Savaş Arifesinde Anadolu’da Alevi Katliamı Yaptı mı?

XVI. yüzyılın ikinci yarısında kaleme alınmış Osmanlı tarihlerinde yapılan teftişler sonucu 40.000 kişinin tespit edilip bunların bütünüyle imha edildikleri veya bir bölümünün sürgüne gönderildiği bilgisi bulunur. Bu bilgiler zamanla Anadolu’da yapılan bu teftişler sonucu “40.000 Alevi’nin Yavuz Sultan Selim tarafından katledildiği” şeklinde nerdeyse tartışılmaz bir kabule dönüşen bilgi hâline gelerek, bugün sosyal ve siyasi vesilelerle sık sık tekrarlanan bir “paradigma” olmuştur. Bu bilginin yer aldığı kaynakların tahliline ve aslında meselenin nasıl anlaşılması gerektiğine girmeden önce Şah İsmail’in kendi dinî görüşlerini yaymak için İran’da Azerbaycan’da yaptığı hareketlere kısaca temas etmekte fayda vardır.

Safevi kaynakların yanında bazı Osmanlı kaynaklarında da yer alan bilgilere göre Şah İsmail, kendi dinî inançlarını kabul ettirmek için ele geçirdiği şehir ve kasabalarda halka çok sert davranmış, Sünni kalanlara yaşama hakkı tanımamıştır. Özellikle Isfahan, Fars, Yezd, Kirman hatta Horasan gibi bölgelerdeki yoğun Sünni nüfus Şah İsmail’in inançlarına karşı çıktıkları için topluca katledilmişlerdi(187). Mesela sadece Tebriz’de katledilen Akkoyunluların sayısını dönemin Osmanlı tarihçilerinden İbn Kemal ( ö.1534), 40.000-50.000 olarak gösterir ve mealen şöyle yazar:

“… Tebriz’e doğrulup herhangi bir engelle karşılaşmadan  şehre girdi. Akkoyunlu cemaatinden bulduğuna aman vermedi,kırdı, atasının öcünü alıp, yaşlı-genç, kadın-çocuk kırk elli bin mıkdarı Akkoyunluyu helâk edip Hasan Han ile Mirza Ahmed’i bırakıp diğer emir ve sultanların kemiklerini mezarlarından çıkardı ateşe attırdı.. kendi anasını ki Hasan Han’ın kızıydı, küfür ve zulümden men edip ona karşı çıktığı için kendi eliyle öldürdü…”(188)

İlginç şekilde benzeri ifadeleri dönemin çağdaş bir seyyah/tarihçisi olan Angiolello (ö.1525) da tekrarlar:

“.. Bu şehre girdikten sonra muhaliflerine acımasızca davrandı. Öyle ki mollalardan kadınlara ve çocuklara varıncaya kadar ahaliden pek çoğunu parça parça ettirdi. Nihayet o beldelerin ve etrafının ahalisi emrine itaat edip şehrin bütün sakinleri onun şiarı olan kızıl başlık giydiler. Burada 20.000’den fazla insan öldü.İleri gelenlerden bir kaçının kemiklerini mezardan çıkarmalarını ve yakmalarını emretti, annesini de öldürttü..”(189).

Birbirinden haberdar olmayan aynı dönemde yaşamış bu iki çağdaş tarihçinin verdikleri bilgilerin birbiriyle uyuşması, verilen rakamların abartılı olduğu düşünülse bile, ciddi bir kırımın yapılmış olduğuna açık şekilde delalet eder. Öte yandan Safevi tarihçisi Hasan-ı Rumlu(ö.1577) da bu tür katliamlar hakkında yer yer dikkate değer bilgiler verir. Mesela Karşı Kalesi’nin ele geçirilmesinin ardından şehirdeki  yaklaşık 15.000 küçük, büyük, genç yaşlı sivil halkın tamamen imha edildiğini, camiye sığınan o vilayetin büyüklerinin (seyyitler) dahi kendilerinin Hz. Ali soyundan geldiklerini söylemelerine rağmen “.. Gaziler savaşla ele geçirdikleri yerlerin küçük ve büyüklerini öldürürler ve seyit olan veya olmayan ayırımı yapmazlar..” gerekçesiyle merhametsizce katledildiklerini yazmaktadır(190).

