Akıl Vazifeyi,Vicdan Mesuliyeti Tayin Eder



İmam Mâverdî'nin buyurduğu gibi her faziletin bir esası var, her edebin bir menbaı var, her güzelliğin bir kaynağı vardır. Öyle ise faziletin de esası ve edebin temeli de akıldır. Allah Teâlâ din ve dünya işlerinde aklı insana bahşetmiş, ona tahsis etmiş ve onu esas olarak tayin etmiş­tir. Tekliflerin yönelmesine sebeb de akıldır. Öyleyse Allah'ın bildirmiş ol­duğu vazifeleri akıl idrak eder. Vazifeleri tatbik etmekte tedbirci yine akıl­dır. Mesela mahlukun niyet, maksad ve zamanlan muhtelif olmalarına rağmen onların bağdaşmalarına, buluşma ve görüşmelerine Allah Teâlâ aklı bir bağ yapmıştır.

İbadet, ahlak ve muamelelerde güzellikleri, fazilet­leri bildiren şeriat, teyid eden akıldır. Demek aklın uygun gördüğü ve vic­danın güzel bulduğu vazifeyi de İslam hukuku tesbit eder, akıl onu tatbik eder. Şeriati de anlamak için akıl miyardır. Hülâsa akıl bütün ilimlere menşe'dir. Şeriatin bütün teklifleri akla yönelir. Şu kadar ki, aklın elini tu­tacak İlâhî vahiydir. O müstesna akıl her şeyin başıdır. Demek, aslî akıl, İslam hukukundan aydınlanmış ve Peygamber'e uymuş akıldır. Hâdis-i şerîfte, İslam dininden kazanılmış akla şöylece işaret olunmuştur:

“Hiçbir kimse sahibini hidayet yoluna iletecek, fenalıklardan alıko­yacak aklın benzeri bir şeyi kazanmamıştır. Elbet kişinin aklı dos­doğru olunca, dînlsahlakı da dosdoğru olur/' buyrulmuştur. Her bir şeyin dayanağı veya yardımcısı vardır. Kişinin amelinin dayanağı ve sı­ğınağı da onun aklıdır. Herkesin ibadeti aklının mikdarıncadır. Demek in-sanın en büyük dostu akıldır. Bu hikmete binaendir ki Hazreti Ömer radı- yallahu anh: “Kişinin aslı aklı, nesebi dîni, şeref ve haysiyeti de onun ah­lakıdır.” buyurmuştur. Şeyh Haşan Basrî de: “Allah Teâlâ kime akıl nimetini bağışlamış ise şübhesiz bir gün onu aklıyla kurtaracaktır.” buyurmuş.

İnsanda akıl ve irade olduğu için her azimli niyet, hareket ve amelin­den sorumludur. Bu sorumluluğu yine akıl şer-i şerîften ilham alarak ta­yin ve tesbit eder. Demek insanın sorumluluğuna yegâne sebeb akıl ve cüz'î iradedir. Mesela bir doktor ameliyat esnasında -kasdı hatta fiili ha­yatı kurtarmak olduğundan- hataen hastayı öldürürse mesul değildir. Doktor olmayan bir kimse, -kasdı hayatı kurtarmak olsa bile- bir adamı öldürürse kâtil ve mesuldür; hata ettim diyemez, çünkü aklı ve iradesi vardır. Doktor ikinci birisini öldürürse kâtildir, yine cani değildir, çünkü aklı ve iradesi vardır. Amma doktordan başkası kâtil ve canidir.

Vicdanı da meydana getiren akıldır. Zira vicdan, imanlı bir aklın özü­nün muhakemesinden sonraki ortaya koyduğu hükmüdür. Şu halde ak­lın hissî ve dahilî hükmü vicdan, haricî ve müsbet hükmü de şuurdur. Kâmil aklın hükmü vicdan, şuurun temelidir. Zira gerçek şuur, kalbe hak ilhamın gelişinden sonraki sezgi ve o sezginin de tayin ettiği hüküm ve vicdandır. Demek vicdan kâmil bir aklın buluşu ve hükmüdür. Ancak ve ancak tastam kâmil imana sahib zevatta bu buluş bulunur. Nitekim cehennemlilerin ruhları ateşle azabdan sonra saflaşırken ahirette şöyle diyeceklerdir:*“Eğer bizler Allah'ın hükmünü kabulle Işitseydik ve aklımızı kullansaydık cehennem yâranlarından olmazdık, diyeceklerdir.” [El-Mülk 10] diye ayet-i kerîmeyle ifade edilmektedir.

Demek hakîkî akıl, ahiret gününe inanıp Allah Teâlâ'nın emrlerini kabul kasdıyla dinleyendir; buna şuur da denilir. Bu itibarla ahiret âleminin idrakinden aciz kimseleri hukemâ, dirilerin içinde dolaşan ölü diye ifade ederler. Nitekim birçok müfessirlerde,* “Tâ ki diri olan kimselere haber versin...” [Yâsîn 70] mealindeki ayet-i kerîmenin  'hayyen' kelimesini -kafir kelimesine tekâbül ettiği için- akıl ve şuurlu olarak tefsir ettiler. Demek basîret sezgi­sinden aciz bir akıl, suda hareketli görülen tahta parçası gibi kupkuru bir heykelden ibarettir. Ne fayda ki hareketlidir.

Aklın birçok tarifleri vardır. Artık aklı da tarif etmek için bir akıl gerek. En uygun tarifleri şöyledir:

1 -Akıl, sezgi veyahud zâhirî duygularla nefs-i nâtıkada resimlenen malumatı bilmektir diye imam Mâverdî tarif ettiyse de İmam Râğıb şöyle der:

2-Akıl, herhangi bir bilgiyi kabullenmeye istidadlı kuvvettir. Aynı kuv­vetle insanın istifade edebileceği ilimdir. Birinci tarif şu hadîs-i şerîfe uygundur:* “Allah, Nezdi'nde akıldan daha şerefli bir mahluk yaratmamıştır.”

İkinci tarif ise evvelden nakletmiş olduğumuz “Hiçbir kimse sahibi­ni hidayet yoluna iletecek, fenalıklardan alıkoyacak aklın benzeri gibi bir şeyi kazanmamıştır.” mealindeki hadîs-i şerîfe uygundur. Demek aslî akıl odur ki, sahibini Allah'ın yasaklarından uzaklaştırır. Bu hikmete binaendir ki, sahibini küfür ve isyandan menetmeyen kafirlerin aklı birçok ayetlerde tenkid edilmiştir. Binaenaleyh akılsızlıklarını bildi­ren ayet ve hadisler bu manaya hamlolunur.

3-Seyyid Şerîf de Târifâtı'nda şöyle der: "Akıl, onunla eşya bilinen melekedir." Bundan başka da birçok tarifler vardır.

Aklın mahalli dimağ mı, kalb mi diye ihtilaf ettiler. En doğrusu, hisle bilinen sezgi ve idrake göre aklın mahalli dimağdır; firâset, keşif, gerçek ilhamla bilinen melekeye nazaran aklın mahalli kalbdir denilmektedir.

Fıtrî ve iktisâbî meleke, akl-ı bilfiil ve akl-ı müstefad olmak üzere dört kısım akıl vardır. Tariflerin değişikliği bu taksimden olsa gerektir.

4- Akıl, sûretlerden hâlî melekedir. Eski felsefecilerce bu tarif meş­hurdur. Bu akla, akl-ı heyûlânî dediler.

5- Melekî ve iktisâbî vasıtasıyla ve hisle ilmi kesbetmeye istidadlı kuvvet, akıldır. Doğrusu, bilgisini tatbik etmeye kabiliyetli, akıllıdır.

6- Bilfiil müşahede olunmayıp mücerred düşünceyle yahud tekrar tekrar kazançla -mesela tecrübeyle- meydana gelen bilmek melekesidir.

7- Akl-ı müstefad, nazarî ve amelî meseleleri -müdrike kuvvetinden kaybolmaksızın- tatbikte müşahede olunan akl-ı melekedir.

İmam Mâverdî de: "Fıtraten insanda bir akıl mevcuddur." der. Hadîs-i şerîfte de: “Akıl kalbde bir nur­dur; hak ve bâtılı birbirinden ayırır.” buyrulmuştur. Bu takdirde akıl kalbde bir İlâhî nurdur. Bu kalbdeki nûrânî akıl şu ayet-i kerîmede tasrih olunmuştur:*“Yerde yürü­mediler mi? Tâ ki onlarda düşünüp bilir bir kalb olsaydı...” [El-Hacc 46] Demek hakîkî aklın mahalli kalbdir. Aslında fıtrî akıldan murad, hem mücerred bilmek, hem de bildiklerinden ibret almaktır. Nitekim Kibrit-i Ahmer'de Şeyh-ul-Ekber de şöyle demiştir: Akılla bilinen malumat iki kısımdır:

a-Zâtı idrakle eşyayı bilmesidir. Göz, kulak, kendi zatlarıyla eşyayı hissettiği gibi, akıl da bizzat kendisine mahsus kuvvetle müdriktir. Bu akıl yanılmaz bir akıldır; hatadan ârîdir.

b-His, mefkeret, hayal, mutasarrıfa ve sair aletlerle eşyayı sezen akıldır. Bu akıl hayalden üstündür; düşünülebilen meseleyi sûretlendirir, lâkin bir kısmını unutur. Burada akıl, müdrike ve hâfize aletleri gibi vasıtalarla hayalin unuttuğunu da hatırlar. Bundan dolayı ehli hakîkat bu akla önem vermediler. Ancak ehli hakîkat, firâset duygusundan doğan akla önem verdiler.

AKLIN DEVRELERİ VE TEKLİFLER

Akla göre sezilmesi mümkün olan nefsin iki kuvveti vardır: Birincisi, zâtında kâmil, eşyayı bizzat veyahud bilvasıta içinde sûretlendirdiği ve idrak edebilme gücüne sahib nazarî akıldır. Bu akıl her ne kadar zâtında güçlü ise de, kendisinden daha üstün akla muhtaç ve hayalî kuvvetle de müteessir olduğu için mahal-i teklif olmamıştır. Her doğan insanın yedi yaşından on dört yaşına kadar olan devrinin aklıdır. Bu devrin idraki ha­yalîdir. İllet ile ma'lûlde delil araştırmaktan acizdir akıl. Zira mütehayyile kuvveti bu devrede çok faaldir. Hâfize kuvveti ise henüz daha yeni yeni canlanmaya başlıyor. Zira mefkeret kuvvetinin çalışması on dört yaşın­dan itibarendir.

Binaenaleyh bu akıl, mahal-i teklif olamamıştır. İkinci akıl, amelî ve mahal-i teklif olan akıldır. On dört - on beş yaştan itibaren eşyanın özelliklerini sezen, hayalin tesirinden kurtulan, illet ve ma'lûlde güçlü olan akıldır. Zira on dört - on beş yaşından itibaren hâfize, zâkire, mefkeret kuvvetleri kemiyetleşirler. Artık bu devrede akıl ufak tefek işler­de heyecanlanmaz. Takrîben bu idrak yirmi bir yaşta tekâmül eder. Bu devrede akıl, yapabilmek kuvvetinden geçer, bizzat ve billfiil yapma gü­cüne sahib olur. Doğrusu fıtrî akılla insanın hürriyeti olmadığı için mükel­lef değildir. Çünkü bir yaştan on dört yaşına kadarki devrede dimağ tıpkı bir ayna gibidir; taklidden başka çaresi yoktur. Dimağın karşısına ne ge­lirse o müessir olur. Bu akıl bu devrede karşısına gelen her sûreti hıfze­der.

On dört yaştan sonra ancak resimlenen sûretleri akıl kabul veya reddettiği gibi, fikir, düşünce, delil aramak, kâr ve zararı nazar-ı itibara almakta güç kazanır ki buna irade denilir. Akıl iradeli olduğu için mükel­lef oluyor. Buna akl-ı bilmeleke denildi. Demek hürriyet ve sorumluluk bu devreden itibaren başlar. Bu devrede bir çocuk tek başına namaz kı­lar, tek başına çirkinliği terk eder, yazar, mükafat alır, cezayı hak eder. Terbiye vasıtasıyla dördüncü devre başlıyor ki, bu devredeki akla akl-ı müstefad denilir. Doğrusu, akl-ı bilfiil, akl-ı müstefada dönüşür, işte terbiye yedi yaşta başlar, on dört yaşında biter. Burada iki devre var; her iki itibarla ana baba mükelleftir. Ancak on dört yaş veya on beş yaştan iti­baren, şahsî iradeyle, indî aklıyla insan hareket eder. Eğer ana baba kusur etmişse bile on dört yaştan sonra her zat kendisinden sorumlu olur.

Üçüncü yani on dört yaş, dördüncü yirmi birden sonraki yaş devirle­rinden itibaren bir insan ne mikdar küfür, nifak, fısk ve isyanı terk ederse, o nisbette kalbdeki âkile kuvvet güç alır, çoğalır. Buna akl-ı iktisâbî denil­miştir. Eğer iktisâbî bilgilerde akıl, şehvet ve münkeret tarafına kayarsa, nefs galebe çalar hayvanlaşır. Aksi takdirde, şehvet ve gazab kuvvetleri akta itaatkâr olursa, gittikçe vücud dinçleşir, dimağ gençleşir, şehvet de irâdî olduğundan ihtiyarlık geç başlar. Denilebilir ki isyan olmazsa, cinsî arzularda on sekiz yaşla seksen yaş arasında fark görülmez. Tuhaf ve utanç olmasaydı bunu iyice açıklardım. Lâkin şu ayet-i kerîmeden ilham alınsın.*“Ölü (cahil) iken kendisini Biz dirilttiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamadığı halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu hiç? Kafirlerin yapmakta olduğu şeyler, ken­dilerine öylece süslü göründü.” [El-En'âm 122] buyrulmuştur.

Bu ayet-i kerîmedeki "ölü" kelimesi cehil, "diri" kelimesi ise iman ve ilimle tefsir olunmuştur. Nitekim Ibnu Abbas da böylece mana etmiştir. Kurtubî Tefsîri'nde birçok vecihler varsa da Kibrît-i Ahmer ve Fütûhat'ta Şeyh-ul-Ekber İbnu Abbas'ın sözlerini tercih ederek şöyle demektedir: İlim nuruyla şereflenen bir mü'min, dimağ ve akla sahibdir, diridir. Böyle bir zat ca­hile benzer mi? Elbette benzemez; akıl ve nurundan mahrum, tıpkı hare­ketli bir ölü gibidir. Binaenaleyh nurdan maksad ilim ile iman ve o iman­dan sonra da hikmettir. Şehvet ve gazab gibi hikmeti öldüren hiçbir zehir yoktur.

Dikkat ettiniz mi; biz müslümanlar küffârın icadlarına hayran oluyo­ruz, halbuki ayeti kerîmede bunca fen ve sanat gibi “Kafirlerin yap­makta olduğu şeyler, kendilerine öylece süslü göründü.” buyrulmaktadır.

Hikmetle dolu bir iktisâbî akıl ve hürriyetten dolayı akıllıların sorum­luluğunu şu hadîs-i şerîflerden anlamak mümkündür. Yani fıtrî akıl sarsıl­madan kazanılan iktisâbî ve amelî aklı kasdediyorum.*“Ey Uveymir, aklını çoğalt ki Rabb'ine yakınlığın ziyadelerisin.” Uveymir'in: “Anam babam Sana feda olsun; aklımı nasıl çoğaltabilirim?" demesi üzerine Rasûl-u Muhterem şöyle buyurdu: *“Allah Teâlâ'nın yasaklarından sakın, farzları öde, akıllı olursun. Sonra nafile olarak salih amel İşle, dünya aklını çoğaltırsın, hem de Rabb'ine yakın olursun. Ve azizlik bununladır.”

Akl-ı bilfiil derecesindeki idrak, herhangi bir semâvî afatla mutazarrır olmadığı müddetçe teklif ve sorum­luluğu kalkmaz. Asıl olarak da dört nimetten sorulur ki şu hadîs-i şerîfte beyan olunmaktadır: “Âdem oğulları beş şeyden sorulmadıkça Rabb'lerinin huzurundan bir adım atamazlar: Ömrünü ne ile yok ettiğinden; gençliğini ne ile çürüttüğünden; malını nereden KAZANIP ne gibi yerlerde HARCADIĞINDAN, bildiğiyle ne amel ettiğinden.’buy- rulmuştur. Her ferd bundan sorulur. Artık aklı buna göre kullanmalıyız. Mal hususunda iki soru sorulacağına ikkat ettiniz mi?

