkıh, îtikad ve kelâm gibi bütün İslâmî ilimler, başlangıçta aynı muhtevânın farklı yönlerini ifâde ediyordu. Nitekim İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri fıkhı:

“Kişinin dînî bakımdan lehine ve aleyhine olanları bilmesidir.” diye târif eder. İnsanın ebedî saâdet veya felâketinde birinci derecede ehemmiyetli olan, “Rabbini doğru olarak bilmek” yani mârifetullâh’a ererek O’nu kalben tanıyabilmek, bu ilmin en mühim kısmını teşkil ediyordu. Bu sebepledir ki İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin îtikādî meseleler hakkındaki görüşlerinin yer aldığı ve zamanımıza kadar ulaşmış olan metne, “en büyük fıkıh” mânâsında “Fıkh-ı Ekber” denilmiştir. Başlangıçta durum böyle olduğu hâlde daha sonraları bu husustaki ilmî faâliyetin genişlemesiyle fakihler/fıkıh âlimleri, îtikādî, ahlâkî, tasavvufî vs. hükümleri fıkhın dışında bırakarak onu sırf amelî ve kazâî hükümlere hasretmişlerdir. Bugün de fıkıhtan anlaşılan mânâ budur.

Tasavvuf da insanın lehine ve aleyhine olanları hem zâhir hem de bâtın cephesiyle bilip muktezâsınca yaşamasını telkin etmektedir. Nasıl ki fıkıh ilmi; abdest, tahâret, namaz, oruç gibi amelî meselelerin zâhirî sıhhat şartlarını bildirirse, tasavvuf da bunların kâmil mânâda îfâ edilmesi için gerekli olan kalbî kıvâmın kazanılmasını telkin eder. Bu bakımdan tasavvufa, fıkıh ilminin rûhî zemini mânâsında “fıkh-ı bâtın” da denilmiştir.

Meselâ âyet-i kerîmede; “Mü’minler felâh buldu…” buyrulur. Hemen devamında ise kalbî bir husûsiyete dikkat çekilerek; “Onlar ki namazlarını huşû ile kılarlar.” buyrulur. (Bkz. el-Mü’minûn, 1-2)

İşte tasavvuf, Kur’ân-ı Kerîm’de bahsi geçen, takvâ, huşû, tevbe, rızâ gibi kalp amellerinin nasıl gerçekleşeceğini; bunun zıddına, riyâ, ucup, kibir, haset gibi kalbî marazların nasıl bertaraf edilebileceğini Kur’ân ve Sünnet’ten alıp tatbikî olarak öğreten bir eğitim yoludur.

Öte yandan, Muhammed bin Abdullah el-Hânî’nin, Âdâb adlı eserinde nakledilir ki;

“Zâhirî ilimleri tahsil etmek, insanı bâtın ilmini tahsil etmekten müstağnî kılamaz. Evvelkilerden ve sonrakilerden pek çok âlim, zâhirî ilimden sonra bâtınî ilmi terbiye ve hizmet yoluyla tahsîl etmenin zarûretine inanmış ve bu yolun sâlikleri olmuşlardır.

Meselâ Hanefî imamlarından; İbn-i Hümâm, İbn-i Şiblî, Şürunbilâlî, Hayreddîn-i Remlî, Hamevî, Zâhid el-Kevserî ve emsâli…

Şâfiî imamlarından; Sultânu’l-Ulemâ İzz bin Abdüsselâm, İmâm Gazâlî, Tâcüddin Sübkî, İmâm Süyûtî, Şeyhulislâm Kadı Zekeriyyâ, Allâme Şihâb, İbn-i Hacer-i Heytemî ve emsâli…

Mâlikî imamlarından; Ebu’l-Hasen eş-Şâzelî, Şeyh Ebu’l-Abbas el-Mürsî, Şeyh İbn-i Atâullah el-İskenderî ve emsâli…

Hanbelî imamlarından Şeyh Abdülkâdir el-Ciylî, Şeyhulislâm Abdullah el-Ensârî el-Herevî ve emsâli…

Yine Seyyid Şerif Cürcânî, Molla Câmî, Abdülhakim Siyalkûtî, Abdülganî Nablûsî, İbn-i Âbidîn ve Şihâbüddîn Âlûsî gibi meşhur isimler de, Nakşibendiyye yoluna intisâb etmiş âlimlerdir.

Bunun gibi pek çok büyük âlim, zâhirî ilimleri tahsil ettikten sonra bâtınî ilimleri de ehillerinden almışlardır. Sohbet, hizmet, seyr u sülûk yoluyla hüsn-i îtikad, ihlâs, günahları terk ve fazîletlerle ziynetlenmek gibi en faydalı ilimleri tahsil ederek büyük hayırlara nâil olmuşlardır.”7

Aynı şekilde Nakşî silsilesinden Yûsuf-i Hemedânî, Şâh-ı Nakşibend, Alâuddîn Attâr, Yâkub-i Çerhî, Derviş Muhammed, İmâm Rabbânî ve Hâlid-i Bağdâdî gibi pek çok zât da zâhirî ilimlerde zirveleşerek icâzet almış âlim şahsiyetlerdir. Nitekim Nakşî silsilesindeki ilim ehli bu zevâta, medrese kökenli olmaları sebebiyle Hâcegân/hocalar denilmiştir.

İmâm Mâlik Hazretleri’nin şu ifâdeleri de çok mühimdir:

“Kim fıkıhla (dînî ilimlerle) meşgul olur da, tasavvufî terbiye görmezse fâsık olur. Kim tasavvufla meşgul olur da dînî ilimleri bilmezse zındık olur. Her kim de bu ikisini cem ederse, hakîkate nâil olur.” (Ali el-Kārî, Mirkātü’l-Mefâtîh, Beyrut, 1422, I, 335)

Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri de, fenâ-yı nefs mertebesine sadece Kur’ân-ı Kerîm’i sağ eline, hadîs-i şerîfleri de sol eline alıp bunların nûru ile aydınlık yolda yürüyen kişinin ulaşabileceğini ifâde etmiş,8 bir mürîdine tavsiyelerde bulunurken de:

“Fıkıh ve hadis ilmini öğren, sûfîlerin câhillerinden uzak dur!” buyurmuştur.9

Velhâsıl, dergâh ve medrese, kesinlikle birbirine alternatif veya rakip değil, birbirinin tamamlayıcısıdır. Bir bütünün iki parçası durumundadır. Zira İslâm’ın kâmil mânâda idrâk edilip yaşanması, ilim ve irfan bütünlüğü içinde mümkündür.

Gayrimüslim çevrelere İslâm’ın diriltici soluğunun ulaştırılmasında (tebliğ) olduğu kadar Müslüman toplumların istikamette tutulması (irşad) çalışmalarında da tasavvuf ocaklarının büyük rolü bulunduğu inkâr edilemez bir hakikat. Kezâ yurt içi ve yurt dışında nesiller ötesine uzanacak ilmî ve sosyal faaliyetler, hattâ felâket bölgelerine yardımlar hususunda farklı kesimler yanında tasavvuf kökenli dernek ve vakıfların ciddi çalışmalar içinde olduğu biliniyor. Bütün bu alanlarda sergilenen gayretler iki farklı yoruma kaynaklık ediyor:

1) Çağımızda tasavvufî yapılanmalar temel misyonlarını muhafaza etmekle birlikte, ilgi ve hareket alanını genişletmiştir.

2) Dünyevî alanlara müdâhil olmak, ister istemez tasavvufî yapılanmalarda bir dünyevîleşme süreci başlatmaktadır.

Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Tasavvuf; ferdiyetçiliği, hodgâmlığı, nefs plânında yaşamayı reddedip, diğergâm, fedâkâr, hizmet ehli bir mü’min olmayı tâlim ve telkin eder. Bu yönüyle tasavvuf, nefsini yenme, kendini aşma gayretidir. Gönülleri, bütün mahlûkâtın huzur bulduğu bir rahmet dergâhı kılarak, insanı, elinden, dilinden, hâlinden, kālinden istifâde edilen hayırlı bir mü’min olmaya teşvik eder. Bu sebeple ictimâî hizmetler; tasavvufî terbiyenin özünde ve muhtevâsında esâsen mevcuttur. İnsana, hayvanâta, nebâtâta hizmet, tasavvufî muhitlerde yeni ortaya çıkmış işler değildir.

Dolayısıyla tasavvufun muhtevâsında var olan bu husûsiyetin, bugün daha fazla kuvveden fiile çıkması sebebiyle, günümüzde tasavvufun ilgi ve hareket alanını genişletmiş olduğu düşüncesi zihinlerde yer bulmaya başlamış olabilir.

Tasavvuf; zâhiren ve bâtınen kendi tekâmülünü az-çok gerçekleştirmiş mü’minlerin, diğergâm bir gönülle mahlûkâta yönelip onların noksanlıklarını telâfîye çalışma mes’ûliyetidir. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet ve hizmetin, tabiat-ı asliye hâline gelmesidir. Yani tekkeye kapanıp sırf kendi rûhî tekâmülünden ibâret bir hayat, tasavvuf değildir. Bâzı tarîkatlerin eğitim metodlarından olan, uzlet, inzivâ, erbaîn gibi iç âleme teksif olma faaliyetleri bile, belli bir zaman içindir ve dış âlemdeki hizmetleri daha olgun bir şahsiyetle îfâ edebilmenin kalbî hazırlığı mesâbesindedir. Tasavvuf, tekkeye-dergâha kapanıp dış dünyadan el etek çekmeği değil, dergâhın gönül feyziyle dış âlemi tenvir ve tanzim için hizmet etmeyi telkin eder. Kişinin ebedî kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna hizmet ve himmet etmekten geçtiğini gönüllere nakşetmeye çalışır.

Bu konuda merhum pederim Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyururdu:

“Bizim yolumuz âtıl-bâtıl bir kenara çekilme yolu değildir. Bilâkis ashâb-ı kirâmın yoludur… gece gündüz hizmet yoludur. Biz seve seve hem evrâdımızı yürütürüz, hem sohbetlerimizi  yaparız, hem de cemiyete hizmet hususunda elimizden gelen gayreti gösteririz. (Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, 5, s.40)

Şu da bir gerçektir ki tasavvufun hizmet sahası; statik, durgun ve hareketsiz değil, bilâkis dinamik, değişken ve hareketlidir. Zamanın şartları, ihtiyaç ve zarûretlere göre farklı sûretlerde tezâhür edebilir. Bir zaman toplumun ilmî faaliyetlerinde bir eksiklik, tebliğ ve irşad hizmetlerinde bir noksanlık ön plâna çıkarsa, bu sahalardaki hizmet, gündemin ilk sırasında yer alır. Sel, yangın, deprem, tsunami gibi felâketler veya savaş, kıtlık gibi ictimâî ve iktisâdî problemlerin ön plâna çıktığı zamanlarda ise maddî fedâkârlıklar, öncelikli hizmet sahası olarak belirlenir. Bir yöreye, bir hizmet alanına takılıp kalmadan nerede ihtiyaç görülürse, hangi hususta eksiklik hissedilirse orada ve o hususta faaliyet gösterilir.

Yani tasavvuf menşeli müesseselerin, İslâm’ın ictimâî mes’ûliyetleriyle alâkadar olması, bugüne has bir durum değildir, tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Anadolu’nun ve Balkanların İslâmlaşması hizmetine ilk olarak dervişler, alp erenler gitmişlerdir. Balkanlara ilk olarak İslâm’ın gönül sancaklarını taşıyanlar da dervişlerdir. Afrika’da bu kadar misyonerlik ve hristiyanlaştırma faaliyetlerine rağmen orada İslâm’ı ayakta tutan, birtakım tarîkatlerdir. Rusya coğrafyasını yetmiş sene boyunca kasıp kavuran ağır ateizm baskılarına rağmen, İslâm’ı gönüllerde diri tutan, birtakım tasavvufî cereyanlar olmuştur. Bütün zedelenme ve yıpranmalara rağmen, yine de İslâm kimliğinin canlı kaldığı yerler, tarîkatlerin yaygın olduğu muhitlerdir. Sovyet esareti altındaki soydaşlarımızın kimlik ve varlıklarını muhâfazada İslâm’ın ve daha özelde tasavvufun tesirini inceleyen Sûfî ve Komiser adlı kitapta da ifâde edildiği üzere, tasavvufun olduğu yerde İslâm, bütün baskılara rağmen ayakta kalmıştır. Bilhassa Hâcegân yolu, tarih boyunca sünnî İslâm anlayışını tarîkatinin temel esâsı olarak almış, bu sâyede mensuplarını Bâtınî ve Hurûfî akımlardan da muhâfaza etmiştir.

Ecdâdımız Osmanlı, şer’î hükümleri gerçekleştirmeyi devletlerine temel gâye edinmeleri yanında, akıl ve irâdeleri kadar kalplerini de terbiye etmeyi vazife bilmelerinden dolayı -bilhassa son devir ulemâ ve devlet ricâlinde görüldüğü üzere- zâhirî ilimleri ve şer’î gerçekleri lâyıkıyla hazmetmiş bulunan Nakşî tarîkatini diğerlerine nazaran daha çok tercih etmişler ve böylece bu tarîkat, Devlet-i Aliyye bünyesinde geniş bir sahaya yayılmıştır.

19. yüzyılda pozitivizm neticesinde dinden uzaklaşan Avrupa’nın tesiriyle memleketimizde de şer’î ve mânevî duygular zayıflamaya başlamıştı. İşte bu zamana tesâdüf eden, şer’-i şerîfe mütemessik Nakşî-Hâlidîliğin yayılması, başlayan bu menfî cereyanları durdurma hususunda gördüğü vazife bakımından pek müstesnâ bir mevkii hâizdir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, böyle bir mevsimde vazife almış bulunan mürşid-i kâmillerin başında ve önünde gelir.

O, yüzlerce vekil yetiştirerek yolunu Osmanlı coğrafyası dâhilinde daha da şümullendirip olgun müslümanların adedini çoğaltma husûsunda pek büyük ve kıymetli bir hizmet yürütmüştür. Belki de millî tarihimizin buhranlarının büyük ölçüde atlatılmasında ve halkın mâneviyâtının korunmasında bu rûhânî yayılma ve genişleme büyük bir âmil olmuştur.

Öte yandan tasavvuf, bilhassa iki durumda fert ve toplumların huzur, sükûn ve muvâzenesi için daha hayatî bir vazife görmüş ve dolayısıyla çok daha fazla inkişâf etmiştir:

1. Felâket zamanlarında ruhlara sunduğu tesellî ile.

2. Rahatlık ve bolluk zamanlarında nefisleri dizginlemekle.

Hakikaten, tarih boyunca tasavvuf, hem iktisâdî ve ictimâî rahatlık zamanlarında, rehâvet, gevşeklik ve azgınlıkları engelleyerek mânevî zindeliği devam ettirmiş; hem de istilâ, işgal ve zulüm dolu zor dönemlerin kargaşa ve bunalımları arasında daralan gönüllere ulvî pencereler açarak nefes aldırmış; yaralı kalplere merhem olmuştur.

Bu, tamâmen nebevî bir tavırdır. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz herhangi bir nîmet veya zafere ulaştığında; “Allâh’ım! Gerçek hayat, sadece âhiret hayatıdır.”10 buyurarak kalplerin dünyaya meyletmesinin, yahut gurur ve enâniyete kapılmasının yolunu kapatmışlardır. Buna mukābil herhangi bir ezâ, cefâ ve çileyle karşılaştıklarında da yine; “Allâh’ım! Gerçek hayat, sadece âhiret hayatıdır.” buyurmuş, böylece mü’min gönülleri, fânî sıkıntılar sebebiyle ümitsizlik, şikâyet ve aşırı hüzne gark olarak ilâhî takdîre rızâ hâlini zedelemekten sakındırmışlardır. Neticede ümmetine, her hâlükârda huzur, sükûn ve denge içinde kalabilmenin mânevî reçetesini vermişlerdir.

Hakîkaten insan rûhu mâneviyattan uzak kaldığı takdirde, varlıkta da darlıkta da bunalımlara sürüklenmekten kurtulamaz. Birinde insanın dizginlemesi îcâb eder, diğerinde ise tesellîye ihtiyacı olur. Bu sebeple insan, nebevî terbiye usûllerini temel alan tasavvufî telkinlere, hem varlık hem de darlık zamanlarında muhtaçtır.

Tasavvufun günümüzdeki lüzum ve ehemmiyetinin diğer bir yönü de, onun, insanları ıslah husûsunda tâkip ettiği metod ve üslûptur.

Zamanımızda insanlar, ekseriyetle dinden uzaklaşmanın ve ağır günahlar irtikâb etmenin rûhî buhrânı içindedirler. Böylelerine bir ıslah ve kurtuluş imkânı sunmanın, onlara kızıp öfkelenmek yerine, af, müsâmaha, merhamet ve şefkat yoluyla daha kolay olduğu, âşikârdır. Zira aklın ve nefsin sultasında bunalan ruhlara, İslâm’ı ilâhî bir tesellî, telâfi ve tedâvi nefhası hâlinde sunmak, onlara bir cankurtaran simidi atabilmek için günâha duyulan nefreti günahkâra taşırmamak, bilâkis günahkârı, kanadı kırık bir kuş gibi farzederek onlara şefkat ve merhametle yaklaşmak, çok daha faydalı bir irşad metodudur.

