Ahirette Allah'ın Görülecek Olması,Kuran'a Aykırı mı ?



Ahirette Allah'ın Görülecek Olması,Kuran'a Aykırı mı ?


Ebû Hureyre’den rivâyet edilmiştir: “İnsanlar; “Ey Allâh’ın Resûlü!  Kıyâmet günü Rabbimizi görecek miyiz?” diye sordular. Hz. Pey- gamber onlara; “Bulutsuz bir günde ve öğle vaktinde güneşi görmekte zorlanır mısınız?” diye sordu. “Hayır!” dediler. Tekrar; “Bulutsuz ve  dolunaylı bir gecede ayı görmekte zorlanır mısınız?” diye sordu. Yine “Hayır!” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, şunları söyledi: “Ha­yatım elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, (o gün) Rabbinizi görmek konusunda çekeceğiniz zorluk, ancak (bugün) ay ve güneşi görmek ko­nusunda çektiğiniz zorluk kadar olacaktır...’’(Müslim,Zühd,16)



Konuyla ilgili başka hadîsler de vardır.(Buhari,Mevakıt,16-26;Tefsir,50/1;Tevhid,24 ; Ebu Davud,Sünnet,20;Tirmizi,Cennet,16)



Ehl-i Sünnet âlimleri, cen­nette Allâh’ın görülmesini aklen mümkün, naklen vâcib görmüşlerdir. Aklen mümkündür, çünkü “Mademki, Allâh mevcuddur, öyle ise gö­rülecektir. Zira mevcut olan her şey görülür; öyle ise Cenab-ı Hak da görülecektir, fakat O’nu görmenin mahiyeti ve keyfiyeti meçhuldür.

Naklen vâcib olmasına gelince, yukarıdaki hadîsler ve onları teyid eden âyetler, bunun delilidir. Bu âyetler şunlardır:


a-“Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine baka­caklardır (O’nu göreceklerdir)".(Kıyamet,21-22)



b-“Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de, Rabbi onunla ko­nuştuğu zaman, Rabbim! bana (kendini) göster, Seni göreyim! dedi. Rabbi: (ona şöyle) dedi: ‘Sen beni asla göremezsin, fakat şu dağa bak; eğer o yerinde durabilirse beni göreceksin.’ Rabbi o dağa tecellî edince, onu paramparça etti”.(A’raf,143)



Eğer Allâh‘ın görül­mesi imkânsız olsa idi, Mûsâ peygamber bu tür bir talepte bu­lunmazdı. Zîrâ Ehl-i Sünnet’e göre, bir peygamber, Allâh’ın sı­fatlarından habersiz olamaz.



c-“Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası (ziyade) vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır”(Yunus,26) Âlimler bu âyette “ziyâde” ile kastedilenin Al lâh‘ı görmek olduğunu söylemişlerdir ki, bunu teyid eden hadîs de bulunmaktadır.(Müslim,İman 297;Tirmizi,Cennet 16)

Bütün bunlara rağmen, rü’yetullahın Kur’ân’a aykırı olduğu ileri sürülmüştür. Buna göre, rü’yetullahı nefyeden âyetler şöyledir:


-“Gözler O’nu göremez (idrâk edemez); halbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır’’.(En’am,103)



-“Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca,‘Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım’ dedi. Allâh da, ‘Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.’ dedi. Rabbi, dağa tecellî edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılın­ca, ‘Seni eksikliklerden uzak tutarım Allâhım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim ‘ dedi.”(A’raf,143)



İlk âyette geçen idrâk kelimesi, bir şeyi her cihetiyle anlamak demek değil, mahdut olan bir şeyi ihata etmek anlamındadır. Bu bakımdan, idrâk ile rü yet aynı şey değildir. İdrâk hususi, rü’yet ise umumîdir. Âyette asıl vurgulanmak istenen husus; “Her göz sahibi, O’nu idrâk edemez.” demektir. İbn Kesir şöyle der: “Bu gözler idrâk edemez” demek kıyâmet gününde Allâh’ı göremez demek, değildir. Çünkü AlIlâh mü’min kullarına, dilediği gibi görünecektir. Fakat gözler, Yüce AlIlâh’ın azamet ve celâlini mahiyetiyle idrâk edemezler.”

