Devlet,İnanç,Millet ve Osmanlı İmparatorluğu

1

Bu bir politik tarih çalışmasıdır ve böyle olduğu için de kökeni itibariyle iktidarda olanlar ve onların resmi olarak kontrolünde olan halkların ilişkisi etrafında konumlanır. Son birkaç yüzyıl pek çok alanda tarihçileri büyülemiştir, çünkü politik terimiyle “modernite," devlet otoritesinin kapsam ve yoğunluk olarak süratli bir biçimde artması anlamına gelmiştir, ki bu da devlet-toplum ilişkisini her yerde muazzam bir baskı altına sokmuştur.

Bu kitap, Osmanlı İmparatorluğunda modernleşmenin arifesinden Osmanlı-sonrası ülkelerinin erken 21. yüzyılına kadar olan dönemi kapsamaktadır ve analizlerin dinamiği olan temel soru, devletin gücü arttıkça ona tâbi halka karşı kendisini nasıl meşrulaştırabildiğidir. Kitap, rejimin yönetimde olan hanedanın pratik olarak din ile özdeşleştirilmesini sürdürmeyi gözettiği sürece Osmanlı hükümdarlarının uygulanabilir bir devlet-toplum dinamiğini korumayı başardıklarım ileri sürmektedir.

Ortak dinin yaratabileceği (böyle bir topluğa kabul edilmek herhangi bir dünyevi hükümdarın menfaatine yol açacaktır) güçlü toplumsal dayanışma duygusunu bir yana bırakırsak, İslamın güçlü ahlaki içeriği ve adalet prensibine bağlılığı devletin büyümekte olan gücünün keyfi kullanımına karşı koruma sağlamayı vaat eder. Bu Müslümanlara cazip geldiği gibi, İmparatorluğun dağıldığı zamana kadar sadık ya da en azından pasif vatandaşlar olarak gayrimüslimlere de fayda sağlamıştır.

Milliyetçiliğin Osmanlı halkları için cazibesi çok azdır ve kendi başına İstanbul yönetimi için gerçek anlamda bir tehdit oluşturmamıştır: hiçbir zaman Osmanlı otoritesine karşı başarılı, ya da vahim, yerel herhangi bir milliyetçi ayaklanma olmamıştır. Milliyetçilik, yeni devletlerin mevcudiyetine meşruiyet yaratmak için kendilerinin bizzat kontrolü altında olan etkili araçlara ihtiyaç duyan Osmanlı-sonrası rejimler tarafından bilinçli olarak teşvik edilmiştir.

Rejimler esas olarak devlete hizmet etmiş (ve hâlâ eden), kendilerine tâbi halklara çok az fayda ve devlet gücünün keyfiliğine karşı daha da az güvence sunan milliyetçilik biçimlerini teşvik etmiştirler. Osmanlı-sonrası döneminin ilk birkaç on yılından, son zamanların Balkanlar’da görülen şiddetli istikrarsızlık deneyimlerine, Osmanlı-sonrası ülkelerinde kamusal hayatta dinin yükselişine ve 2011’de başlayan “Arap Baharına kadar her örnekte istikrarlı devlet-toplum ilişkilerinin geliştirilmesi açısından bu tip milliyetçiliklerin zayıflıkları ve başarısızlıkları tekrar tekrar açığa çıkmıştır.

Politikaların gidişatı ile ilgili böyle bir argümanın gerekçesini netleştirmek için bu bölüm, Osmanlı İmparatorluğunun modern dönemin "başlama noktasına" uzandığı yolu ele almaktadır. 18. yüzyıla doğru İmparatorluğun gelişiminin ve modern öncesi dönemde devlet ve halk arasındaki ilişkinin kısa bir taslağını sunmaktadır. Yaygın varsayımların aksine, imparatorluk ve yönetmekte olan hanedan neredeyse altı yüzyıl boyunca sadece saltanatın görkemi ve mutlak gücü sayesinde ayakta kalmamıştır. Herhangi bir modern standarda göre elinin altında itaatsiz uyrukları baskı altında tutacak iyi gelişmiş bir devlet aygıtı olmayan Osmanlı hükümdarları oldukça zayıftır.

Hükümdarların sınırlı sorumlulukları böyle bir gücü gereksiz kılmıştır: hanedan yabancı düşmanlara karşı savunmayı, ülke içinde barışın korunmasını ve hem bu görevler hem de yönetici elitin münasip bir konforda yaşaması için gerekli olan gelirlerin toplanması işini düzenlemiştir. Osmanlı halkının hiçbir kesimi, aktif bir biçimde baskı uygulanmasını gereksiz kılan bu diğer iki emperyal görevin performansından yeterince yararlanmadıkça saltanatın çıkarlarına hizmetin ağırlığından çekmemiştir.Osmanlı hanedanının otoritesinin sınırları belirlenmiş imparatorluk yönetimi, sultanın etki alanının doğal niteliklerine uygun geldiği için de hayatta kalmıştır.

İmparatorluğun gücü ve zenginliği fevkalade büyüklüğünden kaynaklanmıştır: Macaristan'dan Ukrayna'ya ve kuzeyde Kafkasya ve Cezayir'den güneyde Yemen ve Katar'a kadar bugünün otuzdan fazla ülkesi eski Osmanlı topraklarıdır. Bununla beraber batı ve Orta Avrupa'nın büyük kısmı ile kıyaslandığında, Osmanlı topraklarının büyük kısmında ne nüfus yoğundur ne de bu topraklar tarımsal potansiyel ve temel mineraller de dahil olmak üzere doğal kaynaklar açısından zengindir. Bu imparatorluk boyunca İstanbul ile imkân dahilinde aşık atabilecek önemli şehirlerin olmamasını açıklamamıza yardım eder, başkent hayati bir kavşak ve su nakil yollarındaki nispeten verimli bir alana yerleşmiştir.

Yalnızca olağanüstü verimli, nüfusu yoğun Nil Vadisine yerleşmiş ve Kızıldeniz'e yakın bir kent olan Kahire İstanbul ile rekabet edebilirdi. Ve elbette ki tesadüf değildir ki İstanbul iyi bir sebeple Mısır'ı başka herhangi bir vilayetten daha çok denetlemiştir. Mehmed (Muhammed) Ali Paşa Mısır valisiyken 1830 yılında Osmanlı hanedanının otoritesine karşı ortaya çıkan en büyük yerel tehdidi tırmandırmıştır. Bununla beraber Kahire dışında İstanbul, içeride egemenliğine meydan okuma kapasitesi olan hiçbir merkezle karşı karşıya kalmamıştır ki bu imparatorluk başkentinin geniş alana yayılan taşrasını denetim altına almak için devamlı olarak harekete geçirilmesini gereksiz hale getirmiştir.

İstanbul'un yönetim usulü bu sayede güvenli bir biçimde saltanatın otoritesini iptali mümkün bir biçimde devrettiği aracılara itibar edebilmiştir. Devir işlemi şu açıdan kolaylaştırıcıdır; saltanat miras yoluyla arazileri devralan ve Hıristiyan Avrupa’da esasen feodal sistemin modern öncesi politikalarının muhtelif geleneklerine göre karmakarışık hale getirilmiş politik konuları aristokrasiyle müzakere etmek zorunda kalmamıştır. Bunun yerine, her biri bir dayanak noktası olarak işlev gören çok sayıda aracı şahsiyet ve grupla (loncalar ve dinsel kurumlar) çalışıp bu sayede modern öncesi dönemin sınırlı görevlerini yerine getirirken, toprak ve halk kitlesi üzerinde nüfuzunu sürdürebilmiştir. Münasip kara ve hatta deniz taşımacılığı yollarının görece azlığı ticaretin kontrol edilebilmesini sağlamıştır ki gümrük ve vergi kesintileri İmparatorluğun gelirlerinin ana kaynağı haline gelmiştir.

Buna karşın, otoritenin devri ve çok da verimli olamayan taşranın büyüklüğü Osmanlı'nın modern öncesi dönem boyunca uyguladığı vergi ve askere alma metotlarının, sömürüyü yoğunlaştırmaktan ziyade her bir arazinin merkezin ihtiyaçlarından bazılarını karşıladığından emin olarak yayılmayı vurguladığı anlamına gelir. Gerçekten de devlet-toplum ilişkilerinde değlşim temasına, modern dönemde Osmanlı Devletinin 1792-1839 dönemindeki kayıpları ve 1839'dan sonraki başarılarıyla nasıl yaygın yağmacılıktan yoğun yağmacılığa geçmeye çalıştığının ve hükümetin esas sorumluklarını yerine getirebilmesi için potansiyel öz-kaynaklarını yeterince kullanabilecek yeni devletler kurmak gibi devasa bir görevi üstlenen ardıl rejimlerin güçsüzlüklerinin hikâyesi olarak bir rol vermek mümkündür.

Modernitenin yarattığı gerilimden önce, imparatorluk merkezi gerilimi belirdiği yerlerde dindirmek için operasyonlarını kontrol ettiği sürece, Osmanlı yöneticilerinin geliştirdiği sistem son derece sürdürülebilirdir ve gerçekten de sistem Imparatorluğun kuruluşundan on sekizinci yüzyıla kadar onun ayırt edici özelliği olan istikrarh bir imparatorluk yönetimini organize etmiştir. Öte yandan daha fazla dikkat edilmesi gereken bir unsur, askeri-idari yapısının çalışmasını muhafaza etmek ve sağlıklı bir devlet-toplum ilişkisini idame ettirmekteki kritik rolü nedeniyle İslamdır, ki Osmanlı adalet sisteminin belkemiğidir.

İmparatorluğun (yükselişi yak. 1301) ilk günlerinden itibaren Osmanlı hanedanı ve yönetici eliti, İslam ve devlet arasındaki yakın ilişkiyi sürdürmüştür. Bu iddia Osmanlı yönetiminin yaratma kabiliyeti olmadığını, esnek olmadığını ya da yönetimi altındaki gayrımüslim halka karşı acımasızca baskıcı olduğunu ima etmez: Osmanlı yönetimi ziyadesiyle beceriklidir ve sistemli baskıya bel bağlamış olsaydı altı yüzyıl boyunca ayakta kalamazdı. Sultanlık sisteminin İslamla sıkı bir bağ kurduğu iddiası daha çok şunu önermektedir.

Mobilize olmuş bir güç olmaktan çok durgun olan bir imparatorluk merkezi için din, merkezin tesirli olabilmesi için hayati bir “güçlendirici" olarak hizmet etmiştir. İmparatorluk rejimine, meşruiyetini arttıran ve ahlaki otoritesine boyun eğmeyi teşvik eden bir ideoloji yemiştir. Gerçekten de İslam. coğrafyası ve yakın geçmişi nedeniyle uzaktaki bir hükümdarın sıkı kontrol avantajının olmadığı ülkelerde. imparatorluğa sağlam bir devlet geleneği bahşetmiştir; Türklerin atalarının Orta Asya'daki anavatanlarında yarattıkları herhangi bir güçlü devlet geleneği yoktur. ne dikkate değer ya da uzun ömürlü yönetim kurumları ortaya çıkarmıştırlar ne de Moğollar vakasında olduğu gibi yönetici göçebe elitlerin fethettikleri toprakların dinini ve geleneklerini benimsemesi örneği dışında dikkate değer hanedanlar yaratamamıştırlar.(1)İslam, hukuka yaptığı vurgu sayesinde halkı istikrarlı bir adalet sisteminin ölçüsüz anarşi ve baskıyı engelleyeceğine ikna etmiştir.

Etkili ve “objektif" (güçlü her zaman haklı değildir) adalet sisteminin yardımıyla imparatorluk merkezi sadece askeri gücünün büyük bir kısmını ve vergi gelirlerinin gittikçe artan bir oranını temin ettiği Müslüman halkın değil, aynı zamanda hükümdarın otoritesini, sultan tarafından atanmış yerel iktidar sahiplerinin baskılarına karşı korunma da dahil olmak üzere, adaletin nihai garantörü olarak gören gayrımüslimlerin de mensubiyetini muhafaza etmiştir. Hanedanın İslam ile özdeşleşmesi aynı zamanda yerel aracı toplulukların (eğitimli Müslüman ya da gayrımüslim hiyerarşiler, loncalar, vb) ve gevşek bir biçimde denetlenen, otoritenin delege edildiği temsilciler (tımar sahipleri gibi daha sonra irdelenen bölüme bakınız-) ve devletin alçak gönüllü yönetimini, görev anlayışlarını dine ve ona hizmet eden hanedana (din-u devlet) ibadet olarak tarif ederek icra edenlerin sadakatini güçlendirmiştir.

Osmanlı prensipleri ve hükümet pratikleri, Osman'ın ilk göçebe savaşçı zümresi ile Sultan II. Mehmed'in sağlam bir imparatorluğun kuruluşu için coğrafi bir anahtar olan Konstantinopolis'i fethini (1453) birbirinden ayıran sadece bir buçuk yüzyılda görece hızlı bir biçimde gelişmiştir. Her ne kadar Osmanlı otoritesinin kökenleri ile ilgili çok şey bilinmiyor olsa da, askeri organizasyon ve liderlikte etkili olduğunu ispat edenlerin toplumsal meselelerde de hegemonyasını sağladığı, devletlerin o alışıldık gelişim şablonuna uyuyor gibi görünmektedir. Savaşın pek çok devlet için sürdürülemeyecek derecede pahalı ve yıkıcı hale geldiği nükleer çağa kadar, siyasi otoriteyi devletin askeri fonksiyonundan ayırmak pratik olarak imkânsızdı; ve Osmanlı örneğinde, hanedanın kurucusu olan Osman kesinlikle bir savaş lideri olarak ortaya çıkmıştı.

Her ne kadar pozisyonunun Bizans'la yaptığı bir savaş sırasında bir kabile liderliğinden kaynaklanmış olması ihtimali varsa da, onun kayda geçen ilk zaferi olan Koyunhisar (Bafeon. 1301) sonrası yükselişi bir kabile liderliğini sürdürmenin imkânsız olduğu bir şekilde kan bağı kurmacasını çok önemli bir hale getirmiş olabilir. İslam onun liderlik pozisyonuna kabileler-üstü bir meşruiyet sağlamıştır: herkesin dediğine göre, Osman’ın Bizanslılarla mücadelesi gazâ ya da kâfir darülharb'e yapılmış dini olarak meşru bir akındır. Ki İslamın erken dönemlerinde din, Arap kabile pratiklerini zapt etmek ve klan kimliğini kaotik Selçuklu-sonrası Anadolu'sunda büyük olasılıkla cazibesi artan mümin cemaatlerin üyesi olarak sınıflandırmak için etkili bir araçtı.

Kabile gelenekleri, kabile üyeleri için değilse de, müritler tarafından uzun süre kanun olarak kabul edilemezdi ama şeriat, yarım yamalak olsa da, fark edilir biçimde buyurucu ve ihtilaflar konusunda hüküm vermede adaletin istikrarlı bir kaynağıydı. Bu sayede İslam, Osman'ın savaşçı zümresinin barışı korumak, adalet dağıtmak ve gelirleri artırmak için etkili mekanizmaları kuşatmasıyla birlikte savaşla ilgili fonksiyonlarını genişletmiş, daha ilk zamanlarda liderin kumanda etme gücünü gelişmesine yardımcı olmuştur. Osman ve onun zürriyeti ve onların takipçileri islamı sadece ismen kabul etmemiş, onu ziyadesiyle ciddiye almış ve kurdukları devlet lslami prensiplere riayet etmiştir.

Pragmatizm ve din özü itibariyle uzlaşmaz değildir ve ilk Osmanlılar çok çeşitli etnik kökenden (ezici çoğunluğu Hıristiyan) gelen nüfusun içinde nerede bulurlarsa yeteneği kullanarak, çeşitli vilayetleri yönetirken yerel gelenekleri norm olarak kabul ederek bu sınırlı devleti kurarken oldukça pragmatik davranmıştırlar. Kendi başına böyle bir esneklik İslama aykın değildir; ama zaman içinde Islami kimlik pragmatizme bir ölçüde sınır koymuştur ki, devletin önemli bir unsuru olan Osmanlı ordusu. on dokuzuncu yüzyılın büyük bir kısmı dışmda, Hıristiyanları içine aldıysa da. esas olarak Müslüman bir kurumdur. Bu kurum: devletin toplumu sınıflandırma biçimini ve on sekizinci yüzyıla doğru vilayet yönetim sistemini şekillendirmiştir.

Osmanlı eliti için sabit terim ”ordu” (askeri yerdir; savaşın liderine öncelikli vazifesinde hizmet etmenin karşılığında ordu mensupları vergilerden muaf tutulmuştur. Devletin diğer ana vazifesi olan barışın korunmasında, geliştirilmesinde yararı dokunanların (bilhassa din adamları) yine benzer askeri-vergiden muaf statüsü vardır.Ön-ödenekli süvariler (sipahi) her iki vazifeyi de yerine getirirler; kendisini sefer için gerekli teçhizatla donatmak ve İmparatorluğun büyük bir bölgesinde rutin yerel yönetimi üstüne almak için belirlenmiş topraklardan (tımar) gelir toplama geçici hakkını kazanmıştırlar; eğer sipahi sefer için içtima yapmakta başarısız olursa ya da kendi tımarı çevresinde yerel güvenliği sağlamak gibi görevlerinden kaytarırsa, belirlenmiş gelirleri kaybeder.

