Mülhidlerin Tevhidi İkiye Ayırmak Konusundaki Hatalı Görüşleri

 


MÜLHÎDLERlN KÂBE VE HACERÜ’L-ESVED’E YAPILAN TAZİMİ SENÎYYE TAİFESİNİN İNANCI OLARAK GÖSTERMELERİNİN YANLIŞLIĞI VE TEVHÎDÜ’R-RUBUBİYYET İLE TEVHİD-Î ULÛHİYYET ARASINDA MÜLÂZEMET OLMADIĞI YALNIZ RUBUBİYYET TEVHİDİNİN KURTULUŞA KÂFİ OLMADIĞINI SÖYLEYEN KİMSENİN CEHALETİ


Yukarıda geçen izahtan, Kâbe’nin etrafını dolaşmak, Hacerü’l-Esved'e el sürmek, onu öpmek ve üzerine baş koymak, onları tazim etmektir. Ne Kâbe’ye ne de Hacerü’l-Esved’e yapılan şer’î bir ibâdettir. Belki onları ziyaret edip tavaf eden kimsenin yaptığı, rububiyyetine inanıp kendisine bunu yapmayı emreden Aziz ve yüce Allah’a bir ibadettir. Şeriat’ta bir şeye yapılan bütün tazimler, ibadet etmek değildir ki, şirk olsun! Belki yapılması emir olunan veya yapılmasına teşvik edilen bazı tazimler, vacib veya mendubtur. Bazısı mekruh veya haram, diğer bazısı mubahtır. Beraberinde rububiyyete ait hususlardan bir hususiyet itikadı olmayan herhangi bir şeyin tazimi şirk değildir.

Bir şeyi tazim eden kimse, o şeyde rububiyyetin hususlarından birisinin mevcut olduğunu itikat etmedikçe Şeriat’ta o kimse mezkûr şeyin ibadetçisidir, diye iddia etmenin önemi yoktur. Şüphesiz âdemoğlu, sağlam düşünce sahibi olduğu müddetçe, ancak rububiyyet vasfı kendisinde sabit olan zat, ibadete (tapmılmaya) müstehak olduğu, rububiyyet vasfı kendisinde bulunmayanın ibadete müstehak olmadığı fikri, akıllarında yerleşmiştir. Demek ki, Allah'ın kurduğu şeriatlarda ve insanların akıllarında yerleşen fikirde, rububiyyetin sübutu ile ibadet istihkakı, birbirlerinden ayrılmayan iki vasıftır.

Müşriklerin (Allah’a ortak koşanların), Allah (sübhanehu) dan başka haklarında rububiyyet itikad ettikleri şeylerin ibadete müstahak olduklarına dair itikadları, rububiyyette ortaklık taslama temeli üzerine kurulmuştur. Bu itikadın temeli, düşünceden sıyrılıp yıkıldığı zaman, üzerine kurulduğu Allah’tan başkasına ibadete istihkak düşüncesi de yıkılır.

Müşrik kimse, Aziz ve yüce Allah'ın, rububiyyet vasfiyle münferid olduğunu teslim (kabul) etmiyor ki, yalnız Allahü Teâlâ’nın ibadete müstahak olduğunu kabul etsin. Kendisinde Aziz ve yüce Allah’tan başkasının rububiyyet vasfiyle muttasıf olduğu inancı bulunduğu müddetçe, o şeyin ibadete müstahak olduğuna da tâbi olacaktır (inanacaktır).

İşte akıllı kimseler nezdinde, (bu nedenle) rububiyyet tevhidi ile ülûhiyyet tevhidi, sübut ve itikad bakımından mütelâzım (birbirlerinden ayrılmayan) iki vasıf oldukları açık bir gerçektir, öyle ise Allah’tan başka bir Rab olmadığını ikrar eden kimse, O’ndan başkasının ibadete müstahak olmadığını itiraf etmiş ve anlamış demektir. îşte bu ikinci şık bütün Müslümanların kalbinde olan «LÂ ILÂHE İLLALLAH (Allah’tan başka ilah yoktur.)» kelime-i tevhidinin mânâsıdır. Rububiyyet ile uluhiyyet tâbirleri bir mânâda oldukları için Kur’ân-ı Kerim, birçok âyetlerde birisinden bahsetmeyip diğerinin zikriyle yetiniyor.

Rububiyyetin mevcut olmamalarından lâzım gelen muhal şeyleri de herhangi birisinin mevcut olmadığına da bağlıyor ki, mezkûr muhal şeylerin yokluğu ile herhangi birisinin sübutuna (mevcudiyetine) istidlal etsin. Allahü Teâlâ’nın «Yerde ve gökte Allah’tan başka bir ilâh (mabud) olsaydı, yer, gök düzeninden çıkardı.» (Enbiya sûresi, âyet: 22); «O’nunla birlikte hiçbir ilâh da yoktur? olsaydı, her ilâh, kendi yarattığı ile beraber gider, biri ötekine üstün gelirdi.» (Mü’minûn sûresi, âyet: 91) meâlen buyurduğu bu âyetleri düşün ki, bunlarda ilâh kelimesiyle tâbir edip Rab kelimesiyle tâbir buyurulmadı.

Keza, Allah sübhanehû, insan- oğlundan aldığı ilk ahdinden (sözünden) bahsederken, «Şunu da hatırlayınız ki, Rabbin, âdemoğullarının sulbünden nesillerini çıkararak kendi üzerlerine şahit tutmuş? onlara «Rabbiniz değil miyim?» diye sormuş? «Elbette, Rabbimizsin? şâhidiz» demişlerdir» (A’raf sûresi, ayet: 172) âyetinde ilâhmız diye buyurmadı. Resûlullah (s.a.v.)den meşhur olarak rivâyet ediliyor ki, «İki melek kabirde ölüden «Rabbin kimdir?» diye sorar. (Kendisinden yalnız rububiyyet tevhidinden sual açmakla yetiniyorlar.) Ölü, meleklerin bu sorularına karşı, «Allah Rabbimdir.» diye cevap verir ve bu cevabı kâfidir», diye hadîs-i şerifte geçer. İki melek; ona; «Sen ancak rububiyyet tevhidini ikrar ettin. Halbuki rububiyyet tevhidi yalnız iman için kâfi değildir» demezler.

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın halili (dostu) olan İbrahim (aleyhissalâtü vesselâm)’dan hikâyet ederek o zâlime (Nemrud’a); «O Rabbim ki, dirilten ve öldürendir.» (Bakara sûresi, âyet: 257) der. Zalim, «Ben de diriltir ve öldürürüm» diye onunla mücadele eder. Tâ ki. Halilullah o zalimin rububiyyet dâvâsı ile tapmılmaya müstahak olduğu iddiasını tekzib edici delillerle onu susturuncaya kadar... Allah, Firavun hakkındaki bir tâbirde «Firavun, sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum.» dedi (Kasas sûresi, âyet: 38).

Yine Kur’ân’da ondan hikâyetle diğer bir tabirde, «Ben sizin en büyük Rabbinizim» (Nâziat sûresi, âyet: 54) dediği belirtilir.

Hülâsa: Kur’ân-ı Azim ile meşhur hadîsler, rububiyyet tevhidi ile uluhiyyet tevhidi arasında mulâzemet olup, mânâ itibariyle birbirlerinden ayrılmaz iki tâbir olduğuna işaret buyurmuşlardır. Aralarındaki bu mülâzemet dolayısıyle Allah sübhanehû, kendi kulundan iki tâbirden birisini kabul etmekle yetinmiştir. Mukarrebûn (Allah’a yakın olan sual melekleri) de bu şekilde ölünün vereceği cevabı kabul edip onunla iktifa etmişlerdir. Aralarındaki bu münasebeti, insanlar, hattâ kâfir olan firavunlar bile anl amışlardır. Öyle ise, bid’atçı taifelerin iftira ettikleri bu şey nedir? Onlar, Müslümanlar rububiyyet tevhidine inanmış, lâkin ibadet tevhidine (tek bir mâbuda ibadet edilmesine) hüküm etmediler.

Bu ise, onların küfürden çıkmalarına, kanlarının dökülmekten emin olunmasına kafı değildir,diye Müslümanlara dil uzatıyorlar. Hattâ onlarla sulh halinde olup (Lâ ilâhe ilalllah) diyen Müslüman bir kimsenin öldürülmeşini mübah sayıyorlar. O kimse hakkında uluhiyyet tevhidini itiraf etmeyip sadece rububiyyet tevhidini itiraf etmiştir, bu ise yeterli değildir, diyorlar. Onlar Müslümanın sarahaten İslâmiyetine delâlet eden kelime-i tevhidi kendisinden kabul etmez. Nitekim Allah, kulundan aldığı birinci ahidde (sözde) onunla yetindiği, melekleri de kabirde kuldan itikadı hakkında sordukları sualin cevabmı yeterli sayıp razı oldukları hâlde onlar, rububiyyet tevhidi sözünün yeterli olduğunu kabul etmiyorlar.

Allah’ın, birinci ahidde kulundan yalnız rububiyyet tevhidini itiraf etmesiyle yetinmesinin ve meleklerin de kabirde kula açtıkları sualin cevabında yalnız rububiyyet tevhidinin itirafını yeterli bulmalarının sebebi; ikisinin de mânâları bir olduğundan birisinin sarahaten zikredilmesi, diğerini de açıkça belirtir. «Lâ ilahe illallah» kelime-i tevhidini telaffuz eden kimse, Allah’ın rububiyyet ve ulu- hiyyetinin ikisini birden itiraf etmiştir. Keza, «Allah Rabbimdir» diyen kimse de, her iki tevhidi itiraf etmiş olur.

Şimdi ey muhakkik! Allahü Teâlâ’nın buyurduğu şu kavline göz gezdir: Şüphesiz, «Rabbimiz Allah’tır.» deyip sonra da dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara korkmayın, kaygılanmayın, «size söz verilen Cennet ile müjdelenin!» derler. (Fussilet sûresi, âyet: 30)». Bu, Allah’ın Kitabı’nda iki yerde mevcuttur (Ayrıca, Ahkâf sûresi, âyet: 13). Bu iki yerde de «Rabbimiz» denilmiş, «İlâhımız» denilmemiştir. Ayrıca Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemden bütün hayır işlerini içine alan bir vasiyetten soran kimseye cevap olarak buyurduğu, «Rabbim Allah’tır de. Sonra doğdoğru ol.»( hadisine de bak ki, Allah ve Resulünün şehadetiyle uluhiyyet tevhidi, rububiyyet tevhidinden ayrı olmadığı ve Allah’ın azabından kurtulmasına, cennetine girebilmesine rububiyyet tevhidi kâfi olduğu için, adama, «İlâhî (Allah’ım) de!» dememiştir..

Yine Allah'ın buyurduğu, «Allah’ınız bir Allah’tır, O’ndan başka ilâh yoktur.» (Bakara sûresi, âyet: 163) ve Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin, «Allah’dan başka ilâh yok, deyinceye kadar insanlarla savaşmam bana emrolundu.» (Müslim, Kitabü’l-İman’da Ebû Hüreyre’den) buyurduğu kavline de bak! Üsâme b. Zeyd, (Lâ ilâhe illallah) dediği hâlde bunu korkusundan söylediği, olayın tafsilinden anlaşılan bir kimseyi, bu zannına dair kuvvetli karineler olduğu için kılıçla öldürdüğünde, Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisine:

—   «Ey Üsame! (Lâ ilâhe illallah) dedikten sonra onu öldürdün mü?»

Üsame:

—   «Bunu korkudan söyledi.» deyince,

—   «Kalbini mi yardın ki, onun korkudan söyleyip söylemediğini biliyorsun?»(2) buyurduğu kavlini de düşün ki, Üsâme, «adam, bunu söylerken (ulûhiyyet tevhidini kasdetmeyip) rubûbiyyet tevhidini kasdetmiş-, bu ise, îslâmiyete dahil olup bununla kanını kurtarmasına yeterli değildir» diye Peygamber (s.a.v.)’den özür dilemedi. îşte, bütün zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz delillerde bu konu için çok bariz beyanlar vardır. Zira her iki tevhidden birisinin kabul edilmesi, diğerinin de kabulü demektir.

Mülâhîde tâifesinden olan bu bid’atçi kimse (îbn Teymiyye) ile bâtıl inançlarına aldananların doğru yoldan sapmaları, ancak ibadetin şer’î mânâsını anla- madıklarındandır. Nitekim Allahü Teâlâ’nın ve Resûlü sallallahü aleyhi ve sellemin kelâmında belirtilmiş olan kelime-i tevhidin mânâsının araştırılması sonucu ortaya çıkan durum da buna delâlet ediyor: Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme ve bütün salih zâtlara tevessül edilmesini, onlardan istiğase edilmesinin câiz olduğu itikadiyle birlikte, kendileri hidâyetin sebepleri olup bir faydanın sağlanmasında ve bir zarar vermekte başlıbaşına hareket etmedikleri, rububiyyet vasfından onlarda hiçbir vasfın bulunmadığı, lâkin Allah'ın onları hayrın anahtarı, iyiliğin kaynağı, kullarına çeşitli hayırları yağdıran bir bulut yapmış olması itikadının insanı İslâm Dini’nden çıkaran bir şirk olduğunu zannetmiştir.

Allah’ın kendisine başarı nasip edip kendisinden rezalet vasfını kaldırdığı araştırıcı, insaflı, basiret gözü ile dikkatlice bu hususu inceleyen kimse, tevessül, istiğase ve îbn Teymiyye’nin saydığı diğer şeylerin hiçbirisinin, şer’î ibadet denen şeyin mânâsı kapsamına girmediğini, hiç şüphe olmayan yakinî bir ilimle anlayacaktır. Hattâ bunlar ibadete benzemezler bile. Çünkü tazime delâlet eden her şey, yapılan o tazim ile birlikte tazim edilen de, rububiyyet veya ru bubiyyet vasıflarından birisinin bulunduğuna itikad edilmesiyle bu tazim ibadet saydır. Asker olan bir eri görmez misin ki, bir saat, hattâ saatlerce âmirinin karşısında terbiye ve hürmet için dikiliyor da bu durumu ne Şeriat, ne lügat bakımından âmirine yapılmış bir ibâdet sayılmıyor.

Halbuki namaz kılan kimse, birkaç dakika veya daha az bir zaman, yâni Fatiha’yı okuyacak kadar namazda, Rab- binin huzurunda ayakta duruyor ve bu ayakta durması şer’i bir ibadet sayılıyor. Bunun hikmeti; namaz kılan kimsenin ayakta durma süresi az ise de, huzurunda durduğu Zât’ın rububiyyet vasfına sahip olduğuna itikad ettiği için ibadet olur. Er ise, âmirine karşı ayakta durması onda rububiyyet vasfı olması itikadiyle değildir.

Burada Şeyh Selâmetü’l-Azama’nın dedikleri sona erdi.

Kaynak:Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-I Sünnet’in Müdafaası),syf:126-131,Bedir yay.

Dipnotlar:

1)   Süfyan’ın, Abdullah (r.a.) «Bir gün, yâ Resûlallah! Bana sımsıkı sarılacağım bir amelden haber ver!» dedim. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, «Rabbim Allah’tır de, sonra da dosdoğru ol» dedi.

2)   Üsâme b. Zeyd (r.a.)’den rivayet edildi. «Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, «Bizi Cüheyne kabilesinin Huraka diyarına gönderdi. Bunları sabahleyin bastırdık. Ensar’dan biri ile onlardan bir adama ulaştık, üzerime gelince, Lâilahe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur) dedi. Bunun üzerine ensarî olan arkadaşım onu bıraktı, ben mızrağımı sapladım. Nihayet öldürdüm. Medine’ye geldiğimde Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem vak’adan haberdar oldu ve bana: «Yâ Üsâme! Lâ ilâhe illallah dedikten sonra o adamı öldürdün mü?» buyurdu.

— Yâ Resûlallah! Mücerret hayatını kurtarmak için şahadet getirdi, dedim. Bunun üzerine, «Lâ ilâhe... dedikten sonra öldürdün ha!..» buyurdu ve bu sözü (birkaç kere) tekrarladı. (Ben günahtan sâlim olmak için) bu va’kadan evvel Müslüman olmasaydım diye temennide bile bulundum.»

Müslim’in bir rivayetine göre: «Lâ ilâhe... dediği halde onu öldürdün mü?» dedi.