NEFSÎ ARZULAR AKLI AZALTIR

Allah Teâlâ her şeyi zıddıyla beraber yarattığı gibi aklın da zıddı ola­rak hevâ-i nefsi yaratmıştır. Her zaman tekrarladığımız nefs-i nâtıkanın hevâsı: lezzet, sevgi ve meyli itibarıyla şehvettir; itelemek cihetiyle de gazabdır ki hayvânî kuvvetle tarif edilir. Hayvânî kuvvet akla galebe çaldı mı, insanı hayvandan daha beter mertebeye düşürür. Bu hikmete binaendir ki hadîs-i şerîfte:*“Şehvete itaat illet, İsyanı da Hacdır.” buyrulmuştur. Artık nefs-i nâtıkanın mertebesi süflî olduğundan aklı hayvânî arzularına celbeder. Akıl aslında hürriyeti, kainat ve ağyârın hepsinden alâkayı kesmek ister. Avâma göre bu aklın mertebesi, şehvetten alâkayı kesmektir. Yani a'zamî tedbir almakla Allah'a tevekkül etmek makamında akl-ı müdebbire itaat etmek, nefsî arzularından arınmak demektir. Eğer akıl, ağyardan, yani Allah’tan uzak­laştırıcı her şeyden alâkayı kesmezse nefsin hevâstna mağlub olur ve tedbirden aciz kalır. Birçok avâmın aklının mertebesi budur. Havâsa gö­re ise kendi cüz'î iradesini Cenâb-ı Hakk'ın küllî iradesinde ifnâ etmek­tir.

Burada aklın mertebesi teslimdir. Eğer akıl dînin emrlerine teslim ol­duktan sonra nefsin hevâsına itaat ederse, sükûnetten ayrıldığı için İşine riya ve hile karışır. Binaenaleyh orta akıl odur ki Allah'ın emrlerini nefsin arzularından daha fazla tercih eder. Eğer akıl burada da muvaffak olur­sa, hâs-ul-havâsın mertebesine yükselir. Burada akıl hürriyetine kavu­şur. Zâtî tecellîleri müşahede etmekten dolayı umum resim ve eserler­den yüz çevirir. Bu makama tefvîz makamı denilir. Kul ikinci mertebeye ulaşmadığı müddetçe buradaki hürriyetten mahrumdur. Demek aslî hür­riyet, gaflete sebeb olabilecek her şeyden kurtulmaktır. Binaenaleyh hürriyet için akıl ve cüz'î iradenin tastam selametli olması şarttır. Eğer tasavvuf kelimesini burada tahlil edersek şöyle deriz:''*te,sad,vav,fe''kelimesinin

*T harfi teslim, takva, tevekkülden ibarettir.

*S harfi sabır, sıdk ve sefâdan ibarettir.

*V harfi vird, vüdd (Allah'ı sevmek ve Allah için kulunu sevmek), vefadan ibarettir.

*F harfi ferd (yani Allah'tan uzaklaştırıcı her şeyden yüz çevirmek), fakr ve fenâdan ibarettir. Şu kadar ki fakr demek, fakirliği kabul etmek demek değil; fakr'dan murad: kalbi zikirle doldururken cebi de helal kazançla doldurmaktır. Bu on iki haslet bilfiil insanda bulunursa kendisi hürdür. İki tane eksik olursa, o nisbette esir ve akılsızdır. Binaenaleyh nefsin hevâsına esir olabilir demektir.

Akl-ı selîm Tevhid ister. Çünkü Tevhid asildir. İnsan yaratıldığı gün Tevhid de tebliğ edilmiştir. Hevâ-i nefs ise şirk ister. Aklın dengesini bozan da şirktir. İbnu Abbas tefsirinde: "Hevâ-i nefsten daha ziyade bâtıl bir ma'bûd yaratılmamıştır." demektedir. Şu ayet-i kerîmede dikkatle dü­şünülsün:*“(Habîbim) Hevâ ve hevesini tapı­nak tutanı görüp bildin mi?..” [El-Câsiye 23] buyrulmuştur. İşte bu ayet-i kerîme hevâ-i nefsin akla ne kadar zararlı olduğunu göstermektedir. Hatta hukemâ da: "Hevâ-i nefsine itaat eden, aklının dizginini düşmanı­nın eline vermiştir. Aslında akıl sultandır, hevâ-i nefs bir neferdir; şehvet ve gazab aklı esir ederler. Sultanı bir gedâya esir etmek revâ mıdır?" demektedirler.

Bazı haberlerde de şu vârid olunmuştur: Melekler mücer- red akıldan şehvetsiz olarak yaratılmışlardır. Hayvanlar akılsız mücerred şehvetten tertiblenmişlerdir. İnsan da hem akıl hem de şehvetten tertiblenmiştir. Aklı şehvetine galebe çalan, melekten üstün; şehveti aklına galebe çalan da hayvandan aşağıdır. Hevâ-i nefs, Hakk'ın emrine muhalif her şeydir; ondan sakınmayan sağlam kalmaz.

Akıl edeb ister, ihlas ister, takva ile çoğalır. Çoğaldıkça Hâlık'ın var­lığını idrak eder. İnsan bir an aklına arkadaş olursa, nefsin hevâsından uzaklaşırsa şu sorular derhal aklına gelir:

Ne için yaratıldım? Yaratılışımda gaye nedir?

Umum felsefecileri tefekküre sevk eden bu sorulardır. Fakat onların hevâ-i nefsleri fikirlerini bir ittifak haline getirmemiştir. Hatta meşhur Alman feylesofu Kant "inkâd-u Akl-il-Mahz" adlı eserinde durmadan şu soruları soruyor:

Gücümle ne yapabiliyorum?

Ne gibi amel işlerim?

Ümid ederek emelimi nereye bağlarım?

Durmadan kendi kendinden sorar. Fakat maalesef o da kesin bir kanaate varamamıştır. İslam hukemâsı ise*“Ben ancak insan ve cinleri Ben'i tanıyıp Ban'a ibadet etsinler diye yarattım.” [Ez-Zâriyât56]; *“İnsana çalıştığından başkası yoktur.” [En-Necm 39] mealindeki ayet-i kerîmelerden ilham aldılar. O halde ben Rabb'ime iman eder ve O’na ibadet ederim. Bütün emel ve maksadlarımı O'nun Peygamberi'nin sözlerine bağlarım. Ölüm­den endişe etmeksizin imanın gerektirdiği nefsânî temâyülâtımı O'nun emriyle tahrik ederim. Doğrusu, O'nun için kendimi terk ederim. İşte akıl bu akıldır. Özellikle şu hadisle amel ederim, ümid bağlarım:

*“Siz kendiniz Bana attı şey tekeffül edin,Ben de size cennete gir­menize tekeffül edeyim: Konuştuğunuz zaman doğru söyleyin. Söz verdiğiniz zamanlarda da yerine getirin. Size bir emanet teslim olundu mu (hıyanetsiz olarak onu) ödeyin. (Mutlak sûrette) Irz ve namus mahallini koruyun. Harama bakmaktan gözlerinizi kapatın. (Zulüm yapmlak ve haram işlemekten) Elinizi de menedin.” Diğer rivayette: “Mi­rasınız taksim olunduğu zaman birbirinize zulmetmeyin, başkaları­nın size yapmasını sevdiğiniz bir şeyin aynısını siz yapın (insaf edin). Düşmanlarınızla kital anında korkmayın. Ganimet aldığınızda hıyanet etmeyin. Zalimlerinizi mazlumlarınızdan vazgeçirin.'* buyrulmuştur. Gücümüzle bunları yaparız. Allah'ın afuvuna amelimizi bağ­lar, rahmetini umar ve Rasûlullah'ın buyurmuş olduğu ameli işleriz. Bu­nu idrak etmeyen akıl, sahibinin kelepçesidir.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.106-113
Devamını Oku »

Nefsani ve Şeytani Hislerden Allah'a Sığınmak



İnsanın içinde iyi veyahud kötü ilham alan ve faaliyete geçen asabî damarlar mevcuddur. Dînî olarak da itikad ve ibadet olmak üzere iki va­zife vardır, itikadî ilhamlar kalbe, güzel ahlak ve ibadetlerde çalışmak da bedenin veya dimağın asabî damarlarına bağlanmaktadır. Şeytan kalbe kötü hisleri, bedene de harama karşı istek ve arzu, ibadetlerden tembel­lik ve gevşeklik verir; o, Allah'ın rahmetinden mahrum ve gazaba uğra­dığı için insanları da kendisi gibi yapmak ister. Hatta dimağ, beden ve kalbin kan damarları İçerisinde bile dolaşır. Bundan dolayıdır ki Kur'ân-ı Hakîm'de:*“Hadi Kur'an okuduğunda okuttuğunda, o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.” [En -Nahl 98] diye emr buyrulmuştur. Eğer insan bu rûhî vazifeyi yerine getir­mezse, şeytan dimağına kötü fikirleri, kalbine vesveseyi, bedenine gev­şeklik ve tembellik hastalıklarını ilkâ' eder. Şu halde ayetin manası şöyledir: Ey hâlis ve muhlis kullar! Kitâb-ı Mübîn olan Kur'ân'ı okuyup manasını anlamak ve o manayla amel etmek istediğin zaman sa’yin başlangıcında o Kahr-ı Rabbânfye uğramış şeytandan ve onun verece­ği hased, kibirlilik, bâtıl inanç gibi şerlerinden Allah'a sığın, onu Allah'a şikayet et.

Aksi takdirde kul Allah'a sığınmazsa, şeytan sa'yini bozar, gayretini elinden alır. Ya gazabını tahrik etmekle içindeki metanetini bozar ya da şehveti tahrik etmekle teennîsini bozar, ki bu onun vazifesidir. Öyleyse her sa'yin başlangıcında*“Allahumme innî eûzu birıdâke min suhtike ve bi muâfâtike min ukûbetike ve eûzu Bike Minke.” “Ey Rabb'im! Gazabından rahmet ve rızana, azabından afuv ve mağfiretlerine ve kahrından rahmeti­ne ve Sen'den San'a sığınırım.” demelidir. Eğer sa'yin başında, özel­likle dînî meselelerde bu istiâze yapılmazsa şeytan insanın fikrini de­ğiştirmekle sa'yini bozar. Kemâl-i inanç ve edeble kul işinin başlangıcın­da -ister alış veriş olsun, ister ibadet olsun ve ister iki eşin muamelesi olsun- istiâze ederse, şeytan bedeninden uzaklaşır, melek hislerine yaklaşmış olur ve iman derecesine göre melek hayrlı ilhamları kalbe ilkâ' eder.

Bu manayı beyan etmek maksadıyla Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:*“Hiçbiriniz müstesna olmamak üzere muhakkak herkesin biri şey­tan, biri melek arkadaşı vardır.” Bunun üzerine ashab: “Sen de dahil misin ya Rasûlallah?" diye sordular. Buna cevaben: “Evet Ben de dahi­lim. Lakın Allah Bana yardım etti de, o da müslüman oldu. Binaen aleyh Bana hayrdan başkasını emretmez.” buyurdular. Sarı Abdullah diyor ki: “Kalbe hayrlı ilhamlar geldiği zaman şeytan onu çalmak ister. Tıbkı bir hırsız gibidir. Ruh ve kalb irâdî tecelliye ile şereflenirken şeytan ellerini o nur kıvılcımlarının önüne koyar. Böylece insan zikrinin nurlarını görmez olur. Aksi takdirde insan "Euzu" çektiği zaman ağzından çıkıp şeytanın üzerine yağan şimşek ışıklarını görecekti. Nitekim Mevlâna Rû­mî de bunu şöyle ifade eder:

*''Lakın bir hırsız gizlide parmaklarını o kıvılcımların üzerine koyar. Hane sahibi uyanık olsaydı hırsız içeriye giremezdi. (Hırsızdan maksad şeytan, binadan maksad beden ve kalbdir.)

O gizli hırsız kalbden tane tane kıvılcımları söndürür. Tâ ki akıl ve kalbin semâsı zikrin nurundan faydalanmasın.''

İşte bu hırsızın elinden kalb ve dimağımızı kurtarmak için rûhânî va­zife olarak istiâzeye çok önem vermek lazımdır. Onun için şeytanın nasıl insanın hislerine müdahale edeceğini beyan etmekle bu hususta istiâzenin keyfiyetini açıklayalım.

1 -Şeytan işitilen kelimeleri değişik manalarla kulağa aksettirir. İcab-ı halde söz söyleyenin veya kitabdaki yazının muradının dışında bir bilgiyi insanın hiss-i müşterekine aksettirir. Böylece müdahale ettiği zaman, kul

Allah’ın 'Es-Semî','El-Alîm' sıfatlarına sığınmakla kendini şeytanın ilkaatından kurtarmaya çalışır. Diliyle de:

“Eûzu Billâh-is-Semîi-l-Alîmi min-eş-şeytân-ir-racîm.” “Dalâlete girip gazaba uğrayan şeytandan her şeyi İşitici ve Bilici olan Allah'a sığınırım.” demekle, kulak ve hiss-i müşterekini şeytanın elin­den kurtarmaya çalışır.

Bazan da iyi söyleyenlerin sözlerinin tesirini söndürür; kötü söyle­yenlerin sözlerini tatlı gösterir. Nitekim Hâman firavunun veziri ve dostu idi. Mûsâ aleyhisselâm'ın sözleri birkaç sefer firavunda tesir etmiş; Hâ­man ona: “Sen nasıl, dili peltek ve önceden senin hizmetinde bulunan Mûsâ’ya teslim oluyorsun? Eğer sen ona teslim olsan şimdiye kadar yapmış olduğun davada yalancı tanınırsın." demekle firavunu Mûsâ aleyhisselâm'ın bereketinden mahrum bırakmıştır.

2-Şeytan kalbin sağından, solundan, ön ve arkadan itikadı bozmak için ilkaatta bulunur. Bu çok mühim. O kadar mühimdir ki ayet-i kerîmede Allah Teâlâ onun bu keyfiyetle müdahalesini beyan etmiş: “İblis dedi: 'Bana halkın dirilip kaldırılacakları güne kadar mühlet ver." (Allah da) Dedi ki: 'Sen mühlet verilmişlerdensin. (İblis:) "Öyleyse (mademki) Sen beni azgınlığa mahkum ettin, ben de bu sebeble -andolsun ki-­onlar (ı saptırmak) için Sen'in doğru yolunda pusu kurup oturacağım. Sonra andolsun, onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından kendilerine geleceğim (ve musallat olacağım). Sen de on­ların çoğunu şükredici kimseler bulamayacaksın." dedi.” Yani onla­rın dimağlarındaki ve kalblerindeki dört kuvvetlerine müdahale etmek suretiyle irtibat kurup kalblerini şaşırttıracağım demek istiyor. Şeytan in­sanın şu dört kuvvetine irtibat kurmak sûretiyle kalbin içindeki âkile kuv­vetini değiştirir; hak olanı bâtıl, bâtıl olanı hak gösterir. Mesela:

a-Dimağın ön tarafında hayal kuvveti vardır. Evvelden beyan etmiş olduğumuz üzere bu kuvvet hissolunan eşyayı canlı sûretinin fotoğrafı gibi şekillendirir. Bu takdirde şeytan ona müdahale eder. Sonra Allah'ı ona hatırlatır ve akabinde soru sorar: "Nasıldır O?" Sonra ona bir cevab verir. Allah Teâlâ'yı mücessem veya nûrânî bir şeye benzeterek hayalî kuvvetinden sümme hâşâ Allah'ı sûretlendirir. Böyle bir müdahalesi anında İhlas sûresini okumak tedavidir. Şeytanın "önden" gelmesi budur. Binaenaleyh şeytan hayali işgal ettiği zaman "Eûzu Besmeie" ile İh­las sûresi okunduktan sonra sonuna şu cümle eklenir:*“...Benzeri şöyle dursun da benzerinin benzeri de yoktur...” [Eş-Şûrâ 11] Bu takdirde şeytan önden kaçar.

