Kıyasta Yanlışa Götüren Nedenler



Bu konuda birkaç fasıl vardır.

Birinci Fasıl: Yanlışa Neden Olan Şeylerin Belirlenmesi

Bilinmelidir ki, kıyasın öncülleri, şekil olarak kıyasın üç şeklinin sonuç veren darplarına göre tertip edilip; bundan sonra ilk olarak kıyasın birincil (en küçük) parçaları olan üç terim ortaya çıkarılır; sonra da kıyasın ikincil parçaları olan önermeler birbirinden ayırt edilirse; bunlara ilaveten öncüller doğru ve sonuçtan farklı ve ondan daha iyi bilinir olursa işte bu durumda bunlardan lâzım gelen şey zorunlu olarak doğru ve hakkında kuşku duyulmayan bir şey olur. Çünkü bu önermelerden doğru bir sonuç vermeyeni, ancak anlattığımız açılardan birindeki bir kusurdan dolayı doğruyu vermez ki, bu da şu seçeneklerde gösterilmiştir:

Yapılan kıyas, 1- şekillerden herhangi biri içinde yer almaması, 2- sonuç veren darbların dışında kalması, 3- deyimler veya 4- öncüllerin bir birinden ayırt edilme­mesi, 5- sonucun öncüller içinde yer alması ve öncüllerin sonuçtan farklı  olmaması; 6- sonucun bilinme açısından öncülden daha iyi bilinir olması ve bu sebeple 7- öncülün sonuçtan daha iyi bilinir olmaması. İşte bunlar kıyasta yanılgıya neden olan yedi nedendir. Şimdi bunların her birini bir örnekle açıklayalım ki bu konuda yanlıştan korunmak kolay olsun.

Birinci Hata Noktası

Kıyasın üç şekilden birine dahil olmamasıdır. Bu da deyimler arasında, ya her iki öncülde özne veya her iki öncülde yüklem veya birinde özne, diğerinde yüklem olan bir ortak deyimin bulunmamasıdır. Eşanlamlılık ve eşadlılık (hakikaten ve lafzen iştirak) olmadığında zihin onda yanıl­maz. Doğrusu bu durum açıktır. Ancak deyimler arasında manası farklı ol­makla birlikte eşadlı (lafzen müşterek) olan bir şey bulununca zihin yanılır.

Bu yüzden eşanlamlı ve eşadlı müşterek lafızlara ve özellikle de mütevâtır olmaları nedeniyle benzeşenlere dair yeterli incelemenin yapılması gerekir.Çünkü müşterek lafızlardaki farkın idraki zordur ve bu konu yanılmaların önemli bir nedenidir. Yukarıda ‘Kıyasın Öncülleri Kitabı’nda bunun taf­silatını öz olarak anlatmıştık. Ancak ne var ki biz orada yalnızca manaları özdeş olmayan (eşadlı) lafızları anlattık. Oysa bazen müştereklik, bizzat lafızdan değil de lafızların nazım ve tertibi sebebiyle de olur. Şimdi burada bunların örneklerinden dördünü anlatalım.

Birincisi, Allah Teâlâ’nın “Ancak Allah ve ilimde sağlam olanlar34 sözünde anlattığımız gibi, vakıf ve iptida denilen, durma ve yeniden başla­ma yerlerinden neşet eden müşterekliktir. Zira bu ayetin iki farklı manası vardır. Dolayısıyla buna benzer iki anlama gelen sözler öncüllerin birinde

bir manaya, diğerinde başka bir manaya için kullanılır ve bir ortak deyimin bulunduğu zannedildiği halde ortak deyim ortadan kalkmıştır.

İkincisi ise bir zamirin, bağlı olması muhtemel olan birden çok isim arasında gidip gelmesidir. Mesela şu söz gibi;

“Akıllı kişi bir şeyi bilirse o, bildiği gibidir.

Akıllı kişi taşı bilir.

Öyle ise o taş gibidir.”

Burada “o” zamiri akleden-akıllı kişi ile düşünülen-akledilen şeye bağ­lı olma arasında gider gelir. Öncülde düşünülen şeye bağlı olduğu kabul edilir, sonuçta ise karışıklık ortaya çıkar ve düşünen kişiye bağlıymış gibi zannedilir.

Üçüncüsü, iki anlamı sıraya koyan bağlaçların (atıf harflerinin) biri doğru diğeri de yanlış olan iki mana arasında gidip gelmesidir. Me­sela “Beş sayısı, çift ve tektir”, sözü gibi. Bu söz doğrudur. Dolayısıyla bu sözden hareketle “beş, hem çift hem tektir”, sözünün de doğru olduğu zannedilir. Bunun sebebi “ve” bağlacının anlamının karıştırılmasıdır.

Doğ­rusu “ve” bağlacı bölümlerin toplamına delâlet eder. Buna göre sen “insan kemik ve ettir” dersin ki bu insanda kemik ve et vardır anlamına gelir. Ayrıca bu bağlaç niteliklerin toplamına da delâlet eder. Tıpkı senin “insan canlı ve cisimdir”, sözün gibi. Buna göre beş sayısı konusunda yukarıda söylediğimiz söz, Ve’ bağlacındaki parçaların toplamı (yani beş sayısının 4+1 şeklinde çift ve tek sayının toplamı olması) anlamı yoluyla doğru olur, sıfatların toplamı (hem tek olma hem de çift olma sıfatını bir arada taşıma) anlamı yoluyla değil. Nitekim her iki anlamda da önermenin lafzı aynıdır.

Dördüncüsü ise sıfatın, öznenin sıfatı olması ya da kendinden önce zikredilen yüklemin sıfatı olması arasında gidip gelmesidir. Buna görebiz “Zeyd görendir (basîr)”, yani kör değildir ve “Zeyd tabiptir” diyebiliriz. Bu iki sözü düzenleyerek “Zeyd basîr tabiptir” dediğimizde onun tıp ala­nında basîr (uzman) olduğu zannedilir. Zira bu lafızlar ayrı ayrı (yani Zeyd için ayrı cümlelerde) kullanıldıklarında doğru; birlikte kullanıldıklarında  ise (akla gelebilecek) iki yorumdan sadece birine göre doğru olur. Buna benzer çok sayıda örnek bulabiliriz. Bunlarla, nereden olduğu bilinmeden kıyasın şekli bozulur. Anlattıklarımız ise bu konuda yeterli bilgiyi verir.

İkinci Hata Noktası

Kıyasın, üç şekilin sonuç veren darblarından birine dahil olma-masıdır. Bunun örneği şu sözdür:

“İnsanların çok azı yazandır.

Her yazan akıllıdır.

Öyle ise insanların çok azı akıllıdır.”

Eğer azı olumlamakla, çoğu  olumsuzlamayı kastetmezsen (yani azı akıllıdır deyip çoğu akıllı değildir sonucunu kas­tetmezsen) bu sonuç doğrudur. Doğrusu çoğu akıllı olunca azı da onun içinde yer alır. Eğer bu kıyasla insanların yalnızca azının yazan ve akıllı olduğunu kastedersen kıyasın sistemi, düzeni karışır. Zira, “insan­ların çok azı yazandır” sözü bilkuvve olarak iki öncül içerir. Bunlardan biri “bazı insan yazandır”, diğeri ise “bu bazı (insan) azdır” öncülleridir. Bura-da, bu ikisi (yazan ve az) “bazı” üzerine yüklem olmuş ve ikinci öncülde iki yüklemden sadece biri üzerine -ki bu da “yazandır” yüklemidir- hüküm verilmiştir. Dolayısıyla burada kıyasın sistemi karışmıştır.

Aynı şekilde,

“İnsanın taş olması mümteni’dir/imkandışıdır,

ve taşın canlı olması mümteni’dir.

Öyle ise insanın canlı olması mümteni’dir.”

dediğinde de durum böyledir. Çünkü bu darp, içindeki olumsuzluk laf­zı dönüştürülmüş olan iki olumsuz önermeden meydana getirilmiştir. Zira “insanın taş olması mümteni’dir”, sözünün manası; “Hiçbir insan taş değildir”, demektir. Öyle ki sonucu olumsuz yapmak için bu kadarı kâfidir. Zira birinci şeklin küçük öncülü olumlu olmazsa kıyas asla sonuç vermez. Bu tarz hataların çok olmasının sebebi, zihnin lafızlara sarılıp manaları gerçekliğiyle elde edememesinden başka bir şey değildir.

Üçüncü Hata Noktası

Kıyasın birincil parçaları olan üç deyimin tam olarak bir birinden ayrışmış, deyimler şeklinde yer almamasıdır. Mesela;

“Her insan beşerdir

ve her beşer canlıdır.