Safevi hareketi hâkim olduğu bölgede kendi mezhebi inançları dışında herhangi bir mezhebin yaşamasına izin vermez ve bütünüyle halkın dinî anlayışlarını dönüştürürken Osmanlı topraklarında “Alevi” denilen gruplar, aşağıda tartışılacak olan 40.000 kişinin katledildiği bilgisine rağmen, varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu durum iki devlet arasındaki katı mezhebi inanç farklılığının mahiyetini anlamak bakımından son derece önemlidir. Üstelik İran’da Şah İsmail’in ön ayak olduğu “Alevi” inancı kısa zaman sonra Şiiliğin Caferi öğretisi hâline gelmiş ve izlerini neredeyse yitirmiştir. Hâlbuki Anadolu’da bu kadar büyük zulme uğradığı, katledildikleri belirtilen zümreler bulundukları yerlerde kendi inançlarıyla -içe kapanarak da olsa- hayatlarını sürdürme imkânı bulmuşlardır.

Hiç şüphesiz Osmanlılar, Şah İsmail ile başlayan bu dönemde Sünni öğretiyi bütün devlet kademelerinde ve sosyal hayatta ikame etmeye yönelik tedbirler almaya çalışmış, önceki dönemlere göre kendi resmi ideolojisini ve yaklaşımını katı sınırlarıyla belirlemiştir. Fakat bu anlayış, toplumun bütün kademelerine sirâyet edecek şekilde, tıpkı Şah İsmail’in zorla yaptığı gibi, toplumu dinî inanç yönünden tamamıyla dönüştürecek bir boyuta ulaşmamıştır.Bu bakımdan konuyu değerlendirirken tarihî serinkanlılıktan âzade olarak bir tarafı göz ardı edip diğer tarafı öne çıkarmak ve bundan sosyal (belki de siyasi!) bir menfaat beklemek, toplumlar arası husumeti körüklemekten ve karşılıklı boş suçlamalarla ictimai ahengi bozmaktan başka bir işe yaramaz.

“40.000 Alevi’nin Yavuz tarafından katledildiği”söylemine gelince: Öncelikle bu konudaki ilk bilgilerin dönemin kaynakları olan Selimnâme literatüründe geçmediği tespit edilmektedir. Konuyu açık şekilde ve bazı ayrıntılar vererek izah eden ilk kaynak İdris-i Bitlisi’nin Selimşahnâme adlı kitabıdır. I. Selim’in yanında bulunmuş ve önemli hizmetler görmüş olan İdris-i Bitlisi, II. Bayezid döneminin bir bölümünü içine alan Heşt Bihişt adlı sekiz ciltten oluşan Farsça bir Osmanlı tarihi kaleme almış, daha sonra I. Selim dönemiyle ilgili bilgileri de toplamış, fakat ölümü sebebiyle bunları temize çekme ve düzenleme imkânı bulamamıştı. Daha sonra oğlu Ebulfazl Mehmed Çelebi babasını notlarını düzenleyerek ve kendi edindiği bilgilerle de eklemeler yaparak Selimşahnâme adlı eseri tamamlamıştı. İşte bu eserde, Çaldıran Seferi’ne çıkmadan önce Edirne’de hazırlık yaparken I. Selim’in“ Kızılbaş taifesinin kökünü kazımak için” memleketteki idarecilere bir hüküm yolladığı belirtilerek şöyle emrettiği belirtilir:

“..hiç beklemeksizin her yörede Kızılbaş taifesinden her kim varsa ve nerede oturuyorsa, üç atasına dek bu Safeviye şeyhlerinin üç tabakasına (Şah İsmail ve atalarını kastediyor) inanan müritlerden iseler, her halükarda ‘imânı inkâr ile değiştiren şüphesiz doğru yoldan sapmış olur’ayeti gereğince köklerinin kazınmasını ve tebdil ile cezalandırılmayı hak etmişlerdir; kaçınılmaz olarak Rum (Anadolu) beldelerinde oturan ve yolculuk(konargöçer demek istiyor) hâlinde bulunan bu taifenin yediden yetmişe hepsini yazsınlar ve kadılar arz etsinler..”