b-Şeytan vehmî kuvvete de müdahale eder. Bu kuvvet hissedilme­yenlerin hakîkatlerini, doğrusu aklî ve manevi olan eşyayı, maddi sûret- lere kıyas ederek hüküm çıkarır. Bu kuvvet, dimağın iç arka kısmındadır. Şeytanın "arkalarından" gelmesi buna işarettir. Vehmî kuvvet daima önünde maddeyi görür. Manayı da ona kıyas edince sümme hâşâ Allah'ı maddeye benzetir. Bu takdirde O'na noksan sıfatları isnad etmek­le yolunu şaşırır. Özellikle bu hal namaz ve zikir esnasında gelir. Bu tak­dirde "Eûzu Besmele"den sonra kalb ve dili birleştirerek şu ayet-i kerîme okunur:*'Yer yüzünde Celal ve Azamet Sahibi olan Rabb'inin Zâtı'ndan başkası fânîdir (yok olmaktadır). Ancak O'nun Zât-ı Şerifi Bâkî'dir.” [Er-Rahman 26-27] Bu ayetin okunmasından sonra birkaç kere,“Ya Zel-Celâli vel'İkrâm!” ilave edilir.

c-Akciğerin sağ tarafında yahud dimağın içindeki beyinciğin sağın­da şehvet hissi bulunmaktadır. Yukarıdaki ayet-i kerîmede "sağlarından" gelmesi buna işarettir. Şeytan bu hisse müdahale etmekle gevşekliği bedene yayar, uykuyu getirtir ve binnetice günahlara sevk ettirir. Eğer mü'min ibadete azim bağlarsa derhal aklî kıyasları ortaya koyar ve aklı yanıltır. Bununla da peygamberlere olan inancı değiştirir ve şöyle sorar: "Peygamberler de bizim gibi insanlar, bizden ne farkları var? Biz de on­lar gibiyiz." Nitekim Asrı Saadetteki kafirler bu kıyasla Peygamberle mü­cadele ederek *“...Dediler kİ: Sizler de bizim gibi beşer olmaktan başkası değilsiniz...” [İbrahim 10] Ve dediler ki:

“...Ne oluyor bu elçiye? Yemek yer ve sokaklarda dolaşır...” [El-Furkan 7] Onların zannında peygamber olan kimse yemeyecek, içmeyecek ve sokaklarda dolaşmayacak, işte böylece şeytan onlara vermiş olduğu fısıltıyla nübüvvet inançlarını bozuyordu. Bu tabiî şeytanın yapacağı bir iştir, ki şu ayet-i kerîmede beyan olunmuştur:

*“...Şeytan onları fitillemiş, onlara uzun zaman göstermiştir ve aldatmıştır.” [Muhammed 25] buyrulmuştur. Nübüvvet inancını ihlal edecek vesveselere karşı "Eûzu"dan sonra "Lâ ilâhe İllallah Muhammedun Rasûlullah." denilir. Ayrıca El-Fetih sûresinin son ayetini okumanın da şeytanın bu vesvesesine karşı kuvvetli bir silah olacağını Şeyh-ul-Ekber tavsiye etmiştir. Muşârun ileyh diyor ki: “El-Fetih sûresinin son ayetini okumayı âdet edene, cinnî ve insî şeytanların ilkaatı tesir etmez.” Şakîk-i Belhî de şunları söylemiştir: «Dört etrafımdan şeytanın bana gelmediği birgün yoktur. Bazan önümden gelir, bana der ki: "Günah işlemekten korkma, çünkü Allah kulunu yakmaz. O esirgeyici ve bağışlayıcıdır. Ben ona şu ayeti okurum:

''Şüphesiz ki Ben tevbe ve iman edenleri, iyi amel ve harekette bulu­nanları, sonra da doğru yolda ölünceye kadar sebat edenleri el­bette çok yarlıgayıcıyım.” [Tâhâ 82] Derhal kaçar. Sonra arkamdan gelir ve şöyle der: "Sen ibadete dalıyorsun, sana dünya da gerek. Evladların aç kalacak, sonra sen kendine kâtil olursun. Çok oruç tutma, uykusuz kalma." der ve rızk endişesini bana verir. Ben de ona şu ayet-i kerîmeyi okurum:

*“Yerde yürüyen hiçbir canlı müstesna olmamak üzere rızkları Allah'a aiddir. Onların duracak yerlerini ve İkâmet edilen mesken­leri de O bilir...” [Hûd 6] Sonra sağıma kaçar; bazı iyi amel ve hareketle­rimi gözümün önüne getirir ve: "Sen iyi bir insansın. Artık senin gibiler enderdir." diyerek beni över. Ben de ona:*“...lyi sonuç takva sahiblerinedir.” [El-A’râf 128, El-Kasas 83] mealindeki ayeti okurum. Sonra İblis soluma koşar; dünya lezzetlerine şehvetimi tahrik eder. Lez­zetleri şahsıma tahsis etmek üzere şehvetimi tahrik eder. Ben de ona şu ayeti okurum:

“Artık kendileriyle arzu edecekleri şeylerin (o gün imanın faydasını görmek ve o sayede ateşten kurtulmak, cennete kavuşmak yahud dünyaya gönderilip de iyi amel ve harekette bulunmak gibi boş temennilerin) arasına bir sed çekilmiştir. Bundan evvel benzerlerine de yapıldığı gibi. Çünkü hepsi de (insanları) kötü zanna düşüren bir şübhe içinde idi­ler.” [Sebe* 54] Böylece solumdan kaçar ve benden uzaklaşır.»

İlim ve zikirde zayıf olanların dimağına şeytan soru sormak arzusu­nu verir. Bu tuzağa giren başkasını bulup ondan soru sormaz ise bu se­fer kendi kendinden sormaya başlar, ki şu hadîs-i şerîfte beyan olunmuştur:

“Muhakkak birinize şeytan gelir, size "Kim göğü yarattı?" diye so­rar. (Mü'min:) "Allah." der. O da: 'Kim yeri yarattı." der. (Mü'min:) "Allah." der. Bu sefer: "Kim Allah'ı yarattı?" diye sorar. Biriniz bunu buldu mu, Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne iman ettim desin.” buyruimuştur. Demek şeytan böyle soruları akla getirdiği zaman "Âmentu Billâhi"yi okumak çaredir. Şeyh-ul-Ekber diyor ki: “Bu vesvesenin müdafaasına en uygun yol, soruyu sarf-ı nazar etmek ve İhlas sûresini okumaktır.” İmam Askâlânî de şöyle demiş: “Her şeyi yaratan yaratılmamış, dersin. Sonra eğer bu vesvese ise, çaresi zikir ve başka bir şeyle meşgul ol­maktır. Eğer insî şeytan bunu sorarsa çaresi kolaydır. Dersin ki: "Allah her şeyi yaratmış" sözün, Kendisi yaratılmamış demektir.” İmam Rabbânî diyor ki: Vesvesenin müdafaasına kalkışmak da ayrı bir vesvesedir. Bu gibi sorulara çare iç ve dış telkinleri sarf-ı nazar etmektir.

3-Şeytan muharrike kuvvetine müdahale ederek, müdahale ettiği kimsenin veyahud başkasının gazab kuvvetini fiile geçirmek İster. Kin ve intikam arzusunu verir.

“Biriniz diğer birinizin ayıbını söylemesin. Zira Ben size selametti ve rahat bir kalb ile gelmeyi severim.” mealindeki hadîse binaen şey­tanın bu müdahalesine karşı çare, ayıblardan arınmakla gayrının ayıb- larından göz kapatmaktır. Eğer şeytan böyle bir vesveseyi ilkâ' edersel ayıbları araştırmak arzusunu defetmek için şu dua okunur:

“Radîtu Billâhi Rabben ve bil'İslâmi dînen ve bi Muhammedin sal­lallâhu aleyhi ve sellem Rasûlen. Ve neûzu Billâhi min-el-fiten.’ “Allah'ı Rabb olarak kabul edip İslamı din olarak kabul ettim. Haz­reti Muhammed aleyhissalâtu vesselâm'ı da Allah'ın elçisi olarak inandım. Ve fitnelerden Allah'a sığınırız.” Bu son cümleyi yani "Fitnelerden Allah'a sığınırız." demek anında, mü'min kardeşinin de fitnelerden korunması kasdedilir. Netice-i meram, hissî ve manevi bütün tel kinleri sarf-ı nazar etmek şartıyla mü'min zorluğa katlanarak yukarıdak istiâzenin bir sûretiyle tedbir alır. Başlayacağı işe sa'y ve gayretle başlar, teennî ve metanetle işine devam eder ve muvaffakiyeti için Allah'ı yalvarır. İstiâze ve yalvarışların ruha tedavi olduğunda tereddüd edilmez. Yalvarış ve istiâze..

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.325-331
Devamını Oku »

Hürriyetle Esaretten Kaçınmak



«'Hürriyet, Allah Teâlâ'nın ve kulunun hukukunu korumakta serbest olmaktır; zıddı esarettir. Hürriyet ve esaret birbirlerine zıd olmak itibarıyla maddi ve manevi olmak üzere iki kısımdır:

a-Bedenin hareket ve fiilinde serbestiyet, maddi hürriyetle, b-Söz söylemek ve maksadların izahında serbestiyet de manevi hürriyetle ifade edilir. Her iki itibarla maddi hürriyet vücuda, manevi hür­riyet nefs ve ruha müteveccih olur. Çünkü mutlak hürriyet söz konusu değildir. Şu halde Hakk'a itaat etmekten ibaret hürriyet, ahirette ebedî serbestiyeti gerektiren bir vesile olduğu için hürriyet halihazırdaki mev­cudiyete değil binnetice ahirete nazarandır. Çünkü Hakk'ın veya halkın hakkına tecavüz etmek, ebedî veya muvakkat ahiretteki cezayı gerektir­diği için esarettir. Şu halde hürriyet ve esaret netice itibarıyla birbirinden farklı olur. Demek insan bir taraftan hür, diğer taraftan esirdir. Mesela kanun ve nizamlarla serbest bırakılan yerde insan hür, onun dışında esirdir. Zaten dünya kendisi bir kafestir. Ruh bu kafese girmekle esirdir. O halde mutlak hürriyet davası da yoktur. Şu halde hürriyet şöyle tarif edilir: Tam adalete riayetle hak ve hakîkate boyun eğmektir. Nitekim*“Hürriyet Allah'tan başkasıyla bağlı olmamaktır.” diye Şeyh-ul-Ekber tarif etmiştir. Binaenaleyh hürriyetin zıddı olan esaret, Allah'tan başka bir şeyle şartlanmak ve şartlandırılmaktır. Eğer şu altı şey varsa hürriyet vardır, aksi takdirde esaret vardır:

1-Hıfz-ı beden. Her insan bedenini darbe ve cerhten muhafaza etmeyi hak etmiştir.

2-Her insanın katiden korunması varsa hürriyet vardır. Doğrusu can güvenliği.

3-Nefsin güzelliklerinin korunmasıdır. Buna hıfz-ı namus, hıfz-ı vakar ve hıfz-ı şeref denilir.

4-İtikad olarak nefsin taarruzundan korunmaktır. Eğer bir insanın iti­kadına taarruz olunuyorsa hakkına müdahale olduğundan esaretle ifa­de edilir.

5-Maddi ve manevi ferd ve ümmetin mülkünün, meşru hakkının korunmasıdır. Eğer bir ferdin kazancına meşru hakkın dışında müdahale edilirse hürriyet yok demektir.

6-Din ve mezhebin korunmasından ibaret hürriyettir.

Bu altı haktan birine el koymak esaret ve zulümdür. Her müslüman kendi nefsini, hayatını, namusunu, itikad ve meşru mülkünü, dînin ah­kamına göre koruyabiliyorsa hürdür. Şu halde bir insanın, kendi hürriye­tini dava etmekle başkasının hakkında bunların birini ihlal etmeye hakkı yoktur. Bu itibarla hürriyeti tarif edenler şöyle demişlerdir: "Hürriyet, gay­ra her fedakârlığı yapmak ve meşru hakkını korumakta gayrına zarar vermemektir." Bu tarif ittifakîdir. Binaenaleyh insanın hürriyetinin dînin ahlakî ahkâmının elmas zincirleriyle bağlanması mutlak hürriyettir. Bi­naenaleyh din olmaksızın hürriyet söz konusu değildir. Çünkü dîne bağlı kalmak, şartlandırılmak değil, huzurdur. Zira insanın ruhunun en çok nefret ettiği şey dinsizlik, diğer ifadeyle ahlaksızlıktır. Eski felsefeciler bu manaya binaen "Hürriyet, ruhun meâlîden başka bir kaydı kabul ve hayrdan başka hiçbir kanuna itaat etmemesidir." diye tarif ettiler. Bu tarifi tahrif edenler "Hürriyet istibdaddan kurtuluştur." dediler. Halbuki hürri­yeti böylece tarif etmek, bir nev'î esareti tarif etmektir. Çünkü din hüküm­lerinin icra edilmesinde isdibdad söz konusu değildir. Çünkü dînî hü­kümleri icra etmek mutlak kurtuluştur. Bu manaya nazar hürriyetin en güzel tarifi şöyledir: "Hürriyet, Allah'ın hükmünden başkasına bağlanmamaktır."

*“Bir Arabın bir acemin üzerinde -takvâdan başkasıyla- üstünlüğü yoktur.”;

*“Hâlık ın isyanında hiçbir mahluka boyun eğmek yoktur.” mealinde­ki hadîs-i şeriflerle bu tarif teyid olunmaktadır. Büyük küçük, amir ve memur, efendi ve hizmetçi mü'minler, ferd ferd ve toptan hürdür ve birbi­rine kardeştirler.*“Mü'minler ancak birbirine kardeştirler...” [El-Hucurât 10] buyrulmuştur. Hiçbirisi diğerine esir değildir. Hepsi toptan Allah'a esirdir, O'na hizmetçidir, ahkâmına bağlıdır. Kendi nefsini koruduğu gibi mü'min kardeşini de korur. İşte hürriyet... Demek Hakk'a esir olduktan sonra insan ahiretteki kurtuluşa nazaran hürdür.

*“Müslim müslimin kardeşidir. Ona zulmetmez ve (onu düşmanın eline) teslim etmez.” buyrulan hadîs-i şerîfe binaen mü'min, kardeşini yalnız bırakmaz. Efendi kölesini, o da onu, patron işçisini, o da onu, amir me­murunu terk edemez. Hülâsa her biri diğerinin dînine, hayatına, namus ve haysiyetine, itikad ve mülküne, mezheb ve fikrine bekçidir. Her biri diğerinden sorumludur. Her birisi kardeşinin hakkını kendi hakkından daha evvel tercih etmekle kardeşini serbest hayata kavuşturmaya çalı­şır. En takva insan bile son nefesinden haberdar olmadığı için takva sa­hibi olmayanı nefsinden daha üstün tutar. Bu tutumla gayrını hürriyete kavuşturur. Dolayısıyla kendisi mutlak serbestiyette bulunur. En güzel ifadeyle “Müslim müslimin kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yalnız bırakmaz.” Vicdan hürriyeti de bununla meydana gelir. Aksi takdirde vicdan olmaz ki hürriyet söz konusu olabilsin. Demek kendi namusunu koruduğu gibi mü'min kardeşinin canını, namus ve malını korumayan vicdansızdır, zalimdir, fâsık ve âsidir ve bu nisbette esirdir.

Netice-i meram şu ki din olmaksızın insan hürriyet ve esaretin ara­larındaki inceliği kavrayamaz. Çünkü herkes kendi hissine göre bir hürriyeti ortaya koyar. Bu takdirde hürriyetsizlik meydana gelir. Öyleyse bir milletin hürriyeti din, silah ve ilme bağlıdır. Bunlardan birisinin yok­luğunda derhal esaret hâkim olur. Din birliği, ilim birliği, fikir birliği, güç ve ittifak birliği milleti hâkim kılar. Unutmuyoruz ki İslam dîni başka din mensublarını müslüman olmaya icbar etmez. Ancak onların İslam dînine karşı gelmelerini engeller. Cihad da buradan meydana gelir. Yani mü- cahid, müslüman, tecavüz eden gayrı müslime tebliğ eder. Tebliği kabul etmez ve İslam dînine saldırırsa bilmecburiyye el kaldırır. Bu şeref ve meziyet İslama mahsus bir şiardır. Bir milletin hürriyete kavuşabilmesi için beş şart var:

1-İ'tisamdır.“...Allah'a (fiilen İtikaden hükmüne) sarılın. O sizin Mevlâ'nızdır..” [El-Hacc 78] mealindeki ve benzeri  ayetlerden iktibas edilmiştir.

2-Fürû'da ihtilaf olsa bile usulde ittifak etmek ve tefrikadan korun­maktır. Demek fürû'daki ihtilaf değil, iftirak yasaklanmıştır. Bu hüküm şu ayetten anlaşılır.*"Hepiniz, toptan,sımsıkı Allah'ın ipine (hükmüne)sarılın parçalanmayın...” [Âl-i imran 103)

3-Özü, sözü ve fiili birleşmiş takva sahihleriyle beraber olmaktır. Yani onları vesile edinmektir. Bu hüküm de

*“Ey İman edenler, Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” [Et -Tevbe 119) mealindeki ayet-i kerîmeden anlaşılır.