Öyle ise her insan canlıdır.” ve yine;

“Her hamr içkidir

ve her içki sarhoş eder.

Öyle ise her hamr sarhoş eder.” sözü gibi.

Bu örneklerde orta deyim ile küçük deyim (insan ve beşer ile hamr ve içki) birbirinin aynısıdır fakat lafızlar birbirinden farklıdır. Bu, önerme­lerde eşanlamlı (müteradif) lafızların kullanılmasıyla ilgili bir durumdur. Müterâdif lafızlar; harfleri farklı olup kendilerinden anlaşılan manaları aynı olan lafızlardır. Bunları daha önce anlatmıştık, dolayısıyla bunlardan da sakınmak gerekir.

Dördüncü Hata Noktası

Kıyasın ikincil parçaları olan öncüllerin gereksiz parça taşıması­dır. Bu nedenle, mürekkep olmayan yalın müfred lafızlarda yanlışa rastlan­maz. Zira bu lafızlarda yanlışın yeri açıkça görülür, mürekkeb lafızlardaki yanlışlar ise açıkça görülmez. Nice mürekkeb lafız vardır ki onun anlam gücünü, tek bir lafız verebilir, zira bu manaya tek bir lafız ile delâlet etmek mümkün olur. Mesela, “insan yürür” deyip sonra da bu ifadeyi uzatarak özne olan ‘insan lafzını “hayavân-ı nâtık” ile; yürür’ lafzını da “ayaklarını atarak bir yerden bir başka yere intikal eder” lafzıyla değiştirmen müm­kündür. Bu kıyas türünde gizli olan hatayı bulup ortaya çıkarman artık mümkündür. Yine

“Müslüman bir şeyi bildiğinde o, bildiği gibidir.

Müslüman kafiri bilir.

Öyle ise müslüman kafir gibidir.” sözün de bu kabildendir.

Buradaki öncüllerdeki deyimler konuldukları anlam itibarıyla birbirin­den tamamen ayrışmış (eşanlamlı vb. olmayan) öncüllerdir. Ortaya çıkan hata ise başka bir hususta, diziliştedir. Çünkü bu dizilişteki detaylar orta­ya konulmamıştır. Yoksa, senin “müslümanın bildiği şey” sözün özne; “o, bildiği şey gibidir” sözünün yüklem olduğu ortadadır. Fakat “o” zamiri iki ayrı şey arasında gidip gelmektedir.

Bazen de bu deyimler konuldukları anlam bakımından bir bi­rinden ayırt edilemez olur ve hatta önermede hem öznenin hem de yük­lemin bir parçası olması ihtimal dahilinde olan unsurlar bulunabilir.

Mesela “Uzun Zeyd beyazdır: Zeydün et-tavîlu ebyad'\ dediğinde burada yüklem yalnızca “beyaz” kelimesidir. “Uzun” ise öznenin bir parçasıdır. Uzun (et-tavîl) kelimesini ellezî (... olan, ki o) ilgi zamirinden (ism-i mev- sûl) sonra getirip Zeyd’e ait bir sıfat yaparak şöyle demen mümkündür:

“Uzun olan Zeyd beyazdır: Zeydun ellezî hüve tavîlurı ebyaduEğer “Zeyd, uzun beyazdır”, dersen uzun kelimesi bu defa yüklemin bir parçası olur. Eğer yukarıdaki örnekte 'ellezî’kelimesi getirilmeden cümle söylense, cüm­le burada ellezî’ kelimesinin kastedilmesine de kastedilmemesine de açık olur.

Mesela “el-insâniyyetü, miri baysü hiye insâniyyetün, hâssatün ev âm­metün”, denilmesi de bu şekildedir. Burada iki ihtimal söz konusudur: Birinci ihtimal, “min haysü hiye insâniyyetün” kısmının, önermenin konusunun bir parçası olmasıdır ki bu durumda cümlenin anlamı “el-insâniyyetü min hay­sü hiye insâniyyetün, hâssatün ev âmmetün: insanlık, insanlık olması yönüyle  ele alındığında, ya özeldir ya da geneldir” olur. Diğer ihtimal ise, sadece ilk ‘el-insâniyyetü: insanlık’ kelimesinin konu (özne) olup, yüklemin ise min haysü hiye insâniyyetün hâssatün ev âmmetün: insanlık olma (mahiyeti) bakımından özeldir’ olmasıdır.

Eğer sadece “insanlık, özeldir” demiş olsaydın cümlenin bu ikinci ihtimaldeki anlamıyla aynı şeyi söylemiş olurdun. Bundan dolayı açıkça “hâssatün min haysü hiye insâniyyetün: (insanlık) insanlık olması (mahiyeti) bakımından özel insanlıktır” deseydin; her bir haberin ayrı bir yüklem olduğu iki ayrı şeyden haber vermiş olurdun.

İşte bu yüzden eğer “mahiyeti bakımın­dan insanlık, ne özel insanlıktır ne de genel insanlıktır” deseydin bu doğru bir önerme olurdu. Eğer “insanlık, insanlık olması bakımından ne özeldir ne de geneldir”, deseydin bu da yanlış olurdu. Zira ileride, varlığın hükümleri konusunda tümelin manasını anlatacağımız sırada bu ikisi arasındaki fark da anlaşılacaktır. Bu muhtelif terkiplerden pek çok yanlışlar doğar ki bunların çözümü, sadece lafzı esas alanlar şöyle dursun aklî ve mantıkî ilimlerde uzman olanlara bile zor gelir. Bu gizli hata noktalarından kurtulmak ancak Allah’ın  muvaffakiyet vermesiyle mümkündür. Öyle ise fikir yürüten araştırmacı bu sarp yolların karanlıklarından kurtulması için araştırmacı Allahtan onu başarı­ya ulaştırmasını dilesin.

Beşinci Hata Noktası

Kıyastaki muhtemel hata noktalarından beşincisi ise öncülün yanlış olmasıdır. Bu da ya lafızda ya da manada bir karışıklığın ortaya çıkmasından kaynaklanır. Bu sebeplerden hiç birinin bulunmadığı yerde zihin ona boyun eğmez ve onu doğru kabul etmez. Nitekim burada söz konusu ettiğimiz ancak akıl sahibi olanların yanlış yaptığı şeylerdir. Her işittiğini doğru kabul edenin ise mizacı bozuktur, tedavisi de zordur. Bu sebeplerden lafızdaki karışıklık, kullanılan lafız ile (kullanılması gereken) doğru lafız arasında bir münasebetin olmasıdır. Mesela, iki lafız, aralarında ince bir anlam farkı olmakla birlikte, ortak bir manaya sahip olabilir.

Bu durumda bu lafızlardan biri esas alınarak doğru olarak telif edilen hüküm, diğer lafza göre de doğru zannedilir. Çünkü aynı şeyi ifade etmelerine rağ­men lafızlardan birinin diğerinden daha fazla ya da eksik bir mana taşıması hususu dikkatten kaçmıştır. Belirttiğimiz husus çokça hataya düşülen bir noktadır. Mesela perde, paravan anlamındaki “setr”ve “hıdr” lafızları gibi. Zira böyle bir perde, arkasında bir kız ya da cariye olduğu zaman “hıdr”; diğer durumlarda ise “setr” lafzıyla ifade edilir.

Yine ağlamak, anlamındaki “büka” ve “avil” sözcükleri de böyledir. Yüksek sesle ağlanınca avil; değilse ‘büka denilir. Bazen de iki sözcüğün anlamının tam olarak aynı olduğu sanılır. Toprak anlamında “serâ” ve “turâb” sözcükleri böyledir. Doğrusu “sera” da topraktır, fakat nemli ve ıslak olmak şartıyla böyledir. Yine dar geçit anlamındaki “me’zak” ve “madik” de böyledir. Me’zak, madik ile aynı şeydir, fakat sadece savaştaki yerlerle ilgili olarak kullanılır. Yine kaçan köle anlamındaki “âbık”ve “hârib ” de böyledir. Buna göre âbık, hârib’dir. Fakat hârib’de ilave bir mana vardır. Bu ilave mana da kölenin kaçmasının korku ve ağır iş şartı sebebiyle olmasıdır. Kaçmanın sebebi köleyi nefret ettirip kaçıran bir sebep değil ise bu durumda köleye hârib değil âbık adı verilir.

Nitekim tükürüğe yani ağız suyuna ağızda bulunduğu sürece ‘’ru-dâb’’; ağızdan atıldığında ise “buzâk” denilir. Yine yiğit ve kahraman kişiye an­cak silah kuşandığında kemiyy denilir, diğer durumlarda o batal olarak anılır.