Askeri sınıf ve özellikle de tımar sahipleri İmparatorluk nüfusunun artık büyük çoğunluğunun Hıristiyan olmadığı on altıncı yüzyıldan itibaren ezici bir çoğunlukla Müslümandır. Osmanlı tarihinin hiçbir noktasında ordunun Müslüman ya da gayrımüslim düşmanlara saldırmaya aynı ölçüde hazır olduğu görülmemiştir. Yeniçeriler -ilk başlarda sultanın esirlerinden oluşan maaşlı sabit kuvvet ayrılıkçı Şii mezhebinden de olsalar, yine de kısmen yoldaş olan Müslümanlarla savaşmaya isteksiz oldukları için doğuda İran’a karşı sefer yapmak konusunda ilgisizdir. Din düzenli bir biçimde, ister darülharbde oturan kâfirler, isterse de darülislamda fitnecilik (ihtilaf ya da kaos) yapan ayrılıkçılar nedeniyle olsun, savaşın hedeflerini meşrulaştırmıştır.(2)

Savaşçı hanedan ideolojik düşmanlarıyla düzenli olarak ateşkesi mecburen sürdürmüştür ama diğer sorumlulukları, barışı korumak ve adalet dağıtmak, uzun ömürlüdür ve bu nedenle en nihayetinde devletin mahiyeti üzerinde muazzam nüfuz elde etmiştir. Hukuk alanı İmparatorluğun en açık biçimde mahiyetinin bir Islam devleti olduğunu gösterdiği yerdir. Modern öncesi Imparatorluğu çalışan bütün araştırmacılar Osmanlı yönetici sınıfına danışmanlık yapanların düzenli olarak atıfta bulundukları “daire-i adalet” kavramı ile aşinadırlar: dünya, duvarları devletten oluşan bir üzüm bağıdır;devletin düzenleyicisi şeriattır; ülke (darülislam şeriat adına özgürlüğü garanti altına alabilecek Müslüman bir padişahın hükümranlık alanı olarak tarif edilir) olmadan etkili olamaz; ülke askerler olmadan zapt edilemez; askerler mülk verilmeden silah altına alınamaz; mülk tebaa tarafından biriktirilir; tebaa adalet hüküm sürdüğünde dünya hükümdarına bağlılık yemini ederler; adalet dünyanın kurtuluşunun kaynağıdır.(3)

Bu döngünün yozlaşması metaforu, artık itimat edilmeyen, Imparatorluğun gerilemesinin Muhteşem Süleyman'ın 1566'da ölümünden sonra başladığı görüşünü beslemiştir; ancak “uzun süren gerileme" tezini ıskartaya almak için bu döngüyü alelacele reddetmemek önemlidir. Osmanlı toplumunun tüm katmanları tarafından ciddiye alınan bir ideali yansıtmaktadır ve her koşulda meselelerin özünü tayin etmiştir: ordu, mahkemeler, vergilendirme, hepsi adalet prensibi tarafından düzenlenmiştir. ”Adalet'in bariz bir anlamı vardır, ama aynı zamanda devlet işlerinde "iyi yönetim" gibi daha geniş bir kavramı da kapsamaktadır.(4) Osmanlı dünyası için şeriat hukukun kaynağıdır, adaletin garantörüdür ve uyrukları hükümdarlarına bağlayan güçtür.Batıda pek çok kişide nefret uyandıran bir kavram olarak "şeriatın” kısa bir açıklamasını yapmak gerekiyor. Şeriat, yol anlamına gelen bir sözcük, "Allah yolunda" hareket etme temel öğretisini ya da bireyler ve inananlardan oluşan cemaatler için Allah'ın talimatlarına uyum sağlayacak bir şekilde davranmayı temsil etmektedir. Bir hukuk kodu ya da tüzüğü değildir:Mesela Napoleon Kanunları örneğinde olduğu gibi “şeriat“ın bir kopyasını elde etmek mümkün değildir.

Daha çok inananlara 'iyi' bir hayat yaşamaları ve günlük hayatta yanlıştan sakınmaları için rehberlik edecek kaynakların (Kuran'ın ana metni ve aynı zamanda hadis, Muhammed ve ilk Müslüman cemaatin eylemlerinin hikâyeleri) yorumlanması usulüdür. Şeriat yorumlarının ekseriyeti, ceza hukuku gibi toplumsal düzenlemelere ilişkin problemlerle değil inanç konuları ve eylemlerin cevaz olup olmadığına değinir. İbadetin kötü yapıldığı durumlara değil de hemcinslere yapılan haksızlıklara değindiğinde ise şeriatın ana gayesi Müslümanlar arasında barışı tekrar sağlamak ve çok sınırlı kimi koşullar dışında cezalandırmaktansa (ki bu Allah'ın karar vereceği bir konudur) ahlaki düzeni iyileştirmektir. Haksız muamele sahibini bulduğu için, ilgili tarafların ahlaki ve sosyal mevkileri, günah işleyeninin suça azmetmesinde etkili olan maksadı ve telafi etmek için seçtiği yöntem gibi faktörler nedeniyle suç son derece kişiseldir.(5) Elbette Kuran'ın katı kuralları vardır ve metinleri tamamıyla özgür yorumlanmaya açık değildir. Yine de geniş ölçüde kabul görmüş, Fıkıh ”mektepleri" (küçük mezhepler) olarak tarif edilen çeşitli yorum biçimleri vardır.

Dört Sünni ekolün içinde toplum barışım tehlikeye atacak problemlere pragmatik çözümler üretmeye en yatkın olan Hanefiliktir. Hanefilik (Ebu Hanife’den sonra, 767) Güney Irak'ta kurulmuştur, Bizans ile Sasani İmparatorluğunun eski sınır bölgesidir ve Arap Yarımadasının farklı yörelerinden gelen Müslüman kabile üyelerinin iskan edildiği birkaç belli başlı garnizon karargahının bulunduğu yerdir. Bölgede Arap olmayıp da İslama geçenlerin sayısında büyük bir artış görülmüştür. Renkli nüfusu Hanefîliğin yorumlamada yaklaşımının esnek olmasını teşvik etmiştir; umumi örfün (üstelik Hicaz merkezli Maliki mezhebinin yaptığı gibi, belirli bir yer ve zamanın örfünün değil) meşru kabul edilmesi bunun en büyüğüdür.(6)

”Ortak iyi” ve "kamu yararı" mantığı temelinde yorum yapmaya en çok kendini adamış ekoldür. Hanefi yorum pek çok açıdan en az sınırlayıcı ekol olduğundan, çok geniş araziler ve birbirinden son derece farklı bir nüfus üzerinde otorite sahibi olan Bağdat Abbasi Hilafetinden Babür İmparatorluğuna ve Osmanlı İmparatorluğuna kadar pek çok modern öncesi rejim tarafından tercih edilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğunda şeriat, örfi hukukun içinde kabul etmiş ve aynı zamanda sultan hükmünü (kanun) de tanzim etmiştir. Sultanın çok geniş çaplı emirlerine rağmen, gölgede kalmış şeriattan ziyade kanunun tamamlayıcı olduğunu fark etmek önemlidir. Şeriat Müslümanlara Tanrı'nın isteklerine uyum sağlayarak yaşamalarına yol gösterdiği için, inanç ve milnasip davranışlarla (dini törenlerin usule uygun yapılması ya da belli bir giyim biçiminin ya da müzik dinlemenin caiz olup olmadığı gibi) ilgili konular, inananlar arasındaki ilişki konularından çok daha ağır basmaktadır. Kişilerarası ilişkilerde rehberlik, özellikle de ağır (hadd) suçlarda, birden çok muteber görgü tanığının şahitliği, ikinci dereceden ziyade somut delillerin kabul edilebilirliği, maksadın göz önünde bulundurulması da dahil olmak üzere sert hükümlerle sınırlanmıştır: bu hükümlerle Müslümanlar arasında fitne çıkmasına neden olacak adalet yanlışlıklarının engellenmesi amaçlanmıştır.

Dahası, şeriat suçu esas itibariyle kişisel bir şey olarak ele aldığı için de birilerinin şikayeti ya da ithamı olmadığı sürece hiçbir yargıcın yapacağı bir şey yoktur. Kontrol ettiği toplumu koruma sorumluluğunu ciddiye alan bir devlet için de şeriatın kamusal meselelerin idaresinde ayrıntılı talimatlardan yoksun olması nedeniyle tamamlayıcı düzenlemelerin yapılması zorunludur. Şeriat yasal düzenlemede dünyevi otoritenin yerini siyasa-hükümdarın imparatorluk yönetiminde görevli memurlarını azarlaması ve taz’ir (terbiye etmek) denilen şeriatın belli gereklerine göre cezalandırılması mümkün olmayan durumlarda uygulanan keyfi ceza. vb gibi terimlerle tasdik etmiştir. Osmanlı İmparatorluk kanunu, imparatorluk ahalisini daha etkin bir biçimde düzenlemek ve idare etmek için bu alanlarda geliştirilmiştir.(7)

Kanun, II. Mehmed’in sultanların kardeşlerini öldürebileceği hükmü ya da kelle vergisi (cizye) veren gayrimüslimlerin bu tip cezalara karşı korunacağı prensibini ihlal eden, Hıristiyan çiftçilerin çocuklarının sultanın kölesi yapılabildiği devşirme uygulaması gibi çok nadir durumlarda önemli bir şeriat prensibiyle çelişmiştir. Bu çelişkiler Osmanlı yönetici sınıfını sinirlendirmiş ama Hanefi hukuk ilminde kabul edilen istihsan ve istislah (çoğunluğun iyiliğini ve kabaca “kamu yararını" gözetmek) prensiplerinde kendilerine gerekçe bulmuşturlar.(8) Dolayısıyla bir birim olarak Osmanlı hukuku İslami temeller üzerine kurulmuştur ve bu temel uyarınca adaletin hem devlet hem de toplumda hüküm sürmesini sağlamayı amaçlamıştır.

Osmanlı toplumunun kanuna (yasaya) ihtiyaç duymasının çok bariz başka bir nedeni daha vardır: on altıncı yüzyılda Arap vilayetlerinin imparatorluğa katılmasına kadar nüfusun büyük çoğunluğu Hıristiyandır ve hatta daha sonra bile büyük bir gayrımüslim azınlık olmaya devam etmiştir. Şeriat İslamidir, Müslümanları etkileyen konular hariç tutulmak üzere şeriata göre insanları gerçekliğini tanımayı reddettikleri dinin prensiplerini uygulamaya zorlamak yanlıştır. Hukuk sadece şeriat ile sınırlı tutulmuş olsaydı, Osmanlı yönetimi Balkanlar ve hatta Anadolu’da daha kısa süreliğine var olabilirdi. Siyasa ya da ta'zirde ceza daha esnektir; her halükarda kanunun büyük bir bölümünü kapsayan alanlar aksi takdirde halkın kötü hizmet edilen bölümünün adalete erişebileceği yasal bir çerçeve yaratan alanlardır. Osmanlı'nın şeriatı kanun ile takviye etmesi gayrımüslimlerin Müslüman devlete itaati kabulleri sürdürmelerini sağlamıştır.

Bu, gayrımüslimlerin sultanın gayrımüslim cemaatlere (millaler Osm. milletler) özerklik vermesinin sonucu olarak ve büyük ölçüde onun kontrolünden kaçabildikleri için Osmanlı derebeyliğini kabul ettikleri düşüncesiyle çelişir. Devletin savaş, barış, vergi tahsilatı gibi meselelerle ilgilendiği modern öncesi dönemde gayrımüslimlerin devlet otoritesinden aldığı herhangi bir olağandışı özerkliği ya da muafiyeti olmamıştır.

En azından on beşinci yüzyıldan sonra teorik olarak askerlik hizmetinden hariç (muaf değil) tutulmuş ve merkezi hükümetin savaş bütçesi için elzem bir gelir kaynağı olan kelle vergisini ödemiştirler. Ki devletin aktif olarak dindar gayrımüslimlerin statülerini desteklemekte bir menfaat gördüğü kelle vergisi ya da devşirme uygulaması gibi diğer talepleri gayrımüslimler arasında huzursuzluğa neden olabilirdi. Destek, devletin taleplerine rızayı sağlama almak için sorumluluk tahsisiyle birlikte gittiği için bu özerklik vermek değil tam tersiydi. Yasal konularda da özerkliğin olmadığı eşit derecede aşikârdır.

Ülkede tek bir kanun vardır ve o da Osmanlı'dır: kanun ve şeriat, ki bunlar Hanefi pratiğinde gelenek ve yerleşik pratiklerle (âdet, örf) dikkate değer ölçüde bağdaştınlmıştır. Gayrımüslim "mahkemelerine" yalnızca, yine kanun değil, şeriatın kapsamına giren, imansızların "yanılgıya düştüğü" Tanrı'nın istekleri tasavvuruna göre davranış konularında başvurulmuştur: evlilik, boşanma ve miras gibi dini törenler ve kişisel meseleler.

Devlet, herhangi bir Müslümanın dahli ya da toplumsal barışa yönelik herhangi bir tehdit olmadığı sürece, basitçe, bu konularla ilgilenmemiştir. Dini konularda müdahaleden muafiyet, gayrımüslimlerin Osmanlı otoritesini kabul ettirmesini kolaylaştırmıştır ama gayrımüslim (millet) mahkemelerinin herhangi bir yaptırım gücü ya da yasal geçerliği yoktur, bu da bu tip kurumlardan neden herhangi bir kayıt kalmadığını açıklar.(9) Millet mahkemesinin kararından tatmin olmayan herhangibir gayrımüslim, pek çoklarının yaptığı gibi, yasal olarak yaptırım gücü de olan başka bir karar almak için konuyu Osmanlı hakimine götürmekte serbestti. Ciddi meselelerde doğrudan sultana başvurabilirlerdi ve gayrımüslimler için de “din ve hanedan" halkın ruhani ve maddi esenliğinin nihai koruyucu muhafızlarıydı.

Nitekim bazı gayrımüslimlerin gönüllü bir biçimde Osmanlı mahkemelerine çark etmesi devletin mahiyeti ve dini olarak şekillenmiş hukuk sistemine ilişkin son bir önemli noktayı not etmek için ipucu verir: suçluların rövanşist bir biçimde ceza lındırılmasındansa yerel cemaatleri rahatsız eden konularda adil çözümler üretmeye ayrıcalık verilmiştir. Modern öncesi lngiltere'sinin, failleri saydırma yöntemi olarak çok geniş bir yelpazede ve son derece küçük görünen suçlar için o kötü şöhfetli ölüm cezası verme eğilimi olan yasal sistemi ile karşlaştırıldığında. Osmanlı hukuk sistemi yerel toplumsal barışı korumaya daha çok önem vermiştir.

Modern öncesi İmparatorluk. kişilerin idam edilmesi ve grupların imhasına teşebbüs de dahil olmak üzere. devletin icra ettiği pek çok katliam görmüştür. ancak bu öncelikli olarak yönetici sınıfı etkilemiştir ya da genel halka değil de Safevi yanlısı Kızılbaşlar, hanedana 'ihanet eden" kâfirler vakasında olduğu gibi tansiyonun son derece yüksek olduğu zamanlarda meydana gelme eğilimi göstermiştir. Sultanlar adaleti dağıtma sorumluluklarını çok ciddiye almıştırlar ve adalet fermanlarının (Osmanlıcası: adaletname) ana hedefi devlet memurlandır, onları vergi ödeyen halk üzerinde otoritelerini kötüye kullanmalarına karşı uyarmaktadır.“) Buna karşın mahkemeler sıklıkla ihtilaflarda arabuluculuk ve hakemlik yapma çabası içinde olmuştur; mağdurun zararının karşılanması ya da telafisi için yapılacak ödeme konusunda uzlaşmanın imkânsız ya da uygunsuz olduğu durumlarda para cezası kesilmiştir ve ceza (para hapsedilme ve bedeni zarar) suçlunun adam edilmesi ya da ıslahını teşvik etmek için ılımlı olma eğilimindedir. (11) Bunu örneklemek için on sekizinci yüzyılın ortalarından eski bir vilayet memuru ile ilgili bir vakayı göz önünde bulundurun.

Ömer Bey 1750'lerde Yanya’nın (Kuzeybatı Yunanistan) askeri komutanı olarak hizmet ederken Duress (Arnavutluk) kalesinde silahların tedbirsizce taşıması nedeniyle büyük ihtimalla kazara ancak yine de haksız bir biçimde bir Hıristiyanın ölümüne neden olduğu için tutuklu bulunurken: bir şekilde zindandan salıverildikten sonra tımar arazilerinin idaresi işine burnunu sokmaya başlamıştır. İki kez sultanın kanununu aykın davrandığı için mevkiini kaybetmiş ve 1758'de tekrar, bu kez Limni kalesinde hapsedilmiştir ki.tövbe edebilsin ve nefsini ıslah (ahlaki iyileşmeyi ima eder) edebilsin.

Birkaç ay sonra, bu tip istenmeyen davranışlarda bulunmaması koşuluyla salıverilir. Bununla beraber mevkiini kaybettikten sonra ihtiyaç nedeniyle müzmin bir tür dolandırıcı olmuştur. 1760 ile 1768 yılları arasında her seferinde itibar sahibi bir Müslüman ya da gayrımüslim vatandaşın Ömer ve onun muhtelif ortaklarının işlediği hukuka aykırı davranışları şikayet ettikleri dilekçeler üzerine beş farklı neden ile yine tutuklanır. Her seferinde de kendisini ıslah edene kadar hapiste tutulmuştur, ki bu açıkça senelerden ziyade aylar alan bir süreçtir. Ancak şeriat düşüncesi ile bağdaşır bir şekilde devlet hiçbir zaman onu asla selametten öte bir şey için tutmamış ve böyle olunca ne kalıcı bir şekilde hapsetmiş (artan bir şekilde daha uzun süreler tekrar tekrar suç işleyen bir sabıkalı olmasına rağmen) ne de idam etmiştir.(12)Ömer'in hikâyesi görece hassas, etkili ahlaki açıdan gerçekçi ve insani hukuk sitemine, etkili bir adalet kaynağına işaret eder.

Bu bölümde tartışılmakta olan Osmanlı Devletinin gelişiminden onun İslam ile yakın ilişkisine kadar geniş temalar, ister istemez farklılıkları yalanlayan geniş kapsamlı açıklamalara dayanmakta ancak konunun genel karakteristiğini yansıtmaktadır. Modern öncesi dönemde Osmanlı yönetimi ile Islam arasındaki bağın istikrarı bozulamaz görünmektedir: hem yönetenin hem de yönetilenlerin kabul ettiği, kamusal hayatın değerler sistemi ve nihai odağında din-ü devlete (din ve hanedan/devlet) hizmet etmek vardır. Bu, karar vericilerin sorduğu her soruya her cevabı dinin verdiğini ima etmez: devlet ile dinin evliliği Osmanlıların meşhur işhilirliğine engel olmamıştır.

İslam dünyevi otoriteye elbette sınır koymuştur, bu yönden hiçbir sultan hiç kimseye karşı bir mesuliyeti olmayan tamamıyla mutlak bir hâkim olduğunu iddia edemez, ve Tanrı'nın egemenliğini tanımak hiçbir sultan ya da vezirin Tanrı'nın bu kukuna açık bir biçimde saygısızca karsı gelemeyeceği ya da aksi takdirde Tanrı'nın isteklerine uymamanın halkın rahatsızlığının hızla yükselmesi riskini taşıyacağı anlamına gelir, Buna karşılık Islam yine de "Devletin amacı nedir; neyi temsil etmektedir?" sorusuna geçerliliği olan ve kolaylıkla anlaşılabilen bir cevap vererek hanedana güçlü bir ideolojik meşruiyet kazandırmıştır: Darülislamın korunması ve genişlemesi. Bu cevap, aynı zamanda daha kişisel bir soru olan ”Niye burada: yun?” sorusuna İslamda cevap bulan halkın çoğunluğu içinde (on altıncı yüzyıldan itibaren) özellikle yankılanmış ve kendi cevaplarını diğer tek-tanrılı dinlerde bulan ve benzer ahlaki prensipleri olan önemli sayıda azınlık tarafından da en azını dan kabul edilebilir bulunmuştur.

Yine de bu sistemin istikrarı on sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren Hıristiyan Avrupalı düşmanlardan gelen baskı altında test edilecektir, Osmanlı Devleti, on dördüncü yüzyıl ve on beşinci yüzyılın başlarında bir kaostan inşa ettikleri devletin o erken safhalarından bu yana görülmemiş bir süratle kendisini güçlendirme ihtiyacı duymuştur.

Frederick F.Anscombe - Osmanlı Dönemi ve Sonrası Ülkelerde Devlet,Inanç ve Millet,syf.49-63

Dipnotlar

1- Bizans on dördüncü yüzyılda gücünü ve menzilini yalnızca bir gölge gibi sürdürmüştür ve hatta Anadolu ve Balkanlar'da daha da uzun bir süre boyunca istikrarlı bir ”imparatorluk" otoritesi olmamıştır.

2- John Guilmartin. “Ideology and Conflict; The Wars of the Ottoman Empire. 1453-1606'Journal of Interdisciplinary History 18 (1988). 721-47

3- Norman Itzkowitz, Ottoman Empire and Islamic Tradition (Chicago: University of Chicago Press, 1972). 88. Bu döngüyü alıntılama eğilimi görmek için Bernard Lewis, "Ottoman Observers of Ottoman Decline." : bakınız. Islamic Studies ! (1962), 71 -87

4-Bernard Lewis, 'Freedom and Justice in the Modern Middle East’Foreign Affairs 84/3 (Mayıs-Haziran, 2005). 38. Rifa'a el-Tahtavi'nin devrim (sonrası)Fransa'nın 'liberte' kavramını Müslümanların “adalet“ kavramına muadili olarak açıklamasını atıfta bulunur.

5- Lowrance Rosen, The Anthropology of Justice: Law as Culture in isIamic Society (Cambridge: Cambridge University Press, 1989); Rudolf Peters, Crime and Punishment in Islamic Law: Theory and Practice hom the Sixteenth to the 'twenty-First Century (Cambride: Cambridge University Press, 2005).

6-Gideon Libson, "On the Development of Custom as a Source of Law ln islamic Law ,"ILS 4 (1997), 131-55

7 Muhammad Mesud, Rudolph Paten ve David Powers, “Dandie and Thoir Courts: An Historical Survey,” Dispensing Justice in Islam: Oadis and Their Judgements, içinde, der. Muhammad Masud ve ark. (Leiden: li 'li, 2006), 12; Peters, Crime and Punishment, ch.ı.

8-Victor Manage, ”Some Notes on the 'Devshirme," BSOAS 29 (1965). 70-1

9- Mahkeme kayıtlarından ziyade Islami fetvaları daha çok benzeyen Musevi responsaları lstisnadır

10- Halil lnalcık, ”State, Sovereignty and Law during the Reign of Süleyman,“Süleyman the Second and His Time. içinde, der. Halil İnalcık ve Cemal Kafadar (İstanbul: ISIS, 1993). 59-61; Boğaç Ergene. “ On Ottoman Justice' Interpretations in Conflict (1600-1800). ILS 8 (2001). 52-87

11- Ergin Akarlı'nın, " Law in the Marketplace: Istanbul, 1730-1840,'Masud Peters, and Powers (der.), Dispensing Justice, 247-51 içinde

12-BOA. Cev.Dah 3181, 11 Haziran 1768
Devamını Oku »

Yavuz Sultan Selim'in Kudüs Ziyareti

Gazze Zaferi haberi I. Selim’e beş gün sonra 26 Aralık’ta Celculiye konağında iken ulaştı.Padişah Kudüs şehrini ziyaret etmek istedi.Ancak tehlikeli olabileceği düşüncesiyle bazı paşalar karşı çıktı. İdris-i Bitlisî bu sırada padişahı ziyaret için teşvik ettiğini ve ona şöyle dediğini yazar:

“..Bu mukaddes toprakların hükümdarı olmak zahirî ve manevi saltanat gereğince Hz. Süleyman ve Hz. Davud Peygamberlere mahsustur. Onlara nispet edilir. Güçlü sultanlar ve padişahlar Resulullah’ın halifesi ve o Peygamberlerin halefleri mesâbesindedir. Menzil ve makama yakın olunması itibarıyla halef olunana tâzim ve saygı göstermek ise yüce şanlı padişahlara lâyıktır…”

I. Selim de bu cevaptan hoşlanarak Kudüs’e girmeye karar vermiştir.(1) Padişah yanında İdris-i Bitlisî ve birkaç yakın adamı olduğu hâlde şehri ziyaret etti. Kendisini korumak üzere 1.000 tüfekli yeniçeri ve 500 sipahi de yanında bulunuyordu(2).

Padişahın Kudüs’ü ziyareti,onun üstlenmeyi düşündüğü yeni dini misyon içerisinde önemli bir yere sahiptir. I. Selim böylece bir taraftan hiç şüphesiz kutsal yerlerin bizzat koruyucusu olacağını ilan ederken öte yandan klasik Osmanlı imparatorluk vizyonunu da temsil ettiğini göstermek istiyordu. Bu vizyon bilindiği üzere çeşitli dinî grupları Osmanlı idaresi altında bir arada yaşatmaktı ve Osmanlılar bu yoldaki tecrübelerini uzun zamandır Batı’daki uygulamalarıyla olgun hâle getirmişlerdi.

Kudüs her şeyden önce bu anlayışın ve her üç dinden oluşan Osmanlı tebaası için çarpıcı bir yapı taşı olacaktı. Padişahın bizzat gösterişli maiyetiyle Kudüs’ü ansızın ziyareti bu anlamda sembolik bir değer taşıyordu.I. Selim’in Kudüs’ü ziyareti hususu, dönemin Osmanlı kaynaklarında bir-ikisi hariç teferruatlı anlatılmaz. Fakat onunla birlikte Kudüs’e giden hatta padişahın buraya gitmesini özellikle teşvik eden tarihçi ve münşi İdris-i Bitlisi, bu hususta ilginç bilgiler verir.Yukarıda da temas edildiği gibi padişah Küdus’ü ziyaret arzusunu gündeme getirince bazı devlet adamları emniyet gerekçesiyle karşı çıkmış,seferin tamamlanmasından sonra bunun uygun olacağını söylemişlerdi.Bunun üzerine Idris-i Bitlisi devreye girerek tereddüt eden padişahın bir an önce bu kutsi makamı ziyaret etmesinin gerekli olduğunu bildirmişti.

Hatta Hz. Peygamber’in “İnsanları ancak üç mescit takviye eder, Mescit-i haram,Mescit-i Aksa ve benim mescidim” mealindeki hadisini öne sürerek,bu mukaddes toprakların hükümdarı olmanın zahiri ve manevi saltanat gereğince, Hz. Süleyman ve Hz. Davud peygamberlere mahsus bulunduğunu söylemişti.Güçlü padişahlar, Hz. Muhammed’in ve diğer peygamberlerin halefleri mesabesinde oldukları için onların değer verdikleri kutlu makamları bu kadar yakınına gelmişken ziyaret etmemenin yerinde olmayacağını; halef olunanlara tazim ve saygı göstermenin şanı yüce sultanlara layık bir hareket olacağını ifade etmişti.

Ayrıca bu durumu padişahın atadığı ve bir bakıma halef kıldığı kimselerin saltanat makamına yakın gelmişken onun huzuruna çıkmamalarına benzetmişti. İdris-i Bitlisi, sözlerinden etkilenen padişahın kararında ısrarcı olarak her türlü tehlikeye karşı bu kutsal makamı görmek için Remle’den bir merhalede durmaksızın akşam vaktine yakın Kudüs’e geldiğini de yazar(3).

Padişahın Kudüs’te nereleri ziyaret ettiği konusunda en ayrıntılı bilgi bu seferde bulunduğu anlaşılan Silahşor lakablı bir Osmanlı tarihçisi tarafından verilir. Ona göre I. Selim yanında 500 piyade tüfekçi ve 1.000 kadar kapıkulu süvarisi, çok yakını olan bazı devlet adamlarıyla birlikte ikindi vakti Kudüs’e ulaştı. Şehrin dışında çadırını kurarak bir süre dinlendi ve Mescid-i Aksa’daki hizmetlilere haber yollayıp akşam namazını orada kılacağını bildirdi. Sonra atıyla şehre girip Kubbetü’s-sahre önlerine geldi, atından indi ve önce burayı ziyaret etti. 55 adım yürüyüp merdivenlere ulaştı, on beş adımda burayı çıktı, altmış adımda kapısının önüne geldi.

Burada “ rumman-ı Davud Nebi’yi ve nahl-ı Hamza’yı” ziyaret ettikten sonra “hacer-i sahre”yi dolaşıp on üç basamak altına inip iki rekât hacet namazı kıldı. Buradan çıkıp yine sahrenin sol tarafında mihrap önüne varıp yine namaz kıldı, dua etti.Ardından dışarı çıktı, buranın hizmetlilerine bol bol bahşişler verdi.

Yine yürüyerek sahre sofasından inip yüz elli adımda avlusunu/haremini geçti, Mescid-i Aksa’ya geldi. Buranın hademeleri kendisini ellerinde mumlar olduğu hâlde karşıladı, içeri giren padişah önce etrafa göz attı, o sırada 12.000 kandil yakılmış etraf gündüz gibi aydınlanmıştı. Yürüyüp seksen beş adımda mihrap önüne ulaştı, akşam namazını cemaatle kıldı,namaz bittikten sonra mihrabın iki tarafında bulunan devasa direkleri ziyaret etti, burada biraz durdu, yine mihrab önüne geldi iki rekât hacet namazı daha kıldı, “zikr ve tilâvete” meşgul oldu, bol bol dua etti.

Duasını bitirdikten sonra yatsı namazı vakti girdiği için yatsı namazını da burada kıldı, hizmetlilere yine bol bol bahşişler dağıttı. Camiden çıktıktan sonra atına bindi, etrafındaki adamları fanus ve meşaleler yakıp ona eşlik ettiler. O gece dışarıdaki otağında kaldı. Ertesi sabah çok sayıda koyun, deve, öküz kurban edilmesi için emir verdi. Atına binip tekrar Kubbetüssahre’yi bu defa gündüz gözüyle ziyaret etti, yine Mescid-i Aksa’da iki rekat hacet namazı kıldı, oradan çıktıktan sonra da Kudüs’ün bütün seyredilecek mekânlarını dolaştı.

İdris-i Bitlisi, bu noktada padişahın İshak,Yakub ve Yusuf Peygamberlerin makamlarını, İsrailoğullarının nebilerinden 200 kişinin kabrinin bulunduğu mekânı ziyaret ettiğini de eklemiştir. Her bir kabir başında hem kendisine hem de İsfahani Mehmed Efendi’ye birer aşir okuttuğunu bildirmiştir.Ardından ayırım yapmaksızın bütün Kudüs halkına bol bol sadaka ve ihsanlarda bulunmuştur(4).Ayrıntılı olarak naklettiğimiz bu ziyarette görüldüğü gibi I. Selim,Kubbetüssahre ve Mescit-i Aksa’yı ana merkeze alarak Kudüs ziyaretini tamamlamıştır.

Bu durum çıkacağı Kahire Seferi öncesinde kendisi için aynı zamanda bir manevi sığınma ve tazarru vesilesi de olmuşa benzemektedir. Fakat ziyaretin sembolik değeri büyüktür, sultanın bu ziyareti, Kudüs’teki dini gruplara gösterdiği tavır, Osmanlı misyonunun mahiyetini belirleyecek önemdedir; üstelik çeşitli dinî gruplara birtakım ayrıcalıklarının bu sırada bizzat padişah tarafından bağışlandığı yolunda ileride cemaatler arasında çıkan çeşitli meselelerde Osmanlı hükümet merkezi tarafından daimi olarak kabul görecek iddialarına dahi mesnet olmuştur.I. Selim’in Kudüs ziyareti daha döneminde Batı literatürüne de yansımış gözükmektedir.

Christen Kauffman adlı bir tacirin papaya yolladığı Ocak 1917 tarihli raporda Kudüs’ü ziyaret eden padişahın Hz. İsa’ya atfedilen mezarı da ziyaret ettiği, etrafına yapılmış engelleme duvarını,mezarın daha iyi görünmesini sağlamak için yıktırdığı; hatta bir âyin dinlemek istediği ve oradaki Fransisken rahiplerine 20.000 akçe dağıttığı gibi Osmanlı kaynaklarında bulunmayan, muhtemelen tevatür niteliği taşıyan bilgelere yer verilmiştir. Hatta onun Sina Çölü’ndeki Azize Katerina Manastırı’nı dahi ziyaret ettiği bildirilmiştir(5).

Feridun M.Emecen - Yavuz Sultan Selim,syf.244-248

1- Selimşahnâme, s. 333.

2- Haydar Çelebi, “Ruznâme”, s. 483.

3 - Selimşahnâme, s. 331-332.

4- “Fetihnâme-i Diyâr-ı Arab”, Tarih Vesikaları, I/2 (1958), s. 318-319

5- Bayerische Staats Bibliothek, nr. VD16 B 251(Nürnberg 1518);VD16 0 740 (1518);
VD16 0 738.
Devamını Oku »

Biz Aylardır Bir Şey Görmüyoruz




Tımarhaneye yeni düşen bir deli, binayı dolaşırken bodrumda bir koridor keşfetmiş. Bakmış ki on beş yirmi deli bir kapının önünde kuyruk olmuşlar, kapıdaki bir delikten içeriye bakıyorlar. bu da kuyruğa girmiş. Sıra kendisine gelince deliğe gözünü uydurup bakmış ama bir şey görememiş. Daha da bakacakmış ama arkadakiler acele etmesini söylemişler. Böylece yerinden ayrılıp tekrar kuyruğa girmiş. Ve bu böylece akşama kadar devam etmiş. Velakin her defasında bir şey görememiş.

Ertesi gün ve ertesi gün yine aynı şey sürüp gitmiş. Delilerin her biri deliğin önünde sadece bir kaç saniye kalabiliyor, hiç biri yeteri kadar bakamıyormuş. Zira bodrumdaki koridoru ve “deliğe bakma” olayını keşfedenlerin sayısı artıyor ve kuyruk büyük bir izdihama dönüşüyormuş. Bizimki bir ay kadar sonra yine kuyrukta sırasını beklerken önündeki deliye demiş ki:

-Yahu, tam bir aydır burada kuyruğa giriyorum. Her gün beş altı kere de sıra gelmesine rağmen hiç bir şey göremedim.

-Ho hooo, demiş beriki, biz bir yıldır bakıyoruz da bir şey göremedik.

Alman şairi Rilke, Malte Lavrids Brigge’nin Notları isimli eserinde “Burası yaşanacak yer değil, ölüncek yer” diye nitelediği Paris’te hastaneler semtinde uzun uzun dolaşır ve düşünür. tefekküre imkan verecek materyaller bol bol elinin altındadır.

Yan yana iki binadan biri yeni bir inşaat için yıktırılmıştır. İki binadan ayakta kalanın duvarında eski binanın, hatta eski binada oturanların izleri kalmıştır: Şurada bir dolap varmış. İzi olduğu gibi duruyor. Ya şu, bir karyolanın izleri olmalı. Duvarda, hep başını oraya dayayarak kitap okumuş, bunu yıllarca sürdürmüş birinin saçlarının yağlı izi var. Şu izler ise bir elbise askısının olmalı. Ve giderek, bütün bu izlere bakarak, orada yaşamış olan ailenin bütün hayatını düşünmek, tahmin etmek ve bir çok sevinci, kederi, dramı okumak mümkün. Böyle “bakarak” yürür Malte ve “görür”. Görmeyi öğreniyorum der.

Olayların ve eşyanın bir arkası var. Bütün mana hemen elimizin altında, ama az ileride. Küçük bir gayretle bakmaya ve görmeye başlamak ve devam etmekle, insanın yüksek değerlere olan tabii eğilimini harekete geçirmek mümkün.

Mü’mini anlatan ayetlerden biri şöyle:

“Onlar yerlere ve göklere bakarak nice hikmetleri düşünürler.”

Yerler ve gökler bütün insanların gözlerinin önünde. Ama onlardaki hikmetleri düşünmek, görmek, mü’minlere has bir olgu.

Çok eski çağlarda insanlar ve bunların içinde “görmesini” bilenler, buna yeteneği olanlar, tabiat kuvvetlerine bakarak yüksek değerlere yükselmeye çalıştılar. Ama kendilerine, doğru bakmayı öğreten Peygamberlere nasipleri olmadığı için, gördükleri kuvvetleri kendilerinden ibaret sandılar ve ateşi, güneşi, şimşeği tanrı bellediler.

Görmek, bir yol göstericinin izinde mutlak değerleri yakınlık kasbetmek demek. Hayal gücü ve kalb gözüyle bu değerlere yaklaşılabilir. Bizim çıplak bir bakışla elimizi, önümüzdeki eşyayı gördüğümüz gibi, o mutlak değerleri net şekilde görür Peygamberler, büyük veliler. Mü’min de onların eşiğinden ayrılmayarak, yanlış yola saptıkça, gördüklerini hatalı şekilde idrak ettikçe doğru yola yönelir, doğruyu görür.

Kalb gözü parıldayan bir insanın bir şeye bakıp da içinde hikmet görrmemesi mümkün değil. Anlatılan deliler ise, gözlerinin kalkan perdeleriyle şiddetlenen görmelerini,karanlıktan başka bir şey göstermeyen bir deliğin önünde sakinleştirmeye çalışmaktan başka bir şey yapamıyorlar…

Cahit Zarifoğlu-Bir Değirmendir Bu Dünya,syf.176-178
Devamını Oku »

Rasyonalizm ve Hakikat




'İnsanlar, Kilise'nin bilimi zincirlediğini söylerler; kesin olan bir şey var ki o da modern dünyanın onu azad ettiği ve bunun neticesinde de kontrolden çıkarak tabiatı ve dolayısıyla insanlığı ortadan kaldıracak noktaya gelip dayanmış olmasıdır.”

Frithjof Schuon(1)

Rasyonalizm zihinsel olmayan gerçekliğe ya da aşkın bir hakikat fikrine yabancıdır. Bu anlamda rasyonalizmde aşkın hakikate dair bilgi kabul edilebilir değildir. Çünkü rasyonalizm özü itibariyle bilginin kaynağına ilişkin bir felsefi yönelim olarak aklı önceler. Dünyanın bilinebilirliğıni ve anlamını insan aklı üzerinden inşâ etme eğilimleri farklı türev ve düzeylerde rasyonalizme ilişkindir. Akıl, doğru bilgi modeli olarak mukayeseye dayalı olduğu için matematik ve mantığı kullanırken, diğer çıkarsamalardan türetilecek bilgiyi doğal olarak olumsuzlar. Bu yönden aklın vasfı, bilgi için duyusal algıların işlenmesi ve onları düzenleyerek çıkarsamalar yapmasıdır;buna göre doğru buradadır.

Rasyonalizmi deneyciliğe koşutlamak yanlışsa da akılsal durumun doğaya indirgenmesi olağan tecrübeyi gerektirir: Buna göre olağan olan akılsaldır; örneğin durmuş bir kalbi elektroşok ile yeniden işler hâle getirmek olağan ve akılsaldır. Olağanüstü olansa akıldışıdir; bunun ömeğiyse Isa isimli birinin bakire bir kadından doğması anlatısıdır.Akil, açıklayabileceği bilginin doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışır; doğal/ olağan çerçeve içerisinde gözlemlenemeyeni dikkate almaz. Bu sebeple rasyonalist, metafiziği olumsuzlar. Metafizikte bilginin kaynağı aşkın (transandantal) olandır neticede.

Rasyonalizm,bilgi için sadece düzenleyici/biçimlendirici düşünceye itibar etme eğilimidir.Insan, kendini doğadan/varoluştan ayırarak eşyayı kendince belirlediği kategorilere (canlılar, cansızlar, memeliler, madenler, bitkiler vs.) göre düzenleme ihtiyacı duyar Böylece doğanın, toplumun ya da şeylerin nedenselliklerinin ve belirlenim koşullarının incelenerek işleyiş kanunlarının tespit edilebileceği varsayımıyla onları gerektiğinde yeniden yapılandırılabileceğini ileri sürer. Bu yönden akil için tek gerekli olan şey, işleyebileceği bilgidir; bu bilgi mevcutsa bir operasyonla kadın erkek olabilir veya gerçekleştirilebilecek bir devrim vesilesiyle işçi idareci hâline getirilebilir.

Rasyonalist, zaten bir anlamın görünür olması demek olan bir şeyi duyumsadiktan sonra ona anlam atfeden Üstelik böylece yüklediği anlam, o şeyin amaçsal bilgisinden üretilmiştir: Şeye ilişkin aklî bilgi, onu bir parça-bütün ikiliği içinde mukayeseyle kavramış olduğundan şeylerin anlamı akıl tarafından kurulur. Ancak bu anlam, metafiziğin kullandığı anlam ile aynı değildir. Anlam, eşyayı var kılan bir ilkeden gelmez veya onu kuşatıcı bir vasfi işaret etmez, rasyonel anlam sadece eşyanın kullanınımdan çıkarsanan bir değerdir.

Bu sebeple akıl, dünyayı duyumsayışta onun yaslandığı bir hakikatin olup olmadığıyla ilgilenmez. Aksine dünyayı, kendi içinde bir matematik işleyiş olarak tanımlar ve insanî bakışla ona bir amaç yükleyerek anlamlandirır. Metafiziğin başvurduğu gibi hakikatle ilişkili bir âlem anlayışı/anlamlandırması yerine, varolmasıyla gerçekliği duyulur olan fenomenolojik bir âlem anlayışıdir bu. Şu hâlde oluşturucu (anlamsal) ilkeye -ya da Platon'un idealari gibi arketipleri: ihtiyaç olmaksızın-var olmaklığin bilgisidir akıl tarafından üretilen. Oysa metafizik, bilginin üretilmesine itibar etmez,bilgi ancak keşfedilebilir bir değerdir.

“Rasyonalist, anlam gibi bilginin de üretilebileceğini ileri sürer. Pratik hayatın gereksinmeleri için mantığa indirgenmiş akla her zaman müracaat edilmiştir ve edilebilir de. Ancak bunu yapan insan, aklın mantıksal çıkarımlarını özgürce benimseyerek onu yasa hâline getiremez. Rasyonalizm, -bilginin kaynağı olmaklığı yönünden aklın çıkarımlarının insana doğruyu verdiği düşüncesiyle, bu doğru çıkarımlarla dünyayı biçimlendirmekten söz etme eğilimini içerir. Akılsal çıkarım bu sebeple kendini yasa ya da bilginin ve doğrunun kaynağı olarak sunarken doğal olarak kainatın insan tarafından henüz keşfedilmemiş durumlarını da içeren esasına ve onu ihtiva eden hakikate müracaat etmeyecektir. Ancak bu pratikte bir çelişki doğurur.

Doğruya ulaşmak için özgürleşmek isteyen akıl, hakikate müracaat etmezken iki temel snıırlandırmayla kendini engeller: Rasyonalizm açısından insanî kurallar olarak belirlenmiş hukuk ve tespit edilmiş tabiat düzeninin insan tarafindan henüz keşfedilmemiş işleyişi, aklın çıkarsamaları için birer çerçeve çizerler. Akıl bunların ötesine geçemez.

Özgürleşmek isteyen aklın çelişkisi şuradadır: Sosyal/ tarihsel kuralların mirasçısı olarak rasyonel hukuk, dinî öğretilerin çokca evrenselleşmiş ve akılsallaştırılmış prensiplerinden çıkarsanan insanî/ahlâkî kurallar içerir; insan öldürmenin, ensestin, yamyamlığın yasaklanması gibi temel varoluşsal sınırlan bununla ilgildir.

Rasyonalist, aklın özgürleşmesinde kurallarını yine belirlenmiş olan ve -dinin insan zihninin ürünü olduğu çıkarsamasına rağmen bununla çelişerek dinî kurallara uygun olarak yapabilmektedir. İnsani kurallar olarak hukukun aklı sınırlaması akılsal düşüncenin doğası itibatiyledir. Çünkü onun mevcut nesneler arasındaki bağıntılan kurarak bilgiyi elde edip doğruluğunu smayabilmesi şu sonucu gerektirir: Gerçeklik dünyasını olduğu hâliyle yansımayan herşey gibi hukuk da söylemseldir. Hukukun söylemsel niteliği, bir maske olarak egemen ideolojiyi yansıtır. Hukuk bu çerçeve içerisinde rasyonelleşirken nasıl özgür kalabilecektir? Rasyonel hukuk fayda ve verimliliği gerektirecekse sözkonusu fayda ideolojisi yansıtılan bir egemenlik türüne mi ait olacaktır? Fayda topluma yayılım-aksa egemenliğin anlamı nedır? Dini kuralları aklileştirdiği de göz önüne alındığında rasyonel hukukun ozgurleşme eğiliminin, değerlerin özünden kopuşla toplumsal faydanın önüne geçtiği görülür.

Bu yönden aklın özgürleşme egilimi faydanın yeniden biçimlendirilmesinden ibarettir. Bu biçimlendirmede onu bağlayıcı bir hakikat söyleminin bulunmaması aklı güç sahibi olanın bir aracı hâline getirir. Şu hâlde akılcı bir toplumda hukuk, sadece belirli bir egemenlik ilişkisinin ifadesine dönüşmüş olacaktır. Bu durum, bilginin ve dogrunun kaynağı olarak aklın merkeze alınmasından dolayı böyledir. Ki Weber'in bürokrasi ve rasyonalizmi yorumlaması da bu çizgidedir.

Ayrıca aklın özgürleşme söylemine dair tabiat tarafından sınırlandırıldığı söylendi. Bunun birçok örneği tecrübe edildi: Doğanın henüz insan tarafından keşfedilmemiş işleyişi, Sanayi Devrimi’nin uzanımı boyunca yükselmiş, “geri dönülemez” epistemolojik temele yaslı olan ve kendi kendini yıkım noktasına dayanan bilimsellik ve teknoloji tarafindan görünür olmuş uçsuz bir genişliktedir. Bu yıkım, önceki bilgisizlik hâllerine rağmen bugünkü bilinebilirlikle bile aşılamamaktadır. Petrol yakıtlarınm ortaya çıkardığı çevresel sonmların kaynağı akılsal/ mühendislik üretimlerdir örneğin.Akılsal çıkarımlara dayanan bazı deneyler (CERN’deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı deneyi bu çerçevede değerlendirilebilir), öngörülemez sonuçlar içermektedir. Bu öngörülemezliğin sebebi bilgiye olan toptan temayüle rağmen kesin bilgisizliktir; tıpkı petrol yakıtları-nın sonuçları gibi nükleer riskler ya da gen teknolojileri de akılsal çıkarımın şu an için sınırlarını göstermektedir.

Tam olarak bu noktada, tabiat ve insan türü arasındaki ilişki açısından rasyonalizm. (Horkheimer ve Adorno'nun ele aldıkları) “araçsal akıl” kavramıyla tartışılabilirdir: Araçsal akıl, öznenin nes-neyi sadece belli bir amaçla bağıntısı olarak bilmesidir. Bu durumda özne, nesnenin kendisini bilmemekte, nesnenin kendinde (mevcut) amacı ile ilgilenmemektedir. Bununla da onun çevresel durumunu, onu etkileyen ve ondan etkilenen (amaçsal bilginin ötesinde) diğer şeylerin tamamının oluşturduğu “bütünlüğü” kavrayamaz.

Bu yönden aklın araçsallaştırılması, insan türünün kendini tüm varoluşun ve tabiattan tecrit etmesi (hümanizm gibi) sonuçları kendiliğinden gerektirir. Bu tecrit, Marx'ın yabancılaşma kuramının bir boyutuyla da ilgilidir. İnsani Faaliyet anlamında üretim ile doğadan kopuştan söz eden Marx,insanın kendine yeni bir doğa kuması fikrinden kültür kavramına kapı açar: Doğa ve insan çaaşması doğanın yeniden biçimlendirilmesini içerir ki bu aklın düzenleyicilik vasfıyla ilgili olarak hiç de olumlu bir süreç sayılamaz.( 2)

Horkheimer’in ifade ettiği gibi bütünüyle toplumsal sürece boyun eğen aklın değerinin tek ölçütü, doğa ve insan üzerinde egemenlik kurulmasında oynadığı rolden ibarettir.Akılsallığın bir diğer yıkıcı boyum, mitolojik/ simgesel evrenle bütünlük hâlinde kavranan doğal düzen ve toplumsal düzen arasındaki ilişkide görülebilir.

Bu düzenlerin birbirlerinden kopuşlarındaki rolleri açısından Aydınlanmacıların l789'dan sonraki pozisyonları ilginçtir: Aydınlanma fikriyle beraber düzenleyici akla dayanarak sosyal dünyayı, mitolojik bütünlüğün ilkelerinden uzakta aklî çıkarsamalarla yeni kategorizasyonlar hâlinde biçimlendirme çabası ortaya çıkar. Ki bu çaba bütüncül olarak ideolojiler çağından postmodern dünyaya uzanan bir eğilimi işaret eder.

Mitolojiyi, gündelik yaşam dünyasının işleyişini kııtsallıkla ilişkilendiren bir gerçeklik kavrayışı olarak değerlendiren Berger ve Luckmann, bu kavrayış içerisinde sosyal ve kozmik düzen arasındaki mütekabiliyetin sürekliliğini vurgulayarak bütün gerçekliğin aynı kumaştan yapılmış gibi göründüğünü hatırlatırlar. (3)Giderek şiddetlenen bir biçimde bireylerin gerçekliklerinde ortaya çıkan parçalanmışlık dikkate alınırsa modern dünyanın yamalı doğası da fark edilecektir: Dinsel ve dindışı, özel ve genel, amatör tercihler ve profesyonel zorunıluluklar,uygun ve uygunsuz olan,yasal ve yasadışı vs. şeklinde bölünmüş hayatlar, aynı kişide Farklı gerçekliklere tekabül eden farklı kimlikler üremekte ve doğal olarak, değıl toplumsal bütünlükten kişisel bütünlükten söz edebilmek bile giderek zorlaşmaktadır.

Bireysel parçalanma toplumsal parçalanmadan ayrı değildir elbette. Bu çerçevede ileride ayrıntılı olarak değerlendireceğimiz sanat ve genel olarak kültür konusunda baskınlık kazanan parçalanma, bireydeki parçalanmayı hem gerektirmekte hem de ondan etkilenmektedir. Bir örnek olarak klasik edebiyatta da kısmen karşılaşılan fakat postmodernist edebiyatın kesin bir öğesi olarak görülebilecek üstkurmaca (metafiction) tekniğinin sözü edilen parçalanmışlıkların yoğunluğuyla ilgisi dikkate alınabilir:

Üstkurmaca tekniği özetle, metnin gerçeklikten bağımsız olarak bir kurgu olduğunun alımlayıcıya ilan edilmesi yoluyla uygulanır.Yazarın bunu farklı amaçlarla yapması söz konusu olabilir. Fakat ortaya çıkan sonuç itibariyle değerlendirildiğinde üstkurmaca tekniği, gerçeklik ve kurgu arasına çekilen bir belirsizlik perdesi sayesinde söylem üreticisi olması gereken yazarın anlam üzerindeki otoritesinden feragat etmesi demek olduğu kadar, anlamın parçalanması da demektir: Üstkurmacacı yazar, her ne kadar metnin üreticisi olsa da içerik ve bağlanılan metne dayatılan bir söylem inşâ etmek rolünden geri çekilmektedir. (4)

Yazarın metin üzerinden işleyen hiyerarşik düzeni dışlayarak üretimin daha başlangıç aşamasında dil ile kurulan bütünleşik kategorileri ötelemesi anlamına gelen üst kurmaca, üst ve alt katmanlarla kurulmuş olan her türlü yapının da sorunsallaştırılmasının edebiyattaki karşılığıdır. Bir yapı olarak kültür üzerinden bakılırsa yöneten ve yönetilen arasındaki hiyerarşinin yıkılması. dinsel ideoloji başta olmak üzere tarihsel yeniden üretime vücut veren siyasal söylemlerin yapısöküme tâbi tutulması bu tutumun gereğidir. Bütün hepsi esas olarak bir reddiye yahut yıkıcı bir eleştiri içermektedir ki amaç ne olursa olsun kullanılan araç her birisi için dilin kendisidir.

Anlam inşâ edici bir araç olan dil aynı zamanda bu anlamın parçalanmasına, yıkılmasına veya yeniden inşâ edilmesine de olanak sağlamaktadır. Yıkılan ve yeniden inşâ edilen, bütünüyle toplumun varoluş gövdesidir. Sözü edilen bu yapı, Berger ve Luckmann'ın yaklaşımlarında simgesel evren olarak adlandırılan ve toplumu belirli bir bilgi ağı etrafında bütünleştiren gelenek gövdesidir.

Bu gövde mitolojiden kopmamış toplumsallıkta bilim, tarih ve dinî menkıbenin iç içe geçmesi gibi farklı düzeylerdeki bilgileri birbirine bağlayarak var olabilmektedir. Aynı yapı bireyin içinde toplumsallaştığı kültürü de içermektedir. Ancak dil üzerinden yürütülen parçalanma, her bilginin ihtiva ettiği anlam alanlarmı ayrıştırarak gövdenin birbirine yabancılaşmış unsurlar yığını hâline getirilmesi sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Bu sonucun bireyin gündelik hayatında yaşadığı patçalanmışlıkla ilişkisi de açıktır.

Burada toplumsal gelenek gövdesiııin yeniden inşâının sadece bir yeniden organize olma faaliyeti olduğu söylenmelidir. Bu sürecin Fransız Devrimi sonrasında Aydınlanmacıların etkisinde gelişen ideolojilerle ilişkisi de bu bağlamdadır zaten? İdeolojiler, toplumsal yapıyı aklî hesaplamalarla yeniden karakterize etme çabalarının söylemlerini içerirler. Çok zaman maddesel varoluşun imkân ve hasılasının gerçekliği tanımlamada yaslandan değeri belirlemesi açısından etkin olduğu modernlik hâli, bir kök-ideoloji olarak insanlara bazı yönler göstermiştir: Doğru-yanlış, iyi-kötü gibi kategorileri, tam olarak Marx’ın ideoloji için kullandığı yanlış bilinç ya da camera obscura benzetmesi bakımından belirleyen güç de budur.

Ideoloji, gerçeğin kendisiyle veya şeylerin gerçekte ne olduklarıyla hiçbir suretle ilgilenmeksizin onu alır ve kendi projeksiyonundan geçirerek karanlık odasındaki duvara algıladığı şekilde yansıtır. Ne söylediğinin bir önemi olmamasına rağmen her ideoloji, desteğini almayı amaçladığı bir grup ya da kitleyi hassasiyetlerinden yakalamak durumundadır.

ldeolojiler, kitlelere vaaz veren birer enstrüman ve birer meta-anlatı olarak modernlikten evvel de her yeri kuşatmıştılar. Ancak tarihin hiçbir döneminde görülmemiş olan, bir üst tema ya da tanımlama biçimi olarak insanlık fikriyle sozde evrensel gerçeğe ulaşmışlık iddialarıdır. Oysa daha önce görülen ideolojiler, insan gruplarının kendi yaşam alanları içindeki anlamlandırmalarına yönelmiş ve kozmolojik tahayyülle bir düşünce sistematiği kurarak maddi üretimden metafizik teveccühe bir yaşam dünyası var etmişlerdi.

Bu anlamıyla ideolojik amaçlardan daha fazla olarak ideolojinin bir araçtan ibaret sayılmasından söz etmek imkânı vardır. Hümanizm ile insanlık kavramını keşfeden ideolojiler, kitle iletişim sistemlerinin gelişmesi ölçüsünde dünyanın her tarafindaki insanları bir değer etrafında kalıplamak ve bir doğruluk çerçevesi içinde biçimlendirmek istemişlerdir.

1789’un evrensel diye imlenen anlamı da burada yatar: Bu biçimlendirme salt ekonomik düzenleme olmaktan çok fazla olarak tüm kültürel varoluşun yıkunıyla eşdeğer olagelmiştir. İlerleme fıkri etrafında oluşturulan yeni değerler,Avrupa’nın kendi sanayileşme modelini “uygar dünya” etiketi altında idealize ederek sosyolojinin inceleme alanına sokarken bu dünyanın dışında kalanların geri/gelişmemiş hâlleri antropolojiye bırakılmıştır. Böylece icat edilen bir Doğu-Batı ikiliği de deşelenerek ekonomik ve siyasal tahakkümün her boyutu meşrulaştırılmış ve modernliğin alâmet-i farikası saydığımız rasyonalizm bir buhranla dünyayı paramparça etmiştir. Nihayetinde burada açıkça görülen şey, ideolojiyle aklî bir tasarımın oluşturulduğu ve bu tasarım için bazı ön kabullere ihtiyaç duyulduğudur.

Bu ön kabuller, toplumsal gövdede sürekli yinelenmek ve dayatılmak suretiyle zaman içerisinde kesin gerçeklikler hâline dönüşürler. Bu yönden devlet olgusunu da aşan ideolojik aygıtlar; bilgi, bilmek ya da bilinç dediğimiz ne varsa kılcal damarlarına dek inerek bunları yeniden biçimlendirmiş ve tasarım hizmetleri yönünde geliştirmişlerdîr.

Gündelik hayat, inanç, üretim,felsefe, bilim, kültür, sanat vs. köklü bir şekilde yeniden biçimlendirilirken yeni olan (modernus) doğru ya da gerçek olanla eşitlenmiştir. Burjuvazinin ticaret ilişkilerinin bir gereği olarak ortaya çıkan uluslaşma ya da ulus devlet fikrinin XVII. asırdan sonra İslâm coğrafyasındaki kitleler için ne kadar kritik bir hâle geldiği, hatta gerek ulusçu ideolojinin kendisinin gerekse de bu ideolojinin unsurları olan vatan, millet, bayrak, milli marş gibi kavramların ne kadar vazgeçilmez değerlere dönüştüğü buna bir örnek olarak görülebilir. Bugün bu kavramları reddeden bir yaklaşıma karşı geliştirilen yaygın şüphecilik, ideolojik tasarım marifetiyle içselleştirmenin başarıyla gerçekleştiğini ve sorgulammaz bir kült yaratılabildiğini de göstermektedir..

Burada tekrar dilin rolü dikkatimizi çeker. Kültlerin oluşturulmasında beliren bu rol diğer etmenlere göre başattır: Herhangi bir olgunun kendi başına bir değeri ya da derecesi yokken isimlendirmeyle birlikte anlam üretilir ve dilin tüm ağı kapsamında bu anlam bir dereceye tekabül ederek var olur. İnsanın kendi benliği dahil tüm varoluşu kavrayışı, dil üzerinden gerçekleştiği için ideoloji önce dili ele geçirip şeylerin anlamlarını yeniden üretmektedir. Bu noktada Horkheimer’ın söyledikleri önemlidir:

“Düşünceler otomatikleştiği ve araçsallaştığı ölçüde, kendi başlarına anlamlı olarak görülmeleri de güçleşir. Eşya olarak,makine olarak görülürler. Dil, çağdaş toplumun dev üretim aygıtındaki gereçlerden biri, herhangi biridir artık. Bu aygıt içindeki bir işleme denk düşmeyen her cümleyi anlamsız bulan sıradan insan gibi, çağdaş semantikçi de saf simgesel ve işlemsel cümlenin, yani saf anlamsız cümlenin bir anlamı olabileceğini düşünmektedir.Anlamın yelini, eşyanın ve olayların dünyasındaki işlev ya da etki almıştır. Sözcükler açıkça teknik olarak geçerli olasılıkların hesaplanması ya da başka pratik amaçlar için (bu pratik amaçlar içinde dinlenme bile olabilir) kullanılmadığında herhangi bir gizli satış amaçları olduğu düşünülmektedir, çünkü doğruluk kendi başına bir amaç sayılmamaktadır.”( 5)

Araçsal aklın sonucu olan yabancılaşmanın bir dığer boyutu da insanın ürettiği ve tükettiği eşya ile ilişkisine dairdir. Bu konuya son bölümde değinilecektir ancak şu söylenmelidir: Bilginin de metalaştığı enformasyonel ya da postendrütriyel toplıunsallıkta meta fetişizmi gerçeği içerisinde rasyonalizmin »Aydınlanmacılara karşı romantiklerden sonra yeniden eleştirilmeye başlandığı bu çağda, postmodernitenin neden ortaya çıktığı sorusu da cevaplanmaktadır: Meta fetişizminin ileri anlamında, gösterge değerinin, kullanım ve değişim değerinin üstüne çıkması, Baudrillard’ın sözünü ettiği üretimci bir toplumsallıktan tüketici bir toplumsallığa geçişin anahtarı olmuştur.

Rasyonalizmle inşâ edilen modern toplum biçiminin içkin tüketim mantığı olan postmodernlik, bilginin malumattan ibaret hâle getirilmesiyle hakikatle tüm ilişkisini koparmıştır. Postmodern düşünce için bilgi, sadece belirli bir odaklanmadaki bir söylemden ibarettir. Bu süreç, tuhaf bir ironi ile de sonuçlanmıştır: Rasyonalizm, bilgiyi akla atfetmekle gerçeğin bilinemez bir hâle getirilmesine sebep olmuştur demek yanlış olmayacaktır.

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf.19-28

Dipnotlar:

1- Selman. Frithjof ( 1997); h’azırlayan,Bılgı“ wDin, İnsan Yay.. Tem.: Ş. Yalçın. lstanbul.

2- Adorno ve Horkheimer'ın Aydınlanmanın Dıyalekıiği kitabında dile getiıdildeıi eleştiriler ve Marx’ın değerlendirmeleri kültür bağlamı içerisinde ayrıca tartılışacağı için burada sadece araçsal akıl kavramıyla anılmaktadırlar.

3-Berger, Peter; Luckmann, Thomas (2008); Gerçeklığin Sosyal Inşası-Bir Bilgi Sosyolojisi Incelemesi,Paradigma yay.,Terc.:Öğütle,Vefa Saygın. lstanbul, s. 159-162.

4- Bu tavrın geri'sinde, “üretim olarak sanat” anlayışı bağlamında Mandel’in geç kapitalist üretim tarzı ve Jameson’ın postmodernizm kavrayışı arasındaki bağıntı dikkate değerdir: Özetle, bilgisayar ya da tekniğin, üretimi yeniden karakterize ettiği bu dönemde sosyal yapının dönüşümüne bağlı olarak bilgi felsefesinden yaşam tarzına,dinden sanata her şeyin modernlikten/merkezîlikten/kesinlikten kaçış çerçevesinde yeniden biçimlenmesi söz konusudur ki postmodernlik meselesi de burada vücut bulmaktadır.

5-’ Horkheimer, Max (1998);Akıl Tutulması, Metis Yay., 4. basım, Terc.: Koçak, Orhan; lstanbul, 5.68.
Devamını Oku »

Batıda Medeniyet Kavramı


Batı’ya nisbetle deskriptif bir anlama sahip olan medeniyet, XIX. asırda mutlak olarak kullanıldığında artık normatif bir anlam ifade eder olmuştu.Tasvirî anlamda medeniyetin algılaması, tabiatıyla normatif anlamda medeniyet tasavvuru tarafından
belirlenecekti.

Geleneksel dünyada kimlikler, “Müslüman/kâfir” gibi katı bir inanç ayırımına dayanıyor, Doğu da Batı da islâm ve Hıristiyanlık gibi evrensel dinlerini karşı tarafa dayatmaya çalışıyordu. islâm dünyası da uzun süre Batı’yı bu inanç ayırımı açısından, kâfir Frenkler olarak görerek Hıristiyanlığın rengini taşıyan her şeyi reddetti. islâm dünyası, Batı’da sekülerleşme sürecinin kritik aşamalarını teşkil eden XV. asırda Rönesans, XVI. asırda Reformas-yon, XVII. asırda Bilim, XVIII. asırda Aydınlanma hareketlerine temelde Hıristiyanlığa karşı önyargıdan dolayı kayıtsız kalmıştı. Ancak bu dönüşümün zirveye çıktığı XIX. asır ideoloji çağında durum değişti. Batı, artık tamamıyla dönüştürerek seküler-evrensel kılığa soktuğu dinini Doğu’ya dayatabilecek güce erişmişti. Napoleon, Mısır’a hem medeniyet, hem de bunun
dayandığı ideolojiyi yaymak için gelmişti.

Doğal olarak önce somut olduğu için, kısaca “Batılı hayat tarzı” diyebileceğimiz Batı medeniyeti Doğululara cazip geldi. Napoleon, Mısır’a bu medeniyetten ancak bir nebze getirmiş, daha sonra bundan etkilenen Müslüman aydınlar bizzat yerinde bu “medeniyetin nimetleri”ni gözlemlemeye başlamışlardı.

Osmanlı dünyasına civi-lisation, Frankofon Tanzimat Paşası Mustafa Reşîd’in Paris’ten gönderdiği resmî yazılarıyla geçmiştir. Paşa, tabiatıyla Türkçe karşılığını bulamadığı bu modern kelimeyi dilimize terbiye-i nâs ve icrâ-yı nizâmât gibi hem geleneksel, hem de modern anlamlarını bir arada kullanarak aktarır.

Daha sonra da bu dilimize medeniyet olarak yerleşir. Hâlbuki bu, kavramın orijinali civility’nin karşılığıdır; civilisation’un esas kelime karşılığı temeddündür. Nitekim Cevdet Paşa, bu iki kelimeyi de kullanır (Göçek 1996: 117—137).Medeniyet kavramının Avrupa’da giderek artan tedavülüyle entelektüel söyleme hâkimiyeti (Boer 2005), modern dünyanın tam doğuşunu haber verdi. Katolik Batı, aslında tarihteki medeniyetler gibi tarihî, deskriptif anlam taşıyan medeniyetine gücüyle normatif bir anlam kazandırmış, medeniyet “olgu”sunu “ideal”e dönüştürmüş, geleneksel “hak/batıl din” ayırımının yerine “Batı/Doğu medeniyeti”ayırımını geçirmişti.

Medeniyet, böylece Batı-dışı toplumlar için bir standart, norm ve ideal haline gelmişti. Tek başına, artikelle kullanıldığında “din” ile “hak din” kasd edildiği gibi, aslında Batı ürünü, tikel “medeniyet” ile de “hak, evrensel medeniyet” kasd edilir hale gelmişti. Ya medeniyetten yana veya karşısında olmak dışında nötralite gibi üçüncü bir alternatif yoktu hâkim imaja göre. Nitekim seküler Yeni Osmanlı aydını Şinasî’nin Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşîd Paşa’yı “medeniyet peygamberi” olarak görmesi, medeniyeti, insanlığın yeni, evrensel, seküler dini olarak algıladığını açıkça gösterir (78)

Katolik evrenselciliği sekülerleştiren Fransız Aydınlanma filozofları tarafından medeniyet, geniş anlamda hem bir inanış, hem de yaşayış sistemi anlamına gelen din gibi kendi kendini meşrûlaş-tırıcı bir sistem olarak düşünülmüştü. Örneğin medeniyeti maddî ve manevî gelişimin bir bileşimi olarak gören Guizot (1997), tarihte olduğu gibi modern Avrupa’da da toplumsal refahın gelişimine paralel olarak
bizzat insanın entelektüel ve moral kapasitesinin de gelişeceğini öngörüyordu. Bu anlayışı sistemleştiren Comte (2000: III/168—232), ünlü üç hal kânununa göre medeniyet tarihini de üç toplum tipine tekabül eden üç çağa ayırdı. Teolojinin hâkim olduğu fetihçi-askerî toplum, sadece hayatını sürdürmek için gerekli temel tekniğe sahip olarak devamlı fetih ve ganimet peşinde koşar. ikincisi, metafizik ve hukukun
yön verdiği savunmacı-feodal toplumda gözlem hayale hâkim olmaya başlar; sanayileşmenin gelişmesiyle toplumsal ilişkiler değişmeye başlar. Bilimin hâkim olduğu üçüncü endüstriyel çağda insan zekâsı tabiata egemen olur; bu çağda, bilim, teknik ve ekonomiye dayalı medeniyet inkişaf eder.

Bilim, teknik ve ekonomi sayesinde doğanın denetim altına alınması, toplumun da denetim altına alınmasını sağlar. Medeniyet, böylece tarihi denetim altına alma azminin eseri Fransız Devrimi ile doğayı denetim altına alma sürecinin eseri Sanayi Devrimi’nin bileşimi bir kavram olarak belirir. Bu maddî medeniyet geliştikçe insanın entelektüel ve moral kapasitesini geliştireceği gibi toplumun şeklini, amaç ve yönünü belirleyecekti. Civilisation, böylece hem bilimsel-teknik ve endüstriyel gelişme yoluyla doğa kadar toplumun da denetim altına alınması, medenileşmesi sürecini (terakkî), hem de bu sürecinsonunda ulaşılan bir düzeni, medeniyeti ifade etmektedir. Comte’a göre insanın yapacağı, zekâsıyla doğayı ve toplumu yöneten yasaları keşfettikten sonra kendini tarihin doğal akışına bırakmaktı. Çağdaş
modernlik eleştirmenlerinin “seküler teslis” adını verdikleri, akliyetin ürünü “bilim, teknik ve ekonomi” ile mütemayiz maddî bir medeniyet imajı böylece onda kemale erdi.

Zorlu epistemolojik arayıştan yorulan Avrupalı aydınların beklentisine göre modern hayat tarzı,aklîleştirme yoluyla zamanla kendine özgü bilgi tarzını da üretecekti; Marx’ın “altyapı/üstyapı” ayırımıyla net olarak gösterdiği ve Foucault’nun, modern diskurların “diskörsif formasyon”larda gömülü olduğuna dikkat çektiği gibi. Ancak XIX. asrın ortasına gelindiğinde medeniyetin şekli netleşti; medeniyet denen şey, modern endüstriyel kapitalist toplumdu. Kökten değişen bu toplumun kendi kendini aklîleştirmesi-nin imkânsızlığı görüldüğü için ideolojiler ortaya çıktı. Bu ihtiyacı ilk gördüğü için Destutt de Tracy, ideoloji kavramını icat etmişti. Marx ise, ekonomik ve politik tahakküm ilişkilerine dayalı kapitalizmin hem altyapı, hem üstyapısına, hem burjuva medeniyetine, hem liberal ideolojiye kökten karşı çıkarak bilimsel
bir öğretiye dayalı yepyeni bir dünya tasarladı (Meyer 1969: 47—73).

Bu açıdan kanaatimce XIX. asır sekülerizm çağında üç ibrahimî din, Yahudilik, Hıristiyan ve islâm’ın da modernlikle ortak bir hesaplaşma örüntüsü fark edilebilirdi. Bildiğim kadarıyla bu konuda maalesef esaslı bir mukayeseli modernizm incelemesi henüz yapılmış değildir. XIX. asırdaki teolog ve filolog kökenli oryantalistlerin “yüksek” denen hermenötik eleştiri yoluyla yaptıkları “tarihî/gerçek peygamber”
ayırımıyla dinlerini tarihîleştirmelerine, çağın dışına itmelerine karşı dindar aydınların benimseyeceği iki şık vardı. Birincisi, islâm’da kelam metodolojisinde dinî delillerin eleştirisi için kullanılan “sübut/delâlet” (izmirli 1981: 27) ayırımıyla, önce karşı-girişimle, aynı hermenötik metotla kaynaklarının sübutu yoluyla dinlerinin içeriğinin evrenselliğini göstermek.

Özellikle Yahudilik ve Hıristiyanlık örneğinde bu yolun zorluğu karşısında ise daha çok ikinci şık, yani dinlerinin kaynaklarının sübutu yerine içeriğinin delâleti bakımından evrenselliğini gösterme tutumu benimsenecekti.Yakından bakıldığında bu tutumun da iki adımdan oluştuğu görülecekti. Geiger, Cohen, Loisy,Tyrrell,Afgânî, Abduh gibi XIX. asırda, Marx’a göre “gemileri yakmak” yerine daha ılımlı bir yol seçen üç ibrahimî dinden aydınların hepsinin ortak hedefi, iki temel yolla rasyonalizm ve rasyonalite sayesinde dinlerinin evrenselliğini göstererek ayakta kalmasını sağlamaktı. Birincisi, dinlerinin temel teorik yapılarının, genel olarak bilim denen rasyonalizmin eseri modern bilgiye, ikincisi dinlerinin temel pratik yapılarının rasyonalitenin eseri medeniyet denen modern hayat tarzına uyabilir-liğini göstermek. Ancak karakterlerine göre bu üç dinin modern bilgi ve hayat tarzına uyarlanma derecesi değişecekti.

Yahudilik, gelenek, Hıristiyanlık teoloji, islâm ise fıkıh ile karakterize edilebilir. Marx (Tucker 1978:26—52)’tan J. Neusner (1975)’e farklı açılardan birçok Yahudi aydının ifade ettiği gibi zaten Yahudilik’te din, haham geleneğine indirgenmişti. Dolayısıyla 1934’te çıkan eserinde olduğu gibi Mordecai M. Kaplan (1967), Yahudiliğin doğrudan medeniyete dönüştürülmesini savu-nabilmişti. Diğer taraftan, de Tracy, Hegel ve Comte, Hıristiyan teolojiyi ideoloji ve sosyolojiye dönüştürmekte
zorlanmadılar. Ancak ilâhî yasa şeriatın kurumsallaşmış yorumu olarak fıkıh, içtihat kapısı açılmadıkça bu tür işlemlere gelemezdi. Afgânî ve Abduh’un bu amaçla içtihat kapısının açılması için bastırması da sonuç vermeyecek ve her ne kadar çağımızda islâm dünyasında Endonezya örneğinde görüldüğü gibi,islâm’ın din mi, medeniyet mi olduğu tartışılır hale gelse de (Steenbrink 2004) modernlik projesine üç din
arasında en dirençli islâm çıkacaktı.

Gene de XIX. asırda Müslüman aydınlar, Batı’nın temel silahları olarak gördükleri medeniyet ile ideolojiyi misilleme mantığıyla kendilerine mal etmenin yollarını arayacaklardı. Birincisi ideolojiler,Müslümanlar tarafından geçmiş Batılı entelektüel hareketlerin aksine gayr-i Hıristiyanî içerikte, yeni bir dünyayı kuran evrensel fikirler olarak en azından incelenmeye değer görülmüştü (Lewis 1994: 51,Hodgson 1974: III/120). ikincisi, Napoleon Fransa’sı geçmiş Batılı entelektüel hareketlerden farklı olarak bizzat devrim ideolojilerini Doğu halkları arasında propaganda yoluyla yaymaya yönelmişti. XIX. asır -izmler, ideolojiler çağıydı; meşrûiyet krizinden kıvranan dünya, pek çok açık, sert kadar gizli, yumuşak ideoloji ye vücut verdi. Sadık Rifat Paşa, ancak itikat kavramıyla anlatabildiği ideoloji ve kamuoyunun Batı sayesinde modern dünyada kazandığı öneme belki de XIX. asır islâm dünyasında dikkat çeken ilk kişiydi.(79)

Ancak ideoloji, zamanla münhasıran politik küreyi dönüştürmeye yönelen bir entelektüel silah olarak pejoratif bir anlam kazanmıştı; XIX. asırda, XX. asırda olduğu gibi liberalizm veya sosyalizm gibi Batılı bir politik ideolojiyi açıkça benimseyen bir Müslüman aydın bulmak zordu. Bu yüzden Comte, sosyolojiyi
objektif ve evrensel bir disiplin olarak tasarladı. Doğal ve sosyal bilimin arkasında yatan pozitivizm,özellikle yükselen milliyetçilik çağında Doğu dünyasında evrensel, felsefî bir ideoloji olarak revaç kazandı. Osmanlı’da Hoca Tahsin ve Ahmed Rıza, Mısır’da Cemâleddîn Afgânî ve Muhammed Abduh gibi bilinçli olarak pozitivizmi benimseyen Müslüman aydınlar görmek mümkündü.

Pozitivizm,evrenselliği bakımından birçok gelişmekte olan ülke aydınının daha sonra Marksizm’de bulacağı teselliyi sağladı. Örneğin din ile ideoloji arasında bir ayırım yapan ve ideolojileri nötral ve evrensel düşünce sistemleri olarak gören Ahmed Rıza, farklı dinlerden insanların ortak ideolojilerde buluşabileceğine inanıyordu (Mardin
1983a: 137).

Prof.Dr.Bedri Gencer - Islamda Modernleşme,lotus yay,syf.309-314

Dipnotlar:

78 Şinasî (2005: 7—17), adeta Hz. Peygamber için yazılan naatlara nazire yaparcasına Reşîd Paşa’ya yazdığı kasidelerde, onu “fahr-ı cihân-ı medeniyet, medeniyet rasûlü”, ahdini, “vakt-i saadet” gibi deyimlerle nitelendirir, peygamberler gibi “devleti ihyâ” için “meb’asine”, yani Allah tarafından gönderildiğini anlatır, dahası sadece Allah için kullanılan “zât-ı azimü’ş-şân” gibi ifadelerle tabir caizse onu
putlaştırır.

79 “Mizâc-ı asr 78 Şinasî (2005: 7—17), adeta Hz. Peygamber için yazılan naatlara nazire yaparcasına Reşîd Paşa’ya yazdığı kasidelerde, onu “fahr-ı cihân-ı medeniyet, medeniyet rasûlü”, ahdini, “vakt-i saadet” gibi deyimlerle nitelendirir, peygamberler gibi “devleti ihyâ” için “meb’asine”, yani Allah tarafından gönderildiğini anlatır, dahası sadece Allah için kullanılan “zât-ı azimü’ş-şân” gibi ifadelerle tabir caizse onu
putlaştırır.ve efkâr-ı zamâne cûş u hurûşa gelmiş bir nehre şebîhtir ve cihânda def ‘ü izâlesi muhâl olan ahvâlden biri i’tikâd ve diğeri efkâr-ı ‘âmmedir” (Aktaran, Mardin 1996: 210).

Devamını Oku »

Kurban Keserken Tekbir Getirmenin Manası


Tekbir getirince kurbanlık koç gibi alemden çıktılar. Ey ulu tekbirin manası şudur:
Yarabbi huzurunda kurbanız. Koyun keserken “ Allahu ekber-Allah uludur” dersin ya o geberesi nefsi keserken de bu söz söylenir. Allahu ekber de,de o şom nefsin başını kes, kes de can, mahvolmaktan kurtulsun. Ten İsmail’e benzer can Halil’e can bu semiz bedeni yaptırdı da tekbir getirdi mi,
Ten kesilir, şehvetlerden hırslardan kurtulur. Besmeleyle kesilmiş temiz bir kurban haline gelir. Kıyamette olduğu gibi Hak huzurunda saf kurulur, hesaba, Allah ile konuşup görüşmeye girişilir. Allah huzurunda, gözyaşları dökerek ayakta durmak, kıyamet gününde kabirden kalkıp mahşer yerinde dikilmeye benzer.
Hak, “ Sana bunca zamandır mühlet verdim, bana ne getirdin? Ömrünü neyle bitirdin, verdiğin gıdayı, ihsan ettiğim kuvveti ne uğruna mahvettin, gözünün nurunu nerelerde tükettin, beş duygunu nerelerde yıprattın? Gözünü, kulağını, aklını, arşa ait bütün cevherlerini harcadın. Ferş aleminden bunlara karşılık ne satın aldın?
Sana kazma ve bal gibi el ve ayak verdim. Onları sana bizzat ben bağışlamıştım, ne yaptın onları?” der. Hak’tan buna benzer seni dertlere uğratan yüz binlerce haberler gelir. Kıyamdayken kula gelen bu haberlerden kul utanır, iki büklüm olur, rükua varır. utanmadan ayakta durmaya kudreti kalmaz, rükuda Allahı tespih eder.
Allahdan “ Başını kaldır, rükudan kıyama dön de Allahnın sorgularına birer, birer cevap ver” fermanı gelir. O utanan kul, rükudan başını kaldırır. Fakat olgun bir iş yapamamış olduğundan bu sefer yüzüstü düşer. Yine emir gelir: “ Başını kaldırır ama yine yılan gibi yüzüstü düşüverir! Allah, tekrar “ Başını kaldır da şöyle. Kıldan kıla yaptıklarını araştırmak istiyorum” der. Artık ayakta durmaya kuvveti kalmadığından, Allahnın heybetli hitabı, canına tesir etmiş olduğundan;
O ağır yükün altında, yere oturur. Allah “ Söyle bana sana nimet verdim, nasıl şükrettin? Sermaye verdim, hadi göster kazandığını!” der. Kul, sağ yanına dönüp peygamberlere, o ululara selam verir; “ Padişahlar, bu kötü kişiye şefaat edin. Ayağım da balçıkta kaldı, kilimim de” der.
Peygamberler, “ Çareye başvuracak gün geçti. O orada yapılacak bir şeydi, elde alet oradaydı, orada kaldı! A bahtsız kişi, git oradan sen vakitsiz öten bir horozsun. Bırak bizi, kanımıza bulaşma!” derler. Bunun üzerine sol tarafa baş çevirir, hısımından akrabasından yardım ister. Onlar da “ sus,”
Allaha kendin cevap ver. Bizi kim oluyoruz ki? Bizden el çek!” derler. Ne bu yandan bir çare olur, ne o yandan. O biçarenin canı da yüz parça olur! Herkesten ümidini keser de ellerini açar, duaya başlar: yarabbi, herkesten ümidim kesildi. Evvel de sensin, ahır da sen; senden başka önü, sonu olmayan yok, diye niyaza koyulur.
Namazdaki bu hoş işaretleri gör de bunun eninde sonunda böyle olacağını bil! Namaz yumurtasından civcivi çıkara gör yerden tane toplayan yolsuz yordamsız kuş gibi yere başvurup durma!
(Hz.Mevlana, Mesnevi)
Devamını Oku »

Modern Dünyanın İmali:Kültür Endüstrisi




Kültür, bir topluluğun yaşam dünyasında belirli bir tarihsellik içinde ortaya çıkan norm, değer, inanç, ideal ve düşüncelerinin müş­terek bir anlam etrafında biçim kazanarak yaşam alanına yansıması olarak görülür. Bu yönden modern toplumlarda hegemonik güç, iktidar veya sermaye; insanları yönlendirmek, insanlar üzerinde bir denetim kurmak ve bu sayede onları kitleler hâline getirmek adına kültüre daima başvurmuştur ve başvurmaktadır. Toplumun yaşam tarzının motive edici süreçleri üzerinde oluşturulacak hâkimiyet ile alışkanlıklar, tüketim ve düşüncenin kendisi üzerinde bir denetim imkânı, iktidarları kültür üzerinde çalışmaya itmiştir.

Temeli Aydınlanmacıların ilerlemeci bakışına, Comte ve Marxın evrimci düşüncelerine dayanan toplum mühendisliği ça­lışmaları ile, toplumun artık kendine mahsus dinamiklerinin ve kurumlarının oluşumunda doğallığını kaybetmesinin, tepeden belirlenmiş değer ve normları içselleştirmesinin ve bir kitleye dö­nüşmesinin temin edildiği bilinmektedir. Buna göre sosyal bilim­lerin ürettiği bilgi, toplumlara uygulanabilecek kesin aşamaların olduğu varsayımı ve bu varsayımdan çıkarılan determinizm, sos­yal evrime yön verebilmek adına toplumun kitleleşmesini, ideolo­jik dayatmaları, jakobenizmi ve sosyal denetimi meşrulaştırmıştır. Felsefe ve teolojinin birbirinden ayrılması ve devamında kurumsal din ve devlet yapılarındaki ayrışmaya dayanan laiklik prensibiyle boşalan otoritenin yerine ideolojik devlet olgusu oturtulmuştur.

Bu sayede kültür de ideolojilerin yanılsamalar üreten bir maki nesi hâline getirilmiştir. Propaganda ve manipülasyonl arla zihni karartılan dünya, dilenen biçimde şekillendirilmeye başlanmıştır. Kısaca denilebilir ki kültürün ideolojik araç hâline gelişindeki temel maksat, toplumun kitleselleştirilmesidir. Ki geçmişte ulus- devletlerle beraber ideolojilerin de bugün devletler-üstu diyebile­ceğimiz hegemonik sermayenin de bir toplumdan ziyade kitleye daha çok ihtiyacı olmuştur.

Kültürün kapitalist düzendeki yoğun işlevine odaklanan Frank­furt Okulu teorisyenleri, kapitalizmin totalleştirici eğilimlerini ve kültürü tahakküm aleti hâline getirmelerini kültür endüstrisi kav­ramıyla açarlar. Bu eğilimin nedeniyse dönemin liberal ülkelerin­deki tekelci kapitalizmin ve Avrupa’da yayılan faşizmin oluşturduğu menfî tesir ile komünist ve sosyalist sistemlerdeki umutsuzluktur. Kültür endüstrisinin kitle kültüründen farklı olduğundan söz eden Adorno bu kavramla, kitlelerden kaynaklanan bir kültür anlayışı­nın önüne geçmek istediklerinden söz eder.(78)

Habermas tarafın­dan Adorno ve Horkheimer’ın en karanlık kitapları diye nitelenen Aydınlanmanın Diyalektiğinde (1947) dile getirildiği gibi “büyük kültür acenteleri” tarafından üretilen kültür endüstrisi, kültürel ürünlerin de birer meta biçimine getirilmesini dile getirmektedir. İki düşünür, bu kavramı XIX. yüzyılın sonu ve XX. yüzyılın baş­larında Amerika ve Avrupa’da yayılan eğlence endüstrisinin kültü­rel biçimlerinin metalaşması anlamında kullanmışlardır.(79) Endüstri teriminin ilk anlamıyla alınmaması gerektiğini yazan Adorno, bu terimle doğrudan üretim sürecinin kastedilmesinden ziyade kül­türel malın standardizasyonu ve dağıtım tekniklerinin rasyonelleş­tirilmesine işaret edildiğini belirtir.80

Frankfurt Okulu düşünürlerinin kültüre odaklanma sebeple­rinin başında, kapitalizmin sadece ekonomi-politik ile açıklanamayacak kadar karmaşık oluşundan hareket etmeleri vardır.

“A.B.D.’de bulundukları dönemde Amerikan başkanının politik iknalar için radyoyu kullanmasına, hükümetin siyasal propaganda için kitle iletişimini kullanmasına, Amerikalıların sinema ve tiyat­roya gidişlerine; magazin, komik kitaplar, seks dergileriyle yeni kit­lenin ürettiği kültürün ürünlerine, ucuz kurguların genişleyen po­pülaritesine şahidik etmişlerdir.” (81)

Frankfurt Okulu teorisyenleri, kapitalizmle birlikte Aydın­lanma ve modernlik paradigmasını da insana özgürlük vadederken yeni egemenlik biçimleri ihdas ettiği için eleştirirler. Formel veya araçsal aklı, en temel meselelerinden birisi hâline getirirler. Aydın­lanmanın Diyalektiğinde, totaliterlik olarak niteledikleri Aydın­lanmanın tasarısının dünyanın büyüsünü bozmak olduğunu yazan(82) düşünürlerin de sezinledikleri üzere ortaya çıkan bu yeni egemen­lik biçiminin temel karakterini homojen bir toplum yaratma ideali oluşturmaktadır.(83) Homojen toplum yaratma idealinin vasıtası ola­rak da kültüre, klasik Marksizm’de sadece bir üstyapı unsuru ola­rak bakılırken ve iktisat tarafından biçimlendirildiği ileri sürülür­ken teorisyenlerce daha kritik bir değer atfedilmektedir.

Bilindiği üzere kapitalist düzeni analiz ederek eleştiren Mark­sist yönelimler, bir çatışma teorisi temelinden hareket ederler. Di­yalektik materyalist bir felsefe olan Marksizm, toplumun yapısını da altyapı-üstyapı ikiliği ve ayrımıyla kurgulayarak maddî bir te­melden, iktisadı merkeze alarak yorumlar. Buna göre üretim ilişki­leri dahilindeki üretim tarzı veya İktisadî rejim, toplumların sanat, hukuk, ahlâk, kültür gibi soyut ya da doğrudan maddî olmayan karakteristiklerinde belirleyici rol oynamaktadır. Ekonominin belirleyicilığıne itiraz etmeyen Frankfurt Okulu teorisyenleriyse, kitle kültürünün ürünleri sayesinde statükonun yeniden üretildiğini sa­vunurlar. Herkes statüsüne uygun tüketim biçimlerine motive edi­lerek sistem rasyonelleştirilmekte ve sözü edilen tahakküm düzeni boylece inşâ edilmektedir.

Böylesi bir düzenin devamlılığının sağlanmasıyla birlikte he­men her şeyin metalaşması, ticarileşmesi ve popülerleştirilmesi aynı anlamlara gelmektedir. Tüketimin bir sahası olarak kültürel üre­tim, yüksek ve popüler diye ayrıştırılmadan; her seviyeden insana, her beğeniye göre tasarlanarak sunulur.

“Burjuva toplumlarında yüksek kültür ve eğlence kültürü arasında kesin çizgilerle bir ayrım vardı. Kitle toplumunda ise yüksek kül­tür, eğlence kültürüne ve popüler kültüre karıştırılarak tümden kit­lesel ve ticarî bir hale dönüştürülmüştür.”

Her şeyin metalaştırılması yoluyla elde edilen yüksek kültür- popüler kültür denkliği sayesinde görünüşte toplumsal anlamda eşitlikçi bir yapı oluşturuyor ve bireyselleşme öne çıkıyor gibidir. Oysa gerçek böyle değildir. Hatta bunun tam da karşıtı bir gerçek­lik söz konusudur; Çünkü kültür endüstrisi, bireyi de bir “özne de­ğil nesne” konumuna yerleştirmektedir.(85)

Bilinç ve bilinçaltı düzeylerinde bir baskı ve denetime tabi tutulan bireylerin hayattan kaçıp saklanabileceği bir sığmak oldu­ğuna dair bir yanılsama yaratılmasıyla güçlendirilen ideoloji saye­sinde bilincin yerini uygitsincilik almıştır.(86)

“Kimse kaçamasın diye herkes için bir şeyler öngörülmüştür, fark­lar tesviye edilerek birbirine uydurulmuş ve çekici kılınmıştır.Halkın ihtiyaçları seri niteliği taşıyan bir hiyerarşiyle karşılamak, özel­liklerin sırf matematiksel olarak yazıya dökülmesine yaramaktadır. Bütün tüketicileri kapsayacak çapta bir takım kategorilendirmeler (level) yapılmakta, kimse de bunun neden böyle olduğuna ilışkin bir soru soramamakta, olayı olduğu gibi kabullenmektedir. Halka düşen görev, kendi tipi için seri halde üretilen ürünleri tü­ketmektir. Birer istatistik malzemesi olarak tüketiciler, propaganda mekânlarından artık bir farkı kalmayan araştırma mekanlarının ha­ritalarında gelir gruplarına göre ayrılmakta ve kırmızı, yeşil, mavi alanlara dağılmaktadır.” (87)

Aynı zamanda kültürel ürünler de diğer ürünler gibi kulla­nım değerlerine ilaveten gösterge değerleriyle fıyatlandırılır. Böylece klasik bir edebiyat eseri tüm edebî yetkinliğine rağmen, göre­bilirse popüler bir yazarın eseri kadar ancak kıymet görür. Gösterge değerinin piyasadaki belirleyici vasfından ötürü, kültürel ürünlerde de eserin yetkinliği, yeterliliği, güzellik değeri önemli olmamakla birlikte, reklam ve halkla ilişkiler çalışmaları ile trend olması yani modalaşması sağlanır. Bu sayede kitleler, uluslararası konumlarına rağmen aynı kitapları okur, aynı müzikleri dinler, aynı filmleri sey­rederek aralarındaki onca kültürel farklılığa rağmen aynı şeylerden haz duyarlar. Eskiden de kültürel eserlerde bir kâr arayışı olduğunu yazan Adorno, bunun eskiden dolaylı ve eserin özünden bağımsız bir haldeyken artık kesin ve dolaysız olan faydanın saklanmayan önceliği olduğundan söz eder.(88)

Modern dönemde baskın ideoloji olan kapitalizm açısından kültürü ele almak gerektiğinde sistem için kültür iki süreç itiba­riyle önem kazanmaktadır: Üretim ve tüketim süreçleri, ilk olarak kapitalist sistem, üretim sürecinde kültürü bir yeniden-üretim va­sıtası olarak değerlendirir. Yani çalışanların üretim dışı zamanları­nın, üretim için harcayacakları emeği yenilemesi demek olan eme­ğin yeniden-üretimi; insanların yaşam biçimlerine doğrudan el atılıp bireyi sisteme bağlayacak bir hâlde tutmayı da içerir. Bu an­lamıyla kapitalizm için kültür, üretimin devamlılığı için üreticileri daima verimli ve hazır tutmak gereğine göre biçimlendirilir. Zamanın tam planlı hâle getirilmesi, niceliğin ön plana çıkarılması, fay­danın en büyük değer olması gibi biçimlendirmeler sayesinde,ör­neğin insanlar fast-food ya da hazır gıdalara yönlendirilir; hikmet, felsefe, ilim, sanat yerine çabuk ve kolay alınılanabilecek eserlere, zaman öldürecek oyunlara, eğlenceli (komik ya da erotik) içerik­lere çekilir. Popüler olana özendirilen kitleler, özendikleri nesne­lere erişebilmek adına kölece bir çalışma düzenine boyun eğerler ve sistemin çarkı içinde sadece emeklerini değil boş zamanlarını da satarak ezilmeye devam ederler. Tüm kültürel alanlar bu sa­yede ticarîleştirilmiştirler.

Bu durum aynı zamanda kültürün kapitalist sistem için işleyen ikinci süreci olan tüketim boyutuna da karşılık gelmektedir. En­düstriyel toplumun İktisadî dinamikleri açısından her üretim aynı zamanda bir tüketimdir. Üretim süreci dışındaki çalışanların, inşâ edilmiş maddî değerler dizgesinde kendine bir karşılık bulmak sa­yesinde boşlukları doldurmaya çalıştıkları bu yaşam tarzı, bir kül­tür modeli olarak tüketimi tüm hayatın odağına yerleştirir. Böy-lece ortaya çıkan toplum tipi, sosyolojide tüketim toplumu olarak anılmaktadır. Tüketim toplumunun felsefi altyapısını oluşturan postmodern süreci analiz eden yazarlardan Baudrillard’ın göster­diği gibi, günümüzde iletişimin gücü sayesinde kamusal uzam bir gösteri olmaktan çıkarken, özel uzam da bir sır olmaktan çıkmakta­dır. Artık gerçek diye nitelenen, dünyayla kurulan bağlantı değil te­levizyon ekranlarından verilendir: Televizyon dünyadır.(89)

Gerçekle gerçek olmayanın (sanal), modelle gerçeğin birbirine karıştığı bu dünya, Baudrillard’ın hiper-gerçek dünyasıdır: “Habersizsiniz, top­lumsal sizsiniz, olay sizsiniz...” Baudrillard, konuyu kısmen başka bir düzlemde ele almışsa da ‘Yeni Medya’ ile işaret ettiği alan, bu­gün bir düzen olarak ortada durmaktadır. Ki bu düzende her birey başlı başına bir medya kanalı olmuştur adeta. Bireylerin, kaç takıpçisi olduğu, ürettiği içeriklerin ne kadar paylaşıldığı gibi verilerin ölçümünü yapan (...) birçok site (bile) vardır.(90)

Modern sürecin ötesinde postmodern süreçte, artık herkes kendine ait bir sayfada yazarlık yapabilir, ucuzlatılmış teknolo­jiyi kullanarak fotoğraf çekip, film kurgulayabilir, kendi atölye­sinde hobilerini “sanat ”a dönüştürebilir. Bu sayede kültür başlığı altında sanat ve hobi birleştirilir ki bu postmodern süreçte her şe­yin iç içe geçmişliğiyle uyumlu bir durum var eder. Horkheimer ve Adorno’nun yazdıkları gibi:“Her şeyin her şeyle özdeş olmasının bedeli hiçbir şeyin kendiyle özdeş olmamasıyla ödenir.” (91)

Bu çerçevede Aydınlanmanın Diyalektiği'nin yazarlarının tespit ve değerlendirmelerinin bazı noktalarda aydınlatıcı yönleri olduğunu söylemek mümkün. Aydınlanmanın mitlere tepki içe­ren yaklaşımlarına rağmen kendi başına bir mite/söylenceye dö­nüştüğünü yazarlar.

“Nasıl söylenceler aydınlanmayı tamamlamadıysa, aydınlanma da attığı her adımla mitolojiye daha çok gömülür. Aydınlanma söy­lenceleri yıkmak için tüm malzemesini söylencelerden alır; bu şe­kilde yargılanan konumunda söylencesel büyünün etkisi altına girer. Yazgı ve misilleme sürecinden ona misillemede bulunarak uzaklaş­mak ister. Söylencelerde olan biten her şey olup bitmiş olmanın ke­faretini ödemek zorundadır.”

Moderniteyi kapitalizmle birlikte okuyarak insanın doğal va­roluşunun nasıl boşluğa bırakıldığına işaret ederler. Aydınlanma­nın Diyalektiği'nin  en dikkate değer vasfıysa genel olarak Frankfurt Okulunun belirleyici yönü olan kültür eleştirisi üzerine odaklan­masıdır. Her ne kadar marksist eleştiride bir üstyapı unsuru ola­rak kabul edilen kültürü belirleyici bir tarzda incelemiş olsalar da Marx'ın ideolojiyi, bir tür düşünme hatası, yanlış bilinç ola­rak ek alışı ve bunu toplumsal tahakkümün vasıtası olarak sun­masından hareket ettikleri söylenebilir Ki Marx'a göre ideoloji şöyle tanımlanır:

Üretim araçlarına sahip olan egemen sınıfın gerçeği çarpıtması ve böylece ürettikleri maddi koşullara ait yanlış bilgidir. Nitekim maddi üretim araçlarına sahip olan bu sınıf, zihinsel üretim araç­larını da elinde tutarak toplumun entelektüel gücünü de elinde bulundurmaktadır.(93)Daha sonra Okulun bir üyesi olan Marcuse, kültürün bu et­kisini, sosyalizasyon sürecinde ailenin yerini kitle iletişim araçlarının alması ile açıklayacaktır.

Burada Frankfurt Okulunun, kültürü ele alırken onun bas­kınlığına odaklanılmasına rağmen kitle kültüründen harekede kültürü var kılanın ekonomi olduğunda ısrar ederler. İktisadın, kültürel bir tarz olabileceği üstüne gitmeyen yazarlar için kültür, iktisadın bir aracından ibarettir. Bu sebeple kapitalizm için de bir tahakküm vasıtası olmaktan ileri gitmez. Nihayetinde Batı Marksizmi içinde de anılan Okul, Aydınlanmaya, moderniteye yönelt­tikleri sert tenkidi Marksist altyapı-üstyapı ayrımına tevcih etme noktasında duraksamışlardır denilebilir.

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf:111-118

Dipnotlar:

78- Adorno, T. (2003); Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken, Cogito, s: 36, Yaz 2003, İstanbul, s. 76

79- Şan, M.K. ve Hira, 1. (2007). Frankfurt Okulu ve Kültür Endüstrisi Eleştirisi Sosyoloji Yazıları 1., Kızılelma Yay. (s:281-295). İstanbul, s. 286.

80- Adorno, T. (2003); Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken, Cogıto, s. 36, Yaz 2003, İstanbul, s.78.

81- Kızılçelik, S. (2000). Frankfurt Okulu, Anı Yay., Ank., s. 220.

82- Horkheimer, M. ve Adorno, T. (2010); Aydınlanmanın Diyalektiği,
Kabalcı Yay, Tere.: N.Ülner, E.Ö.Karadoğan, İstanbul, s.19

83-Şan, M.K. ve Hira, İ. (2007). Frankfurt Okulu ve Kültür Endüstrisi Eleştirisi. Sosyoloji Yazıları 1., Kızılelma Yay. (s:281-295). İstanbul, s. 283.

84- a.g.m.:288.

85-Adorno, T. (2003); Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken, Cogito, s: 36, Yaz 2003, İstanbul, s.76.

86- a.g.e.; 78-81.

87 Horkheimer ve Adorno (1995); Aydınlanmanın Diyalektiği-Felsefi Fragmanlar 2., Kabalcı Yay., Terc.: O, Özügül, İstanbul; s.l 1-12.

88 Adorno, T. (2003); Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken, Cogıto, s: 36, Yaz 2003, İstanbul, s.76.

99 Sarup, M. (1996). Postyapısalcdık ve Postmodernizm, Bilim ve Sanat Yay., Tere: A.Güçlü, Ank., s.236.

90- Baudriliard, J.(2010). Simulakrlar ve Simülasyon, Doğubatı Yay., 5-Basım., Terc.: O.Adanır, Ankara, s.53.

91- Horkheimer, M. ve Adorno, T. (2010); Aydınlanmanın Dıyalektıği,Kabala Yay., Tere.: N. Ülner, E.Ö. Karadoğan, İstanbul, s.30.

92- a.g.e.:29.

93-Temırkaynak, M. (2008). YanlışBilinçten Sona Giden Yolda Ideolojının Serüveni, http://www.belgeler.com, Erişim: 1411.2011., s32
Devamını Oku »

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim'den Alıntılar




Gerçek olan şu ki, bu kişilerin düşüncesi, ücra köşelerdeki ihtimallere uzanamıyor. Bilakis itikatları, zayıf bir takım sebeplerle karara bağlanmıştır. Baş ağrısı çeken şu avama bak: başkası ona şöyle der: “Gülsuyunu kullan! Zira benim de başım ağrıyordu; gülsuyunu kullandım ve faydasını gördüm.” Bu kişi sanki şöyle diyor: “Seninki de bir baş ağrısıdır, öyleyse gül suyu bu ağrıya da iyi gelir, benimkine iyi geldiği gibi (kıyas)." Hastanın kalbi de bu söze meyleder (ve gidip gül suyunu kullanır).

Ona şöyle demeyi düşünmez: “Önce gülsuyunun bütün baş ağrılarına -soğuk, hararet, mide bulantısı... gibi sebeplerin hangisinden kaynaklanıyorsa kaynaklansın- iyi geldiğini bir ispat et. Ve benim baş ağrım, seninki gibi mi; mizacın senin mizacın gibi mi; yaşım senin yaşın gibi mi; yapım senin yapın gibi mi; diğer hallerim senin hallerin gibi mi? Bunları da ispat et; zira bütün bu etkenlerle tedavi şekli değişir!” İşte bu gibi şeyleri sormak, avamın işi değildir. Zira bu gibi şeyleri araştırmaya meraklı değiller. Kelâmcıların da işi değildir; zira -avam kitlenin aksine araştırma merakları olsa da, yakînin kesinliğine götüren yolları bir türlü bulamıyorlar. Araştırarak doğruya ulaşmak, sadece bunun bilgisini Ahmed (aleyhisselam) ’dan almış bir topluluğun karakteristik özelliğidir (şinşine). Onlar, Kur’ân’ın ışığında Allah’ın nuruyla hidâyeti bulmuş kişilerdir. Kur’ân’dan aldılar âdil bir mîzânı ve “el-kıstasü’l-müstakîm”i/ dosdoğru ölçüyle tartmayı. Böylece Allah için, adaleti ayakta tutan kişiler haline geldiler.

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim,syf.176-178

Türkiye Yazma Eserler

------------



Re’y ve Kıyasın Tasviri ve Bunların Geçersizliğine Dair

Dedi ki: Arkadaşlarla ilişkiyi kesip senden öğrenme konusuna gelince: daha önce sana anlattığım gibi, annemin ölünce yaptığı vasiyet beni bundan engelliyor.

Ancak re’y ve kıyasın bozukluk yönünü açıklamamı çok istiyorum. Zira sanırım aklımı zayıf görüyor, kafamın karışık olduğunu düşünüyorsun. Re’y ve kıyasa mîzân adını veriyor ve buna uygun âyetler okuyorsun bana. Oysa ben, mizan dediğin şeyin aslında senin dostlarının savunduğu kıyasın ta kendisi olduğunu düşünüyorum.

Dedim ki: Heyhât! Re’y ile kıyastan benim ne kastettiğimi ve onların ne kasrettiğini hemen sana açıklıyorum.

Re’ye gelince: Mutezile’nin “Kullar için “aslah” olana riâyet etmesi Yüce Allah’a vaciptir” sözü buna örnektir. Mu‘tezile’den bu sözün tahkiki talep edildiği zaman, hiçbir dayanak göster(e)miyorlar. Bu sadece, yaratanı yaratılana mukayese etmek ve O’nun hikmetini onların hikmetine teşbih etmek yoluyla akıllarınca güzel buldukları (istihsân) bir re’ydir.

Mahza akılların güzel gördüğü şeyler (müstahsenâtu’l-“ukül), re’yin ta kendisidir ki, buna itimad edilmesini doğru bulmuyorum. Re’y, öyle neticeler doğurur ki Kur’ân mîzânları onların bozukluğuna şahitlik yapar. Mesela yukardaki söz gibi. Nitekim bunu alıp “telâzum” ölçüsü ile tartacak olursam şöyle derim:

-Eğer "aslah"a riâyet Allah’a vacip olsaydı, bunu yapardı.

-Yapmadığı bilinmektedir.

-0 halde "aslah"a riâyet, Allah'a vacip değildir.

Vacip olsaydı mutlaka yapardı, zira Allah vacibi terk etmez.

Denilse ki: “Aslah'’ vacip olsaydı,

Allah mutlaka yapardı” sözüne teslim olduk, ama Allah'ın “aslah“ı yapmadığına teslim olmuyoruz; (müsellem kabul etmiyoruz).

Derim ki;

-Eğer "aslah'ı yapsaydı, kullarını cennette yaratır, orada bırakırdı. (Zira kullar için en iyi olanı budur.)
-Böyle yapmadığı bilinmektedir.
-O halde,Allah "aslah"ı yapmış” değildir,

Bu da aynı şekilde “telazum mizanı"ndan elde edilmiş bir neticedir.

Bu aşamada hasım kişi, ya inkâr edip “Allah’ın, kullarını cennette bırakması 'aslah' olan değildir” der ve böylece yalanı ortaya çıkmış olur. Veya şöyle der:

“Kullar için en iyi (aslah) olanı, onların cennetten çıkarılıp, belalar yurdu olan dünyaya konmaları ve hatalara maruz bırakılmaları, daha sonra, hataların yüzünden perdenin kaldırıldığı o gün (kıyamet günü) -Sahih hadis’te geçtiği üzere Yüce Allah’ın Hz. Adem'e (a.ş.): “Ey Adem! Cehennem heyetini çıkar!” demeni, Adem de: “Ne kadar?” dediğinde “Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzu!" demesidir.

Bu iddiaya göre, Allah'ın insanları cennetten çıkarıp dünyaya yerleştirmesi, onları cennette yaratıp orada bırakmasından daha iyidir (aslah). Çünkü aksi durumda bütün bu nimetler, insanların çabasıyla ve hak ettikleri için elde edilmemiş olurlardı ki, böylece onlara olan minnet daha da büyür. Ve minnet ağır bir yüktür. Oysa duyup (kendi iradeleriyle) itaat etseler, kazandıkları nimetler, minnetsiz bir ücret ve yaptıklarına karşılık olmuş olur.

Böyle bir hikâyeye cevap vermek bir tarafa hem onu duymaktan senin kulaklarını hem de dillendirmekten kendi dilimi tenzih ederim. Onun hakkında bir düşün! Re’yin verdiği neticenin çirkinliklerini göreceksin.

Biliyorsun ki, Yüce Allah, öldükleri vakit çocukları cennette itaatkar yetişkinlerin konumundan daha aşağı bir konumda tutar. O zaman bu çocuklar “Ey Rabbimiz, sen askılı olanı yapmayı bizden esirgemezsin; bizim için aslah olan, yetişkinlerin derecesine hizi ulaştırmandı” dediklerinde Allah da -Mu“tezile’ye göreonlara şöyle diyecek: “Sizi nasıl onların derecesine ulaştırayım! Onlar büyüdüler, yoruldular ve emirlerime itaat ettiler. Oysa siz çocukken öldünüz!” Çocuklar: “Bizi sen öldürdün. Dünyada uzun zaman kalıp ahiretin ulvî derecelerini kazanmaktan mahrum bıraktın bizi.

Dolayısıyla bizim için aslah olan şey, bizi (çocuk yaşta) öldürmemendi. Bizi neden öldürdün?” diyecek.

Allah da Mu'tezile’ye göre şöyle diyecek: “Ben yetişkin olduğunuz takdirde küfre düşeceğinizi ve ebedi cehennem ateşine müstahak olacağınızı (ilm-i ezelim ile) biliyordum. Bu yüzden sizin için aslah olan, çocuk yaşta ölmeniz idi.”

Tam da bu sırada, yetişkin kâfirler ateşin katmanları içinde çığlık atarcasına seslenecek ve şöyle diyecekler: “Sen, yetişkin olduğumuz takdirde bizim kâfir olacağımızı bilmiyor muydun? Neden çocukken bizi öldürmedin? Biz çocukların derecesinin onda birine bile razıyız!”

İşte o zaman Mu'tezilî’nin Yüce Allah adına kâfirlere verebileceği bir cevabı kalmaz. Bu durumda kâfirler, Allah’a karşı serdettikleri delilde -hâşâ üstün gelmiş olurlar ki, Allah, zalimlerin sözlerinden münezzeh, çok yüce ve büyüktür!

Evet, aslah olanın yapılmasında bir sır vardır ve bu da Allah’ın kaderdeki sırrının bilinmesinde aranır. Ancak Mu'tezilî olaya bu asıldan bakmıyor. Sahip olduğu Kelâm sermayesiyle de buradaki sırra muttali olamıyor.

Bu yüzden konuya gelişigüzel dalıyor ve ona çapraşık gelen görüşler arasında bocalayıp duruyor. Benim yanımda geçersiz re’y örneği işte budur.

Kıyas ise: Bir konuda bir şeyi başka bir şeye kıyas eder ek hüküm ortaya koymaktır. Mücessime’nin “Şüphesiz Allah, cisimdir” sözü kıyasa örnektir.

Soruyoruz: neden (Allah cisimdir dediniz)?

Diyorlar ki: “Zira Allah, faildir, sanatkardır. Allah’ı (birer cisim olan) diğer sanatkâr ve faillere kıyas ettik ve O’nun da cisim olduğunu öğrendik”. İşte bu, batıl bir kıyastır. Zira şöyle deriz: “Neden bir fail, sırf fail olduğu için cisim olsun ki'.” Kur’ân’ın mizânıyla ölçümlendiğinde, böyle bir şey ortaya konamaz. Çünkü bu, “te‘adül” ölçülerinden olan “mizan-ı ekber”e tekabül eder. Şekli şöyledir:

-Bütün fiiller; cisimdir. (Birinci öncül)
Bâri olan Allah;faildir,kadirdir. (İkinci öncül) -
0 halde Allah, cisimdir. (Sonuç)

Şöyle deriz: evet, Bârî olan Allah’ın fâil olduğuna teslim oluyoruz. Lakin birinci öncüle teslim olmayız. Bütün faillerin cisim olduğunu nerden çıkardınız? (diye sorduğumuz zaman), ellerinde istikrâ (tümevarım) veya kısmet-i münteşireden (dağınık bölüştürme) başka bir delil kalmaz. Bu ikisinde de delil olmaya elverişli bir şey yoktur.

Tümevarıma gelince: (Bu akıl yürütmeye göre hareket eden) Mücessime şöyle der:

“Marangoz, terzi, ayakkabıcı, hacamatçı, dokumacısına vs... kadar bütün failleri araştırdım ve hepsinin cisimler olduğunu gördüm. Buradan hareketle bütün faillerin cisim olduğunu öğrendim.”

Ona denir ki: Demek bütün failleri araştırdın, herhangi bir fail gözünden kaçmadı mı? Eğer “hepsini değil, bir kısmını araştırdım” derse, bundan küllî (tümel) bir hükme ulaşmak, lazım gelmez. Yok, eğer “hepsini araştırdım” derse, buna teslim olmayız. Zira bütün failler onun saydıklarından ibaret değildir. Hem nasıl bir araştırma yapmış acaba? Bütün bu faillerin arasında yerin ve göklerin failini (yaratıcısını) de araştırmış mı? Eğer araştırmamış ise, bütün failleri (küll) değil, bir kısmını (ba'z) araştırmış demektir. Yok, eğer araşızırdıysa O’nu cisim olarak mı bulmuş? “Evet...” derse, ona denir ki: “Eğer buna yaptığın kıyasın mukaddimesinde ulaştıysan, bunu nasıl aynı şeye delil olacak bir asıl (öncül) kıldın? Zaten bulduğun şeye bulduğun şeyin kendisini delil kılmışsın ki, bu yanlıştır.

Aksine onun araştırması şu kişinin araştırmasına benzer ki gidip at, deve, fil, haşerat, kuşlar... gibi bir takım canlılar üzerinde araştırma yapar. Hepsinin ayaklı olduğunu görür. Fakat bu arada yılan, solucan... gibi canlıları görmemiştir. Sadece ayaklı canlıları gören bu adam, “Bütün canlılar ayakla yürürler” hükmüne varır. Veya araştırmasında, bütün hayvanların çiğneme esnasında alt çenesini kullandığını görür;ancak üst çenesiyle çiğneyen timsahı görmeden şu hukme varır:

Bütün hayvanlar alt çenesiyle çiğner”. Çünkü caizdir ki aynı cinsteki bin üye tek bir hüküm üzere bulunsun da bir tek üye onlara muhalıf olsun. Bu, yakini bilgideki kesinliği ifade etmediği için zikredilen kıyas, batıl bir kıyas olur.

Kısmet-i münteşire (dağınık bölüşrürme) metoduna gelince: söz gelimi Mücessime şöyle der: “Ben faillerin sıfatlarını inceledim. Failler cisim idiler. Cisim olmaları ya fail olmaları, ya varlık olmaları, ya da şöyle veya böyle olmaları nedeniyledir.” Daha sonra bu kişi, bütün kısımları iptal eder ve şöyle der: “İşte bu akıl yürütmeden onların, fail oldukları için cisim oldukları sonucu çıkar.”

İşte şeytanın, sayesinde bütün kıyaslamalarını yaptığı kısmet-i münteşire metodu budur ki, böyle bir akıl yürütmenin geçersizliğini anlatmıştık...

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim,syf.162-170
Türkiye Yazma Eserler

---------------

Dinin furu kısmına gelince: üzerinde ittifak edilmiş (müttefakun aleyh) bütün meseleleri bitirmeden kalbini ihtilaflı meselelerle meşgul etme! Ümmet, âhiret azığının takva ve Allah korkusu olduğu; haram kazanç, haram mal, gıybet, laf dolaştırma, zina, hırsızlık ve ihanet gibi sakıncalı işlerin haram; ve bütün farzların yerine getirilmesinin vacip olduğu noktalarında görüş birliği içindedir. Bütün bunları yaptıktan sonra sana ihtilaftan kurtulma yolunu öğreteceğim. Eğer kişi bütün bunları yerine getirmeden ihtilaf mevzuları talebinde bulunuyorsa o artık ammî değil, ehli cedeldir.

Hem, bir ammînin bunları sindirip, ihtilaflı konulara geçtiği ne zaman görülmüş? Dostlarını bir düşün! Bütün bu meseleleri sindirmişler de, ihtilaf bütün şekilleriyle gelip onların boğazına yapışmış öyle mi? Heyhâtl Böyle kimselerin dalâlet içindeki eksik akıllarını, şu hastanın aklına benzetiyorum: adam, onu ölümün kıyısına getiren bir hastalığa yakalanmış ve bu hastalığı tedavi edeceği hakkında bütün rahiplerin ittifak ettikleri bir ilaç var, ama o kalkıp rahiplere şöyle diyor: “bazı ilaçların soğuk mu yoksa sıcak mı olduğu hakkını da tabyalar ihtilaf etmisler; belki bir gün böyle ilaçlara ihtiyaç duyabilirim, o yüzden beni söz konusu ibtilafian kurtaracak birini bulana kadar tedavi olmayacağım. ”

Evet, olur da takvanın bütün boyutlarını sindirmiş, fakat “kafamı burcalayan ve cevabını bilmediğim bazı sorularım var: mess, lems, ağız dolusu kusma (kay) ve burundan kan gelme ( ruâf) durumlarında abdest almalı mıyım? Ramazanda oruca gündüz mu' yoksa gece mi niyet etmeliyim?” diyen salih birini görürsem, ona şöyle derim: “Ahiret yolunda güvenle ilerlemeye devam etmek istiyorsan ihtiyât yolunu takip et! Cumhurun üzerinde ittifak ettiği şeye sarıl!

Söz gelimi (abdesti bozup bozmadığı) tartışmalı olan durumlarda abdest almaya bak! Zira söz konusu durumda abdesti vacip görmeyen bir müctehid, mutlaka onu müstehâb görür. Aynı şekilde oruca gece niyetlen! Zira gece niyetlenmeyi vacip görmeyen bir müctehid mutlaka onu müstehâb görür”.

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim,syf.144-146
Türkiye Yazma Eserler

------------------

Dış görünüşe aldandığını görüyorum. Öyle ki sana hacamatçının kabında kırmızı (halis) bal sunulsa, tabiatın hacamatçı kabından tiksindiğinden o balın tadına bile bakamazsın. Ve hangi kapta olursa olsun balın temiz/ tâhir olduğu-nu anlamaktan acizdir aklın. Söz gelimi, yamalı elbise (murakka'a) veya yünlü kaftan (durrâ'a) giyen bir Türk gördüğünde, hemen onun sufi veya fakih olduğuna hükmedersin. Bir süfi aba (kabâ) giyip külah (kalansuve) taksa, vehmin onun da Türk olduğuna hükmeder.

(Sözün özü): vehmin seni ilelebet, eşyanın özünü değil, kılıfını dikkate almaya mahkum etmiştir. İşte bu sebeple, herhangi bir sözü kendisi bakımından değil, ifade edilişindeki güzellik veya kâiline olan kendi hüsn-ü zannın açısından değerlendiriyorsun. Söz kendi zatında hak da olsa, eğer ibaresi -sence- çirkinse veya kâilin -itikadınca- kötü davranışları varsa, sözü hemen reddediyorsun.

--------------------

Şehâdet ve meleküt âlemleri arasında müvâzene yapmanın sırrı, hayâli misallerdeki manevi hakikatlere dair görülen rüyalar (âleminde) tecelli eder (tebellür edip açığa çıkar). Zira rüya, nübüvvetin bir cüzüdür. Nübüvvet âleminde ise mülk ve meleküt âlemleri tamamen tecelli eder. Bunun rüyadan misali: Adamın biri rüya görüyor: sanki elinde bir mühür ve onunla erkeklerin ağzını, kadınların fercini mühürlüyor.

Gördüğü bu rüyayı lbni Sîrîn’e [ö. 110/729] anlatıyor. İbn Sîrîn ona: “Sen Ramazan’da sabah vakti girmeden ezan okuyan bir müezzinsin” diyor. Adam: “Evet, öyledir” diyor. Şimdi, adamın gayb âlemindeki hali bu misalde nasıl tecelli etti bir düşün! Bu misal ile sabah vaktinden önce okunan ezan arasında müvâzene yapmaya çalış! Belki de bu müezzin kıyamet gününde elinde ateşten bir mühürle kendini görür. Ona: “0, (dünyada iken) erkeklerin ağzını, kadın-ların fercini mühürlediğin mühürdür” denilecek ve adam: “Vallahi böyle bir şey yapmadım” deyince, ona: “Evet, yaptın! Fakat farkında değilsin; zira bu, yaptığının ruhudur” denilecek.

Eşyanın hakikati ve ruhu ancak ruhlar âleminde tecelli eder. Ruh, his ve hayal âlemi olan aldatıcı âlemde (“âlemu’t-telbîs) ise suretten bir perdenin arkasında olur. “Andolsun ki sen bundan gaflette idin. Şimdi gaflet perdeni açtık; artık bugün gözün keskindir.”48 Aynı şekilde (müezzinde olduğu gibi) şeriatın bir sınırını çiğneyerek terk eden kimsenin de şehâdet âlemi utanç verici olur. Konu hakkında detaylı bilgi istersen, Cevâhiru’l-Kur’ân adlı eserin “Bâbu hakîkati’l-mevt” bölümüne başvur. Orada hayret verici bilgiler göreceksin. O bilgileri uzun uzun düşün!

Belki sana, meleküt âlemine bir pencere açılır da oradan kulak hırsızlığı yaparsın". Ancak o kapının sana açılabileceğini düşünmüyorum. Çünkü hakikate dair bilgiyi, görmediğin gaip bir muallimden bekliyorsun.

-------------------

Şeytanın sızdığı gedikler, on tanedir. Mihakkü’n-nazar, Mi'yâru'l-İlm ve diğer bazı eserlerde ölçmenin şartlarındaki incelikleri anlattım. Şu an anlatmayacağım; zira kavrayışın bunları idrak etmekten acizdir. Bunları ana başlıklar halinde görmek istersen Mihakkü’n-Nazar’da; detaylı açıklamalarını istersen Mi'yâru'l-İlm’de bulabilirsin.

Lakin şimdilik sana sadece bir numune takdim edeceğim. Şeytanın Halîlullah Hz. İbrahim’in kalbine ilkâ ettiği şeye dair bir numune... Allah şöyle buyurdu: “Senden önce hiçbir resül ve nebi göndermedik ki, birşey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair bir şey (vesvese) ilkâ etmiş olmasın. Ama Allah, şeytanın ilkâ ettiği şeyi giderir.. .”(Hac,52) Şeytanın ilkâ ettiği şey, Hz. İbrahim Güneş’e yönelerek “...İşte Rabbim budur; zira bu en büyüktür.”(En'am,78) dediği zaman gerçekleşti. Güneş daha büyük olduğundan O’nu (a.s.) bununla aldatmaya çalıştı.

Bu mîzânla ölçme keyfiyeti şöyledir:

-Ilah, en büyük alandır. (İttifakla bilinen bir öncül)

Yıldızların en büyüğü Güneş’tir: (Hissi bilgi)

O halde ilâhı, Güneş’tir; ([Şeytanın ilkâ ettiği] netice)

İşte bu mîzân, şeytanın te“âdül mîzânı’ndan olan “el-asgar” mîzânına (iktirânî/yüklemli kıyas’ın üçüncü şekli) iliştirerek sunduğu bir mîzândır. Çünkü “en büyük” ifadesi, bir niteliktir ve bu nitelik hem Güneş’te hem de “ilâh”da bulunmasından hareketle, birinin diğeriyle nitelendirilmesi gerektiği vehm ettiriliyor. Oysa bu, “asgar mîzânı”nın “aks” (ters döndürme) halidir.

Zira bu mîzânın (asgar) tanımı şöyledir: Tek bir şey (mesela insan) için iki şey/ nitelik söz konusu olur (insanın canlı ve cisim olması) ve bunlardan birinin bir kısmı (tikel), diğeriyle nitelenir ki, daha önce bunu anlattık“. Fakat iki şey (ilâh ve Güneş) için tek bir şey ('en büyük’ niteliği) söz konusuysa, bu iki şey’den biri diğeriyle nitelenmez (llâh güneştir veya Güneş ilâhtır şeklinde bir sonuca varılamaz). Şimdi bak ve gör şeytanın mîzânları ters çevirerek nasıl kafa karıştırdığını!

Bu batıl mîzânın yine batıl olduğu ortada olan sancaya göre alınmış ayarı ise “renk”tir: zira “Renk” hem siyah hem de beyaz için söz konusudur. Böyle bir durumda “siyah”, “beyaz” ile, “beyaz” da “siyah” ile nitelendirilemez. Dolayısıyla biri çıkıp:

-Beyaz bir renktir.
-Siyah da bir renktir:
-0 halde siyah, beyazdır

der ise, bu yanlış ve batıl olur.

Aynı şekilde çıkıp,

[Ilah en büyük olandır.
Güneş de en büyüktür.
-O halde Güneş ilâhtır

der ise yine yanlış ve batıl olur. Zira birbirine zıt iki şey’in tek bir nitelikle nitelenmesi caiz olup, bu durum söz konusu iki şey arasında birlik ilişkisini gerekli kılmazken; bir şey’in iki şey’le nitelenmesi, söz konusu nitelikler arasında [tikel] birlik ilişkisini zorunlu kılar. Ama anlayışı kıt olan kimse, tek bir şeyin iki şeyle nitelenmesi ile iki şeyin tek bir şeyle nitelenmesi arasındaki farkı idrak edemez.

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim,syf.98-100;106;110-112
Türkiye Yazma Eserler

----------------------

"bir şey ki başkasında bulunan bir nitelik kendisinden nefyedilmiştir, bu şey öteki şey den ayrıdır (mübâyin).” Söz gelimi, “ilâh batmaz”, “Ay ise batar” önermeleri, İlâh ile Ay arasında bir tebâyün gerektirir ki; bu, Ay'ın ilâh olmaması, ilâhın da Ay olmaması demektir.

Yüce Allah, Kur’ân’ın birçok yerinde Peygamberi Muhammed (a.s)’e atası İbrahim (a.s)’in yolunu takip etsin diye bu mîzânla ölçmeyi öğretmiştir. Dikkat çekeceğim Kur’ân’daki iki örnekle yetin ve gerisini diğer âyetlerde ara!

Birincisi, Allah’ın Peygamberine hitaben söylediği şu âyettir:

(Biz Allah’ın oğulları/çocukları ve can dostlarıyız dediler). “De ki: Öyleyse neden günahlarınız yüzünden size azap ediyor? Hayır, aksine, siz O’nun yarattığından birer beşersiniz...”(Maide,18)

Bu âyete göre Yahudiler, kendilerinin Allah’ın oğulları olduğunu iddia ediyorlar. Yüce Allah ise, Peygamberine (a.s) onların yanlış düşüncesini kıstasü’l-müstakîm ile açığa çıkarma keyfiyetini öğreterek şöyle buyurdu: “De ki: o halde neden günahlarınız yüzünden size azap ediyor?”(Maide,18)

Bu mîzânın kemal-i sureti şöyledir:

-Oğullar, azap edilmezler:
-Siz ise, azap ediliyorsunuz.
-0 halde siz, (Allah’a) oğullar değilsiniz.

Bunlar iki asıldır. Evlatların azap edilmeyeceği tecrübe ile bilinmektedir. Sizin azap edildiğiniz ise müşahede ile bilinmektedir. Bu asıllardan, Allah’ın oğulları olmadığınız sonucu zorunlu olarak doğar.

İkincisi, Allah’ın şu âyetidir:

De ki: “Ey Yahudiler! Eğer siz, öteki bütün insanları dışlayarak sadece kendinizin Allah’ın dostları olduğunu iddia ediyorsanız, “haydi ölümü temenni etsenize’! Tabi eğer iddianızda sadıksanız?” Ama onlar, elleriyle yaptıkları yüzünden onu (ölümü) asla temenni etmezler. Şüphesiz Allah, zâlimleri bilir”.”

Bu âyete göre Yahudiler, Allah’ın dostu olduklarını iddia etmektedirler. Oysa bilinmektedir ki dost dosta kavuşmayı arzular. Yine bilinmektedir ki Yahudiler, Allah’a kavuşmaya vesile olan ölümü arzulamıyorlar. Bundan, zorunlu olarak “Yahudiler Allah’ın dostu değillerdir” neticesi çıkar.

Bunun (kıyasla) ifadesi şöyledir:

-Her dost, dostuna kavuşmayı arzular.
-Yahudiler, Allah'a kavuşmayı arzulamamaktadırlar.
-O halde Yahudiler Allah’ın dostu değillerdir:

Bu mîzânın haddi: “Temenni” (ölümü arzulama), “dost”un niteliğidir ve bu nitelik “Yahudi”de yoktur. Buna göre, biri diğerinden selb edildiği için “dostluk” ve “Yahudilik” birbirinden ayrı (mütebâyin) şeylerdir. O halde “dost” “Yahudi”; “Yahudi” de “dost” değildir.

Bu mîzânın malum sancadan standart ölçüsüne (klasik akıl yürütmedeki karşılığına) gelince: Bu kadar açıkken bunu anlatmama ihtiyacın olduğunu sanmıyorum. Ancak bir açıklama istiyorsan (söyleyeyim):

[ Taş, cansızdır.
Insan, cansız değildir
0 halde, insan taş değildir'. ]

Bak şimdi, “taş”ın “cansız” olduğunu, ardından “insan”ın “cansız” olmadığını bildiğin zaman, bu bilgiler, zorunlu bir bilgi olarak “insan”ın “taş” olmadığını bilmeni nasıl gerektiriyor! Zira “cansızlık” taş için sabit, “insan” için nefyedilen bir nitelemedir. Kuşku yok ki, “insan” “taş”tan; “taş” da “(insan”dan selb edilir. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuç: İnsan taş olamaz; taş da insan olamaz.

Bu mîzânın anlaşılması güç (ilmî) konularda muhtemel kullanım yerlerine gelince: Şüphesiz böyle yerler çoktur. Nitekim ma‘rifetin iki parçasından birisi takdis bilgisidir, yani Allah’ın şanına layık olmayan niteliklerden münezzeh olduğunu bilmektir. Allah’ı, şanına layık olmayan şeylerden tenzih etmenin bilgisinin bütün yolları bu mîzândan geçer. Çünkü Hz. İbrahim (a.s), Rabbini takdiste bu mîzânı kullandı. Bize de bunun keyfiyetini öğretti; zira Allah’ın şanından cismiyyetin nefyedilmesi esasını, bu mîzân ile öğretti.

Biz de aynı yöntemi kullanarak şöyle deriz: “İlâh, mütehayyiz (belirli bir yer kaplayan) bir cevher değildir. Çünkü ilâh ma'lül“ değildir; oysa belirli bir yer kaplayan her şey, kapladığı yer ile muhtass oluşu [bakımından] malüldür. O halde ilâh cevher değildir.”

[Özet: İlâh cevher değildir. Çünkü:

-Cevher (mütehayyiz olması sebebiyle) ma'lüldür.
-İlâh ise maclül değildir. O halde llâh cevher değildir.]

“İlâh, araz değildir” sonucuna da varırız:

Araz, hayy-âlim değildir.
AIlah ise hayy-âlimdir.
O halde ilah,araz değildir.(Zorunlu netice)

Allah’ı, şanına layık olmayan diğer nitelemelerden takdis ve tenzih etmek de aynı şekilde iki aslın birleşimi sayesinde bilinebilir.

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim,syf.78-80
Türkiye Yazma Eserler

Devamını Oku »