4- Büyük günahları terk etmek, farz ve vacibleri yerine getirmekten ibaret takva üzerinde bulunmaktır. Nitekim bu hüküm de*“...Binaenaleyh müslüman olmaktan başka hiçbir sûretle can ver­meyin.” [El- Bakara 132] mealindeki ayet-i kerîmeden anlaşılır.

5-Emr-i ma'rûfu bildirmek ve Allah'ın yasaklarından sakınmakla sakındırmaya çalışmaktır.

*“Kim şeriate muhalif hareketleri görürse eliyle onu değiştirsin.Eğer buna gücü yetmezse diliyle nasihat etsin. Eğer buna da gücü yetmezse (fiilen fısk ve isyanı ve âsi ve fâsıkları terk etmekle) kalbiyle nef­ret etsin. Bu da imanın en zayıf derecesidir.” ve *“Benden önce Allah'ın hiçbir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o peygamberin, ümmetinden havârîteri ve sünnetine tu­tunan ve emrine uyan ashabı olmasın. Kıssa şu ki, sonra onların ardından yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan birtakım kötü nesiller meydana çıkar. İşte kim bunlara karşı eliyle mücahede ederse o mü'mindir. Kim onlara karşı diliyle mücahede ederse o da mü'mindir. Kim onlara karşı kalbiyle mücahe­de ederse o da mü'mindir. Amma bunun ötesinde imandan bir har­dal tanesi de yoktur.” buyrulan hadîs-l şeriflerde iyiliği emr ve yasak­lardan sakındırmaya çalışmak vazifesi beyan olunmuştur.

Hürriyet an­cak ve ancak bu beş esası tatbik etmekle meydana gelir. Çünkü bu beş vazifeyi görmekle ruh saflaşa saflaşa tamamen esaretten kurtulup ebedî hürriyete kavuşur. Binaenaleyh şeriate muhalif şeylerin işlenilmesini müşahede edip susan kimsenin dînî gayreti çokça zayıftır. Allah Teâlâ bizlere intibahlar versin.»

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.358-362
Devamını Oku »

Büyük ve Küçük Olmak Üzere Şirk İki Kısımdır



En büyük günah şirktir. Çünkü şirk, Tevhid gibi bir güneş nurunu söndürmeye kalkışır; aklı nefse mağlub ettirmek ister. Şirk zulümdür, amma korkunç zulüm... Allah da,* “...Muhakkak ki şirk en büyük zulümdür.” [Lokman 13] buyurmuştur. Günah beter felakettir, fakat afuvu mümkündür. Amma zulüm, Allah'ın hakkına tecavüz etmektir yahud kulun hakkına tecavüz etmektir. Şirk, her iki hakka tecavüz etmektir. Çünkü şirk hem Allah'ın Tevhidini bozmak, hem de O'nun elçi­lerini ve elçilerinin arkasından gidenleri ve bunca ehli ilmi yalanlamak­tan ibarettir. Onun için büyük zulümdür. Korkunç şirki.. Şirk iki kısımdır; biri büyük biri küçüktür:

1-Açık, büyük şirk, Allah'tan başkasını, ağacı, taşı, güneşi, ayı, pey­gamberi, şeyhi, hükümdarı, kendi nefsini eş tutmaktan ibarettir. İlahlaştırmak maksadıyla Allah'tan gayrını çağırmak, tesirci bilip de ona sığın­mak, emrlerine girmek, istekle onları tesirci inanmak şirktir. Allah Teâlâ:

“Allah'ı bırakıp taptığınız (put ve şahıslar) da sizin gibi yaratılmış kul­lardır. Eğer (Allah'ı bırakıp puta tapmak iddiasında) doğrucu iseniz hadi onları çağırın da size icabet etsinler.” [El-A'râf 194] buyurmuştur. "Dua­larınızı kabul etsinler, size rızk versinler. Halbuki eş koşmuş olduğunuz zavallılar bir sinek kendilerine konsa, onu kovmaktan bile güçlü değiller­dir. Kendileri de çağıranlar gibi zayıflardır, hatta daha zayıflardır." de­mektir.*“...Gerçek şudur ki her kim Allah'a eş tutarsa muhakkak Allah da ona cenne­tini haram kılar ve onun son varacağı yer ateştir...” [El-Mâide 72] mea­lindeki ayet-i kerime, akıbetlerini beyan etmektedir. Hadîs-i şeritte de: “Dikkat! Ben size en büyük günahtan haber vereyim.” Üç kere tek­rardan sonra ashab: "Evet ya Rasûlallah." dediler. Bunun üzerine: “Allah Teâla'ya eş koşmak ve ana babaya isyan etmektir.” buyur­muştur.

Cahil kimseler Allah'ın varlığına ve birliğine inandıkları halde tesiri O'ndan başkasında inanırlar; hayr ve şerrin tesirine sebeb olabilecek şeyleri de hakîkî tesirci zannederler, ki bu cahil sofîlerin itikadıdır. Eğer bunlar Allah Teâlâ'nın gayrına tesiri isna^ ettikleri gibi ona taparlarsa kafir ve müşrik de olurlar.*“...Biz bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz...” [Ez-Zümer 3] mealindeki ayet-i kerîmede beyan olunan müşrikler, vesile aramaktan dolayı değil, hakîkî tesiri sebeblere ve vesilelere isnad ettik­lerinden ve üstelik de taptıklarından dolayı şirk koşmuş olurlar. Eğer te­siri Allah'tan inanır ve Allah'a tapar, vesileyi tutması da yine Allah Teâ- lâ'ya ibadet etmek için ise mü'min ve ehli Tevhiddir. Bu inceliği bilme­yen kimseler ya cahil sofîlerin yoluna ya da Vahâbilik mezhebine sapı­yorlar. Demek istiyoruz ki Hakk perestiikle putperestlik arasında bir ince fark var; ehli Tevhıd bu farkı bilir. Mesela Kur'an ve hadislerin hüküm­lerini tatbik ederek namazda imamına, ahlak ve muamelede inanmış ol­duğu üstadına uyar, bir tek olan Allah'a tapar. Şübhesiz imamı veya li­deri de aynı şeriati tatbik ederek onunla birlikte Allah'a tapar.

“Ey iman edenleri Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya da vesile taleb edin...” [El-Mâide 35] mealindeki ayet-i kerîme, ittibâ' etmek için ve­sile aramayı emrederek beyan etmektedir. Ancak bu vesile çok umum manadadır. Her mü'min kendisini ve nefsine tayin etmiş olduğu lideri veya üstadı da, hatta ve hatta tüm müslümanları bir tek halka olarak göz önüne tutarak husûsen namaz içinde*“Yalnız San'a ibadet ederiz ve yalnız Sen'den yardım dileriz. Öy­leyse bizi dosdoğru olan yola ilet. O yol ki ondan sülük edenlerin üzerine nimet verdin.” [El-Fâtiha 6-7] demekle itiraf eder. Demek gerçek bir sofu Allah'tan gayrine tapmıyor, namaz içinde de “İbadetimizi yalnız ve yalnız San'a tahsis ediyoruz.” diyor; inancını, Tevhidle şirki yıktığını ilan ediyor. Aslında üç "nun"da tüm müslümanlar birleşmektedir:

a-Zâtı'nda, Sıfatı'nda ve Fiili'nde bir tek Allah'a iman etmeyi taahhüd etmekle'nehbudu'nun "nun"unda birleşiyorlar. Şirkten pak ve münezzeh olarak samimi bir bîatle Allah'a söz vererek O'na ibadet etmelerini ilan etmekle “İbadetlerimizi yalnız ve yalnız San'a tahsis ederiz.” derler.

b-Bütün ibadetleri O'na tahsis ettikten sonra bütün tesirleri O'ndan inanarak, bütün yardımları O'ndan umarak “Yalnız ve yalnız Sen'den yardım dileriz.” demekle ''nestain'in "nun"unda birleşirler; ve bu birleşme­yi de ilan ederler. Buna i'tisam da denilir. Sımsıkı O'nun hükmüne, tecellîlerine ve dînine bağlılığı ifade eden, l'tisamdır.

c-''ihdina' 'nın "nun''unda birleşirler. Bu birleşmeyi de şöyle ifade eder­ler: Ey Rabb'imiz! “Bizi topyekün dosdoğru olan yola ilet.” derler. Sanki bu arada soruldu: “O dosdoğru yol nedir?" "Bir tek Allah'a taparak ittibâ' ve vesile edinmek yoludur." denilir. O yol ki “Bizi doğru yola, ken­dilerine nimet verdiklerinin yoluna İlet.” diye ifade ederler. O nimetlenenler de şübhesiz peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihlerdir. Onların yoluna, onlara ittibâ' etmek yoluna, onların yaşadıkları gibi yaşa­mak yoluna... Çünkü onların yolu dosdoğru yoldur. Gazaba uğramış, ilimleriyle amel etmeyen yahudilerin yoluna değil; ve ilimsiz amel edip dalâlete uğramış cahil hristiyanların yoluna da değil. İşte her mü'min her namazında kendisi de, vesile edindiği lider ve üstadı da hep birlikte bir tek halka halinde, bir tek ağızdan namazlarında ibadetlerini, Tevhidlerini böylece ilan etmektedirler. Mü'minde üç dava yoktur: Kendi nefsine Ulûhiyet, nübüvvet ve velâyeti isnad.

2-İkinci şirk, gizli ve hafif şirktir. Buna riya denilir. İmandaki riyâyı kasdetmiyoruz. Çünkü o da birinci şıkla dokuz yerde birleşir. Amelde gösteriş kasdediyoruz. Bu ise Tevhîdi ve farz ibadetin aslını ibtal etmez, sevabını eksiltir. Fakat birinci şirke sûret olarak benzediği için buna şirk-i hafî denilmiştir. Zevâcir adlı eserin müellifi Ibnu Hacer şöyle diyor: Riya ve gösteriş için ibadet edenlerin misali, kesesini taş doldurup cevherin bâyiinden cevher almak isteyen adamlara benzer. Yolda giderken onu gören insanlar, elindeki kesesine bakarlar, onu överler, "Bu adamın ne kadar çok parası vardır." derler. O da halkın övmesine binaen aldanır, kesesine güvenir bâyi'ye varır; kesesini açarken mahcub ve pişman olur; hiçbir şey alamaz, amma kese elinde kalır. Böylece gösteriş yapan­lar dünyada halkın övgüsünü kazandıkları için ahirette bir şey elde ede­mezler. İmam Şemseddîn Zehebî bu temsili hadis olarak rivayet etmiştir; ve gösterişin sevab yerinde bilakis azaba sebeb olacağını beyan etmiş­tir. ’

Mü'min imanıyla emin kimsedir; ihlâsıyla doğru kimsedir; Allah'a ve halka karşı dosdoğru hareket eden, muamelesinde hile, ahlak ve ibade­tinde de riya şaibesi olmayandır. Buna ihlas denilir, iman da ibadet de şart-ı ihlastır. Mü'min ihlasla bu şirki yıkar. Hayrete şâyan ki felsefeciler riyânın adını sempatizm koymuşlardır. Halbuki sempatizm, nifak veya riya ile birleşir. Bazı zavallı mü'minler de, sempatizmi İslam kelimesine kuyruk yaparak "İslam sempatizmi" diyorlar. Dehşet! Ne bu hal?..

Kulundan ibadeti kabul eden Allah Teâlâ şöyle buyurur:

*“...Kim Rabb'ine kavuşmayı ümid (ve arzu) ediyorsa güzel bir amel etsin ve Rabb'ine ibadet etmede (hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi) ortak

etmesin.” [El-Kehf 110] Bu ayet-i kerîmede hâlis ibadet etmek, ahlak ve muamelede dosdoğru olmak emr buyrulmuştur. Her nerede olursa olsun mü'min, dimağında kurulmuş şöhret, servet, riyâset putlarını yıkmadığı müddetçe, kurtlar ağacı içinden yedikleri gibi, riyâsı da ame­lini yer. Allah riyâdan korusun. Bir hadîs-i Kudsî:

“Her kim ibadet işlerken Ben'den başkasını Ban'a ortak ederse, yapmış olduğu amel ve ibadeti Ban'a eş tanıdığı kimseye­dir. Ben ondan berîyim.” buyrulmuştur.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.239-242
Devamını Oku »

''Allah Sarhoş Oluncaya Kadar İçki İçenin Kırk Sabah Namazını KabulEtmez'' Hadisi Hakkında




“Sarhoş oluncaya kadar içenin Allah kırk sabah namazını kabul etmez, damarlarında içkiden bir şey bulunarak ölen cahiliye ölümü ile ölmüştür.”(Abdurrezzak,hd.no.17071)

“Şarap içenden Allah kırk gece razı olmaz, ölürse kafir olarak ölür, tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder.”(Müsned,27475) Senedi hasendir.

Bunları “şarap içmeyi helal görürse” şeklinde anlamak lazımdır. Ya da “kişi o hale öyle alışıyor ki so­nunda küfre düşmesine ramak kalıyor, dolayısıyla küfre düşmesinden korkulur” şeklinde yorumlamak da mümkündür. Ayrıca şaraplarla ilgili bu tehditler şarap içmenin haram ve de ne kadar çirkin bir bir şey olduğunu ve meselenin ciddi­yetini ortaya koymaktadır.

“Kişi sarhoşluk veren bir şey içerse Allah kırk gün namazını kabul etmez.”(Taberani,el-Mücem-ul Kebir,VII,183,hd.no.6672) Senedde adı geçen Yezid b. Abdulmelik, metruk bir ravidir. Yahya b. Main’den bir rivayette onun hakkında “la be’se bih” de dediği nakledilir ki, bu tabiri o makbul raviler için kullanır. Benzer bir hadîsi Ahmed b. Hanbel nakletmiştir.

Yu­karıdaki hadîsin devamı olarak onda şu ifadeler yer almaktadır: “Tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder. Tekrar içkiye dönerse Allah yine kırk gün namazını kabul etmez. Tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder. (Ravi der ki: Üçüncü- sünde mi dördüncüsünde mi söyledi bilmiyorum. Ardından şöyle buyurdu:) Tekrar içkiye dönerse Allah’ın üzerine onu cehennem içeceklerinden içirmesi hak olur.”(Müsned,2,176) Bu uzun bir hadîstir. İlginçtir, hadîsi nakleden Abdullah b. Amr’a “Senden bana ‘İçki içenin tevbesini Allah kırk gün kabul etmez.’ hadîsi ulaş­tı.” denmesi üzerine o, Hz. Peygamber’den yukarıdaki hadîsi duyduğunu ifade etmiştir.

Bu rivayet gösteriyor ki, konuyla ilgili hadîs yanlış anlaşılmış, Abdul­lah işin doğrusunu, yani “kişinin tevbesini değil, namazını kabul etmeyeceğini”naklederek yanlış manayı düzeltmiştir. Bu hadîsin sahih olduğu belirtilmelidir.

Bu hadîsin zahiri, içki içenin kırk gün kıldığı namazın kabul edilmeyeceğini göstermektedir. Şüphesiz içkiden sakındırmada ortaya konulan sert bir ifadedir. Özellikle içki içip Allah’ın huzuruna yönelmekten sakındırıyor. Sanki bir anlam­da “Bir an içtiğiniz içkinin vucüddan temizlenmesi kırk günü alır, bu bedenle namaza yaklaşmayın!” denmek isteniyor. Ancak herhalde bu, “Kırk gün hiç na­maz kılmamış gibi sayılır.” anlamına gelmez. Belki mezkûr hadîsi “Kişinin bu şekilde namaz borcu üzerinden düşebilir, ancak namazın sevap ve faziletindenmahrum olur.” şeklinde anlamak daha uygun olur. Tevbeye gelince Abdullahb Amr’ın da düzelttiği gibi kişi içkiden tevbe ettiği anda Allah tevbesini kabul eder. Son ifadeler gösteriyor ki, tevbelerden sonra tekrar içkiye dönülmesi Allah’ın gazabını üzerimize çekmesine neden olan önemli bir husustur.



Yavuz Köktaş-Günümüz Hadis Tartışamaları

Devamını Oku »

İnsan Ne Kadındır - Ne de Erkek


İnsan ne kadındır ne de erkek. İnsan bu ikisidir.