Cenab-ı Hakk’ın idrâk etmesi ise, yarattığı her mahlûku hakkıyla  bilmesidir. O, her latif olanı bilir, gözleri de idrâk eder. Zira gözü veren O’dur. Çünkü, meselâ; gözü veren zât, hem gözü görür, hem ince  bir mana olan gözün gördüğünü görür.


“Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki, O, göğüslerin  özünü bilir. Yaratan bilmez olur mu ? O, latiftir, ( en ince içleri görüp bilmektedir) ve her şeyden haberdardır.”(Mülk,13-14)



Buradan da anlaşılıyor ki; rü’yet genel, idrâk ise özeldir. Her idrâk rü’yettir, fakat her rü’yet idrâk değildir.”

İkinci âyete gelince, bu tamamen dünya ile alakalıdır. “Şu dünya­da beni asla görmezsin” demektir. “Asla görmezsin” ifadesinden “hiç­bir zaman” gibi bir mana çıkaranlar vardır. Oysa buna gerek yoktur. ! Allâh, bu dünyada asla görülemeyeceğini vurgulu bir şekilde ortaya koymaktadır.

Mu’tezile ve Cehmiyye mezhepleri, rü’yetullahın mümkün olduğu­nu söylemenin Allâh‘ı yarattıklarına benzeteceği düşüncesiyle, rü’yetullah’ı kabul etmezler. Bu mezheplere göre, rü’yetullah’ın mümkün ol­duğunu kabul etmek, Allâh‘ın cisim olduğunu iddia etmeye benzer ki, Islâm dîni akidesinin tevhîd kuralına göre bu imkânsızdır. Bu sebeple Mu’tezile ve Cehmiyye mezheplerine göre Allâh'ın âhirette görülmesi kabul edilemezdir; çünkü hiçbir âyette Allâh gözlerle görülür, denilme­miştir. Bilakis aksini ifade eden âyet vardır. Buna göre, “Gözler O’nu göremez (idrâk edemez); halbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır”.(En’am,103)

Malumdur ki, letâfet, kesâfetin zıddıdır, incelik manasınadır; Bir ismi “Latîf” olan Cenab-ı Hak, yarattığı her mahlûkun her şeyini, bü­tün incelikleriyle bilir, kullarına lütuf ve keremde bulunup, onlara karşı son derece şefkat ve merhamet eder.

İnsan, her gördüğü şeyi idrak edemez. Su üzerinde ihtisası olma­yan bir insan, bir nehre baktığında sudan başka bir şey göremezken, bir elektrik mühendisi o nehrin arkasında şelâleleri ve elektrik cereyanını müşahede etmektedir. Büyük bir deryaya bakan bir insan, o deryanın derinliklerinde nelerin olduğunu idrâk edemez; inci, mercan ve yakut gibi paha biçilmez mücevherâtı göremez. Aynı şekilde âmi bir insan, güneşe bakınca onu bir elma kadar zanneder, ama bir astronomi âlimi, o güneşin bu dünyadan bir milyon üç yüz bin kat daha büyük olduğu­nu, onda nice patlamaların meydana geldiğini bilir ve görür.

Sıradan bir insan, kanı, kırmızı bir su olarak görürken; bir doktor, o kan içindeki milyarlarca alyuvar ve akyuvara nazar edebilmektedir.

Botanik ilminden habersiz olan bir kişi, bir bitkinin yüzüne bakıp dururken; o fende terakki etmiş ve ihtisas yapmış bir kişi, onda giz­li olan birçok hikmetleri ortaya çıkarmakta ve bir eczacı ise onlardan ilâç yapmaktadır.

Fahreddin Râzî, idrâk ile rü’yetin farkını şöyle izah etmektedir;

“Rü’yet ikiye ayrılır:

Birincisi: Sınırları ve sonu olan bir şey, bu sı­nırlar ve son ile görüldüğü zaman, o şeyin görülmesi, idrâk ile ifade edilebilir. Bu takdirde rü’yet ile aralarında bir fark olmayabilir.