Güneşe de ancak gün yükselirken gazzâle denilir. İşte bütün bu sözcükler asıl anlam olarak birbirine denk olsalar da aralarında bir çeşit bir nüans vardır. Bu sebepten bu lafızlardan biri esas alınarak verilen hükmün diğeri için de geçerli ve bu yüzden onun da doğru olduğu zannedilebilir.

Yanılmanın mana ile ilgili sebebi, öncülün tikelde doğru iken tü­melde böyle olmadığı halde, tikelin tümel olarak alınıp doğru kabul edil­mesidir. Bu durumda öncülün doğru olma şartı gözden kaçırılmış olur. Bu yanılmaların en çok rastlanılan sebebi de önermenin döndürülmesinin doğru olacağının vehmedilmesidir. Buna göre “her kısas, kasd sebebiyledir ve her recm zina sebebiyledir” dediğimizde her kasıtta kısasın ve her zinada recmin var olduğu zannedilir. İşte bu konu tedbirli davranmayanın çokça hataya düşebileceği bir özelliktedir. Tikelde doğru olup tümelde olmayan önerme ise, bazen öznenin bazısında doğru olabilir. Tıpkı “canlı mükel­leftir” sözümüz gibi.

Zira bu söz, başkası değil, yalnızca insan hakkında doğrudur. Bu tür önerme ise öznenin tümünde fakat onun sadece bazı durumlarında doğru olabilir. Tıpkı “insan mükelleftir” sözümüz gibi. Bu söz, çocukluk ve akıl hastası olma halinde insan için doğru olamaz. Bu tür önermeler bazen de vakitlerin bazısında doğru olur. “Mükellefin namaz kılması zorunludur”, sözümüz gibi. Bu söz kuşluk vakti için doğru olmaz. 20 Zira kuşluk vaktinde kılınması zorunlu olan bir namaz yoktur. Bu öner­meler bazen de gizli bir şarta bağlı olarak doğru olur.

Tıpkı “mükellefin şa­rap içmesi haramdır”, sözümüz gibi. Bu söz ancak şarap içmeye zorlanmış olmamak şartıyla doğrudur, ancak bu şart söylenmemiştir. Yine “mükellef kişi bir masumu öldürürse, öldürdüğü kişi gibi o da öldürülür” sözü de  bunun gibi bir şarta bağlı olarak sahihtir. Bu şart da öldürenin baba, öldü­rülenin ise onun çocuğu olmaması şartıdır. İşte bu tür önermeler çoğu du­rumda doğru olup, ancak bir şartla kayıtlanınca tümel doğru kabul edilir. Buna rağmen bazen zihin bu önermeleri derhal doğrular ve onları tümel doğru olarak kabul eder. Böylece onlardan yanlış sonuçlar lâzım gelir.

Altıncı Hata Noktası

Kıyasta yanılmanın altıncı nedeni ise öncüllerin sonuçtan farklı önermeler olmamasıdır. Zira böyle olursa farkına varmadan neticeyi ön­cül olarak kullanır, yani “musâdere alel-matlûb” hatasına düşersin. Mesela “kadın velayet altında ise kendi nikah akdini kendisi yapamaz” sözün gibi. Sana kadının velayet altında olmasının anlamı sorulduğunda, belki de muhatapla, zaten üzerinde ittifak edemeyip anlaşmazlık içinde olduğun bir şey dışında açıklama yapamazsın. “Gündüz yapılan niyetle nafile oruç tutmak sahih olur” diyenin sözü de bu şekildedir. Çünkü o, aynî bir oruçtur. Onun aynî bir oruç olmasının manasının tam olarak izahı ve tahkiki istendiğinde, yapılan izahın bir parçasını da neticenin teşkil etmesinden kaçınılamaz. Şöyle ki ona “aynî bir oruç olmasının manası nedir?” diye sorulduğunda, cevap veren kişi “o, nafile olmaya uygun bir oruçtur” der.

Bunun üzerine ona “bu cevabınla muayyenlik (aynîlik) tespit edilemez” denilir. Zira her gün fecrin doğuşundan önceki vakit kaza orucu için uy­gundur ve ona aynî bir oruç denilmemektedir. Eğer onun manası, “nafile oruçtan başkasına uygun değildir” derse buna karşı “bununla da aynî oluş tespit edilemez” denilir. Zira gece nafile oruçtan başkasına uygun değildir, bu sebeple ona muayyen (aynî) oruç denilemez.

Böylece (muhatap) iki  manayı bir araya getirmek zorunda kalır ve “onun manası, nafile için uy­gun olup diğerleri için uygun olmayandır” der. Onun ‘o, nafile oruç için uygundur’ sözü gerekçesinin (illetinin) bilinmesi talep edilen (matlûb, ne­tice) hükmün kendisidir, öyle ise onu nasıl illetin bir parçası yapmaktadır? Oysa doğrusu illetin hüküm olmadan kendi başına var olabilmesi sonra da  onun üzerine hükmün gelmesidir ki, böylece hüküm, illetten başka, onun dışında bir şey olur. Bu anlattıklarımızın benzeri aklî kıyaslarda (daha) çoktur, bu yüzden burada bunlara yer vermiyoruz.

Yedinci Hata Noktası

Kıyasta hataya düşülen yerlerin yedincisi ise öncüllerin sonuçtan 30 daha iyi bilinir bir şey olmaması, aksine şu seçeneklerdeki gibi olmasıdır:

 (1) Öncülün bilinirlik açısından neticeye eşit olmasıdır. Mesela karşılık], birbirine izafe edilen şeylerde olduğu gibi. Zeyd’in Amr’ın oğlu olduğu iddiasıyla karşısındaki ile tartışıp, “Zeyd’in Amr’ın oğlu olduğunun delili, Amr’ın Zeyd’in babası olmasıdır” diyen buna örnektir. Oysa bu muhaldir.

Çünkü bu ikisi yani babalık ve oğulluk birlikte bilinir ve biri diğeri yoluyla bilinmez. Yine herhangi bir vasfın, bir bilgi mi yoksa zihnin konuşması ve bir irade mi olduğunu tartışan kişin şu sözü böyledir. “Bunun delili şudur: bu vasfın bulunduğu mahal, bilendir.” Bu öylesine söylenmiş bir delildir. Zira bilginin yerleştiği yerin/mahallin bilen olması, bu yerdeki halin bir bilgi olduğu bilinmedikçe bilinemez.

 (2.) Öncül bazen de sonuçtan daha az bilinen bir şey olabilir. Böylece kıyas döngüsel (devri) kıyas olur. Bunun aklî kıyaslardaki örneği çoktur. Fıkhî kıyaslardakine ise Hanefî bir fakihin şöyle demesi örnek veri­lebilir: “Teyemmüm yapan kişi namaz içindeyken su bulunursa, bu kişinin namazı bozulur. Çünkü o, suyu kullanabilecek duruma gelmiştir. Her kim suyu kullanabilecek durumda ise, ona su ile abdest almak lâzım gelir. Her kime de suyu kullanmak lâzım gelirse onun teyemmüm ile namaz kılması caiz olmaz.” Burada suyu kullanabilecek durumda olma orta deyim; nama­zın geçersiz olması ise sonuç yapılmıştır. Bunun üzerine ona şöyle denilir: Eğer burada suyu, fiziksel olarak kullanma gücünü kastettiysen, başkasının sahip olduğu suyu bulmuş olsa bile namazın geçersiz olması gerekir. Eğer kullanımla, ‘fıkhen kullanabilme imkanı’nı kastettim dersen şöyle cevap verilir:

Namaz kıldığı sürece namaz kılana amel-i kesir (namaz dışı olup çok miktarda yapılan fiiller) yasaktır, öyle ise suyu kullanmak da yasaktır. Buna göre şeran suyu kullanabilme gücü, ancak namazın bozulmasıyla hasıl olur. Suyu kullanabilme imkanını doğuran namazın bozulmasıdır. Burada suyu kullanabilme kudret ve imkanı, illetin ma‘lûlü öncelemesi gibi (bu kudret ve imkanı doğuran) namazın bozulmasından önce gelir. Bu öncelik zaman bakımından değil de zat bakımından önceliktir. Öyle ise sıralamada sonra gelen yani namazın bozulması, sıralamada önce gelen, yani suyu kullanabilme imkan ve gücü’ için nasıl olur da illet kabul edilebilir?