İnsanın bir yüzü dişi, bir yüzü erkektir. Dişilik yüzü merhameti, sanatı, nezaketi, zerafeti, taşımayı, doğurmayı, yenililiği, sürekliliği, ölümsüzlüğü hatırlatırken,
erkek tarafı hükmetmeyi, yönetmeyi, savaşmayı, mücadeleyi, yok etmeyi, ölümü, fedakarlığı, karşılıklıksız vermeyi, çalışmayı, bitip tükenmek bilmeyen bir enerjiyi, gücü, iktidarı ve dehşeti simgeler.

Bu ikisi medeniyeti oluşturur. Medeniyeti oluşturan bu ikisinin birleşimi, mücadelesi, çekişmesidir.

Toplumda dişilik yön ağır bastığında medeniyette incelik gözükürken, erkek yön ağır bastığında savaş, talan, güç, oluşum, zorluk ortaya çıkar.

Toplumların yeni oluştuğu, medeniyetin yeni kurulduğu dönemlerde erkek yön ağır basar. Zamanla dış tehditler azaldığında, insanlarda dişilik yön ağır basmaya, zerafet ve sanata yönelme baş gösterir.

Bu değişim, medeniyetlerin inceldiği ve zirveye ulaştığı dönemdir.

Bu dönemdeki erkekler bile dişileşmiştir. Metroseksüel erkekler bu dönemde ortaya çıkar. Kadınsı zevkler ve algı ön plandadır.

Bu dönemde zevkü sefa yaşanır. Lale devri olur…ama aslında bu durum yıkımı da beraberinde getirir.Çünkü denge bozulmuştur.

Denge dişilik ve erkekliğin eşit konumlarda olmasıdır. Birinin güç kazanması veya baskın çıkması yıkımı getirir.

Dişi medeniyetler, erkek medeniyetler tarafından talan edilir, iğfal edilir, gasp edilir, yok edilir. Erkek medeniyetler, dişi medeniyetinin ihtişam, güç, zerafat ve güzelliğine kapılır. Buraya sahip olmak için saldırır. Hakim olur. Ama aslında burayı güzlleştiren dişi medeniyet olduğundan bir süre sonra o güzelliği bulamaz.

Bütün büyük uygarlıklar, dişilikte kemale ulaştığında aslında zevale de yaklaşmış olmaktadırlar.

Ibrahim Halil Er Hoca
Devamını Oku »

Sanat Nedir?



Sanat kainatın âhengine katılmaktır.

İşte ben de onlarca sanat tarifine bir tarif ilave etmiş oldum. Sürç-i lisan eder isem affola.

Kâinatın âhengi malumdur. Gün doğuyor, batıyor; kuşlar uçuyor, rüzgâr esiyor, dünya dönüyor, mevsimler birbiri peşi sıra gelip gidiyor. Gören gözler, duyan kulaklar, hisseden kalpler çiçeklerin renginde, suların sesinde, dağların heybetinde, kelebeğin kısacık ömründe, örümceğin ağında, Cenab-ı Hakk’ın yarattığı her şeyde bu âhengi bulabilir.

Lâkin işin künhüne varması mümkün değildir. Atomun elektronları belki dünyanın bilinen kısmından daha fazla meçhulatı saklıyordur. Rabbin veli kullarına elbette âşikârdır.

Eşref-i mahlukat olan insan güzel bir iş yaparak mevcut güzelliğe iştirak eder. Bu sadece ona tanınmış bir imtiyazdır. (Gül açar, bülbül öter, örümcek ağını örer ama herhalde sadece insanoğlu yaptığı işin şuuruna erer) Cenab-ı Hakk’ın koyduğu nizama yaklaşmak, ona dokunmak, ona uymak yaradanın rızasını kazanmaktır. Hududullah’a riayettir.

Bu eylem eskiyi yıkarak, karşı çıkarak var olanı bir başka biçimde yeniden inşa ederek pek çok yoldan ulaşılan bir menzildir. Yapıcılığı veya yıkıcılığı böyle yüce bir hedefe bağlamaksızın sanatçının “ben, ben” diye çırpınması çocukçadır.

Sanatçıya yüce bir makam verilmesi, onun takdîs edilmesi deha mertebesine çıkarılması pagan âdetlerindendir.

Sanatçı eylemi ile kuşların sesine, suların şırıltısına, rüzgârın uğultusuna, bulutun rengine, denizin dalgasına ne kadar yaklaşıyorsa; bu hamleyi bir iman ateşi, gözyaşları ile ıslanan bir aşk ile yapıyorsa o kadar yol alır. Yolun sonu bizi “din” ile buluşturur, “dua” ile buluşturur. Bu menzile ulaşanların söz ile, nağme ile, renk ile biçim ile işleri olmaz. Onlar artık vecd denizinde yüzmektedir.

“Bana seni gerek seni” diyen âşık, dağlar ile taşlar ile, seherdeki kuşlar ile kâinatın tesbihatına katılmıştır.

Bu hamle onu sözden söze, besteden besteye, renkten renge fırlatır. Yenilik, hareket, isyan, uysallık budur. Bu hem aczin hem iştiyakın ifadesidir. Sanat yolcuları her adımlarında bir mertebe daha yücelir, mesafe aldıkça var olur, var oldukça bir “hiç” olduklarının şuuruna varırlar. Bu “hiçlik kadehi” hidayet ile, inayet ile, rahmet ile dolarsa “varlık” kazanır.

Gül dikeni ile var olmaktadır.

Sanat yolunun hem rahmanî hem şeytanî-nefsanî boyutları vardır. Tıpkı rüya gibi.

İnsanoğlu yapıp-etmeleri ile eşref-i mahlukat olacağı gibi esfel-i safilin’e de yuvarlanabilir. Yusuf’un kuyusu ile Babil’in kuyusu bir değildir.

Kainatın âhenginde gizlenen hikmeti keşfedenler Yusuf’un kuyusundan çıkıp, Mısır’a sultan olanlardır. Sultanlık “dünyevî” kaldıkça ferde faydası olmaz. Sanat hakikate giden yolda bizi karlı dağlardan aşırabilecek, kızgın çöllerden geçirebilecek bir binek olabilir. O kadar.

Ancak bu mühim bir vasıta, vasıflı bir anahtardır. Felsefeyi bitirip sanat kapısını açanlar, kâinatın âhengi ile kanatlanır ve hakikate doğru uçarlar.

Ritim duygusu anahtarın özünü verir. Tarikat âyin ve zikirlerinde, namazda, hacda, tavafta bu ritim duygusu bize eşlik etmektedir. (Mimarîde, musikide, şiirde.)

Ritme ayak uydurmak halkaya katılmaktır.

Başını taştan taşa vurarak akan sular gibi “Allah Allah” diyerek coşmak veya sessizliğin sesini dinlercesine hareketten kesilip secdeye kapanmaktır. Kâinatın âhengi binlerce dereciğin kendi türküsünü söyleyerek çağlayıp, gelip, ummana dökülmesi orada sessizliğin içine gömülmesidir.

Evet sanat bizi coşturabilecek bir eylemdir. Rabbimize dua edelim bu coşkunluk nefsin eseri olmasın, bizi nefse esir etmesin. Şeytanın şerrinden O’na sığınalım. Korku ve ümit arasında olalım. Sanatı bir kibir, bir övünç, bir üstünlük değil, tevazu vesilesi kılalım. Bir taş ustası, kilim dokuyan bir köylü kızı, bir ressam, bir yazar ile tırpanı her savuruşunda “Allah” diyen bir rençber arasında fark yok.

Fark sadece takva sahipleri ile diğerleri arasındadır. “Hiç bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?” hikmetini bir de kâinatın âhengi ile sanat eseri arasında kurulacak ilişki açısından yorumlayalım.

Şunu unutmayalım: Sabahın seherinde öten bülbül de bizi ağlatabilir, usulüne uygun okunan ezan sesi de.

Mustafa Kutlu

03.01.2018
Devamını Oku »

Ebu Yusuf'un Harun Reşid'e Tavsiyeleri



(Ebu Yusuf (113- 182/731-799)’un, Harun Reşid (148-193/765-809)’e takdim ettiği Kitâbü’l-Harâc adlı eseridir. Kitabü’l-Harâc’ın, konusu, devletin malî kaynakları, bunların nasıl toplanacağı ve nerelere harcanabileceği ile ilgilidir. Halkın refah ve emniyetle yönetilebilmeleri için haraç, öşür vb. vergilerin nasıl alınması gerektiği üzerinde durmaktadır. Bu eserde dikkat çeken bölüm; Harun Reşid’e yönetim konusunda öğütlerin yer aldığı mukaddime kısmıdır.

Harun Reşid, devrinin en güçlü hükümdarıdır. Onun bu gücünü ortaya koyan; “ey sema, yağmurunu nereye yağdırırsan yağdır, o yağmurlarla büyüyecek mahsulâtın haracı yine bana gelecektir.” sözü ünlüdür. Böyle bir güce sahip olan halife, halktan bu vergilerin adaletli bir şekilde alınabilmesi için bu kitabın yazılmasını kendisi istemektedir. Bu yönüyle eser, Harun Reşid’in yönetimdeki hassaslığını ve dinî kişiliğinin ortaya konulabilmesi açısından ayrı bir öneme sahiptir. Ayrıca İmam Ebu Yusuf’un Harun Reşid’e gerçekleri nasıl açıkça ifade ettiğini, kendisine nasıl nasihat ettiğini de gösterir. Ebu Yusuf’a laf söyleyenlerin, Ona saray uleması diyenlerin bu tavsiyelere dikkat etmesi gerekir.

Ebu Yusuf’un Harun Reşid’e Tavsiyeleri için kaynak metin: İmam Ebu Yusuf, Kitabü’l-Haraç, ter. Ali Özek, İst. Ün. Yayınları İstanbul, 1973 , 27-47)

Bismillâhirrahmânirrahim,

Allah, Emirü’l-mü’minine uzun ömürler versin! Tam bir nimet ve zenginlikle devamlı bir haysiyet içinde şeref ve izzetini yüceltsin! Kendisine verdiği dünya nimetlerini, bitmek ve tükenmek bilmeyen âhiret nimetlerini kazanmaya ve orada Rasulullah’a vuslata bir vesile kılsın.

Emirü’l-mü’minin Allah muini olsun! Benden haraç, öşür, sadaka (zekât) ve cizyelerin toplanması gibi meselelerle birlikte bu konuda daima müracaata esas ve tatbik edilmesi gerekli olan diğer hususları bir araya getiren bir kitap telif etmemi istedi.

O, bununla şüphesiz hâkimiyeti altında bulunan reâyâdan zulmü kaldırmayı, halkın işlerini düzeltmeyi irade etmiştir. Allah Emirü’l-mü’minin işlerinde muvaffak kılsın. İsabetli görüş ve düşünceyi kendisine refik etsin. Oldukça mesuliyetli olan şu halifelik makamında yardımcısı olsun. Kendisini korktuklarından ve çekindiklerinden selâmete erdirsin.

Tatbik etmek arzusuyla bana sorduğu hususları izah, şerh ve tefsir etmemi istedi. Ben de onları izah, şerh ve tefsir ettim.

Ey Mü’minlerin Emiri! Şükürler olsun Allah’a ki, sana büyük bir vazife verdi. O öyle bir vazife ki sevabı sevabların en büyüğü, cezası da cezaların en büyüğüdür. Allah seni, bu ümmetin işlerine memur etti. Bu vazifenin başına geçtikten sonra artık sen, Allah’ın kendilerine çoban tayin edip idarelerini sana emanet ettiği ve o güdülenler sebebiyle imtihana çektiği ve seni kendilerine hâkim tayin ettiği pekçok insanlar için binalar yaparak, tesisler kurarak, adaleti icra ederek gece ve gündüzlerini tüketmeye başladın. Bina; adalet ve doğruluk harcından mahrum temeller üzerine kurulduğu vakit, Allah o binanın temellerini bozar, yapanların ve yapılmasına yardım edenlerin üzerine yıkar. Bu sebeple bu ümmetin ve reayanın işlerinden Allah’ın sana tevdi ettiği vazifeleri ihmal edip hakların zayi olmasına sebep olma! Çünkü Allah’ın izniyle kuvvet, faaliyet göstermekte (yani doğru ve âdil iş yapmakta) dır.

Bugünün işini yarına bırakma, aksi halde işleri ve hakları zayi etmiş olursun. Ecel emelin önündedir. Ecele, iş ve amel ile koş. Çünkü ecel geldikten sonra artık iş ve amel yoktur. Şüphesiz, çobanların efendilerine hesap verdikleri gibi insan yöneticileri de Rablarına hesap verirler. O halde günün bir saatinde de olsa Allah’ın sana yüklediği vazifelerde hakkı sahibine ver, adaleti icra et. Zira kıyamet günü Allah katında en mes’ud çoban (idareci), idare ettiklerini en fazla mes’ud eden çobandır. Binaenaleyh sen kendin hak yolundan ayrılma, aksi halde güttüğün (yönettiğin) kimseler doğruluktan ayrılırlar. Hevâ ile (nefse tabi olarak) emir vermek ve öfke ile iş yapmaktan sakın. Biri âhireti, diğeri dünyayı ilgilendiren iki işle meşgul olduğun vakit, âhiret işini dünya işine tercih et. Çünkü âhiret baki, dünya ise fânidir. Allah korkusuyla daima tetikte ol. Yakın veya uzak insanlara Allah’ın emirlerinde eşit muamele et. Allah yolunda ve adaleti tatbikte hiçbir kötüleyicinin kötülemesinden asla korkma.

Daima temkinli ve korkulu ol; zira temkinli olmak dil ile değil kalb iledir. Azabından korkarak ve rahmetinden ümitvar olarak Allah’a sığın, çünkü sığınmak ve korunmak korku ve ümid iledir. Kim Allah’a sığınırsa Allah onu korur. Daima iyi bir âkibet, gidilen doğru bir yol, hakka ulaştıracak sağlam bir gidiş zayi olmayacak bir iş, herkesin vardığı bir kaynak ve menba için çalış. Zira eninde ve sonunda varılacak yer öylesine hak bir varış yeri, o kadar korkunç bir duraktır, ki orada yürekler hoplar, bütün hüccetler, ceberutu ile insanları idaresinde tutan sultanın izzet ve celâli önünde değerini kaybeder. O günde bütün mahlûkat Allah’ın huzurunda zillet ve meskenet içinde dururlar, onun hükmünü beklerler ve azabından korkarlar. Sanki herşey olmuş bitmiştir.

Kıyamet gününü; o korkunç durak yerini bilip de amel etmeyen, yararlı iş yapmayan kimsenin duyacağı hasret ve nedamet sonsuzdur. Biraz düşünene şunlar kafidir:

O, öyle bir gün ki o günde ayaklar kayar, renkler değişir, kıyam üzre durmak uzar, O günün hesabını vermek son derece çetindir.

Allah Teâlâ Kur’an’ında şöyle buyurur:

“Şüphesiz Allah’ın katında bir gün, sizin sayınızla bin sene gibidir”1

“Bu gün hak ile bâtılın, iyi ile kötünün, haklı ile haksızın ayrıldığı bir gündür. Sizi de, sizden öncekileri de burada topladık”2

“Şüphesiz, o herşeyin hesabının sorulacağı gün, onların hepsinin buluşacağı bir miattır, (bekleme yeri buluşma zamanıdır)”3

“Sanki onlar kendilerine vaad olunanları gördükleri zaman, sevinçlerinden, orada birkaç saat kaldıklarını zannederler”4

Ne müthiş bir ayak kayması ki telâfisi imkânsız. Ne acı bir nedamet ki hiç faydası yok. Bu hayat sadece gece ve gündüzün nöbet değiştirmesinden ibarettir. Durmadan biri diğerinin peşini takip ediyor, gece ile gündüz her yeniyi eskitiyor. Her uzağı yakınlaştırıyor, vaad edilmiş olan her şeyi getiriyor. Allah her nefsi kazandıkları sebebiyle cezalandıracaktır. Şüphesiz Allah’ın hesabı çabuktur.

Allah’a yapış Ey Halife, Allah’a! Çünkü dünyada kalış çok azdır, halbuki hesap vermek çetindir. Dünya yok olacak ve içindekiler de tükenecektir. Âhiret ise devamlı kalma yeridir. Yarın Allah’a, mütecavizler ve sapıklar yoluna sülük etmiş olarak mülâki olma! Şunu iyi bil ki kıyamet gününün hâkimi, kullarını evlerine, yerlerine ve mevkilerine göre değil ancak amellerine göre muhakeme edecektir. Allah seni ikaz etti, o halde dikkatli ol. Zira sen; abes olarak yaratılmadın, bu sebeple de başıboş bırakılmayacaksın. Şüphesiz Allah seni yaptıklarından ve içinde bulunduğun durumdan hesaba çekecektir. Bak, düşün, nasıl cevap vereceksin? Bil ki yarın, yevm-i kıyamette insanoğlunun, Allah huzurunda ayakları ancak hesaba çekildikten sonra kayacaktır.

Rasulullah (S.A.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kıyamet gününde dört şeyden sual edilinceye kadar kulun ayakları kaymaz

-İlmiyle ne gibi ameller yaptığından, ömrünü nerede ve nasıl tükettiğinden, malını nereden kazanıp nereye sarfettiğinden, vücudunu ve sıhhatini nasıl değerlendirdiğinden”.

Ey Mü’minlerin Emiri! Soruların cevabını hazırla! Zira bugün dünyada yapıp bıraktıkların yarın sana birer birer okunur. Hal böyle olunca, şahidlerin huzurunda Allah’la senin aranda geçmiş olan işlerin maskesinin düşeceğini hatırla!

Ey Mü’minlerin Emiri! Sana, Allah’ın korumanı istediği şeyleri korumanı, bakıp gözet-lemeni istediklerini gözetlemeni ve bu vazifeleri Allah rızası için yapmanı tavsiye ederim.

Çünkü sen eğer onları yapmazsan; aslında yürünmesi kolay olan yol sana zorlaşır; gözlerin etrafı görmez olur, alâmetler, işaretler ortadan kalkar; gerçekler kaybolur. O geniş yol, sana daralır, orada bildiklerini tanımazsın fakat tanımadıklarını bilirsin. Bu sebeple nefsine karşı mağlûb olmasını değil, muzaffer olmasını isteyen kimsenin husumeti ile nefsine karşı koy. Zira güttüklerini yitiren çoban, eğer dilemiş olsaydı, Allah’ın izniyle onları zayi olmaktan kurtarırdı. Böyle yapmadığı takdirde hayatlarını korumak ve kurtuluşa ermelerini sağlamakla mükellef bulunduğu şeylerden, helâkına sebep olduklarını tazmin eder.

Bu sebeple kurtarması mümkün olanları kendi hallerine terkettiği vakit, onları bile bile zayi etmiş olur. Eğer çoban, üzerine vazife olmayan başka şeylerle meşgul olur da, zorluk ve tehlike içinde olanları görmezlikten gelirse felâket kendisine daha çabuk gelir ve kendisine daha çok zarar verir. Üzerine aldığı işleri hakkı ile yaptığı vakit çoban, orada bulunanların en mes’udu olur. Allah o kimsenin yaptıklarına kat kat karşılık verir.

Ey Mü’minlerin Emiri! Güttüklerinin zarar ve telefine sebep olma! Aksi halde Allah on-ların haklarını senden alır da, neticede, sen de kendi hak ve sevabını kaybedersin. Bina, ancak yıkılmadan önce tahkim edilir. Şüphesiz Allah’ın, idaresini sana verdiği kimseler hakkında yaptıkların senin lehine, telefine sebep oldukların da senin aleyhine olarak tesbit edilir. Allah’ın, idaresini sana emânet ettiği kimselerin işlerini unutmazsan, sen de unutulmazsın. Onlardan ve onlara faydalı şeylerden gafil olmazsan, sen de aldatılmazsın.

Şu dünyanın bu gün-lerinde, gönül dilin olan kalbin teşbih, tehlil ve tahmid etmekten; ağzındaki dilin Allah’ı zikir ile hareket etmekten, rahmet peygamberi ve hidayet önderi Allah Rasulüne salât ve selâm getirmekten nasibini alsın. Allah Teâlâ, rahmet ve ihsanı ile millet idaresini ellerine alan kim-seleri yeryüzünün halifeleri kıldı. Onlara idare ettikleri kimseleri aydınlatacak, aralarında vuku bulacak hâdisatı adaletle karara bağlayacak, hak ve hukuktan şüpheye düşülen hususları beyan edecek bir nur vermiştir.

İdarecilerin yolunu aydınlatacak nur; ancak hadleri -yani cezaları- tatbik etmek, araştırmaya ve açık delillere dayanmak suretiyle hakkı sahibine vermektir. İyi kişilerin yolunu takip etmek, onların iyi hareket ve prensiplerini devam ettirmek daha tesirlidir. Çünkü iyi âdet ve prensipleri ihya etmek, yaşayan ve aslâ ölmeyen hayırlardandır. İdarecinin zulmetmesi; idare edilenler için bir felâket, itimat ve güvenden yoksun kimselerle yardımlaşıp millet idaresinde onlara dayanması ise bütün halk için bir helâktır.

Ey Mü’minlerin Emiri! Güzel komşuluk etmek ve iyi muamele yapmak suretiyle Allah’ın sana verdiği nimetleri tamamla ve iyilik talebinde bulun. Şükrünü edâ etmek şartıyla nimetlerin çoğalmasını iste. Çünkü Allah Teâlâ Aziz Kur’an’ın’da şöyle buyurur:

-“Eğer şükrederseniz mutlaka, size, nimetlerimi çoğaltırım. Eğer nankörlük ederse-niz, şüphesiz, azabım çok şiddetlidir”5

Allah katında ıslahtan daha sevgili bir şey olmadığı gibi, fesattan daha kötü ve sevimsiz bir şey de yoktur. Masiyetleriirtikab etmek ve kötülük işlemek nimetlere karşı nankörlüktür. Milletler arasında nimete nankörlük edip de buna tövbe de etmeyenlerin çoğu, izzet ve şeref-lerinden mahrum olmuşlar ve Allah, onlara düşmanlarını musallat etmiştir.

Ey Mü’minlerin Emîri! Sana verdiği halifelik sebebiyle ihsan ettiği şeylerde seni kendi nefsine yöneltecek işlere dûçar etmemesini, velilerine ve sevgili kullarına gösterdiği inayeti sana da göstermesini Allah’tan niyaz ederim. Zira O, bunların hepsinin sahibi ve bu hususta kendisine rağbet edilen yegâne zattır.

Benim yazmamı emrettiklerini sana yazdım, onları şerh ve izah ettim. Onları iyice anla, mahiyetini idrâk et, ezberleyinceye kadar tekrar tekrar oku. Çünkü ben, bu hususta senin için bütün gayretimi sarfederek çalıştım. Allah’ın rızasını gözeterek, sevabını umarak ve azabından korkarak senin ve Müslümanların hakkında söylenmesi gereken söz ve nasihatlardan hiçbir şeyi söylemekten geri durmadım. Ben ümidederim ki, -eğer izah ettiklerimle amel edersen- bir Müslümana veya zımmîye zulmetmekten uzak olarak vergilerini toplamak hususunda Allah seni muvaffak kılar ve reâyân sana lâyık olacak şekilde hareket edip salâha kavuşur. Çünkü reâyânın salâhı; onlar hakkında hadleri tatbik etmek, zulmü kaldırmak, şüpheli kalan ve tatmin olunmayan hususlarda onlara müracaat, şikâyet ve itiraz hakkı tanıyıp haklarını bizzat kendilerinin müdafaa etmeleri için imkân vermekle olur.

Ben, senin için, bazı güzel ve faydalı hadisler yazdım. O hadislerde, Allah’ın izin ve inâyetiyle amel etmeyi arzuladığın şeylere teşvik ve istediklerin hakkında özel izahlar vardır. Allah, -zat-ı âlinizi- kendisini razı edeceğiniz işlerde muvaffak kılsın, seninle ve senin elinde ümmeti ıslah etsin.

1. – Ebu Yusuf rahimehüllah dedi: Ebu’z-Zübeyr, Tâvus ve Muâz b. Cebel’den naklen gelen bir hadîste Rasulullah (S.A.) şöyle buyurdular:

“İnsanoğlu, Allah’ı hatırlamaktan gayrı, kendisini ateşten daha fazla kurtarıcı bir iş yapmadı. Ashab, Allah yolunda cihad da mı, yâ Rasûlallah? dediler. Allah yolunda cihad da Allah’ı hatırlamak kadar üstün değildir, velev ki parçalanıncaya kadar kılıç sallasın, buyurdular ve üç defa tekrar etti”;

“Ey Mü’minlerin Emiri! Şüphesiz cihadın fazileti çok büyük, sevabı da hesapsızdır. Ancak her şeyin başı tevhid inancıdır.”

2. – Ebu Yusuf dedi: Nâfi ve İbni Ömer’den naklen üstadlarımdan bazısı bana dedi ki; Hz. Ebu Bekir (R.A.) Yezîd b. Süfyan’ı Şam’a gönderdi. Onunla beraber iki mil kadar yürüdü. Kendisine, ey mü’minlerin halifesi artık dönseniz iyi olur, denilince şöyle cevap verdi: Hayır! Ben Rasulullah’ın “Allah, kendi yolunda ayakları tozlanan kimseye ateşi haram eder”, buyurduğunu işittim, dedi.

3. – Ebu Yusuf dedi: Muhammed b. Aclân, Ebu Hâzim ve Ebu Hüreyre’den rivayetle bana dedi ki Rasulullah (S.A.) şöyle buyurdular:

“Allah yolunda bir sabah ve akşam yürüyüşü, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır”.

4. – Ebu Yusuf dedi: Ebân b. Ebîİyâş, Enes’ten naklen bana dedi ki, Rasulullah şöyle buyurdular:

“Herkim bana bir defa salat u selâm getirirse, Allah ona on salat u selâm sevabı verir ve on tane günahını affeder”.

5. – Ebu Yusuf dedi: Hocalarımdan bazısı, Abdullah b, es-Sâib ve İbniMes’uddan naklen bana dedi ki Rasulullah şöyle buyurdu:

“Allah’ın yeryüzünde dolaşan bir takım melekleri vardır. Onlar ümmetimin salat u selamlarını bana tebliğ ederler”.

6. – Ebu Yusuf dedi ki: A’meş, Ebu Salih ve Ebu Sâîd yoluyla Rasulullah’tan rivayet etti. Rasulullah (S.A.) buyurdu: “Sâhibu’l-karn (İsrâfîl) boynuzunu saklamış, yüzünü kapamış, kulaklarını dikmiş ve sûru üfürmekle ne zaman emrolunacağını bekler olduğu halde ben nasıl rahat ederim? Biz, “O zaman ne deriz yâ Resûlallah” dedik. “Hasbûnâllah ve ni’melvekil. Aleyhi tevekkelnâ” deyiniz,buyurdu.

7. – Ebu Yusuf dedi: Yezîd b. Sinan, Âizullah b. İdris’ten naklen şöyle dedi:

Şeddâd b. Evs insanlara bir hutbe iradetti. Allah’a hamd ve sena ettikten sonra dedi ki: Dikkatle beni dinleyiniz. Ben Rasulullah (S.A.) i şöyle derken işittim:

“Şüphesiz hayır, bütün kısımları ve taraflarıyla cennettedir. Şüphesiz şer de bütün kısımları ve taraflarıyla cehennemdedir. Biliniz ki cennet sevilmeyen şeylerle çevrelenmiş, cehennem de şehvetlerle çevrelenmiştir. Bir kimseye nefisçe sevilen kötülük perdelerinden birisi açılır da ona sabrederse cennete yaklaşır ve cennet ehlinden olur. Yine bir adama şehvet ve hevâ perdelerinden biri açılır da ona yaklaşırsa ateşe yaklaşır ve cehennem ehlinden olur. Haydi, ancak hak ile hükmedilecek bir gün için hak ile amel ediniz. Böyle yaparsanız hak menzillerine koşmuş ve konmuş olursunuz.”

8. – Ebu Yusuf dedi: el-A’meş, Yezîd er-Rakkâşî ve Enes’ten naklen bize dedi, ki Enes şöyle anlattı:

Rasûlullah (S.A.) miraç için yürütüldüğü ve göğe yaklaştığı vakit bir uğultu işitti. Ey Cebrail bu nedir? dedi. Cebrail, cehennemin kenarından atılmış bir taştır. O taş yetmiş seneden beri düşüyor, şimdi dibine ulaştığı andır, dedi.

9. – Ebu Yusuf dedi: el-A’meş, Yezîd er-Rakkâşî ve Enes’ten naklen dedi ki Rasulullah (S.A.) şöyle buyurdular:

“Cehennem ehline ağlamak imkânı verilir, gözyaşları kesilinceye kadar ağlarlar. Sonra tekrar, gözyaşları yüzlerinde bir yarık meydana getirinceye kadar ağlarlar.”

10. – Ebu Yusuf dedi: Muhammed b. İshak, Abdullah b. Muğîre’den, o da Süleyman b.Amr’den, o da Ebu Saîd el-Hudrî’den rivayetle el-Hudrî dedi ki:

Ben Rasulullahı şöyle derken işittim:

“Cehennemin üstüne sırat köprüsü kurulur. Üzerinde çakır dikene benzeyen dikenler vardır. Sonra insanlar geçmek isterler. Geçenler arasında kurtulup selâmete erenler, yaralananlar, sonra sadece kurtulanlar, habsolunup kalanlar ve içine düşenler vardır”.

11. – Ebu Yusuf dedi: Saîd b. Müslim, Âmir, Abdullah b. Zübeyr, Avf b. Haris ve Hz. Âişe yoluyla gelen bir hadiste Hz. Âişe şöyle nakleder: Rasulullah (S.A.), “Ey Âişe! Değersiz sayılan amellerden sakın, zira bunların da Allah yanında bir talibi vardır” buyurdu.

12. – Ebu Yusuf dedi: Abdullah b. Vâkıd, Muhammed b. Mâlik’ten o da Berâ b. Âzib’den nakletti. Berâ dedi ki: Bir cenazede Rasulullah ile beraberdik. Kabre vardığımız vakit, Rasulullah dizleri üzerine çöktü. Ben etrafını dolaştım ve önünde durdum. Toprağı ıslatıncaya kadar ağladı. Sonra şöyle dedi:

-“Ey kardeşlerim böyle birgün için hazırlıklarınızı yapınız.”

13. – Ebu Yusuf dedi: Mâlik b. Miğvel, el-Fadl, Ubeyd ve Umayr’den naklen dedi ki: Kabir der ki, ey âdemoğlu benim için ne gibi hazırlıklar yaptın? Sen bilmiyor muydun ki ben gurbet, kurt ve yalnızlık eviyim.

14. – Ebu Yusuf dedi ki: Muhammed b. Amr, Ebu Seleme’den o da Ebu Hüreyre’den rivayetle Rasulullah (S.A.) Kudsî hadisinde şöyle buyurdular: “Allah buyurdu ki sâlih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbinden dahi geçmeyen nimetler hazırladım. Dilerseniz,“Hiçbir nefis, yaptıklarının karşılığı olarak göz aydınlatıcı nimetlerden kendilerine neler saklandığını bilemez…”6 âyetini okuyunuz. Cennette bir ağaç vardır, ki binekli kişi gölgesinde yüz sene yürür ve onu katedemez. Dilerseniz “…uzun bir gölge…”7 ,âyetini okuyunuz. Şüphesiz cennette bir kırbaç boyu yere sahip olmak dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. Dilerseniz “Herkim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulursa kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı ancak gurur metaıdir” 8, âyetini okuyunuz.”

15. – Ebu Yusuf dedi ki, Fadl b. Merzuk, Atiyye b. Saîd ve Ebu Saîd yoluyla Peygamber-den şöyle rivayet etti. Rasulullah (S.A.) buyurdular:

“Bana, insanların en sevgilisi ve kıyamet gününde mekân bakımından en yakın olanı, adaletle hükmeden bir reistir. Kıyamet gününde bana insanların en sevimsizi ve en fazla azap görecek olanı ise zalim idarecilerdir”.

16. – Ebu Yusuf dedi ki, Hişâm b. Sa’d, Dahhak b. Muzâhim ve Abdullah b. Abbas yoluyla Peygamberden şöyle rivayet etmiştir. Rasulullah (S.A.) buyurdular:

“Allah bir millete hayır murad ettiği vakit, onların idaresini yumuşak kimselere tevdi eder ve mallarını da cömert kimselerin eline verir. Yine Allah bir millete kötülük murad ettiği vakit, onların idaresini, sefih kimselere tevdi eder ve mallarını da cimri kimselerin eline verir. Ey insanlar! Her kim ümmetimin idaresini eline alır da ihtiyaçlarında onlara rıfk ile muamele ederse Allah onun ihtiyaçlarını rıfk ile giderir. Herkim onların ihtiyaçlarına sed çekerse Allah da onun ihtiyaçlarına sed çeker”.