İkincisi ise; hudutsuz ve nihayetsiz olan bir şeyin görülmesidir ki; onun idrâk edilmiş olduğu anlamına gelmez. Buna göre, rü’yetin bazen idrâkle birlikte, bazen de idrâkten ayrı olarak meydana geldiğini söyle­mek mümkündür. Şimdi her iki halde de “rü’yet” kelimesinin kullanıl­ması mümkün olsa ve mesela, “falan şeyi gördüm” denilmek süretiy­le, hem mücerred rü’yet, hem de idrâkle birlikte rü’yet kastedilmiş ol­sa bile; idrâk kelimesinin kullanılması ve mesela, “falan şeyi idrâk et­tim” denilmesi, idrâk etmeksizin mücerred rü’yetin kastedilmiş oldu­ğuna delâlet etmez.

Bundan da anlıyoruz ki; rü’yet genel, idrâk ise özeldir. Her idrâk ruyettir, fakat her rü’yet idrâk değildir.”

Şunu hemen ifade edelim ki, göz her şeyi göremediği gibi akıl da her şeyi anlayamaz, idrâk edemez. İnsan; sesi duyar, kokuyu hisseder, ama göremez. Cenab-ı Hak insanı bunları görecek bir kabiliyette ya­ratabilirdi, ama bazı şeylerin görülmemesi de büyük bir nimettir. Eğer insan, mesela, elindeki mikropları görseydi, asla yiyip içemezdi. Karın­canın ayak sesini duysaydı, bu dünya onu daima rahatsız eden gürültü­lü bir hane haline gelirdi.



Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Allah’ın Ahirette Görülmesi(Rü'yet)



Allah Te’âlâ âhirette görülecektir.

Rü’yet (görme, görülme) kelimesinin mânası, Allah Teâlâ’yı tıpkı dünyada görülebilen başka şeyleri görür gibi ve fakat cihet ve keyfiyetten münezzeh olarak, gözle görmek suretiyle bilgi edinmemizdir. Biz o görülebilir demişizdir. Çünki “mevcut’tur ve m her mevcudun görülmesi mümkündür, o halde Allah da görülebilir.

Ortada cinler gibi görülemeyen birçok şey durup dururken nasıl olur da siz her mevcut görülür dersiniz denemez. Çünkü biz “aklen kesinlikle görülecektir demedik, görülebilir dedik” diyoruz. Görülebilir hükmünden görüldü sonucu çıkmaz. (Cevazdan vuku’ lazım gelmez) Sonra sizin söylediğiniz herkesin kabul ettiği bir şey değildir. Çünkü cinniyi başka biri görmese de saralı görür. Birçok salih kişiden cinleri gördükleri şeklindeki sahih haberler bize ulaşmıştır. İster cinnî olsun veya başka şeyler olsun varlıklar içinde görülemeyen şeylerin bulunması Allah’ın adetini, onların görülmesi isti­kametinde yürüt meşindendir yoksa bizzat onların görülemez olmasında değildir;

Peygamber (s.a.) Cebrail’i (a.s.) gördüğü halde huzurunda bulunanlar onu gör­müyorlardı. Bizim âlimlerimiz Allah’ın âhirette görüleceği ve onu müminlerin göreceği konusunda ittifak etmişlerdir.

Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur. “Siz Rabbinizi, dolunay gecesinde ayı gördü­ğünüz gibi (rahatça) göreceksiniz, onu görmekte izdihama düşmeyeceksiniz”. Bu doğ­ruluğu üzerinde ittifak edilmiş bir hadistir.

Mu’tezile ve Havâric’e göre Allah “onu gözler, idrak edemezler” âyetinden dola­yı görülemez.

Biz buna karşılık şöyle deriz: Görüşümüzü, bu âyet mucibince düzenliyoruz. Çün­kü şöyle diyoruz: O idrak edilemez. Çünki idrak, bütün yönlerine vukuf demektir. Âyet ise Allah’ın ihata edilemeyeceğine, gücünün yüceliğine delalet etmektedir, yoksa onun görülemeyeceğine değil ve biz Allah ihata edilir demiyoruz. Bilakis O sadece görülebilir diyoruz.