İşte kıyaslarda yanılmanın nedenleri bunlardır. Biz bunları yedi bölümde toparlamış olduk. Ancak her bölüm içinde, sayılması mümkün olmayacak kadar alt tür bulunur. Eğer birisi “Bu yanılma noktaları pek çoktur, bunlardan kim kurtulabilir ki?” derse buna şöyle cevap veririz: Bunların hepsi tek bir kıyasta bir araya gelmez, aksine her bir kıyastaki yanılma nedeni sayılı belirli sebeplerdir ve bunda ihtiyatlı olmak da müm­kündür. Üç deyime riayet eden ve onları lafız şeklinde değil de mana olarak zihninde tutan, sonra da bu deyimleri bir birine yüklem yapan ve onları iki öncül haline getiren, çelişkinin şartları başlığında anlattığımız gibi yük­lem yapmayla ilgili ek konuları göz önüne alan ve kıyasın şekline riayet eden herkes kesin olarak bilir ki ortaya çıkan sonuç doğrudur, öncüllerin lâzımıdır.

Buna göre eğer kim sonuca güvenmez ise öncüllere, doğrulama şekline, kıyasın şekline ve deyimlerine bir veya iki kere daha bakarak, geri dönüp kıyası tekrarlayarak sağlamasını yapsın. Tıpkı hesap yapanın tertip ettiği hesabında yaptığı gibi davransın. Zira hesap yapan da hesabı bir-iki kez tekrarlayarak sağlamasını yapar. Eğer bunları yapar ve hala kendisi için güven ve itminan hasıl olmazsa aklî ve mantıki konularda araştırma yap­mayı (nazar) bıraksın ve taklit ile yetinsin. Zira her işin bir erbabı vardır ve herkese yaratılışına uygun olan şey kolay gelir.



Ebu Hamid el Gazzali – Mi’yar’ul İlm,syf:290-310

Türkiye Yzma Eserler





Devamını Oku »

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim'den Alıntılar




Gerçek olan şu ki, bu kişilerin düşüncesi, ücra köşelerdeki ihtimallere uzanamıyor. Bilakis itikatları, zayıf bir takım sebeplerle karara bağlanmıştır. Baş ağrısı çeken şu avama bak: başkası ona şöyle der: “Gülsuyunu kullan! Zira benim de başım ağrıyordu; gülsuyunu kullandım ve faydasını gördüm.” Bu kişi sanki şöyle diyor: “Seninki de bir baş ağrısıdır, öyleyse gül suyu bu ağrıya da iyi gelir, benimkine iyi geldiği gibi (kıyas)." Hastanın kalbi de bu söze meyleder (ve gidip gül suyunu kullanır).

Ona şöyle demeyi düşünmez: “Önce gülsuyunun bütün baş ağrılarına -soğuk, hararet, mide bulantısı... gibi sebeplerin hangisinden kaynaklanıyorsa kaynaklansın- iyi geldiğini bir ispat et. Ve benim baş ağrım, seninki gibi mi; mizacın senin mizacın gibi mi; yaşım senin yaşın gibi mi; yapım senin yapın gibi mi; diğer hallerim senin hallerin gibi mi? Bunları da ispat et; zira bütün bu etkenlerle tedavi şekli değişir!” İşte bu gibi şeyleri sormak, avamın işi değildir. Zira bu gibi şeyleri araştırmaya meraklı değiller. Kelâmcıların da işi değildir; zira -avam kitlenin aksine araştırma merakları olsa da, yakînin kesinliğine götüren yolları bir türlü bulamıyorlar. Araştırarak doğruya ulaşmak, sadece bunun bilgisini Ahmed (aleyhisselam) ’dan almış bir topluluğun karakteristik özelliğidir (şinşine). Onlar, Kur’ân’ın ışığında Allah’ın nuruyla hidâyeti bulmuş kişilerdir. Kur’ân’dan aldılar âdil bir mîzânı ve “el-kıstasü’l-müstakîm”i/ dosdoğru ölçüyle tartmayı. Böylece Allah için, adaleti ayakta tutan kişiler haline geldiler.

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim,syf.176-178

Türkiye Yazma Eserler

------------



Re’y ve Kıyasın Tasviri ve Bunların Geçersizliğine Dair

Dedi ki: Arkadaşlarla ilişkiyi kesip senden öğrenme konusuna gelince: daha önce sana anlattığım gibi, annemin ölünce yaptığı vasiyet beni bundan engelliyor.

Ancak re’y ve kıyasın bozukluk yönünü açıklamamı çok istiyorum. Zira sanırım aklımı zayıf görüyor, kafamın karışık olduğunu düşünüyorsun. Re’y ve kıyasa mîzân adını veriyor ve buna uygun âyetler okuyorsun bana. Oysa ben, mizan dediğin şeyin aslında senin dostlarının savunduğu kıyasın ta kendisi olduğunu düşünüyorum.

Dedim ki: Heyhât! Re’y ile kıyastan benim ne kastettiğimi ve onların ne kasrettiğini hemen sana açıklıyorum.

Re’ye gelince: Mutezile’nin “Kullar için “aslah” olana riâyet etmesi Yüce Allah’a vaciptir” sözü buna örnektir. Mu‘tezile’den bu sözün tahkiki talep edildiği zaman, hiçbir dayanak göster(e)miyorlar. Bu sadece, yaratanı yaratılana mukayese etmek ve O’nun hikmetini onların hikmetine teşbih etmek yoluyla akıllarınca güzel buldukları (istihsân) bir re’ydir.

Mahza akılların güzel gördüğü şeyler (müstahsenâtu’l-“ukül), re’yin ta kendisidir ki, buna itimad edilmesini doğru bulmuyorum. Re’y, öyle neticeler doğurur ki Kur’ân mîzânları onların bozukluğuna şahitlik yapar. Mesela yukardaki söz gibi. Nitekim bunu alıp “telâzum” ölçüsü ile tartacak olursam şöyle derim:

-Eğer "aslah"a riâyet Allah’a vacip olsaydı, bunu yapardı.

-Yapmadığı bilinmektedir.

-0 halde "aslah"a riâyet, Allah'a vacip değildir.

Vacip olsaydı mutlaka yapardı, zira Allah vacibi terk etmez.

Denilse ki: “Aslah'’ vacip olsaydı,

Allah mutlaka yapardı” sözüne teslim olduk, ama Allah'ın “aslah“ı yapmadığına teslim olmuyoruz; (müsellem kabul etmiyoruz).

Derim ki;

-Eğer "aslah'ı yapsaydı, kullarını cennette yaratır, orada bırakırdı. (Zira kullar için en iyi olanı budur.)
-Böyle yapmadığı bilinmektedir.
-O halde,Allah "aslah"ı yapmış” değildir,

Bu da aynı şekilde “telazum mizanı"ndan elde edilmiş bir neticedir.

Bu aşamada hasım kişi, ya inkâr edip “Allah’ın, kullarını cennette bırakması 'aslah' olan değildir” der ve böylece yalanı ortaya çıkmış olur. Veya şöyle der:

“Kullar için en iyi (aslah) olanı, onların cennetten çıkarılıp, belalar yurdu olan dünyaya konmaları ve hatalara maruz bırakılmaları, daha sonra, hataların yüzünden perdenin kaldırıldığı o gün (kıyamet günü) -Sahih hadis’te geçtiği üzere Yüce Allah’ın Hz. Adem'e (a.ş.): “Ey Adem! Cehennem heyetini çıkar!” demeni, Adem de: “Ne kadar?” dediğinde “Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzu!" demesidir.

Bu iddiaya göre, Allah'ın insanları cennetten çıkarıp dünyaya yerleştirmesi, onları cennette yaratıp orada bırakmasından daha iyidir (aslah). Çünkü aksi durumda bütün bu nimetler, insanların çabasıyla ve hak ettikleri için elde edilmemiş olurlardı ki, böylece onlara olan minnet daha da büyür. Ve minnet ağır bir yüktür. Oysa duyup (kendi iradeleriyle) itaat etseler, kazandıkları nimetler, minnetsiz bir ücret ve yaptıklarına karşılık olmuş olur.

Böyle bir hikâyeye cevap vermek bir tarafa hem onu duymaktan senin kulaklarını hem de dillendirmekten kendi dilimi tenzih ederim. Onun hakkında bir düşün! Re’yin verdiği neticenin çirkinliklerini göreceksin.

Biliyorsun ki, Yüce Allah, öldükleri vakit çocukları cennette itaatkar yetişkinlerin konumundan daha aşağı bir konumda tutar. O zaman bu çocuklar “Ey Rabbimiz, sen askılı olanı yapmayı bizden esirgemezsin; bizim için aslah olan, yetişkinlerin derecesine hizi ulaştırmandı” dediklerinde Allah da -Mu“tezile’ye göreonlara şöyle diyecek: “Sizi nasıl onların derecesine ulaştırayım! Onlar büyüdüler, yoruldular ve emirlerime itaat ettiler. Oysa siz çocukken öldünüz!” Çocuklar: “Bizi sen öldürdün. Dünyada uzun zaman kalıp ahiretin ulvî derecelerini kazanmaktan mahrum bıraktın bizi.

Dolayısıyla bizim için aslah olan şey, bizi (çocuk yaşta) öldürmemendi. Bizi neden öldürdün?” diyecek.

Allah da Mu'tezile’ye göre şöyle diyecek: “Ben yetişkin olduğunuz takdirde küfre düşeceğinizi ve ebedi cehennem ateşine müstahak olacağınızı (ilm-i ezelim ile) biliyordum. Bu yüzden sizin için aslah olan, çocuk yaşta ölmeniz idi.”

Tam da bu sırada, yetişkin kâfirler ateşin katmanları içinde çığlık atarcasına seslenecek ve şöyle diyecekler: “Sen, yetişkin olduğumuz takdirde bizim kâfir olacağımızı bilmiyor muydun? Neden çocukken bizi öldürmedin? Biz çocukların derecesinin onda birine bile razıyız!”

İşte o zaman Mu'tezilî’nin Yüce Allah adına kâfirlere verebileceği bir cevabı kalmaz. Bu durumda kâfirler, Allah’a karşı serdettikleri delilde -hâşâ üstün gelmiş olurlar ki, Allah, zalimlerin sözlerinden münezzeh, çok yüce ve büyüktür!

Evet, aslah olanın yapılmasında bir sır vardır ve bu da Allah’ın kaderdeki sırrının bilinmesinde aranır. Ancak Mu'tezilî olaya bu asıldan bakmıyor. Sahip olduğu Kelâm sermayesiyle de buradaki sırra muttali olamıyor.

Bu yüzden konuya gelişigüzel dalıyor ve ona çapraşık gelen görüşler arasında bocalayıp duruyor. Benim yanımda geçersiz re’y örneği işte budur.

Kıyas ise: Bir konuda bir şeyi başka bir şeye kıyas eder ek hüküm ortaya koymaktır. Mücessime’nin “Şüphesiz Allah, cisimdir” sözü kıyasa örnektir.

Soruyoruz: neden (Allah cisimdir dediniz)?

Diyorlar ki: “Zira Allah, faildir, sanatkardır. Allah’ı (birer cisim olan) diğer sanatkâr ve faillere kıyas ettik ve O’nun da cisim olduğunu öğrendik”. İşte bu, batıl bir kıyastır. Zira şöyle deriz: “Neden bir fail, sırf fail olduğu için cisim olsun ki'.” Kur’ân’ın mizânıyla ölçümlendiğinde, böyle bir şey ortaya konamaz. Çünkü bu, “te‘adül” ölçülerinden olan “mizan-ı ekber”e tekabül eder. Şekli şöyledir:

-Bütün fiiller; cisimdir. (Birinci öncül)
Bâri olan Allah;faildir,kadirdir. (İkinci öncül) -
0 halde Allah, cisimdir. (Sonuç)

Şöyle deriz: evet, Bârî olan Allah’ın fâil olduğuna teslim oluyoruz. Lakin birinci öncüle teslim olmayız. Bütün faillerin cisim olduğunu nerden çıkardınız? (diye sorduğumuz zaman), ellerinde istikrâ (tümevarım) veya kısmet-i münteşireden (dağınık bölüştürme) başka bir delil kalmaz. Bu ikisinde de delil olmaya elverişli bir şey yoktur.

Tümevarıma gelince: (Bu akıl yürütmeye göre hareket eden) Mücessime şöyle der:

“Marangoz, terzi, ayakkabıcı, hacamatçı, dokumacısına vs... kadar bütün failleri araştırdım ve hepsinin cisimler olduğunu gördüm. Buradan hareketle bütün faillerin cisim olduğunu öğrendim.”

Ona denir ki: Demek bütün failleri araştırdın, herhangi bir fail gözünden kaçmadı mı? Eğer “hepsini değil, bir kısmını araştırdım” derse, bundan küllî (tümel) bir hükme ulaşmak, lazım gelmez. Yok, eğer “hepsini araştırdım” derse, buna teslim olmayız. Zira bütün failler onun saydıklarından ibaret değildir. Hem nasıl bir araştırma yapmış acaba? Bütün bu faillerin arasında yerin ve göklerin failini (yaratıcısını) de araştırmış mı? Eğer araştırmamış ise, bütün failleri (küll) değil, bir kısmını (ba'z) araştırmış demektir. Yok, eğer araşızırdıysa O’nu cisim olarak mı bulmuş? “Evet...” derse, ona denir ki: “Eğer buna yaptığın kıyasın mukaddimesinde ulaştıysan, bunu nasıl aynı şeye delil olacak bir asıl (öncül) kıldın? Zaten bulduğun şeye bulduğun şeyin kendisini delil kılmışsın ki, bu yanlıştır.

Aksine onun araştırması şu kişinin araştırmasına benzer ki gidip at, deve, fil, haşerat, kuşlar... gibi bir takım canlılar üzerinde araştırma yapar. Hepsinin ayaklı olduğunu görür. Fakat bu arada yılan, solucan... gibi canlıları görmemiştir. Sadece ayaklı canlıları gören bu adam, “Bütün canlılar ayakla yürürler” hükmüne varır. Veya araştırmasında, bütün hayvanların çiğneme esnasında alt çenesini kullandığını görür;ancak üst çenesiyle çiğneyen timsahı görmeden şu hukme varır:

Bütün hayvanlar alt çenesiyle çiğner”. Çünkü caizdir ki aynı cinsteki bin üye tek bir hüküm üzere bulunsun da bir tek üye onlara muhalıf olsun. Bu, yakini bilgideki kesinliği ifade etmediği için zikredilen kıyas, batıl bir kıyas olur.

Kısmet-i münteşire (dağınık bölüşrürme) metoduna gelince: söz gelimi Mücessime şöyle der: “Ben faillerin sıfatlarını inceledim. Failler cisim idiler. Cisim olmaları ya fail olmaları, ya varlık olmaları, ya da şöyle veya böyle olmaları nedeniyledir.” Daha sonra bu kişi, bütün kısımları iptal eder ve şöyle der: “İşte bu akıl yürütmeden onların, fail oldukları için cisim oldukları sonucu çıkar.”

İşte şeytanın, sayesinde bütün kıyaslamalarını yaptığı kısmet-i münteşire metodu budur ki, böyle bir akıl yürütmenin geçersizliğini anlatmıştık...

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim,syf.162-170
Türkiye Yazma Eserler

---------------

Dinin furu kısmına gelince: üzerinde ittifak edilmiş (müttefakun aleyh) bütün meseleleri bitirmeden kalbini ihtilaflı meselelerle meşgul etme! Ümmet, âhiret azığının takva ve Allah korkusu olduğu; haram kazanç, haram mal, gıybet, laf dolaştırma, zina, hırsızlık ve ihanet gibi sakıncalı işlerin haram; ve bütün farzların yerine getirilmesinin vacip olduğu noktalarında görüş birliği içindedir. Bütün bunları yaptıktan sonra sana ihtilaftan kurtulma yolunu öğreteceğim. Eğer kişi bütün bunları yerine getirmeden ihtilaf mevzuları talebinde bulunuyorsa o artık ammî değil, ehli cedeldir.

Hem, bir ammînin bunları sindirip, ihtilaflı konulara geçtiği ne zaman görülmüş? Dostlarını bir düşün! Bütün bu meseleleri sindirmişler de, ihtilaf bütün şekilleriyle gelip onların boğazına yapışmış öyle mi? Heyhâtl Böyle kimselerin dalâlet içindeki eksik akıllarını, şu hastanın aklına benzetiyorum: adam, onu ölümün kıyısına getiren bir hastalığa yakalanmış ve bu hastalığı tedavi edeceği hakkında bütün rahiplerin ittifak ettikleri bir ilaç var, ama o kalkıp rahiplere şöyle diyor: “bazı ilaçların soğuk mu yoksa sıcak mı olduğu hakkını da tabyalar ihtilaf etmisler; belki bir gün böyle ilaçlara ihtiyaç duyabilirim, o yüzden beni söz konusu ibtilafian kurtaracak birini bulana kadar tedavi olmayacağım. ”

Evet, olur da takvanın bütün boyutlarını sindirmiş, fakat “kafamı burcalayan ve cevabını bilmediğim bazı sorularım var: mess, lems, ağız dolusu kusma (kay) ve burundan kan gelme ( ruâf) durumlarında abdest almalı mıyım? Ramazanda oruca gündüz mu' yoksa gece mi niyet etmeliyim?” diyen salih birini görürsem, ona şöyle derim: “Ahiret yolunda güvenle ilerlemeye devam etmek istiyorsan ihtiyât yolunu takip et! Cumhurun üzerinde ittifak ettiği şeye sarıl!