Yâ Resûlallah! Kelime-i tevhidi silah korkusundan söylemiştir, dedim. Bunun üzerine «Kalbini mi yardın? (Korkudan) söyleyip söylemediğini ne biliyorsun?» buyurdu ve bu sözü o kadar tekrarladı ki, o gün Müslüman olmamayı temenni ettim (Riyazus- Sâlihin). (Daha sonra Müslüman olaydım da önceki günahlarımdan arınmış olsaydım... mânâsına).
Devamını Oku »

Alimlerinin Allah'ın Hadise Benzememesinde İttifakları



İSLÂM ÂLİMLERİNİN ALLAHÜ TEÂLÂ’NIN HÂDİS’E (SONRADAN OLAN ŞEYLERE) BENZEMEMESİNDE İTTİFAKLARI

Ehl-i sünnet taifesinden Şafiî, Hanefi, Mâliki ve faziletli Hanbelî taifeleriyle diğer âlimler, Allah tebareke ve teâlânın, cihetten, cismiyetten sınırlanmaktan, mekândan ve mahlûkatına benzemekten münezzeh olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

EBU’L-MEÂLİ ÎMAMÜ’L-HARAMEYN «LÜMAÜ’L-EDİLLE» ADLI KİTABINDAKİ, «ALLAHÜ TEÂLÂ’NIN HÂDİSLERE (SONRADAN YARATILANLARA) BENZEMEKTEN MÜNEZZEH OLDUĞUNA DAİR KELÂMI İLE MEZKÛR KİTABIN ŞÂRİHİ (ONU ŞERH EDEN) ŞEREFUDDİN B. ET-TELEMSÂNÎ’NİN SÖZLERİ


Ebu’l-Meâlî İmamül-Harameyn, (Lumaü’l-Edille fi Kavaîd-i Eh- li’s-Sünne) adlı eserinde diyor ki: Rab (Allah subhanehû ve teâlâ), cihetlerle tahsis edilmekten, cihetlerle sınırlı olan vasıflandırmalardan münezzehtir. Fikirler onu sınırlandıramaz, mekânlar onu içine alamaz, ölçülere girmez, sınır ve ölçülerin tahdidinden yücedir. Çünkü kendisine mahsus ciheti olan her şey, o ciheti işgal edicidir. Mekânı kabul eden her şey, cevherle mülâkatı ve ayrılmayı kabul eder. Halbuki birleşme ve ayrılmayı kabul eden her şey, cevherler gibi hâ- distir.

Şeyh Şerefuddin b. et-Telemsânî mezkûr «Lümâü’l-Edille» adlı kitabın şerhinde bu konuya ait uzun beyanda bulunup der ki: Allahü Teâlâ’ya cihet isbat etmek için, Kur’ân’da, hadîs kitaplarında geçen müteşabihlerle delil getirenin reddine icmalen cevap şudur: Şeriat, ancak akla dayanarak sabit olur, akıl onun ölçüsüdür. Öyle ise aklı tekzib edecek şey, Şeriat’ta varid olması tasavvur olunamaz. Çünkü akıl, Şeriatın şahididir. Eğer, Şeriat aklın düşündüğüne muhalif bir şey getirseydi, Şeriat ile aklın ahkâmları her ikisi de birden bâtıl olacaktı (çünkü ikisi de birbirlerini tekzib ederlerdi).

Sadeddin et-Teftazanî «Şerhü’l-Makasıd» adlı kitabında şöyle der: Allahü Teâlâ’ya hakikî cismiyet, mekân olduğuna hükmeden kimseler, yalan ve kuşkulu kıyaslardan lâzım gelen neticeler, müteşabih olan Kur’ân âyetleri ve hadîslerin zahirî mânâları üzere mezheplerini kurmuşlardır. Vehmî kıyasdan olan delillerinden, meselâ, demişler ki: Mevcut olan her şey, ya cisimdir veya bir cismin içinde bulunur. Allahü Teâlâ ise, başkasına ihtiyacı muhal olduğundan dolayı,bir cismin içinde bulunması da muhaldir, öyle ise, Allahü Teâlâ cisim olduğu muhakkaktır. Yine dedikleri gibi: «Her varlık ya mütehayyizdir (bir mekândır) veya kendisi bir yerin içindedir».

Yukarıda beyan olunduğu üzere, bir şeye muhtaç olması muhal olduğu için bir mütehayyizin içinde bulunması da muhaldir. Öyle ise,kendisi mütehayyizdir. Yine dedikleri gibi: «Allahü Teâlâ'ya cihet, yön olduğuna dair delil: Vacib Teâlâ, ya bu âlemle muttasıldır (bitişiktir) veya munfasıldır (ayrıdır). Muttasıl olsun, munfasıl olsun, illâ bu âlemin bir cihetindedir.» Yine kendisine cihetin isbatı için demişler ki: «Vacib Teâlâ (Allah), ya bu âleme dahildir. Ki, o zaman mütehayyizdir veya bu âlemin dışındadır. Ki, o zaman bu âlemin bir cihetinde bulunur. Öyle ise bu âlemin bir cihetinde bulunuyor ve bu karşıt önermeler sahih olup zarurî (bedihî) olan önermeler kısmına münhasırdırlar» diye iddia ederler.

Bu kıyasla ilgili delillerin ibtali için cevabımız şudur ki: Getirdikleri bu deliller menedilir. Nasıl sahih olsunlar ki, delillerindeki önermeler, mantık ilmindeki munfasıl önermelerine muhalif olup mânâ itibariyle önermeler, karşıtları veya karşıtına eşit olan ikinci önermelerden müteşekkil değillerdir. Bununla beraber, akıllı kimseler, Allah cisim ve cihet olmadığına dair ittifak ederek şöyle bir kıyası delil getirmişlerdir. Mevcut olan her şey, ya cisimdir veya bir cisme dayanır veya ne cisim, ne de bir cisme dayanır. Mücessime tâifesi ile Allah’a cihet iddia eden tâifelerin yukarıda beyanları geçen önermelerinin taksimatı ve önermelerin iki kısma münhasır olan iddiaları da vehimden (kuşkudan) meydana gelen yalan hükümlerdendir. Delillerinde geçen önermelerinin bedihî oldukları dâvâları da, ya inat ve mükebberelerine binaen ve yahut birçok kuşkulu önermeler zaruriyat (bedihiyat) önermelere benzeyişlerinden ileri gelmiştir.

İkincisi, yâni Allah’a cisim, tehayyüz (bir yerde yerleşme), cihet olduğuma zahiren delâlet eden müteşabih âyet ve hadîslerden oluşan delilleri ise, âyetlerden: «Onlar (İslâm’a girmeyenler), illâ Allah’ın, buluttan gölgeler içinde meleklerle birlikte kendilerine gelivermesine ve işlerinin bitirilivermesine mi bakıyorlar? Halbuki, (bütün) işler Allah’a döndürülür.» (Bakara sûresi, âyet: 210); «Rahman (Allah) Arş’ı istivâ etti.» (Tâhâ sûresi, âyet: 5); «Ancak yüce ve cömert olan Rabbinin varlığı bakîdir.» (Rahman sûresi, âyet: 27); «Kim ululuk hevesine düşerse, (bilsin ki) bütün ululuk Allah'ındır. Güzel kelimeler ancak O’na yükselir.» (Fatır sûresi, âyet: 10)(1), «Gerçek sana (ey Resûlüm) biat edenler, ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli, onların elleri üstündedir» (Fetih sûresi, âyet: 10), «And olsun ki biz sana diğer bir zamanda (ey Mûsâ) annene vahy- olunacak şeyi ilham ettiğimiz vakitte de lütfetmiş ve kendisine onu tabuta koy da denize (Nil nehrine) at! Deniz de onu sahile atıversin.

Benim ve onun düşmanı olan biri alacak diye (emreylemiştik). Sana karşı (ey Mûsâ) gözümün önünde yetiştirilmen için kendimden bir sevgi bırakmıştım.» (Tâhâ sûresi, âyet: 37, 38, 39), «Ey İblis! İki elimle (yani bizzat) yarattığıma secde etmekten seni hangi şey menetti?» (Saad sûresi, âyet: 75); «Müşrikler, Allah’ı hak (ve lâyık) olduğu şekilde takdir etmediler. Halbuki kıyamet günü (Kürre-i) arz topdan (ancak) O’nun kabzasıdır. Gökler de O’nun sağ eliyle (toplanıp) dürülmüşlerdir» (Zümer sûresi, âyet: 67); «O gün (azap günü) her nefis, «Allah yanında işlediğim taksiratlardan dolayı vay hasret (ve nedamet) ime. Hakikat ben, (O’nun diniyle, kitabıyla) eğlenenlerdendim.» diyecektir (Zümer sûresi, âyet: 56). Bu âyetlere benzer başka âyetler de vardır.

Müteşabih hadîsler ise, Peygamber aleyhissalâtü vesselâm’ın bir cariyeden, «Allah nerededir?» diye sorduğu suale, cariye(2) «Göktedir» diye cevap verdi. Resûlullah onun bu dediğini inkâr etmeyip İslâmiyetine hüküm vermiştir. «Gerçekten Allahü Teâlâ, her gecenin üçte biri geçerken dünya semasına iner...»(Müslim), «Allah, Adem’i şekline göre yarattı.», «Cebbar (Kahredici Allah) ayağını cehenneme koyar...»(Buhari,Müslim), «Allah, evliyasına gülüyor», «Sadaka Rahman’ın (Allah'ın) ayasına düşer...» ve daha başka hadîsler de vardır.

Cevap: Bu naklî müteşabih(3) âyet ve hadîsler ile duyuları zannî deliller, akli ve kesin delillere karşı oldukları için zahiren onlardan anlaşılan mânâlara göre olmadıklarına kati olarak hükmedilir. Hatâdan en selâmetli yol ve Kur’ân-ı Kerim’in, «Halbuki müteşabih âyetin te’vilini, ancak Allah bilir...(Âl-i İmran sûresi, âyet: 7) meâlindeki istisnâ mânâsını ifade eden, (illallah) ancak Allah kelimesinin üzerine yapılan vakfa münasip olmak üzere, müteşabihleri tefsir etmeyip Allah’a havale etmektir. Veyahut tefsir kitaplarıyla, hadîs şerhlerinde beyan olunduğu üzere bu hususta en kuvvetli yol ve mezkûr âyette, «Ancak Allah ve ilimde çok kuvvetli olanlar, (müteşabihin mânâsını) bilir.» diye geçen atfa dayanarak aklî delillere münasip ve olgun bir şekilde te’vil edilirler.

Eğer denilse ki, gerçek din olarak Allahü Teâlâ’ya mekân ve cihet olmadığı için, niçin semavî kitaplar ile hadis-i nebevilerin çoğunda sayılamayacak kadar tahayyüz ve cihete işaret edilmiş; hiçbirisinde açıkça bunların olmadıklarına değinilmemiştir? Nitekim,Allah’ın varlığına, birliğine, ilmine, kudretine, kıyâmetin hakikati na ve cisimlerin haşrolacaklarından birçok yerde tekrar tekrar bahsedip gayet te’kit etmişlerdir. Halbuki Allah’a cihet ve mekân olmadığına dair tahkik ve te’kit ile bahsetmeleri daha lâyıktır. Çünkü, muhtelif din ve görüşler olduğu hâlde, akıllı kimselerin yaradılışında olduğu gibi duâ edilirken semaya (göğe) doğru teveccüh edilir (yönelir) ve eller göğe doğru yükselir.

Bu itiraza şöyle cevap verilmiş.- Avam tabakasının akılları, Allah’ı cihetten tenzih etmeye ermediği, hattâ bir cihette olmayan herhangi bir şeyin olmadığına cezm ettikleri için, zahiren teşbihe ve Sâni’in (Allah’ın) en şerefli cihette bulunmasına delâlet eden sözlerle onlara hitab edilmesi daha münasip, ıslahlarına daha yakın, onları doğru yola çağırmaya daha lâyıktır. Bununla birlikte, Allah'ın, hâdis olan şeylerin alâmetinden kesin olarak münezzeh olduğuna dair, (Kur’ân’da ve hadîs-i şeriflerde) dikkatli uyan ve işaretler vardır. Akıllı kimselerin duâ esnasında yüzlerini göğe karşı kaldırmaları, Allah’ın gökte olduğunu itikad ettikleri için olmayıp belki gök, duânın kıblesi olduğu içindir. Çünkü hayırların, bereketlerin, nurların ve yağmurların yukarıdan inmeleri beklenilmektedir.

Burada Îmamu’l-Harameyn’in dedikleri sona erdi.



Bazı âlimler, bu itiraza cevaben demişler ki: Yukarıya doğru el ve baş kaldırmakta, Allahü Teâlâ’nın bir cihette olduğuna dair hiçbir delil yoktur. Bu sabit bir hakikattir. Çünkü, Müslümanlar namazda Kâbe’ye yönelmekle emrolunmuşlar; halbuki Allah, Kâbe cihetinde değildir, namaz esnasında, secde edecekleri yere bakmakla emrolunmuşlar; halbuki Allah yerde de değildir. Keza... Secdeye kapanmalarında almlarını, yüzlerini yere koymak emrolunmuş; halbuki o yer altında değildir. Belki bu hareketler, mücerred bir şekilde Allah’a ibâdet etmek ve O’ndan korkmak içindir. İşte duâda ellerin yukarıya kaldırılması ve göğe doğru yönelmesinin sebebi de budur.

HUCCETÜ’L-İSLÂM İMAM I GAZÂLÎNİN ALLAHÜ TEÂLÂ İÇİN CİHET OLMADIĞI HAKKINDAKİ GÜZEL BİR TAHKİKİ

Huccetü’l-îslâm Gazâlî, «El-İktisad fi’l-İtikad» adlı kitabında, der ki: Allahü Teâlâ, bilinen altı cihetin hepsinden münezzeh olup kendisine mahsus bir ciheti yoktur. Cihetin ve mahsusiyetin mânâsını anlamış olan kimse, cevahir ve arazlardan olmayan bir şeyde cihet bulunmasının muhal olduğunu kesinlikle bilir. Zira, makul (akılca bilinen) hayyiz (mekân) malûmdur. O cevherlere mahsustur. Lâkin hayyiz, o hayyizden başka bir hayyizde yerleşmiş olan diğer bir şeye nisbetle cihet olabilir.

Eğer denilse ki, cihetin olmaması, muhaliyete sirayet edicidir. Yani bir şey mevcut olup da bu kainattaki altı cihetten hiçbirisinin kendisinde mevcut olmaması, ne bu kainatın içinde, ne dışmda olduğunun, ne onunla bitişik, ne de ayn bir şey olduğunun isbatıdır ve bundan muhaliyet lâzım gelmektedir.

Bunun cevabında deriz ki: Bu kâinat ile birleşmeyi kabul eden her mevcudun varlığı, bu kâinatla muttasıl (bitişik) olmaması ile munfasıl olması (ayn olması) muhaldir. Ve bu kâinatta hususî bir ciheti kabul edecek herhangi bir mevcudun var olması ve bu altı cihetten birisinin kendisinde bulunmaması muhaldir. Ama bu kâinatla ittisali veya infisali ve herhangi bir ciheti kabul etmeyen bir mevcud (Allah), iki mutenakız (aralarında çelişki olup birleşmeyen) şeyden de ayn bulunması muhal değildir. Bu itiraz, bir varlığın ne âciz, ne güçlü, ne âlim ne de cahil olması muhaldir denmesine benzer. Çünkü her hangi bir şey, iki zıd olan vasıflardan birinin ittisafından ayrılamaz.

Bu itirazın cevabında denilir ki: Şayet, o mevcut olan şey, birbirine zıt olan iki vasfı münasebe suretiyle kabul ederse, o vasıflardan hiçbirisi kendisinde bulunmaması muhaldir. Ama misal olarak diyelim ki, duvarın içinde zıt olan iki vasfı kabul şartı mevcut olmadığından, birbirine zıt olan mezkûr iki vasıftan hiçbirisi kendisinde mevcut olmayışı mümkün olup muhal değildir. Hattâ duvarda iki zıt vasıf mevcuttur. Demek ki, bir varlığın bir vasıfla ittisali (birleşmesi) ile cihetlerle ihtisası olabilmek için, mekân ve bir mekân ile kaim olması şarttır. Kendisinde bu şart mevcut değilse, her iki çelişik vasıftan hiçbirisi de kendisinde mevcut olmaması muhal değildir.

Kaynak:Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-I Sünnet’in Müdafaası),syf:113-118,Bedir yay.

Dipnotlar:

1)-  «Güzel kelimeler»e ait sahifeler, dergâh-ı kabul ve icabete vasıl olur (Beyzavi, Medarik). Güzel kelimeler, tevhid ve şehadet kelimeleridir. Zikre, duâya, Kur’ân’ın tilâvetine de şâmildir. Beyzavi.

2) Hadîs-i şerifte şöyle rivâyet ediliyor: «Adamın birisi, siyah bir cariye ile beraber Peygamber (s.a.v.)’e gelerek:

—   Yaptığım bir dinî hatâdan dolayı mü’mine bir cariyeyi azat etmek üzerime vacib olmuştur. Acaba bu cariye kâfi midir?» deyince, Peygamber (s.a.v.) cariyeye hitaben:

—   «Sen mü’mine misin? (Allah’a iman etmiş misin)».

Cariye:

—   «Evet» dedi. Peygamber (s.a.v.):

—   «Allah nerededir?» buyurdu. Cariye göğe işaret etti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) adama:

—   «Onu azat et. Çünkü iman etmiştir.» buyurdu (Ebû Mutî, Ebû Hanife’den rivayet etti. «EI-Fıkhü’l-Ebsat» kitabı Beyhaki’nin rivayeti).

«Şerhü’l-Mevakıf» kitabında Peygamber (s.a.v.)’in cariyeden bu şekildeki sorusundan maksadı, cariyenin Allah’ın varlığına inanıp inanmadığını anlamaktı, öyle ise, bu olay Allahü Teâlâ için mekân olduğuna delâlet etmez.

3) MÜTEŞABİH, muhkemin zıddıdır (karşıtıdır). «Müteşabih», usul-i fıkha göre, ümmet için maksudun ne olduğunu bilme ümidi kesilmiş olan lafız demektir. Müteşabih iki kısmıdır:

1)   Hiçbir şey anlaşılmayan lafızlardır. Kur’ân sûrelerinden bâzılarının başında bulunan «Tâhâ, Eliflâm ve emsali huruf-i mukataa vb. gibi.

2)   Mânâsı akla aykırı olduğu için irâdesi mustahil olan (mümkün olmayan) lafızlardır. Tâhâ sûresinin 5’inci âyetindeki «istivâ» ile Fetih sûresinin 10’uncu âyetindeki «yedullah» gibi. Bunlara «müteşabihü’l-mefhum» denilir. «Cenâb-ı Hak, üzerinde müstevi oldu» deyince, O’na cisim isbatı lâzım gelir. Halbuki, Allah, zamandan, mekândan ve keyfiyetlerden münezzehtir. Bunun gibi anlamda «yed-el» tasavvuru da bir tec-sim olur ki. o da şan-I İlâhide muhaldir. Müteşabihin hükmü, o lafızların hak olduğuna itikat etmek ve selefin    re’yine göre, te'villerinden kaçmaktır.

Müteşabihlerin te’vili hususunda iki meslek vardır:

a — Selef mesleki,

b — Halef mesleki.

Selefe göre, müteşabihi, te’vilden kaçınmak gerekir. Onlar müteşabihin ilmini, keyfiyetini Cenabı Hakk’a terketmişlerdir. Halefin re’yine göre, müteşabihi akla, Şeriat’ın zahirine, yani sahih mahmiline göre, te’vil câizdir. «İstiva» demek «istilâ» (kudreti hâkim oldu) demektir. «Yed» de «kudret» mânâsınadır.

Gayr-i İslâmi müte.şafcihlere ve onların bâtıl te’villerine gelince; bizden, bizim usûlümüzden tamamen ayrı olan -çünkü biz daima Hakk'ı tenzih ederiz-bu noktada şu- iki misali arzedebiliriz:

a) «Tevrat» ve «İncil’in nüzulünden evvel mürebbi ve muallimlere «Aba-ebler babalar», terbiye ettikleri insanlara da «ebna-ibinler-oğullar» denilirdi. İsrâil oğulları arasında yaşayan bu tâb rler. o kitaplarda teyid edilmişti. Onları önce aralarında kullanılan o belirli örflere hamletmek gerekirken, sonraları Hıristiyanlar. Cenab-ı Hakk’a bildiğimiz lügat mânâsınca «baba»İsâ aleyhisselâm’a «O babanın oğlu» hattâ, o peygamberin vekili olduğunu iddia eden «kıssis»lere de «papa» demeye başlamışlar. Yahudiler de (üzsyr) aleyhisselâm'ın Allah’ın eğlu olduğunu söylemişlerdir.

b) Bazılar' da «ve’r-râsihûn» kelimesini «illalllah»daki lafza-i Celâl’e atf ile «Onun te’vilini Allah’dan ve bir de ilimce rasih (ilimde kök salmış) olanlardan başkası bilemez’ diye mânâ vermişlerdir. Halbuki, Lafza-i Celâî’de «vakfı lâzım» işareti olmak üzere bir mim vardır.

3)Biz ona inandık hepsi Rabbimiz kalındadır» mealindeki karine-i celile, öyle bir mânâ vermeye manidir

4)Allah'ın İlmiyle râshlerin ilmini cem etmek, İksini de aynı seviyede göstermek, hem hakikate hem edebe münefidir

5)O telakki ve mânâ kendisini râsihlerden sanan ve kalplerinde eğrilik bulunan bir takım adamların akıl ve dinden hariç fitne koparıcı’ ve cahilane tevillerine yol açmış, bu yüzden de Îsİâm’-ın birliği çok mühim zararlar görmüşür.
Devamını Oku »

Aşk ve Zillet: Şeyh-i Sana’nın Hikâyesi



Feridüddin-i Attar, Mantık Al-Tayr adlı mesnevisinde, padişahlarını aramak üzere bir araya gelen kuşların serüvenini hikâye eder. Kuşlar böyle bir heves içindeyken Hüthüt gelir ve onlara zaten bir padişahları olduğunu, fakat o padişahın “binlerce nur ve zulmet perdeleri ardında bulunduğunu ve adının Simurg olduğunu” bildirir ve: “Gelin onu arayıp bulalım” teklifinde bulunur. Uzun müzakerelerden sonra
kuşlar yola çıkmaya karar verir. Yollar meşakkatlidir. Simurg’a ulaşabilmek için istek, aşk, marifet,istiğna, tevhit, hayret ve fakr u fena adlarını taşıyan yedi vadiyi geçmeleri gerekmektedir. Bunları aştılar mı Simurg’a ulaşacaklardır. Yüzlerce kuştan ancak otuz tanesi menzile ulaşır. Yola çıkan kuşlardan kimisi bazı hicaplara takılır, kimisi yem aramak için bir yere dalar, kimi açlıktan, susuzluktan kırılır. Böylesine
çetin ve meşakkatli bir yolculuktur.

Yolculuğun aşk vadisinde, kuşlara bir yılgınlık düşer. Hüthüt’e:
“Bizim bu uçuşumuzla bu yol biter mi?” diye sorarlar. Hüthüt onlara şu cevabı verir:
“Âşık olan canını kayırmaz, canını terk et, canını attın mı yol biter. Yolun bağı candır, canını ver,sevgilinin yüzünü gör. Sana imandan çık derlerse, candan vaz geç diye hitap gelirse, imandan da, candan da vaz geç. Böyle şey caiz değil, diye itiraz edene de ki, aşk küfürden de yücedir, imandan da, aşkın küfürle, imanla ne işi var? Âşık bütün harmanı ateşe verir, başına testereyi korlarsa, sabreder, tenini biçtirir! Aşka dert ve gönül kanı gerek, derdin yoksa bizden ödünç al! Aşka perdeleri yakan bir dert
gerek! Aşkın bir zerresi bütün âlemden iyidir; derdin bir zerresi de bütün âşıklardan iyidir.

Aşk, daima kâinatın içidir, ama dertsiz aşk, tam aşk değildir. Meleklerde aşk vardır, dert yok. Dert, adamdan başka
mahlûkta bulunmaz. Aşkın kâfirliğe yakınlığı var, kâfirlikse yoksulluğun iç yüzü! Yola ayak basan, bu yolda ayak direyen, küfürden de geçer, İslâm’dan da!

Aşk sana yoksulluğa kapı açar, yoksulluk da kâfirlik yolunu gösterir. Senin küfrünle imanın kalmadı mı şu tenin de yok olur, canın da! İşte ondan sonra bu işin eri olursun. Bu çeşit sırlara sahip olmak için er gerek! Erler gibi ayağını bas, korkma! Nice bir korkacaksın? Bırak çokluğu! Erlerin aslanı gibi yola gir, işe koyul! Bu yolda yüzlerce tehlike baş
gösterse, değil mi ki, bu yolda baş gösteriyor, korku yok!”

Hüthüt’ün hitabı burada biter. Onun hitabındaki çeşitli mecazların anlaşılabilmesi için, burada, araya Şeyh-i Sana’nın hikâyesi girer. Baştan sona mecazlarla, istiarelerle yüklü olan bu hikâye, aşk yolunda düşülen zilletin harika bir anlatımıdır. Şimdi o hikâyeyi aktaracağız.

Şeyh-i Sana Kimdir

Şeyh-i Sana zamanın piriydi. Yüceliğinin dengi yoktu. Haremde kemal sahibi dörtyüz dervişiyle tam elli yıl şeyhlik etmişti.

Dervişleri de aynen kendisi gibiydi: Gece gündüz riyazette bulunurlar, bir an bile dinlenmezler, istirahat etmezlerdi.
Hem ameli vardı, hem ilmi. Meydandaki şeyhleri de bilirdi, gizlileri de keşfederdi, sırlara da mahremdi. Elliye yakın haccı vardı. Bütün ömrünce umre eder dururdu. Namazının orucunun haddi hesabı yoktu. Hiçbir sünneti terk etmezdi.

Huzuruna gelen yol kılavuzu erler, kendilerinden geçerler de öyle gelirlerdi. O mana eri, kılı kırk yarardı. Kerametlerde de kuvvetliydi, rütbe ve makamlarda da. Kim hastalanır, gevşekliğe düşerse nefesiyle iyileşir, kuvvetlenirdi. Hülasa neşe çağında da, gam zamanında da halka rehberdi. Âlemde bayrak gibi yücelmiş, şöhret bulmuştu.

Şeyhin Rüyası

Şeyh, kendisini, kendisiyle sohbet edenlerin ulusu görmekle birlikte, bir kaç gece biteviye bir rüya görüyordu. Rüyasında, Haremden göçmüş, Rum ülkesinde yurt tutmuş, durmadan bir puta secde ediyor.

O âlemin uyanık eri, bu rüyayı görünce eyvahlar olsun, dedi, şimdi tevfik Yusuf’u kuyuya düştü, yolumuz açılması güç bir bele çattı! Bilmem bu dertten canımı kurtarabilecek miyim? İmanımı kurtarsam canımı terk ederim. Dünyada bir tek adam yoktur ki, yolda böyle sarp bir geçide rastlamasın! Yoldaki bu sarp
geçidi aşarsa, yolu aydınlanacak,gideceği yeri görebilecekti. Fakat o geçidin ardında kalırsa belâlara uğrayacak, yolu uzayıp duracaktı.

Nihayet o bilgi sahibi üstat, dervişlerine dedi ki: “Bir işim düştü, Rum ülkesine hemencecik gitmem gerek, gideyim ki, şu düşün tabiri nedir, meydana çıksın.”

Böylece itibar sahibi dörtyüz dervişi de ona uydu, beraberce yola düştüler. Kâbe’den Rum ülkesinin bir ucuna kadar vardılar. Bütün Rum ülkesini baştan aşağı dönüp dolaştılar. Günün birinde bir yüce yapının önünden geçiyorlardı.

Üst kattaki bir pencerenin önünde bir kız oturmuştu. Ruhanî sıfatlı bir gâvur kızıydı bu. Ruhullah yolunda yüzlerce bilgiye sahip olmuştu.

Rum Kızının Güzelliği

O, güzellik göğünün en yücesine varmış bir güneşti. Zevali olmayan bir güneş... Güneş, onun yüzünün aksini görüp kıskanmış da sararıp kalmıştı. O dilberin zülfüne gönül veren o zülfün havasıyla zünnar bağlardı. Velhasıl o güzelliğin teferruatını anlatmak uzun sürer.

Yüzünde güneş parlaklığı vardı. Siyah
saçlarını bu parlak yüze peçe yapmıştı. Peçe altından yüzünü gösterince, Şeyh kemiklerine, iliklerine kadar ateşlere yandı, gönlü sevda ateşiyle dumanlar içinde kaldı.

Şeyhin Aşkı

Rum kızının güzelliği Şeyhi elden ayaktan çıkardı, ele avuca gelmez oldu. Kızın sevgisi can ülkesini yağmalamış, zülfünden imana küfürler yağdırmıştı! Şeyh imanını verdi, Hıristiyanlığı kabul etti. Takvayı sattı, rezilliği satın aldı. Dervişler onu böyle perişan görünce işi anladılar, öğüt verdiler, ama fayda
etmedi. Çünkü derdinin dermanı yoktu. Perişan âşık nasıl olur da söz dinler?

Dermanı bile yakıp yandıran dert, nasıl olur da dermanı kabul eder? O uzun günde, Şeyh, akşama kadar ağzı açık hayran bir halde gözlerini pencereye dikti, öylece bakıp kaldı. O gece sevgisi birken yüz oldu, tamamıyla kendinden geçip gitti. Kendinden de geçti, âlemden de. Başına topraklar saçtı, feryat ve figana koyuldu. Ne uykusu kaldı ne
kararı. Sevgiden kıvranmakta, ağlayıp inlemekteydi. “Yarabbi, bu gecenin gündüzü yok mu? Yoksa feleğin ışığı olan güneşin ziyası mı kalmadı? Aşk sevdasıyla yanmaktayım, sevginin hücumuna karşı durmaya takatim yok!” diye dövünüyordu.

Ömür nerde, sabır nerde, baht nerde, akıl nerde, el nerde, ayak nerde, sevgili nerde, gün nerde bilemez oldu. Bir dostu: “Ey uluların şeyhi, kalk, bu vesveseden yıkan, arın!”dedi. Şeyh ona: “Bu gece ciğer kanıyla yüzlerce defa yıkanıp arındım a bihaber!” diye cevap verdi.

Bir başkası: “Tövbe et!” dedi. Şeyh de ona: “Namustan, halden tövbe ettim; şeyhlikten, olmayacak şeylerden
tövbe ettim.” diye cevap verdi. Bir başkası: “Tesbihin nerde? İşin tesbihsiz nasıl düzelir?” dedi. O da:“Belime zünnar bağlayabilmek için elimden tesbihi attım.” cevabını verdi. Namazı hatırlatana: “O sevgilinin mihrap olan yüzü nerde ki? Onun yüzünü görmedikçe namazım ne işe yarar?” dedi. “Pişman
olmayacak mısın?” diye sorana da: “Bundan fazla pişmanlık mı olur, neden daha önce âşık olmamışım ki?

Yolumuzu vurup kesen şeytan ne de güzel vurup kesmekte, bizi ne de güzel azdırmakta, söyle vursun,durmasın!” dedi. Kendisine öğüt verenlerin her birine bir cevap yetiştirdi, dedi ki: “Ben addan, sandan çoktan geçtim, ar, namus şişesini çoktan taşa çaldım.

Gâvur kızının rızasından başkasını istemem, ondan başkasının incinmesine aldırmam. Kâbe olmasa kilise hazır; ben Kâbe’nin akıllısı, kilisenin delisiyim.
Cehennem yoldaşım olsa yedi cehennem bile bir âhımdan yanıp kül olur. Yüzü cennete benzeyen sevgili olduktan sonra, bana cennet lâzım olsa, sevgilinin yüzü yeter!” Ona Tanrı’dan utanmasını söyleyene de:“Beni bu ateşe Tanrı attı, kendimi nasıl kurtarabilirim?” dedi. Dervişler ona söz geçiremeyeceklerini
anladılar. Şeyh halvete çekildi, sevgilinin civarına yerleşti, o mahallenin köpekleriyle arkadaş oldu. Bir
aya yakın oralarda kaldı. Sevgilinin kapısının eşiği ona yastık olmuştu. Kız, şeyhin kendisine âşık olduğunu anladı. Feryatlar içinde ona aşkını ilân etti. Kız da ona: “A kocamış kişi, utan, sen kendine gayrı kâfur ve kefen tedarikine bak!” dedi. Fakat kız da ona laf anlatamayacağını anladı ve şeyhe: “Eğer sen bu işin eriysen dört şeyden birini yapmalısın: ya puta secde edersin, ya Kuran’ı yakarsın, ya şarap içersin
yahut da imandan geçersin.” dedi.

Şeyh: “Şarap içmeyi kabul ettim, öbürleriyle işim yok benim. Güzelliğini seyrede ede şarap içerim.”dedi.

Şeyh Şarap İçiyor

Şeyh, şarap içmeyi kabul edince, sevgilisi ona: “Sevgilisiyle aynı renge boyanmayanın sevgisi, renkten,
kokudan başka bir şey değildir, dedi, eğer gerçekten âşıksan Müslümanlıktan el yumalısın!” Şeyh sevgilisinin elinden şarap kadehini aldı, içti. İçtiği anda da, hıfzındaki Kuran silindi, geriye ondan kuru kelimelerden başka bir şey kalmadı. Sarhoş oldu. Sevgilisini de elinde kadehiyle sarhoş görünce onun
boynuna sarılmak istedi. Kız: “Takva ile aşk uyuşmaz, aşkın sonu kâfirliktir, bunu unutma!

Benim gibi kâfir olursan kolunu boynuma dolar, beni kucaklarsın.” dedi. Şeyh kimseden perva etmedi, Hıristiyanlığı kabul etti. Şeyhi kiliseye götürüp zünnar kuşandırdılar. Şeyh kıza: “Daha ne kaldı?” diye sordu. Kız: “Ey
tutsak ihtiyar, dedi, benim mehrim ağırdır, sense yoksulsun.” Şeyh, kıza: “Yalnız cennete gitmektense seninle cehenneme gitmek daha hoş.” dedi. Kız: “Henüz istediğim gibi pişmeyen âşık, öyleyse mehir işini de bitirelim, Benim mehrim tam bir yıl durup dinlenmeden benim domuzlarımı gütmektir. Yıl bitti mi sana varırım.” dedi. Şeyh itiraz etmedi. Kâbe piri, uluların şeyhi tam bir yıl domuz çobanlığı yaptı. Herkesin
içinde yüzlerce domuz vardır, biliyorsun.

Ya domuzu yakıp yandırmalı, ya zünnarı kuşanıp kuru davadan geçmeli. İçindeki domuzdan haberin yoksa mazursun, ama yol eri değilsin. Aşk ovasında domuzu öldür,putu yak! Bunları yapmazsan şeyh gibi aşka düş, rüsva ol!

Hikâyenin Sonu

Şeyh Hıristiyanlığı kabul edince Rum ülkesinde bir gürültüdür koptu. Dostları onu terk edip Kâbe’ye dönmeye karar verdiler. Kâbe’de onun dirayetli bir dostu vardı. Şeyhten yüz çevirenlerin halini görünce onlara dedi ki: “Madem ki şeyh eline zünnar aldı, hepinizin zünnar kuşanması gerekti, hepinizin Hıristiyan
olması gerekti... Yaptığınız münafıklıktan başka bir şey değil. Dostuna dost olan, dostu gâvur olsa beraberce gâvur olması lâzım. Aşk, zaten kötü ad san üstüne kurulmuş bir yapıdır. Kim bu yolda baş
çekerse bu çekilişi, hamlıktandır. Hadi şeyhinizden çekindiniz, Tanrıya niyazdan niçin çekindiniz? ”

Böylece hepsi feryada koyuldu, kırk gün kırk gece ne uyudular, ne dinlendiler, ne yediler, ne içtiler. Dua ettiler. Kırkbirinci gün o temiz derviş rüyasında ay gibi Mustafa’yı gördü. Mustafa dedi ki: “Ey himmeti yüce derviş yürü, var... Şeyhini bağdan kurtardın, himmetin tesir etti, şeyhini affettirdi.” Dervişler ağlaya
ağlaya koşup domuz çobanı olan Şeyh’in bulunduğu yere vardılar. Şeyh, uzaktan dervişleri görünce kendisini onların yanında nursuz, pirsiz gördü, utancından elbisesini yırttı, başına toprak saçtı. Tövbe etti.

Tanrı tövbe ateşini parlattı mı, o ateş neyi bulursa yakar, arındırır. Şeyh gusletti, hikmet, esrar, Kuran,Hadis bilgileri yeniden canlandı. Dervişlerle beraber Hicaz’a doğru yola düştüler. Şeyh bundan sonra o Hıristiyan kızın, rüyasında, güneşin kucağına düştüğünü gördü. Güneş dile gelip: “Hemen Şeyhin ardından koş, onun dinine gir, ey onu kirleten, yürü, onun yüzünden temizlen!” dedi.

Şeyhe, kızın Hıristiyanlıktan vazgeçtiği âyan oldu. Dönüp kıza ulaştılar. Gördüler ki, kızın yüzü altın gibi sararmış, saçları yolun tozlarına bulanmış, ölü gibi yeryüzüne serilmiş. Kız Şeyhi görünce: “Senden utanıyorum. Artık perde
ardında yanamam. Perdeyi attım. Bana Müslümanlığı telkin et de yola gireyim.” dedi. Kızın hâli perişandı. Müslüman olup dedi ki: “Şeyhim, takatim kalmadı. Kederle dolu olan bu topraktan gidiyorum.

Acizim. Beni affet, bana darılma. Elveda!” O ay yüzlü bu sözleri söyleyip candan el çekti, zaten yarı canı kalmıştı, onu da canana teslim etti. O, mecaz denizinden bir katreydi, gene geldiği hakikat denizine gitti.

Aşk yolunda bunun gibi neler olur, neler; bunu aşkı bilen bilir.

Şeyh-i Sana’nın Hikâyesinden Çıkartılabilecek Sonuçlar

Başta da söylediğimiz gibi F. Attar’ın Mantık Al-Tayr’da geçen Şeyh-i Sana Hikâyesi, baştan sona zengin istiarelerle yüklüdür. Burada, itibarlı bir Müslüman şeyhin (üstelik yaşlı: elli yıllık şeyhlik hizmeti bulunuyor), bir Rum kızına âşık olması; kızın teklifiyle şarap içme, Kuran’ı yakma, puta secde etme ve
sonunda imandan geçme günahlarını ve küfrünü irtikâp etmek suretiyle sevgiliye ulaşma umudunun serüveni aktarılıyor. Şeyh dörtyüz müridi olan, görmüş geçirmiş biridir. Elli yıllık şeyhlik hizmetinden sonra gördüğü bir rüyanın ardına düşmesi ve rüyada görüp taptığı putun neyin nesi olduğunu anlamak
üzere Rum diyarına doğru yolculuğa çıkması, bu hikâyenin temel aktını oluşturuyor.

Hikâyede kullanılan istiareleri çözmeye çalışalım:

1. Şeyhin rüyada put görmesi: Hemen bütün klasik aşk hikâyelerinin değişmez motiflerinden biri olan sevgiliyi rüyada görmek ve gerçek hayatta rüyada görülen sevgiliyi aramak bu hikâyede de yer alıyor.Ancak bu hikâyenin kahramanı olan Şeyh, rüyasında doğrudan bir kız görmüyor, onun yerine bir put görüyor ve o puta tapındığını görüyor. Ne var ki, rüyasının sırrını çözmek üzere Rum ülkesine seyahate
çıktığında, Rum kızını pencerede görür görmez ona âşık olduğunu anlıyor.

Rüyada tapındığı putun bu Rum
kızı olduğu anlaşılıyor. Sevgilinin put, bu demektir ki mabut olarak görülmesi ve gerçek hayatta onun bir kıza dönüşmesi ve Şeyh’in bu kıza tapınır hale gelmesi durumu müstakil bir istiaredir. Tanrı’nın
yaşadığımız dünyadaki izdüşümünün sevgili olarak tecelli ettiğini çıkarsayabiliriz.

2. Sevgili ile mabudun yer değiştirmesi de diyebileceğimiz, bu ikisinin özdeşleştiği sonucuna varabileceğimiz bu sonucu şu durumdan çıkartıyoruz: sevgili (Rum kızı), Şeyh’e âdeta yeni bir din teklifinde bulunuyor.

Ona, şarap içmesini veya puta tapmasını, Kuran’ı yakmasını ve nihayet imanını reddetmesini teklif etmesi, Şeyh açısından bakıldığında, yeni bir “mabud”un yeni şeriatı (şartları) olarak
telâkki edilebilir. Şeyh bu tekliflerden öncelikle şarap içmeyi kabul ediyor, ötekilerle işi olmadığını bildiriyor. Ama içtiği aşk şarabıdır. Şarabı içince, kızın öteki tekliflerini kabul etmemesi anlamsız kalıyor. Şeyh Hıristiyan olup zünnar kuşanınca, yani artık yeni bir dinin saliki olunca, kıza (sevgiliye):
“Daha ne kaldı?” diye sorunca, kız da ona mehri için bir yıl domuz çobanlığı yapması gerektiğini bildiriyor. Şeyh, bunu da kabul ediyor. Bir şeyh için, belki kabulü en zor şartlardan biridir bu: düşülen zilletin dip noktası!

3. Şeyh’in İslâm’ı terk edip yeni bir dine girmesi acaba bu öyküde ne anlam taşıyor? Burada kullanılan “İslâm” motifi bir istiare olarak insanların önyargıları anlamına yorulabileceği gibi, onların sahip oldukları “ata dini” anlamına da gelebilir. Salikin, sevgiliye (Tanrıya) ulaşabilmesi için atalarının dinini
terk edip teklif edilen yeni dine girmesi öngörülüyor. Ama durum, elbette babayiğitlik gerektiriyor,sıradan insanın ve her babayiğidin üstesinden gelebileceği bir iş, bir sınav değildir bu.

Nitekim Ebu Talip, Allahın Resulü (sav)nü , bunca sevmesine ve onu himaye etmekten kaçınmamasına rağmen, O’nun teklif ettiği dini kabul ettiğini açıklayamamıştı. Mekke kadınlarının onu, atalarının dinini reddedip yeğeninin yeni dinine girdi diye kınamasından çekinmişti. Hikâye kahramanımız olan Şeyh’in durumu ise
farklıdır: O mensup olduğu dini reddedip yeni bir dine intisap ediyor. Şerefini, itibarını, kendini sevenleri... bütün bunları bir kenara atıp “sevgili” nin emrine koşuyor!

4. Sevgili’nin bu “olmayacak teklifleri”, aslında sevenin sevgisini sınamak için öne sürülmektedir.Acaba seven, sevgili uğruna hangi noktaya kadar gidebilecektir? Zahiren zillet gibi duran, insanın şerefini, itibarını sarsacak, onu bir paralık edecek olan bu şartlara, o, nereye kadar mukavemet ve tahammül gösterebilecektir? Sana Şeyhi, bütün bu mâniaları çekilmez çileler çekerek, zillete, meşakkate katlanarak aşıyor. Artık aşılacak bir mânia kalmadığı noktada hikâye bitiyor. Ve orada Şeyh’in sevgiliye kavuşup kavuşmadığı da müphem bırakılıyor.

5. Ama yazar, okuyucuya bir teselli vermek istediği için olacak, bu noktadan sonra hikâyeyi biraz uzatarak, Mekke’deki dostlarının ve müritlerin duasıyla Şeyh’in yeniden tövbeye geldiğini, üstelik Rum kızının da Müslüman olduğunu anlatıyor. Ancak ilgi çekici olan husus şu ki, Rum kızı, Şeyh marifetiyle Müslüman olduktan sonra bütün bu olup bitenlere takat getiremez ve ölür. Yani vuslat vaki olmaz.

Belirttiğimiz gibi, hikâyenin bu son kısmı, hikâyede kullanılan mecazları, istiareyi kavramakta güçlük çekebilecek okuyucuya yalnızca bir teselli sunma amacını taşıyor olmalıdır. Şeyh’in “İslâm”dan vazgeçtiğini okuyan bir Müslümanın, buradaki İslâm’ı doğrudan İslâm dini olarak algılayabileceği tehlikesini bertaraf edebilmek için, iş bu son kısmın bir eklenti olarak orada yer aldığını düşünmek isabetli olur kanısındayım. Şeyh’in sevgiliye ulaşmak için vazgeçtiği İslâm, bir müslümanın dininden vazgeçmesine denk bir zorluk, hatta imkânsızlık taşıyan, onun derunî önşartları olduğu gibi, toplumun insanlara telkin ettiği her türlü maddî, manevî şartları da tazammun ediyor. Ama son tahlilde, âşıkın maşuka kavuşmak için her türlü zillete, aşağılanmaya göğüs germesi gerektiği hissesi öne çıkıyor.

Not: Şeyh-i Sana’nın hikâyesini A. Gölpınarlı’nın Mantık Al-Tayr çevirisinden kısaltıp özetledim,
MEB, İst. 1990, s. 95-127.

Rasim Özdenören-Aşkın Diyalektiği
Devamını Oku »

Nebiler ve Velîlerden Yardım ve Şefaat istemek



Nebiler ve velîlerden yardım ve şefaat istemek (istimdâd ve istisfâ) Hakk’ın iradesiyle olabilir. Allah’ın iradesiyle ilgili olmadıkça bir kimseye yardım ve şefaat edemezler. Zamanımızda böcekler gibi olan insanlar o ılâhî emir ile amel etmeyip yasaklardan kaçınmayarak çeşitli haram ve münkerleri işlerken falan makamı ziyaret, filan makamın mevlidi için masraflar ve falan yerde zikr edilir diye acele etme ve makam makam dolaşıp bildiği günahları ve haramları işlediği halde evliya makamlarından yardım istemek ne kadar budalalık ve câhilliktir. Evliyanın yardımı­nın Hakk’ın rızasını elde eden kimseler için olduğunu bilmezler. Eğer bir kimseden Hakk Teâlâ razı değilse, o kimse hangi velînin zi­yaretine giderse o velînin ruhu ona buğz ve lanet eder. Ziyaret, zi­kir ve taat“Şüphesiz Allah muttakîlerden kabul eder" (Mâide, 27) mısdakına göre ancak takva ehlinden kabul edilir.

Eğer Allah bir kulundan razı olursa bütün nebîler ve velîlerin ruhları o kula dua ve yardım ederler ve uyku ve uyanıklığında onu ziyaret ederler. İşte salihlerin rüyalarından da nebîleri ve velîlerin görmelerinin sebebi budur. Maksat Allah’ın rızasını kazanmaktır. Nice konak sahipleri de konaklarında Kur’ân okutmak ve zikirler yaptırmak gibi şeylerle İlâhî hükümleri yerine getiririm zannettiklerinden, hemen İslâmiyet ve dindarlık budur inancıyla şer’î hükümleri toptan terk ederek helâl ve haram tanımayıp Kur’ân okutmakla bütün günahlardan temizlenme ve dünya ve ahiretini tamir eder zannıyla İslâmiyet ancak budur sanmışlardır.

Kur’ân’ın inmesinden maksadın onunla amel etmek olduğunu bilmezler. Yoksa gereğiyle amel etmeyerek, Kur’ân’ın lafızlarını okuyan ve dinleyenlere Kur’ân beddua ve lanet eder. Boş bir söz gibi Kur’ân'ı okumak ve dinlemek ancak Kur’ân’a hakaret ve onunla alay etmektir. Bundan Allah’a sığınırız. Mesela bir hükümdar kendi tebasına emir ve hükümlerini kapsayan bir fer­man gönderse, O teba padişahın fermanıyla amel etmeyip hemen fermanın ibaresini okuyup dinlemekte vakit geçirseler,o hükümdar böyle bir teba hakkında ne şekilde muamele edeceği açıklamaya ihtiyaç duymaz.

Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü(İnsan yay.)
Devamını Oku »

Tekfir Meselesi



Bir kişi, Allah yerde mi gökte mi bilmiyorum, derse, Hanefîler’e göre dinden çıkar. Çünkü Allah’a mekan isnad etmiş olur. Keza Arş için de öyledir, yani Allah Arş’ta mı yoksa başka bir yerde mi bilmiyorum, derse de böyledir. Kişi, Lokman yahut da Zülkarneyn peygamber midir yoksa değil midir, bilmiyorum, derse dinden çıkmaz» Çünkü bunların nebi olup olmadıkları konusunda nas varid olmamıştır. Yalnız bu, Hz.Musa ve İsa’nın peygamber olup olmadıklarını bilmiyorum, diyen için böyle değildir»

Böyle diyen şahıs dinden çıkar. Çünkü her ikisi de haklarında meşhur nas bulunan peygamberlerdir. Bizim burada nassı, meşhur nas, diye kayıtlamamızın sebebi insanların çoğu için gizli sayılabilecek naslarla sabit bulunanları hariç tutmak içindir. Çünkü bu tip naslarla sabit olanları bilmeyenler mazurdurlar. Ertesi gün küfretmeye niyet eden kişi o anda dinden çıkar. Çünkü bu durum kendisinin dininde mütereddid olduğunun, yüzde yüz kesin inanç içinde bulunmadığının delilidir.

Bizim âlimlerimize göre bu şuna benzer. Bir kişi namazda iken niyeti kesmeye azmetmesi de öyledir. Mesela birinci rek’atta iken kesinlikle böyle karar vermesi muhaldir. Kişi, inanmadan ama kendi irâdesi ile küfür kelimelerini söylerse dinden çıkar. Bunları sarhoş iken söylerse dinden çıkmaz. Mushafı pislik içine atmakla kişi, kalben böyle inanmasa da, dinden çıkar.

Yezid’e lanet okumak caiz değildir. Çünkü o mağfiret olunması mümkün olan bir günahkârdır. Onun günahları mağfiret olunmasa da ona şovenler günahkardırlar. Çünkü o bir müslümandır. Günahları yüzünden cezalandırılsa bile ergeç gideceği yer cennettir. Çünkü hiçbir günahkar (fâsık) bizim prensiplerimize göre, cehennemde ebedî kalmayacaktır. Cehennemde ebedîlik kâfirler içindir.

M.Said Yeprem - İmam Maturidi'nin Akaid Risalesi ve Şerhi
Devamını Oku »

Âhiret Ahvali



Mu'tezile ve Cehmiyye'nin hilafına, bize göre kabir azabı vardır.Onlar bunu kabul etmiyorlar ve şahidde de gaibde de görüp müşahede ettiğimize göre, ölü bizim kendisine verdiğimiz acıları hissetmemektedir, diyorlar; Onlara göre ölünün karnına bir tutam saç konsa ve bir süre bırakılsa, yerinden kıpırdamayacaktır. Azab veya başka bir şey sebebiyle kımıldamış olsa yeri değişmiş olacaktı. Bu anlayışlarından dolayı onlar, cansız varlıkların teşbihini, mizanı, sıratı, mü'minlerin ergeç cehennemden çıkacaklarını ve mi'racı inkâr etmektedirler. Biz mahiyetleri itibariyle aklın bunları kavramaktan aciz olduğunu söylüyoruz.

Peygamber (s. a.) "Allah'ın yaratıkları üzerinde düşününüz, yaratan (inzâtı) üzerinde düşünmeyiniz" buyurmuştur. Ya bu aklımızın aczi sebebiyle, demektir. Bana göre bu hadisin Peygamber'e ulaştığı sabit değildir. Bu İbn Abbas'ın (r.a.) sözlerindendir. Keza Hafız Ebu'l-Kasım el-Lalekaî ve diğerleri de bunu rivayet etmişlerdir. Akıl bu konuda aciz ise kişinin aklının idrakinden aciz olduğu şeyleri inkâra kalkışması yakışık almaz.

Siz ey Mu'tezile ve Cehmiyye topluluğu, aklımızın idrakinde kısır kaldığı bu gibi şeyleri inkâr etmeyiniz. Bunlar hakkında varid olan sahih rivayetleri tasdik ediniz. Kabir azabının varlığına delil Allah Teâlâ'nın "onlara iki kere azab edeceğiz"sözüdür. Yani bir kere kabirde, bir kere de kıyamette demektir. Keza "bundan başka bir azab olarak" yani kabir azabından başka bir azab olarak, ayrı "biz onlara en büyük azabın ötesinde yakın azabtan tattıracağız" yani onlara yakın olan kabir azabından tattıracağız, âyetleri de vardır. Bunlar kabir azabının varlığına delalet eden şeylerdir. Sahih hadiste, kabir azabından Allah'a sığınma vardır ki kabir azabının varlığı konusunda nastır.

Keza "Onu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur"yani herşey onu tesbih eder. Burada "in" kelimesi "mâ" kelimesi mânasına gelen olumsuzluk edadıdır. Tıpkı "anneleri ancak onları doğuranlardır''"sizden cehenneme uğramayacak yoktur... " ''biz sadece iyilik yapmak istedik" "onlar Allah'ı bırakıp tanrıçalara taparlar... " "onlar sadece yalan söylerler" âyeti erindeki "in" gibidir. Bu âyet cansız varlıkların teşbih eder. Küçük taş parçalarının Mustafa'nın (s.a.) elinde tesbih ettiği sabittir.Herkes, bütün âlemin lisân-ı hâl ile tesbih ettiği konusunda ittifak etmiştir.

Herşeyde onun tek olduğunu gösteren bir delil vardır.Cansız varlıkların Allah'ı konuşma diliyle teşbih ettikleri konusunda ihtilaf vardır. Tercih edilen görüş herşeyin Allah'ı nutuk (düşünce) olarak teşbih ettiğidir. Çünkü aklen buna mani bir durum yoktur.

Bu âyet buna delalet eder. Keza şu âyetler de böyledir: "Doğrusu biz akşam-sabah onunla beraber teşbih eden dağları, kuşları da toplu halde onun buyruğu altına vermiştik" "Rahman'a çocuk isnad etmelerinden ötürü nerdeyse gökler paralanacak, yer yarılacak, dağlar göçecekti."

îbnMâce Peygamber'in (s.a.) şöyle dediğini rivayet etmiştir;

"Hiçbir cin, ins, ağaç, taş, kerpiç yoktur ki müezzinin sesini işitmesin de kıyamet gününde onun lehine şehadet etmesin".

Buhâri'de,Peygamberin huzurunda yemek yenirken o sırada onların, yemeklerin tesbihini işittikleri rivayeti vardır. Müslim'deki bir hadiste de Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur. "Ben Mekke'de bir taş tanıyorum ki peygamber olmadan önce bana selam veriyordu". Hurma ağacının haberi de sabit ve meşhurdur Bu konudaki hadisler çoktur. Bu eşyanın konuştuğu sabit olunca tesbih etmelerinin imkanı da sabit olur. Âyet buna delalet eder, yeter ki zahirine hamlolunsun.

Bizim âlimlerimizden imam Fahreddin er-Râzî ve Mu'tezile'nin çoğunluğu ise cansız varlıklar ile canlılar içinde mükellef olmayanların ancak lisanı hal ile teşbih edebileceklerine kaildirler. Bize göre bu reddedilmiş bir görüştür. Bir gurup ilim adamı tafsile gitmiş ve demişlerdir ki, başkaları dışında her canlı olan ve gelişen varlık teşbih eder. Onlar bu görüşü ibn Abbas'ın Peygamber'den rivayet ettiği şu hadisten istidlal etmektedirler. "Peygamber (s.a.) iki kabre uğramıştı şu söze kadar: "yaş bir çubuk istedi, onu ikiye böldü, her birini bir kabrin üzerine dikti,umulur ki bunlar kuruyana kadar Allah onların azabını hafifletir, buyurdu"." Bunda o çubukların kurumayıp yaş kaldıkları sürece tesbih edeceklerine işaret vardır. Bu görüş Ebu'l-Hasen ve İkrime'den naklolunan görüştür.

Mizanın varlığına şu âyet delalet eder: "Kıyamet günü doğru teraziler kurarız" Onun tartısının mânası, ya sahifelerinin tartışıdır, ya Allah Teâlâ amelleri cisim haline sokacak sonra onları tartacak demektir yahut da a'razlar hakikaten tartılırlar demektir. Gayb âleminde öyle işler vardır ki akla mani değildir. Lakin bunlar duyular âleminde bilinmezler ve kısır akıllar bunları muhal görür olurlar, halbuki bunlar aslında mümkin şeylerdir.

Sonra, hadise göre Ehl-i bid'at ve Ehl-i ehva' cehenneme gideceklerdir. Peygamber'in (s.a.) sözü şöyledir: "İsrailoğulları yetmiş iki fır-kaya ayrılmıştır. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan, benim ve ashabımın yolunda olan biri müstesna diğerlerinin hepsi de cehennemdedir".Biz Ehl-i bid'atı tekfir etmeyiz. Tahâvî'nin Akide'sinde şöyle bir ifade vardır: "Ehl-i kıbleden hiçbirini işlediği bir günah sebebiyle tekfir etmeyiz" Şunu iyi bilmelisin ki günahkar olmalarını gerektiren bid'atları yüzünden Allah onları cehenneme koysa bile bizim kabul ettiğimiz prensiplere göre ebedî kalmayacaklardır.

Cennet ve cehennem yaratılmış durumdadırlar ve bugün mevcutturlar. Bu görüş Mu'tezile'nin aksinedir. Çünkü onlar el'an yaratılmamış olduğu görüşündedirler. Kaderiyye ve Cehmiyye'nin de aksinedir. Onlar da cennet ve cehennemin ehli ile beraber fani olduğuna kaildirler.

Mu'tezile şöyle demiştir: Bizim onların şu anda yaratılmış olduğunu inkârımız, Allah Teâlâ'nın cennet-cehennemi dilediği zaman yaratmaktan aciz olmaması sebebiyledir. Gerektiği zaman yaratır. Aksi takdirde ihtiyaçtan önce onların yaratılmasının bir mânâsı yoktur.

Biz buna karşı şöyle deriz: Onların hazırlanmış olmalarının hikmeti şudur: Sana itaat eden kuluna ikram edeceğin şeyi, sana isyan edeni de korkutacağın şeyi görmesi için hazır bulundurman iyidir. Nitekim en beliğ korkutma şekli hazırlanmış olanın karşısındakidir. Günlük hayatta bile şu tarz konuşmaları müşahede etmez misin? Biri diğerine, "şunu şöyle yap, elimin altındaki bu kurulu güzel ev senin içindir, yahut da, şu elimde gördüğün ve karşı geleni cezalandıracağım sopanın korkusuyla, şöyle yapma" der. Bu söyleyiş tarzı, "şöyle yap, ben de sana güzel bir ikram yapacağım, yahut da hazırlayıp cezalandıracağım sopanın korkusuyla şöyle yapma" şeklindeki söyleyiş tarzından daha beliğdir. Bu aklî delil olarak cennet ve cehenneme giriş vaktinin gelme- sinden önce onların yaratılmış olmasının iyi bir şey olduğunu gösterir.

Cennet ve cehennemin yaratılmış oldukları konusunda bir başka delilimiz de şu âyettir: "...sakınanlar için hazırlanmıştır "Onların görüşleri Allahın verdiği bu haberi yalanlama sonucuna götürür. Çün- kü yaratılmamış olsalar hazırlanmış olmazlar. Cennet ve cehennem bir "şey" dir. Yani mevcuttur. Kıyamet ise şey diye isimlendirilemez. Çünkü o henüz mevcut değildir. Bu,Mu'tezile'nin görüşü hilafmadır. Onlar kıyametin yaratılmış ve fakat henüz ortaya çıkmamış olduğu, insan öldüğü zaman ortaya çıkacağı ve o kişiye malum olacağı görüşünddirler. Çünkü Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kira ölürse onun kıyameti kopmuştur". Keza Akide 'nin sahibi de bu hadisi merfu olarak zikretmiştir, ama ben öyle görmüyorum. Bize göre, ölenin kıyametinin kopması demek onun saadet veya şekavet halinin ortaya çıkması demektir.

Sonra, cennet ve cehennem onlara göre, yani Cehmiyye ve Kaderiyye'ye göre, fanidir. Çünkü her ikisi de bir maksad için konulmuşlardır. Bunlardan maksad ise, amellerin sevabıdır. Bu da sonludur. O halde cennet ve cehennem de sonludurlar. Nitekim her ikisi de amellerin mükafatı veya cezasıdır. O halde amellerin ölçüsündedirler.

Allah Teâlâ'nın .şu âyetlerindeki ifadeler ise bizi destekler. "Onlara kesintisiz ecir vardır" "...bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen... ". Onların "amellerin sevabıdır" sözü de doğru değildir.Doğru söyleyen ve doğruluğu da tasdik edilmiş olan Peygamber'in (s.a.) de ifade buyurduğu gibi hiçbir kimse (sadece) ameliyle cennete girmeyecektir.

Eğer, cennet ve cehennemin fani olmadığı görüşünün Allah'a beka konusunda ortaklık sonucuna götüreceği, yani sonsuz olan ebedî bekada cennet ve cehennemin Allah'a şerik olacağı sonucunu doğuracağı ifade edilirse şöyle deriz:

Bu sonucu doğurmaz. Bilakis cennet ve cehennem ile Allahın bekası arasında bariz bir fark vardır. Çünkü her ikisi de yok iken var ol-muşlardır. Allah'ın bekası ise ezelîdir, daimîdir.




M.Said Yeprem,Maturidi'nin Akide Risalesi ve Şerhi
Devamını Oku »

Allah’ın Ahirette Görülmesi(Rü'yet)



Allah Te’âlâ âhirette görülecektir.

Rü’yet (görme, görülme) kelimesinin mânası, Allah Teâlâ’yı tıpkı dünyada görülebilen başka şeyleri görür gibi ve fakat cihet ve keyfiyetten münezzeh olarak, gözle görmek suretiyle bilgi edinmemizdir. Biz o görülebilir demişizdir. Çünki “mevcut’tur ve m her mevcudun görülmesi mümkündür, o halde Allah da görülebilir.

Ortada cinler gibi görülemeyen birçok şey durup dururken nasıl olur da siz her mevcut görülür dersiniz denemez. Çünkü biz “aklen kesinlikle görülecektir demedik, görülebilir dedik” diyoruz. Görülebilir hükmünden görüldü sonucu çıkmaz. (Cevazdan vuku’ lazım gelmez) Sonra sizin söylediğiniz herkesin kabul ettiği bir şey değildir. Çünkü cinniyi başka biri görmese de saralı görür. Birçok salih kişiden cinleri gördükleri şeklindeki sahih haberler bize ulaşmıştır. İster cinnî olsun veya başka şeyler olsun varlıklar içinde görülemeyen şeylerin bulunması Allah’ın adetini, onların görülmesi isti­kametinde yürüt meşindendir yoksa bizzat onların görülemez olmasında değildir;

Peygamber (s.a.) Cebrail’i (a.s.) gördüğü halde huzurunda bulunanlar onu gör­müyorlardı. Bizim âlimlerimiz Allah’ın âhirette görüleceği ve onu müminlerin göreceği konusunda ittifak etmişlerdir.

Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur. “Siz Rabbinizi, dolunay gecesinde ayı gördü­ğünüz gibi (rahatça) göreceksiniz, onu görmekte izdihama düşmeyeceksiniz”. Bu doğ­ruluğu üzerinde ittifak edilmiş bir hadistir.

Mu’tezile ve Havâric’e göre Allah “onu gözler, idrak edemezler” âyetinden dola­yı görülemez.

Biz buna karşılık şöyle deriz: Görüşümüzü, bu âyet mucibince düzenliyoruz. Çün­kü şöyle diyoruz: O idrak edilemez. Çünki idrak, bütün yönlerine vukuf demektir. Âyet ise Allah’ın ihata edilemeyeceğine, gücünün yüceliğine delalet etmektedir, yoksa onun görülemeyeceğine değil ve biz Allah ihata edilir demiyoruz. Bilakis O sadece görülebilir diyoruz.

Keza onlar şöyle derler: Bir vasıtayla görüş, görülen şeyle karşı karşıya olmayı, yüz yüze gelmeyi, belli bir mesafede bulunmayı, ya tümünü veya bir kısmını görmeyi gerek­tirir. Bütün bunlar Allah hakkında muhaldir. O halde bizim Allah’ı görmemiz de mu­haldir.

Buna karşılık bizim cevabımız şöyle olur: Bu görüş Allah'ın mesafe ve yön olmak­sızın görülmesi hususunda batıldır. Keza Allah'ın bilinmesi hakkında da böyledir. Çün­kü O, mesafe ve yüz yüze gelme olmaksızın bilinir. Nitekim yön ve mesafe görülebilmenin şartlarından değildir.

Musa’nın (a.s.) “bana kendini göster, sana bakayım” demek suretiyle Allah’tan rü’yet talep etmesi bu gerçeğe yani rü’yetin mümkün olduğuna delalet eder. Çünkü rü’yet muhal olsaydı o elbette bunu istemezdi. Nitekim, mümkün olmayan bir şeyi istemek, aklı başında olan kişilere uygun bir davranış değildir; nasıl olur da peygamber­ler için uygun olur.

Muhaliflerimiz bize karşı Allah’ın Musa’ya (a.s.) cevaben “sen beni asla göremez­sin” (len terani)âyetini ileri sürerler ve “bu ifade rü’yetin mümkün olmamasını ge­rektirir. Çünkü ‘len’ harfi ebedîlik bildirmek içindir. Allah’ın kendisiyle konuştuğu (kelimullah) Mûsâ (a.s.) onu ebediyen göremezse başkaları haydi haydi göremez” der­lerse biz buna karşı şu cevabı veririz: “Len” harfi “Onu (ölümü) ebediyyen istemeyecek­lerdir” şeklindeki âyette (len yetemennevnehu) gelir. Hâlbuki onlar ölümü âhirette isteyeceklerdir. Bu durum "len” harfinin ebedîlik ifade ettiği görüşünü savunanların aleyhine bir şeydir ki, Zemahşerî “Enmuzec” isimli kitabında zikretmiştir Zemahşerî “Keşşaf isimli eserinde “len”in te’kitli nefi ifade ettiğini belirtmiştir. “Len”in ebedîlik ifade ettiği görüşü delilsiz bir davadan ibarettir.

“Len” ebedîlik ifade etseydi “ben bugün asla hiçbir insanla konuşmayacağım“âyetindeki menfi ifade de “el-yevme” ile niçin sınırlanmıştır. Bu durumda “onu ebediyyen istemeyeceklerdir” âyetindeki ebedîlik zikri tekrar içindir.

Mu’tezile, rü’yetin vukuu konusunda sarih olan “O günde birtakım yüzler rablerine bakarak parlayacaktır” mealindeki âyeti te’vil etmişler ye “Rablerinin nimetini i bekleyerek” mânasındadır demişlerdir.

Biz buna karşılık deriz ki: Bu te’vil batıldır. Çünkü beklemek yorgunluk ve bitkinliktir. Hâlbuki cennet yorgunluk yurdu değildir.

“Nazar” kelimesi “ilâ” kelimesi ile beraber kullanılırsa bu ancak gözle görüş manasına dır. ”Nazara ileyhi” dendiği zaman bu “Onu gördü” demektir. Allah'ın Mûsâ ha kında hikaye ettiğine göre Mûsâ “Ya-rabbi bana kendini göster sana bakayım” yani “seni bekleyeyim” değil “seni göreyim” demiştir.

Âhirette rü’yetin vukuu bulacağını aklen isbat edenler bu rü’yetin dünyadaki imkânının nakli delillere dayalı olarak isbatında ihtilafa düşmüşlerdir:

Bir kısmı nakli delillere göre Allah’ın dünyada görülmesi mümkün değildir demişlerdir.

Bir diğer grup ise dünyada rü’yetin mümkün olduğu görüşünde olanlardır.

Keza Allah’a “idrak edilebilir varlık” denip denemeyeceği konusunda da ihtilaf etmişlerdir:

el-Kalânisî ve Abdullah b. Said böyle demenin yasaklanması görüşünü savunmuşlardır.

Allah’ın rüyada görülüp görülemeyeceği konusunda da ihtilaf etmişlerdir.

Bizim âlimlerimiz Allah’ın bizzat kendini görmesinin mümkün olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir. Rü’yeti inkâr edenler içinde bu görüşü benimseyen bir gurup vardır.



M.Said Yeprem - Maturidi'nin Akide Risalesi ve Şerhi
Devamını Oku »

Ölümün Mahiyeti



Müslim'in, Enes b. Malik yoluyla gelen rivayetine göre, Rasulullah (sav) Bedir'de (müşriklerden) öldürülenleri üç gün terkettikten sonra onların bulundukları yerde ayakta olduğu halde onlara seslenip şöyle dedi: "Ey Ebu Ce-hil b. Hişam, Ey Ümeyye b. Halef, Ey Utbe b. Rabia, Ey Şeybe b. Rabia, Rabbinizin size va'dettiğini gerçek olarak buldunuz değil mi? Şüphesiz ki ben, Rabbimin bana vadettiğinin gerçek olduğunu gördüm."

Hz. Ömer Peygamber (sav)'ın sözünü işitince, Ey Allah'ın Rasulü dedi. Onlar nasıl işitebilirler ve onlar kokmuş leşler haline geldikten sonra nasıl cevap verebilirler?

Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim, sizler benim sözlerimi onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz. Şu kadar var ki onlar cevap veremiyorlar."

Daha sonra Hz. Peygamberin emir vermesi üzerine sürüklendiler ve Bedir'deki kuyuya atıldılar.

Hz. Ömer'in "nasıl işitirler?" sözü, adet gereği böyle bir şeyi uzak gördüğünü ifade eder. Peygamber (sav) de ona, onların da tıpkı canlılar gibi işittiklerini söyledi. İşte bu, ölümün katıksız bir yokluk ve bir fena oluştan ibaret olmadığını, aksine ölümün sadece ruhun beden ile ilişkisinin kesilip ondan ayrılması ve ikisi arasına bir engel girerek bir hal değişikliği ve bir dünyadan öbür yurda geçiş olduğunu göstermektedir. Nitekim Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki, ölü kabrine konulup, sahipleri onu bırakıp geriye döndüklerinde muhakkak o, onların ayak seslerini dahi işitir." Bu hadisi de Sahih(i Buhari) rivayet etmiştir.

Yüce Allah'ın: "Onunla ayaklara sebat vermek" buyruğundaki "o" zamiri, önceden de geçtiği üzere, ayakların gömüldüğü yumuşak kumlu vadinin sertleşmesini sağlayan suya aitir. Bu zamirin, kalplerin pekiştirilmesine ait olduğu da söylenmiştir. Buna göre, ayaklara sebat verilmesi, savaş mahallinde ilahi yardım ve zafer verilmesinden ibaret olur.

İmam Kurtubi,El Camiul Ahkamul Kuran,cild:7
Devamını Oku »

Mizân'ın Ve Amellerin Tartılmasının Mahiyeti





Tartıdan kasıt, kutların amellerinin Mizan ile tartılmasıdır. İbn Ömer der ki: O gün kulların amel sahifeleri tartılacaktır. Sahih olan budur. İleride ge­leceği üzere haber de böylece vârid olmuştur.

Şöyle de denilmiştir: Mîzan, kulların amellerinin içinde bulunduğu hitap­tır. Mücahid ise, şöyle açıklamaktadır: Mizan, bizzat hasenatın ve seyyiatın kendileridir. Yine Mücahid'ten, ed-Dahhâk ve el-A'meş'den de şöyle açıkla­dıkları nakledilmiştir: Vezn (tartı) ve mizan (terazi), adaletle hüküm vermek anlamındadır. Burada tartının söz konusu edilmesi örnekleme yoluyladır. Ni­tekim: "Bu, şu ağırlıkta bir sözdür" demek de bu kabildendir. Yani, ona mu­âdil ve ona denk bir sözdür. Ortalıkta bir tartı söz konusu olmasa dahi böy­le denilir. ez-Zeccâc der ki: Böyle bir açıklama dil açısından uygundur. An­cak, daha uygun olan, sahih senedlerde sözü geçen Mizana tabi olmak (ya­ni, amellerin tartılacağını kabul etmek)'dir.

el-Kuşeyrî der ki: ez-Zeccâc gerçekten güzel söylemiştir. Zira, Mizan bu şekilde te'vil edilecek olursa, o takdirde Sırat da gerçek din diye açıklansın, cennet ve cehennem de cesetler müstesna, sadece ruh Sarın karşı karşıya ka­lacağı haller diye açıklansın, şeytan ve cinler de kötü ahlâk, melekler ise övül­meye değer güçler olarak yorumlansın. Oysa, ilk asırda ümmet te'vile sapmaksızın bu ifadelerin zahirini kabul etme gereği üzerinde icma etmişlerdir. Onlar, te'vil yapılamayacağı hususunda icma ettikleri takdirde zahiri alıp ka­bul etmek gerekir ve bu zahir ifadeler, kesin naslar olurlar.

İbn Fûrek der ki: Mu'tezile, "araz olan şeyler bizatihi var olamadıkların­dan dolayı tartılmaları da imkânsızdır" ilkesinden harekette Mizanı inkâr etmişlerdir.

Kelamcılardan kimisi de şöyle demektedir: Yüce Allah, araz olan (son­radan olan, sıfatlar) şeyleri cisimlere dönüştürecek ve Kıyamet gününde on­ları tartıya koyacaktır. Böyle bir açıklama ise bize göre sahih değildir. Sa­hih olan terazilerin üzerinde amellerin yazılı olduğu sahifelerle ağırlaşacağı veya hafif basacağıdır. Bu hususta bunun gerçekleşeceğini ifade eden ha­berler rivayet edilmiştir. Söz konusu rivayette şöyle denilmektedir; "Âdemoğullarından kimisinin mizanında haseneler nerdeyse hafif gelecekken, ora­ya üzerinde lâ ilahe illallah yazılı bir deri parçası konulacak ve o da ağır ba­sacaktır" anlamındaki rivayettir.

Bilindiği gibi bu, içinde amellerin yazıldığı şeylerin tartılması ile alakalı­dır. Bizzat amellerin kendisi ile değil. Şanı yüce Allah da Terazinin her iki ke­fesine de içinde amellerin yazılı olduğu salıifeleri koymak suretiyle diledi­ği takdirde Mizanı hafifletir, dilediği takdirde de ağırlaştırır.

Müslim'in Salıih'indeSafvan b. Muhriz'den şöyle dediği nakledilmektedir: Bir adam İbn Ömer'e şöyle dedi: Sen, Rasulullah (sav)'ın ikili söyleşme (yani kıyamet gününde yüce Allah'ın kulu ile konuşması) hakkında ne duy­dun? O da, ben onu şöyle buyururken dinledim diye cevap verdi: "Kıyamet gününde mü'min, aziz ve celil olan Rabbine, Rabbi onun üzerine örtüsünü ve affını bırakıncaya kadar yakınlaştırılır. Ona günahlarını söyletir. Biliyor mu­sun diye sorar, o da: Evet Rabbim biliyorum, der. (Rabbi) buyurur ki: Dün­yada iken Ben senin bu günahını örtmüş idim. Bugün de onu sana bağışlı­yorum. Sonra da ona hasenatının yazılı olduğu sahife verilir. Kâfirlerle münafıklara ise, herkesin önünde (duyacağı şekilde): İşte bunlar Allah'a karşı yalan uyduranlardır, denilir."(1)

Hz. Peygamberin: "Ona hasenatının yazılı olduğu sahife verilir" ifadesi, amellerin sahifelere yazıldığı ve tartılacağına delildir.

İbnMace de Abdullah b. Amr yoluyla gelen hadiste şöyle dediğini nak­ledesi, amellerin sahifelere yazıldığı ve tartılacağına delildir,demektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Kıyamet gününde, herkesin gözü önünde (duyacağı bir şekilde) ümmetimden bir kişi çağrılacak. Onun karşı­sına her birisi gözün uzanabildiği kadar uzanacak doksan dokuz kayıtlı si­cil yayılacak. Sonra, şanı yüce ve mübarek olan Allah şöyle buyuracak: Bunlardan herhangi bir şeyi inkar ediyor musun?. O, hayır Rabbim diyecek. Yüce Allah soracak: Benim koruyucu yazıcılarım (meleklerim) sana zul­metti mi?.O, hayır diyecek, Sonra şöyle buyuracak: Senin ileri sürecek bir mazeretin var mı? Senin bir hasenen var mı? Adam, korkacak ve: Hayır di­yecek.

Bu sefer yüce Allah şöyle buyuracak. (Durum) sandığın gibi değil. Se­nin Bizim nezdimizde iyiliklerin var. Bugün senin aleyhine zulüm sözkonusu olmaz, denilecek ve ona, üzerinde: "Eşhedü en lâilahe illallah ve enne Muhammeden Abduhu ve Rasulühü" diye yazı bulunan bir belge çıkartılacak. O da, Rabbim bu kâğıt parçacığının bunca sicillere karşılık kıymeti ne ola­bilir ki? diyecek. Yüce Allah: Şüphesiz sana zulmedilmeyecek diye buyura­cak ve bütün o siciller bir kefeye konulacak, (şehadet kelimesinin yazılı ol­duğu) o kâğıt parçası da diğer kefeye konulacak. Bütün o siciller (in bulun­duğu kefe) havaya kalkarken, o kâğıt parçası ağır basacak."(2) Tirmizî de: "Al­lah'ın adına karşı hiç bir şey ağır basmayacak" ziyadesini ekledikten sonra: Hasen, garip bir hadistir, demektedir.(3)

İleride yüce Allah'ın izniyle el-KehfSûresi'nde (18/103-105. âyetler, 3. baş­lıkta) ve el-Enbiya Sûresi'nde (21/47. âyetin tefsirinde) bu hususa dair baş­ka açıklamalar da gelecektir.

Yüce Allah'ın: "Artık kimlerin terazileri ağır basarsa, işte onlar kurtu­luşa erenlerin tâ kendileridir. Kimin de terazileri hafif gelirse, onlar da âyetlerimize zulmetle geldikleri için kendilerini zarara uğratmış kimseler­dir" buyruğunda geçen; " Terazileri" kelimesi; Terazi keli­mesinin çoğuludur. Aslı ise şeklindedir. "Vav" harfi önceki harf esreli oluduğundan dolayı "ye"ye dönüştürülmüştür.

Şöyle de denilmiştir: Amelde bulunan tek bir kişi için her birisinde bir çe­şit amelinin tartılacağı birden çok mizanlarının (terazilerinin) olması da mümkündür. Her bir kişi için tek bir mizan olması da mümkündür ve bu hu­sus, çoğul lafzı kullanılarak dile getirilmiştir.

Nitekim: Filan kişi Mek­ke'ye katırlar üzerinde yola çıktı, filan kişi Basra'ya gemilerle yola çıktı," de­mek bu kabildendir. Kur'ân-ı Kerim'de de şöyle buyrulmuştur: "Nuh kavmi peygamberleri yalanladı" (eş-Şuara, 26/105); "Ad kavmi peygamberleri ya­lanladı." (eş-Şuara, 26/123) Oysa, (buyruklarla ilgili) iki te'vilden birisine gö­re bunların her birisine gönderilen peygamber bir tane idi.

"Teraziler" kelimesinin aslında mizan kelimesinin değil de -tar­tıları anlamına gelen-; kelimesinin çoğulu olduğu da söylenmiştir. Bu­na göre "el-Mevazin" ile tartıya giren ameller kastedilmiştir. "Kiminde te­razileri hafif gelirse" buyruğu da bunun gibidir.

İbn Abbas da şöyle demektedir: "İyilikler ve kötülükler , dili ve iki kefe­si bulunan bir terazide tartılacaklardır. Mü'min kimseye ameli en güzel şe­kilde getirilecek ve terazinin kefesine bırakılacak. Hasenatı da seyyiâtına (iyi­likleri kötülüklerine) ağır basacaktır. İşte, yüce Allah'ın: "Artık kimlerin te­razileri ağır basarsa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir" buy­ruğunda kastedilen budur. Kâfirin ameli de en çirkin şekilde getirilir, miza­nın kefesine bırakılır. Ve ağırlığı hafif basar, sonunda cehenneme düşer."

İbn Abbas'ın işaret ettiği bu husus, şu söylenenlere yakındır: Şanı yüce Al­lah, kulların amellerinden her bir bölümü bir cevher (öz) olarak yaratır. Bu özler tartılacaktır. Ancak, îbnFürek ve başkaları bunu reddetmiştir. Nakle­dilen rivayette ise şöyle denmektedir: Mü'minin hasenatı hafif geldiğinde, Rasulullah (sav) parmak kadar üzerinde yazı bulunan bir kâğıdı çıkartır ve onu kulun hasenatının bulunduğu terazinin sağ kefesine bırakır.

Böylelikle ha­senat ağır basar. O mü'min kul, Peygamber (sav)'a şöyle der: Anam babam sana feda olsun ne kadar güzel bir yüzün var, ne kadar güzel bir yaratılışın var! Sen kimsin? Şöyle buyurur: "Ben senin peygamberin Muhammed'im." İşte bunlar da senin bana getirmiş olduğun salat ve selamlardır. İşte bunlara en çok ihtiyaç duyduğun bir zamanda onları sana geri ödüyorum." [4]

Bunu, el-Kuşeyrî Tefsir'inde nakletmektedir. Onun da naklettiğine göre, hadiste geçen "bitâka" (üzerinde yazı bulunan küçük bir kâğıt parçası), Mi­sırlıların lehçesinde eşyaların numarasının yazılı olduğu bir parçadır.

îbnMace der ki: Muhammed b. Yahya da der ki: Bitâka, üzerinde yazı bu­lunan küçük bir parça demektir. Mısırlılar bu parçaya bitâka derler. [5) Huzeyfe der ki: Kıyamet gününde Mizanların başında duracak kişi Cebrail (a.s)'dır. Yüce Allah şöyle buyuracaktır: "Ey Cebrail, aralarında amelle­rini taıt ve birindeki hakkı alıp (hak sahibi olan) öbürüne ver." Sonra şöyle dedi: Orada ne altın, ne de gümüş vardır. Eğer zalimin iyilikleri varsa, onun iyiliklerinden alınır, mazluma verilir. Şayet iyilikleri yoksa, mazlumun kötü­lüklerinden alınır, zalime yükletilir. Böylelikle adam üzerinde dağlan andı­ran yükler bulunduğu halde geri döner.[6]

Peygamber (sav)'dan da şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

Şanı yüce Allah kıyamet gününde "Ey Adem, Mizanın yakınında Kürsi'nin yanına çık git ve çocuklarının amellerinden önüne getirilecek olanlara bak. Her kimin hayrı şerrine bir tane ağırlığı kadar ağır basacak olursa, onun İçin cennet vardır. Kimin de şerri bir tane ağırlığınca hayrından ağır basarsa, ona da cehennem vardır. Tâ ki Sen, Benim zalimden başka hiç bir kimseye azap etmeyeceğimi bilesin."(7)




(1)-Buhârî, Mezâlim 2, Tefsir 11. sı'ıre 4, Edeb 60, Tevhid 36; Müslim, Tevbe 52; İbnMâ-ce, Mukaddime 13; Müsned, [I, 741 105.

(2)Tirmizi, İman 17; İbnMâce, Ziilıd 35; Müsned, II, 213.

(3)-Tirmizi, İman 17.

(4)-Uzunca rivayetin sonlarındaki bir bölüm olarak: Suyûtî, ed-Durru'l-Mensâr, III, 421.

(5)-İbnMâce, Zühd 35.

(6) -Benzeri bir ifadeyi Ebu Hureyre, Peygamber (sav) den hadîs olarak nakletmektedir: Müslim. Birr 59; Tirmizi, Sıfatu'l-Kıyame. 2; Müsned, II, 303, 334, 172.

(7)-İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/280-284.
Devamını Oku »

İnsanın İhtiyârî Fiillerdeki Mes’uliyeti




İhtiyârî (irademizle yaptığımız fiiller) ve ızdırarî (irademiz dışındaki filer) fiiller bir tutulamaz: İnsanda tezahür eden fiiller iki kısma ayrılır. Bunlardan bir kısmı tamamen irademiz dışında meydana gelir. Iztırarî fiiller dediğimiz bu fiiller için herhangi bir mesuliyet veya mükâfat sözkonusu değildir. Bunlara misâl olarak, göz kapaklarımızın çalışması, kanımızın dolaşımı, cinsiyetimiz, ırkımız verilebilir. Diğer kısım ise,kendi irademizle işlediğimiz fiillerdir. İşte, hayra veya şerre vesile olan fiiller, ihtiyârî fiiller dediğimiz bu ikinci kısımdır. Bakma, yeme, içme, konuşma gibi. Kendisinden meydana gelen fiillerden hangilerinin ihtiyârî, hangilerinin ıztırarî olduğunu vicdanen bilen bir insan, kendi cüz’î iradesiyle işlediği kötülükler için neye dayanarak; ne yapayım, kaderim böyle olduğundan bu fenalığı mecburen işledim diyebilir?

Yaptığı iyilikler konusunda, ben böyle yaptım, şöyle ettim şeklinde konuşan bir insan, işlediği kötülükleri kadere nasıl havale edebilir? Hâlbuki aynı kötülükleri karşısındaki muhatabı işleyince işi kadere havale etmez. Meselâ, evine giren hırsız hakkında dâvâcı olurken kaderi hatırlamaz. Hırsızın hâkim huzurunda: Benim ne kabahatim var; kaderim böyle olduğundan mecburen hırsızlık yaptım, şeklindeki müdafaasına öfkelenmekten kendisini alamaz. Aynı şekilde, çocuğunun canına kasteden bir caninin boğazına yapışırken, bu adamın kaderi böyle imiş; istese de istemese de çocuğumu öldürecekti, diye düşünmez. Veya, namusuna kötü gözle bakan kimsenin gözünü çıkarmak isterken, ne yapayım, kaderimde bu varmış, müdahale edemem, demez. O halde, hangi mantıkla, aynı fiilleri kendi işlediği zaman suçunu kadere havale edebilir?

Bu aldatmaca ile kadere iftira eden bir insan, dünya ve âhiret saadetinikaybetmekten ve cemiyetin huzurunu bozmaktan başka birşey yapmamaktadır.

Eğer insanlarda görülen ihtiyârî ve ıztırarî fiiller bir tutulursa, yâni isteyerek işlenen fiiller kadere yanlış mânâda havale edilip, o fiillerde bir mecburiyet olduğu sanılırsa, birçok hurâfeler ortaya çıkar. Bu durumda, insanlar ne kazandıkları zaferlerle öğünebilirler, ne ilim ve sanatlarıyla iftihar
edebilirler, ne de düşmanlarını cehalet ve vahşetlerinden dolayı kötüleyebilirler.

Bu sapık görüşe göre, hiç kimse hiçbir fiil ve hareketinden mesul tutulamayacağı gibi, mükâfat da göremeyecektir. Artık ne Hz. Ömer’in adaletinden, ne Haccac-ı Zâlim’in zulmünden bahsedilebilecektir. Zira birincisi mecburen âdil olmuş, ikincisi ister istemez zulmetmiştir!

Dünya işlerimizde cüz’î irademizi kullandığımızı ve hiçbir engelle karşılaşmadığımızı vicdanen bildiğimiz halde, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine uymakta karşımıza engeller çıktığını nasıl iddia edebiliriz? Yâni, mübah olan dünya işlerinin veya günah ve isyanların işlenmesinde insanın karşısına çıkmayan engeller sadece ibâdette mi çıkıyor ki, bazı kimseler, kaderimde olsaydı ibâdet ederdim gibi mânâsız ve asılsız bir özür beyânında bulunuyorlar.

Ev yapmaya niyet eden bir insan bazı imkânsızlıklar dolayısıyla bu isteğine muvaffak olamayınca, ne yapayım, kaderim böyle imiş, diyebilir, lâkin o insan Cennet’teki köşkünü inşâda bir ihmal gösterirse, bu kusurunu kadere yükleyemez. Namaz kılmak isteyen bir kimsenin bu ibâdetini işlemesine ne mâni vardır? Eğer namaz kılmasını engelleyen zorlayıcı sebep bulunsa o zaman mesuliyeti söz konusu olmaz. Namaz kılmaya niyet eden kimse, ellerini akan musluğa götürünce su mu kesiliyor? 

Namazda hareket edemiyor mu? Ezberinde olan sureleri namaz esnasında unutuyor mu? Evet mücbir yani zorlayıcı sebepten kastımız, aşılması insan tâkatının üstünde olan mânilerdir. Meselâ bir insan zorla meyhaneye götürülse ve elleri bağlanarak ağzından içki dökülse, bu kimse gücünün yettiği kadar karşı koymakla mesuliyetten kurtulur. Zira adı geçen fiili kendi cüz’î iradesiyle işlememiştir. Kendi iradesiyle içki içen veya bir başka günahı işleyen bir kimse, bunları kaderin mahkûmu olarak zorla işlediğini, ev misâlindeki adam gibi mazur olduğunu, elbette iddia edemez.

Bu noktada şu soruya cevap bulunması gerekir: Acaba hayatlarını Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği şekilde geçiren insanların, yaratılış itibariyle diğerlerinden bir farklılıkları mı var ki o yolu seçiyorlar? Misâl olarak, Hz. Ömer’le Ebû Cehil’in cüz’î iradeleri farklı derecede miydi ki, birisi hidâyeti, diğeri dalâleti tercih etti?

Vicdan, akıl ve mantık, insanların, hem dünya işlerinde ve hem de ibâdetlerinde, ihtiyâr (irade) sahibi olduklarını kabul eder.

Meselenin diğer bir yönü de şudur: Eğer insanlar günahları ezelde takdir edildiği için mecburen işleselerdi, herşeyi sonsuz hikmetle yaratan Hâkîm-i Zülcelâl’in insanlara peygamberler göndermesi, kitaplar indirmesi, onlara emir ve yasaklarda bulunması hep mânâsız olurdu. Meselâ, Cenâb-ı Hak bir insanı Cehennem için yaratmış olsa ve bunda insan iradesinin hiç bir payı olmasaydı, insanların Kur’ân-ı Kerîm’de Cehennem’le tehdit edilmelerine lüzum kalır mıydı? Veya, insanlar ibâdet etmelerinde kaderin mahkûmu olsalardı, iradelerini kullanmaları söz konusu olmasaydı, Allah-u Azimüşşân’ın insanlara ibâdeti emretmesine ne mânâ verilecekti?

Diğer taraftan, Hak Teâlâ, Râuf ve Gaffar isimlerinin icabı olarak bizlere tevbeyi emretmekte, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

“Tevbe eden kimse hiç günah işlememiş gibidir.” “Allah günahlarla imtihan edildiği vakit, tevbe eden mü’min kulunu sever.”

Yüce Rabbimiz, ebedî saadete erişmek ve mânen yükselmek isteyenleri o makamlara tevbe kapısından dâvet etmekte; kendi günahlarımızla kapattığımız saadet kapısını biz ölünceye kadar açık tutarak, her ne zaman tevbe etsek lütfuyla kabul buyurmaktadır. Bu sırra binâen, herhangi bir günahtan sonra tevbe etmek vâcibtir. Hâlbuki irademiz dahilinde olmayan hiçbir şey vâcib değildir. Eğer insan cüz’î iradesini kullanmakta bir cebir ve zorlama altında bulunsaydı tevbe hususundaki bütün emir ve teklifler insanla alay etmek mânâsına gelirdi. İnsanların bir kısmının hayır, diğer kısmının şer yolunu seçmeleri gösteriyor ki, irade ve ihtiyâr insandadır; tercih ona bırakılmıştır. 

Eğer böyle olmasaydı, koyunların süt vermesi, develerin yük taşıması gibi, insanlar da kendilerine kaderin yüklediği vazifeleri ömürleri boyunca yapacaklardı. Hâlbuki hiçbir dinî bilgimiz olmasa da, insanlarla diğer hayvanlar arasındaki farklılığı anlayacak durumdayız. Bizler biliyoruz ki, insanlar yollarını kendi iradeleriyle seçmekte, yıllar sonrasını düşünmekte, plân ve program yapmaktadırlar. O halde, insan ebedî saadetin yolunu seçebilir, onun şartlarını yerine getirebilir ve Rabbül Âlemîn’in Kur’ân-ı Kerîm’le çizdiği saadet programına harfiyyen uyabilir. Öyleyse tercihini yanlış kullanması hâlinde elbette mesul olacağı ve ebedî saadetten mahrum kalacağı aklın gereğidir.

İnsanların cüz’î iradeleriyle Âdil-i Hakîm’in emir ve yasaklarını tercihte serbest bırakılmaları Cenâb-ı Hakk’ın adaletinin de icabıdır. Cebir ve zorlama olmaması için mutlak irade sahibi olan Allah-u Azimüşşân kendi iradesini kullarının cüz’î iradelerine binâ etmiştir. Bütün fiilleri kendi kudret ve iradesi ile yaratan O Hâlık-ı Küllî Şey, kulun ihtiyarî fiillerini yaratmakta, onun cüz’î iradesini, arzusunu, tercihini şart kılmıştır. Yâni, kul cüz’î iradesiyle bir fiile teşebbüs etmedikçe Cenâb-ı Hak o fiili yaratmamaktadır. Kul, cüz’î iradesiyle ihtiyarî fiillerden hangisini tercih ederse -hayır olsun, şer olsun- Cenâb-ı Hak, dilerse, irade ve kudretiyle onu yaratmaktadır. Bu hakikati bir misâl ile açıklamaya çalışalım:

Bir padişahın misafirhânesinde bulunduğunuzu, bu misafirhânenin her katında ayrı ayrı nimet ve ihsanların sergilendiğini ve bir hikmet için bodrum katının kaplan, pars gibi vahşî ve yılan gibi zehirli hayvanlarla dolu olduğunu farzediniz. Ve yine padişahın, elçileri ve fermanlarıyla sizi üst katlardaki ziyafet yerlerine dâvet ve teşvik, alt kata inmekten ise men ettiğini kabul ediniz. Siz bu misafirhânenin asansörüne bindiğinizde istediğiniz katın düğmesine basabilirsiniz. Siz hangi düğmeye dokunursanız asansör sizi o kata çıkaracaktır. Yâni asansör sizin tercihinize tâbidir. Siz defalarca üst katlara ait düğmelere basıp, oralarda hazırlanmış nimetlerden istifade ettikten sonra, nefsinize uyarak, bir de bodrum katının düğmesine basayım, deseniz ve o kata inseniz, karşılaşacağınız dehşet verici durumu elbette kendiniz hazırlamış olacaksınız. 

İşte misâlde padişahın iradesini temsil eden asansör, sizin arzunuza, kararınıza, tercihinize tâbi kılınmıştır. Hayrı istediğinizde sizi hayra götürmekte, şerri istediğinizde şerre indirmektedir. İşte bu misâl gibi, bizler cüz’î irademizle hayır ve şer, müsbet ve menfî fiillerden herbirini seçebilecek durumdayız. Hayrı seçtiğimizde Allah-u Azimüşşân küllî iradesiyle hayrı, şerri seçtiğimizde ise şerri yaratmaktadır. İnsan neye bakmak isterse, güneş ışığıyla insanın önüne o şeyi sergilediği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesi ve mutlak kudreti de cüz’î iradeye taalluk etmekte, ona göre hüküm vermekte, kul neyi isterse, Allah onu yaratmaktadır. Bizim elimizde olan tek şey asansör düğmesine basmak hükmündeki tercihimizi kullanmaktır. 

Bu tercihten sonra vücudumuzdaki azalarımızın çalışmasından, söz konusu fiilin meydana gelmesi için kâinatta yapılması gerekli faaliyetlere kadar, bütün fiiller Hâlık-ı Teâlâ’nın küllî iradesi ve mutlak kudretiyle yaratılmaktadır. Meselâ, görme fiilinde insanın elinde olan şey, helâl veya haramdan birisine bakmayı tercih etmektir. Bundan sonrası, yâni görmemizin dahilî ve haricî şartlarının yaratılması Cenâb-ı Hakk’a aittir. Zira görmek için gözdeki bütün hareketleri, görmeye sebep olan güneş ışığını ve diğer şartları yaratan hep O’dur. O halde, kendi iradesiyle harama nazar eden veya ahlak dışı bir kitabı okuyan kimse: Ne yapayım, bunları bana güneşin ışığı gösterdi diyemediği gibi, insan cüz’î iradesiyle işlediği bir günahı ve hatası için, İrade-i Küllîye’nin mahkûmu olduğunu iddia edemez.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“İrade-i cüz’iye-i insâniye ve cüz’-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz’î iradeyi, irade-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yâni mânen der:

“Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir!”

Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp “Nereyi istersen seni oraya götüreceğim” desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette “Sen istedin” diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenâb-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet za’fta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.

Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gâyet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kısa, cüz’-i ihtiyârî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem’e yetişmesin.
Demek, dua ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tevbe dahi, meyelân-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.”7

Özetleyecek olursak: Vicdanen biliyoruz ki, biz diğer mahlûklardan farklı olarak bir nevî hür yaratılmışız. Kudretimiz miktarınca, arzu ettiğimiz ve sevdiğimiz şeyleri tercih edebiliyor ve elimize alabiliyoruz. Ve yine biliyoruz ki, Cenâb-ı Hakk’ın iradesi irademize, yaratması kesbimize bina edilmektedir. Bizler irade ve kastımızı hayra sarfettik de Cenâb-ı Hak, bizim tercihimizin aksine, hakkımızda şer mi yarattı? Elbette ki hayır! Hikmet ve Kerem Sahibi olan Yüce Rabbimiz, irademizi hayra sarfettiğimizde keremiyle hayır yaratıyor; şerri tercih ettiğimizde hikmet ve adaletiyle şerri yaratıyor. Ancak Cenab-ı Hakk’ın şerlere rızası yoktur. Allah’ın mahlûku olan bir babanın evladının kötülüğünü istemesi ve bir öğretmenin de talebesini başarısızlığından memnun olması mümkün değildir.

Önemli bir mes’ele birçok insan tarafından şöyle sorulmaktadır:

Cenâb-ı Hak ezelde ilim ve iradesiyle herşeyi tesbit ve takdir ettiğine göre bir insanın hakkında şer işlemeyi takdir etmişse o kimse nasıl hayır işleyebilir ve bu durumda nasıl mesul tutulabilir?

Evet, Âlim-i Mutlak olan Allah-u Azimüşşân, olmuş ve olacak herşeyi, ihtiyarî ve ıztırarî bütün fiilleri ezelde takdir etmiş, tanzim etmiş ve Levh-i Mahfûz’da kaydetmiştir. Hiçbir şey O’nun tesbit ve takdirinden ayrılamaz. Bütün varlıklar o takdire tâbidir. Lâkin bu durum bizleri mesuliyetten kurtaramaz. İlm-i kelâm âlimleri bu hakikati ilim malûma tâbidir; öyle ise malûm ilme tâbi değildir, kaidesiyle izah etmişlerdir. Istılâhta, ilim; bir şeyin zihindeki şekli, malûm ise o şeyin hariçteki şekli olarak tarif edilir. Meselâ, bizim bir çiçeği bilmemizde, o çiçeğin zihnimizdeki şekli ilim, hariçteki şekli, yâni kendisi ise malûmdur. İşte burada ilim, malûma tâbidir, yâni bir çiçek hariçte nasılsa biz de onu öylece bilmekteyiz. Yoksa çiçeği biz nasıl biliyorsak çiçeğin kendisi o şekle uymak durumunda değildir.

Veya bir kimsenin adının Ahmed olduğunu bilmemiz ilimdir; malûm, o şahsın adının Ahmed olduğudur. Böylece ilim, malûma tâbi olmuştur. Malûm ilme tâbi olsaydı, o kimsenin adını Mehmed bildiğimizde adı Mehmed olurdu, Hasan bildiğimizdeyse Hasan olurdu.

Yukarıda belirttiğimiz kaidede mevzumuz yönünden kastedilen ilim, işlediğimiz bütün amelleri Cenâb-ı Hakk’ın ezelî ilmiyle bilmesi malûm ise işlediğimiz amellerdir. Buna göre söz konusu kaideyi şöyle ifade edebiliriz:

İnsanlar ihtiyarî fiilleri nasıl işleyeceklerse, Cenâb-ı Hak ezelde öylece bilmiş ve takdir etmiştir. Yoksa Zât-ı Akdes öyle bildiği için insanlar o fiilleri öyle işlemiş değildir. Şimdi, meseleye bazı misâllerle biraz daha açıklık getirelim.

Güneş veya ay tutulmasının tarihini ve saatini bir astronomi âliminin önceden bilmesi ilimdir. Malûm ise o tarihte güneşin tutulmasıdır. Dolayısıyla
ilim, malûma tâbi olmuştur. Malûm, ilme tâbi olsaydı, astronomi âlimi güneşin hangi tarihte tutulacağını bilse, güneş tutulması da o tarihte olurdu. Şimdi acaba, o astronomi âlimi güneşin o tarihte tutulacağını bildiği için mi güneş o tarihte tutuldu.? Yoksa o âlim, ilmiyle güneşin o tarihte tutulacağı bildiği için mi yazdı? Elbette bildiği için yazdı.

İşte bir insanın, cüz’î iradesiyle işlediği bütün fiiller Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i ezelîsindedir. Yâni, o insanın bütün amellerini Cenâb-ı Hak ezelde bilmektedir. Bu ilim de malûma tâbidir. Malûm olan, o kimsenin işlediği iyi veya kötü amelleri, yâni fiilleridir. Kul o fiilleri işleyeceği için âlim-i mutlak olan Allah öylece bilmiştir. Yoksa Cenâb-ı Hak öyle bildiği için, kul da mecburen o fiilleri işlemiş değildir. Yâni, malûm, ilme tâbi değildir.

Kulun işlediği fiil hayır ise Cenâb-ı Hak onu hayır olarak bilir; öyle de irade ve takdir eder. Kulun şer olan fiilini de Cenâb-ı Hak ezeli ilmiyle şer olarak bilmiş ve o şekilde takdir buyurmuştur.

Bu hakikate bir derece bakabilmemiz için gerekli kabiliyeti Rabb-i Alâ’mız bizlere ihsan etmiştir. O’nun bizlere lütfettiği ilim ve irade sıfatlarından, Hakalyakîn biliyoruz ki, irade ilme tâbidir. Meselâ, insan bir eser yapmayı bildiğinde, iradesi bu ilme tâbi olarak, eserin plân ve programını tâyin eder. Daha sonra kudret de iradeye tâbi olur ve insan önceden plânladığı tarzda eserini inşâ eder.

İşte, zaman ve mekânın yaratıcısı olan Allah, ezelî ilmiyle, bizim gerek irademizle işleyeceğimiz bütün fiilleri ve gerekse irademiz dışında başımızdan geçecek bütün hâdiseleri bilmektedir. İşte kader, bu bilme keyfiyeti üzerine, Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesiyle bizim hayat programımızı takdiri ve Levh-i Mahfûz’da tesbitidir. Bu takdir ve tesbit ilme dayanmaktadır, ilim ise malûma tâbidir. Buna göre bir kul kendi cüz’î iradesiyle, ibâdet etmeyi ibâdet etmemeye tercih ediyorsa, elbette ki Cenâb-ı Hak onu abid olarak bilecek ve öyle takdir edecektir... Yoksa Allah-u Teâlâ o kulun ibâdet etmesini takdir ettiği için, o ibâdet ediyor değildir. Şerle ilgili fiiller de aynı şekilde değerlendirilecektir.

Mevzuya ışık tutacak birkaç misâl daha verelim:

Bir komutanın yüksek bir yerden sahradaki askerlerinin hareketlerini fotoğraflarla tesbit ettiğini ve bütün konuşmalarını hassas cihazlarla kaydettiğini farzediniz. Bu komutan, daha sonra huzuruna celbettiği askerlere fotoğrafları gösterip konuşmaları bantlardan dinlettiğinde, hareketleri ve sözleri cezayı gerektiren bir nefer,

“Siz benim hareketlerimi ve konuşmalarımı niçin kötü olarak tesbit ettiniz?”

diyebilir mi? Dese cezaya müstahak olmaz mı? Çünkü tesbit etme fiili hâdiseye tâbidir. Yoksa hâdise, tesbite bağlı değildir.

Şimdi şöyle bir soru soralım: Hâdiseye tesir etmeme bakımından, yukarıdaki misâlde belirtilen ânında tesbit ile hâdiseyi olmadan önce tesbit etme arasında ne fark vardır? Misâldeki komutan, neferlerin yapacakları işleri ve söyleyecekleri sözleri önceden, meselâ bir rüya-i sâdıka ile bilseydi bu bilme keyfiyeti neferler üzerinde herhangi bir tesir mi yapacaktı?

Kader de insanın ömrü boyunca işleyeceği bütün fiillerin ezelde tesbiti değil midir?

Yukarıdaki misâlde ifade etmek istediğimiz hakikati, televizyon, gayet güzel izah etmektedir. Bilindiği gibi televizyonda hâdiseler bazen ânında verilmekte, bazen de geçmişte tesbit edilen hâdiseler sonradan gösterilmektedir.Her bir fen ve her bir keşif, Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta dercedip koyduğu bir hakikati ilân ettiği gibi, televizyonda suretlerin ve seslerin muhafaza edildiği hakikatini izah etmiştir. Hâfız-ı Hakîm insanlara müstakbel hâdiseleri tesbit edebilecekleri bir âlet yapmayı nasib etse, o takdirde Levh-i Mahfûz’un küçük bir misâli ortaya konmuş olacaktır. Şimdi, hem mâziyi, hem hâli, hem de istikbali bize gösteren bu cihaz, dedemizin bir kabahatini gösterse veya istikbâlde bir cinayeti sergilese, “Bu cihaz böyle tesbit etmese, dedem o kabahati işlemezdi, torunum da câni olamazdı” diyebilecek miyiz?

İşte, Hz. Âdem’den (a.s) kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün insanların bütün amelleri Levh-i Mahfûz’da kaydedilmiştir. Kader-i İlâhî’nin bir defteri olan Levh-i Mahfûz’daki bu kayıt, insanların işledikleri ve işleyecekleri fiillere tâbidir; yâni nasıl işleyeceklerse öyle kaydedilmiştir. Yoksa Levh-i Mahfûz’da yazıldığı için insanlar mecburen o tarzda hareket etmiş değildir. Kaldı ki, böyle bir iddiada bulunan kimseye şu soru sorulacaktır:

“Sen istikbâlde yapacağın işlerin Levh-i Mahfûz’da nasıl yazıldığını, yâni mukadderatını biliyor musun?”

O halde, bir insan bilmediği şeye göre nasıl hareket etmektedir?

Evet, her meselede, ilim malûma tâbidir hakikati güneş gibi parlıyor ve kul cüz’î iradesiyle hangi işi tercih ederse, Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesiyle o işi takdir ettiği ve fiilin işlenmesine teşebbüs ânında da o işi yarattığı açıkça anlaşılıyor.

Bu hakikati izah etmek için birkaç misâl daha verelim: Bir öğretmenin yılların verdiği tecrübe ve ferâsetle öğrencilerinin okula devam etme durumlarını ve sene sonunda alacakları notları önceden bildiğini ve iradesiyle öğrencilere bu notları takdir ederek not defterine kaydettiğini farzediniz. Sene sonu imtihanının tam tamına öğretmenin ilminde mevcut olan tarzda neticelenmesi hâlinde sözkonusu öğretmen, öğrencilere hitaben:

“Ben neticelerin böyle olacağını tâ sene başında biliyordum”

dese, zayıf not alan öğrenciler:

“O halde bizim ne kabahatimiz var? Siz bizi çalışkan olarak bilseydiniz, biz de sınıfımızı geçerdik”

diyebilirler mi? İşte bu misâlde sınıftaki öğrencilerin hangilerinin başarılı olup, hangilerinin sınıfta kalacağını öğretmenin önceden bilmesi ilimdir ve onun kemâline delildir. Malûm ise, öğrencilerin çalışıp çalışmamalarıdır. Dolayısıyla ilim, malûma tâbi olmuştur.Malûm, ilme tâbi olsaydı, öğretmenin çalışkan bildiği talebeler ister istemez derslerine çalışacaklar, tembel bildikleri ise bütün arzularına rağmen çalışamayacaklardı. Yâni, öğretmenin ilmi öğrencilerden bir kısmını zorla çalışmaya, diğer kısmını ise çalışmamaya sevk edecekti.

Velî bir hâkim düşününüz. Bu zât, kerametiyle, adliye önünden geçen bir adamın hırsızlık etmeye gittiğini keşfederek o şahsın cezasını takdir etse ve kayda geçse, biraz sonra hâkimin keşfettiği aynı suçu işleyerek mahkemeye getirilen bu adama, hâkim, suçunun karşılığı olan cezasını tebliğ edip bu cezadan bir miktarını da affettiğini bildirse, elbette ki hırsız, hâkime teşekkür edecek, minnettar kalacaktır.

Suçlu, mahkemeden çıkarken hâkim kendisine şöyle hitap etse:

“Ben senin bu suçu işleyeceğini önceden biliyordum ve sen o suçu işlemeden cezanı da takdir etmiştim.”

Bu takdirde suçlu, hâkime diyebilir mi ki,

“O halde benim ne kabahatim var? Siz benim bu suçu işleyeceğimi bildiğiniz için ben suç işledim. Dolayısıyla beraat etmem gerekir.”

Bu haddini bilmez hırsızın, gülünç durumuna düşmemek istiyorsak, cüz’î ihtiyârımızla işlediğimiz kötü işlerde kadere yapışmayalım.

Hem mesela, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) İstanbul’un fethedileceğini de, âhirzaman hâdiselerini de bilmiş ve ümmetine haber vermiştir. Bu ilim, malûma tâbidir. Onun içindir ki, İstanbul’u Fatih Sultan Mehmed’in fethettiğinden bahsediyor ve âhirzaman fitnesine kapılanlardan da nefret ediyoruz. Malûm, ilme tâbi olsaydı, İstanbul’u Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) fethettiğinden ve âhirzaman hâdiselerine -hâşâ- O’nun sebebiyet verdiğinden bahsetmemiz lâzım gelirdi. Zamandan münezzeh olan Cenâb-ı Hak, herşeyi ihata eden ilmiyle istikbâlde insanların başına gelecek hâdiseleri elbette bilecektir. Bu bilme bizi mesuliyetten kurtarmaz.

Bunun aksini düşünenlerin iddiaları neticede şu noktaya varmaktadır: Hazret-i Allah, başımıza gelecek hâdiseleri önceden -hâşâ- bilmeyecek, yani O Âlim-i Mutlak, herhangi bir fiili işlememizden sonra o meseleye vâkıf olacak ki, o zaman mesul olalım...

Böyle düşünen kimseleri, bu yanlış düşünceye sevkeden husus, mahlûkun ilmiyle, mahlûkları yoktan var eden Vâcib-ül Vücûd Hazretlerinin ezelî ilmini karıştırmalarıdır. Bu kimseler, sonradan kazanılan ilmin ancak mahlûk ilmi olabileceği hakikatinden gafletle, dalâlete düşmektedirler.

Bu mevzuu tamamlamadan önce şu hakikati kısaca izah etmek faydalı olacaktır:

“Ezel mâzi silsilesinin bir ucu değil. Belki ezel; mâzi, hâl ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misâldir.”8

Evet, Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ezelîdir. Ezelî olan bu ilim, mâzi, hâl ve istikbâldeki bütün hâdiseleri ihata etmiştir. Bundan dolayıdır ki, ilm-i ezelî için mâzi, hâl ve istikbâl farkı yoktur. Sadece O Sultan-ı Ezel ve Ebed’e mahsus olan bu ilmin keyfiyetini bir kul olarak hakkıyla anlamamız elbette mümkün değildir. Fakat bu hakikatin bazı şûalarına misâllerle uzaktan uzağa bakmaya çalışacağız.

Bilindiği gibi, büyüklük ve küçüklük, uzaklık ve yakınlık gibi, mâzi ve istikbâl de nisbî hakikatlerdir. Bunların hariçte vücudu yoktur; ancak mahlûklar birbirlerine nisbeten bu ünvanlarla yâdedilirler. Meselâ fil ile koyunu yanyana koyduğumuzda, file büyük, koyuna ise küçük dersiniz. Koyunun yanına bir karınca koyduğunuzda ise, koyunun büyük, karıncanın küçük olduğunu ifâde ederiz. Burada koyun, büyük ve küçük ünvanlarını diğer iki mahlûka nisbetle almıştır. Aynı şekilde, mâzi ve istikbâlde nisbî hakikatlerdendir. Meselâ, onununcu asır, dokuzuncu asra göre istikbal, onbirinci asra göre ise mâzidir. Bütün nisbî hakikatler gibi mâzi ve istikbâl de mahlûklar için kullanılmaktadır ve her şeyin yaratıcısı olan Allah bunlarla kayıdlı olmaktan münezzehtir.

O’nun kudreti için yıldızlarla zerrelerin farkı olmadığı gibi, ilmi için de mâzi ve istikbâl farkı yoktur. O Âlim-i Mutlak ezelî ilmiyle mâzide ve hâlde meydana gelen bütün hâdiseler yanında, istikbâlde olacak hâdiseleri de bilmektedir. Burada gelecek zaman hâdiseye atfedilmektedir, yâni hâdise vuku bulacaktır. Cenâb-ı Hak ise, onun vuku bulacağını bilmektedir. Bu ince ve derin hakikatle ilgili iki misâl verelim.

Üç vasıtanın Erzurum’dan İstanbul’a gitmekte olduğunu farzediniz. Bunlardan birisi Erzurum-Erzincan yolunda ilerleyen bir tren, ikincisi Ankara-Eskişehir yolunda giden bir otobüs, üçüncüsü ise İzmit-İstanbul arasında yol alan bir taksi olsun. İşte bu misâlde, otobüse göre tren mâzide kalmıştır, taksi ise istikbâldedir. Zira o, trenin geçtiği yolu 10-12 saat önce geçmiş olmasına rağmen, taksinin o anda bulunduğu yere ulaşması için 4-5 saate daha ihtiyacı vardır. İşte, bu üç vasıta için geçerli olan mâzi, hâl ve istikbâl gibi nisbî hakikatler, güneşi bağlamamaktadır. Faraza güneş hayat sahibi, ziyâsı da onun ilmi olsa, bu durumda güneş Erzurum-İstanbul yolunun tamamını ihata eden ziyâsıyla her üç vasıtanın bütün hareketlerine aynı anda vâkıf olur. Güneş, Erzurum-İstanbul yolunda hareket etmekten münezzeh olduğundan, o yoldan geçen vasıtalar için kullanılan nisbî hakikatlerle kayıtlı olamaz.

İşte zaman yolunda ilerleyen mahlûklar birbirlerine nisbetle mâzide kalmakta, hazır zamanda seyretmekte veya istikbâlde bulunmaktadır. Şu anda bizim dedelerimiz mâzide kaldılar; Hâlbuki bir zamanlar onların dedeleri de istikbâlden torun bekliyorlardı. İşte, dedelerimiz istikbâlden gelip, hâle uğrayarak teneffüs edip mâziye döküldükleri gibi bizler de bir gün mâzi denizine döküleceğiz. Herşeyi yaratan Hâlık-ı Zülcelâl biz kulların zaman içindeki seyri için kullanılan, mâzi, hâl ve istikbâl gibi nisbî hakikatlerle kayıtlı olmaktan yüz bin defa münezzehtir ve müberrâdır. Vücuda gelmiş ve gelecek olan bütün eşya O’nun ezelî ilminde mevcuttur. Sırası gelen, bu dünyaya gönderilmekte, yâni ilim dairesinden kudret dairesine geçmektedir.

Diğer bir misâl: Bir manzûmenin tamamını bildiğiniz takdirde sizin ilminizin manzumenin bütün mısralarına taallûku aynıdır. Yâni, birinci misâlde güneşin üç vasıtayı aynı anda seyretmesi gibi, sizin ilminiz de bütün mısralara aynı anda vâkıftır. Fakat manzûmenin mısraları için kendi aralarında öncelik ve sonralık sözkonusu olmaktadır. Meselâ, altıncı mısra dördüncü mısradan sonra, onuncu mısradan ise öncedir. Siz manzûmenin ilk beş mısrasını yazıp altıncıyı yazmaya başladığınızda, artık dördüncü mısra mâzide kalmış, yazılmıştır. Onuncu mısra ise henüz istikbâldedir, yâni vücuda gelmemiştir.Hâlbuki vücuda gelmeyen bu onuncu mısra sizin ilminizde mevcuttur. O halde, öncelik ve sonralık ilminiz için sözkonusu değildir.

Verdiğimiz bu iki misâl, ancak birer sönük, küçük dürbün vazifesi görmekte ve O Âlim-i Mutlak ve Kadîr-i Küll-i Şey’in ezelî ilminin eşyaya taallûkunda mâzi, hâl ve istikbâl farkı bulunmadığı hakikatini bir derece göstermektedir.

Elhâsıl, ezel, mâzi, hâl ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misâldir, cümlesindeki aynadan maksat ilimdir. Bir ayna ne kadar aşağıda olursa o kadar dar bir sahayı içine alır. Yükseğe çıktıkça ihata sahası genişler. En aşağıdaki ayna bizim ilmimizdir. Daha yukarılarda derecelerine göre velîlerin aynaları vardır. Onlar kerâmetleriyle istikbaldeki hâdiselerden bir derece bahsedebilmektedirler. Peygamberlerin aynaları ise İlâhî bir lütuf ve mucize olarak, geçmiş ve gelecek zamandan çok geniş bir sahayı içine almaktadır. İşte ezel, bir mânâda İlm-i İlâhî demektir. Cenâb-ı Hakk’ın ilmi mâzi, hâl ve istikbâli birden tutmaktadır. O ilim için öncelik, sonralık sözkonusu değildir. Buna göre hakikat şu şekilde ifâdesini bulmaktadır:

“Zât-ı Akdes bizim işlediğimiz, işlemekte olduğumuz ve işleyeceğimiz bütün fiilleri ezelî ilmiyle bilmektedir.”

O halde Cenâb-ı Hakk’ın her hâdiseyi meydana gelmeden önce bildiğinden bahsedilirken O’nun için öncelik ve sonralık sözkonusu olmadığı, buradaki önce ifâdesinin bizim için kullanıldığı hatırdan çıkarılmamalıdır.

Dip Notlar
7:Sözler
8:Sözler

Yazar: Mehmed Kırkıncı, 07-7-2010
Devamını Oku »