Dînî hayatın canlı tutulmasında, gelecek nesillere intikâlinde, halkın irşâdında ve İslâm’ın tebliğinde tarih boyunca ehl-i tasavvufun hizmet ve gayretlerindeki muvaffakıyet, gözler önündedir.

Nitekim geçen asrın İslâm âlimlerinden Muhammed Hamidullah bu gerçeği şöyle ifâde eder:

“Batı toplumunda, Paris gibi bir muhitte yaşamaya başladığım zamandan beri hayretle görmekteyim ki, hristiyanları İslâmiyet’i kabule sevk eden, fıkıh ve kelâm âlimlerinin görüşleri değil, İbn-i Arabî ve Mevlânâ gibi sûfîlerdir. Bu konuda benim de şahsî müşâhedelerim olmuştur. İslâmî bir konuda benden bir îzah istendiği zaman, benim verdiğim aklî delillere dayanan cevap, soranı tatmin etmiyordu; fakat tasavvufî îzah, meyvesini vermekte gecikmiyordu. Bu konuda tesir gücümü gittikçe kaybettim. Şimdi inanıyorum ki, Hülâgu’nun yakıp yıkan istilâlarından sonra Gazan Han zamanında olduğu gibi, bugün de en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan, ne kılıç ne de akıldır; sadece kalp, yani tasavvuftur.

Bu müşâhededen sonra, tasavvuf konusunda yazılan bâzı eserleri incelemeye başladım. Bu, benim gönül gözümü açtı. Anladım ki; Hazret-i Peygamber zamanındaki tasavvuf ve büyük İslâm mutasavvıflarının yolu, ne kelimeler üzerinde uğraşmak ne de mânâsız şeylerle meşgûl olmaktır; fakat insan ile Allah arasındaki en kısa yolda yürümektir, şahsiyetin geliştirilmesi yolunu aramaktır.

İnsan, kendisine yüklenen vazifelerin sebeplerini arıyor. Mânevî sahada maddî îzahlar bizi hedeften uzaklaştırıyor; ancak mânevî îzahlar ki insanı tatmin ediyor.”11

Demek oluyor ki, Kur’ân ve Sünnete mutâbık olan gerçek tasavvufu redde kalkışmak, meyve veren ağacın dallarını kırmaya çalışmak gibi ağır bir vebâli yüklenmektir.

Bugün bütün dünyada bedenî açlıktan ziyade rûhî açlık kol gezmektedir. İnsanlığın yaşadığı buhranların temelinde, ruhlardaki açlık yer almaktadır. Bu sebeple de insanlık en büyük tatmini tasavvuf gibi rûha seslenen telkinlerde bulmaktadır. Nitekim günümüzün Amerika kıtasında insan rûhuna dâir en çok alâka gören eserler arasında Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin de bulunduğu mâlumdur. Ayrıca Mevlânâ Hazretleri’nin doğumunun 800’üncü senesi münâsebetiyle 2007 yılının UNESCO tarafından Mevlânâ’yı anma yılı îlân edilmesi de, bu husustaki dikkat çekici gelişmelerden bir diğeridir.

Suâlinizin ikinci maddesine gelecek olursak: Dünyevî sahalara müdâhil olmanın, tasavvufî muhitlerde bir dünyevîleşme temâyülü doğurduğu düşüncesini şöyle değerlendirmek lâzımdır: Gerçek tasavvuf, kalpleri dünyaya esir olmaktan koruma eğitimidir. Zikir, sabır, şükür, kanaat ve tefekkürle gönülleri gafletten muhâfaza etmektir. Mâsivâyı kalpten çıkarıp gönül tahtını Allâh’a hasredebilme gayretidir.

Fakat bu, dünyadan el etek çekmek mânâsına gelmez. Bilâkis “El kârda, gönül Yâr’da” düstûrunca, dünya ile meşgul olmak, fakat kalbi Hakk’a bağlayıp onu paranın kasası yapmaktan sakınmak îcâb eder. Kendisine hiçbir beşerin sahip olmadığı kadar büyük bir dünya saltanatı bahşedilmiş olan Süleyman (a.s.)’ın hâli, bu hususta en güzel örnektir. Aslolan dünya ile irtibatı kesmek değil, onun, kalbi perdeleyecek derecede gönlü meşgûl etmesine mânî olmaktır.

Peygamber Efendimiz’in şu îkazları çok mühimdir:

“…Sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin önünüze de serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum!” (Buhârî, Rikâk 7, Cizye 1; Müslim, Zühd 6)

“… Bu ümmetten kim bir âhiret amelini dünya için yaparsa, onun âhirette herhangi bir nasîbi olmaz.”(Ahmed, V, 134)

“Kim Allâh’ın rızâsını kazandıracak bir ilmi sadece dünyalığa sahip olmak için öğrenirse, kıyamet günü cennetin kokusunu bile duyamaz.” (Ebû Dâvûd, İlim, 12/3664. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 23)

Şüphesiz ki bu nebevî beyanlar, her müslüman için ciddî birer ikazdır. Dünyalık için dînî duyguların istismârı, lüks, israf ve güç gösterisi için yapılan aşırı harcamalar, hangi kesimden olursa olsun hiçbir müslümanın hayat tarzı olamaz. Tasavvufun hedefi de, nefsâniyeti palazlandıran bu gibi hususlardan kulun uzaklaştırılmasıdır. Bu sebeple bilhassa tasavvufî neşve sahiplerinin bu hususta daha dikkatli olmaları îcâb eder.

Merhum pederim Mûsâ Efendi şöyle buyururlardı: “İnsan başlangıçta parayı çok sever, zaman gelir para sevgisi dâhil her şey silinir. Yine zaman gelir para sevgisi, dünya sevgisi tekrar başlar. Ama mânâ değişir bu sefer, Allah için kazanmak ve Allah yoluna vermek düşüncesi hâkim olur. İşte burada mal ile münâsebet, ibâdet hâline geliyor. Kendi nefsi için olmayınca, her faaliyet faydalıdır. (Altınoluk, Nisan, 1997, 134. Sayı s.28)

Velhâsıl, bu fâni cihânın hakîkatini kavrayıp bâkî âleme hazırlık için dünya ile meşgûliyeti ibâdet keyfiyetine dönüştürebilme şuurunu kazanmak gerekir. Kalbin mânâdan maddeye meyletmesine mânî olup maddeden bile mânâya yol bulacak bir gönül kıvâmı kazanmaya çalışmak, her müslümanın ufku olmalıdır.

Efendim; lûtfettiniz, zaman ayırdınız. Allah râzı olsun. Rıhle okuyucularına son bir mesajınız olur mu?

Cenâb-ı Hak, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde bir ömür sürmeyi hepimize nasip ve müyesser eylesin. Güzel dînimiz İslâm’ı dar ve sığ bir bakış açısıyla değil; ilim, irfan, ahlâk ve amel-i sâlih bütünlüğü içinde anlamayı, anlatmayı ve yaşamayı hepimize ihsân eylesin. Akıllarımızı ve kalplerimizi, fikriyat ve hissiyâtımızı, rızâ-yı ilâhîsiyle te’lif eylesin…





Dipnotlar

1    Bkz. İbn-i Mâce, Edeb 56; Buhârî, Fedâilu Ashâbu’n-Nebî 9, Deavât 11; Müslim, Zikir 79, 80.

2    Bkz. Ahmed, IV, 124.

3    Ahmed, V, 235; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, Beyrut 1988, IX, 22.

4    Ali bin Hüseyin Safî, Reşahât-ı Aynü’l-Hayât (thk. Ali Asgar Mu‘îniyân), Tahran 2536/1977, II, 636-637.

5    Bkz. el-Cum’a, 5.

6    Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 278-279; Ebu’l-Kāsım, er-Risâletü’l-Bahâiyye, vr. 74b-75b.

7    Muhammed bin Abdullah el-Hânî, Âdâb, İstanbul 2009, s. 8-9.

8    Abdurrahman Câmî, Nefahâtü’l-Üns min Hadarâti’l-Kuds (thk. Mahmud Âbidî), Tahran 1375 hş./1996, s. 384.

9    Abdülhâlık Gucdüvânî, Vasâyâ, Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddîn Efendi, nr. 3229, vr. 11a.

10   Buhârî, Rikak, 1.

11                     M. Aziz Lahbâbî, İslâm Şahsiyetçiliği, Terc. İ. Hakkı AKIN, s. 114-115, dipnot 8. İst. 1972. Bu dipnot, Muhammed Hamidullâh’ın mütercime yazdığı 27 Eylül 1967 tarihli mektubun metnidir. (Mustafa Kara, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, s. 542-543’ten naklen.)

Rıhle Dergisi (14. Sayı)
Devamını Oku »

Tasavvufî bir terim olarak ''Rabıta''





Tasavvufî bir terim olarak  ''Rabıta''

Dinler; "Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanma" veya O'nu taklîd (İmitatio dio) prensibini hedef almıştır. Bu gayeyi gerçekleştirmek isteyen insa­noğlunun, sürüp giden hayatında, canlı; ve müşahhas bir modele olan ih­tiyacı, "insanın insanı taklidi" (İmitatio hominis) realitesini ortaya çıkarmıştır. Bu yüzden tecrübî psikoloji, "beşer aymbiosis"nin üzerinde durmakta ve şahsiyetimizin başkalarının şahsiyeti ile karışarak şekillendiğine (ihtilat veya muhâlata) dikkat çekmektedir. Amerikalı meşhur filozof Charles MORRIS: "Uygun bağsızlıkların veya uygun bağlılıkların" gerekliliğini anlatırken bu konuya işaret etmektedir.[1] Ayrıca Samuel SMÎLES, Karakter adlı eserinin "arkadaşlık ve Örnek" başlığı altındaki bölümünde, bunun ehemmiyetini vurgulamaktadır.[2] Jo­shua Loth LİEBMAN ise; "İster ölü, ister diri bize örnek olabilecek kahramanlar verin ki, yeni yetişen nesil onların fikir, davranış ve şahsiyetinde kendilerine yarayacak misâller bulsun." diye feryâd ettiği, Kalb Huzuru isimli eserinde buna duyulan ihtiyâcı dile ge­tirmektedir.[3] Anna Freud de Harb ve Çocuklar ında, "yıldırım Harbi" kurbanı olan gençlerin, tutunacak bir dal bulunduğunu hissettiklerinde, taş, toprak ve enkaz yığınları altında manevî kuvvet ve canlılıklarını günlerce nasıl muhâfaza ettiklerini anlatmaktadır.[4]

İnsana ilham verici kahramanların, fedaîlerin, azizlerin, mürebbîlerin ve liderlerin arkadaşlığı, hayatta başarılı olmaları için mevcûdiyeti mutlak olan bir husustur. İnsanoğlu, başkalarının, destek­leyici akıl, verimli dostluk ve sıcak şefkatleri olmadan yaşayamaz. Çocuklar da aynı şekilde büyüklerin kuvvetine güvenmeden büyüyemez. Henüz yeterli derecede kabul görmemiş bir hakikat ise, büyüklerin rûhunda da tıpkı çocuklar gibi, ideal ve kahraman bir dost ihtiyacının sürekli hissedilmesi keyfiyetidir.[5]

"İnsan ruhunun pusulası, kendi tecrübe medarı içinde büyük bir beşerî yıldızın câzibesine ma'rûz kalmazsa cihet mefhûmunu kaybeder." Evvelce din ve edebiyat çevrelerince sezilen bu durum, günümüzde psikolojinin ortaya çıkardığı bir gerçek olarak önümüzde bu­lunmaktadır. İnsan kişiliği hakkmdaki "benzeme, benzetme, benimseme ve sevilen biri ile aynıleşme" ameliyesinin mâhiyetini gösteren bu psikol­ojik keşif, dine ve din adamlarına yeni bir görev ve sorumluluk yüklemektedir. O da, onların her şeyden önce söylediklerini kendilerinin yaşaması ve etrafındakilere yine kendilerinin en güzel örnek olmaları mes'elesidir. Çünkü dinler, insanoğlunu sadece yanlış İdeallere esir ol­maktan kurtarmayı değil, sakat ve eksik-herhangi bir şahsiyetin olum­suz etkisinden kurtarmayı da gaye edinmelidir, Ve insanları, hissen bağlı bulundukları çevrenin menfî etkisinden koparıp,[6] olgunlar zümresine, başkanları beşeriyetin ölmez ve asîl kahramanları olan, toplumun yüz akı kâmillere katılmağa teşvîk etmelidir.

Eski Yunanlılar, kendilerini Elen Kahramanlarına benzetme prensi­bi ile yetiştirilirdi. Prof. Jaeger, ’Paideia! The Ideals of Greek Cul- ture"isimli klasik eserinde: "Şahsî güçlüklerin giderilmesinde en et­kili yardım, eski kahramanların nümûne hayatlarında bulunur."diyor. Plutarch'm yazdığı büyük adamlar biyografisi,[7] yüz nesil içinde birçok kültüre te'sîr etmiştir. Homer'den beri aristokrat terbiyenin teme­li, çoktan ölüp gitmiş, büyük kahramanları ta'zîz ve onları benimseme mekanizması üzerine kurulmuştu.[8]

"Unutulmamalıdır ki büyük insanlar, çevresindeki moral atmosferi aydınlatan, bir tepenin üzerine konmuş ışıklara benzerler. Onların ma'nevî varlığının ışığı, sonradan gelen nesilleri aydınlatmağa devam eder. Üyesi bulundukları milleti sonsuzlaştıran bu adamlar, yalnız bera­ber yaşadıkları insanları değil, kendilerinden sonra gelenleri de yükseltmiş olurlar. Bunların verdikleri büyük örnek, sonraki nesillere mîras olarak kalır. Onların yüksek fikirleri, yaptıkları büyük işler, in­sanlığa bırakılan mirasların en şereflisi ve en ihtişamlısıdır. Onlar geçmişle bugünü birbirine bağlamakta, geleceğin daha iyi olmasına yardım etmektedirler. Düşünce ve davranışta ifadesini bulan karakter, ölmezliğe kavuşmuş demektir. Büyük bir düşünürün tekfikri, insanlığın hâftzasında yüzyıllarca kalacak ve sonunda onların günlük hayatlarına girecektir. Çağlar boyu yaşayacak olan bu fikir, hâtiften gelen bir ses gibi, binlerce yıl sonra, insan dimağı üzerindeki te'sîrini gösterecektir. Bugün peygamberler ve büyük kişiler hâlâ bize mezarlarından seslen­mekte ve yol göstermektedir. Emerson: "Her müesseseye bazı büyük adamların gölgeleri gözüyle bakılmalıdır." diyor. Meselâ, "Muhammed'in kurduğu müslümanlık gibi..."[9]

Yalnız eski Grek Medeniyeti değil, İbranîler de karakter teşekkülünde ve içtimâi kültürün oluşumunda ideal kahramanların rolünü tanımış ve Judaizm, büyük atalarının yüksek faziletlerini tekrar­layıp dürmüştür. Hz. Mûsâ'nın ve haleflerinin ölmez ahlâkî meziyetleri­ni, sürekli gündemde tutmaya çalışan Judaizm'in yetişen yeni neslin gelişme halindeki taze zihinlerine beşerî büyük şahsiyetlerin davranış ve faziletlerini canlı sûrette intibak ettirmeğe çalıştığı söylenebilir. Ta ki bunlar, kâmil bir model olsun ve onları taklîd etme ihtiyacını duysunlar.

Aynı şekilde Hristiyanlık ta, Hz. İsa'nın ve azizlerin ideal dav­ranışlarının, insanların düşünce dünyalarındaki yerini sezmiş ve bundan a'zamî ölçüde yararlanma yoluna gitmiştir.[10] Nitekim bir sarraf, birini dolandırmak istediği zaman yazıhanesinde asılı duran bir azizin tablosu, üzerine siyah bir örtü çekmeyi âdet haline getirmişti. Hazlitt de, güzel bir kadın tablosu için aynı şeyi söylemiş, "önünde kötü bir davranışta bulunmak mümkün değilmiş gibi geliyor insana," demişti. Fakir bir alman kadını, mütevâzî evinin duvarında asılı duran büyük bir devrimci­nin portresini göstererek, "mertlik ve dürüstlük ifade eden yüzüne bakınca insanın işi iyi gidiyor" diyordu.[11]

Kültürlerarası ortak bir özellik gibi gözüken bu konuda, müslümanların da bir yolu ve usûlü bulunduğu ve bunu da "Râbıta" şeklinde sistemleştirdikleri söylenebilir. İslâm alimleri arasında zaman zaman tartışmalara sebep olan Râbıta'ya bu açıdan yaklaşarak bazı ne­ticelere gitmek istiyoruz.
I- KAVRAM OLARAK RABITA                          .