Söz gelimi (abdesti bozup bozmadığı) tartışmalı olan durumlarda abdest almaya bak! Zira söz konusu durumda abdesti vacip görmeyen bir müctehid, mutlaka onu müstehâb görür. Aynı şekilde oruca gece niyetlen! Zira gece niyetlenmeyi vacip görmeyen bir müctehid mutlaka onu müstehâb görür”.

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim,syf.144-146
Türkiye Yazma Eserler

------------------

Dış görünüşe aldandığını görüyorum. Öyle ki sana hacamatçının kabında kırmızı (halis) bal sunulsa, tabiatın hacamatçı kabından tiksindiğinden o balın tadına bile bakamazsın. Ve hangi kapta olursa olsun balın temiz/ tâhir olduğu-nu anlamaktan acizdir aklın. Söz gelimi, yamalı elbise (murakka'a) veya yünlü kaftan (durrâ'a) giyen bir Türk gördüğünde, hemen onun sufi veya fakih olduğuna hükmedersin. Bir süfi aba (kabâ) giyip külah (kalansuve) taksa, vehmin onun da Türk olduğuna hükmeder.

(Sözün özü): vehmin seni ilelebet, eşyanın özünü değil, kılıfını dikkate almaya mahkum etmiştir. İşte bu sebeple, herhangi bir sözü kendisi bakımından değil, ifade edilişindeki güzellik veya kâiline olan kendi hüsn-ü zannın açısından değerlendiriyorsun. Söz kendi zatında hak da olsa, eğer ibaresi -sence- çirkinse veya kâilin -itikadınca- kötü davranışları varsa, sözü hemen reddediyorsun.

--------------------

Şehâdet ve meleküt âlemleri arasında müvâzene yapmanın sırrı, hayâli misallerdeki manevi hakikatlere dair görülen rüyalar (âleminde) tecelli eder (tebellür edip açığa çıkar). Zira rüya, nübüvvetin bir cüzüdür. Nübüvvet âleminde ise mülk ve meleküt âlemleri tamamen tecelli eder. Bunun rüyadan misali: Adamın biri rüya görüyor: sanki elinde bir mühür ve onunla erkeklerin ağzını, kadınların fercini mühürlüyor.

Gördüğü bu rüyayı lbni Sîrîn’e [ö. 110/729] anlatıyor. İbn Sîrîn ona: “Sen Ramazan’da sabah vakti girmeden ezan okuyan bir müezzinsin” diyor. Adam: “Evet, öyledir” diyor. Şimdi, adamın gayb âlemindeki hali bu misalde nasıl tecelli etti bir düşün! Bu misal ile sabah vaktinden önce okunan ezan arasında müvâzene yapmaya çalış! Belki de bu müezzin kıyamet gününde elinde ateşten bir mühürle kendini görür. Ona: “0, (dünyada iken) erkeklerin ağzını, kadın-ların fercini mühürlediğin mühürdür” denilecek ve adam: “Vallahi böyle bir şey yapmadım” deyince, ona: “Evet, yaptın! Fakat farkında değilsin; zira bu, yaptığının ruhudur” denilecek.

Eşyanın hakikati ve ruhu ancak ruhlar âleminde tecelli eder. Ruh, his ve hayal âlemi olan aldatıcı âlemde (“âlemu’t-telbîs) ise suretten bir perdenin arkasında olur. “Andolsun ki sen bundan gaflette idin. Şimdi gaflet perdeni açtık; artık bugün gözün keskindir.”48 Aynı şekilde (müezzinde olduğu gibi) şeriatın bir sınırını çiğneyerek terk eden kimsenin de şehâdet âlemi utanç verici olur. Konu hakkında detaylı bilgi istersen, Cevâhiru’l-Kur’ân adlı eserin “Bâbu hakîkati’l-mevt” bölümüne başvur. Orada hayret verici bilgiler göreceksin. O bilgileri uzun uzun düşün!

Belki sana, meleküt âlemine bir pencere açılır da oradan kulak hırsızlığı yaparsın". Ancak o kapının sana açılabileceğini düşünmüyorum. Çünkü hakikate dair bilgiyi, görmediğin gaip bir muallimden bekliyorsun.

-------------------

Şeytanın sızdığı gedikler, on tanedir. Mihakkü’n-nazar, Mi'yâru'l-İlm ve diğer bazı eserlerde ölçmenin şartlarındaki incelikleri anlattım. Şu an anlatmayacağım; zira kavrayışın bunları idrak etmekten acizdir. Bunları ana başlıklar halinde görmek istersen Mihakkü’n-Nazar’da; detaylı açıklamalarını istersen Mi'yâru'l-İlm’de bulabilirsin.

Lakin şimdilik sana sadece bir numune takdim edeceğim. Şeytanın Halîlullah Hz. İbrahim’in kalbine ilkâ ettiği şeye dair bir numune... Allah şöyle buyurdu: “Senden önce hiçbir resül ve nebi göndermedik ki, birşey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair bir şey (vesvese) ilkâ etmiş olmasın. Ama Allah, şeytanın ilkâ ettiği şeyi giderir.. .”(Hac,52) Şeytanın ilkâ ettiği şey, Hz. İbrahim Güneş’e yönelerek “...İşte Rabbim budur; zira bu en büyüktür.”(En'am,78) dediği zaman gerçekleşti. Güneş daha büyük olduğundan O’nu (a.s.) bununla aldatmaya çalıştı.

Bu mîzânla ölçme keyfiyeti şöyledir:

-Ilah, en büyük alandır. (İttifakla bilinen bir öncül)

Yıldızların en büyüğü Güneş’tir: (Hissi bilgi)

O halde ilâhı, Güneş’tir; ([Şeytanın ilkâ ettiği] netice)

İşte bu mîzân, şeytanın te“âdül mîzânı’ndan olan “el-asgar” mîzânına (iktirânî/yüklemli kıyas’ın üçüncü şekli) iliştirerek sunduğu bir mîzândır. Çünkü “en büyük” ifadesi, bir niteliktir ve bu nitelik hem Güneş’te hem de “ilâh”da bulunmasından hareketle, birinin diğeriyle nitelendirilmesi gerektiği vehm ettiriliyor. Oysa bu, “asgar mîzânı”nın “aks” (ters döndürme) halidir.

Zira bu mîzânın (asgar) tanımı şöyledir: Tek bir şey (mesela insan) için iki şey/ nitelik söz konusu olur (insanın canlı ve cisim olması) ve bunlardan birinin bir kısmı (tikel), diğeriyle nitelenir ki, daha önce bunu anlattık“. Fakat iki şey (ilâh ve Güneş) için tek bir şey ('en büyük’ niteliği) söz konusuysa, bu iki şey’den biri diğeriyle nitelenmez (llâh güneştir veya Güneş ilâhtır şeklinde bir sonuca varılamaz). Şimdi bak ve gör şeytanın mîzânları ters çevirerek nasıl kafa karıştırdığını!

Bu batıl mîzânın yine batıl olduğu ortada olan sancaya göre alınmış ayarı ise “renk”tir: zira “Renk” hem siyah hem de beyaz için söz konusudur. Böyle bir durumda “siyah”, “beyaz” ile, “beyaz” da “siyah” ile nitelendirilemez. Dolayısıyla biri çıkıp:

-Beyaz bir renktir.
-Siyah da bir renktir:
-0 halde siyah, beyazdır

der ise, bu yanlış ve batıl olur.

Aynı şekilde çıkıp,

[Ilah en büyük olandır.
Güneş de en büyüktür.
-O halde Güneş ilâhtır

der ise yine yanlış ve batıl olur. Zira birbirine zıt iki şey’in tek bir nitelikle nitelenmesi caiz olup, bu durum söz konusu iki şey arasında birlik ilişkisini gerekli kılmazken; bir şey’in iki şey’le nitelenmesi, söz konusu nitelikler arasında [tikel] birlik ilişkisini zorunlu kılar. Ama anlayışı kıt olan kimse, tek bir şeyin iki şeyle nitelenmesi ile iki şeyin tek bir şeyle nitelenmesi arasındaki farkı idrak edemez.

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim,syf.98-100;106;110-112
Türkiye Yazma Eserler

----------------------

"bir şey ki başkasında bulunan bir nitelik kendisinden nefyedilmiştir, bu şey öteki şey den ayrıdır (mübâyin).” Söz gelimi, “ilâh batmaz”, “Ay ise batar” önermeleri, İlâh ile Ay arasında bir tebâyün gerektirir ki; bu, Ay'ın ilâh olmaması, ilâhın da Ay olmaması demektir.

Yüce Allah, Kur’ân’ın birçok yerinde Peygamberi Muhammed (a.s)’e atası İbrahim (a.s)’in yolunu takip etsin diye bu mîzânla ölçmeyi öğretmiştir. Dikkat çekeceğim Kur’ân’daki iki örnekle yetin ve gerisini diğer âyetlerde ara!

Birincisi, Allah’ın Peygamberine hitaben söylediği şu âyettir:

(Biz Allah’ın oğulları/çocukları ve can dostlarıyız dediler). “De ki: Öyleyse neden günahlarınız yüzünden size azap ediyor? Hayır, aksine, siz O’nun yarattığından birer beşersiniz...”(Maide,18)

Bu âyete göre Yahudiler, kendilerinin Allah’ın oğulları olduğunu iddia ediyorlar. Yüce Allah ise, Peygamberine (a.s) onların yanlış düşüncesini kıstasü’l-müstakîm ile açığa çıkarma keyfiyetini öğreterek şöyle buyurdu: “De ki: o halde neden günahlarınız yüzünden size azap ediyor?”(Maide,18)

Bu mîzânın kemal-i sureti şöyledir:

-Oğullar, azap edilmezler:
-Siz ise, azap ediliyorsunuz.
-0 halde siz, (Allah’a) oğullar değilsiniz.

Bunlar iki asıldır. Evlatların azap edilmeyeceği tecrübe ile bilinmektedir. Sizin azap edildiğiniz ise müşahede ile bilinmektedir. Bu asıllardan, Allah’ın oğulları olmadığınız sonucu zorunlu olarak doğar.

İkincisi, Allah’ın şu âyetidir:

De ki: “Ey Yahudiler! Eğer siz, öteki bütün insanları dışlayarak sadece kendinizin Allah’ın dostları olduğunu iddia ediyorsanız, “haydi ölümü temenni etsenize’! Tabi eğer iddianızda sadıksanız?” Ama onlar, elleriyle yaptıkları yüzünden onu (ölümü) asla temenni etmezler. Şüphesiz Allah, zâlimleri bilir”.”

Bu âyete göre Yahudiler, Allah’ın dostu olduklarını iddia etmektedirler. Oysa bilinmektedir ki dost dosta kavuşmayı arzular. Yine bilinmektedir ki Yahudiler, Allah’a kavuşmaya vesile olan ölümü arzulamıyorlar. Bundan, zorunlu olarak “Yahudiler Allah’ın dostu değillerdir” neticesi çıkar.

Bunun (kıyasla) ifadesi şöyledir:

-Her dost, dostuna kavuşmayı arzular.
-Yahudiler, Allah'a kavuşmayı arzulamamaktadırlar.
-O halde Yahudiler Allah’ın dostu değillerdir:

Bu mîzânın haddi: “Temenni” (ölümü arzulama), “dost”un niteliğidir ve bu nitelik “Yahudi”de yoktur. Buna göre, biri diğerinden selb edildiği için “dostluk” ve “Yahudilik” birbirinden ayrı (mütebâyin) şeylerdir. O halde “dost” “Yahudi”; “Yahudi” de “dost” değildir.

Bu mîzânın malum sancadan standart ölçüsüne (klasik akıl yürütmedeki karşılığına) gelince: Bu kadar açıkken bunu anlatmama ihtiyacın olduğunu sanmıyorum. Ancak bir açıklama istiyorsan (söyleyeyim):

[ Taş, cansızdır.
Insan, cansız değildir
0 halde, insan taş değildir'. ]

Bak şimdi, “taş”ın “cansız” olduğunu, ardından “insan”ın “cansız” olmadığını bildiğin zaman, bu bilgiler, zorunlu bir bilgi olarak “insan”ın “taş” olmadığını bilmeni nasıl gerektiriyor! Zira “cansızlık” taş için sabit, “insan” için nefyedilen bir nitelemedir. Kuşku yok ki, “insan” “taş”tan; “taş” da “(insan”dan selb edilir. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuç: İnsan taş olamaz; taş da insan olamaz.

Bu mîzânın anlaşılması güç (ilmî) konularda muhtemel kullanım yerlerine gelince: Şüphesiz böyle yerler çoktur. Nitekim ma‘rifetin iki parçasından birisi takdis bilgisidir, yani Allah’ın şanına layık olmayan niteliklerden münezzeh olduğunu bilmektir. Allah’ı, şanına layık olmayan şeylerden tenzih etmenin bilgisinin bütün yolları bu mîzândan geçer. Çünkü Hz. İbrahim (a.s), Rabbini takdiste bu mîzânı kullandı. Bize de bunun keyfiyetini öğretti; zira Allah’ın şanından cismiyyetin nefyedilmesi esasını, bu mîzân ile öğretti.

Biz de aynı yöntemi kullanarak şöyle deriz: “İlâh, mütehayyiz (belirli bir yer kaplayan) bir cevher değildir. Çünkü ilâh ma'lül“ değildir; oysa belirli bir yer kaplayan her şey, kapladığı yer ile muhtass oluşu [bakımından] malüldür. O halde ilâh cevher değildir.”

[Özet: İlâh cevher değildir. Çünkü:

-Cevher (mütehayyiz olması sebebiyle) ma'lüldür.
-İlâh ise maclül değildir. O halde llâh cevher değildir.]

“İlâh, araz değildir” sonucuna da varırız:

Araz, hayy-âlim değildir.
AIlah ise hayy-âlimdir.
O halde ilah,araz değildir.(Zorunlu netice)

Allah’ı, şanına layık olmayan diğer nitelemelerden takdis ve tenzih etmek de aynı şekilde iki aslın birleşimi sayesinde bilinebilir.

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim,syf.78-80
Türkiye Yazma Eserler

Devamını Oku »

Fıkıh Usûlü

 


Ebû Hanîfe




Ebû Hanîfe Numan b. Sâbit (ö. 150/767) meşhur mezhep imamı ve fıkıhta çığır açan büyük bir âlim ve müctehittir. Irak’ta Kûfe şehrinde yaşamış, yetişmiş ve ilmî faaliyetlerini sürdürmüş olan Ebû Hanîfe yöneticilerin kadı olması için yaptıkları teklifleri reddetmiş ve bu yüzden bir süre hapiste kalmış, bir rivayete göre hapiste vefat etmiştir. Irak bölgesinin ve rey taraftarlarının temsilcisi kabul edilen Ebû Hanîfe farazi fıkıh meseleleri türetme ve öğrencileriyle bunları tartışmakla meşhur olmuştur. Aslında diğer müctehitlerce de kabul edilen kıyas ve istihsan23 gibi akli yöntemlere çok sık başvurduğu ve rivayet edilen hadislerin kabulünde sıkı şartlar getirdiği için kimi hadis taraftarlarınca haksız yere eleştirilmiştir. Hanefi mezhebi günümüzde Türkiye, Türki cumhuriyetler, Irak, Suriye, Pakistan, Hindistan ve Mısır’da yaygındır.

--------------



Ebû Hanîfe’nin Genel Yaklaşımı


Ebu Hanife şöyle demiştir: Ben bir hükmü Allah’ın kitabında bulduğum zaman ona uyarım; hükmü Allah’ın kitabında bulamazsam Rasulullah’ın sünneti ve güvenilir kişilerin güvenilir kişilerden rivayet ettiği meşhur ve sahih hadislere uyarım; Allah’ın kitabında ve Rasulullah’ın sünnetinde bulamazsam onun ashabından dilediğim kişinin sözüne uyar, dilediğim kişinin sözünü de bırakırım, ama onların sözlerinin dışında başka bir kişinin sözüne uymam; iş İbrahim (96/815), Şa’bî (103/721), Hasan (110/728), İbn Sîrîn (110/729) ve Said b. Müseyyeb’e (94/713) –başkalarını da saydı– kadar inerse ben de onların ictihad ettiği gibi ictihad edebilirim.

Saymerî. Ahbaru Ebû Hanîfe ve ashâbih, Beyrut, Dârü’l-kitâbi’l-Arabî, 1976, s. 10.

-----

Hasan b. Salih (168/785) şöyle demiştir: Ebû Hanîfe hadislerin nâsih (önceki hükmü kaldıran) ve mensuh (hükmü kaldırılmış) olanlarını çok iyi araştırır ve bir hadisin Hz. Peygamber ve ashabından sahih şekilde rivayet edildiğine kanaat getirirse ona uyardı. Ebû Hanîfe Kûfelilerin rivayet ettiği hadisleri ve onların fıkhî görüşlerini iyi bilirdi ve memleketindeki insanların yerleşik uygulamalarına sıkı şekilde bağlıydı. Ebû Hanîfe: “Allah’ın kitabında nâsih ve mensuh vardır; hadislerde de nâsih ve mensuh vardır” derdi ve o, memleketinin âlimlerine ulaştığı ölçüde Rasulullah (s.a.s.)’in vefatına kadar sürdürdüğü son uygulamalarını çok iyi bilirdi.

Saymerî. Ahbaru Ebû Hanîfe ve ashâbih, Beyrut, Dârü’l-kitâbi’l-Arabî, 1976, s. 10.

-------

Sehl b. Müzâhim26 şöyle demiştir: Ebû Hanîfe’nin görüşü(nün esası) ihtiyatlı davranmak, kötülükten/tutarsızlıktan (kubuhtan) kaçmak, insanlar arasındaki muamelâtın ve işlerin düzgün ve faydalı bir biçimde yürümesini sağlayan şeylere bakmaktır. Ebu Hanife meseleleri kıyasa dayanarak çözerdi, ama kıyas kötü bir sonuç verirse, tutarlı olduğu sürece istihsana göre hüküm verirdi. Bu da tutarlı değilse Müslümanların teamülüne/örfüne başvururdu.

(b. Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak 1321. Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, I, 82.)

-------

Katâde b. Diâme (118/736)27 Kûfe’ye geldi. İnsanlar onun etrafında toplandı. Aralarında Ebû Hanîfe de vardı. Katâde: ’Bana fıkıhtan sorun’ dedi. Ebû Hanîfe kalktı ve “... Kayıp kişinin karısı hakkında görüşün nedir?” dedi. Katâde: “Bu konuda Ömer’in görüşüne uyuyorum, kadın dört yıl bekler, bu süre içinde kocası geri gelmezse kocası ölen kadının beklediği iddeti (dört ay on gün) bekler, sonra da evlenebilir” dedi. Ebû Hanîfe: “Eğer ilk kocası gelir ve ’Ben hayattayken nasıl evlenirsin’ derse ve buna karşılık ikinci kocası kalkıp ’Kocan varken benimle nasıl evlenirsin’ derse bu kadın kimin eşi olur?’ dedi. Bunun üzerine Katâde kızdı ve ’Size hiç cevap vermeyeceğim” dedi... Sonra Katâde Ebû Hanîfe’ye (ve yanındakilere): “Bu mesele gerçekten oldu mu?” diye sordu. Oradakiler: “Hayır” dediler. Katâde: “Bana neden olmamış bir şeyle ilgili soru soruyorsunuz?” dedi. Bunun üzerine Ebû Hanîfe: “Âlimler zor durumlar için hazırlık yapar ve bu durumlar gelmeden önce tedbirlerini alırlar, başlarına gelince de bu meseleleri tanır ve bunlara karşı nasıl davranacaklarını bilirler” dedi.

Saymerî 1976. Ahbaru Ebû Hanîfe ve ashâbih, Beyrut, Dârü’l-kitâbi’l-Arabî, s. 23.
İbn Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak, 1321, Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, I, 102-104.Çeviren: Mehmet Boynukalın

Kıyas


Anlamadığı bir meseleyi açıklaması için kıyas yapmasını isteyen talebesi Ebû Mukâtil’e Ebû Hanîfe şöyle demiştir:

Kıyas yapmamı istemekle ne iyi ettin. Arkadaşıyla müzakereden faydalanmak isteyen böyle yapmalıdır; kendisine söylenileni bilemediği zaman kıyasa yönelmelidir. Bil ki; doğru kıyas hakkı arayanın hakkı bulmasını sağlar. Kıyas, hak sahibinin dava ettiği hakkı (ispatlamak) için (gösterdiği) güvenilir şahitlere benzer. Cahillerin hakkı inkâr etmesi olmasaydı âlimler kıyas yapmak zorunda kalmazlardı.

Ebû Hanîfe 1368. el-Âlim ve’l-müteallim (nşr. Muhammed Zahid el-Kevserî), Kahire, s. 15.Çeviren: Mehmet Boynukalın

İstihsan


Muhammed b. Hasan dedi ki: Ebû Hanîfe –Allah ona rahmet eylesin– yaptığı kıyaslarda arkadaşlarıyla/talebeleriyle tartışır, onlar da onunla yarışır ve ona karşı çıkarlardı; ancak “istihsan yapıyorum” dediğinde, istihsanla ilgili getirdiği meselelerin çokluğu sebebiyle artık içlerinden kimse ona yetişemezdi, bundan sonra tartışmayı bırakır ve onun doğruluğunu teslim ederlerdi.

İbn Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak 1321. Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, I, s. 90.Çeviren: Mehmet Boynukalın

Rey ve İctihadın Yanılabilirliği


Ebû Hanîfe’ye ictihadının şüphesiz hak/doğru olup olmadığı sorulduğunda o şöyle cevap verirdi: Vallahi bilmiyorum, belki de o şüphesiz batıldır/ yanlıştır.

b. Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak 1321. Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, II, s. 153.

----

Ebû Hanîfe dedi ki: Bu konuştuklarımız reydir (görüştür); kimseyi buna zorlamıyoruz ve kimsenin bunu istemeden kabul etmesi gerektiğini söylemiyoruz; kim bundan daha güzelini getirebiliyorsa getirsin.

İbn Abdülber 1417/1997. el-İntikâ fî fezâili’l-eimmeti’s-selâseti’l-fukahâ (nşr. Abdülfettah Ebû Gudde), Beyrut, Dârü’l-beşâiri’l-İslâmiyye, s. 258.

----

Bizim bu ilmimiz reydir (görüştür); bizim yapabildiğimizin en güzeli budur; bize bundan daha güzelini getiren olursa onu kabul ederiz” ya da “o doğruya bizden daha yakındır.

b. Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak 1321. Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, I, s. 76–77.

-----

Benim kitaplarımdan fetva verenin, neye dayandığımı bilmeden fetva vermesi helâl değildir.

İbn Abdülber 1417/1997. el-İntikâ fî fezâili’l-eimmeti’s-selâseti’l-fukahâ (nşr. Abdülfettah Ebû Gudde), Beyrut, Dârü’l-beşâiri’l-İslâmiyye, s. 267.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Fıkıh Meclisi


Ebû Hanîfe’nin kitaplarını yazan talebeleri kırk kişiydi. İçlerinde ileri gelen on kişinin içinde Ebû Yusuf (182/798), Züfer b. Hüzeyl (158/775), Davud et-Tâî (165/781), Esed b. Amr (190/806), Yusuf b. Halid es-Semtî (189/804) ve Yahya b. Zekeriyya b. Ebû Zâide (182/798) vardı. Yahya bu kitapları onlar için otuz yıl boyunca yazmıştı.

İbn Ebü’l-Avvâm1431/2010. Fezâilü Ebû Hanîfe (nşr. Lâtîfürrahman el-Kâsımî), Mekke, el-Mektebetü’l-imdâdiyye, s. 342.

-------

Ebû Hanîfe’nin yanında bir meselenin çözümünde farklı görüşler ortaya koyuyorlardı, şu bir çözüm getiriyor, başkası başka bir çözüm getiriyordu. Sonra meseleyi ona arzediyor ve çözümünü ona soruyorlardı. O da kısa bir süre içinde meseleye çözüm getiriyordu. Bazen bir mesele üzerinde üç gün tartışıyorlardı. Sonra o meseleyi kitaba yazıyorlardı.

İbn Ebü’l-Avvâm 1431/2010. Fezâilü Ebû Hanîfe (nşr. Lâtîfürrahman el-Kâsımî), Mekke, el-Mektebetü’l-imdâdiyye, s. 341–342.

------

Ebû Hanîfe’nin öğrencileri onunla birlikte bir meseleyi tartışıyorlardı. Âfiye b. Yezîd28 gelmediği zaman Ebû Hanîfe: “Âfiye gelmeden meselenin tartışmasını bitirmeyin” derdi. Âfiye gelip onlara muvafakat ederse Ebû Hanîfe: “Meseleyi yazın” derdi; onlara muvafakat etmezse: “Meseleyi yazmayın” derdi.

Saymerî 1976. Ahbaru Ebû Hanîfe ve ashâbih, Beyrut, Dârü’l-kitâbi’l-Arabî, s. 149–150.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »