Osmanlı Tarihinde Dönemler



İnsanoğlu, evrendeki milyonlarca karmaşık olayı, zihninde geliştirdiği birtakım çerçeve ve örneğe göre biraraya getirip manalandırmak ihtiyacındadır. Bulutlara bakıp onları zihnindeki belli şekillere benzeten bir kimsenin fantezisi gibi. İnsanoğlu, zaman ve mekân oluşumu içinde iz bırakmış milyonlarca toplumsal olayı da, aynı biçimde belli çerçeveler içine koyup manalandırmayı ve kavramayı dener. Toplum birimi, aile, kabile, kavim, devlet, millet ve nihayet tüm insanlık olabilir.

Olaylar yığınına, kafasındaki örnek ve çerçevelere göre bir şekil ve anlam vermeye çalışır. Geçmişteki olayları biraraya getirip manalandıran bu çerçeveler, tarih dönemleri şeklinde bir görünüşe bürünür. Bu çerçeveleri, onun fantazileri, hayat görüşü, içinde yaşadığı toplum biriminin inanç ve beklentileri yahut da belli bir sosyolojik formül/teori şekillendirir. Geçmişi kadrolayan bu çerçeveler kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir; belli bir tarih görüşü ve önümüze belli bir tarihî tablo koyar. Derin değişim noktalarının tespitini de, önceden edinilmiş inançlar belirler. Bir kelime ile, tarihte yorum ve önerilendönemler, çocuğun bulutları şekillendiren bakışından pek de farklı değildir.

İnsanlık tarihine bir yorum, nesnel (objektif) bir metodoloji getirme çabası, Vico, Hegel, Spengler, Dilthey, Toynbee ve Braudel gibi birçok büyük düşünür ve tarihçiyi uğraştırmıştır. Temel sorun şudur. Acaba tarihi olaylar yığınına nesnel bir çerçeve vermekte birtakım nesnel (objektif) ölçütleri esas almak, böylece olabildiğince bir nesnel tarihe varmak mümkün müdür?

Dönemlerin hareket noktası kökten değişim tarihlerinin tespitinde ölçütlerimiz; bir myth (efsane), bir dinî sistem veya grup dayanışımı yahut belli siyasi bir ideoloji olabilir. Yahut o tarih, kendi iç gelişimi bakımından veya dünya tarihi çerçevesinde ele alınabilir. Bir toplumu her yönüyle şekillendiren, ona dayanışım prensibini, tüm hareket ve yaratıcılığını veren temel öge veya ögeleri tespit etmeden değişme noktalarını tanımak güçtür.

Osmanlı tarihinde İslam ve gaza prensibi böyle bir işlev görüyordu. Son kez Fransız Annales mektebinin bazı nesnel ölçütlere (coğrafî koşullar, nüfusta, ekonomide değişmeler) göre nesnel bir gelişim yorumu ve dönemler tespiti önerisi tarihçilerce kabul görmüştür. Fernand Braudel’in uzun süreç (longue durée) teorisi, böyle bir yaklaşımın meyvesidir. Braudel her toplumun üç-dört kuşak içinde yapısal değişikliğe uğrayabileceği varsayımından yola çıkar. Ama bu yaklaşım da tarihi gelişimi anlamak için yetersiz görülmüştür. Bu yaklaşım, insan iradesini ve zihniyetini (mentalité) dışarda bırakan, insanlık tarihini tümüyle insan dışında faktörlere indiren abartılı bir mekanik determinizm içermiyor mu?

Öbür yandan Annales mektebinin etkisiyle gerçek tarihin, devletler tarihi olmaktan ziyade toplumlar tarihi, halk kitlelerinin yaşam tarihi olması gerektiği görüşü ağır basmış, toplum içinde insanı ele almış, ve sonuçta sosyolojik kavramlar gittikçe daha çok tarih araştırmalarına yön vermeye başlamıştır. Türkiye’de, özellikle F. Köprülü, Ö. L. Barkan ve başkalarının çığır açan faaliyetiyle böyle bir doğrultuda son yarım yüzyılda büyük mesafe alınmıştır. Bu üretgencilikte muazzam arşiv olanaklarının katkısı büyüktür. Biz, aşağıda iç dinamikleri esas alan bir gelişim ve dönemler denemesi sunmak çabasındayız.

***

Öncelikle, Osmanlıların bizzat kendilerinin tarihlerini dönemlere bölüp bölmediklerini, yaşadıkları çağ ile önceki çağlar arasında bir ayırımın bilincinde olup olmadıklarını ve tarihte devirler hakkında ne gibi fikirlere sahip bulunduklarını gözden geçirelim.

II. Bayezid’in emriyle yazdığı özenle hazırlanmış tarihinin mukaddimesinde Kemalpaşazâde, Osmanlı tarihini daha önceki Müslüman hanedanlarla karşılaştırır ve “Osmanlı hanedanının üstünlüğünün sebepleri”ni (vücûh-i rüchan) üç başlık halinde toplar.[1]

Büyük bilgin ilk olarak, diğer Müslüman hanedanların aksine Osmanlıların, İslâm dünyasında daha önceki Müslüman devletleri zorla istilâ ederek değil ve fakat Dârü’l-Harb’e ait toprakların fethi yoluyla devletlerini kurduklarını belirtir. İkinci olarak, Osmanlı Devleti’nde hükümdarın otoritesi ve kanunların geçerliliği tam ve mutlaktır. Üçüncü olarak da, Osmanlı Devleti bütün ötekilerden daha zengin, daha çok nüfusa sahip ve ülke bakımından daha geniştir. Hiçbir devlet Osmanlıların askerî gücüne sahip değildir; yalnız Osmanlı Devleti büyük bir deniz gücüne sahip olmuştur. Osmanlı sultanlarının amacı, ‘tedbîr-i imâret-i rûy-ı zemin’, yani yeryüzünü mamur hale getirmek, hak dininin düşmanlarını yok etmek ve Kutsal Kanunu (Şerîatı) desteklemektir.

Âşıkpaşazâde’nin derleme tarihi (kompilasyonu) ve anonim Tevârih-i Âl-i Osmân gibi popüler eserlerde, farklı dönemlere dair fikirlerin daha öznel bir biçimde ifade edildiğini görmekteyiz. Meselâ, Anonim Tevârihlerden,[2] I. Bayezıd saltanatında (1389-1402), Uc beyliği geleneklerini savunan çevrelerin, Sultanın emperyal-merkeziyetçi politikasına karşı tepkisinin epeyce şiddetli bir ifadesini bulmaktayız.

Bu kronikler, I. Bayezid’in hükümdarlık döneminde meydana gelen saray hayatının kul sistemi ve işret meclisler ile debdebeli bir hal alması, merkezileşmiş bir bürokrasi ve maliye yönetimlerinin denetimi ve çeşitli ‘Frenk’ âdetlerinin benimsenmesi hakkında keskin eleştiriler içerir. Bu eleştiriler, ‘yeni’ dönemin ondan önceki dönem ile keskin bir şekilde tezat halinde bulunduğunu ileri sürer. Aslında bu eleştiriler, merkeziyetçi imparatorluk dönemine geçildiğinin bilincini gösterir.

II. Bayezid’in saltanatı döneminde yazılan eserlerde de, II. Mehmed devrinde meydana gelen kapsamlı gelişmeler hakkında benzer eleştirilere rastlıyoruz. Kuşkusuz, İstanbul Fâtihi, Osmanlı Devleti’ni her bakımdan bir imparatorluk durumuna getiren ve kişiliğinde klasik mutlak otorite sahibi padişahı yaratmış bir sultandır. O, her bakımdan Osmanlı tarihinde yeni bir devir açmıştır.

16. yüzyılın sonlarına doğru, tahta çıkışı vesilesiyle ilân ettiği meşhur Adâletnâme’de yönetimdeki yolsuzlukları sıralarken III. Mehmed (1595-1603) Süleyman’ın saltanat dönemini ideal bir dönem olarak gösteriyor ve o dönemin kanun ve ilkelerine dönmeyi talep ediyordu.[3]

Ne var ki, onun hükümdarlık döneminde siyasî, malî ve askeri bunalım daha da ağırlaştı ve imparatorluğu yarım yüz yıllık tam bir düzensizlik ve bozulmanın içine soktu. İşte bu dönemde, Osmanlı devlet adamları ve yazarları, önceki Altın Çağ[4] ile kendilerinin yaşadıkları “tagayyur ve fesad” devri arasındaki ayırımın keskin bir biçimde farkına vardılar ve eski nasihatnâmeler tarzında yazdıkları lâyihalarda (memorandumlar) Osmanlı idaresindeki kusurlara dair gerçekçi gözlem ve eleştiriler ortaya attılar.

Bu tarzın en iyi bilinen yazarı Koçi Bey’dir. Ama, ondan önce 16. yüzyılın sonları ve 17. yüzyılın başlarında bu vadide yazmış başkaları vardır ve aslında Koçi Bey birçok gözlemi onlardan, özellikle Kitab-i Mustatab’dan aktarmıştır.[5] 16. yüzyılın sonuna doğru Selânikî ve Nushatü’s-Selâtin’inde Mustafa ‘Âlî,[6] ve nihayet 17. yüzyıl başında ‘Ayn-i Ali ve Kitâb-ı Mustatab yazarı[7]kanunların ve düzenin bozulması (“tagayyur ve fesad”) üzerinde ayrıntılı gözlem ve analizler yaparlar. Gerçekte onların devlet felsefesi ve eleştirileri geleneksel nasîhatnâmeler çerçevesinden ayrılmaz. Sâfiyâne, önceki devirlerde işlerin iyi gittiği ve gereği gibi düzenli olduğunda ısrar ederler.

Bunlar bozulmanın kökenini, 16. yüzyılın son çeyreğinde III. Murad (1574-1595) ve III. Mehmed (1595-1603)’in hükümdarlık dönemlerinde bulurlar ve genelde Süleyman dönemini izlenecek örnek olarak gösterirler. Bu zamandan 20. yüzyıla kadar Osmanlılar arasında, imparatorluğun çöküşü ve bunu durdurmak için ihtiyaç duyulan ıslahat hakkında çoğu zaman birbirini izleyen fikirler ortaya atılmıştır. Böylece, tarihî gelişmenin kanunları ve dönemler anlayışı üzerine (Kâtib Çelebi) ilginç fikirler ileri sürülmüştür. Osmanlı yazarları genelde Gazalî, Fârâbî, Nasîreddîn Tûsî, Devvanî ve özellikle İbn Haldun’un siyaset teorilerinden esinlenmişlerdir.[8]

Bunların arasında Kâtib Çelebi ve Naîmâ özel bir yer tutar. Düstûrü’l-amel[9] adlı risâlesinde Kâtib Çelebi toplumların niteliği ve gelişmesiyle insanın doğası ve gelişmesi arasında tam bir paralellik (anthropomorfism) öngörmüştür. İnsanlar gibi toplumlar da, ilki büyüme dönemi, ikincisi istikrarlı olgunluk dönemi ve üçüncüsü de zeval dönemi olmak üzere, üç dönemden geçerler. Ancak sağlam bir yapısı bulunan toplumlarda çöküş, geç ortaya çıkar ve uygun önlemler alarak çöküşü ertelemek mümkündür. Bununla birlikte, kaçınılmaz sondan kurtulmak imkânsızdır. Sırasıyla, temel üreticiler olan köylüleri, askerî sınıfları ve devletin malî idaresini göz önüne alarak Kâtib Çelebi, bunların her birinde zaaf ve çözülmenin ne zaman belirmeye başladığını tespit etmeye çalışır.

Onun başlangıç noktası, eski nasihatnâmelerinkinin aynısıdır; yani, hükümdar orduya, ordu servete (mala), servet reâyânın refahına ve reâyânın refahı da adalete bağlıdır (daire-i adalet).[10] Kâtib Çelebi’nin çöküşün sebeplerini belirlemek için toplumdaki özel sınıfları incelemeye girişmesi ilginçtir.

O, olgunluk döneminin, 1593’de Celâlîlerin ortaya çıkışına kadar sürdüğü inancındadır; ülkenin ve devlet hazinesinin gerçek malî desteği köylüdür.

Kâtib Çelebi, Osmanlı ülkesindeki köylü sınıfının; ağır vergilendirme, yöneticilerin yolsuzlukları ve rüşvet ve vergilerin mültezimlerin eline bırakılması yüzünden harap olduğunu öne sürer. O da, Süleyman çağını, devleti oluşturan ana sınıfların denge içinde bulunduğu mutlu bir dönem sayar.

Tarihinin girişinde Naîmâ,[11] Mustafa Âlî, Kâtib Çelebi, Kınalızâde ve özellikle en büyük tarihçi olarak gördüğü İbn Haldun tarafından ifade edilmiş olan toplum ve tarih hakkındaki teorileri özetler. İbn Haldun’u izliyen Naîmâ, devletlerin ve medeniyetlerin gelişmesine yön veren çeşitli ilke ve etkenleri açıkladıktan sonra İbn Haldun’un beş dönem teorisini özetler. Bu şemayı Osmanlı tarihine uyarlama çabasında Naîmâ, 1683’deki Viyana bozgununu izleyen yenilgiler ardından gelen barışçı politikayı dördüncü dönemin başlangıcı sayar; yani önceki dönemin ilke ve kanunlarının izlendiği ve devletin olabildiğince komşularıyla barış içinde yaşamaya çalıştığı bir kanaat ve sükûnet döneminin belirtisi olarak yorumlar.

Naîmâ’dan sonra, İbn Haldun’un teorisi, Osmanlı tarihinin seyrini açıklayan çöküş devri tarihçileri tarafından giderek daha fazla benimsendi. Gerçekten de, İbn Haldun’un fikirlerinin etkisini, 1700’den sonra Amcazâde Hüseyin Paşa ve daha sonra Ragıp Paşa’nın, imparatorluğu ölümcül bir çalkantıdan kurtarmak ümidiyle barışçı bir siyasete sıkı sıkıya bağlanmalarında görmekteyiz. Naîmâ’nın, tarihini Amcazâde Hüseyin Paşa için yazdığını ve aynı dönemde İbn Haldun’un Mukaddime’sinin Türkçeye çevrildiğini[12] de hatırlayalım.

Osmanlı tarihini İslâm siyaset ve ahlâk felsefesine göre sistemli biçimde dönemlere ayırmaya çalışan Osmanlı tarihçileri, 19. yüzyılda Ahmed Cevdet Paşa[13] ve Mustafa Nuri Paşa[14] izledi. Kâtib Çelebi gibi onlar da, Osmanlı tarihini başlıca üç ana döneme ayırıyorlardı: gençlik, yani büyüme; orta yaş yani istikrarlı olgunluk çağı; ve yaşlılık yani çöküş dönemi. Bundan sonra her dönemi alt aşamalara ayırırlar.

Mustafa Nuri Paşa’nın önemli özelliği, Osmanlı tarihinin dönemlerini belirlemeye çalışırken, sadece siyasî tarih ölçütlerini değil, fakat aynı zamanda kurumlar tarihi ve kültürel gelişmeler ölçütlerini de kullanmasıdır.

Ona göre, üçüncü aşama sırasında (yani genel olarak 16. yüzyılda), lükse duyulan eğilim artmış, ahlâk ölçüleri kaybolmuş ve çözülmenin ilk işaretleri görünmeye başlamıştır. Fakat, eğer gerçek çöküş 1683’de Viyana önündeki bozgundan sonra başladıysa, 1595’den 1683’e kadarki safha olgunluk dönemi içinde sayılmalıdır. Osmanlı tarihinin, büyüme, olgunluk ve çöküş olarak, anthropomorfist biçimde üç döneme ayrılması teorisi, Türkiye okul kitaplarımızın dayandığı klasik bölümlenme olarak Abdurrahman Şeref ve Yusuf Akçura yoluyla günümüze kadar gelmiştir.

***

Belli bir tarih sürecini dönemlere ayırmaya çalışırken, önceden tasarlanmış bir tarih kuramına dayalı katı bir çerçeve gerekmez ve bunun gerçek bir bilimsel metodoloji olmadığı Leopold von Ranke’den beri anlaşılmıştır. Tarihi gelişmeyi, belgelere dayanan inceleme ve olayları sebepler zinciri (causalité) içinde açıklama metodu o zamandan beri tarihçinin atölyesine egemen olmuştur. Biz burada gelişmeyi, devlet ve toplumun denge arıyan faaliyeti ve bu dengeyi bulduğu dönemler şeklinde bir çerçeve ile yorumlamaya çalışacağız. Tarihi süreç başlıca şu temel cepheleriyle ele alınmalıdır.

İlk olarak, yüzyıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğu ve yabancı güçler arasında kurulan değişen denge, sonra imparatorluk içinde hükümdarın değişen siyasi otoritesi sorunu ve bunun imparatorluk içindeki öteki kuvvetler karşısında denge durumu ve nihayet devletin askerî, malî ve toplumsal kurumlarının dayandığı toprak tasarrufu ve işlenmesi sisteminin geçirdiği aşamalar açısından incelemek gerektiğine inanıyoruz (Çift-hane). Bu bize tarihi realiteye en yakın yorumlama biçimi olarak görünmektedir.

Cihad veya gazâ, yani İslâmî Kutsal Savaş, 17. yüzyılın sonuna kadar Osmanlı Devleti’nin dinamik hareket ilkesi olarak devam etmiştir. 1354 itibariyle İznikli Müslümanlar, esirleri olan Selanik Başpiskoposu Gregory Palamas ile tartışmalarında, Hıristiyan Batı’nın istilâsının kaçınılmaz olduğundan bahsetmekteydiler[15] ve 1333’e kadar inen erken bir tarihten itibaren Bizans imparatorları, Osmanlı tehlikesine karşı Kiliselerin Birliğini önererek yardım için papaya başvurmaya başladılar.

Bununla birlikte, gazânın sadece Bizans İmparatorluğu ile Balkan ülkelerini kaygılandırmaktan çıkıp bir Avrupa sorunu haline gelişi, ancak I. Bayezid (1389-1402) zamanında gerçekleşmiştir. Osmanlıların 1393 ile 1396 arasındaki yıllarda, bir doğrultuda Adriyatik ve Mora’ya, öbür yandan Tuna kıyılarına ulaşmasından sonradır ki, Macaristan ve Venedik kesin bir kararla eyleme geçmiş ve bir Haçlı seferi için Batı Hıristiyan dünyasını harekete geçirebilmiştir.[16]

Buradaki gerçek sorun, bir yanda Macaristan ve Venedik, öte yanda bu devletlerle Osmanlı İmparatorluğu arasında Konstantinopolis ve Balkanlar’a kimin sahip olacağı sorunu idi; siyasi bir güç karşılaşması idi. Gaza siyasetinin en yüksek noktasını II. Mehmed temsil etmiş ve sorunu Osmanlılar lehine çözümle bir dengeye ulaştırmıştır. Bununla beraber, Fâtih, Akdeniz’in ve Orta Avrupa’nın kapıları sayılan Rodos ve Belgrad’da durdurulmuştur. Osmanlı için gazâ ve yayılma (buna Osmanlı emperyalizmi de deniyor) devlet, asker ve halk için kaçınılmaz bir hareket, yaşam ve denge prensibi idi.

Batı’ya yayılma politikasını ele alan Süleyman (1520-1566), 1521’de Belgrad’ın ve 1522’de de Rodos’un fethiyle Doğu-Batı ilişkilerinde yeni bir aşamayı gerçekleştirdi. Bu dönemde Osmanlıların cihada karşı tavrında, daha doğrusu devletin yapısında önemli bir değişiklik meydana gelmiştir.

Osmanlı Devleti, artık İslâm dünyasının sınırlarında gazilerin bir uç devleti değildir: Şimdi o Müslüman dünyasının tarihî ülkelerini, Mekke ve Medine dahil Arap ülkelerini sınırları içine katmış, gerçekte İslâmî bir Hilâfet haline gelmiştir. İstanbul’un fethinden sonra Memluk Sultanına gönderdiği mektupta güçlü Osmanlı Sultanı FatihSultan Mehmed (1451-1481) dahi, Memluk Sultanının ‘haccın ifasını kolaylaştırmak’ üzere Mekke’nin koruyucusu sıfatını tanımış, kendisi için gazayı ve gazileri desteklemek görevine sahip çıkmıştı.[17]Ondan sonra, I. Selim (1512-1520) ile Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) zamanına gelince Osmanlı Sultanı her iki yükümlülüğü de üzerine almıştır.

Süleyman, Akdeniz ve Orta Avrupa’da Habsburglara karşı şiddetli bir mücadeleyi sürdürürken, öbür yandan, Portekizlilere karşı Sumatra’daki Açe Sultanı’na ve Hindistanda’ki Gücerat hükümdarına askerî yardım gönderiyordu.[18] Onaltıncı yüzyılın ortalarında cihadın artık evrensel hale geldiğini ve Müslüman dünyasının hâmisi olarak Osmanlı Devleti’nin her cephede aktif duruma geçtiğini görmekteyiz. Bu, Osmanlı tarihinde yeni bir dönem açıyor, bunda başarı kazanarak yeni bir dengeye, döneme ulaşıyordu.

Bu noktada, Osmanlı siyasetini yönlendiren temel diplomatik ilkenin, Hıristiyan dünyasını bölünmüş halde tutmak olduğunu vurgulamalıyız. Süleymanın seferlerini yazan Matrakcı Nasûh, Fransa’yı destekleme politikasını (1526 Macaristan seferi bunun için yapılmıştır) açıklarken, bunda Avrupa’yı parçalanmış halde tutmanın esas olduğunu belirtmiştir. 16. yüzyılda Osmanlılar, haçlı seferi bahanesiyle Avrupa’yı kendi egemenlikleri altında birleştirmeye çalışan Habsburglarla Papalığı uzlaşılamaz iki düşman olarak kabul ediyor ve Avrupa’da onlara karşı ortaya çıkan her eylemi destekliyordu. Osmanlıların, 1525’den itibaren Fransa ile ittifakı ve Akdeniz’de birlikte deniz harekâtında bulunmaları Avrupa ve Osmanlı için tarihî bir gelişmedir. Bu çerçevede Süleyman’ın protestanları destekleme politikası yakınlarda bazı Batı tarihcilerinin (Fisher-Galati, Kortepeter, Setton) dikkatini çekmiştir. Nişancı Feridun’un devlet belgeleri derlemesinde Süleyman’ın 1552’de Almanya’nın Lutherci prenslerine gönderdiği mektubu bu bakımdan özel bir önem taşır.[19]

Burada Süleyman, müttefiki olan Fransa ile işbirliği ettikleri sürece protestanlara saldırmayacağına dair söz veriyordu. Osmanlılar bütün Avrupa’da Papa’ya karşı tüm dinî reformcuları teşvik ettiler ve desteklediler. II. Filip’e (1556-1598) karşı isyan halinde bulunan Hollandalılara gönderilen teşvik mektubu da yine Feridun Bey’in mecmuasında bulunmaktadır. Sultan, İspanya’da isyana hazırlanan Müslümanların (Moriskoların) Hollanda âsileriyle ilişkiye geçip aynı zamanda baş kaldırmalarını öneriyordu.

Osmanlılar, Papa ve Habsburglu İspanya Kralına karşı, Kraliçe II. Elizabeth ile dostane ilişkiler kurmaya önem verdiler, 1580’de Kraliçe’ye kapitülasyon bağışladılar ve Levant ticaretinde, Katolik siyasetine uymuş olan Fransa’nın yerine İngilizleri destekleme politikasına önem verdiler.[20] Macaristan’daki Kalvinistleri her zaman kuvvetle desteklemeleri de aynı politikanın başka bir yönünü oluşturuyordu. Süleyman döneminde Fransa ve Protestan politikasıyla Osmanlı Devleti Avrupa devletler sisteminin kaçınılmaz bir ögesi oluyor; böylece gazâ politikası pratik bir güç denge politikasıyla bağdaştırılıyordu. Bu dönem 1683 Viyana kuşatmasıyla inkâr edilmiş oldu.

1683’de kendisine aşırı güvenen ve Viyana’yı kuşatan Kara Mustafa, Avrupalı güçlerin birleşerek toptan dört cephede saldırıya geçmelerine sebep oldu. O zaman Fransa bile Osmanlı’yı desteklemekten vazgeçti. Başta papa olmak üzere Habsburglar, Venedik ve Lehistan bir Kutsal Liga kurdular. 1686’da Rusya bu ittifaka katıldı. Bundan sonra, Osmanlı’ya karşı emperyalist tutumunu Avrupa Hıristiyan dünyasını ve medeniyetini himaye maskesi altında saklama imkânına kavuştu. Bütün cephelerde onaltı yıl yıpratıcı savaşlardan ve yıkımın kenarına geldikten sonra Osmanlılar nihayet yenilgiyi kabul ettiler (Karlofça Antlaşması, 1699).

Macaristan’ın terki ile ilk parçalanma gerçekleşti. Artık Cihad tamamiyle terk edilmişti. Naîmâ’nın bu yeni barışçı politika hakkındaki samimi ifadesini gördük. 18. yüzyılda iki büyük askeri emperyalist devlet, Avusturya ile Rusya saldırıyı devam ettirdiler. Batılı devletler ise, ticari çıkarları nedeniyle Osmanlı’yı desteklediler. Karlofça görüşmelerinde Avusturya, onların baskısı sonucu barışa yanaştı. Bu dönemde Fransa ticaretinin yarısı Levant pazarlarına bağımlı idi ve ayrıca Habsburglara karşı Avrupa denge politikasında Osmanlı daima değerli bir müttefik idi.

Bu noktada, 1700-1914 arasındaki dönemde, sürekli olarak Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa arasındaki ilişkileri yönlendiren Şark Meselesi ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun ülke bütünlüğü için Batı devletlerinin desteği zorunlu hale geldi. Kanunî döneminde Osmanlı üstün gücü, Avrupa’da yeni millî devletlerin koruyucusu rolünü benimsemiş, Avrupa devletler güç dengesinde başlıca rol sahibi olmuştu. 1699’dan sonra ise, Batı devletlerinin desteği Osmanlı için kaçınılmaz bir denge unsuru olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu Bizans ile birlikte 1500 yıllık bir tarihî bölge geleneğini temsil eder. Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) zamanından itibaren Osmanlı sultanları, ‘İki Kıtanın Sultanı ve İki Denizin Hükümdarı’ [Sultanü’l-berreyn ve Hakanu’l-bahreyn] unvanını kullandılar. Batı istikametinde Balkanlara ve doğu yönünde ise Küçük Asya’ya doğru genişleyerek, Osmanlı İmparatorluğu bu iki bölgeyi Doğu Roma zamanındaki gibi Boğazlar merkezi etrafında birleşik bir imparatorluk şekline soktu. Bu, 1000 yıl süren bir tarihî geopolitik devamlılığı temsil ediyordu. İstanbul’da Patrik ve Şeyhülislam bu geopolitik gerçeğin timsali idiler. Osmanlılar, Balkanlar’da uzun bir mücadeleye başlamak zorunda kaldıkları sırada, Küçük Asya’da da yüzyıllarca devam eden geleneksel bir siyasî durumla uğraşmak mecburiyetinde kalıyordu.

Rum (Anadolu) Selçuklu Sultanlığı 12. yüzyılda, İran’a hükmeden Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun bir uç eyaleti sayılıyordu. 13. yüzyılda İran İlhanlı Devleti bu durumu yineledi. Osmanlı Beyliği dahil tüm beylikler, İlhanlı maliye defterlerinde bu imparatorluğun Ucat eyaletleri olarak kaydedilmiştir. Ancak I. Bayezid’in (1389-1402) saltanatında Osmanlı hükümdarı kendini Rum Selçuklu sultanlarının mirascısı, Anadolu’nun meşrû efendisi olarak görmeye başladı.

Bayezıd, Anadolu Selçuklu sultanlarının taşıdığı ‘Sultanü’r-Rûm’ unvanının kendisine tevcih etmesi için Mısır’daki Halifeye baş vurdu;[21] fakat o sırada doğuda, eski Moğol İmparatorluğu’nu İslâmî bir kisve altında canlandırmak düşüncesiyle Timur ortaya çıkmıştı.

Timur, tüm Anadolu üzerinde hükümranlık iddiasında bulundu ve Bayezid’den kendisini metbu tanımasını istedi. 1402’de Ankara yakınlarında Çubuk ovasında Bayezid’i esir aldı ve Anadolu beyliklerini kendisine bağımlı devletler olarak yeniden canlandırdı. Osmanlı ülkesini de diğer beylikler gibi bağımlı bir devlet durumuna soktu (Çelebi Mehmed’in Timur’un adını taşıyan sikkeleri vardır). Hükümdarlıkları boyunca, yani yaklaşık yarım yüzyıl, I. Mehmed (1413-1421) ve II. Murad (1421-1451) üzerinde Timurlular metbuluk iddiasında bulundular. Timur’un oğlu Şahruh babasının Küçük Asya’da kurduğu düzeni devam ettirmekte azimli idi.

I. Mehmed’e gönderdiği bir mektupta Şahruh, onun kardeşlerini bertaraf edip Timur’un bahşettiği toprakları birleştirmesi eylemini onaylamadığını yazmakta idi. 1441’de Şahruh’a yazdığı mektupta II. Murad, ona bağımlı bir hükümdarın hitabına uygun ifadelerle hitap etmekte ve Osmanlıların yakın geçmişte Karamanlılardan aldıkları toprakların Timur tarafından ihsan edilmiş topraklar olduğunu belirtmeye çalışmakta idi.[22] O halde, özetle, 1441 gibi geç bir dönemde bile Timurlular hâlâ Timur’un Anadolu’da kurduğu düzeni ayakta tutmaya çalışıyorlardı. Osmanlılar buna karşı polemike başvurdular.

Timurlularla rekabet için Oğuz Han’ın oğlu Günhan’ın oğlu Kayı’nın soyundan geldikleri hakkında Osmanlı iddiaları da tam bu dönemde kuvvetle benimsendi. II. Mehmed’in 1461’den itibaren Anadolu beyliklerini ele geçirmeye başladığı sırada, Doğu Anadolu ve İran’ın efendisi olan Uzun Hasan da, Timur gibi, tüm Anadolu üzerinde hükümranlık iddiasında bulunuyordu. Bu Türkmen hükümdar, kovulmuş beyleri himayesine alıp Osmanlı Sultanına meydan okudu. 1472’de Karaman beyine destek için gönderdiği askerler Osmanlı memleketinin tam kalbine kadar sızdı, Akşehir’e geldi. Bu defa, Osmanlı Sultanı doğudaki rakibini yenecek güçteydi (Başkent Savaşı 1473) ve Anadolu bu kez kesin biçimde Konstantinopolis’in efendisinin hükmü altına girdi.[23]

Böylece, Küçük Asya’da dört yüzyıl süren bir siyasî durum, yani Anadolu’nun doğudaki büyük komşularından birine bağımlılığı sona erdi.

Bununla birlikte, Safevîler, 16. yüzyılın başında İran’da iktidara geldiklerinde, onlardan Şah İsmail alevi Kızılbaşların piri ve hükümdarı sıfatıyla Osmanlıların Anadolu’daki hükümranlığını yeniden ciddi biçimde tehdit etti. 1514’de, ateşli silahları ile I. Selim, Şah’ın Türkmen zırhlı süvarilerini dağıttı ve Safevî iddialarına kesin bir darbe indirmeyi başardı. Doğu Anadolu’yu İstanbul’a bağlıyarak tehlikeyi uzun yüzyıllar için bertaraf etti. İran ile mücadele 16. ve 17. yüzyıllarda Doğu Anadolu ötesinde Kafkaslar, Azerbaycan ve Irak’ta sürdürüldü.[24] Böylece Osmanlılar Balkanlar’da olduğu gibi Anadolu’da tam egemenliklerini kurmuş, Boğazlar ekseninde bin yıllık imparatorluk geleneğini ihya etmiş oluyorlardı.

Burada Osmanlılara karşı Batılı ve Doğulu hasımlarının birbirleriyle diplomatik temaslar kurduğunu, Osmanlı ülkesini aralarında paylaşmak için planlar yaptıklarını vurgulamalıyız. Osmanlılar üzerindeki planları için Timur Fransız sarayına mektuplar yollamış, Uzun Hasan Venedik’le ittifak yapmış ve Safevîler de Almanya ve İspanya Habsburglarına elçiler göndermiştir. Anadolu ve Rumeli’de imparatorluğu korumak kolay olmamıştır.

Osmanlılar, iki cephede aynı anda savaşmak zorunda kalmaktan daima kaçınmışlardır. Bu amaçla, doğuda ve batıda münavebeli bir savaş ve barış siyaseti izlemekte dikkatli davranmışlardır. Kanunî, İran’a sefer yapmak için İmparator Şarlken ile 1547’de barış anlaşmasını imzalamıştır. Fakat, 1593-1606 yıllarında Habsburglara karşı yürütülen Uzun Savaş sırasında Şah Abbas’ın Azerbaycan’da saldırıya geçmesi, Osmanlıları aynı anda iki cephede birden savaşmaya zorlamış ve bu savaşlar yıkıcı etkiler yapmıştır. Buraya kadar Osmanlı devletinin dünya güçleri karşısında her dönemde gerçekleştirmeye çalıştığı denge politikasını inceledik.

Şimdi Osmanlı Devleti’nin iç yapısındaki devir açan değişmelere bir göz atalım.

Hem Doğu’da hem de Batı’da dünya ölçüsünde bir mücadeleyi yerine getirmek için Osmanlılar, bütün kaynaklarını sürekli hazırlık halinde ve tek bir iradenin emrinde tutmak zorundaydılar. Böylece Osmanlı devleti, merkezileştirici mutlak bir tek otorite altında klasik Osmanlı padişahlığını kuracaktır. Bu siyasi dengeyi Osmanlılar II. Mehmed döneminde gerçekleştirdikleri zaman Avrupa’da mutlakiyetçi idare kuramcıları (Machiavelli, Postel, Bodin) Osmanlı’yı bir model olarak ele almaya başladılar.

Fatih’e kadar ilk dönemlerde Osmanlı Beyi’nin merkezî otoritesine karşı en büyük karşıtlık serhad bölgeleri Uclardan gelmekteydi.[25] Osmanlı hükümdarlarının iç siyasette aradıkları denge, bilinçli olarak merkezî hükümet denetiminin korunması ve güçlendirilmesidir. Böylece, Uc beylerinin yeni fethedilmiş topraklarda, bağımsız beylikler kurmaları engelleniyordu. Daha ilk dönemde İzmit sınır bölgesini kontrol eden bey, Osman Gazi’nin yoldaşı Akça-Koca idi. Akça-Koca’nın ölümü üzerine Orhan, bu bölgeyi idare etmek üzere büyük oğlu Süleyman’ı atadı. Süleyman daha sonra, 1340’larda Rumeli karşısında yeni fethedilen, en önemli Uc bölgesi olan Karesi sancak beyliğine gönderildi ve merkezini Biga’ya taşıdı.

Süleyman, daha sonra 1352’ de Avrupa toprağında Gelibolu Ucu’nu feth etmek üzere Çanakkale Boğazı’nı geçti, Trakya’da yerleşti. Süleyman, dönemin en güçlü Uc beyi oldu. Babasından önce, 1357’de ölmeseydi, Osmanlı tahtının doğal sahibi olurdu. I. Murad (1362-1389) tahta çıktığında, Rumeli’deki Uc kuvvetlerinin başına, en güvendiği komutan olan lalası Şahin’i, beylerbeyi veya Avrupa’daki Osmanlı kuvvetlerinin kumandanı olarak yerleştirdi. Lala Şahin Meriç vadisinde, Orta-Kol’da Edirne’den sonra merkezi Filibe olarak Rumeli’yi sultanın kontrolu altına aldı. Sol Kol’da Evrenuz, Sağ Kol’da Mihal-oğulları Beylerbeyine tâbi idiler. Fakat, Beylerbeyi ile Uc-beyleri arasındaki rekabet kaçınılmazdı.

Uc beylerinin Rumeli’de, 1373’de Şehzade Savcı’nın isyanında önemli bir rol oynadıkları anlaşılmaktadır. I. Bayezid’in 1402’deki düşüşünü izleyen iç savaş döneminde Uc beyleri bir derece bağımsızlık kazandılar ve kimin Osmanlı tahtına geçeceği büyük ölçüde onların elinde kaldı. Kendilerine doğrudan bağımlı olan akıncılar, yürükler ve Uc tımarlı sipahileri onların doğrudan doğruya emirleri altında idi.

Sırasıyla, Serez-Selanik-Teselya-Arnavutluk sınır bölgesinde Evrenuzoğulları, Üsküp’te İshak, sonra Paşa Yiğit ve oğulları, Tuna Bulgaristan’ında Mihaloğulları ile Kümülüoğulları pratikte egemen ‘feodal’ aileler durumunda olup Uc sancağını babadan oğula tevârüs ediyorlar, tımarlara kendi adamlarını getiriyorlardı. II. Murad’ın hükümdarlık döneminde Üsküp Uc-beyi İsa Bey’in denetimindeki bölgedeki 189 tımarlının 160 kadarı kendi kulları, köleleri ve kapı halkı idi.[26] Uc-beyleri bağımsız beyler gibi komşu yabancı devletlerle antlaşmalar yapıyor ve onlardan haraç alıyorlardı. Bununla beraber, II. Mehmed’in (1451-1481) gazi kişiliği ve güçlü merkeziyetçilik siyaseti karşısında Uc beyleri eski bağımsız durumlarını korumayı başaramadılar. II. Mehmed özellikle Mihaloğullarını denetimi altına almayı başardı, Rumeli’de sultanın merkeziyetçi otoritesini kurdu, böylece merkezileşmede yeni bir dengeye, yeni bir döneme ulaşılmış oldu.

II. Mehmed döneminde devlet içinde söz götürmez iktidar, Uclarda değil, merkezde-Kapıkulu kuvvetlerine dayanan Sultan’da idi. Kul sistemi,[27] yani askerî ve sivil idareyi sultanın kulları ile yürütme sistemi, ülkenin her yanında Sultanın merkezî ve mutlak otoritesini garanti altına alıyordu.

Saray kul sistemi Orhan hatta Osman zamanından beri mevcut görünmektedir. 1361’i izliyen yıllarda büyük ölçüde genişleyen devletin gereklerini karşılamak üzere merkezî bir bürokrasi ve tımar sistemi teşkil edildiği zaman, kul sistemi esas kabul edildi; ve doğrudan Sultan’a bağlı kullardan oluşan ücretli daimî ordu, Yeniçeri Ocağı kuruldu. Bu ordu, ilk kurulduğu sırada 1,000 kişi, I. Bayezid (1389-1402) döneminde 6-7,000, II. Murad devrinde 4-5,000 kişi idi. II. Mehmed’in saltanatında (1451-1481) ise mevcudu 8-10,000’e çıkarıldı.

Bu merkezi askerî güç sayesinde Osmanlı sultanları Uc beylerinden daha kuvvetli duruma geldi. Üstelik, sınır bölgeleri her ne zaman güçlü düşmanların saldırısına uğrarsa, [meselâ Kosova (1389) ve Niğbolu (1396) savaşlarında olduğu gibi] sultan, derhal harekete geçip kesin darbeyi indirebiliyordu. Kapıkulları, aynı zamanda Sultanın emir ve yasaklarını eyaletlerde uygulamak üzere yasak kulu adı altına görev yapmaktaydılar.[28]

Yeniçeri Ocağı, Kapıkullarının yalnızca bir kesimini oluşturmaktaydı. Daha 14. yüzyılda bile Sultanın kulları sadece merkezdeki askerî gücü değil, fakat aynı zamanda taşradaki tımarlı sipahilerin önemli bir bölümünü de içeriyordu. Saray’da ve taşrada bir süre hizmet gördükten sonra kullar imparatorluğun her köşesine, tımarlı, subaşı, sancak beyi veya beylerbeyleri olarak gönderiliyor, böylece Sultanın siyasî ve icraî otoritesini temsil eden asker-idareciler olarak hizmet görüyorlardı.[29] Kulların imparatorluk yönetiminde yaygın şekilde kullanımı, I. Bayezid devrinde başlamıştır. O, Anadolu’da feth ettiği beyliklerde yerli aristokratik aileler yerine kendi kullarını getirmekte idi. II. Mehmed, en yüksek siyasi-idari mevki olan veziriâzamlığı, Çandarlı ailesi yerine kendi kullarına bahşettiğinde kul sistemi tamamlanmış oldu. Kısacası, sultanın merkezî ve mutlak otoritesinin güçlenmesi, kul sisteminin gelişmesiyle el ele gitti.

Böylece devlet idaresinde yeni bir dengeye veya döneme ulaşılmış oldu. Osmanlı Sultanının öteki Müslüman hükümdarlar üzerindeki üstünlük sebeplerini sıralarken Kemalpaşazâde, Osmanlı sultanlarının kulları sayesinde emirlerini her yerde kesinlikle uygulamaya muktedir olduğunu vurgular. Eyalet idaresine atanan hiçbir kul, halk üzerinde imtiyazlı bir mevkie ulaşma ve başkaldırma imkânını bulamazdı.

Osmanlı sultanları, özellikle I. Bayezid ve II. Mehmed döneminde tüm bölgelerde yerel hanedanları ve feodal beyleri ortadan kaldırmaya ve bütün yerel ayrıcalıkları bertaraf etmeye özen gösterdiler.[30] Balkanlar’da, küçük prens ve senyörler ortadan kaldırılmış veya Osmanlı timar kadrolarına alınmıştı.

Balkan köylüsü kendilerini koruyamayan eski efendileriyle artık işbirliği yapmıyor, zimmî statüsü içerisinde Osmanlı tebaası olarak devletin himayesi altına girmiş bulunuyordu. Daha önceki askerî sınıflar ile kilise ve manastırlar da, ellerinde bulundurdukları pronoa ve charistialar üzerindeki haklarını teminat altına alan, yeni merkezileşmiş sisteme bağlanmayı daha güvenli buldular.

Özetle, merkezî Osmanlı hükümeti, eski Bizans imparatorluk geleneklerini canlandırdıkları Balkanlar’da, bir iktidar ve güven kaynağı olarak hareket ediyordu. Anadolu’dan koşup gelerek ganimet arıyan gaziler, ulema ve toprağa aç köylüler, sürekli artan sayılarda bu güvenilir imparatorluğun hizmetine girmek için Avrupa’da feth edilen topraklara göç etmekte idiler. Bunun yanında, devleti sık sık iç savaşa sürükliyen ve halkı bezdiren saltanat müddeilerini bertaraf etmek için de, zalim fakat zorunlu bir çözüm bulundu. II. Mehmed, kardeş katli geleneğini kanunnâmesine bir madde olarak koydu.

Çok sonra 16. yüzyıl sonlarında şehzadelerin sancağa vali gönderilmesi âdeti de kaldırıldı. Böylece mutlak merkezî otoritenin sürekliliği yolunda kesin adımlar atılmış oldu. Hükümranlığın yönetici ailenin bütün bireylerine ortaklaşa ait olduğu eski Türk geleneğine bu suretle son verilmiş, kadim Doğu’nun tek mutlak hükümdarın şahsında temsil edilen bölünmez ve kutsal otorite fikri benimsenmiş oldu.[31]Şehzadeler arasında, yıkıcı iç savaşlar dönemi böylece kaldırılmış, yeni bir denge ve düzen yerleşmiş oldu.

Fakat, 16. yüzyılın sonunlarından itibaren sultanın dayandığı güç, yani saray halkı ve Yeniçeri ve öbür Kapıkulları, onun adına devleti kendi denetimleri altına sokacak kadar güç ve nüfuz kazandılar. Onları dengeleyecek bir güç kalmadı. 1600’e doğru Yeniçerilerin sayısı 35-50 bine vardı; onlar 1622’de Sultan II. Osman’ı tahttan indirip katledecek kadar ileri gittiler.

Kapıkulları, devlette tüm iktidarı elde edip eyaletlerde otoriteyi ve gelir kaynaklarını da ele geçirdiler. Evliya Çelebi (17. yüzyıl ikinci yarısı) şehirlerde Yeniçeri serdarı, çavuş ve kethüda-yeri sıfatıyla heryerde onların egemen olduğunu tespi edecektir. 17. yüzyıla ait İstanbul’daki tüm esnafı ve dükkânlarını tespit eden bir ihtisab defterinde, dükkan sahipleri tümüyle saray halkı, kapıkulları, beyler ve paşalar olarak görünmektedir. O zaman eyaletlerde ücretli menşei köylü askerler, Sekbanlar onlara karşı direnişe geçtiler.

1625-1628’de Abaza Mehmed Paşa[32] komutasında birleşip Anadolu’nun denetimini ellerine geçirdiler. Bu otorite bunalımı, Köprülü Mehmed’in 1656’da diktatör yetkileriyle durumu kontrol altına almasına kadar sürdü. Daha sonra Yeniçeriler, yalnız belli grupların tepkisini değil, halk protesto hareketlerini de temsil eder oldular. Merkezde ve eyaletlerde şehirlerde sayıları kontrolsuz artan ve artık bir çeşit milis haline gelen Yeniçeriler halkın önüne düşüp, IV. Mehmed’i (1687) ve III. Ahmed’i (1730) tahttan indirdiler.

Padişah ve saray, devlet işleri üzerinde mutlak otoritesini, ancak 1826’da Yeniçerileri ortadan kaldırdıktan sonra yeniden kurabildi. Yalnız Yeniçeri Ocağı değil, fakat kul kurumunu oluşturan öbür resmî örgütler de 17. yüzyılda aslî niteliklerini değiştirmişlerdi.[33] Devletin çözülmesi ve genel kargaşanın sebeplerini araştırırken 17. yüzyıl ortasında Koçi Bey listenin başına kul sisteminin bozulmasını koyar. Özetle, siyasi güç temsil eden gruplar arasındaki çatışmalar ve varılan yeni dengeler, Osmanlı tarihinde iç siyaset dinamiğini anlamak için önemlidir.

Son olarak toprak tasarrufu sistemini ele almamız gerekiyor. Yakın Doğu’nun geçmişteki öteki imparatorluklarında olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda da merkezileşmiş rejimin toplumsal ve iktisadî temeli, toprak tasarrufu ve gelirlerinin devlet tarafından sıkı denetimini sağlayan özgün bir sistemdir.[34] Kapıkullarının özellikle Anadolu şehirlerinde kontrollarına yol açan neden 1593-1610 Celâli anarşisidir. Özetle ülkede eski güçler dengesi bozuldu. Islâhat Lâyihası yazarlarının dediği gibi, klasik Osmanlı idaresinde Kapıkuluna karşı eyalet tımarlı ordusu bir denge oluşturuyordu.

Toprak mülkiyetinin devlete ait oluşu, daha doğrusu rakabe, kontrol hakkının merkezî hükümetin elinde olması, devlet politikasının amaçlarıyla uyumlu olarak toplum düzenini denetlemesini ve gelirleri bu amaçlara ve zamanın ihtiyaçlarına göre tahsis etmesini mümkün kılmaktaydı. Osmanlılardan önceki devirlerde, Selçuklularda ve Bizans İmparatorluğu’nda da, devletin toprak üzerindeki denetimi imparatorluğun siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısını belirlemişti. Bu imparatorlukların çöküş dönemlerinde hem toprak hem de köylü yerel görevlilerle âyânın kontrolüne geçecektir.

Osmanlı İmparatorluğu, yayılmacı bir güç olarak genişleme günlerinde, tarım arazisinin devlet kontrolu altında olması ilkesini genel olarak uygulama gücüne sahipti. Kural olarak, Osmanlı rejimi, -hem dünyevî hem de dinî alanda- eski toprak sahiplerinin mülk haklarını kaldırmış ve fethedilen bölgeler ve de sonradan tarıma elverişli hale getirilen topraklar devlet denetimine alınmıştır. Hükümdar, nadiren toprak üzerinde mutlak mülkiyet haklarını şahsa özel bir bağış belgesi ile, temliknâme ile devredebilirdi.

Gerçekte bu üç katmanlı bir toprak tasarrufu sistemiydi: toprağın mutlak rakabe hakkı devlet elinde idi; köylü tasarruf hakkına, yani sürekli kiracı olarak toprağı kullanma hakkına devlete bir tapu resmi ödiyerek bir sözleşme ile sahip olurdu. Bu ikisi arasında tımar sahibi sipahiye veya devletin temsilcisi olarak birine, devlete ait hakların çiğnenmemesi için gözetim yetkisi verilirdi. Başlıca toprak vergilerini toplayıp toprağın boş bırakılmasını önlemek üzere konulan kanunları o uygulardı.

Sipahi devlete karşı belirli askerî görevleri yerine getirmekle yükümlüydü ve topladığı belirli vergileri de maaşı olarak alırdı. Bütün bu hususlar Kanunnamelerde tespit edilmişti. Para ekonomisinin tam olarak gelişmediği devletlerde devletin temel gelir kaynağını oluşturan toprak vergileri iltizam yoluyla da toplanabilirdi: vergilerin merkezî hazineye nakit olarak girmesini sağlayan iltizam sistemi idi.

Büyük sayıda askere ihtiyacı olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, bu aynî vergiler çoğunlukla köylerde yerleştirilen sipahileri desteklemek üzere tımar olarak dağıtılmıştır. Böylece, Osmanlı döneminde toprak tasarrufu sistemi, vergi sistemi ve eyalet askerî teşkilatı bir bütününün tamamlayıcı ögeleri olarak bölünmez bir sistem oluşturuyordu.

Osmanlı’nın bu sistemi, fethettikleri bölgelerde, yani Bizans İmparatorluğu ve Balkan devletlerinden aldıkları topraklarda uygulamaya koyması zor olmadı. Çünkü İslâm hukukuna göre savaşla alınan topraklar devlete ait sayılırdı. Hatta vakıf haline getirilse bile, devlet gerekirse vakfiyetini kaldırabilirdi (Fâtih vakıf ve mülklerin devlete mal edilmesi kararında bu prensibe dayanmıştır). Fakat, Osmanlı işgalinden önce Anadolu’da, birçok arazi, mülk ve vakıf olarak devredilmiş ve bu durum Şeriata uygun olarak tertip edilen senetlerle tasdik edilmiş bulunuyordu, bu yüzden eski Selçuklu Devleti topraklarında çeşitli uzlaşmalara varılmak gerekmiştir.[35] Meselâ toprak sahipleri, eşkinci sistemi yoluyla devlete asker sağlamakla yükümlü kılınmıştır.

I. Bayezid’in saltanatı sırasında (1389-1402) bu gibi topraklar üzerinde devlet kontrolü genişletildi: Bu politika Bayezid’e karşı Anadolu’da karşıtların ortaya çıkışının sebeplerinden biridir. Onun saltanat döneminden II. Mehmed dönemine kadar bu açıdan bir uzlaşma ve hoşgörme politikası izlenmiştir. Fetret ve iç bunalımlar merkezî hükümeti, Rumeli ve Anadolu’daki nüfuzlu kişilere büyük mülk topraklar bağışlamayı zorunlu kılmıştır.

Bu gibi toprak mülkleri, devletin el koyması ihtimaline karşı bir tedbir olarak, sahipleri tarafından genellikle aile vakfına dönüştürüldü. Fakat, seferleri için fazla asker ihtiyacı karşısında, Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) bu toprakların önemli bir bölümünü 1476 civarında tekrar devlet mülkiyeti altına aldı. Vakfın gerçek amaçlarını yerine getiremeyen, binası yıkılmış veya hükümdarlarından berat almamış vakıfları ilga etti. Bunları mîrî için müsadere edip tımar olarak askeri sınıf mensupları arasında dağıttı. Bu reform sonucunda bu işte çalışmış olan tarihçi Tursun Bey’in ifadesiyle 20 bin (?) köy ve çiftlik devlete mal edildi.[36]

Bu eylem, özellikle vakıflardan yararlanan dinî grupların ulema, zaviyedar şeyh ve dervişlerin Sultana karşı tavır almalarına sebep oldu. Fâtih’in ölümünden sonra şiddetli bir tepki kendini gösterdi ve müsadere edilen toprakların büyük bir kısmı eski sahiplerine ve vakıflara geri verildi.

Fakat yeniden eski istikamete dönülmesi için çok zaman geçmedi: I. Süleyman’ın büyük seferleri için asker ihtiyacı, nüfustaki artış ve yeni toprakların tarıma açılması mîrî topraklarda büyük bir artışa yol açtı. İfrazat adıyla anılan bu yeni mîrî topraklara ait kayıtlar dönemin defterlerini doldurmaktadır.

16. yüzyıl sonundan itibaren kırsal bölgelerde, hem tarımda, hem de toprak tasarrufu sisteminde ağır bir buhran ortaya çıktı. Bunun temel sebepleri arasında öncelikle, 1580’lerden itibaren Batı Avrupa’dan ucuz gümüş ve gümüş para akışı ve, bunun ardından, Osmanlı maliyesini, imparatorluk ekonomisini ve yönetim mekanizmasını kargaşaya sokan enflasyondur. Tarihçi Selâniki, yüzde yüz bir enflasyonun herkesi özellikle askeri fakirleştirdiğini ve genel bir hoşnutsuzluğun ortaya çıkışına neden olduğunu tarihinde vurgulamıştır.[37] Tımarların değeri aniden düşünce tımar sahipleri seferden kaçmaya, çeşitli yollarla köylülerden daha fazla gelir sızdırmaya çalıştılar.

İkinci olarak, bu dönemde yeni fetihlerin durması tımara atanmak için elinde pâdişah emriyle bekleyen adaylar sayısında büyük bir artışa neden oldu ve timar elde etmek isteyenler arasında sert bir rekabete yol açtı. Yolsuzluklar aldı yürüdü, asker isyanlara katılmaktan geri kalmadı. Üçüncü olarak, Kapıkulları başta saray halkı, çavuşlar tımar topraklarını her yerde ele geçirmeyi başarıyor ve dolayısıyla tımar açığını daha da şiddetli hale getiriyorlardı.

Sonuç olarak, çok sayıda topraksız asker ve işsiz ücretli asker grupları (yevmliler, sekban ve sarıcalar) eşkıya çeteleri halinde köy ve kasabaları basıp yağmaya başladılar; daha sonraları bunlar büyük güce sahip önderler ve âsi paşalar (Karayazıcı, Canpulad-oğlu, Varvar Ali, Abaza Mehmet) etrafında toplandılar ve üzerlerine gönderilen hükümet kuvvetlerini püskürtecek bir güç oluşturdular. İsyancılar Celâlî genel adıyla bilinmektedir.[38]

Onlarla uğraşmak üzere gönderilen Kapıkulları da, köylülerin başına bela olup onları soyan bir başka çapulcu gücü oluşturdular. Eyaletlerde kapılarında ücretli sekban ve sarıca askeri toplıyan paşalar şu veya bu bahane ile isyan etmek imkânını buldu. Anadolu’da bu dönemde eşkıya başında âsi paşaları görüyoruz. İstanbul’da merkezde yeniçeri zorbaları gibi bu dönemde Anadolu’da sekban ve sarıcalar başında âsi paşalar ülkeyi tam bir anarşi içine sürüklediler.

Bu dönem 1590-1656 tarihlerini kapsar. Merkeziyetçi kontrol ancak Köprülü Mehmed Paşa ile gerçekleşecektir. Bu dönem aynı zamanda derin ekonomik ve sosyal çalkantı dönemi olup kargaşalığın altında bu ekonomik sarsıntıyı hesaba katmak gerekir. Bu dönemde devam eden uzun savaşlar (1593-1606 Avusturya, 1603-1612 İran savaşları) ve enflasyon devleti, avârız yükümlülüklerini olağan ve ağır bir nakdî vergi haline getirmeye mecbur etti.

Bütün bu koşullar, özellikle Anadolu’daki köylüleri toptan topraklarını terk edip berkitilmiş şehirlere kaçmaya veya eşkıya çetelerine katılmaya sevk etti. Özellikle 1595’ten 1607’ye kadar süren dönemde Anadolu’da anarşi ve halkın kitle halinde kaçışı Osmanlı tarihinde Büyük Kaçgun olarak bilinir. Kanunî döneminde yeni toprakların tarıma açılması, yüzde altmışa varan nüfus patlaması, bu anarşi döneminde Anadolu’nun bir daha kalkınamayacağı bir yıkım dönemine yerini bırakmıştır. Aynı yıllarda Rumeli’deki Hıristiyan köylüler arasında ilk ciddi isyan girişimleri vuku bulmuştur.[39]

Bu büyük ekonomik-siyasi-sosyal bunalım sırasında, kapı halkı geçimini sağlamak için eşkiyalığa başladılar. Devletin temel kurumları, kul sistemi, tımar sistemi ve toprak tasarrufu düzeni perişan oldu. Bu yılları yaşayan Koçi Bey “erbab-ı tımar ve zeamet bilkülliye yok oldu…ulûfeli kul dünyayı tuttu ve sipahi güruhunu bastırdı” demektedir. Devlet, eyaletlerdeki topraklar üstündeki denetimini kaybetti; toprak gelirleri, büyük ölçüde Kapıkullarının ve askerî sınıfla bağlantılı nüfuz sahibi yerel kişilerin, âyanın eline geçti. Klasik Osmanlı rejimi tamamiyle çöktü. Bu nedenle biz bu tarihe kadar Osmanlı tarihini Klasik Dönem diye ayırd ediyoruz. 1683-1699 savaş dönemi derin değişikliklere yol açmış, âyan rejimini hazırlamıştır.

İmparatorluk topraklarının yarısını oluşturan Padişah hasları, daha doğrusu merkezî hazine kontrolundaki topraklar, genellikle eskiden beri mukata’a adıyla sözleşme ile özel kişilere iltizama verilirdi. Bu mukata’aların büyük kısmı askerî sınıf mensuplarının eline geçti. 17. yüzyıl sonlarında mukata’a iltizamı yoluyla devlet toprakları üzerinde denetim kuran bu sınıf, köylüler üzerinde fiilen yönetici durumuna geldi ve a’yânın doğuşuna yol açtı.[40] Devlet toprak üzerinde denetimini sağlıyan eski düzenli tahrirleri artık yerine getiremiyordu. Toprağın gerçek kontrolunu ele geçiren nüfuzlu â’yânlar, kendilerine şahsen bağlı ücretli askerî kuvvetler beslemeye başladı.

Düzenli tımarlı asker işlevini kaybettiğinden devlet âyânı bu yerel askeriyle imparatorluk ordusuna katılmaya teşvik edip pek çoğuna mîrmîran veya paşa rütbesi tevcih etmeye başladı. Kazalarda yerel otoriteyi temsil eden âyan yanında 18. yüzyıl ikinci yarısında eyaletlerde büyük mukata’a topraklarını kontrolu altına geçiren ve özel orduları bulunan güçlü yerel hanedanlar ortaya çıkıp güçlendi. 1683-1699 felâketli savaş yıllarında, mukata’a iltizamlarını malikâne adıyla eyaletlerde zengin ve nüfuzlu kişiler hayatları boyunca, hatta aileleri için sağlamışlardı.

Böylece toprak ve vergiler üzerinde kontrolunu kaybeden devlet, eyaletlerde temel fonksiyonlarını yerel âyan ve hanedana devretmiş bulunuyordu. Bu dönemde, Avrupa’da görülene benzer bir şekilde, imparatorluğun feodalleşmesinden bahsedebiliriz. 18. yüzyılın sonunda merkeziyetçi imparatorluk artık mevcut değildi. II. Mahmud’un yeni bir ordu kurup güçlü a’yânları ve hanedanları (Pozvant-oğlu, Tepedelenli, Karaosmanoğulları, Çapan-oğulları) teker teker ortadan kaldırmasına kadar, Anadolu ve Rumeli’de, merkezî bir hükümetin otoritesini tanıyan bir imparatorluğu yeniden kurmak mümkün olmadı. Uzak eyaletlerde, Suriye, Mısır, Bağdat’ta Osmanlı Sultanının temel egemenlik haklarını fiilen ele geçiren Memluk beyleri (Mısır’da), Yeniçeri garnizonlarına dayanan yerel hanedanlar yükseldi. Bu gelişme, daha önce 16. yüzyıl sonlarında Garp Ocakları’nda, Tunus, Cezâyir ve Trablus’ta gerçekleşmiş bulunuyordu.

Buraya kadar Osmanlı tarihinin yapısında ve temel kurumlarında yeni bir dönem açan değişmeleri gözden geçirdik. Osmanlı tarihinde dönemleri bu ampirik gözlemler çerçevesinde saptamak gerektiğine inanıyoruz.

Prof.Dr.Halil Inalcık

Bilkent Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 1 Sayfa: 61-72; Doğu Batı Dergisi/Osmanlılar

Dipnotlar :

[1] Kemalpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osmân, Defter I, haz. Şerafettin Turan, Ankara 1976; Ruhî’ye ait olduğu söylenen kronikte de (Oxford Bodleian Library, Marsh 313) benzer fikirler ileri sürülmüştür.

[2] Tewarikh-i Âl-i ‘Osman (Die altosmanischen anonymen Chroniken), ed. F. Giese, Breslau 1922, 30; daha tam bir metin: Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, ? 700.

[3] H. İnalcık, “Adâletnâmeler”, Belgeler (Türk Tarih Kurumu), II/3-4, 105.

(4] Süleyman’ın saltanat döneminin Altın Çağ sayılması hakkında bkz. H. İnalcık, “Süleyman the Man and the Statesman”, ed. G. Veinstein, Soliman Le Magnifique et sgn temps, Paris 1992.

(5] Osmanlı layiha yazarları için bkz. H. İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1800”, Archivum Ottomanicum, VI (1980); “The Ruznâmçe Registers”, Turcica, XX (1988), 256.

(6] A. Tietze’nin neşir ve çevirisine bkz: Mustafa ‘Âlî’s Counsel for Sultans of 1581, I, Metin, II, Çeviri, Viyana 1979-1982.

[7] Aynî Ali, Kavânin-i Âl-i Osman der Hulâsa-i Mezâmin-i Defter-i Divan, İstanbul 1280 H.; bu basım popüler bir basım olup tenkitli yeni bir basımı Douglas Howard tarafından hazırlanmıştır; Kitâb-ı Mustatab için bkz. Y. Yücel, Osmanlı Devlet Teşkilâtına Dair Kaynaklar; Kitâb-ı Müstetâb, Kitâbu Mesâlihi’l-Müslimîn ve Menâfi’i’l-Mü’minîn, Hırzü’l-Mülûk, Ankara, 1988.

[8] Bkz. C. Fleischer, “Royal Authority, Dynastic Cyclism, and Ibn Khaldunism in Sixteenth-Century Ottoman Letters”, Journal of Asian and African Studies, XVII (1983), 198-220; Fârâbî, Tûsî ve Devvânî’nin etkileri için bkz. Kınalızâde Alaâeddin Ali, Ahlâk-ı Alâî, Bulak 1248 H., II, 5, 105-112.

(9] Hacı Halife veya Kâtib Çelebi olarak bilinen Mustafa b. Abdullah, Düstûrü’l-‘amel li islâhi’l-halel, İstanbul, 1280 H.; Almanca çevirisi: W.F.A. Behrnauer, ZDMG, X (1857), III -132.

[10] Bkz. H. İnalcık, “Kutadgu Bilig’de “Türk ve İran Siyaset Nazariyeleri ve Gelenekleri”, Reşit Rahmeti Arat İçin, 1966, 259-275.

(11] Mustafa Naîmâ, Târih-i Na’îmâ, I-VI, İstanbul, 1280 H.: I. Ciltteki giriş.

[12] Çeviren Pirîzâde Mehmed Sa’ib, Mukaddime-i İbn Haldun, I-II, İstanbul 1275 H.; Tanzimat dönemi tarihçisi ve devlet adamı Ahmed Cevdet Paşa tarafından tamamlanmıştır: İstanbul 1277 H.

(13] A. Cevdet (Paşa), Vekâyi’-i Devlet-i Aliyye (Târih-i Cevdet), İstanbul 1271-1301.

(14] Netâ’icü’l-Vuku’ât, I-IV, İstanbul 1294-1327 H.

[15] G.G. Arnakis, “Gregory Palamas among the Turks and Documents of His Captivity as Historical Sources”, Speculum, XXVI (1951), 104-118.

[16] Yeni bir yorum için bkz. H. İnalcık, “The Ottoman Turks and the Crusades, 1329-1522”, A History of the Crusades, genel yayın yönetmeni, K. M. Setton, c. VI: The Impact of the Crusades on Europe Haçlı Seferlerinin Avrupa Üzerindeki Tesiri, haz. H. W. Hazard ve N. P. Zacour, Madison, 1993, 221-353.

[17] Bkz. A. Feridun, Münşeatü’s-Selâtin, I, İstanbul 1275 H., 236.

[18] Bkz. H. İnalcık, “The Rise of the Ottoman Empire”, Cambridge History of Islam, haz. Holt, Lambton ve Lewis, Cambridge 1970, 320-323; H. İnalcık, An Economic and Social History of the Ottoman Empire, Cambridge 1994, 327-331.

[19] A. Feridun, a.g.e., II, 542-544.

[20] H. İnalcık, haz. 16. notta zikredilen An Economic and Social History, 367-372.

[21] Bkz. “Bayazıd I”, Encyclopaedia of Islam, 2. bs. (EI2).

[22] I. Mehmed ve II.Murad’ın mektuplaşmaları için bkz. Feridun, I, 150-152, 177-178.

(23] Bkz. “Mehmed II”, İslâm Ansiklopedisi (İA), 523-527.

(24] Şimdi bkz. “Selim I”, EI2.

[25] Uç beylerinin Fatih Sultan Mehmed zamanına kadar oynadıkları hayatî rol için bkz. Gazavât-ı Sultan Murad Han, haz. H. İnalcık ve M. Oğuz; “Mehmed I”, EI 2, “Murad II”, İA.

[26] H. İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, Ankara 1954, 149-150.

[27] Bkz. “Ghulam”, EI 2.

[28] Bkz. Kânûnnâme-i Sultanî ber Mûceb-i Örf-i Osmânî, Ankara 1956, notlar 2-5, 8-12, 2024, 30, 32, 36, 39, 40, 45.

[29] Bkz. H. İnalcık, The Ottoman Empire: The Classical Age 1300-1600, İkinci basım, London: Phoenix, 1995, 76-118; “Timar”, EI2.

[30] H. İnalcık, “L’Empire Ottoman”, Studies in Ottoman Social and Economic History, London: Variorum II, 1985, 85-87; H. İnalcık, “The Rise of the Ottoman Empire”, Cambridge History of Islam, I, 295-303.

[31] H. İnalcık, “The Ottoman Succession and its relation to the Turkish Concept of State”, The Middle east and the Balkans under the Ottoman Empire: Essays on Economy and Society, Bloomington 1993, 60-61.

32] Bkz. “Mehmed Paşa, Abaza”, İA.

[33] Bkz. 5. notta zikredilen: H. İnalcık, “Military and Fiscal Transformation”.

[34] Bkz. 17. notta bahsedilen An Economic and Social History, 103-154.

[35] A.g.e., 126-131.

[36] “Mehmed II”, İA, Cüz, 53.

[37] H. İnalcık, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde Türkiye’nin İktisadi Vaziyeti”, Belleten, XV (1951), 629-690.

[38] Celâlîler için bkz. M. Akdağ, Celâlî İsyanları, Ankara 1963; krş. H. İnalcık, “Military and Fiscal Transformation…”.

[39] Bkz. I. Khassiotis, “Sull’ organisazione, incorporazione Sociale e ideologia politica dei Greci a Napoli, dal XV alla meta del XIX sec.,” Epistimoniki Epetiris is Philosofikis scholis tou Aristoteliou Pamepistimiou, Thessalonikis, 20 (1981); aynı yazar, “The European Powers and the Problem of Greek Independence from the Mid-fifteenth through the Early Nineteenth Century”, Ellada: Istoria kai politismos, Salonica 1981.

(40] Bkz. H. İnalcık, “Centralization and Decentralization in Ottoman Administration”, Studies in Eighteenth Century Islamic History, ed. T. Naff ve R. Owen, London 1977, 27-52.







Devamını Oku »

Devlet,İnanç,Millet ve Osmanlı İmparatorluğu

1

Bu bir politik tarih çalışmasıdır ve böyle olduğu için de kökeni itibariyle iktidarda olanlar ve onların resmi olarak kontrolünde olan halkların ilişkisi etrafında konumlanır. Son birkaç yüzyıl pek çok alanda tarihçileri büyülemiştir, çünkü politik terimiyle “modernite," devlet otoritesinin kapsam ve yoğunluk olarak süratli bir biçimde artması anlamına gelmiştir, ki bu da devlet-toplum ilişkisini her yerde muazzam bir baskı altına sokmuştur.

Bu kitap, Osmanlı İmparatorluğunda modernleşmenin arifesinden Osmanlı-sonrası ülkelerinin erken 21. yüzyılına kadar olan dönemi kapsamaktadır ve analizlerin dinamiği olan temel soru, devletin gücü arttıkça ona tâbi halka karşı kendisini nasıl meşrulaştırabildiğidir. Kitap, rejimin yönetimde olan hanedanın pratik olarak din ile özdeşleştirilmesini sürdürmeyi gözettiği sürece Osmanlı hükümdarlarının uygulanabilir bir devlet-toplum dinamiğini korumayı başardıklarım ileri sürmektedir.

Ortak dinin yaratabileceği (böyle bir topluğa kabul edilmek herhangi bir dünyevi hükümdarın menfaatine yol açacaktır) güçlü toplumsal dayanışma duygusunu bir yana bırakırsak, İslamın güçlü ahlaki içeriği ve adalet prensibine bağlılığı devletin büyümekte olan gücünün keyfi kullanımına karşı koruma sağlamayı vaat eder. Bu Müslümanlara cazip geldiği gibi, İmparatorluğun dağıldığı zamana kadar sadık ya da en azından pasif vatandaşlar olarak gayrimüslimlere de fayda sağlamıştır.

Milliyetçiliğin Osmanlı halkları için cazibesi çok azdır ve kendi başına İstanbul yönetimi için gerçek anlamda bir tehdit oluşturmamıştır: hiçbir zaman Osmanlı otoritesine karşı başarılı, ya da vahim, yerel herhangi bir milliyetçi ayaklanma olmamıştır. Milliyetçilik, yeni devletlerin mevcudiyetine meşruiyet yaratmak için kendilerinin bizzat kontrolü altında olan etkili araçlara ihtiyaç duyan Osmanlı-sonrası rejimler tarafından bilinçli olarak teşvik edilmiştir.

Rejimler esas olarak devlete hizmet etmiş (ve hâlâ eden), kendilerine tâbi halklara çok az fayda ve devlet gücünün keyfiliğine karşı daha da az güvence sunan milliyetçilik biçimlerini teşvik etmiştirler. Osmanlı-sonrası döneminin ilk birkaç on yılından, son zamanların Balkanlar’da görülen şiddetli istikrarsızlık deneyimlerine, Osmanlı-sonrası ülkelerinde kamusal hayatta dinin yükselişine ve 2011’de başlayan “Arap Baharına kadar her örnekte istikrarlı devlet-toplum ilişkilerinin geliştirilmesi açısından bu tip milliyetçiliklerin zayıflıkları ve başarısızlıkları tekrar tekrar açığa çıkmıştır.

Politikaların gidişatı ile ilgili böyle bir argümanın gerekçesini netleştirmek için bu bölüm, Osmanlı İmparatorluğunun modern dönemin "başlama noktasına" uzandığı yolu ele almaktadır. 18. yüzyıla doğru İmparatorluğun gelişiminin ve modern öncesi dönemde devlet ve halk arasındaki ilişkinin kısa bir taslağını sunmaktadır. Yaygın varsayımların aksine, imparatorluk ve yönetmekte olan hanedan neredeyse altı yüzyıl boyunca sadece saltanatın görkemi ve mutlak gücü sayesinde ayakta kalmamıştır. Herhangi bir modern standarda göre elinin altında itaatsiz uyrukları baskı altında tutacak iyi gelişmiş bir devlet aygıtı olmayan Osmanlı hükümdarları oldukça zayıftır.

Hükümdarların sınırlı sorumlulukları böyle bir gücü gereksiz kılmıştır: hanedan yabancı düşmanlara karşı savunmayı, ülke içinde barışın korunmasını ve hem bu görevler hem de yönetici elitin münasip bir konforda yaşaması için gerekli olan gelirlerin toplanması işini düzenlemiştir. Osmanlı halkının hiçbir kesimi, aktif bir biçimde baskı uygulanmasını gereksiz kılan bu diğer iki emperyal görevin performansından yeterince yararlanmadıkça saltanatın çıkarlarına hizmetin ağırlığından çekmemiştir.Osmanlı hanedanının otoritesinin sınırları belirlenmiş imparatorluk yönetimi, sultanın etki alanının doğal niteliklerine uygun geldiği için de hayatta kalmıştır.

İmparatorluğun gücü ve zenginliği fevkalade büyüklüğünden kaynaklanmıştır: Macaristan'dan Ukrayna'ya ve kuzeyde Kafkasya ve Cezayir'den güneyde Yemen ve Katar'a kadar bugünün otuzdan fazla ülkesi eski Osmanlı topraklarıdır. Bununla beraber batı ve Orta Avrupa'nın büyük kısmı ile kıyaslandığında, Osmanlı topraklarının büyük kısmında ne nüfus yoğundur ne de bu topraklar tarımsal potansiyel ve temel mineraller de dahil olmak üzere doğal kaynaklar açısından zengindir. Bu imparatorluk boyunca İstanbul ile imkân dahilinde aşık atabilecek önemli şehirlerin olmamasını açıklamamıza yardım eder, başkent hayati bir kavşak ve su nakil yollarındaki nispeten verimli bir alana yerleşmiştir.

Yalnızca olağanüstü verimli, nüfusu yoğun Nil Vadisine yerleşmiş ve Kızıldeniz'e yakın bir kent olan Kahire İstanbul ile rekabet edebilirdi. Ve elbette ki tesadüf değildir ki İstanbul iyi bir sebeple Mısır'ı başka herhangi bir vilayetten daha çok denetlemiştir. Mehmed (Muhammed) Ali Paşa Mısır valisiyken 1830 yılında Osmanlı hanedanının otoritesine karşı ortaya çıkan en büyük yerel tehdidi tırmandırmıştır. Bununla beraber Kahire dışında İstanbul, içeride egemenliğine meydan okuma kapasitesi olan hiçbir merkezle karşı karşıya kalmamıştır ki bu imparatorluk başkentinin geniş alana yayılan taşrasını denetim altına almak için devamlı olarak harekete geçirilmesini gereksiz hale getirmiştir.

İstanbul'un yönetim usulü bu sayede güvenli bir biçimde saltanatın otoritesini iptali mümkün bir biçimde devrettiği aracılara itibar edebilmiştir. Devir işlemi şu açıdan kolaylaştırıcıdır; saltanat miras yoluyla arazileri devralan ve Hıristiyan Avrupa’da esasen feodal sistemin modern öncesi politikalarının muhtelif geleneklerine göre karmakarışık hale getirilmiş politik konuları aristokrasiyle müzakere etmek zorunda kalmamıştır. Bunun yerine, her biri bir dayanak noktası olarak işlev gören çok sayıda aracı şahsiyet ve grupla (loncalar ve dinsel kurumlar) çalışıp bu sayede modern öncesi dönemin sınırlı görevlerini yerine getirirken, toprak ve halk kitlesi üzerinde nüfuzunu sürdürebilmiştir. Münasip kara ve hatta deniz taşımacılığı yollarının görece azlığı ticaretin kontrol edilebilmesini sağlamıştır ki gümrük ve vergi kesintileri İmparatorluğun gelirlerinin ana kaynağı haline gelmiştir.

Buna karşın, otoritenin devri ve çok da verimli olamayan taşranın büyüklüğü Osmanlı'nın modern öncesi dönem boyunca uyguladığı vergi ve askere alma metotlarının, sömürüyü yoğunlaştırmaktan ziyade her bir arazinin merkezin ihtiyaçlarından bazılarını karşıladığından emin olarak yayılmayı vurguladığı anlamına gelir. Gerçekten de devlet-toplum ilişkilerinde değlşim temasına, modern dönemde Osmanlı Devletinin 1792-1839 dönemindeki kayıpları ve 1839'dan sonraki başarılarıyla nasıl yaygın yağmacılıktan yoğun yağmacılığa geçmeye çalıştığının ve hükümetin esas sorumluklarını yerine getirebilmesi için potansiyel öz-kaynaklarını yeterince kullanabilecek yeni devletler kurmak gibi devasa bir görevi üstlenen ardıl rejimlerin güçsüzlüklerinin hikâyesi olarak bir rol vermek mümkündür.

Modernitenin yarattığı gerilimden önce, imparatorluk merkezi gerilimi belirdiği yerlerde dindirmek için operasyonlarını kontrol ettiği sürece, Osmanlı yöneticilerinin geliştirdiği sistem son derece sürdürülebilirdir ve gerçekten de sistem Imparatorluğun kuruluşundan on sekizinci yüzyıla kadar onun ayırt edici özelliği olan istikrarh bir imparatorluk yönetimini organize etmiştir. Öte yandan daha fazla dikkat edilmesi gereken bir unsur, askeri-idari yapısının çalışmasını muhafaza etmek ve sağlıklı bir devlet-toplum ilişkisini idame ettirmekteki kritik rolü nedeniyle İslamdır, ki Osmanlı adalet sisteminin belkemiğidir.

İmparatorluğun (yükselişi yak. 1301) ilk günlerinden itibaren Osmanlı hanedanı ve yönetici eliti, İslam ve devlet arasındaki yakın ilişkiyi sürdürmüştür. Bu iddia Osmanlı yönetiminin yaratma kabiliyeti olmadığını, esnek olmadığını ya da yönetimi altındaki gayrımüslim halka karşı acımasızca baskıcı olduğunu ima etmez: Osmanlı yönetimi ziyadesiyle beceriklidir ve sistemli baskıya bel bağlamış olsaydı altı yüzyıl boyunca ayakta kalamazdı. Sultanlık sisteminin İslamla sıkı bir bağ kurduğu iddiası daha çok şunu önermektedir.

Mobilize olmuş bir güç olmaktan çok durgun olan bir imparatorluk merkezi için din, merkezin tesirli olabilmesi için hayati bir “güçlendirici" olarak hizmet etmiştir. İmparatorluk rejimine, meşruiyetini arttıran ve ahlaki otoritesine boyun eğmeyi teşvik eden bir ideoloji yemiştir. Gerçekten de İslam. coğrafyası ve yakın geçmişi nedeniyle uzaktaki bir hükümdarın sıkı kontrol avantajının olmadığı ülkelerde. imparatorluğa sağlam bir devlet geleneği bahşetmiştir; Türklerin atalarının Orta Asya'daki anavatanlarında yarattıkları herhangi bir güçlü devlet geleneği yoktur. ne dikkate değer ya da uzun ömürlü yönetim kurumları ortaya çıkarmıştırlar ne de Moğollar vakasında olduğu gibi yönetici göçebe elitlerin fethettikleri toprakların dinini ve geleneklerini benimsemesi örneği dışında dikkate değer hanedanlar yaratamamıştırlar.(1)İslam, hukuka yaptığı vurgu sayesinde halkı istikrarlı bir adalet sisteminin ölçüsüz anarşi ve baskıyı engelleyeceğine ikna etmiştir.

Etkili ve “objektif" (güçlü her zaman haklı değildir) adalet sisteminin yardımıyla imparatorluk merkezi sadece askeri gücünün büyük bir kısmını ve vergi gelirlerinin gittikçe artan bir oranını temin ettiği Müslüman halkın değil, aynı zamanda hükümdarın otoritesini, sultan tarafından atanmış yerel iktidar sahiplerinin baskılarına karşı korunma da dahil olmak üzere, adaletin nihai garantörü olarak gören gayrımüslimlerin de mensubiyetini muhafaza etmiştir. Hanedanın İslam ile özdeşleşmesi aynı zamanda yerel aracı toplulukların (eğitimli Müslüman ya da gayrımüslim hiyerarşiler, loncalar, vb) ve gevşek bir biçimde denetlenen, otoritenin delege edildiği temsilciler (tımar sahipleri gibi daha sonra irdelenen bölüme bakınız-) ve devletin alçak gönüllü yönetimini, görev anlayışlarını dine ve ona hizmet eden hanedana (din-u devlet) ibadet olarak tarif ederek icra edenlerin sadakatini güçlendirmiştir.

Osmanlı prensipleri ve hükümet pratikleri, Osman'ın ilk göçebe savaşçı zümresi ile Sultan II. Mehmed'in sağlam bir imparatorluğun kuruluşu için coğrafi bir anahtar olan Konstantinopolis'i fethini (1453) birbirinden ayıran sadece bir buçuk yüzyılda görece hızlı bir biçimde gelişmiştir. Her ne kadar Osmanlı otoritesinin kökenleri ile ilgili çok şey bilinmiyor olsa da, askeri organizasyon ve liderlikte etkili olduğunu ispat edenlerin toplumsal meselelerde de hegemonyasını sağladığı, devletlerin o alışıldık gelişim şablonuna uyuyor gibi görünmektedir. Savaşın pek çok devlet için sürdürülemeyecek derecede pahalı ve yıkıcı hale geldiği nükleer çağa kadar, siyasi otoriteyi devletin askeri fonksiyonundan ayırmak pratik olarak imkânsızdı; ve Osmanlı örneğinde, hanedanın kurucusu olan Osman kesinlikle bir savaş lideri olarak ortaya çıkmıştı.

Her ne kadar pozisyonunun Bizans'la yaptığı bir savaş sırasında bir kabile liderliğinden kaynaklanmış olması ihtimali varsa da, onun kayda geçen ilk zaferi olan Koyunhisar (Bafeon. 1301) sonrası yükselişi bir kabile liderliğini sürdürmenin imkânsız olduğu bir şekilde kan bağı kurmacasını çok önemli bir hale getirmiş olabilir. İslam onun liderlik pozisyonuna kabileler-üstü bir meşruiyet sağlamıştır: herkesin dediğine göre, Osman’ın Bizanslılarla mücadelesi gazâ ya da kâfir darülharb'e yapılmış dini olarak meşru bir akındır. Ki İslamın erken dönemlerinde din, Arap kabile pratiklerini zapt etmek ve klan kimliğini kaotik Selçuklu-sonrası Anadolu'sunda büyük olasılıkla cazibesi artan mümin cemaatlerin üyesi olarak sınıflandırmak için etkili bir araçtı.

Kabile gelenekleri, kabile üyeleri için değilse de, müritler tarafından uzun süre kanun olarak kabul edilemezdi ama şeriat, yarım yamalak olsa da, fark edilir biçimde buyurucu ve ihtilaflar konusunda hüküm vermede adaletin istikrarlı bir kaynağıydı. Bu sayede İslam, Osman'ın savaşçı zümresinin barışı korumak, adalet dağıtmak ve gelirleri artırmak için etkili mekanizmaları kuşatmasıyla birlikte savaşla ilgili fonksiyonlarını genişletmiş, daha ilk zamanlarda liderin kumanda etme gücünü gelişmesine yardımcı olmuştur. Osman ve onun zürriyeti ve onların takipçileri islamı sadece ismen kabul etmemiş, onu ziyadesiyle ciddiye almış ve kurdukları devlet lslami prensiplere riayet etmiştir.

Pragmatizm ve din özü itibariyle uzlaşmaz değildir ve ilk Osmanlılar çok çeşitli etnik kökenden (ezici çoğunluğu Hıristiyan) gelen nüfusun içinde nerede bulurlarsa yeteneği kullanarak, çeşitli vilayetleri yönetirken yerel gelenekleri norm olarak kabul ederek bu sınırlı devleti kurarken oldukça pragmatik davranmıştırlar. Kendi başına böyle bir esneklik İslama aykın değildir; ama zaman içinde Islami kimlik pragmatizme bir ölçüde sınır koymuştur ki, devletin önemli bir unsuru olan Osmanlı ordusu. on dokuzuncu yüzyılın büyük bir kısmı dışmda, Hıristiyanları içine aldıysa da. esas olarak Müslüman bir kurumdur. Bu kurum: devletin toplumu sınıflandırma biçimini ve on sekizinci yüzyıla doğru vilayet yönetim sistemini şekillendirmiştir.

Osmanlı eliti için sabit terim ”ordu” (askeri yerdir; savaşın liderine öncelikli vazifesinde hizmet etmenin karşılığında ordu mensupları vergilerden muaf tutulmuştur. Devletin diğer ana vazifesi olan barışın korunmasında, geliştirilmesinde yararı dokunanların (bilhassa din adamları) yine benzer askeri-vergiden muaf statüsü vardır.Ön-ödenekli süvariler (sipahi) her iki vazifeyi de yerine getirirler; kendisini sefer için gerekli teçhizatla donatmak ve İmparatorluğun büyük bir bölgesinde rutin yerel yönetimi üstüne almak için belirlenmiş topraklardan (tımar) gelir toplama geçici hakkını kazanmıştırlar; eğer sipahi sefer için içtima yapmakta başarısız olursa ya da kendi tımarı çevresinde yerel güvenliği sağlamak gibi görevlerinden kaytarırsa, belirlenmiş gelirleri kaybeder.

Askeri sınıf ve özellikle de tımar sahipleri İmparatorluk nüfusunun artık büyük çoğunluğunun Hıristiyan olmadığı on altıncı yüzyıldan itibaren ezici bir çoğunlukla Müslümandır. Osmanlı tarihinin hiçbir noktasında ordunun Müslüman ya da gayrımüslim düşmanlara saldırmaya aynı ölçüde hazır olduğu görülmemiştir. Yeniçeriler -ilk başlarda sultanın esirlerinden oluşan maaşlı sabit kuvvet ayrılıkçı Şii mezhebinden de olsalar, yine de kısmen yoldaş olan Müslümanlarla savaşmaya isteksiz oldukları için doğuda İran’a karşı sefer yapmak konusunda ilgisizdir. Din düzenli bir biçimde, ister darülharbde oturan kâfirler, isterse de darülislamda fitnecilik (ihtilaf ya da kaos) yapan ayrılıkçılar nedeniyle olsun, savaşın hedeflerini meşrulaştırmıştır.(2)

Savaşçı hanedan ideolojik düşmanlarıyla düzenli olarak ateşkesi mecburen sürdürmüştür ama diğer sorumlulukları, barışı korumak ve adalet dağıtmak, uzun ömürlüdür ve bu nedenle en nihayetinde devletin mahiyeti üzerinde muazzam nüfuz elde etmiştir. Hukuk alanı İmparatorluğun en açık biçimde mahiyetinin bir Islam devleti olduğunu gösterdiği yerdir. Modern öncesi Imparatorluğu çalışan bütün araştırmacılar Osmanlı yönetici sınıfına danışmanlık yapanların düzenli olarak atıfta bulundukları “daire-i adalet” kavramı ile aşinadırlar: dünya, duvarları devletten oluşan bir üzüm bağıdır;devletin düzenleyicisi şeriattır; ülke (darülislam şeriat adına özgürlüğü garanti altına alabilecek Müslüman bir padişahın hükümranlık alanı olarak tarif edilir) olmadan etkili olamaz; ülke askerler olmadan zapt edilemez; askerler mülk verilmeden silah altına alınamaz; mülk tebaa tarafından biriktirilir; tebaa adalet hüküm sürdüğünde dünya hükümdarına bağlılık yemini ederler; adalet dünyanın kurtuluşunun kaynağıdır.(3)

Bu döngünün yozlaşması metaforu, artık itimat edilmeyen, Imparatorluğun gerilemesinin Muhteşem Süleyman'ın 1566'da ölümünden sonra başladığı görüşünü beslemiştir; ancak “uzun süren gerileme" tezini ıskartaya almak için bu döngüyü alelacele reddetmemek önemlidir. Osmanlı toplumunun tüm katmanları tarafından ciddiye alınan bir ideali yansıtmaktadır ve her koşulda meselelerin özünü tayin etmiştir: ordu, mahkemeler, vergilendirme, hepsi adalet prensibi tarafından düzenlenmiştir. ”Adalet'in bariz bir anlamı vardır, ama aynı zamanda devlet işlerinde "iyi yönetim" gibi daha geniş bir kavramı da kapsamaktadır.(4) Osmanlı dünyası için şeriat hukukun kaynağıdır, adaletin garantörüdür ve uyrukları hükümdarlarına bağlayan güçtür.Batıda pek çok kişide nefret uyandıran bir kavram olarak "şeriatın” kısa bir açıklamasını yapmak gerekiyor. Şeriat, yol anlamına gelen bir sözcük, "Allah yolunda" hareket etme temel öğretisini ya da bireyler ve inananlardan oluşan cemaatler için Allah'ın talimatlarına uyum sağlayacak bir şekilde davranmayı temsil etmektedir. Bir hukuk kodu ya da tüzüğü değildir:Mesela Napoleon Kanunları örneğinde olduğu gibi “şeriat“ın bir kopyasını elde etmek mümkün değildir.

Daha çok inananlara 'iyi' bir hayat yaşamaları ve günlük hayatta yanlıştan sakınmaları için rehberlik edecek kaynakların (Kuran'ın ana metni ve aynı zamanda hadis, Muhammed ve ilk Müslüman cemaatin eylemlerinin hikâyeleri) yorumlanması usulüdür. Şeriat yorumlarının ekseriyeti, ceza hukuku gibi toplumsal düzenlemelere ilişkin problemlerle değil inanç konuları ve eylemlerin cevaz olup olmadığına değinir. İbadetin kötü yapıldığı durumlara değil de hemcinslere yapılan haksızlıklara değindiğinde ise şeriatın ana gayesi Müslümanlar arasında barışı tekrar sağlamak ve çok sınırlı kimi koşullar dışında cezalandırmaktansa (ki bu Allah'ın karar vereceği bir konudur) ahlaki düzeni iyileştirmektir. Haksız muamele sahibini bulduğu için, ilgili tarafların ahlaki ve sosyal mevkileri, günah işleyeninin suça azmetmesinde etkili olan maksadı ve telafi etmek için seçtiği yöntem gibi faktörler nedeniyle suç son derece kişiseldir.(5) Elbette Kuran'ın katı kuralları vardır ve metinleri tamamıyla özgür yorumlanmaya açık değildir. Yine de geniş ölçüde kabul görmüş, Fıkıh ”mektepleri" (küçük mezhepler) olarak tarif edilen çeşitli yorum biçimleri vardır.

Dört Sünni ekolün içinde toplum barışım tehlikeye atacak problemlere pragmatik çözümler üretmeye en yatkın olan Hanefiliktir. Hanefilik (Ebu Hanife’den sonra, 767) Güney Irak'ta kurulmuştur, Bizans ile Sasani İmparatorluğunun eski sınır bölgesidir ve Arap Yarımadasının farklı yörelerinden gelen Müslüman kabile üyelerinin iskan edildiği birkaç belli başlı garnizon karargahının bulunduğu yerdir. Bölgede Arap olmayıp da İslama geçenlerin sayısında büyük bir artış görülmüştür. Renkli nüfusu Hanefîliğin yorumlamada yaklaşımının esnek olmasını teşvik etmiştir; umumi örfün (üstelik Hicaz merkezli Maliki mezhebinin yaptığı gibi, belirli bir yer ve zamanın örfünün değil) meşru kabul edilmesi bunun en büyüğüdür.(6)

”Ortak iyi” ve "kamu yararı" mantığı temelinde yorum yapmaya en çok kendini adamış ekoldür. Hanefi yorum pek çok açıdan en az sınırlayıcı ekol olduğundan, çok geniş araziler ve birbirinden son derece farklı bir nüfus üzerinde otorite sahibi olan Bağdat Abbasi Hilafetinden Babür İmparatorluğuna ve Osmanlı İmparatorluğuna kadar pek çok modern öncesi rejim tarafından tercih edilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğunda şeriat, örfi hukukun içinde kabul etmiş ve aynı zamanda sultan hükmünü (kanun) de tanzim etmiştir. Sultanın çok geniş çaplı emirlerine rağmen, gölgede kalmış şeriattan ziyade kanunun tamamlayıcı olduğunu fark etmek önemlidir. Şeriat Müslümanlara Tanrı'nın isteklerine uyum sağlayarak yaşamalarına yol gösterdiği için, inanç ve milnasip davranışlarla (dini törenlerin usule uygun yapılması ya da belli bir giyim biçiminin ya da müzik dinlemenin caiz olup olmadığı gibi) ilgili konular, inananlar arasındaki ilişki konularından çok daha ağır basmaktadır. Kişilerarası ilişkilerde rehberlik, özellikle de ağır (hadd) suçlarda, birden çok muteber görgü tanığının şahitliği, ikinci dereceden ziyade somut delillerin kabul edilebilirliği, maksadın göz önünde bulundurulması da dahil olmak üzere sert hükümlerle sınırlanmıştır: bu hükümlerle Müslümanlar arasında fitne çıkmasına neden olacak adalet yanlışlıklarının engellenmesi amaçlanmıştır.

Dahası, şeriat suçu esas itibariyle kişisel bir şey olarak ele aldığı için de birilerinin şikayeti ya da ithamı olmadığı sürece hiçbir yargıcın yapacağı bir şey yoktur. Kontrol ettiği toplumu koruma sorumluluğunu ciddiye alan bir devlet için de şeriatın kamusal meselelerin idaresinde ayrıntılı talimatlardan yoksun olması nedeniyle tamamlayıcı düzenlemelerin yapılması zorunludur. Şeriat yasal düzenlemede dünyevi otoritenin yerini siyasa-hükümdarın imparatorluk yönetiminde görevli memurlarını azarlaması ve taz’ir (terbiye etmek) denilen şeriatın belli gereklerine göre cezalandırılması mümkün olmayan durumlarda uygulanan keyfi ceza. vb gibi terimlerle tasdik etmiştir. Osmanlı İmparatorluk kanunu, imparatorluk ahalisini daha etkin bir biçimde düzenlemek ve idare etmek için bu alanlarda geliştirilmiştir.(7)

Kanun, II. Mehmed’in sultanların kardeşlerini öldürebileceği hükmü ya da kelle vergisi (cizye) veren gayrimüslimlerin bu tip cezalara karşı korunacağı prensibini ihlal eden, Hıristiyan çiftçilerin çocuklarının sultanın kölesi yapılabildiği devşirme uygulaması gibi çok nadir durumlarda önemli bir şeriat prensibiyle çelişmiştir. Bu çelişkiler Osmanlı yönetici sınıfını sinirlendirmiş ama Hanefi hukuk ilminde kabul edilen istihsan ve istislah (çoğunluğun iyiliğini ve kabaca “kamu yararını" gözetmek) prensiplerinde kendilerine gerekçe bulmuşturlar.(8) Dolayısıyla bir birim olarak Osmanlı hukuku İslami temeller üzerine kurulmuştur ve bu temel uyarınca adaletin hem devlet hem de toplumda hüküm sürmesini sağlamayı amaçlamıştır.

Osmanlı toplumunun kanuna (yasaya) ihtiyaç duymasının çok bariz başka bir nedeni daha vardır: on altıncı yüzyılda Arap vilayetlerinin imparatorluğa katılmasına kadar nüfusun büyük çoğunluğu Hıristiyandır ve hatta daha sonra bile büyük bir gayrımüslim azınlık olmaya devam etmiştir. Şeriat İslamidir, Müslümanları etkileyen konular hariç tutulmak üzere şeriata göre insanları gerçekliğini tanımayı reddettikleri dinin prensiplerini uygulamaya zorlamak yanlıştır. Hukuk sadece şeriat ile sınırlı tutulmuş olsaydı, Osmanlı yönetimi Balkanlar ve hatta Anadolu’da daha kısa süreliğine var olabilirdi. Siyasa ya da ta'zirde ceza daha esnektir; her halükarda kanunun büyük bir bölümünü kapsayan alanlar aksi takdirde halkın kötü hizmet edilen bölümünün adalete erişebileceği yasal bir çerçeve yaratan alanlardır. Osmanlı'nın şeriatı kanun ile takviye etmesi gayrımüslimlerin Müslüman devlete itaati kabulleri sürdürmelerini sağlamıştır.

Bu, gayrımüslimlerin sultanın gayrımüslim cemaatlere (millaler Osm. milletler) özerklik vermesinin sonucu olarak ve büyük ölçüde onun kontrolünden kaçabildikleri için Osmanlı derebeyliğini kabul ettikleri düşüncesiyle çelişir. Devletin savaş, barış, vergi tahsilatı gibi meselelerle ilgilendiği modern öncesi dönemde gayrımüslimlerin devlet otoritesinden aldığı herhangi bir olağandışı özerkliği ya da muafiyeti olmamıştır.

En azından on beşinci yüzyıldan sonra teorik olarak askerlik hizmetinden hariç (muaf değil) tutulmuş ve merkezi hükümetin savaş bütçesi için elzem bir gelir kaynağı olan kelle vergisini ödemiştirler. Ki devletin aktif olarak dindar gayrımüslimlerin statülerini desteklemekte bir menfaat gördüğü kelle vergisi ya da devşirme uygulaması gibi diğer talepleri gayrımüslimler arasında huzursuzluğa neden olabilirdi. Destek, devletin taleplerine rızayı sağlama almak için sorumluluk tahsisiyle birlikte gittiği için bu özerklik vermek değil tam tersiydi. Yasal konularda da özerkliğin olmadığı eşit derecede aşikârdır.

Ülkede tek bir kanun vardır ve o da Osmanlı'dır: kanun ve şeriat, ki bunlar Hanefi pratiğinde gelenek ve yerleşik pratiklerle (âdet, örf) dikkate değer ölçüde bağdaştınlmıştır. Gayrımüslim "mahkemelerine" yalnızca, yine kanun değil, şeriatın kapsamına giren, imansızların "yanılgıya düştüğü" Tanrı'nın istekleri tasavvuruna göre davranış konularında başvurulmuştur: evlilik, boşanma ve miras gibi dini törenler ve kişisel meseleler.

Devlet, herhangi bir Müslümanın dahli ya da toplumsal barışa yönelik herhangi bir tehdit olmadığı sürece, basitçe, bu konularla ilgilenmemiştir. Dini konularda müdahaleden muafiyet, gayrımüslimlerin Osmanlı otoritesini kabul ettirmesini kolaylaştırmıştır ama gayrımüslim (millet) mahkemelerinin herhangi bir yaptırım gücü ya da yasal geçerliği yoktur, bu da bu tip kurumlardan neden herhangi bir kayıt kalmadığını açıklar.(9) Millet mahkemesinin kararından tatmin olmayan herhangibir gayrımüslim, pek çoklarının yaptığı gibi, yasal olarak yaptırım gücü de olan başka bir karar almak için konuyu Osmanlı hakimine götürmekte serbestti. Ciddi meselelerde doğrudan sultana başvurabilirlerdi ve gayrımüslimler için de “din ve hanedan" halkın ruhani ve maddi esenliğinin nihai koruyucu muhafızlarıydı.

Nitekim bazı gayrımüslimlerin gönüllü bir biçimde Osmanlı mahkemelerine çark etmesi devletin mahiyeti ve dini olarak şekillenmiş hukuk sistemine ilişkin son bir önemli noktayı not etmek için ipucu verir: suçluların rövanşist bir biçimde ceza lındırılmasındansa yerel cemaatleri rahatsız eden konularda adil çözümler üretmeye ayrıcalık verilmiştir. Modern öncesi lngiltere'sinin, failleri saydırma yöntemi olarak çok geniş bir yelpazede ve son derece küçük görünen suçlar için o kötü şöhfetli ölüm cezası verme eğilimi olan yasal sistemi ile karşlaştırıldığında. Osmanlı hukuk sistemi yerel toplumsal barışı korumaya daha çok önem vermiştir.

Modern öncesi İmparatorluk. kişilerin idam edilmesi ve grupların imhasına teşebbüs de dahil olmak üzere. devletin icra ettiği pek çok katliam görmüştür. ancak bu öncelikli olarak yönetici sınıfı etkilemiştir ya da genel halka değil de Safevi yanlısı Kızılbaşlar, hanedana 'ihanet eden" kâfirler vakasında olduğu gibi tansiyonun son derece yüksek olduğu zamanlarda meydana gelme eğilimi göstermiştir. Sultanlar adaleti dağıtma sorumluluklarını çok ciddiye almıştırlar ve adalet fermanlarının (Osmanlıcası: adaletname) ana hedefi devlet memurlandır, onları vergi ödeyen halk üzerinde otoritelerini kötüye kullanmalarına karşı uyarmaktadır.“) Buna karşın mahkemeler sıklıkla ihtilaflarda arabuluculuk ve hakemlik yapma çabası içinde olmuştur; mağdurun zararının karşılanması ya da telafisi için yapılacak ödeme konusunda uzlaşmanın imkânsız ya da uygunsuz olduğu durumlarda para cezası kesilmiştir ve ceza (para hapsedilme ve bedeni zarar) suçlunun adam edilmesi ya da ıslahını teşvik etmek için ılımlı olma eğilimindedir. (11) Bunu örneklemek için on sekizinci yüzyılın ortalarından eski bir vilayet memuru ile ilgili bir vakayı göz önünde bulundurun.

Ömer Bey 1750'lerde Yanya’nın (Kuzeybatı Yunanistan) askeri komutanı olarak hizmet ederken Duress (Arnavutluk) kalesinde silahların tedbirsizce taşıması nedeniyle büyük ihtimalla kazara ancak yine de haksız bir biçimde bir Hıristiyanın ölümüne neden olduğu için tutuklu bulunurken: bir şekilde zindandan salıverildikten sonra tımar arazilerinin idaresi işine burnunu sokmaya başlamıştır. İki kez sultanın kanununu aykın davrandığı için mevkiini kaybetmiş ve 1758'de tekrar, bu kez Limni kalesinde hapsedilmiştir ki.tövbe edebilsin ve nefsini ıslah (ahlaki iyileşmeyi ima eder) edebilsin.

Birkaç ay sonra, bu tip istenmeyen davranışlarda bulunmaması koşuluyla salıverilir. Bununla beraber mevkiini kaybettikten sonra ihtiyaç nedeniyle müzmin bir tür dolandırıcı olmuştur. 1760 ile 1768 yılları arasında her seferinde itibar sahibi bir Müslüman ya da gayrımüslim vatandaşın Ömer ve onun muhtelif ortaklarının işlediği hukuka aykırı davranışları şikayet ettikleri dilekçeler üzerine beş farklı neden ile yine tutuklanır. Her seferinde de kendisini ıslah edene kadar hapiste tutulmuştur, ki bu açıkça senelerden ziyade aylar alan bir süreçtir. Ancak şeriat düşüncesi ile bağdaşır bir şekilde devlet hiçbir zaman onu asla selametten öte bir şey için tutmamış ve böyle olunca ne kalıcı bir şekilde hapsetmiş (artan bir şekilde daha uzun süreler tekrar tekrar suç işleyen bir sabıkalı olmasına rağmen) ne de idam etmiştir.(12)Ömer'in hikâyesi görece hassas, etkili ahlaki açıdan gerçekçi ve insani hukuk sitemine, etkili bir adalet kaynağına işaret eder.

Bu bölümde tartışılmakta olan Osmanlı Devletinin gelişiminden onun İslam ile yakın ilişkisine kadar geniş temalar, ister istemez farklılıkları yalanlayan geniş kapsamlı açıklamalara dayanmakta ancak konunun genel karakteristiğini yansıtmaktadır. Modern öncesi dönemde Osmanlı yönetimi ile Islam arasındaki bağın istikrarı bozulamaz görünmektedir: hem yönetenin hem de yönetilenlerin kabul ettiği, kamusal hayatın değerler sistemi ve nihai odağında din-ü devlete (din ve hanedan/devlet) hizmet etmek vardır. Bu, karar vericilerin sorduğu her soruya her cevabı dinin verdiğini ima etmez: devlet ile dinin evliliği Osmanlıların meşhur işhilirliğine engel olmamıştır.

İslam dünyevi otoriteye elbette sınır koymuştur, bu yönden hiçbir sultan hiç kimseye karşı bir mesuliyeti olmayan tamamıyla mutlak bir hâkim olduğunu iddia edemez, ve Tanrı'nın egemenliğini tanımak hiçbir sultan ya da vezirin Tanrı'nın bu kukuna açık bir biçimde saygısızca karsı gelemeyeceği ya da aksi takdirde Tanrı'nın isteklerine uymamanın halkın rahatsızlığının hızla yükselmesi riskini taşıyacağı anlamına gelir, Buna karşılık Islam yine de "Devletin amacı nedir; neyi temsil etmektedir?" sorusuna geçerliliği olan ve kolaylıkla anlaşılabilen bir cevap vererek hanedana güçlü bir ideolojik meşruiyet kazandırmıştır: Darülislamın korunması ve genişlemesi. Bu cevap, aynı zamanda daha kişisel bir soru olan ”Niye burada: yun?” sorusuna İslamda cevap bulan halkın çoğunluğu içinde (on altıncı yüzyıldan itibaren) özellikle yankılanmış ve kendi cevaplarını diğer tek-tanrılı dinlerde bulan ve benzer ahlaki prensipleri olan önemli sayıda azınlık tarafından da en azını dan kabul edilebilir bulunmuştur.

Yine de bu sistemin istikrarı on sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren Hıristiyan Avrupalı düşmanlardan gelen baskı altında test edilecektir, Osmanlı Devleti, on dördüncü yüzyıl ve on beşinci yüzyılın başlarında bir kaostan inşa ettikleri devletin o erken safhalarından bu yana görülmemiş bir süratle kendisini güçlendirme ihtiyacı duymuştur.

Frederick F.Anscombe - Osmanlı Dönemi ve Sonrası Ülkelerde Devlet,Inanç ve Millet,syf.49-63

Dipnotlar

1- Bizans on dördüncü yüzyılda gücünü ve menzilini yalnızca bir gölge gibi sürdürmüştür ve hatta Anadolu ve Balkanlar'da daha da uzun bir süre boyunca istikrarlı bir ”imparatorluk" otoritesi olmamıştır.

2- John Guilmartin. “Ideology and Conflict; The Wars of the Ottoman Empire. 1453-1606'Journal of Interdisciplinary History 18 (1988). 721-47

3- Norman Itzkowitz, Ottoman Empire and Islamic Tradition (Chicago: University of Chicago Press, 1972). 88. Bu döngüyü alıntılama eğilimi görmek için Bernard Lewis, "Ottoman Observers of Ottoman Decline." : bakınız. Islamic Studies ! (1962), 71 -87

4-Bernard Lewis, 'Freedom and Justice in the Modern Middle East’Foreign Affairs 84/3 (Mayıs-Haziran, 2005). 38. Rifa'a el-Tahtavi'nin devrim (sonrası)Fransa'nın 'liberte' kavramını Müslümanların “adalet“ kavramına muadili olarak açıklamasını atıfta bulunur.

5- Lowrance Rosen, The Anthropology of Justice: Law as Culture in isIamic Society (Cambridge: Cambridge University Press, 1989); Rudolf Peters, Crime and Punishment in Islamic Law: Theory and Practice hom the Sixteenth to the 'twenty-First Century (Cambride: Cambridge University Press, 2005).

6-Gideon Libson, "On the Development of Custom as a Source of Law ln islamic Law ,"ILS 4 (1997), 131-55

7 Muhammad Mesud, Rudolph Paten ve David Powers, “Dandie and Thoir Courts: An Historical Survey,” Dispensing Justice in Islam: Oadis and Their Judgements, içinde, der. Muhammad Masud ve ark. (Leiden: li 'li, 2006), 12; Peters, Crime and Punishment, ch.ı.

8-Victor Manage, ”Some Notes on the 'Devshirme," BSOAS 29 (1965). 70-1

9- Mahkeme kayıtlarından ziyade Islami fetvaları daha çok benzeyen Musevi responsaları lstisnadır

10- Halil lnalcık, ”State, Sovereignty and Law during the Reign of Süleyman,“Süleyman the Second and His Time. içinde, der. Halil İnalcık ve Cemal Kafadar (İstanbul: ISIS, 1993). 59-61; Boğaç Ergene. “ On Ottoman Justice' Interpretations in Conflict (1600-1800). ILS 8 (2001). 52-87

11- Ergin Akarlı'nın, " Law in the Marketplace: Istanbul, 1730-1840,'Masud Peters, and Powers (der.), Dispensing Justice, 247-51 içinde

12-BOA. Cev.Dah 3181, 11 Haziran 1768
Devamını Oku »