17. – Ebu Yusuf dedi ki, Abdullah b. Ali’nin, Ebu Zinâd, A’raç ve Ebu Hüreyre yoluyla rivayet ettiği hadîste Rasulullah (S.A.) şöyle buyurdular:

“Şüphesiz imâm (devlet reisi, idareci) peşinde harp edilen ve kendisiyle korunulan bir kalkandır. Eğer Allah korkusuyla emredip adaletle hükmederse bu hareketleri sebebiyle onun için pek büyük ecirler vardır. Adalet ve Allah korkusundan gayrı işlerle meşgul olursa kötü hareketlerinin günahı kendisine yüklenir”

18. – Ebu Yusuf dedi, ki Yahya b. Saîd, el-Hâris b. Ziyâd el-Hımyerî’den şöyle rivayet eder:

Ebu Zerr, emirlik ve kumandanlık hakkında Rasulullaha sordu. O da şöyle cevap verdi: “Sen zayıf bir kimsesin, o bir emânettir. Emirlik ve reislik; -üzerine aldığı vazifeleri hakkıyla edâ edenler hariç-, kıyamet gününde bir rüsvaylık ve nedâmettir.”

19. – Ebu Yusuf dedi ki: İsrail, Ebu İshak, Yahya b. Hüseyin ve ninesinden rivayetle Ümmü Hüsayn şöyle nakleder: Rasulullah’ı elbisesini toplamış ve koltuğunun altına almış olarak gördüm. O vaziyette şöyle diyordu:

“Ey insanlar Allah’tan korkunuz, emirlerini dinleyip itaat ediniz, sizin üzerinize simsiyah Habeşli bir köle tayin edilmiş olsa bile onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz”.

20. – Ebu Yusuf dedi ki: A’meş, Ebu Salih ve Ebu Hüreyre yoluyla Peygamberden şöyle rivayet etti. Rasulullah buyurdu:

“Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiştir. Kim imama (Reise) itaat ederse bana itaat etmiştir. Bana isyan eden Allah’a isyan etmiş, imama (Reise) isyan eden de bana isyan etmiştir.”

21. – Ebu Yusuf dedi ki: Hocalarımdan bazıları, Habib, Ebu’l-Bahterî ve Huzeyfe’ye atfen şöyle dediler:

“İmamına karşı silâha sarılıp isyan etmen sünnet değildir”.

22. – Ebu Yusuf dedi ki: Mutarrifb. Tarif, Ebu’l-Cehm, Hâlid b. Vehbân ve Ebu Zerr’den naklen şöyle rivayet etti: Rasulullah (S.A.) buyurdular: “Herkim cemaatten ve İslâmdan bir karış uzaklaşırsa boynundaki İslâm bağını koparmıştır”

23. – Ebu Yusuf dedi ki: Muhammed b. İshak, Abdüsselam, Zührî, Muhammed b. Cübeyr ve babasından şöyle rivayet etmiştir:

Rasulullah (S.A.) Mine’nin Hayf semtinde olduğu bir sırada ayağa kalktı ve şöyle buyurdu: “Benim sözümü işitip de duyduğu gibi nakleden kimsenin Allah yüzünü ak etsin. İlim yüklenip nakleden nice kimseler vardır ki, âlim değildir. Nice âlim kimseler de vardır ki duyduklarını kendilerinden daha âlim olanlara naklederler. Üç haslet vardır ki mü’min kişinin kalbi onlarda aldanmaz, yani kötülüğe sapmaz: Yaptıklarını Allah için yapmak, Müslümanların âmirlerine doğruca nasihat etmek, cemaate devam etmek. Zira cemaatın duası, ferdi kötülüklerden korur”.

24. – Ebu Yusuf dedi ki: Gaylan b. Kays el-Hamdânî, Enes b. Mâlik’ten naklen şöyle demiştir: “Rasulullah’ın ashabından olan büyüklerimiz bize emirlerimize sövmememizi, onlara karşı hilekârlık etmememizi, âsî olmamamızı, Allah’tan korkup sabretmemizi emrederlerdi”.

25. – Ebu Yusuf dedi ki: İsmail b. İbrahim b. Muhacir, Vâil b. Ebi Bekr’den naklen der ki, Hasan-ı Basrî’nin şöyle dediğini duydum: Rasulullah (S.A.) buyurdular:

“Valilere, yani sizi idare eden büyüklerinize, sövmeyiniz. Çünkü onlar eğer iyi muamele ederlerse onlara sevab, size teşekkür gerekir. Eğer kötülük ederlerse onlara vebal, size sabır gerekir. Zira idarecilik bir nikmet (cezalandırmak suretiyle mükâfat vermek) tir ki, Allah dilediği kullarını o yoldan imtihan eder. Allah’ın nikmetini öfke ve isyan ile karşılamayınız. Onu sabır ve tahammül ile karşılayınız.”

26. – Ebu Yusuf dedi ki: A’meş, Zeyd b. Vehb ve Abdurrahman b. Abdi Rabbil Ka’be’den rivâyet etti. Abdurrahman şöyle dedi: Kâbenin gölgesinde oturmuş ve başına insanlar toplanmış olan Abdullah b. Ömer’in yanına vardım ve onun şöyle dediğini duydum : Rasulullah (S.A.) şöyle buyurdular: “Bir imama biat edip de elinin kuvvetini, kalbinin semeresini veren kimse gücü yettiği nisbette ona itaat etsin. Eğer bir başkası gelir de ona karşı muârazada bulunursa o kimsenin boynunu vurunuz”.

27. – Ebu Yusuf dedi ki: Hocalarımdan bazısı, Mekhul ve Muâz b. Cebel’den rivayetle Rasulullah’m şöyle buyurduğunu naklettiler:

— “Ey Muâz! Her emîre itaat et. Her imamın arkasında namaz kıl. Ashabımdan hiç kimseye sövme”.

28. – Ebu Yusuf dedi ki: İsmail b. EbiHâlid, Kays’tan naklen şöyle dedi: Hz. Ebu Bekir ayağa kalktı, Allah’a hamd u sena ettikten sonra şöyle dedi: “Ey insanlar siz Allah’ın, “Ey iman edenler! Kendi nefislerinize bakınız. Siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapıtanlar size zarar veremez»9 ,âyetini okuyunuz. Biz Rasulullah’ın şöyle buyurduğunu işittik:

 «İnsanlar kötülüğü görürler de ona mâni olmazlarsa, Allah’ın onlara umumi bir azab göndermesi pek yakındır”.

29. – Ebu Yusuf dedi ki: Yahya b. Saîd, İsmail b. EbiHakim ve Ömer b. Abdülaziz’den şöyle nakletti -. Ömer b. Abdülaziz dedi ki:

Şüphesiz Allah, seçkin zümrenin yaptıklarından dolayı, umumi halkı sığaya çekmez. Fakat kötülükler alenî olarak işlendiği vakit mâni olmazlarsa hep birden azaba müstahak olurlar.

30. – Ebu Yusuf dedi ki: İsmail b. Ebi Hâlid, Zebid b. Hâris’ten şöyle nakleder:

Hz. Ebu Bekr ölüm hastalığına yakalanınca, yerine geçmesi için Hz. Ömer’e haber gönderdi. Buna karşılık insanlar şöyle dediler: Bizi idare etmek üzere yerine sert ve kaba birisini mi geçiriyorsun? Eğer o bizim idaremizi eline geçirirse daha katı ve daha sert davranır. Ömer’i bize halife yapmış olarak Allah’ın huzuruna varınca O’na ne cevap vereceksin?

Hz. Ebu Bekr şöyle mukabele etti:

Beni Rabbımla korkutuyor musunuz? “Ey Allahım! Sana inananların en hayırlısını onlara Halife bıraktım” derim.

Sonra Hz. Ömer’i çağırttı, ona şöyle vasiyet etti:

Ben sana öyle bir vasiyet edeceğim, ki eğer onu tutarsan, sana mutlaka gelecek olan ölüm gelince, senin için ondan daha sevimli bir şey olmayacaktır. Eğer onu tutmaz, zâyi edersen, elbette mâni olamayacağın ölüm gelince senin nazarında ondan daha çirkin bir şey olmayacaktır:

Allah’ın senin üzerinde geceleyin bir hakkı vardır ki onu gündüz kabul etmez. Gündüzün bir hakkı vardır ki onu da gece kabul etmez. Üzerine farz olan vazifeleri edâ etmediğin müddetçe yapacağın hiçbir nâfile ibadet kabul olunmaz.

Kıyamet gününde terazilerinin sevab kefesi hafif gelenlerin hüsranı, ancak dünyada kendilerine asla ağır gelmeyen bâtıla tâbi olmaları sebebiyle hafif gelmiştir. Tabiatiyle ancak bâtılı tartan terazide hayır kefesinin hafif gelmesi yerinde bir olaydır. Terazileri ağır tartanların terazisi de ancak dünyada hakka tâbi olmaları sebebiyledir. Böyle terazinin de ağır gelmesi yerindedir. Eğer sen benim bu vasiyetimi tutarsan senin nazarında ölümden daha sevgili bir gâib olamaz. Zira ölüm her ne kadar gâib ise de mutlaka gelecektir. Eğer sen benim bu vasiyetimi tutmazsan gelmesine mâni olamayacağın ölüm senin için en çirkin şey olur.

Musâ b. Ukba, Esmâ binti Umeyr yoluyla şöyle nakleder:

Hz. Ebu Bekr, Hazreti Ömer’e dedi ki; Ey hattab oğlu! Ben seni, geride bıraktıklarıma bakarak yerime geçirdim. Rasûlullah’a çokça arkadaşlık ettim. Gördüm ki O bizi daima kendisine, ehlimizi de ehline tercih ederdi. O derece ki onun bize verdiklerinden artanları biz tekrar onun ehline hediye ederdik. Sen de bana arkadaşlık ettin. Benim daima benden öncekilerin izini (Rasulullah’ın yolunu) takip ettiğimi gördün. Vallahi uyumadım ki rüya göreyim. Vehme kapılmadım ki hataya düşeyim. Ben aslâ hak yoldan sapmadım.

Ey Ömer senin kaçınmanı istediğim şeylerin ilki, nefsinin arzularına uymamandır. Çünkü her nefsin bir şehevî arzusu vardır. Onu yerine getirdiğin vakit daha başkalarını istemekte ısrar ve inad eder. Rasulullah’ın ashabından şu karınları şişmiş, gözleri dünyaya tamah etmiş, her birinin sevdiklerini kendisi için sevmiş olan kimselere karşı dikkatli olmanı, onları korkutmanı, kendinin de korkmanı istiyorum. Şüphesiz, onlardan birisinin bir hataya düşmesi hayreti mücibtir. Sakın hayret edenlerden olma. Bil ki sen Allah’tan korktuğun müddetçe onlar da senden korkacaklardır. Sen doğru olduğun müddetçe onlar da senin yolunda doğruluğa devam edeceklerdir. Vasiyetim budur. Selâmlarımı sunarım.

31. – Ebu Yusuf dedi ki: Abdurrahman b. İshak, Abdullah el-Kureşî ve Abdullah b. Hakim yoluyla gelen rivayette şöyle anlatır: Hz. Ebu Bekr bize bir hutbe irâd ederek şöyle buyurdular :

Hamd u senâdan sonra sözüm şudur: Allah’tan korkmanızı, lâyık olduğu şekilde Allah’a hamd u senâ etmenizi, korku ile ümidi birleştirmenizi, Allah’tan istediklerinizde ısrar etmenizi tavsiye ederim. Zira Allah Teâlâ Zekerriyayı ve ehl-ibeytini överek Kur’an’anda şöyle buyurmuştur: “Onlar, hayırlara koşarlar, korku ile ümid arasında bize dua ederlerdi. Ve onlar ancak bize boyun eğerlerdi”10 . Sonra ey Allah’ın kulları biliniz ki Allah kendi hakkı ile sizin nefislerinizi rehin etmiş, sizden birtakım ahitler almış, çok ve ebedî olanı vererek sizden az ve fâni olanı satın almıştır. İşte şu Allah’ın kitabı Kur’an sizin elinizdedir. Onun acâib ve garaibi tükenmez. Nuru asla sönmez. Onun söylediklerini tasdik ediniz. Onun kitabına sımsıkı sanlınız. Zulmet günü için ondan istifade ediniz. Siz, ancak ibadet için yaratıldınız. Size, yaptıklarınızı gören kirâmen katibin melekleri tevkil edilmiştir.

Sonra malûmunuzdur ki siz, ne zaman geleceği sizden gizlenmiş bulunan bir ecele doğru sabahlayıp akşamlıyorsunuz. Eğer siz, Allah yolunda işler yaparak ömürlerin tüketilmesine kâdir olursanız bunu yapınız. Buna ancak Allah’ın yardımıyla ulaşabilirsiniz. İyi işler yapmakta – ömrünüz kifayet ettiği müddetçe – müsabaka (yarış) ediniz. Eğer öyle yapmazsanız en kötü amelleriniz sonra size iade edilir. Çünkü birtakım insanlar ömürlerini başkaları uğrunda harcarlar ve kendilerini unuturlar. Onlar gibi olmaktan sizi menederim. Acele ediniz, acele! Kurtuluşa koşunuz, kurtuluşa! Zira sizin peşinizde öyle hasis bir takipçi var ki defterinizi pek çabuk dürer. O da ölümdür.

32. – Ebu Yusuf dedi ki: Ebu Bekr b. Abdullah el-Hüzelî, Hasan-ı Basrî’den naklen şöyle anlattı: Bir adam geldi, Hz. Ömer’e “Allah’tan kork ey Ömer”, dedi ve sözünü uzattı. Bunun üzerine orada bulunan birisi adama, “Sus! Emîrü’l -mü’minin’e karşı fazla konuştun” dedi. Ömer şöyle dedi: Bırak onu konuşsun. Eğer onlar bize öyle söylemezlerse onlarda hayır yoktur. Eğer biz onların doğru sözlerini kabul etmezsek bizde hayır yoktur. Nerede ise konuşana cevap verecekti.

33. – Ebu Yusuf dedi ki: Ubeydullah b. EbiHumeyd, Ebu’l-Müleyh b. EbiÜsâme el-Huzeli’den şöyle nakleder: Hz. Ömer irad ettiği bir hutbesinde şöyle buyurdu:

Ey insanlar! Bizim sizin üzerinizde gayb, yani iman, esaslarıyla nasihat etmek, hayra yardımcı olmak hakkımız vardır. Ey çobanlar! Biliniz ki Allah katında imamın, yani idarecinin, yumuşaklık ve şefkatinden daha sevgili ve faydası daha umumî bir vasıf yoktur. Yine Allah katında imamın cehalet ve bunaklığından daha sevimsiz ve daha zararlı bir vasıf yoktur. Biliniz ki her kim emri ve idaresi altında bulunanları iyilik ve afiyet ile tutarsa ondan daha fazlası kendine verilir.

34. – Ebu Yusuf dedi ki: Davud b. Ebi Hind, Âmir’den şöyle nakletti: İbni Abbas dedi, ki sûikast yapıldığı sırada Hz. Ömer’in yanına girdim, kendisine şöyle dedim:

Ey Mü’minlerin Emiri! Cenneti müjdelerim. Çünkü sen insanların küfrettikleri anda Müslüman oldun. İnsanların kötü muamelelerine rağmen Rasulullahla cihad ettin. Rasulullah senden razı olarak hayata gözlerini yumdu. Halifeliğin esnasında hiçkimse ihtilafa düşmedi. Nihayet şehit olarak can veriyorsun. Bana “sözlerini tekrarla” dedi. Ben de tekrarladım. O zaman şöyle buyurdu: Kendinden başka ilah bulunmayan Allah’a yemin ederim ki, eğer yeryüzünde, beyaz, siyah ne varsa hepsi bana verilmiş olsaydı arz gününün korkusundan dolayı onların hepsini feda ederdim.

35. – Ebu Yusuf dedi ki: Hocalarımdan bazısı, Abdulmelik b. Müslim, Osman b. Atâ el-Külâî ve babası tarîkiyle şöyle dediler: Hz. Ömer bir hutbesinde Allah’a hamd u sena ettikten sonra şöyle dedi:

Amma ba’dü. Kendisi bâki, gayrisi fâni olan Allah’ın azabından korkup rahmetinden ümidvar olmanızı tavsiye ederim. Öyle Allah ki, O’na itaatle sevgili kulları faydalanır, isyan etmekle de düşmanları zarar görür. Mâlûmola, ki helak olmuş bir kimse için hidayet zannıyla bilerek yaptığı bir dalalette mazeret yoktur. Keza dalalet sanıp terkettiği bir hakta da mazeret yoktur. Şüphesiz rainin(idarecinin) raiyyesinden(idaresi altında bulunandan) taahhüd ettiği şeylerin en fazla hak olanı, Allah’ın onları hidayet ettiği dinî vazifelerinde Allah hakkı olarak üzerlerine terettüb eden şeyleri onlara karşı ifa etmesidir. Bizim üzerimize düşen vazife; Allah’ın yapılmasını emrettiği taatlarıyla size emretmemiz ve vasiyet olarak size yasakladıklarını yasaklamamız, yakın – uzak herkes hakkında Allah’ın emirlerini tatbik etmemiz, haktan gayrıya değer vermememizdir.

Biliniz ki; Allah namazı farz kılmış ve ona bir takım şartlar koymuştur. Meselâ abdest, huşu, rükû ve sücûd namazın şartlarındandır. Ey insanlar biliniz ki; tamah fakirlik, kanaat zenginliktir. Kötü kimselere karışmaktansa uzlete çekilmekte rahat vardır.

Biliniz ki; hoşuna gitmeyen hususlarda Allah’ın kaza ve kaderine rıza göstermeyen kimse, sevdiği hususlarda da tam mânasıyla Allah’a şükrünü eda etmiş sayılmaz. Biliniz ki; Allah’ın birtakım kulları vardır. Onlar bâtılı, terketmek suretiyle öldürürler, zikretmek ve yapmak suretiyle de hakkı ihya ederler. Onlar rağbet ettirildiler de rağbet ettiler. Korkutuldular da korktular. Eğer onlar korkarlarsa emin olmazlar, imana taalluk ettiği için göremediklerini görürler, ayrılamadıkları şeylere ihlâsla bağlanırlar. Korku onları ihlâslı kişiler kılmıştır. Bu sebeple, kendilerinden ayrılacak olan fâniyi bırakıp, devamlı olan bakiye sarıldılar. Hayat onlar hakkında bir nimet, ölüm de bir ikramdır.

36. – Ebu Yusuf dedi ki: İsmail b. Ebi Hâlid, Zebid el-Eyyâmî’den şöyle nakletti: Hz. Ömer vasiyetinde şöyle buyurdu:

Benden sonra gelecek halifeye, Allah’tan korkmasını tavsiye ederim. Ona ilk muhacirleri, kendilerine ait olan haklarını, izzet, şeref ve değerlerini tanımasını da tavsiye ederim. Önceden evi ve imanı hazırlamış olan Ensar’ı da tavsiye ederim ki, onların güzel iş yapanlarından işini kabul etmesini, kötü iş yapanlarını da affetmesini vasiyet ediyorum. Şehirlerde yaşayan halkı da tavsiye ederim. Çünkü onlar, İslâm’ın yardımcıları, düşmanın hedefi ve devlet için mal toplayıcılardır. Onlardan, ancak gönül rızalarıyla mallarının fazlasını alsın.11 A’râbileri (yani taşra halkını) da tavsiye ederim. Çünkü onlar Arabın aslı ve İslam’ın maddesidirler. Onların fazla mallarını alsın fakirlerine versin. Allah ve Rasulü’nün ahdini de tavsiye ederim. Allah ve Rasulü’nün ahidlerini insanlara tam olarak tatbik etsin. Onların peşinde savaşsın. Halka, takatlarının dışında yükler yüklemesin.

37. – Ebu Yusuf dedi ki: Said b. Ebi Arûbe, Katâde, Sâlim b. Ebi’l-Ca’d ve Mi’dan b. Ebi Talha el-Ya’murî’den naklen şöyle der: Hz. Ömer bir cuma günü bir hutbe irad ederek Allah’a hamd u senâ edip Allah Rasulünü ve Hz. Ebu Bekr’i andıktan sonra şöyle buyurdu:

Ey Allah’ım! Şehirleri idare eden valilere seni şahit kılıyorum. Çünkü ben onları ancak insanlara dinlerinden ve peygamberin sünnetlerinden bilmediklerini öğretmeleri, toplanan vergileri onlar arasında taksim etmeleri, insanlar arasında adaletle hükmetmeleri için gönderdim. Bir müşkil ile karşılaşan olursa müşkülünü bana ulaştırmasını emrettim.

38. – Ebu Yusuf dedi ki: Abdullah b. Ali, ez – Zûhri’den şöyle nakleder: Hz. Ömer’e bir adam geldi ve şöyle dedi: Ey müminlerin emiri! Benim için, Allah hakkında hiç bir kötüleyicinin kötülemesine aldırmadan vazife yapmak mı daha hayırlıdır, yoksa kendi işime bakmak mı? Hz. Ömer şöyle cevap verdi: Halife tarafından verilmiş bir vazifesi olana gelince, o kimse Allah hakkında hiç bir kötüleyicinin kötülemesine aldırmasın. Böyle bir vazifesi olmayan ise kendi işine baksın ve idareciye nasihat etsin.

39. – Ebu Yusuf dedi ki: Abdullah b. Ali, ez-Zühri’den naklen şöyle der: Hz. Ömer şöyle dedi:

Seni ilgilendirmeyen işlere karışma. Düşmanından uzak ol. Emin olanı hariç, dostundan kendini koru yani sırlarını açma. Çünkü emin bir insana hiç bir şey denk olamaz. Kötü ahlâklı kimse ile arkadaşlık etme, aksi halde kötülüklerinden pek çoğunu sana telkin eder. Böylesine sırlarını da ifşa etme. İşlerinde Allah’tan korkanlarla istişare et.

40. – Ebu Yusuf dedi ki: İsmail b. Hâlid, Said b. Ebi Bürde’den şöyle nakleder: Hz. Ömer, Ebû Musa el-Eş’ari’ye şöyle yazdı:

Amma ba’dü, Allah katında çobanların (idarecilerin) en mesudu, vücudu ile güttükleri saadete eren kimsedir. Çobanların en kötüsü ise, güttüklerinin şekavetine sebep olandır. Kötülük etmekten ve dalalete düşmekten son derece sakın. Aksi halde emrinde çalıştırdıkların da kötülüğe dalarlar. O zaman senin Allah yanındaki durumun, tıpkı yerin yeşil kısımlarına bakıp, beslenmeyi ve yağlanmayı isteyen ve oradan otlayan hayvanın durumu gibi olur. Halbuki onun ölümü semizliğine bağlıdır. Selâmlar.

41. – Ebu Yusuf dedi ki: Mis’ar, Hz. Ömer’den naklen şöyle anlattı: Hz. Ömer buyurdu: Allah’ın emrini ancak başkasına boyun eğmeyen, yumuşaklık göstermeyen, tamahkâr olmayan kimse ikame eder. Yine Allah’ın emrini ancak, hiddeti eksilmeyen, hak uğrunda kendi partisine mensup (taraftarı) olanlara karşı öfkesini yutmayan, doğru söyleyen kimse tatbik eder.

42. – Ebu Yusuf dedi ki: Bazı üstadlarımız. Osman b. Affan’ın mevlâsı Hâni’den şöyle naklettiler: Hz. Osman (R.A.) bir kabrin yanında durunca sakalını ıslatıncaya kadarağlardı. Ona denildi ki cennet ve cehennemi anar, bu kadar ağlamazsın da burada neden ağlarsın? Cevaben dedi ki Rasulullah (S.A.) şöyle buyurdular:

“Kabir, âhiret menzillerinin ilkidir. Kişi buradan kurtulursa, ondan sonrakiler daha kolaydır. Burada kurtuluşa ermezse, ilerdekiler daha zordur”.

Rasulullah diğer hadîslerinde de şöyle buyurdular:

“Kabirdeki manzaradan daha korkunç bir manzara görmedim”.

43. – Ebu Yusuf dedi ki: Ebu Hanife’den şöyle dinledim: Hz. Ali, halife seçilen Ömer’e şöyle hitap etti: Eğer arkadaşına katılmak, ona yetişmek istersen, gömleği yama, elbiseyi çevir, ayakkabıyı ve mestini tamir et, tûl-u emelden vazgeç, doyuncaya kadar yeme.

44. – Ebu Yusuf dedi ki: Üstadlarımızdan bazısı, Atâ b. Ebî Rebâh’tan şöyle naklettiler: Hz. Ali bir müfreze gönderdiği vakit başına bir adam tayin eder, sonra ona şöyle derdi:

Sonunda mutlaka karşılaşacak olduğun Allah’tan korkmanı tavsiye ederim. Senin için Allah’tan gayrı son durak yoktur. O, hem dünyaya, hem de ahirete maliktir. Edası için gönderildiğin vazifeye sarıl. Seni Allah’a yaklaştıracak olana yapış. Çünkü dünyada yapıp da bıraktıklarımı, Allah’ın yanına vardığında hazır bulacaksın.

45- Ebu Yusuf dedi ki: İsmail b. İbrahim el-Bicelî, Abdülmelik b. Umeyr’den nakletti: Sakif’ten biri bana anlattı ve dedi ki: Hz. Ali, beni Abkarâ’ya vali tayin etti ve Abkarâ halkı da yanımda iken bana şöyle dedi: Onların mükellef bulundukları vergiyi tam olarak almağa bak. Herhangi bir hususta onlara ruhsat vermekten şiddetle kaçın. Sakın sen de bir zaafiyet görmesinler. Sonra “öğle vaktinde bana gel” dedi. Öğle vaktinde yanına vardım. O zaman da şöyle dedi: Valisi bulunduğun halkın önünde sana söylediklerimi söyledim, çünkü onlar hilekâr bir kavimdir. Onların başına geçtiğin zaman vaziyete bak. Kış veya yaz, onlara ait bir elbiseyi, yemekte oldukları bir nzkı, taşıt olarak kullandıkları bir hayvanı alıp satma. Bir para yüzünden onların hiçbirini kırbaçlama.

Yine bir para sebebiyle ayakta da bekletme. Vergi olarak aldıklarından, onlara bir mal satma, Biz ancak onlardan affı kabul etmekle emrolunduk. Eğer sen, emirlerime muhalefet edersen Allah benim yerime seni yakalar. Eğer emrettiklerime muhalif bir hareketin bana ulaşırsa seni azlederim. Ben de dedim ki; o halde senin yanından çıktığım gibi sana dönerim. O da, benim yanımdan çıktığın gibi dönsen dahi öyle yap, dedi. Oradan ayrılıp gittim. Bana emrettiklerini aynen yaptım. Vergilerden hiçbir şey noksanlaştırmadan geri döndüm.

46. - Ebu Yusuf dedi ki: Hocalarımdan bazısı Muhammed b. Ka’b el-Kurazî’den naklen bana şöyle anlattılar: el-Kurazî dedi ki: Ömer b. Abdülaziz Halife olunca, Medine’de bulunduğum sırada bana haber gönderdi. Huzuruna vardım. Yanına girince, hayret içinde kalarak gözümü ayırmadan bakmaya başladım. Bunun üzerine bana dedi ki; Ey İbni Ka’b! Sen bana, daha önce bakmadığın bir bakışla bakıyorsun. Ben de «Hayretimden dolayı» dedim. Nedir hayretin? dedi. Dedim ki; değişmiş olan rengine, incelmiş, zayıflamış olan cismine, dökülmüş olan saçma hayret ettim. Dedi ki, Öyle mi! Eğer sen üç zaman sonra, çukuruma atılmış, gözlerim yanaklarım üzerine sarkmış, burnumdan kan ve irin akmış olduğu halde beni görmüş olsaydın benden daha çok ürkecektin.

47. – Ebu Yusuf dedi ki: Şeyhlerimden bazısı Ömer b Zerr yoluyla şöyle dediler:

Ömer b. Abdülaziz’in bütün gayreti, haksızlıkları gidermek ve insanlara mal taksim etmekten ibaret idi.

48. – Ebu Yusuf dedi ki: Şam ehlinden bir üstadbana şöyle dedi:

Ömer b. Abdülaziz Halife tayin edilince, halkın işlerinden yüklendiği mesuliyet sebebiyle iki ay üzüntü ve keder içinde kaldı. Sonra millet ve memleket işlerine nazar etti. Hakları sahiplerine iade etti. O derece ki, kendini ihmal ediyordu. Ölünceye kadar bu minval üzerine devam etti. Vefat edince devrin âlimleri taziye etmek üzere hanımına geldiler, ölümüyle Müslümanların ne kadar büyük bir kayba uğradıklarını, kederlerinin sonsuz olduğunu belirttiler. Sonra hanımına “Bize onun hakkında bilgi ver, zira erkeği en fazla tanıyan zevcesidir” dediler. Hanımı şöyle anlattı: Vallahi o, sizden daha fazla namaz kılan, oruç tutan bir kimse değildi. Lâkin ben onun kadar Allah’tan korkan, Allah korkusuyla titreyen birisini görmedim. Merhum, cismini ve ruhunu insanlar uğrunda tüketti. Halkın ihtiyaçlarını gidermek için bütün gün vazifesi başında kalırdı. Akşam olur da bazı kimselerin işi bitmezse gece de devam ederdi.

Bir gece halkın ihtiyaçlarını bitirmiş olduğu halde geceledi. Kendi şahsî malından olan kandili istedi. Sonra iki rekât namaz kıldı. Sonra elini çenesine dayayarak oturdu. Gözyaşları yanaklarından akıyordu. Sabaha kadar bu şekilde ağladı. Şafak sökünce oruca niyet etti. Ona dedim ki, Ey Müminlerin Emiri! Sende bir şey var, ben seni bu geceki gibi hiç görmedim. Bana cevab verdi: Evet düşündüm ki, ben bu milletin siyahına beyazına Halife oldum. Garib, kanaatkâr, kendi haline terkedilmiş biçareleri, fakirleri, muhtaçları, zorla tutulan esirleri, memleketin dört bucağındaki nice kederlileri hatırladım. Anladım ki, Allah onların hepsinin hesabını benden soracak. Muhammed Mustafa da onların lehine, benim aleyhime şahadet edecek. Bu sebeple Allah yanında mazur görülmemekliğimden, Peygamberin aleyhimde şehadet etmesinden korktum. Böylece kendimin no’lacağını düşündüm.

Vallahi Ömer öyle bir insandı ki, ehliyle eğlendiği bir sırada Allah’ın emrini hatırlasa, suya düşen serçe gibi çırpınır, ıztırap çekerdi. Sonra ağlaması artar, ahu enini yükselirdi. Ona acıyarak üzerimizden yorganı atardım. Sonra hanımı ilâve etti: Bizimle Halifelik arasında doğu ile batı arasındaki kadar bir uzaklık olmasını ne kadar arzulardım.

49. – Ebu Yusuf dedi ki: Küfeli hocalarımdan bazısı bana şöyle anlattılar: Ömer b. Abdülaziz’i Medine’de gördük. O, insanların en güzel giyineni, en güzel kokular sürüneni, gururla yürüyeni idi. Sonra onu Halife olunca da gördük. Ruhbanlar gibi yürüyordu. Herkim sana, yürüyüş bir seciyyedir, derse Ömer b. Abdulaziz’den sonra, artık sen onu tasdik etme.

50. – Ebu Yusuf dedi ki: Bazı hocalarım, İsmail b. Ebî Hakîm’den şöyle naklettiler: Bir gün Ömer b. Abdülaziz öfkelendi. Kendisi öfkeli bir kimse idi. Oğlu Abdülmelik de orada idi. Öfkesi zail olunca, oğlu şöyle dedi:

Ey mü’minlerin emiri! Senin gibi Allah’ın nimetine nail kıldığı, kadrini ve mevkisini yücelttiği, kulların işine emir tayin ettiği bir kimseden bu gördüğümüz öfkenin suduruna şaştım. Ömer b. Abdülaziz, ne söyledin, dedi. Oğlu, sözlerini tekrarladı. Ona dedi ki, Ey Abdülmelik sen öfkelenmez misin? Oğlu şöyle cevap verdi: Eğer ben öfkemi içimde tutmazsam, o zaman benim içimin bana faydası nedir? Bir alâmeti dahi görünmeyecek şekilde öfkemi içimde saklarım.

---------------------------

1. Hac 22/47.

2. Mürselât 77/38.

3. Duhan 44/40.

4. Naziât 79/46; Ahkâf 46/35.

5. İbrahim 14/7.

6. Secde

7. Vakıa

8. Âl-i İmrân

9.Mâide 5/105.

10. Enbiyâ 21/90.

11. Karşılaştırınız, Bakara 2/219, A’raf 7/199.

medeniyetvakfı.org



Kastamonur.com
Devamını Oku »