Keza onlar şöyle derler: Bir vasıtayla görüş, görülen şeyle karşı karşıya olmayı, yüz yüze gelmeyi, belli bir mesafede bulunmayı, ya tümünü veya bir kısmını görmeyi gerek­tirir. Bütün bunlar Allah hakkında muhaldir. O halde bizim Allah’ı görmemiz de mu­haldir.

Buna karşılık bizim cevabımız şöyle olur: Bu görüş Allah'ın mesafe ve yön olmak­sızın görülmesi hususunda batıldır. Keza Allah'ın bilinmesi hakkında da böyledir. Çün­kü O, mesafe ve yüz yüze gelme olmaksızın bilinir. Nitekim yön ve mesafe görülebilmenin şartlarından değildir.

Musa’nın (a.s.) “bana kendini göster, sana bakayım” demek suretiyle Allah’tan rü’yet talep etmesi bu gerçeğe yani rü’yetin mümkün olduğuna delalet eder. Çünkü rü’yet muhal olsaydı o elbette bunu istemezdi. Nitekim, mümkün olmayan bir şeyi istemek, aklı başında olan kişilere uygun bir davranış değildir; nasıl olur da peygamber­ler için uygun olur.

Muhaliflerimiz bize karşı Allah’ın Musa’ya (a.s.) cevaben “sen beni asla göremez­sin” (len terani)âyetini ileri sürerler ve “bu ifade rü’yetin mümkün olmamasını ge­rektirir. Çünkü ‘len’ harfi ebedîlik bildirmek içindir. Allah’ın kendisiyle konuştuğu (kelimullah) Mûsâ (a.s.) onu ebediyen göremezse başkaları haydi haydi göremez” der­lerse biz buna karşı şu cevabı veririz: “Len” harfi “Onu (ölümü) ebediyyen istemeyecek­lerdir” şeklindeki âyette (len yetemennevnehu) gelir. Hâlbuki onlar ölümü âhirette isteyeceklerdir. Bu durum "len” harfinin ebedîlik ifade ettiği görüşünü savunanların aleyhine bir şeydir ki, Zemahşerî “Enmuzec” isimli kitabında zikretmiştir Zemahşerî “Keşşaf isimli eserinde “len”in te’kitli nefi ifade ettiğini belirtmiştir. “Len”in ebedîlik ifade ettiği görüşü delilsiz bir davadan ibarettir.

“Len” ebedîlik ifade etseydi “ben bugün asla hiçbir insanla konuşmayacağım“âyetindeki menfi ifade de “el-yevme” ile niçin sınırlanmıştır. Bu durumda “onu ebediyyen istemeyeceklerdir” âyetindeki ebedîlik zikri tekrar içindir.

Mu’tezile, rü’yetin vukuu konusunda sarih olan “O günde birtakım yüzler rablerine bakarak parlayacaktır” mealindeki âyeti te’vil etmişler ye “Rablerinin nimetini i bekleyerek” mânasındadır demişlerdir.

Biz buna karşılık deriz ki: Bu te’vil batıldır. Çünkü beklemek yorgunluk ve bitkinliktir. Hâlbuki cennet yorgunluk yurdu değildir.

“Nazar” kelimesi “ilâ” kelimesi ile beraber kullanılırsa bu ancak gözle görüş manasına dır. ”Nazara ileyhi” dendiği zaman bu “Onu gördü” demektir. Allah'ın Mûsâ ha kında hikaye ettiğine göre Mûsâ “Ya-rabbi bana kendini göster sana bakayım” yani “seni bekleyeyim” değil “seni göreyim” demiştir.

Âhirette rü’yetin vukuu bulacağını aklen isbat edenler bu rü’yetin dünyadaki imkânının nakli delillere dayalı olarak isbatında ihtilafa düşmüşlerdir:

Bir kısmı nakli delillere göre Allah’ın dünyada görülmesi mümkün değildir demişlerdir.