Râbıta; Birinci ve ikinci baplardan "zabt" vezninde türetilen arapça bir kelimedir. Çoğulu Revâbıt gelir. Lügatta, iki şeyi birbirine bağlayan ip, alâka, bağ vuslat, münâsebet, ilgi ve sevgi ile mensûbiyet, cesur ve dayanıklı olmak gibi manalara gelir. Filizlenmesi için saksıya konmuş ve üzeri sulanmış hurma fidesine "Rabıt" dendiği gibi, nefslerini dünyadan çekip kendilerini ukbâya adamış zâhid, hakim, râhib ve filozofa da aynı ad verilir. Ayrıca doğan çocukları yaşamadığı için: "Bir oğlum olursa başına bir yün parçası bağlayarak onu Ka'be'nin hizmetine aday­acağım." şeklinde nezreden annesinin bu hareketinden dolayı, Gavs b. Mürre b. Talha'ya da bu lakab verilmiştir.[12] .

Aynı kökten türeyen ve Kur'an-ı Kerim’de yer alan Ribât ve Murâbata ise,[13] sınırlarda düşmanı gözetlemek, nöbet tutmak, verilen emrin eksiksiz yerine getirilmesi gibi anlamları ifade eder. Beden ile nef­sin irtibatını sağlaması ve "Halk âlemi" ile "Emir âlemi"ni bünyesinde barındırması dolayısı ile kalbe de "Ribât" denmiştir. Zira tasavvufta, "nazargâh-ı İlâhî" kabul edilen ve "mâsivâ"mn girmemesi için her şeyden önce gözetlenmesi gereken yer kalb'dir.[14] Daha sonra hudut boy­larında askerlerin, gurbette misâfirlerin, atlarını bağlayıp konakladıkları tekke, kervan-saray, imâret gibi müesseselere alem olmuştur.[15]

Kur'an-ı Kerîm'de " رابطوا " şeklinde geçen ve emir ifâde eden Ribât ve Murâbata, yalnızca maddî ve dış düşmana karşı değil, bizi içten vuran' ve "kötülüğü emredici" karakteri ile tanımlanan[16] nefs ve şeytan düşmanına karşı da vaziyet almayı, bunların aldatıcı hilelerine karşı kal­bi gözetlemeyi âmir bulunduğu, başindan beri bu âyetlerin iki manayı da aynı anda hedef aldıkları hemen çoğu müfessirlerce söz konusu edil­miştir.[17] Unutulmamalıdır ki hem ferdlerin hem de toplumların hayâtında sıcak savaşlar arızî soğuk savaşlarsa sürekli ve dâimidir. Sıcak savaşlarda dış, soğuk savaşlarda ise iç düşmanın dikkatle gözetlenmesi gerektiği açık bir husustur. Zamanın îçab ve ihtiyaçlarına göre bunların tercih edilip değerlendirilebileceği söylenebilir. Kaldı ki müfessirler, bu terimlerin tasavvufî anlamlarını gösterirken İslâmî delil­lere istinad ettirmeyi de ihmâl etmemişlerdir. Mesela: Râğıb el-Isfahanî (502/1109), Ribat ve Murâbata'nın ikili anlamına işâret ederken: "Bir va­kit namazdan, öteki vakit namazına kadar beklemek ve kalbi mescidlere bağlı tutmak"[18] hadisine dikkat çekiyor ve Kur'an-ı Ke­rim'de "rabt" kökünden türetilmiş kelimeleri ihtivâ eden âyetleri sırala­dıktan sonra, bu ayetlerdeki "rabt"ın: "O Allah, mü'minlerin kalbine sekîneti (iç huzûru, ma'nevî kuvvet ve sabrı) indirendir."[19] âyetinden hareketle kalb sekînetine delâlet ettiğini söylüyor.[20]

Kelimenin gerek lügat anlamı, gerekse İslam âlimlerinin yukarıda işâret ettiğimiz fikirleri, Ribât ve Murâbata'nın sadece sûfîlerce değil, diğer âlimlerce de tasavvufî bir. muhtevâ ile değerlendirildiğini gösteriyor. Bu kelimelerden türetilerek vücûd bulan müesseselerin, hem askerî ve İdarî, hem de dînî ve tasavvufî sahalarda hizmet veren kuruluşlar olarak faaliyette bulunduğu tesbît edilmiştir.[21]

Ribât ve Murâbata ile aynı kökten gelen ve tasavvufî bir terim olarak kullanılan Râbıta ise: "Şuhûd ve 'ıyan makâmına ulaşmış kâmil bir şeyhe kalbi bağlamak,"[22] "İlâhî ve Zâtı sıfatlarla muttasıf, müşâhede mertebesine ermiş kâmil bir şeyhe kalbi bağlayıp,[23] huzûr ve ğıyâbında o şeyhin sûreti, sîreti ve özellikle rûhâniyetini hayâlen kendisi ile birlikte farzederek, yanındayken takındığı tavrı, ğıyaben de sürdürmeye çalışmak demektir.[24]

Râbıta konusunda müstakil bir Risâle yazan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye (1242/1826) göre Râbıta: "Müridin "fenâ fillâh" makâmına ulaşmış olan şeyhinin sûretini, hayâlinde saklamak sûretiyle, onun rûhâniyetinden feyz almak ve istimdâd dilemekten ibârettir.'[25]

Abdülhakîm Arvâsî'ye (1943) göre Râbıta: "Mürşidi, Allah ile ara­nızda vesile ve vâsıta mevkîindeki zat olarak düşünecek, onu ya­nınızda ve karşınızda farzederek, alnına yani iki kaşı ortasına gözlerinizi dikecek, keskin bir aşk irâdesiyle o zatın simasını hayâlinizde saklayacak, hayâlen onun sîretini kalbinizde durdu­rarak, kendisiyle ma'nevî bir beraberlik te'sîs edeceksiniz.’[26]

Bu tariflerden Râbıta'da en önemli hususun, şeyhin sûretini sıcak ve canlı bir şekilde hayalde tasavvur ve gözleri keskin bir dikkatle onun iki kaşı arasına dikmek olduğu anlaşılıyor. Bu keyfiyet, müridin zamanla şeyhini benimsemesi, onun ahlâk ve faziletiyle bezenmesi, şahsiyetinin onun şahsiyetinde erimesi ve onunla aynileşmesini te'mîne yarayan bir vâsıtadır. Tasavvuf literatüründe ”Fenâ fi'ş-şeyh" denilen hal işte budur. [27]

Tarikatlar ve sûfîler arasında erdirici ortak bir yol kabul edilen Râbıtâ'ya riâyet eden mürîd, zamanla şeyhinin hal ve vasıflarının kendi­sine yansımasına sebep olur. Daha sonra bu durum müridi, ”fenâ fi'r- Rasûl", nihâyetinde de "fena fillâh"a ulaştırmayı hedef alır. Bu yüzden kabiliyeti, vasıtasız olarak Allah'tan feyz almaya muktedir olan mürîdlere Râbıta tavsiye edilmemiş, aksine terketmeleri istenmiştir.[28]

Râbıta'nın üzerinde önemle durulması gereken bir yanı da, onun mutlaka Allah'a vâsıl olmuş, fenâ ve bakâ[29] mertebelerini aşmış, kâmil ve sâlih bir zata yapılmış olmasıdır. Bu özellikleri taşımayan zât, hal ve ahlâkı düzgün olsa da Râbıta'ya yetkili sayılamaz. Olsa olsa inahallî bir çevrede bulunan mürîdlere zikir telkinine yetkili olabilir.[30]

Kemal elde etme niyyetinde olan samimî bir mürîd, aynı niyyetle kal­bini kâmil bir mürşide bağlar ve davranışlarını onun davranışlarına ben­zetmeye çalışırsa, ancak böyle bir râbıta yetiştirici olur. Eğitici kabûl edi­lir. Hatta bu konuda, zikirsiz tek başına râbıta erdirici ve yetiştirici kabul edildiği halde, rabıtasız zikrin olgunlaşmak için yetersiz sayıldığı söylen­miştir.[31]

Râbıta ile ilgili en derli toplu eserlerden birinin müellifi olan İbrahim Hilmi el-Kâdirî'ye göre Râbıta, kalben bağlanılan şeyin nev'ine göre deği­şik isimler alır. Bunları üç gurupta toplamak mümkündür:

1-Mukaddes değerlere istekle yapılan Râbıta,

2-Bayağı şeylere istekle yapılan Râbıta,

3-Tabi'î ve âdî Râbıta.

Kişinin ailesi, evlâdı ya da yakınlarına karşı duyduğu normal sevgi bağına tabi'î ve bayağı Râbıta; Herhangi bir şahsa, güzelliği ya da dünyevî bir câzibesinden dolayı duyulan, dînen teşvîk edilmediği gibi bazan da kerîh kabul edilen şeylere gönül bağlamaya, bayağı nesnelere istekle yapılan Râbıta; Allah ve Rasulüllah sevgisi veya O'nun sâlih kul­larından birine, yine salahlarından ötürü duyulan, Cenab-ı Hakkın özel­likle yapılmasını emrettiği ve teşvîk ettiği helâllere kalbi sevgi ve istekle bağlamak ta mukaddes değerlere yönelik ulvî Râbıta'yı meydana geti­rir.[32]

Mukaddes değerlere ve ulvî nesnelere yönelik Râbıta, mürîdde za­manla sürekli bir vuslat ve şuurlu bir Hakk'la beraberlik duygusu mey­dana getirince, Hz. Peygamber'de, ashâbmda, tabi'în ve tebe-i tabi'în'den bazılarında olduğu gibi, bu hal, kişinin kendisi istese de artık vazgeçeme­yeceği zarûrî bir kalb bağına dönüşür. Aradan geçen zaman cemiyeti boz­duğu ve fertlerin kalbi gereksiz ve faydasız şeylerle işgâl edilerek katılaş­tığı için, tarikat ehli, bunun yerine yine de gâyeyi gerçekleştirmek, mürîdlerin kalblerini Hakkın huzûruna adapte etmek üzere, kâmil şeyh­lere rabt-ı kalb etmeyi ikâme ettiler.[33]

Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar, oldukça muahhar devrin mahsulleridir. Râbıta'yı savunmak üzere eser yazan müellifler, bunun tatbikatını Hz. Peygamber zamanına kadar indiriyorlarsa da, buna dâir yazılı kaynağa rastlamak ancak H. X/M. XVI. asır müellefâtı arasında mümkün .olmaktadır. Araştırmalar bugünkü anlamda bir Râbıta anlayışı­nın, ilk defa Muhammed Bahâüddin Nakş-bend (791/1388)'e isnâd edildi­ğini göstermektedir.[34] Kendisine ve tarikatına bu ismin verilmesinin, mürîdlerin mürşidlerinin sûretini kalblerine nakşetmeleri şeklinde teza­hür eden Râbıta'dan aldığı da ileri sürülen fikirler arasındadır.[35] Râbıta konusunda yazılı en eski kaynak ise, İmam-ı Rabbânî diye bilinen Ahmed Farûk es-Serhendî (1031/1621)'in Mektûhâf ıdır. Mektûhât'm muhtelif yerlerinde Râbıta'mn zikirden de üstün erdirici bir yol olduğu, kâmillerle sürdürülen ma'nevî beraberliğin ve mürşidlerle uzaktan hayalen birlikte olmanın, nakş-bendiyye tarikatında kemâle götüren bir usûl olduğuna da­ir bilgiler verilmektedir.[36] "Uveysîlik diye tanımlanan bu durum, tasav­vuf tarihinde pekçok şeyhin hayatında görülen bir hususiyettir. Genellik­le bu özelliğe sâhip olan sufilerin herhangi bir tarikat mensûbu olmadığı, kendilerine has bir meslekleri bulunduğu ya da bizzat bir tarikatın kuru­cusu olduğu görülmektedir. Mevlana Câmî, "Meşâyih-i tarikattan ço­ğuna evâil-i sülûkunda bu makâma teveccüh vâki olmuştur. "[37] der­ken bu. noktaya işâret etmektedir.

İster hayatta isterse ölmüş bir şeyhin rûhâniyetinden feyz alınabi­leceğine ve bunlarla irtibat-ı kalb eden birine onlara ait halin sirâyet ede­ceğine inanan "Uveysî'liğin, Râbıta ile gerçekleşen bir hal olduğu dikkate alınırsa, bu usûlün Nakş-bend'den daha önceleri kullanılmakta olduğu, Nakş-bendiyye'ninse bunu sistemleştirerek tarikatın rükünleri arasına koyduğu söylenebilir. Nitekim "Üveysî'liği ile bilinen ilk sûfî İbrahim b. Edhem (166/782)'dir. Kendisinin Veysel Karânî'nin rûhhâniyetinden feyz aldığı söylenir.[38] İmam Ca'fer es-Sâdık (148/765)'in rûhâniyetinden feyz aldığı ileri sürülen Bâyezid-i Bistâmî (261/874), önceleri fakîh iken, irşad edildikten sonra tasavvuf yoluna sülük etmiştir.[39] Üveysîliği ile meşhur diğer bir sûfî ise Ebü'l-Hasan el-Harakânî (425/1034)'dir.

Bayezid-i Bistâmî'den aldığı manevî feyzle yetiştiği söylenen Harakânî'nin: "Ken­dilerine uyulacak bir şeyh arayan müridlere şaşarım. Biliyor mu­sunuz ki ben, aslında bütün şeyhlere saygı duyduğum halde, böy­le birinin irşâdma asla muhtaç olmadım. Zira benim mürşidim Al­lah'tır." dediği rivayet edilmiştir.[40] Kaynaklar Melâmetîliğin ileri gelen şeyhlerinden biri olan Ebu Sa'id Ebü'l-Hayr (440/1049)in da Üveysî oldu­ğundan bahsediyor.[41] Feridüddîn-i Attar, silsile itibariyle Cüneyd-i Bağdâdî'ye vâsıl olan Ebü'l-Kasım el-Cürcânî (469/1076)'nin de Veysel Karânî'nin rûhâniyetinden feyz aldığı ve zikrederken "Allah, Allah, Allah" yerine "Üveys, Üveys" diye zikrettiğini naklediyor.[42] [43] Bunlardan başka Kübreviyye'nin kurucusu Necmüddîn-i Kübrâ (618/1221), Feridüddîn-i Attar (618/1221), Muhyiddîn Arabi (638/1241), Bahâüddin Nakş-bend, Ebu Bekir Tayabâdî (791/1389), Celâleddîn Bâyezid-i Purânî (862/1457) gibi sûfîlerin de üveysî olduğu, ya Hızır'dan, ya da kendilerinden çok ön­celeri vefat etmiş şeyhlerden Misâl Âleminde ma'nen feyz alarak yetiştikleri söylenmektedir.43

Tasavvuf tarihinde Üveysî, Üveysîlik ve Üveysiyyü'l-meşreb gibi  tabirlerle anılan bu yolun ilk defa ne zaman ortaya çıktığı kesin olarak bilinmemekle beraber yazılı ilk bilgileri Ferîdüddin-i Attar'ın Tezkire- tü'l-evliya sında görmekteyiz.[44] Fakat O'nun ifadelerinden bu terimin daha önceleri de kullanılmakta olduğu anlaşılıyor. Tarih içinde değişik manalara gelmekle birlikte Üveysiliğin ortak özelliklerini şu dört ana gu­rupta toplamak mümkündür:

1-Peygamberin rûhâniyetinden direkt olarak nasib alanlar,

2-Veysel Karânî'nin rûhâniyetinden feyz alanlar,

3-Kendilerinden önce vefat etmiş herhangi bir şeyhin veya kutubun rûhâniyyetinden istifâde edenler,

4-Bizzat Hızır aracılığı ile irşâd edilenler.

Görüldüğü gibi bu dört gurupta da ortak olan nokta, daha önce yaşa­mış birinin rûhâniyetinden feyz almaktır. Çünkü sûfîler nezdinde cismânî sohbet olduğu gibi, rûhânî sohbet de vardır. Sâlihlerle manen beraberlikle de kemâl elde edilebilir. Ancak bu, şuuraltı hayatının kuv­vetliliği ve şiddetli bir câzibeye kapılmakla mümkündür.[45] Feyz alınması istenilen mürşidin ruhaniyetine kâmil bir yöneliş ve küllî bir fenâ ile irtibat-ı kalb etmeyi gerektiren bu duruma misâl olmak üzere son devir sûfılerinden Kuşadalı İbrahim Halveti (1262/1845)'nin şu ifadeleri de ve­rilebilir: "Misâl Âlemi'nde arasıra Yusuf Sünbül Sinan (936/1529) ile görüşürüm, bazan o benden istifâde eder, bazan da ben ondan istifâde ederim. Yine bu alemde vakit vakit İbn Kemal (1534) ile de görüşürüm, fakat her zaman ben ondan istifâde ederim."[46]

Ma'nevi hallerin bir şeyhden diğerine rabt-ı kalble aktarılmasının usûlü diyebileceğimiz Râbıta hakkında Mektûhât'tan sonra en detaylı bilgi veren eser Mevlana Hâlid-i Bağdâdî'nin er-Risâle fi hakkı'r- râbıtdsı, Abdülhakîm Arvâsî'nin Râbıta-i Şerife'si, İbrahim Hilnıî el- Kâdirî'nin Medâricü’l-hakîka fi'r-râbıta'ında  ehli't-tarîkası, Es'ad Sâhib'in Nurü'l-hidâyeti ve'l-irfânı ve Mevlana Haid'in halifelerinden Haşan ed-Dûserî'nin er-Rahmetü'l-hâbıta fi isbâti'r-râbıtası, Muhammed Sa'id Şeyda el-Cezerî'nin ed-Dâbıta fi’r-râbıtası zikredilebi­lir. Selçuk Eraydın'ın Tasavvuf ve Tarikatlarında, Yaşar Nuri Öz-türk'ün Kuşadalı İbrahim Halveti'sinde -ve İrfan Gündüzün Gümüşhânevî Ahmed Ziyaüddîn inde yukarıdaki kaynaklara istinad ederek verilen değerlendirmeler mevcuttur.
II- UYGULAMA OLARAK RABITA

Rabıtaya başlamadan önce mürîd, tam bir taharetle, Kıble'ye karşı namazda oturur gibi oturur. Gözlerini kapar, boynunu büker, içini ve dışı­nı kâmil bir sükûnete bıraktıktan sonra, Cenab-ı Hakk'ı, mürşidinin ken­disine ta'rîf ettiği zikirlerden birisiyle zikreder. Zikrin manasını derinliği­ne ve genişliğine tefekkür eder. Kalbini her şeyden arındırarak, zikrini, hâlen şeyhinin yaptığı zikre adapte etmeye çalışır.[47]

Böyle bir edeb ve usûlle başlanması mutad olan râbıtanın, müridin seviyesi ve meşrebine göre değişen uygulama şekilleri vardır. Müridlere göre farklılık arzeden ve mürşidlerce tercih edilen râbıta tatbîkâtını, te­mel noktalar nazar-ı dikkate alınarak birkaç gurupta toplamak mümkün­dür:

1-Tâlib olan müridin, kâmil ve mükemmil mürşidinin sûretini tam karşısında hayal edip, iki kaşı ortasına bakarak, bu sûretteki rûhaniyete yönelmesi ve onunla beraber bulunduğunu tasavvur etmesidir. Bu bakış ve bağlanışta kendinden geçme hali başlayıncaya kadar rabıtayı sürdür­mek gerekir.

2-Müridin kendisini şeyhinin hey'et ve kıyafetindeymiş gibi tahayyül etmesidir. Sâlik yine kendinden geçinceye kadar bp hâlini devam ettirir. Öyle ki sâlik bu irtibatıyla, zatını mürşidinin zatında, sıfatlarını ve dav­ranışlarını da mürşidinin sıfat ve davranışlarında yok etmek, şeyhinin ahlâkî üstünlük ve rûhâniyetini kendi sûretinde bulmak mevkiindedir. Zira şeyhin rûhâniyeti kemalleriyle birliktedir. Hiçbir vakit ondan ayrıl­maz. Bu rûhaniyet ve beraberlik duygusu iledir ki, davranışlarını şeyhi­nin huzurundaymış gibi düzenleyen ve huzur edebine riayet eder gibi ha­reket eden mürîd adım adım, şeyhi gibi olmaya, kemal ve olgunluk kazan­maya başlar.

3-Müridin, mürşidinin suret, siret ve rûhâniyetini karşısında farzedip, onu kalbinin tam ortasına indirmek, kalbini uzun ve geniş bir dehliz farzederek, mürşidini o dehlizde yürüyor ve kendisine doğru geliyor şek­linde tahayyül etmek.[48] Bu uygulamalardan anlaşılıyorki râbıta, mürşide duyulan muhabbet ve saygının, huzurunda olduğu gibi gıyabında da sür­dürülmesidir.

Bu uygulamalardan da anlaşılacağı gibi rabıta üç değişik şekilde uy­gulanmaktadır:

1-Pir'in sûretini sadece hayalen tasavvur etmek,

2-Şeyh'in rûhaniyetini ve sûretini kalbinde tahayyül etmek,

3-Müridin kıyâfet ve şekline bürünerek, kendini mürşid görüntüsün­de farzetmek, hat ve hareketlerinde ona benzemeye çalışarak "fenâ fi'ş- şeyh"e alışkanlık kazanmaya çalışmak.

Bu tür rabıta, Kuran okumak, namaz kılmak gibi ibadetlerde ve gün­lük davranışlarda müridin kendisini şeyhine benzetmeye çalışması ve böylece şeyhindeki ihlâs ve kemâli taklîden de olsa yakalamaya gayret göstermesi demektir. Buna "telebbüsî râbıta" da denilir.[49] Psikolojide ve eğitimde "Aynileşme, Identification" denilen ve kişilik gelişmesinde önemli bir metod kabul edilen benimseme mekanizmasının tasavvuftaki tatbîkâtma benzemektedir. '

Râbıtayı, Râbıta-i mevt, Râbıta-i mürşid ve Râbıta-ı huzûr di­ye de üç kısma ayırmak ve öylece icrâ etmekte mümkündür:

1-Râbıta-i mevt: Tezekkür-i mevt de denilen bu tür râbıta, ölüm duygusunu bir an'bile hatırdan çıkarmamayı hedef alır. Bu durum, dü­şünce ve davranışaları düzenlemek için gerekli olduğu kadar, "ölmeden evvel ölüm" sırrına erebilmek ve bedenimizi ölü gibi farzederek, onun ruh üzerindeki ağırlığı ve bulanıklığını gidermeye çalışmak için de gerek­lidir.[50]

2-Râbıta-i mürşid: Mürşidin rûhâniyetini, şeyhi aracılığı ile iki kaşının tam ortasında, nurdan bir yumak gibi dâima hazır bulundurmak, kalbini onun kalbine yapıştırarak, ondaki yüceliklerin ve hallerin kendi kalbine aktığını tahayyül etmektir.[51]

3-Râbıta-i huzûr: Yukarıdan beri anlatılan râbıta çeşitlerinin asıl gâyesi budur. Hâkk'tan gayri her şeyi akıldan ve hayalden tamamiyle si­lerek, her an Hakkın huzurunda bulunduğu düşüncesini muhâfaza et­mek ve muhabbetullaha bürülü bir kalbe sâhib olmaya çalışmak demek-

tir. Gözlerin gördüğü, akılların düşündüğü şeyleri bilen Allah'ın huzu­runda bulunduğu düşüncesini kaybetmeksizin, "İhsân" derecesine erme­ye çalışmaktır. Mürîd huzûr rabıtasına, kalbi üzerinde, nurdan yazılmış bir mahya gibi etrafını aydınlatan ,''Lafza-i Celâl" hattını tahayyül ve te­fekkür ederek başlar.[52]        ‘

Müridin makam ve mertebelerine göre de değişik râbıta şekilleri var­dır:

1-Mübtedî mürîd: Her zaman mürşidinin huzurunda ve eli altında- bulunduğunu düşünmeli, onun kendisinden ayrılmadığına ve sürekli ken­disiyle beraber bulunduğuna inanmalı ve hareketlerini buna göre ayarla­malıdır. Uyurken bile, şeyhinin ayak ucunda uyuyormuş gibi uyumalı, mürşide huzûrunda iken gösterilmesi gerekli edebi, gıyaben de sürdürme­ye çalışmalıdır. Sevgiyle sürdürülmesi gereken bu râbıta, "Kişi sevdikle­riyle beraberdir." 'Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan on- fardandır." hükmünce, müridi "fenâ fi'ş-şeyh"e, yani şeyhi gibi olmaya götürür.[53]

2-Mutavassıt mürîd: Hayatının her anında Rasulüllah'ın huzurundaymış gibi hareket etmeli. Böylelikle şeyhinde fenâ olma hâlini daha da ileri götürerek, irâde, istek ve hareketlerinde en üstün ve en gü­zel ahlâk sahibi Hz. Peygamberin ahlâkına ermeye,çalışmalıdır. Bu tür râbıtada, aynîleşilmesi istenen hedef Hz. Peygamberdir. Çünkü O, üm­meti için tek"Üsve-i hasene" ve en güzel modeldir.[54] 

3-Müntehi mürid: Vuslat mertebelerinin nihâyetine yaklaşmış, sırası ile şeyhinde ve Rasulüllah'da fâni olma makamını yakalamış, visâli ve kemâli elde etmeye yaklaşmış müntehi müridlerin râbıtası ise, "Nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir.[55] ayetinde belirtilen beraberli­ğin mürîd tarafından idrâk edilmesidir. Tebessümünden sükûtuna, dav­ranışlarından düşüncesine kadar her şeyini Hakkin huzûrunda bulundu­ğu inancı ile düzenlemesidir. Böylece mürîd, "Bize şah damarımızdan daha yakın olan Allah"a duyduğu yakınlığı, kuvveden fi'le çıkarmış ola­caktır.[56]

Bütün bu söylenilenlerden bir netice çıkarmaya çalışacak olursak şunları söyleyebiliriz:



"Büyük ve iyi insanlar, insanoğlunun kendiliğinden içten gelen hayranlığını harekete getirerek, başkalarını peşlerinden sürüklerler. Büyük insanlara duyulan bu hayranlık, zihnî kabili­yeti geliştirmekte ve insanı, ma'nevî bakımdan yükselmesine en büyük engellerden biri olan nefsine köle olmaktan kurtarmakta­dır. Yüksek fikirleriyle ve başardıkları büyük işlerle ün yapmış olan insanların anıları çevremizde daha temiz bir atmosfer yarat­mış gibi görünüyor. Onun içindir ki farkına varmadan amaçları­mıza ulaşmışız gibi bir duygu var içimizde.

'Bana kimi çok beğendiğinizi söyleyin, hiç değilse yetenekle­rinizi, zevkiniz ve karakteriniz bakımından, ne olduğunuzu söyle­yeyim." diyordu Sainte-Beuve. Değersiz insanları mı beğeniyorsunuz? O halde siz de değersiz ve karaktersiz bir insansınız demektir. Zengin in­sanlara mı hayransınız? O halde maddî bir insansınız demektir? Mevkî sâhibi kimseleri mi beğeniyorsunuz? O halde bir dalkavuksunuz. Namus­lu, cesur ve mert insanları mı beğeniyorsunuz? O halde siz de namuslu, cesur ve mert bir insansınız demektir. İnsanların, henüz etki altında ka­labilecekleri bir yaşta değerli kimselere karşı hayranlık duymağa teşvik edilmeleri iyi bir şeydir. Çünkü iyi insanlar hakkında bilgi sâhibi olma­yan insanların, kötü insanları örnek almaları mümkündür."[57]

"Dr. Johnson'a göre, başkalarının asil davranışlarına içten gelen bir hayranlık duyulması kadar iyi bir şey yoktur. Bu, insanlara çok dost kazandırdığı gibi, insanın cömert, samîmi ve ciddî oldu­ğunu, lâyık olanlara değer verdiğini de gösterir."[58]

'Yaşayan ya da ölmüş olan büyük adamlara hayranlık duyan­ların, onların yaptıklarını küçük veya büyük ölçüde yapmak iste­. meleri normaldir. Savaşçılar, devlet adamları, hatipler, vatan-se- verler, şairler ve sanatçılar, hepsi kendinden önce yaşamış olan­ların, belki de farkına varmadan, etkisi altında kalmışlar ya da onların yaptıklarını aynen yapmışlar, onları taklîd etmişlerdir."[59]

Tasavvuf ve tarikatlardaki uygulama biçimi verilen râbıta ile, büyük insanlara duyulan hayranlığın, karakterin şekillenmesindeki rolüne işa­ret eden bu psikolojik tesbîtler, kişiliğin gelişmesinde taklidin veya baş­kaları ile aynîleşmenin etkisini göstermektedir. İşte râbıta, bu mekaniz­manın sistematize edilmiş şeklidir denebilir.
III- RÂBITA'NIN DELİLLERİ



  • "Ey îman edenler! Allah'tan korkun. Bir de sâdıklarla bera­ber olun. (îmanında, ahdinde, sözü ve özünde doğru olanları, hakîkattan ayrılmayanları tercih edin)"[60] âyetinde geçen "sâdıklarla beraberlik" râbıtaya delîl olarak ileri sürülmüştür. Hâce Ubeydullah Ahrâr (895/1490) mezkûr âyetin tefsirinde: "Buradaki "kûnû" emri, sâdıklarla mutlak manada ve devamlı bir beraberliği ifâde eder. Hakîkî beraberlik, sâdıklarla aynı mecliste, büyük bir kalb huzûru ile fizik olarak bulunmaktan ibâret olduğu gibi, hükmî be­raberlik te, onlarla aynı mekânda beraber olmanın imkansız oldu­ğu zamanlarda, sûret ve sîretlerini gıyâben tahayyül ederek, on­larla hayâli, fikrî ve zihnî bir beraberliği te'mîn etmektir."[61] diye­rek sâlih ve sâlihlerle kurulabilecek rûhî ve ma'nevî beraberliğin delîli olarak göstermektedir.

Tasavvuf klasiklerinde, sâlih ve sâdıklarla birlikte bulunmaya, fâsık ve dünya ehli bir arada bulunmaktan sakınmaya ayrı bir önem verilmiş, tabî'atın ve hayallerin sârî olduğu dikkate alınarak,[62] kişinin bu konuda dikkatli olması tavsiye edilmiştir.

Îbnü'l-Mübârek: "İyi arkadaş yalnızlıktan, yalnızlık ta kötü ar­kadaştan hayırlıdır." "İyilerle dost olan, misk satanla beraber olan gibidir. Onun güzel kokusu diğerine bulaşır. Kötülerle beraber olan da demirci çırağı ile beraber olan gibidir. Onun kiri de diğe­rine yansır."[63] derken bu husûsa işâret etmiştir.

Aynı şekilde Hz. Peygamber'in: "Kişi dostunun dîni üzeredir. O halde kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin."[64] "Kişi sevdikle­riyle beraberdir."[65] hadisleri de bu manada yorumlanabilir. "Mü'min mü'minin aynasıdır."[66] ile Hz. Peygamberin iki elinin parmaklarını bir­birine geçirerek "Mü'minler bir binanın tuğlaları gibi birbirini des­tekler"[67] mealindeki hadisleri de bu doğrultuda açıklanmıştır.

"İyi şahıslarla dostluk kuran kimse, kendisi kötü bile olsa iyi olur. Çünkü onların himmeti ve sohbeti onu hayırlı bir insan ha­line getirir. Aksine kötülerle dostluk kuran da, kendisi iyi bile ol­sa bozulur. Çünkü onlarla bir arada bulunan, onların kötülükleri­ne rıza gösteriyor demektir. Kötülüğe rıza göstermekse, sâhibini de kötü hale getirir."[68]

"Arkadaşlık ve sohbetin esası: nefsin âdetleriyle sükunet bulması ve alışkanlıkları ile ülfet etmesidir. Bir kimse hangi topluluğun arasına gi­rerse, onların fiillerini kendi âdeti ve itidiyâdı haline getirir. Çünkü ister • hak, ister bâtıl olsun, bütün irâde, arzu, mü âmele ve ameller esasen onda mevcuttur. Görmüş olduğu bütün mu ameleler, arzular ve meyiller kendi­sinde gelişir ve öbür temâyüllere hâkim ve gâlib olur. Sohbetin insan tabiatı üzerinde büyük bir te'sîri vardır. Adetlerin çetin bir savleti ve sal­dırısı mevcuttur. O derecede ki, insan sohbetle âlim, papağan ta'lîmle nâtık olur. Riyâzat ve eğitimle at, o derece değişir ki hayvânî âdetleri ter- kederek insânî âdetler ve alışkanlıklar edinir."[69]

"Sohbet ve arkadaşlığın kişinin şahsiyet, ahlâk ve karakteri üzerinde derin te'sîri vardır. Bir arkadaş diğerinin özelliklerini, rûhî ve ma'nevî bir etkilenme, davranışlarında ona uymakla elde eder. İçtimâi bir varlık olan insanın, topluma karışması ve kendine uygun dost ve arkadaş edinmesi tabî'idir. Eğer o, fâsık, kötü ve şerli birini arkadaş edinirse, bilmeden ve tedricen onun da ahlâkı bozulur, sıfatları değişir, onların seviyesine ine­rek özelliklerini elde eder. Aksine iman, takva ve istikâmet sâhipletini dost edinirse kendisi de onların derecelerine yükselir. Nefsini kusurlar­dan uzaklaştırır. Bu yüzden: "Kişi, dost ve arkadaşlarının ahlâkı ile tanınır." denmiştir. Hz. Peygamberin ashabı sohbetle, tâbi'în ve tebe-i tabiin de bunlara tâbi olmak ve onları benimsemekle yüksek derecelere ulaştılar."[70]

Sûfîler arasında "ihtilât veya muhâlata" denilen bu durum, yarar­ları ve zararları gözönünde bulundurularak:

1-Gıda gibi gerekli ihtilât,

2-İlaç gibi ihtilât,

3-Hastalık ve dert getiren ihtilât,

4-Helâk edici ve bitirici ihtilât olmak üzere dört çeşide ayrılmıştır.[71] Hatta Ebu Medyen el-Mağribî (594/1198): 'Kul için en zararlı şey, fiil,söz ve inançlarında Allah'ın sevdiği şeyleri görmediği kimselerle ihtilât etmesidir."[72] demiştir.

"Şeyhinin huzuruna giren mürîd, onun kendisini eğitecek en yetkili mürşid olduğuna inanmalı ve başka bir şeyh arayışına girmemelidir. Böy­le bir arayış, müridin mürşidinden istifâde ve istifâzasına, sohbetinden etkilenmesine, sözlerinin müessiriyetine ve şeyhinin halinin kendisine sirayetine engel olur. Şeyhinin en kâmil kişi olduğunu bilmek, mürşid için değil mürîd için önemlidir. Şeyhinin tek otorite olduğuna inanan kişi, onun fazilet ve yüceliğini tanır, ona karşı duyduğu sevgi ve saygı güçlenir. Karşılıklı ülfet ve muhabbet, mürîd ile mürşid arasında bir hal yansıma vâsıtasıdır.- Zira müriddeki sevginin şiddetine göre, mürşidinden hal transferi mümkün olur."[73]

"Şeyhin edeblerinden biri de: mürîdlerinin bidat ehli ile bir arada bu­lunmalarını yasaklamasıdır. Çünkü bunun kalpleri öldürücü olduğu tesbît edilmiştir. Bütün selef-i sâlihîn böyle söylüyor. Kendisinde en ufak bir bid'at bulunan kimse ile oturmaktan sakının. Bu hususta hassasiyet göstermeyen ve gevşek davranan kimse, kısa bir süre de onlarla birlikte kalsa, kötülüklerine alışır."[74]

Yukarıdaki bilgilerden, sâlih ve sâdıklarla öncelikle fizikî, bunun mümkün olmadığı zamanlarda da 'arada bir sevgi bağı oluşturmakla" ku­rulacak rûhî ve manevî beraberliğin, kişinin eğitimi açısından ne kadar gerekli görüldüğü anlaşılıyor. Buna istinâden Rabıtayı; "Allah'a, O'nun Rasulüne ve Cenab-ı Hakkın velî kullarına duyulan sevgi bağı" şeklinde açıklayanlar olmuştur.[75] Çünkü sevgi öyle bir câzibedir ki, ya seveni sevi­lenin yanına çeker, ya da sevileni sevenin yanına götürür ve arada bir vuslat ve bütünlük hali meydana getirir. "Değil mi ki gâye kavuşmak ve buluşmaktır. İster sen onu bul, ister o seni bulsun, bir fark yok."[76] "Seven ve seçen, kendinde bulunan vasıflar dolayısı ile karşısındakini sever. Me­lek meleği, şeytan şeytam, şeyh şeyhi, çocuk ta çocuğu sever."[77]

İmam Gazzâlî, "insan tabiatının çevredeki söz, iş ve hareketleri çal­masını oldukça tehlikeli bir hastalık" diye niteleyerek şunları söylemekte­dir: "Aklı başında fazilet sâhibi insanlar bile bu hastalıktan kendilerini zor kurtarabilir. Nerede kaldı ki ğâfiller. Bundan dolayı insan, içinden hareketlerini benimsemediği halde, kötü kimselerle fazla düşüp kalkma­malıdır. Eğer bu gibilerle fazla düşüp kalkarsa, kendinde büyük değişik­likler hissetmeye başlar. Önceden hoşuna gitmeyen bu çirkin hareketlere yavaş yavaş alışır ve artık onlara aldırış etmez olur. Zira kendini bu kötü­lüklerden alıkoyan şey, onları kendisinin büyük biü suç sayması idi. Bu­nun için zenginlerle düşüp kalkan kendi varlığını küçümser ve hiç mesâbesinde görür. Yoksullarla düşüp kalkanlar da, ellerindeki nimetle­rin kadrini bilir. İtaat edenlerle isyan edenlere bakmakta aynıdır. Bu fıtrî bir tesirdir. Ashâb-ı kiram ve tebe-i tabi'în'in ta'at ve ibâdetlerini dü­şünenler, kendi ibâdetlerini küçümser ve onları küçük görürler. Kendi ibâdetlerini küçümseyenlerse elbette onlara uymak için gayret sarfeder. Kendisine çeki-düzen vererek ibâdetlerini artırmaya çalışır. Aksine dün­ya adamlarına bakan, onların Allah'tan yüz çevirip isyana daldıklarına nazar eren kimsenin de iyilikleri kendi gözünde büyür ve kendisini beğen­meye başlar. İşte o zaman helak olur. Tabî'atın değişmesinde, iyilik ve kö­tülükleri dinleyip duymak ta yeterlidir. Nerede kaldı onları göz ile gör­mek.

Bu inceliğe dikkat etmek sâyesinde Hz. Peygamberin: "Sâlihler ha­tırlandığında, ilahi rahmet iner."[78] hadisinin sırrı anlaşılmış olur. Sâlihler hatırlandığı zaman şüphesiz böyle bir rahmet inmez. Ancak gö­nülden onlara uyma ve onların izinden gitme arzusu ile kusurlarını gider­me isteğinin uyanması hasıl olur. Rahmetin sebebi iyi işlerdir. İyi işlerin sebebi de onlara heves etmektir. Onlara heves etmenin âmili de, sâlihleri iyi halleri ile anmak ve hatırlamaktır. Bu hadîsin mefhûm-ı muhâlifi de, kötüler anıldığında la'netin inmesidir. Çünkü kötüleri ve kötülükleri çok­ça anmak, insana kötülük yapmayı kolaylaştırır. Bu da laneti gerektirir. Lanetse Allah'tan uzak kalmak demektir. Rahmetten uzak kalmanın başlangıcı isyâna dalıp Allah'tan yüz çevirmek ve meşru olmayan bir yol­da dünyalık ve şehvet peşinde koşmaktır. İsyanın kaynağı da onu küçüm­semektir. Küçümsemenin sebebi ise, onu çok dinlemek yüzünden onunla ünsiyet peyda etmektir. İyileri ve kötüleri sadece anmanın ve hatırlama­nın neticeleri bu olursa, ya onları görmek ve aralarında bulunmanın so­nuçları ne olur?"[79] Burada da görüldüğü gibi Gazzâli, sâlih ve sâdıkların anılıp hatırlanmasının kişilerin eğitilmesi açısından yararlı olduğuna dik­kat çekiyor. Buna göre râbıtanm böyle bir bağlantıyı te'mînen teessüs et­tiği söylenebilir. Kaldı ki modern ve tecrübî psikoloji de bu tesbîtleri doğ­rular mahiyettedir. Şöyle ki:

"Örnek alman her enerjik karakterde bir bulaşma hassası vardır. Güçlü insanlar, zayıf insanlar için bir ilham kaynağıdır. Sanki onları peş­lerinden gitmeye zorlamaktadır. İleriye atılan bir kumandanın, hücuma katılmada, askerleri üzerindeki sürükleyici rolü buna misal olarak verile­bilir. Büyük bir lider, aynı karakterde olan insanları bir mıknatısın demi­ri çektiği gibi çeker."[80]

"Kâinatı ancak alâkalar bakımından öğrenmemiz kabildir. Eşya başlıbaşına mücerred olarak hiçbir şey değildir. Atom bile herhangi bir teşkilat dokusunda mana kazanıyor. Mesela: Karbon atomları, mu'ayyen bir alâka şeklinde kömür, diğer bir alâka şeklinde ise elmas oluyor. Bizi biz eden şey, başkalarıyla olan alâkalarımızdır. Sadece kafalarımız değil, şahsiyetlerimiz, hislerimiz, bütün kıymetlerimiz, benliğimiz, üzerinde kuvvetli izler bırakan şahsiyetlerin te'sîri neticesidir. Yalnız yiyeceğimiz ve sığınacak yerimiz için değil, elde ettiğimiz kültür ve akıl, karakterimiz ve bizim "öz benliğimiz" için başkalarına dayanmağa mecbûruz.

Başkalarının aynı olmak ameliyesi vâsıtası ile yavaş yavaş kendimiz oluruz. Yani biz tahmin edemeyeceğiiiz derecede bizden evvel gelen baba­larımız, analarımız, kardeşlerimiz, amca, teyze ve amca-zadelerimiz gibi­yiz. İçtiğimiz sütle, sadece maddî gıda almakla kalmıyor, etrafımızda bu­lunanların örneklerini, ideallerini, reaksiyonlarını, hal ve vaziyetlerini de yutuyoruz. Ma'nevi mefhûmuyla kahramanlarımızı hazmediyor ve onla­rın hayat tarzını kısmen kendi hislerimizin hamuru haline koyuyoruz. Çünkü dünya yüzünde bulunan benzetme kabiliyeti yalnizca insanoğluna hastır. Bu kudretse insanoğlunun hem faciası hem de şerefi olmuştur."[81]

"Her evliyânın ve her günahkar kimsenin, ömründe hiç görmeyeceği insanlar üzerinde etkisi vardır. Çünkü söz ve hareketlerin, her yerde bu­lunan beşer tabî'atının yumuşak balçığı üstüne damgası basılır. Hepimiz, kendi ruhumuzun dokusuna karıştırmak üzere başka şahsiyetleri benliği­mize alırız. İnce ve ekseriyetle gayr-ı meş'ur olan bu aynileşme ameliyesi, bizim hiçbir zaman yalnız ve ayrılmış halde bulunmadığımızı ifade eder ve yine inanmak istemediğimiz bir derecede bizim, muhitimizin yarattığı ve kahramanlarımızın mahsulü mahluklar olduğumuzu gösterir. Şahsiye­timiz, kendi kendini yaratan bir madde olmak şöyle dursun, beşikten me­zara kadar, başka şahsiyetlerin tezgahında dokunan bir kumaştır. Canı­mızın meskeni olan beden, başkalarının bizim için tedârik ettiği tuğlalar­dan yapılmıştır." "..Hallerimiz, hareketlerimiz, sesimizin tonu, te'sîrimiz altında bulunan çocukların ve büyüklerin hislerine şekil verir. Bizi taklîd veya bizim gibi olmakla başka şahsiyetler şekil alır."[82]

"Nasıl vücudumuz yediğimiz etten gıdasını alıyorsa, rûhumuz da gı­dasını gördüklerinden almakta ve biz beraber yaşadığımız kimselere göre farkına varmaksızın, faziletli ya da kötü insan olmaktayız."[83]

"Kiminle gezersen onunla anılırsın" derler. Akıllı kimse sarhoşla, ki­bar insan kaba insanla arkadaşlık etmez. Ahlaksız kimselerle dostluk kurmak zevksizliktir. Kötü eğilimli olmaktır. Bunlarla olan ilişkiler sıkla­şınca ahlak çöküntüsü kaçınılmaz olur. Seneca: "Böyle kimselerle konuş­mak çok zararlı olur. Çünkü bu konuşmalar, o anda etkisini göstermiş ol­masa bile, içimize tohumunu atar ve onlar.dan ayrıldıktan sonra peşimiz­den gelir." Yüksek karakterli kimselerle arkadaş olunuz. O zaman siz de yükseldiğinizi hissedeceksiniz. Bir İspanyol atasözü vardır: "Kurtlarla be­raber yaşarsanız, ulumasını öğrenirsiniz."[84]'

"Biz, derin manasıyla başka insanlarla olan alâkalarımızın eseriyiz. Neşelinin huzurunda neşeleniriz. Malumatlının huzurunda zihnimiz ha­rekete geçer. İyi bir ressamın huzurunda, sanat ihtişamının bir nebzesini görürüz. Kendilerini keşfedecek ve yeryüzüne çıkacak elleri bekleyen zen­gin cevherle dolu büyük madenler gibiyiz."[85]

"İnsanların yaptıkları o kadar bulaşıcıdır ki, bütün çevresindekiler mutlaka onun etkisi altında kalmakta ve farkına varmadan onun seviye­sine yükselmekte veya inmektedir. Yapılan iyilik daima iyilik getirir. Bu değişmez bir kuraldır. Karakter sahibi bir insanın etkisi yaygın olur. Bir doğu efsanesine göre: Güzel kokulu toprak; "Buraya gül ağacı dikilinceye kadar ben alelade bir topraktan başka bir şey değildim." demiştir. Canon Moseley: "İyiliğin ne kadar iyilik getirdiği şaşılacak şey doğrusu. İyi ya da kötü olan hiçbir şey yalnız değildir. Çevresindekileri iyi ya da kötü yapar. İyilik te kötülük te havuza atılmış bir taş parçası gibidir. Suda halkalar meydana getirir. Bu halkalar büyüye büyüye kenara ulaşır ve böylece çevredekiler etkilenir. Onlar da çevresindekileri etkilerler." diyor."[86]

"Aynileşme" veya "gurup psikolojisi" diyebileceğimiz bu durumun, ki­şilerin davranış ve tutumlarını değiştirdiği [87] kesinlikle bilindiğine göre,sûfîlerce benimsenen râbıtanın, bu gâyenin tahakkukuna ma'tûf, meka­nizma olduğu ileri sürülebilir. Burada çoğunlukla maddî beraberlik söz konusu ediliyorsa da, bunun tabi'î bir devamı niteliğindeki ma'nevî bera­berliğin de aynı neticelerin husûlündeki rolü inkâr edilemez. Çünkü "gay­retli ve enerjik insan farkına varmadan başkalarını peşinden sürükler. Onun verdiği örnek bulaşıcıdır. Herkes onu taklîd etmek ister. Bu bir elektrik akımı gibidir. Telin bir ucundan verildi mi öbür ucundan şerare olarak çıkar. Büyük ve iyi insanlar, insanoğlunun kendiliğinden içten ge­len hayranlığını harekete geçirerek başkalarını beraberlerinde sürükler­ler. Büyük insanlara duyulan bu hayranlık, zihnî kabiliyetleri geliştir­mekte ve insanın ma'nevî bakımdan yükselmesine en büyük engellerden biri olan nefsine köle olmaktan kurtarmaktadır."[88] Sevgi bağı ile sağla­nan bu irtibata Erich Fromm: "Kişiyi diğer insanlardan ayıran duvarları yıkan, onu diğerleriyle birleştiren insanın içindeki en etkin bir güç"[89] ola­rak niteliyor.

Son devir sûfılerinden Kuşadalı İbrahim Halvetî'ye göre, Yaratıcı kudretle irtibata getiren bir disiplin olarak râbıta, akıl ve vâsıta üstü tüm bilgilerin elde edilmesini te'mîn eder. Yaşanan hallere önem veren bir ilim olan tasavvufun, ancak o hali gerçek anlamda yaşayanlarla kurulacak bir beraberlik neticesinde mümkün olan transferle sağlanabileceğini ileri sürer. Hallerin sirâyeti veya duyguların yansıması diyebileceğimiz râbıtanın sevgi ile birlikte ve devamlı olmasını şart koşar. Sürekli râbıtayı (râbıta ale'd-devâm) esas alan Kuşadalı'nın tefekküründe . râbıtanın zamanı ve mekânı yoktur. Her zaman ve heryerde yapılabilir.[90]

. Râbıta esnasında mürşidin vücûduyla "teşahhus" etmesi şart değil­dir. Simasının hatırda tutulması yeterlidir. Fakat bu "sîma" meselesi üze­rinde en çok durulan noktalardan biridir. Kuşadalı'ya göre mürşidin simasını bizzat görmek îcab eder. Amâ olanlarsa mürşidin sesiyle yetine­bilirler. Fakat sesin de bizzat duyulması gerekmektedir. Bu iki mazhari­yete nâil olmayanlar başkalarının simayı veya sesi tarifi ile râbıta ede­mezler. Bu düşünce iledir ki O, ölmüş kişilere râbıtayı faydasız görmekte ve yasaklamaktadır.[91] Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ise, vefat etmiş bir mür- şidden de râbıta ile feyz ahnabileeeğini, bu gibi hallerde müridin, mürşi­din kabrine tam bir tahâretle yaklaşıp selâm verdikten sonra, mezarın ayak ucunda boynu bükük bir şekilde durarak, bir "Fâtiha", onbir "İhlâs"ve bir "Âyetü'l-kürsî" okuyup, sevabını ölünün ruhuna hediyye eder. Son­ra onun ma'neviyatma teveccüh, güç ve düşüncelerini yoğunlaştırmakla bunun gerçekleştirilebileceğini söyler.[92]



"Ey îman edenler! Allah'tan korkun ve O'na yaklaşmaya vesile ara­yın ve Onun yolunda savaşın. Ta ki murâdmıza eresiniz."[93]


Bu âyette geçen "vesîle'nin umûmî olduğu ve râbıtanın da bu vesilelerden biri olarak kabul edilmesi gerektiği ileri sürülmüştür.[94] Kur'ân-ı Kerîm'de iki yerde geçen "vesîle" terimi, "Allah'a yaklaşmak için yakınlığından istifâde edilen şey"[95] anlamında kullanılmakta ve "Allah'a rağbet eden kimseye de "vâsil" denmektedir.[96] Allah'a yaklaşmak gâyesiyle başka şeyleri, özellikle Hakk'a yakınlığı ile bilinen ve "Görül­düklerinde Allah'ı hatırlatan"[97] kimseleri aracı koymaya da "tevessül" adı verilmektedir.

Bu ayette geçen "vesîle" ve "tevessül"ün sâlih amel veya ibâdetlerden biriyle yapılması gerektiği konusunda âlimler ittifak etmiş, sâdık ve sâlih zatlarla tevessül konusunda değişik görüşler öne sürülmüştür. Râbıta ko­nusunu tenkîd edenler, en fazla zatlarla yapılan tevessüle karşı çıkanlar olmuş ve mesele her iki tarafın görüşlerini ihtiva eden eserlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.[98]

Sâlihİerle tevessülü kabul edenler, mutlak anlamda vesilenin hem şahıslara, hem de amellere şâmil olacağını söylemiş ve bunu sünnetin Kur'an-ı Kerîm'i tefsir fonksiyonundan istifâde ederek, Hz. Peygamber ve ashâbının uygulamasıyla delillendirmişler, "âyetteki mutlak ifâdeyi sınır­lamanın ancak bir delille mümkün olabileceğini, Kur'ân-ı Kerîm'de ise böyle bir kaydın bulunmadığını"[99] iddia ederek râbıtayı vesilelerden biri saymışlardır.

Karşı çıkanlar ise, şirke sebep olur ve tevhîd akidesini zedeler düşün­cesinden hareket ederek câiz görmemişler, mezkûr vesilenin ancak îman ve sâlih amelle yapılabileceğini ileri sürmüşlerdir.[100] Özellikle İbn Tey­miyye (728/1327), vefatından sonra, değil sâlihlerden, Peygamber'den bile kabri başında istiğfâr, dua ve şefaat dilemenin hiçbir imama göre meşrû olmadığını, sonradan bunu iddia eden bazı alimlerinse elinde şer'î hiçbir delilin bulunmadığını söyler.[101] Savunanlarsa: "Biz her peygamberi, an­cak Allah'ın izni ile kendisine itâat olunmak için gönderdik. Eğer onlar, nefslerine zulmettikleri zaman sana gelip, Allah'tan mağfiret dileseler ve Peygamber de onlara mağfiret dileseydi, elbette Allah'ı tevbeleri ziyâdesiyle kabûl edici ve çok esirgeyici bulacaklardı."[102] ayeti ve "Bana salat ü selâm getiren ve beni Allah'a vesile kılanlara şefâatım gerçekle­şir."[103], "Vesile, Allah katında kendisinden daha üstün bir derece bulun­mayan mertebedir. Allah'tan size beni, vesile kılmasını isteyin."[104] "Al­lah'tan beni vesile kılmasını dileyin. Dünyada bu istekte bulunan her ku­la, kıyâmet günü şâhid ve şefaatçi olurum."[105], "Allah'tan beni size vesile kılmasını isteyin." şeklindeki bir hitap karşılığında, ashâb: "Vesile nedir? Ya Rasûlallah" diye sordular. O da: "Cennetteki derecelerin en yükseği­dir. Bu dereceye ancak bir kişi ulaşabilir. Ben de o kişinin ben olmasını istiyorum."[106] hadislerini delil olarak ileri sürüp düşüncelerini haklı gös­termeye çalışmışlardır.

Ne var ki zamanımızda çarpık uygulamalara varan vesile ve vâsıta ile gâyeyi birbirne karıştıranları görünce, İbn Teymiyye ve taraftarlarına da hak vermemek mümkün değil.

Hz. Peygamber'in adı anıldığında salât ü selâm getirmenin gerekliliği ve bunun kişi ile peygamber arasında bir sevgi ve saygı bağı oluşturacağı ve böylece kulun Hz. Peygamber'e olan sevgisinin artacağı da bir tür râbıta olarak değerlendirilebilir.[107] Haşan b. Ali'den rivâyet edilen şu ha­ber de bu manâda dikkat çekicidir: Süfyân b. Vekî', Haşan b. Ali'den nak­len bildirdiğine göre O, şöyle demiştir: "Dayım Hind b. Ebî Hâle'den Hz. Peygamber'in hilyesini sordum. Çünkü O, Hz. Peygamberi en iyi tasvir edenlerden (Vassâf-ı Nebiy) biriydi. Ben de O'nun Hz. Peygamberi tasvir etmesini arzuluyordum ki bu vasıfları dikkate alarak Hz. Peygamberle bağlantı kurabileyim." O da anlatmaya başladı."[108] Mezkûr ifadeler dik­kate alındığında, şemâil hadislerinin yazılı hale getirilmesinde ve özellik­le hılye'lerin evlerin baş köşesinde asılı bulunmasında Hz. Peygamberle canlı bir irtibâtm kurulması düşünüldüğü söylenebilir. Hatta burada: "Sizden yaşayan kimseler, müslümanlar arasında pekçok ihtilâfın zuhûr ettiğini görecekler. Size, benden sonra benim ve râşid halifelerimin sün­netine sıkı sıkıya yapışmanızı tavsiye ederim."[109], "Ashabım yıldızlar gibi­dir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz."[110] hadislerinden, Hz. Peygamberden başka, O'nun sohbetinden feyz alan ashâba ve onların "sünnet'me ittibâ'ın da kurtarıcı olacağına işâret edildiği anlaşılabilir. Hatta Hz. Ömer'in: "Allah'ım! Sana Peygamberimizin amcası (Abdullah b. Abbâs) ile tevessül ediyoruz."[111] dediği nakledilir. Duası reddolunmayan kişilerin hadislerde sıralanması ve fazilette kişilerin farklı yapıları da sâlih ve sâdıklarla tevessül edilebileceğini gösterebilir.



"De ki eğer siz, Allah'ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı mağfiretle örtsün. Allah ğafûrdur, rahimdir."[112]




Bu âyet-i kerîmede geçen "îttibâ"ı, benimseme ve aynileşme anlamında bir uyma manasında ele almışlar ve böyle bir uymanın da ancak madden ve manen görmekle gerçekleştirilebileceğine kâîl olmuşlardır.[113] Kelime­nin bizzat kendi sîgasından da anlaşıldığı gibi "İttibâ" sıradan bir tâbi ol­ma değildir. Tâbilikte peşinden gitmek gerektiği halde "ittibâ"da bir iç içe girme hâdisesi vardır. Çünkü Hz. Peygambere gerçek anlamda duyulan bir sevgi, ancak O’riu hâlen, kâlen, amelen, ahlâken, sûreten, sîreten ve akîdeten benimsemek ve sünnetine uymakla tahakkuk eder. Peygambere ittibâ'ın tam ve hakîkî olması, bâtının, sırrın, kalbin, nefsin, Hz. Peygam­berin bâtınına tıpatıp uyması ile mümkün olur.[114] Elmalı ise: "Vahdaniy- yet-i İlâhî şahsiyet-i Muhammediyye'de değil, şahsiyyet-i Muhammedi vahdâniyyet-i ilâhiyye'de fâni olduğu için, O'na kemâl-i muhabbetle ittibâ, yine O'na en güzel şekliyle uymak demektir."[115] şeklinde açık­lamıştır. Bursevî de, Lokman Sûresinin 15. ayetinde geçen "ittibâ"ı açık­larken: "Bu âyette kâfir ve fâsıklarla sohbetten sakındırma ve sâlihlerle sohbete teşvik vardır. Çünkü kişilerin bir araya gelmesi bir etkileşimi ge­rektirir. Tabiatlar cezbedici, hastalıklar sâridir."[116] ifâdelerini kullanmış­tır. Gerek "İttibâ'ın kelime anlamını veren kaynaklar,[117] gerekse tefsir­lerden naklen verdiğimiz yukarıdaki bilgiler, bu terimin psikolojideki "İdentifîeation'la aynı anlama geldiğini gösterebilir. Zira sûfîlere göre marifet yolu, ya İlâhî bir cezbe, ya da kâmil bir mürşid elinde seyr ü sülûk'a girmekle elde edilir.[118] [119] Nitekim Hakîm Tirmizî: "Sûfîler yoluna nazarî bir tefekkür ve aklî bir unsurla ulaşılamaz. Çünkü bu, kalbde Ki­tap ve Sünnete uymakla hâsıl olan bir nurdur. Bu yolda her şey zan ve tahminle değil yakînle elde edilir. Kitap ve sünnete, menhecen, sülûken, fikren ve amelen eksiksiz bir ittibâ' ile sâhip olunur. Ardından gelen îman ve takvâ nûru kalbi kuşatır ve kişinin amel ve tasarruflarına yön verir.

Hz. Peygamber’in vârisi olma ilmi de denilen bu ilim, belli bir eğitim ve Öğretim, yada nazarî bir tefekkürle öğrenilemez. Aksine sufînin davra­nış, söz ve hallerinde Hz. Peygamberi taklidi ve O'nun verâsetine ermesi, kesben değil de irsen bu ilme sâhip olmasının neticesinde hâsıl olan bir keşifle tahakkuk eder.[120]

İbn Arabi ise: "Bu ledünnî ilim, Hz. Peygambere tâbî olma ve Onun fiil, söz ve hallerine ittibâ' etmenin bir sonucudur. Ariflerse bu ilmin sâhipleridir. Çünkü onlar Peygamberlerin kademleri üzerinde seyreder­ler. Mezkûr ittibâ' ise, Hz. Peygamberin yaptığı ve yaşadığı her şeyi ay­niyle yapmak, ibâdet, evrâd ve tâ'atı ayniyle uygulamak neticesinde ta­mam olur."[121] derken bu noktaya işâret etmiştir. İlmin yaşanan ve yaşan­ması gereken şeklini, filî bir tevâtürle nesilden nesile aktarılan şekliyle bizzat yaşayanlardan görerek almak demek olan ittibâ, bu yönüyle râıta'ya delil olarak gösterilmiştir.

Kişilerde engellenmesi gereken bazı hallerin önüne geçmek için psi­kolojide çok kullanılan ve oldukça da etkili olan yollardan biri de ferdin bir başka şahıs veya gurupla aynileştirilmesi ve kendini onlarla aynı gör­mesidir. Sahne sanatkarlarının kazandıkları hayranlık kenar mahallele­rin inkisâra uğramış ferdleri için bir kazanç olur.[122] Dindeki rûhî bir mekanizma olan benimseme ve projeksiyon yolu ile peygamberler, büyük imamlar ve azizler kuvvetle benimsenmek suretiyle, günümüze kadar kitlevî kuvvetli imanlar halinde devam edegelmiştir.[123] Karakter oluşu­munun ilk başlangıcında tahliller ve görenekler, daha sonra da oedipus komplexi döneminde başlamak üzere duygusal benimsemeler (Identifica­tion) şeklinde gelişir. Çocuklar çevresindekileri, özellikle prestijli ve otori­ter kişileri (Ana-baba, öğretmen ve liderleri) benimsemeye başlar. Bu ki­şilerin ya da basın-yayın organları ile takdim edilen kişilerin karakter ba­kımından iyi örnekler teşkil etmesi toplum terbiyesi için çok önemli bir problemdir.[124]

Güçlü ve kuvvetli bir babayla kendini özdeş tutması çocuk için önem­li bir görev kaynağıdır. Çocuk özdeşleşme yoluyla modelden kendine ye­terli düzeyde güç aktarmaktadır. Okul çağıyla birlikte anne ve baba bir dereceye kadar ikinci plana düşerken, öğretmenin ön plana geçtiği görü­lür. Ergenlik öncesinde arkadaşlar ve mensub olunan gurubun üyeleri bi­rincil etki kaynağı haline gelir. Bu arada çocuk, yakın çevresindeki bir ye­tişkini, akrabasını da model alabilir. Ergenlik dönemi ve sonrasında ise tanınmış bir sporcu, sinema yıldızı, yaşayan ya da geçmişte kalmış ünlü kişiler gençlere model olur. Kişiliğin gelişmesinde yararlı ve önemli etki­leri olan özdeşleşme (Aynıleşme, benimseme veya identification) bazan uyumsuzluğa yol açabilecek biçimde de kullanılabilir.[125]

Aynîleştirmenin, şahıslar arası davranış vasıflarının meydana gelme­sinde oynadığı rol âşikârdır. Bir kimsenin, bir ferd veya gurubu model olarak alıp kendisini ona benzetmeye çalışması çok önemlidir. Kişi aynıleştirme dolayısıyla başka bir ferd veya guruba ait vasıfları benimser ve böyleCe benzerî davranışlarda bulunur.[126] Ferdlerde istek uyandırma çok defa düşüncenin mahsûlüdür. Bu, bilhassa hayal kurma, gündüz rüyâlarına dalmalarda rastlanan otictik düşüncenin bir özelliğidir. Ta­hayyül ve tasavvur neticesinde uyanan ve gittikçe şiddetlenen istekler, tatmin edilmek üzere ferdi gerçek hayatta harekete geçmeğe zorlar. Duyu organlarının muvakkat bir zaman için tenbihlerden mahrum kalması, is­teklerin a'zamî Ölçüde uyarılmasına sebep olur. Bu esnada ferd, kendi kendine hayal ve düşüncelerin devamlı alkışı dolayısı ile her nevi tatmîn objeleri ile dolu, zengin ve geniş bir çevre veya beğendiği birini tasavvur edebilir.[127]

Özdeşleşme denilen şey, Ben'in yabancı bir Ben'in kimliğine girmesi­dir. Birinci Ben, bazı görüş noktalarında öbürü gibi davramr. Onu kısmen kendine mal eder. Özdeşleşme, başka bir kişiye bağlanmanın en eski bel­ki en önemli biçimidir.[128]

Hayatın bütün sosyal basamaklarında ve her yerde bu benimseme mekanizması faaliyet hâlindedir. Aynileşme ruha sulh, ahenk, tatmin ve saâdet bahşeder. Bu, basit bir taklit değildir. Zira olağan taklidler moda­larda olduğu gibi çabucak söner. Oysa benimseme süre içinde devam ede­rek bir itiyâd biçimini alıj. Hatta insanın şahsiyet kalıbını teşkil eder. Bunun yaratıcı muhayyile ile de ilgisi vardır. Bizi başkaları gibi hissetme­ğe, görmeğe, düşünmeğe ve felaketlerde bile onlarla yanyana yürümeye sevkeder. Bu durum hayatın her anında ve toplumun bütün sosyal mües- seselerinde daima görünen bir gerçektir.[129] Verilen bu psikolojik açıkla­malar, aynîleşmenin insan hayatında filî bir vâkı'a olduğunu göstermek­tedir. Tasavvuf ta, ideal olarak Hz. Peygamberi ve O'nun ahlâkını gerçek­leştirmeyi hedef aldığına göre, rabıta'nın bu gayeye götürmek üzere tesbît edilen bir eğitim metodu olduğu söylenebilir. Kâmil ahlâka sahip kişilerle kurulması gereken sevgi bağı diye tanımlanan râbıtanın "aslı ittihad'dır. Yani sevenin zatıyla, sevgilinin zatının aynı olmasıdır."[130] Ali b. Vefa: "Davranışlarında şeyhine benzeyen ve ona uyan kimseye, şeyhinin ma'rifeti ayniyle yansır. Bu yolla kişi, şeyhinin hâline ayniyle sâhip olur."[131] derken râbıta'nın niçin yapılması gerektiğine işâret etmektedir. "Kendini tanıman, şeyhini tanıman kadardır. Şeyhi ile bağlantısı kopan kimse, ağaçtan koparılmış bir dal gibidir. Kökten gelen besinden mahrum böyle bir dal nasıl kurursa, mürşidinden bağlantısı kopan kimse de öylece ku­rur. Müridin kalbini, mürşidinin kalbine bağlaması, hal ilminin eğitimin­de ve duyguların yansımasında asildir. Ne var ki bu yöneliş ve irtibat, şeyhin zâhirine değil, bâtınına uymalıdır. Zira bâtınını bırakıp sadece zâhirine bağlanan aldanmıştır."[132]

Karakter, başkalarının yaptıklarını aynen yapmak suretiyle yavaş yavaş ve farkına varmadan, ama sonunda kesin olarak biçimlenir. Birçok hareketler önemsizmiş gibi gözükebilir. Bunlar düşen kar lapalarına ben­zerler. Bunların ne olduğunun kimse farkında değildir. Yağan kann yer­de meydana getirdiği değişiklik önce pek hissedilmez. Ama kar yığınları sonradan çığ haline dönüşür. Tekrarlanan hareketler de böyledir. Biri öbürünü kovalar. Sonunda alışkanlık haline gelir ve böylece karakter iyi ya da kötü yönde oluşur.[133] Yıldızlar ve güneş için câzibe kaidesi ne ise, insanlar için de sevgi kâidesi odur.[134] İttibâ'ın râbıtaya delil olarak ileri sürülmesi, Hz. Peygamberle, ya da O'nun ahlâkını eksiksiz yaşadığına inanılan kâmil ve sâlih kimselerle aynileşme düşüncesinden dolayı olsa gerektir. Zira Pîr'de hiçleşmenin sonu, Hz. Peygamberle hiçleşme olmak­tadır. Kimi tarikatlarda mutasavvıf, yolunda ilerleyerek İslam peygam­berlerinin makamlarından (kadem) geçer. Adem'den Isa'ya varır. Çoğu sûfî bu makamlardan birinde kalır. Ancak mükemmel şeyh, Hz. Peygam- ber'de hiçleşendir. Ancak hakikat-i Muhammediyye ile aynileşerek insân- ı kâmil olunur. Şeyh ile mürîd arasındaki güçlü ilişki, müridin zihnini şeyh üzerinde toplaması demek olan "teveccüh" tekniğinde de görülür. Türkçe de şeyh ile mürîd arasındaki bu bağa "râbıta kurmak" denilir.[135] "Namazınızı beni kılarken gördüğünüz gibi kılın."[136] hadîsi sûfîlere göre, daha derin manada değerlendirilmiş ve O, namazlarında hangi duygulara erişebiliyorsa o duygulara ermeye çalışmak şeklinde ele alınmıştır. Öyle ki, ka'delerde "et-Tahiyyâtü" okunurken, "es-Selâmü aleyke eyyühe'n-Ne- biyyü" cümlesine gelindiğinde kişi, sanki yambaşmda Hz. Peygamberin varlığını Şemâillerde belirtilen özellikleriyle tahayyül edip canlandırmalı ve O'na selâm veriyormuş gibi selâm vermelidir. Zira arap gramerinde "Eyyüha” hitabı, bizzat karşımızda bulunana söylenen bir çağrı ifâdesidir. Bu selâm gıyâben verilmesi gerekseydi o takdirde "Ya eyyühâ" münâdâsı kullanılırdı.[137] şeklinde yorumlar yapılmış ve bu da râbıtaya delil olarak getirilmiştir.



  • "Andolsun Allah'ın Resûlünde sizin için, Allah'ı ve âhireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek var­dır: (Savaşta sebat, güçlüklere dayanma, azim ve irâde, üstün ahlâk hep ondadır).[138]

  • "İbrahim’de ve O'nunla birlikte bulunanlarda sizin için güzel bir misâl var."[139] âyetlerinde geçen "Üsve" kelimesi de râbıtaya delil ola­rak gösterilmiştir. Önder olan, kendisine uyulan ve davramşları başkala- rmca taklîd edilen kişiye "Üsve" denir. Kişinin gönlündeki gam ve kasveti gideren sevgili veya dostuna da bu isim verilir. Kendisine ma'nen moral veren, onunla teselli bulan ve yine ondan şifa umulan şey yerinde kullanı­lır. "İttisa" ise böyle birini idealize ederek örnek almak ve ona uymak de­mektir.[140] Birisine uymaksa, kendisine uyulanı görmeyi gerektirir. Bu gö­rüş, ya hissi olarak duyu organlarımızla görmekle, ya da manevi olarak düşünce dünyamızda hayalen tasavvur şeklinde gerçekleştirilebilir.[141] Burda hem Hz. Peygamberin, hem Hz. İbrahim'in hem de İbrahim'e tâbi olanların, mü'minler için "Üsve" olacağının beyan edilmesi ayrıca dikkat çekicidir. Elmalı bu âyetin tefsirinde: "Kudve veznindeki üsve, insanın başkasına ittibâ ile elde ettiği haldir. Uyulan iyi ise netice iyi, kötü ise so­nuç kötü olur."[142] Hz. Peygamberin "Kur'an'dan ibaret olan ahlâkı"[143] m, müminlere hedef olarak gösterip, kendilerini ona benzetme­ye çalışmalarının bir yolu da râbıta ile elde edilebilir. Bu idealizasyonun temellerini günümüz psikolojisinin tecrübelerinde de bulmak mümkün­dür. Nitekim insan benliğinin oluşumu izah edilirken onun:

1-îlkel benlik, ilk ben, iç ben veya alt ben (The İd, Le Ça, dases)

2-Ben, benlik (The ego, Le moi, das leh),

3-Üst ben, üst benlik (The super ego, Le surmoi, das uberich) şeklin­de üç kademede açıklandığı görülmektedir.

Bunlardan birincisi; bedenle haz ilkesine dayalı ilişkisi bulunan, doyurulması istenen içgüdüsel tepki­lerin ve karmaşaların uyanık olduğu düzeydir. İkincisi, kişiliğin çevreye uyumunu sağlayan, en önemli savunma düzenlerinin işlediği maskeli şahsiyet, Üçüncüsü ise, bir bölümü benliğe algılanan, ana-baba ya da da­ha kapsamlı olarak toplumsal değer yargılarından oluşan benlik amaçları ve vicdan denen iki bölümü olan değerler sistemidir.[144] Toplumda istenen kişilik standardının te'mîninde istifâde edilen en önemli metodlardan bi­risi, nasıl insan isteniyorsa o tip insanların topluma model olarak takdimi meselesidir. Mesela, İtalya'da Dunte, İngiltere'de Elizabeth ile Cromwell, Shakespeare, Raleigh, Sidney, Bacon, Milton, Herbert, Hampden, Pym, Eliot, Vane, Amerika için Washington, arkalarında lekesiz bir hayat örne­ği, büyük, dürüst, temiz ve asil bir karakter bırakmış, milletine ileride ona göre kendilerine şekil verecek bir model olmuştur. Onlar hayatta ol­duğu kadar öldükten sonra da fikirleri ve hatıraları ile dünyanın tuzu bi­beri olmuşlardır.[145]

Toplumda süper ego ihtiyacının giderilmesi ve oraya büyük ve kâmillerin örnek olarak yerleştirilmesi gereğini izah ederken Erich Fromm da şunları söylüyor:

Bilgi öğretirken insan gelişimi için çok önemli olan bir bilgiyi gözden kaçırıyoruz. Bu bilgi, yalnız olgun ve seven bir insanın varlığı ile sağla­nan bilgidir. Kendi uygarlığımızın belirli devrelerinde ya da Çin'de, veya Hindistan'da en değerli kişiler ruhsal nitelikleri öne çıkan kişilerdir. Öğ­retmen sadece bir bilgi kaynağı değildir. Aynı zamanda o, bu insânî de­ğerleri yaşayarak aktarmakla görevlidir. Çağdaş kapitalist ve Rus toplu- munda hayran olunan ve özenilen kişiler önemli ruhsal niteliklere sâhip olmayan kişilerdir. Bunlar aslında toplumun gözünde, sıradan insana kendinde olmayan doyumu sağlayan kişilerdir. Film yıldızları, radyoda eğlence sunucuları, sütun yazarları, önemli iş ya da hükümet adamları, tüm bunlara benzemeye çalışan kişilerdir. Gazetelerde onlara ilişkin ha­berlerin çıkması, bu işleri yerine getirmek için sahip oldukları en önemli nitelikleridir. Gençlerimize, kişinin eğlence adamı olarak değil de insan olarak başarıya ulaşabileceğini göstermek istiyorsak onların geçmişte ve bu gün, insanın insan olarak neler yapabileceğini kanıtlayan kişilerimizi tanımalarını sağlar, tüm çağların, geçmişin en büyük edebiyat ve sanat eserlerine dikkatlerini çekeriz. Eğer olgun yaşam örneği görüntüsünü de­vamlı kılamazsak tüm kültürel geleneklerimizin yıkılma olasılığıyla karşı karşıya kalırız. Bu geleneğin ayakta durması, öncelikle bazı belirgin bilgi­lerin değil, belli İnsanî özelliklerin aktarılmasına bağlıdır.[146]

Sir Charles Bell ise mektuplarından birinde bu konunun önemine işâretle şöyle diyor: "Eğitim hakkında çok şey söylenmiştir; ama bana öy­le geliyor ki bu arada örneği gözden uzak bulundurmuşlardır. Halbuki her ikisi bir arada bulundurulması gerekli şeylerdir. Ben en iyi eğitimi kardeşlerimin yanında, onları kendime örnek alarak yaptım. Ailenin bü­tün ferdlerinde bir kendine güven ve gerçek bağımsızlık duygusu vardı. İşte ben görerek bunu elde ettim."[147]

Bir odada tek başına bulunan insanın duruşu, oturuşu, odada başka­larının varlığı anlaşıldığı anda değişir. Sokakta yürürken üç-beş kişinin bir yöne bakması ya da koşması hemen bir kalabalığın toplanmasına se­bep olur. O halde insanlar için iletişim ve etkileşim için tanışma ve ko­nuşma mutlaka şart değildir. Bir süre birlikte bulunmak bile duygu ve düşünce alış-verişi ve davranış değişikliği için yeterli olabilir.[148] Bu ne­ticeyi maddî beraberlikle sağlamak mümkün olduğu gibi, manevî beraber­likle de te'mîn mümkündür. Bu düşünce ile olsa gerektir ki sûfîler, kâmil insan tipinin yetişmesinde, yine kâmillerin örnek alınması yolunun geçer­li olduğunu görmüşler ve bu gâye ile râbıtayı sistematik bir usûl haline getirmişlerdir. Hatta ahlâkın şekil ve biçiminden çok o şekil ve biçimin ayrılmaz bir parçası olan hâlin ve duygunun ancak bunu yaşayanlarla ge­rek madden, gerekse manen beraber bulunmakla sağlanabileceğini sa­vunmuşlardır. İbâdetlerin şeklini almak kolay ama, bunları gerçek mana­da îfa edenlerin, ibâdet ederken yaşadıkları hâlet-i rûhiyye nasıl te'mîn edilecektir? Sûfîlerin irsî ilim veya sârî ilim dedikleri hal ilminin eğitim metodu, onlara göre bu noktada saklı bulunmaktadır. Hz. Peygamber'in: "Allah'ım! Beni sevginle, seni sevenlerin sevgisiyle ve sevgisi beni, sana yaklaştıracak kişilerin sevgisiyle rızıklandır."[149] şeklinde duası, sevgi zin­ciri ve muhabbet irtibâtı ile kişilerin nasıl yönlendirilebileceğine işâret et­mektedir.[150]

İbrahim Hilmî el-Kâdirî: Kulluk görevlerinin yakîn, ihlâs ve huşu ile îfa edilmesi gerektiğine göre, bu duygular ancak kalblerin Allah'a ta'zîm ve saygı şu'uruna ermesi, kalbi bu hisse bağlamak, O'nu sevmek, O'na itâatı sevmek, O'na isyâna buğzetmek, O'nun Rasûlünü, vâris-i enbiya olan mürşidlerini ve sâlih kullarını sevmekle olur. Bu hasletlere, genel anlamıyla râbıta (râbıtatü'l-âmme) denir. Ki kul böylce Rabbına kalb hu­zuru ile münâcaatta bulunur. O'nun dışındaki her şeyi gönlünden siler. Çünkü sevgi öyle kuvvetli bir otorite sâhibidir ki, onun bulunduğu yerde başka sevgiye yer kalmaz,[151] derken hemen pek çok amelin ancak kalbî bir irtibâtla îfa edilebileceğini söylemektedir.

Maslow (1943), bir ferdin inkişâfı esnasında "üst kademe"deki ihtiya­cın ortaya çıkabilmesi için, "alt kademe"deki ihtiyacın yeter derecede tatmîn edilmiş olması lâzım geldiğini iddia etmektedir. "Alt kademe" tatmîn edilince, "üst kademe"deki arzular ortaya çıkar. Bir isteğin te'mînine tam olarak yarayan hedeflerin yokluğu halinde ferd bunların yerine geçebilecek ikâmet hedefler geliştirmeye çalışır. İnsanın erişmek istediği hedefin sembolik tasavvurunu, dâima kafasında taşıması, faâliyetlerinde sebat etmesine yaramaktadır. Sonra bu uzak ve nihâî he­defe giden yol üzerine birer birer geçmek üzere bir nevi menziller hâlinde ara hedefler koyar.[152] Bu psikolojik tesbitte de görüldüğü gibi eğitimde tedricen yükselmek asildir. Râbıtada da gâye, râbıta-i huzûr'dur. Ancak bunun gerçekleşmesi oldukça güç olduğu için, sûfîler mürîdlerini, önce Râbıtâ-i mürşid'i, ardından Râbıta-i Rasûlu, nihâyetinde Râbıta-i huzûr'u tahakkuk ettirmeye çağırmışlardır.

Bütün bu değerlendirme ve tesbitlerden sonra rabıtanın; tasavvufi bir eğitim metodu olduğu ve müridlere örnek ve hedef kişilik olarak kâmil şahsiyetlerin takdim edildiği söylenebilir. Zira ferdlerin sosyal hayata intibâkım sağlayan eğitimin temel sistemlerinden biri de, insan psikoloji­sinin vazgeçilmez vâki'alarmdan biri olan "başkalarına benzeme ve taklîd" duygularını dikkate alarak yönlendirmek, onları istenilen istikâmete sevkederek belirli bir seviyeye getirmektir. Çocukların daha ilk yaşlarından itibaren anne ve babalarını taklide yöneldikleri bilinmek­tedir. Çünkü onların körpe dimağlarında benimsenrnesi gereken ilk ideal şahsiyetler anne ve babalardır. "Anasına bakarak kızını, babasına baka­rak oğlunu al." denmesinin hikmeti her halde buradan kaynaklansa ge­rektir. Ergenlik çağında gençlerse, yapılarına, ana-babalarma, saplantı derecelerine, sosyal çevrenin ve okulun telkinlerine, okudukları eserlere ve arkadaşlarına göre edebî, kültürel, dinî, ideolojik vb. kendilerince be­ğendikleri ve hayranlık duydukları çeşitli ideallere benimseme gösterir­ler. "Ruhlarımız ve kalplerimizde yaşayan arzular,kahramanlarımızın şâhsında realize edilerek karşımıza çıkmaktadır."[153] Sinema, televizyon, basın-yayın organları benimseme ve benimsetme bakımından, ferdlerin ve toplumun yönlendirilmesinde müsbet ya da menfî rol oynayabilir. Ço­cukların çoğu hayal âlemlerini, te'sîri altında kaldığı sinema ve televizyon yayınlarının mâcerâları ve okudukları romanların kahramanlan üzerine kurarlar. Kendilerini onlara benzetmeye ve onlar gibi olmaya çalışırlar. Onların bu durumunu, sergiledikleri tutum ve davranışlardan ta'kîp et­mek mümkündür. Hayran olduklarımızı taklîd etmek ve "Bir topluma benzemeye çalışan onlardandır" hükmünce ister istemez onlara benzemek durumundayız. Her zaman kuvvetli, itibarlı, otoriter, sevilen ve sayılan şahsiyetleri taklîd etmek isteriz.[154] Unutulmamalıdır ki "Ma'rifet iltifâta tâbidir, iltifatsız meta zâyîdir." Benimseme, benzeme ve aynileşme ameli- yesi, aile, okul ve toplum hayatında çok önemli olduğundan, gerek psiko­lojide, gerek eğitim psikolojisinde ve gerekse sosyal psikolojide bu meka­nizmadan geniş ölçüde istifâde edilmektedir. Kültür sömürgeciliğinde de bunun yaygın bir metod olarak kullanıldığı söylenebilir.

Herhalde râbıta, insânî bir insiyak olan ve fizik benlik, sosyal benlik, moral ve ruhsal benlik şeklinde üç kademede ele alman[155] bu temâyülün müsbete icrâsından başka bir şey değildir. Her sanat dalının piri veya uz­manı, mensupları için bir râbıta unsuru olarak takdim edilip, "önün gibi olmaları" tavsiye edilirken, tabi'î olarak tasavvuf ta kendi istediği insanı yetiştirmek için müridlerin süper egosuna, moral ve ruhsal benliğine bir marangozu veya bir sarrafı değil, kendince kâmil saydığı ideal bir modeli koyacaktır. "Her yiğidin gönlünde bir arslan yatar" atasözünde bir realite olarak varlığı ifâde edilen bu idealizasyon, insan-ı kâmilleri hedef almak­la, bu ihtiyâcı gidermeye ma'tûf olsa gerektir. Bunun en etkili usulü ise; karakter transferi ve şahsiyet yansımasını sağlamak üzere kişilerdeki taklîd, benimseme ve aynileşme mekanizmasını harekete geçirmek ve on­ları gerek madden, gerekse ma'nen sâlih ve âriflerle sohbet ve beraberliğe sevketmekten ibârettir. "Üzümün üzüme baka baka karardığı", "Hayran olduğunuz kimsenin bilinmesiyle kişiliğinizin belirlenebileceği" gerçeği dikkatten uzak tutülmamalıdır. Nitekim Hz. Mevlânâ buna işâretle şöyle söylemiştir:

"Eğer kasyetle kabin olsa mermer, Olursun sohbet-i ârifle gevher.

Lahzacık ârif-i Hakk'la sohbet, İyidir yüz senelik takvâdan."[156]

[1] Jöshua Loth Liebman, Kalb Huzûru (Çev. Sofi Hûrî), İstanbul 1962, 186.

[2] Dilimize Mustafa Ertem tarafından çevrilmiş ve 1975'de İstanbul'da neşredilmiştir.

[3]  Sofi Hûrî tarafından dilimize çevrilmiş ve 1962'de Kalb Huzûru adıyla İstanbul'da neşredilmiştir.

[4]  Liebman, Age., 188.

[5]  Liebman, Age., 188.

[6]  Hz. Peygamber'in anneden öksüz, baba'dan yetim kalmasına bü nazarla bakılabilir.

[7]  Tabakât ve Terâcim-i ahval kitaplarında, müelliflerin teferruata varan bir üslûb ile tanıtılması

bu gâye ile olsa gerektir.                                                                                                                            '

[8]  Joshua, Age., 188-189.                                                                                                                                                                .

[9]  Smiles, Age., 19-20.

[10] Joshua, Age., 189.

[11] Smiles, Age., 52.

[12]  İbn Manzur, Lisânü’l-arab, (Thk. Müşterek Komisyon), Kahire, 1979, III, 1560-1561; Fi- ruzâbadî, Besâiru zevi't-temyîz, (Thk. M. Ali en-Neccar), Kahire 1406/1986, III, 31-32; Asım Efendi, Kâmûs Tercemesi, İstanbul 1305, III, 55-56; İbrahim Hilmi el-Kadiri, Medâricü'l- hakîka fi'r-râbıta, İskenderiyye 1381/1963, 17-18; H. Muhammed eş-Şergâvî, Elfâzu's- sûfiyye, İskenderiyye Ts., 168-169.

[13] Kur'an-ı Kerîm, Âl-i îmrân(3), 200; el-Enfâl(8), 60.                                                                                                        1

14Bkz. es-Serrâc, el-Luma', 418-419; Kuşeyrî, er-Risâle, I, 263-265; Gazzâlî, İhyâ, III, 17-46;

Kelâbazî, et-Ta'arruf, 109, 181; Sühreverdî, Avârifü'l-ma'ârif, 459-467.

[15]  Âsim Efendi, Age., III, 56; Sühreverdî, Age., 139-145. Ayrıca Ribat'larm İslam tarihinde oy­. nadığı roller için blcz. Köprülü Fuad, "Ribât", Vakıflar Dergisi (Ankara 1942), Sy. II, s. 267­268.

[16]  K. Kerîm, YûsufU2), 52.

[17]  Misâl almak üzere bkz. Bursevî, Rûhü'l-beyân, İst., 1306, I, 408-409; Elmalı, Hak Dîni

Kur'an Dili, İst., 1979, II, 1265-1266.                                           '

[18]   Buhârî, Vudu, 6; Müslim, Tahâret, 34-41; Tirmizî, Taharet, 39, 103.

[19]   K. Kerîm, el-Fetih (48), 4.

[20]   el-Isfahânî, el-Müfredât, Kahire 1970, 270-271.

[21]   Askerî ve idârî hizmetleri yanında dînî ve tasavvufî bir fonksiyon icrâ eden Ribat'lar için bkz. F. Köprülü, A.g. Makâle; Stihreverdî, Avârifü'l-ma'ârif, Beyrut 1966, 103-117.

[22]   Haydarî-zâde İbrahim Fasîh, Mecd-i Tâlid Tercemesi, İst. 1307, 28.

[23]   Mevlânâ Hâlid, Risâle fi hakki'r-râbıta (Raşahât kenarında), İst. 1294, 238; Gümüşhânevî, Câmi'u'l-usûl, Mısır 1319, 166.

[24]   Mevlânâ Hâlid, Age., 238.

[25]   Mevlânâ Hâlid, Age., 238; a. Müellif, Risâle-i Hâlidiyye (Trc. Şerîf Ahmed b. Ali), Mısır 1257, 6-7.

[26]   Abdülhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerife, îst. 1342, 8.

[27]   Eraydın Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İst. 1981, 231; Gündüz İrfan, Gümüşhânevî A. Zıyaüddin, İst. 1984, 277; Öztürk Y.. Nuri, Kuşadalı İbrahim Halveti, İst. 1982, 79.

[28]   Abdülhakim Arvasi, Râbıta-i şerife, 2.                      \

[29]   Fenâ ve bekâ için bkz. Kuşeyrî, er-Risâle, Kahire 1972,1, 262-3.

[30]   Arvâsî, Age., 25.

[31]   Gümüşhânevî, Câmi'u'l-usûl, İst. 1276, 224.

[32]   İbrahim Hilmi el-Kâdirî, Medâricü'l-hakîka fi'r-râbıta' inde ehli't-tarîka, (Nşr. Adil Mahmûd el-Behiyy-Abdüsselâm Muhammed Sa'îd), İskenderiyye 1381/1962, 18.

[33]   İbrahim Hilmi el-Kâdirî, Age., göst. yer.

[34]   Haydarîzade İbrahim Fasih, Age., 28.

[35]   Yazıcı Tahsin, "Nakş-bend", İA., IX, 54.                                                                                  -

[36]   İmam Rabbânî, Mektûbât, 187 ve 207. mektup.

[37]   Cami, Nefehâtü'l-üns, İst. 1980, 35; Hâce Muhammed Pârsâ, Risâle-i Kudsiyye Tercemesi

(Trc. Abdullah Salâhî), İst. 1323, 19.                                       • •

[38]   Harîrîzade, Tibyânü vesâil, Sül. Ktb. Fatih Bl. No: 430, I, 106®; Hocazâde A. Hilmi, Hadîkatü'l-evliyâ, İst. 1318,11/116.

[39]   Harîrîzade, Age., I, 106®.

[40]   Henri Corbin, L'Imagination créatrice dans le soufisme d'Ibn Arabi, Paris 1975, 27.

[41]   Câmî, Age., 35; Pârsâ, Age., 19.

[42]   Ferîdüddîn Attar, Tezkiretü'l-evliyâ (Nşr. Nicholson), Leiden 1905,1, 23.                                                       •

[43]   Ahmet Yaşar Ocak, Veysel Karânî ve Üveysîlik, İst. 1982, 102-103.                                 '

[44]   Attâr, Age., I, 24.

[45]     Pârsâ, Age., 18-19; Câmî, Age., 35; Harîrîzade, Age., I, 106a; Ocak, Age., 94.

,46 Y. Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrahim Halveti, İst. 1982, 93.

[47]   İbrahim Hilmi el-Kâdirî, Age., 19.

[48]    Gümüşhânevî, Age., 166; Arvasi, Age., 8-9.

[49]   Arvâsî, Age., 34-35.

[50]   Bunun uygulamasının güzel bir tarifi için bkz. İrfan Gündüz, Gümüşhânevî Ahmed Zıyâüddîn, İst. 1984, 231-232.

[51]   Gümüşhânevî, Age., 166; Akşehrî M. Emin, Tarîk-i sevâb, Ty, Yy, 5.

[52]   Gümüşhânevî, Age., 166; M: Hâlid, Age., 5-6.

[53]   Nakşbend M. Nuri, Miftâhü'l-kulûb, İst. 1301, 12.

[54]   Nakşbend M. Nurî, Age., 13.

[55]   K. Kerîm, el-Hadîd (57), 4.

[56]   M. Nurî Nakş-bend, Age., 12-14.

[57]   Samuel Smiles, Age., 54-55.

[58]   Smiles, Age., 55.

[59]   Smiles, Age., 57.

[60]   K. Kerîm, et-Tevbe (9), 119. Bursevî, Rûhü'l-beyân, İst. 1306,1, 966-967.

[61]   Mevlâna Hâlid, Age., 222.

[62]   Sühreverdî, Avârifü'l-ma'ârif, Beyrut 1966, 124.                  •    '*                                 '

[63]   İbnü'l-Mübârek, Kitâbü'z-zühd, Beyrut ty., 122; Aynı anlamdaki bir hadis için bkz. Buhârî, Zebâih, 31, Büyü', 38; Müslim, Birr, 146; Ebû Dâvud, Edeb, 16.

[64]   Tirmizî, Zühd, 45.

[65]   Buhârî, Edeb, 96; Müslim, Birr, 165; Tirmizî, Zühd, 50; Daavât, 98.

[66]   Ebû Dâvud, Edeb., 49.                                                                                                                          •

[67]   Buhârî, Mezâlim, 5, Salât, 88; Tirmizî, Birr, 18.

[68]   Hucvîrî, Keşfü'l-mahcûb, 485.

[69]   Hucvîrî, Keşfü'l-mahcûb, 483-484.                                     .

  • 70 Abdülltadir İsa, Hakâik ani't-Tasavvuf, Halep 1384/1964,27-28.

[71] Ahmed Ferîd, el-Bahrü'r-râik, yy., 1986, 73-74.

[72]   Şa'rânî, el-Envârü'l-kudsiyye, Beyrut 1966, II, 168.                                                            •                                    ■

[73]   Amir en-Neccâr,et-Tasavvufu'n-nefsî, Kahire 1977, 411-412.                                                                             .     .. .

[74]   Şa'rânî, Age., II, 171.

[75]   Dağıstânî Ö. Zıyâüddîn, Tasavvuf ve Tarikatlarla İlgili Fetvâlar (Çev. İ. Gündüz-Y. Çiçek), İst., Ty: 147.

[76]   Seyyid Burhâneddin Muhakkik Tirmizî, Ma'ârif, (Çev. A. Gölpmarlı), Ankara Ty., 40; İbnü'd- Debbağ, Meşâriku'l-envâr, Beyrut 1379/1959, 11, 20.

[77]   İbnud-Debbağ, Age., 53; Amir en-Neccâr, Age., 417.

[78]   Aclunı, Keşfü'l-hafa, II, 70.

[79]   Gazzâlî, İhyâ, Rub'u’l-âdât, VI. Kitap II. bap, II, 591-592.

[80]   Smiles, Âge., 18.

[81]   Liebman, Age., 63-64.

[82]   Liebman, Age., 64-65.

. 83 Smiles, Age., 50.

.        84 Smiles, Age., 48.

[85]   Liebman, Age., 115.

[86]   Smiles, Age., 51.

[87]   Adasal Rasim, Yeni Medikal Psikoloji, İst. 1977, 258, 899; Köknel Özcan, Kişilik, İst. 1982, 197, 390-391; Krech-Crutchfield-Ballachey, Cemiyet İçinde Ferd, (Çev. Mümtaz Turhan), İst.

' 1970, 354.

[88]   Smiles, Age., 54.             .

[89]   Erich Fromm, Sevme Sanatı (Çev. Işıtan Gündüz), İst. 1982, 28-29.

[90]   Öztürk Y. Nuri, Kuşadalı İbrahim Halveti, İst. 1982, 85.

[91]   Öztürk Y. Nuri, Age., 85.

[92]   Mevlâna Hâlid, Age., 320.

[93]   K. Kerîm, el-Mâide (5), 35. Ayrıca bkz. Arvâsî, Age., 9; Saİd Seydâ el-Cezerî, ed-Dâbıta fi'r-

râbıta, Yy., 1377/1957, 14-15; İbrahim Hilmi el-Kâdirî, Age., 35; Bursevî, Rûhü'l-beyân, İst. 1306,1, 560-561.                   i

[94]   el-Cezerî, Age., 11; Mevlânâ Hâlid, Age., 7; Arvâsî, Age., 9; İbrahim Hilmi el-Kâdirî, Age., 26-39.

[95]    el-Cürcânî,Ta'rîfât, Dersa'adet 1318,171; el-Isfahânî, Age., 821; Âsim Efendi, Age., IV, 137; İbn

Manzûr, Age., VI, 4837-4838.                                                            ,

[96]    Isfahânî, Age., 821; Âsim Efendi, Age., IV, 137; İbn Manzûr, Age., VI, 4837-4838.

[97]   İbn Mâce, Sünen, Zühd, 4.

[98]   Takıyyüddîn es-Sübkî, Şifâü's-sakam fi ziyâret-i hayri'l-enâm, Haydarabad 1315; Zehâvî- zâde Cemil Sıdkı, el-Fecrü's-sâdık fî reddi alâ münkiri't-tevessül, Mısır 1323; Hamdullah ed-Dâcvî, el-Besâir li-münkiri't-tevessül bi-ehli'l-mekâbir, İst. 1984; Yûsuf b. İsmail en- Nebhânî, Şevâhidü'l-hakk fî'l-istiğâse, Mısır 1385; Muhammed el-Fakiyy, et-Tevessül ve'z- ziyâra, Kahire 1388/1968; Muhammed Ahmed el-Alemî, Hel mine'ş-şirki't-tevessüî, Mısır 1986; Musa Muhammed Ali, Hakîkatü't-tevessül ve'l-vesîle, Beyrut 1985; İbn Teymiyye, Kâidetün celîle fi't-tevessül ve'l-vesîle, Beyrut 1390.

[99]   Sübkî, Age., 119; ez-Zehâvî, Age., 55; Zâhid el-Kevserî, Malıâlât, Humus 1388, 478.

[100]    İbn Teymiyye, Age., 14.                                                                                                                  '

[101]     İbn Teymiyye, Age., 75-76.

[102]     en-Nisâ (4), 64. .

[103]    Ebu Dâvûd, Salat, 36.

[104]    İbn Hanbel, Müsned, III, 83.

[105]     Suyuti, Cami'u's-sağîr, II, 28; Heysemî, Mecma'u'z-zevâid, I, 333.

[106]    Tirmizî, Menâkıb, 1; İbn Hanbel, Age., II, 265, 365. Ayrıca bkz. Sübkî, Age., 46; en-Nebhânî,

Age., 97; Kevserî, Age., 487.                                                       .

[107]    A. Ferîd,el-Bahrü’r-râik,Yy., 1986, 105.

[108]     Ebu îsa et-Tirmizî, Havle'ş-şemâili'l-Muhammediyye (Nşr. Mahmûd Sami Bey), Kahire . 1367/1948, 17-18.

[109]    A. Ferîd, Age., 12-15.

[110]     Beyhakî ve Deylemî'nin İbn Abbas'tan rivâyet ettiği bu hadis için bkz. Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, Beyrut 1351,1,132.

[111]     Şevkâni, Tuhfetü'z-zâkirîn, Beyrut Ty., 37.

[112]    K. Kerîm, Âl-i İmrân (3), 31.                                                       .                                                                                     .

[113]    Mevlâna Hâlid, Age., 241-242; Muhammed b. Abdullah el-Hânî, el-Behcetü's-seniyye, Kahire 1319, 44; İbrahim Fasîh, Age., 29-30.

[114]     Bursevî, Age., I, 318-319; Elmalı, Age., II, 1076-1080.                                                                        .

[115]    Elmalı, Age., II, 1076-1080.

[116]    Bursevî, Age., III, 52-53; Elmalı, Age., Vı, 3846.

.117 Firuzabâdî, Besâir, II, 99; Asım Efendi, Age., III, 198-199; Isfahânî, Age., 95-96.

[118]    Abdurrahman Umeyre, et-Tasawufü'l-islâmî, Kahire 1977,18,19, 54.

[119]    A. Umeyre, Age., 53.

[120]    İbrahim Hilâl, et-Tasavvufü'l-islâmî, Kahire 1979, 145, 146, 162.                                    '

[121]    İbrahim Hilâl, Age., 153, 156, 157.

[122]    Krech-Crutchfield, Sosyal Psikoloji (Çev. E. Güngör), İst. 1980, 80.

[123]    Adasal Rasim, Yeni Medikal Psikoloji, İst. 1977, 258;

[124]    Adasal Age., 899.

[125]     Haluk Yavuzer, Çocuk ve Suç, 186-189.

[126]    Mümtaz Turhan, Age., 205-206, 223.

[127]    M. Turhan, Age., 142-143.

[128]     Freud, Psikanaliz Üzerine (Çev. A. Avni Öneç), İst., 1983, 84-85.

[129]    Adasal Rasim, Age., 256, 257, 258.

[130]    İbn Arabi, İlâhî Aşk (Çev. Mahmut Kanık), İst., 1988, 75.

[131]     Şa'rânî, Age., Ill, 15.                ’

[132]     Şa'rânî, Age., II, 11.

[133]     Smiles, Age., 30-31.

[134]     Liebman, Age., 72.                    „

[135]     Shimmel, Tasavvufun Boyutları, îst. 1982, 208-209.

[136]     Buhârî, Ezan 18, 60; Edeb, 27; Dârimî, Salât 42; İbn Hanbel, V, 53.

[137]     İbrahim Hilmi el-Kâdirî, Age., 16-17.

[138]     K. Kerîm, el-Ahzâb (33), 21.

[139]     K. Kerim, el-Mümtahine (60), 4.

[140]     Isfahani, Age., 20; Asım Efendi, Age., IV, 861.

[141]    el-Hani, el-Behcetü's-seniyye, 43; Gümüşhanevi, Cami'u'l-usul, 166; Arvasi, Age., 30.

[142]     Bursevi, Ruhü'l-beyan, IV, 318; Elmalı, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4900-4901.

[143]    Abdülhayy Fahreddin el-Haseni, Tehzibü'l-ahlak, Beyrut 1398/1978, 7-8.

[144]     Özcan Köknel, Kişilik, İst., 1982, 136.

[145]    Smiles, Age., 21-22.

[146]     Erich Fromm, Age., 111-112.

[147]     Smiles, Age., 46.

[148]     Köknel, Age., 410-411.

[149]    Buhârî, İsti'zan, 38; Müslim, Zikr, 32, 35; Ebû Dâvud, Salât, 119; Tirmizî, Salât, 95; Nese'î,

İstiâze, 63; İbn Mâce, İkâme, 23, 180.                                                                                                        ,

[150]    İbnü'd-Debbâğ, Meşâriku'l-envâr, 121.

[151]    İbrahim Hilmî el-Kâdirî, Age., 15.

[152] Mümtaz Turhan, Age., 124-128.                                         .

[153]     Sabri Akdeniz, Toplumlunuz ve Eğitimimiz, İst., 1982, 30-31, 64-65.

[154]     Prensey-Robinson, Psikoloji ve Yeni Eğitim, (Çev. Haşan Tan), İst., 1975, 261-263; Jersild Arthur T., Gençlik Psikolojisi, (Çev. İbrahim N. Özgür), İst., 1978, 94-95, 225.

[155]     Adasal Rasim, Age., 881-883, 899.

[156]     Ahmed Avni Konuk, Fusûsü'l-hikem Terceme ve Şerhi, (Hz. M. Tahralı-S. Eraydm), İst.,

.           1989,11,287.                                                                 .

\

MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ

SAYI: 7-8-9-10
1989-1990-1991-1992

İstanbul-1995



Doç. Dr. Irfan GÜNDÜZ
Devamını Oku »