Bu emir uyarınca onlardan büyük bir kitlenin öldürüldüğünü yazan İdris-i Bitlisi, hemen ardından manzum olarak olayları özetlediği yerde bu defa şiir diliyle şunu belirtir:

“…Yazıcılar isimleri deftere kaydedince yaşlı ve gençlerden oluşan kayıtların sayısı kırk bini buldu/ Ulaklar yazılan defterleri her yörenin hâkimine ulaştırdıktan sonra her yörede keskin kılıç adım adım yazılanlara yöneldi/ Bu öldürülenlerin sayısı hesaplanan kırk bini de aştı/ İtaat bakımından Hak’tan kim yüz çevirirse Hak onu siyaset kılıcıyla öldürür…”(191).

İdris-i Bitlisi’nin bu bilgisi daha sonraki tarihçilerden olup bu eseri de görmüş olduğu anlaşılan Hoca Sadeddin Efendi (ö.1599) ile Gelibolulu Mustafa Âlî (ö.1600) tarafından benzeri cümlelerle tekrarlanır.Hoca Sadeddin Efendi, deftere kaydedilen 40.000 kişinin bazısının katl bazısının ise hapse edildiğini (“..tefahhus ve tedkik-i hükkâm ile tahkik bulan kırk bin mikdarı ru’us-ı habîsü’n-nüfûs kimi maktûl ve kimi mahbûs olmuşidi..”)(192) yazarken Âlî, ele geçirilen “ kırk bin mikdarı”râfızinin kılıçtan geçirilip defterinin merkeze yollandığını bildirir(193).

Daha sonraki Osmanlı tarihleri bu bilgileri esas alarak daha da yayılmasına yol açmışlar, bu durum kaynaklara şüpheci yaklaşmayan modern çalışmalara da yansımıştır(194).

Bu konuda öncelikle şu husus vurgulanmalıdır ki İdris-i Bitlisi’nin yapıldığını iddia ettiği böyle bir teftişin döneminde gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği, söz konusu defterlerin hazırlanarak hükümet merkezine yollanıp yollanmadığı konusunu teyit edecek herhangi bir arşiv belgesi yahut döneminin çağdaş bir kitabî kaynağı mevcut değildir.

Aslında bu bilginin menşei, I. Selim’in kardeşi Ahmed ile mücadelesi sırasında ona ve Kızılbaş olduğu belirtilen yeğeni Murad’a katılanların tesbiti için çeşitli bölgelere yollanan hükümler olmalıdır. Nitekim 1513 yılı başında Şehzade Ahmed ve oğullarına taraftar olanların isimleri tesbit edilerek merkeze gönderilmiştir. Burada yapılan teftişin gerekçesi şöyle açıklanmaktadır:

“..şöyle emrolunmuş ki vilâyet-i Rum’da Sultan Ahmed’e varan ve varmayan taifenin ki ellerinden hayr ve şer gelir, anın gibi kimseleri arzınla irsâl edesin deyü, varanı ve varmayanı ellerine verdiğin arzda ilam edesin, öyle olsa…ellerinden hayr ve şer ge-len kimseleri esâmileriyle ve halleri ve evsâflarıyla defter olunup irsâl olundu..”
Burada Tokat, Niksar, Gedegra, Kavak, Bafra, Sonisa, Amasya, Çorum, Ladik, Muşali Karahisar (Akdağ Madeni) nahiyelerinden Şehzade Ahmed’e katılan, katılmayan, Kızılbaş olan, Şehzade Murad’ın yanına giden şahısların (muhtemelen timarlı sipahilerin) adları verilmiştir(195).

Bunun dışında bu hususla ilgili herhangi bir belgeye rastlanmamaktadır. Defterde nispeten geniş bir bölgede zikredilen şahıs adedi toplamının 70’i geçmemesi de manidardır.Şu hâlde öncelikle verilen 40.000 rakamının abartılı olduğu veya rakam olarak değil de bir hacmi belirtmek üzere yuvarlak bir sayıyı işaret ettiği söylenebilir. Nitekim yukarıda temas edildiği gibi İbn Kemal de Şah İsmail’in Tebriz’de yaptığı katliamın rakamını 40.000-50.000 olarak göstermiş; ayrıca yine İdris-i Bitlisi Şahkulu isyanı sırasında Anadolu’da 50.000 kişinin hayatını kaybettiğini yazmıştır(196).

Bundan dolayı bu gibi rakamları gerçek addedip ona göre yorumlarda bulunmak
doğru bir yaklaşım olmaz. Bunlar çok sayıda kaybı gösterme amacına matuf olarak okuyucuların zihinlerinde bir canlandırma yapmasını sağlayacak bilgiler şeklinde mütalaa edilmelidir(197). Ayrıca yukarıdaki kaynaklara inanılacak dahi olsa 1513-1514 arasında oldukça kısa bir sürede bu kadar kişinin tahririnin yapılıp merkeze gönderilmesi, ardından da bu defterlerin tekrar ilgililere yollanarak isimleri yazılı olanların katlinin gerçekleştirilmesi pek mümkün görünmemektedir.

Üstelik Hoca Sadeddin Efendi’nin yazdığına dikkat edilecek olursa bunların hepsinin
değil bir kısmının katledildiği, diğerlerinin ise hapse atıldığı anlaşılır.Nitekim II. Bayezid döneminden beri isyanlara katılanlar veya Kızılbaş olduğu iddiasıyla yakalananların çoğunun Mora Yarımadası’na sürgün edildiği bilinmektedir.Geç tarihli kaynaklarda bu bilgilerin abartılarak nakledilmesinde aslında Safevi ve Osmanlılar arasındaki siyasi-dinî çekişme yatmakta,

Sünni inancı bütünüyle ortaya çıkaran XVI. yüzyılın tarihçileri bir ölçüde karşı tarafa gözdağı verme, yandaşlarına da iftihar vesilesi veya dinî inanca ne kadar bağlı olunduğunu kuvvetle vurgulama amacıyla bu gibi bilgileri daha da abartarak kullanma eğilimi sergilemektedir.Ayrıca Çaldıran Savaşı arifesinde başlandığı anlaşılan ve vergi amaçlı nüfus tespitlerini içine alan bazı tahrir defterlerinde, mesela Trabzon kesiminde,Çepnilerin yoğun olarak bulundukları yaylalık alanlarda-ki köylerin boşalıp Şah İsmail’e katılmış bulunduklarına dair kayıtlara rastlanır. Hatta daha sonra söz konusu köylerin halkının geri dönmeleri durumunda vergi muafiyeti ile iskânlarının sağlanacağına dair resmî emirler bulunmaktadır(198).

Sonuç olarak hiç şüphesiz Şah İsmail’in mektuplarıyla yakalanan Safevi halifeleri, bunların Anadolu’nun çeşitli yerlerinde temas kurdukları tarikat şeyhlerinin bazıları ve âsi elebaşları şiddet uygulanarak katledilmiştir, fakat bunun sistemli bir “ Kızılbaş temizliğine” dönüştüğünü söylemek yukarıdaki veriler de nazarı itibara  alınırsa, kanaatimizce büyük bir yanılgıdır.

Feridun M.Emecen - Yavuz Sultan Selim,syf.95-100

Dipnotlar:

187 Yahya-i Kazvini, Lübbü’t-tevârih, Tahran 1340, s. 244-250; Hasan-ı Rumlu, Ahsenü’t-tevârih, (farsça metin) s. 79-88. J.Aubin, “Sah İsmail et les notables de l’Iraq Persan”,JESHO, I/1 (London 1959), s. 57-60; F. Sümer, Aynı Eser, s. 24-25.

188 IX. Defter, s. 89. İbn Kemal Şah İsmail’in öldürdüğü Sünni ulemanın adlarını da verir.Bunlar içinde Herat’ın başta gelen uleması (şeyhülislam) olup Sadeddin Taftazani’nin neslinden gelen şahsı zikreder ve onun altmış talebesiyle birlikte katledildiğini ekler (s. 85).

189 Seyyahların Gözüyle Sultanlar ve Savaşlar, trc. T. Gündüz, İstanbul 2007, s. 79.

190 Ahsenü’t-tevârih (farsça metin), aynı yer; krş. Rumlu Hasan, Ahsen ( Türkçe trc), s.161-162.

191 Selimşahnâme, s. 130 ve 136.

192 Tâcü’t-tevârih, II, 245-246.

193 Künhü’l-ahbâr, I/1, 1076-1077.

194 Mesela bk. Tansel, Yavuz Sultan Selim, s. 38. İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II ( Ankara 1995), s. 257-258; Ş. Tekindağ, “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz
Sultan Selim’in İran Seferi”, Tarih Dergisi, sy. 22 (1968), s. 56.

195 TSMA, nr. D. 10149’da kayıtlı bu defterden ilk söz eden Ç. Uluçay olmuştur (“Aynı Makale”, sy. 11, s. 192). Daha sonra da aynen J.L. Bacque-Grammont tarafından yayımlanmıştır: “1513 Yılında Rum Eyâletinde Şüpheli Timar Sahiplerine ait bir Liste”, trc.L. Güçer, Ord. Prof. Ömer Lütfi Barkan’a Armağan, İFM, 44/1-2 (1985), s. 163-176.

196 Selimşahnâme, s. 89; Ayrıca bk. Ş. Tekindağ, “Aynı Makale”, s. 51.

197 F. Sümer de bu rakamı gerçekci bulmamıştır: Safevi Devleti’nin Kuruluşu, s. 36. Ayrıca  S. Savaş, XVI. Asırda Anadolu’da Alevilik, Ankara 2002, s. 111.

198-Başbakanlık Osmanlı Arşivi (=BA), Tahrir Defteri (=TD), nr. 52, s. 617-760 .
Devamını Oku »

Yavuz Sultan Selim'in Kudüs Ziyareti

Gazze Zaferi haberi I. Selim’e beş gün sonra 26 Aralık’ta Celculiye konağında iken ulaştı.Padişah Kudüs şehrini ziyaret etmek istedi.Ancak tehlikeli olabileceği düşüncesiyle bazı paşalar karşı çıktı. İdris-i Bitlisî bu sırada padişahı ziyaret için teşvik ettiğini ve ona şöyle dediğini yazar:

“..Bu mukaddes toprakların hükümdarı olmak zahirî ve manevi saltanat gereğince Hz. Süleyman ve Hz. Davud Peygamberlere mahsustur. Onlara nispet edilir. Güçlü sultanlar ve padişahlar Resulullah’ın halifesi ve o Peygamberlerin halefleri mesâbesindedir. Menzil ve makama yakın olunması itibarıyla halef olunana tâzim ve saygı göstermek ise yüce şanlı padişahlara lâyıktır…”

I. Selim de bu cevaptan hoşlanarak Kudüs’e girmeye karar vermiştir.(1) Padişah yanında İdris-i Bitlisî ve birkaç yakın adamı olduğu hâlde şehri ziyaret etti. Kendisini korumak üzere 1.000 tüfekli yeniçeri ve 500 sipahi de yanında bulunuyordu(2).

Padişahın Kudüs’ü ziyareti,onun üstlenmeyi düşündüğü yeni dini misyon içerisinde önemli bir yere sahiptir. I. Selim böylece bir taraftan hiç şüphesiz kutsal yerlerin bizzat koruyucusu olacağını ilan ederken öte yandan klasik Osmanlı imparatorluk vizyonunu da temsil ettiğini göstermek istiyordu. Bu vizyon bilindiği üzere çeşitli dinî grupları Osmanlı idaresi altında bir arada yaşatmaktı ve Osmanlılar bu yoldaki tecrübelerini uzun zamandır Batı’daki uygulamalarıyla olgun hâle getirmişlerdi.

Kudüs her şeyden önce bu anlayışın ve her üç dinden oluşan Osmanlı tebaası için çarpıcı bir yapı taşı olacaktı. Padişahın bizzat gösterişli maiyetiyle Kudüs’ü ansızın ziyareti bu anlamda sembolik bir değer taşıyordu.I. Selim’in Kudüs’ü ziyareti hususu, dönemin Osmanlı kaynaklarında bir-ikisi hariç teferruatlı anlatılmaz. Fakat onunla birlikte Kudüs’e giden hatta padişahın buraya gitmesini özellikle teşvik eden tarihçi ve münşi İdris-i Bitlisi, bu hususta ilginç bilgiler verir.Yukarıda da temas edildiği gibi padişah Küdus’ü ziyaret arzusunu gündeme getirince bazı devlet adamları emniyet gerekçesiyle karşı çıkmış,seferin tamamlanmasından sonra bunun uygun olacağını söylemişlerdi.Bunun üzerine Idris-i Bitlisi devreye girerek tereddüt eden padişahın bir an önce bu kutsi makamı ziyaret etmesinin gerekli olduğunu bildirmişti.

Hatta Hz. Peygamber’in “İnsanları ancak üç mescit takviye eder, Mescit-i haram,Mescit-i Aksa ve benim mescidim” mealindeki hadisini öne sürerek,bu mukaddes toprakların hükümdarı olmanın zahiri ve manevi saltanat gereğince, Hz. Süleyman ve Hz. Davud peygamberlere mahsus bulunduğunu söylemişti.Güçlü padişahlar, Hz. Muhammed’in ve diğer peygamberlerin halefleri mesabesinde oldukları için onların değer verdikleri kutlu makamları bu kadar yakınına gelmişken ziyaret etmemenin yerinde olmayacağını; halef olunanlara tazim ve saygı göstermenin şanı yüce sultanlara layık bir hareket olacağını ifade etmişti.

Ayrıca bu durumu padişahın atadığı ve bir bakıma halef kıldığı kimselerin saltanat makamına yakın gelmişken onun huzuruna çıkmamalarına benzetmişti. İdris-i Bitlisi, sözlerinden etkilenen padişahın kararında ısrarcı olarak her türlü tehlikeye karşı bu kutsal makamı görmek için Remle’den bir merhalede durmaksızın akşam vaktine yakın Kudüs’e geldiğini de yazar(3).

Padişahın Kudüs’te nereleri ziyaret ettiği konusunda en ayrıntılı bilgi bu seferde bulunduğu anlaşılan Silahşor lakablı bir Osmanlı tarihçisi tarafından verilir. Ona göre I. Selim yanında 500 piyade tüfekçi ve 1.000 kadar kapıkulu süvarisi, çok yakını olan bazı devlet adamlarıyla birlikte ikindi vakti Kudüs’e ulaştı. Şehrin dışında çadırını kurarak bir süre dinlendi ve Mescid-i Aksa’daki hizmetlilere haber yollayıp akşam namazını orada kılacağını bildirdi. Sonra atıyla şehre girip Kubbetü’s-sahre önlerine geldi, atından indi ve önce burayı ziyaret etti. 55 adım yürüyüp merdivenlere ulaştı, on beş adımda burayı çıktı, altmış adımda kapısının önüne geldi.

Burada “ rumman-ı Davud Nebi’yi ve nahl-ı Hamza’yı” ziyaret ettikten sonra “hacer-i sahre”yi dolaşıp on üç basamak altına inip iki rekât hacet namazı kıldı. Buradan çıkıp yine sahrenin sol tarafında mihrap önüne varıp yine namaz kıldı, dua etti.Ardından dışarı çıktı, buranın hizmetlilerine bol bol bahşişler verdi.

Yine yürüyerek sahre sofasından inip yüz elli adımda avlusunu/haremini geçti, Mescid-i Aksa’ya geldi. Buranın hademeleri kendisini ellerinde mumlar olduğu hâlde karşıladı, içeri giren padişah önce etrafa göz attı, o sırada 12.000 kandil yakılmış etraf gündüz gibi aydınlanmıştı. Yürüyüp seksen beş adımda mihrap önüne ulaştı, akşam namazını cemaatle kıldı,namaz bittikten sonra mihrabın iki tarafında bulunan devasa direkleri ziyaret etti, burada biraz durdu, yine mihrab önüne geldi iki rekât hacet namazı daha kıldı, “zikr ve tilâvete” meşgul oldu, bol bol dua etti.

Duasını bitirdikten sonra yatsı namazı vakti girdiği için yatsı namazını da burada kıldı, hizmetlilere yine bol bol bahşişler dağıttı. Camiden çıktıktan sonra atına bindi, etrafındaki adamları fanus ve meşaleler yakıp ona eşlik ettiler. O gece dışarıdaki otağında kaldı. Ertesi sabah çok sayıda koyun, deve, öküz kurban edilmesi için emir verdi. Atına binip tekrar Kubbetüssahre’yi bu defa gündüz gözüyle ziyaret etti, yine Mescid-i Aksa’da iki rekat hacet namazı kıldı, oradan çıktıktan sonra da Kudüs’ün bütün seyredilecek mekânlarını dolaştı.

İdris-i Bitlisi, bu noktada padişahın İshak,Yakub ve Yusuf Peygamberlerin makamlarını, İsrailoğullarının nebilerinden 200 kişinin kabrinin bulunduğu mekânı ziyaret ettiğini de eklemiştir. Her bir kabir başında hem kendisine hem de İsfahani Mehmed Efendi’ye birer aşir okuttuğunu bildirmiştir.Ardından ayırım yapmaksızın bütün Kudüs halkına bol bol sadaka ve ihsanlarda bulunmuştur(4).Ayrıntılı olarak naklettiğimiz bu ziyarette görüldüğü gibi I. Selim,Kubbetüssahre ve Mescit-i Aksa’yı ana merkeze alarak Kudüs ziyaretini tamamlamıştır.

Bu durum çıkacağı Kahire Seferi öncesinde kendisi için aynı zamanda bir manevi sığınma ve tazarru vesilesi de olmuşa benzemektedir. Fakat ziyaretin sembolik değeri büyüktür, sultanın bu ziyareti, Kudüs’teki dini gruplara gösterdiği tavır, Osmanlı misyonunun mahiyetini belirleyecek önemdedir; üstelik çeşitli dinî gruplara birtakım ayrıcalıklarının bu sırada bizzat padişah tarafından bağışlandığı yolunda ileride cemaatler arasında çıkan çeşitli meselelerde Osmanlı hükümet merkezi tarafından daimi olarak kabul görecek iddialarına dahi mesnet olmuştur.I. Selim’in Kudüs ziyareti daha döneminde Batı literatürüne de yansımış gözükmektedir.

Christen Kauffman adlı bir tacirin papaya yolladığı Ocak 1917 tarihli raporda Kudüs’ü ziyaret eden padişahın Hz. İsa’ya atfedilen mezarı da ziyaret ettiği, etrafına yapılmış engelleme duvarını,mezarın daha iyi görünmesini sağlamak için yıktırdığı; hatta bir âyin dinlemek istediği ve oradaki Fransisken rahiplerine 20.000 akçe dağıttığı gibi Osmanlı kaynaklarında bulunmayan, muhtemelen tevatür niteliği taşıyan bilgelere yer verilmiştir. Hatta onun Sina Çölü’ndeki Azize Katerina Manastırı’nı dahi ziyaret ettiği bildirilmiştir(5).

Feridun M.Emecen - Yavuz Sultan Selim,syf.244-248

1- Selimşahnâme, s. 333.

2- Haydar Çelebi, “Ruznâme”, s. 483.

3 - Selimşahnâme, s. 331-332.

4- “Fetihnâme-i Diyâr-ı Arab”, Tarih Vesikaları, I/2 (1958), s. 318-319

5- Bayerische Staats Bibliothek, nr. VD16 B 251(Nürnberg 1518);VD16 0 740 (1518);
VD16 0 738.
Devamını Oku »