Bir diğer grup ise dünyada rü’yetin mümkün olduğu görüşünde olanlardır.

Keza Allah’a “idrak edilebilir varlık” denip denemeyeceği konusunda da ihtilaf etmişlerdir:

el-Kalânisî ve Abdullah b. Said böyle demenin yasaklanması görüşünü savunmuşlardır.

Allah’ın rüyada görülüp görülemeyeceği konusunda da ihtilaf etmişlerdir.

Bizim âlimlerimiz Allah’ın bizzat kendini görmesinin mümkün olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir. Rü’yeti inkâr edenler içinde bu görüşü benimseyen bir gurup vardır.



M.Said Yeprem - Maturidi'nin Akide Risalesi ve Şerhi
Devamını Oku »

Allah’ın Görülmesi

 

Nûreddin  es-Sâbûnî


Ehl-i Sünnet, ahiret yurdunda müminlerin Allah Teâlâ’yı görmelerinin aklen câiz (olabilir), naklen de vâcip olduğunu kabul etmiştir. Mutezile, Neccâriyye, Havâric ve Zeydiyye bu görüşe muhalif kalmıştır. Mutezile ayrıca Allah Teâlâ’nın kendi zâtını görüp görmediği konusunda kendi aralarında görüş ayrılığına düşmüşler, çoğunluğu onun kendi zâtını gördüğünü kabul ederken içlerinden bir grup Allah’ın kendi zâtını görmesini de başkaları tarafından görülmesini de inkâr etmiştir.

Ehl-i Hakkın bu konudaki kat’î delili Musâ aleyhisselâmın Allah Teâlâ’dan, O’nu görmeyi talep etmesidir. Nitekim yüce Allah âyet-i kerîmesinde bu talebi şöyle haber vermektedir: “Rabbim bana görün ki seni göreyim” (Kur’ân 7: 143). Halbuki Musâ peygamber yüce Allah’ı hakkıyla biliyor, onu mahlûka benzetmekten, bir yönde veya bir şeyin hizasında bulunmuş olmaktan tenzih ediyordu. Bununla beraber o, Allah’ın görülebileceğine inanmış ve kendisine görünmesini talep etmişti.

İmdi Allah Teâlâ’nın görülmesini muhal addedenler (imkânsız sayanlar) Hz. Musâ’nın bilemediği ilâhî sıfatları bildiklerini iddia etmiş oluyorlar ki bu yanlıştır. Ayrıca Allah Teâlâ: “Eğer dağ yerinde durabilirse sen de beni görürsün” buyurmak sûretiyle kendisinin görülebilmesini dağın yerinde durmasına bağlamıştır. Dağın yerinde durması ise aklen mümkün olan bir şeydir. O halde bir hadisenin mümkün olan bir şarta bağlanması onun da imkân dâhilinde olduğunu gösterir. Şu da var ki yüce Allah bahis konusu edilen ayette kendisinin dağa tecelli ettiğini haber vermiştir. Buradaki tecelli yüce Allah’ın dağda hayat, ilim ve rü’yet (kendisinin görülmesini) yaratmasından ibarettir…

Soru: Eğer bu anlattıklarınız rü’yetin mümkün olduğuna delalet ediyorsa, aynı ayetteki “Beni asla göremezsin” ifadesi de onun imkânsız olduğunu gösterir, çünkü buradaki “Len” zaman bakımından nihayetsiz bir nefy (olumsuzlama) gerektirmez mi?

Cevap: Biz bahis konusu olan ayet-i kerîmeden Allah’ın görülebileceği hükmünü çıkardık. Şanı yüce Allah’ın beni asla göremezsin” tarzındaki beyanına gelince, bu, görme fiilinin dünyada olmayacağını ifade eder, yoksa imkânını büsbütün kaldırmaz…

es-Sâbûnî, Nûreddin thz. el-Bidâye fî Usûli’d-Dîn Tercümesi-Mâturîdiyye Akâidi, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara, s. 97–98.

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »