Zafer

 

Bir millet zafere kavuşmak istiyor. Bir insan zafere kavuşmak istiyor. Milletlerin ve fertlerin hayatı her adımda bu istekle idare ediliyor. Bir millet, bir diyar, bir ülke istiyor. Bir milletin insanları para, mevki, şeref, aile ve dâva istiyorlar. Gazeteler bu zaferleri yazıyorlar. Halk kütleleri bu zaferleri alkışlıyor. "Filân adam şef, başkan oldu... Filân pehlivan birinciliği kazandı... Filân takım maçı kazandı... Filân genç yüzme yarışını kazandı... Filân tayyare bileti büyük ikramiyeyi kazandı... Bilmem ne palası filân satın aldı... Filân millet harbi kazandı... Filân parti seçimi kazandı... Filân adam hakaret dâvasını kazandı.” Bu adamlar ne kazanıyorlar ve insanlığa ne kazandırıyorlar?

“Bir gazete baskı adedini artırmaya çalışıyor. Bir öğret¬men dil kurumuna aza olmaya çalışıyor. Bir memur âmirinden hulûs kazanmaya çalışıyor. Bir tüccar sermayesini arttırmaya, bir asker rütbesini yükseltmeye çalışıyor. Bir küçük büyük olup âmirleşmeğe çalışıyor. Bir siyasî rakibini aldatmaya, bir kadın âşıkını aldatmaya çalışıyor. Bir esnaf da müşterisini kandırmaya çalışıyor.” Bu insanların hepsi çalışıyor. Neye yarıyor bu çalışmalar, kendileri için ve insanlık için?

Filhakika bu kazançlar ve bu çalışmalar gerçekten zafere ulaştırıyorlar mı? Ruhumuzun, ama hepimizin ruhumuzun aradığı sükûn ve selâmete kavuşturuyorlar mı? Bize öyle geliyor ki kazandıkça kaybediyoruz. Kaybetsek kazanacaktık. Başkanlığı, maçı, ikramiyeyi, harbi küçük gören, ruhumuza yabancı ve ona nazaran bayağı gören bir irademiz olsaydı ve bu irade bütün kuvvetiyle kendine sarılarak kendini isteseydi, kendi ruhunu ve bütün insanlıkta müşterek olan külli ruhu isteseydi kurtulacaktık; hakikata ulaştığımızı anlıyacak ve selâmete kavuşacaktık.

Varlığımızın en trajik hâdisesi olan mukadderatımız meselesi en doğru ve ruh ile aranan çözümüne kavuşacaktı. Ruh ile ruhu istemesini bilmiyor, sonra sürünüyoruz. Nihayet yine bir ıztırap kurtarabiliyor. Ruhu inkâr edip ancak balta ile, yumrukla istemesini bilenler, İskender’ler, Napolyon’lar ve Sezar'lar, kendi ruhlarım bomboş ve milletlerini âtîsiz ve talihsiz bıraktılar, kıtaların yıkımına sebep oldular. Bunların arasından, “ruhunuzu yapınız, dünya yapılacaktır'’ diyebilen bir müjdeci çıkmadı. Bize ebedilik vadeden âyetleri bunlar getirmediler. Felâket içinde bile ruhunu muhafaza eden şu millete bakın: Ellerindeki varlık hep alınmıştır; lâkin ruhları duruyor.

Zulüm görüyorlar; lâkin ıztırap silâhlarıdır. Kaybetmiştirler; fakat kazanacaklardır. Onlar inanıyorlar ve inandıkları için, şerefleri çiğnenmiş, hayatları çiğnenmiş, ümitleri çiğnenmiş olduğu halde onlar ayaktadır. Zaferle etrafa çevrilip parıldamıyan ve toprağa çivilenmiş dolaşan meyus, muztarip gözleri birbirlerine çevrildiği zaman sanki şöyle söylüyor: “Ne güzel ıztırap! Zafer geldiği zaman da bunu duyacak mıyız? Bu İlâhî rüyayı, bu ıztırabı kaybetmeseydik.

Heyhat zafer geldiği zaman gaflet de geliyor. Muzaffer gözler etrafi görmüyorlar. Milyoner tüccar çok fakirdir. Onda servet arttıkça varlıklar tükeniyor, tokluklar tükeniyor. Şöhret zavallısı, mektep budalası âlim bilmiyor... Arzın her köşesinde ateşe dokunan eller biliyor; öğrenen bilmez, yaşıyan bilir. Zaferi kazanan zaferi bilmez. Kaybeden bilir o metaın değerini.

Kullandığını kaybeden, kullandığı azar azar yokluğa karışan beden için hayat her an elden giden bir nesnedir. Ruh için o her an kazanılmaktadır. Onu ruh ile karşılamış ve ruh ile yaşamakta olan hakim öyle söylüyordu: “Demek ki hayata mahkûm oldum. Demek ki ebedîliğe mahkûm oldum ve artık kan bahasına bile yokluğu ele geçiremem...”

Zaferimiz ebedî olmalıdır ve iyi araştırılırsa her zaferin gayesi ebedîliği kazanmak, ebedîlik âleminde bir ülkeyi ele geçirmektir.

Siz çok istiyorsunuz ve sanki iradenizle bir şey istemiyorsunuz. Sizin elinizden bir ekmeğiniz alınmış... Onun yerine iki ekmek istiyorsunuz. Çok bir şey isteyebilmiş değilsiniz ve iradenin sonsuzluğa giden hareketini bu noktada durdurup bitiriyorsunuz. Halbuki bir ekmeğinizi elinizden alana siz bir ekmek daha verseniz, hem ruh inceliğiyle hem de güler yüzle verseniz, iradeniz sonsuzluğa doğru gidişinde yol alacaktır. Senirkent köylüleri gibi olunuz; size zulmeden candarmaları doyurunuz. Muvaffak olursunuz. Böyle yaparsanız kaynağı aynı olan iradelerimiz çatışmaz, aynı ahenkte birleşir ve kendinden geldiği Allah’a doğru ilerler. Gandi dünyaya, Dr. Tola Anadolu insanına ruhunu tanıtmak istedi.

Ne küçük isteklere kurban gidiyorsunuz?.. Bir memuriyet, adi bir şöhret, bir miktar para, bir müsabaka zevki, bir ev, bir kadın, herhangi bir saadet, bir rahatlık sanki... Bunları ancak bir iradeyle istememesini bilseniz sonsuzluğu isteyeceksiniz. Bir bahçıvan bir ağaç kazanır; bir ressam dünyanın bütün ormanlarını kazanmıştır. Bir genç bir güzel kazanır; bir âşık dünyanın bütün güzelliklerini... Her ihtiras fani bir şey kazanıyor; ruhuna hükmetmesini bilen ve onu hâkimiyetle yedip sahibine teslim eden insan herşeyin sahibi olur. Kendi kendine sığmaz. Ey kalbi kendi göğsüne sığmayan, Rabb’ine kavuşmuş insan! Başın sonsuz boşlukta vecd ile raksedi- yor. Yalnız sırrını fâşetme. Zira halk anlamaz, küçülürsün.

Siz zafer arıyorsunuz, değil mi? Herşeyden vazgeçmelisiniz. Kan, kardeş ve akrabanızdan, ikbalinizden, istikbalinizden, şervet ve şöhret heveslerinizden. Bu olmayan şeylerin hepsi size düşmandır. Bunların iğreti olduğunu bildiniz mi, ruhunuzu kendi kendine zulümden kurtardınız, demektir. Zavallı fersiz gözler, sen daha bir diploma ile bir şehvet merakından kurtulamadın. Senin mürşidin yoktur, senin hayatın yoktur.

Zaferin ikinci şartı da, sabretmektir. Sabrın erkânı üçtür: Sonu olmamak, yanıp yakılmamak, mükâfat ummamak. Buna da tahammülün yoksa yanıp kül olursun. Ruh sahibi olanlar böyle oldular: Eyüp Peygamber Rabb’inin verdiği bütün hastalıklardan bir kere şikâyet etmedi. Gandi düşmanı olan Ingilizlere bile garazkârlık gütmedi, kendi katiline karşı zalim olmadı. Erzurumlu Hüseyin Avni yirmi beş yıllık hüsranın içinde bir kere yese kapılmadı. Dostlarına, yetiştirdiği çocuklara kadar hepsi onu inkâr ettiler. Bir kere de o kâfir olmadı. Iztırabı tattıkça seveceksiniz. Halbuki ruhun düşmanı olan saadete siz hemen teslim oluyorsunuz.

Zaferin üçüncü şartı af ve şükürdür. Şahsınıza yapılan zulümleri affediniz ki zalim olmayasınız. Elinizden kapanı affediniz ki hain olmayasınız. Yoksa dost, kardeş, akraba ve ortak olduğunuz halde hep birbirinize düşman olursunuz. Düşmanlıkta ise iradeniz küçük ve fani varlıkları kendine siper yaparak sade yol kesmeye çalışır ve bütün iradelerden aynı ilâha doğru götüren yollar tıkanmış olur. Hiçbiriniz bir şey kazanmış olmazsınız. Nefisinize yaklaştıkça zaferden uzaklaşıyorsunuz. Hallaç a göre: “Ruh, nefis ve şehvet bağlarından sıyrıldı mı, insan Allaha yaklaşır ve kendisinden insanın doğduğu İlâhî ruh o adama girer. Ondan sonra o adamın her hareketi Allah'ın hareketidir ve onun her emri Allah’ın emridir.”

Beşerin sefil ihtirasları ile meydana getirilen hareketlerin kâbusundan İlâhî iradenin saltanatına doğru yol almak: İşte bizim için asi zafer budur.

Kaynak:

Nurettin Topçu - Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Batı'ya Bakmak Zorunda mıyız ?

Dostovevski, "Avrupa'ya bakmakla kendimize nasıl bakacağımızı öğrenmeliyiz" diyordu. Bizim yerli, sağcı Batıcılar da buna benzer bir tezi savunur. Fakat Müslümanlar için durum farklıdır. Biz, Avrupa'ya, Batı'ya bakarak yalnızca onları öğrenmiş oluruz; kendimize bakmanın yöntemi için Batı'ya bakmamız gerekmez, İslâm'a bakmak yeterlidir. Fakat zulmün ne olduğunu öğrenmek için Batı'ya bakmak zorundayız. Ancak zulmü öğrenmekle onu benimsemek arasındaki çizgi bilinerek bakılmalı ona.

Kaynak:

Rasim Özdenören - Yeniden İnanmak
Devamını Oku »

Yüce Allahın Arşın Üstüne 'İstiva' Nitelenmekten Münez­zehtir

Yüce Allahın Arşın Üstüne 'İstiva' Nitelenmekten Münez­zehtir


Yüce Allahın arşın üstüne kurulmakla (istivai) nitelenmekten münez­zeh olduğunu iddia ediyoruz. Çünkü, cisim üzerine yerleşen ve oraya kurulan her varlık, zorunlu olarak belirli bir ölçü ile belirlenmiştir. Bu durumda, bu varlık [üzerine yerleştiği ve kurulduğu] bu cisimden ya küçüktür ya büyüktür ya da ona eşittir. Bunların hepsi bir ölçü ile belir­lenmeyi (takdir) gerektirir. Şayet O’nun cismin bulunduğu bu mekâna (arş) temas etmesi üst yönden mümkün olursa, diğer yönlerden temas etmesi de mümkün olur ki, bu durumda O, bu yönler tarafından kuşatıl­mış olur. Halbuki hasım zorunlu olarak kendi öğretisine (mezheb) bağlı kaldığından, buna hiçbir şekilde inanmamaktadır.


Özetle belirtmek gere­kirse; “bir cisme ancak başka bir cisim yerleşir (istikrar) ve ancak bir araz onda yer tutabilir”. Yüce Allah'ın cisim ya da araz olmaktan münezzeh olduğu açığa çıktığından, bu iddianın [içerdiği] meseleleri tek tek kesin delil ile [açıklamaya] gerek yoktur.


 Şayet denirse ki, “Yüce Allah'ın 'Rahman arşa istivâ etti' [Taha 20/5] ve Hz. Peygamberin (a.s.) 'Allah her gece dünya semasına iner' (Müslim, “Salâtü’l-müsâfîrîn”,24) sözlerinin anlamı nedir?”


Deriz ki: Bu konuda zahirî anlamlar üzerinde oldukça uzun tartışmalar yapılmıştır. Ancak, biz burada bu iki zâhirî anlamın anlaşılması hususun­da bir yöntem zikrederek diğerlerine de doğru yolu göstermiş olacağız, o da şudur: Biz insanların halk tabakası {avam) ve âlimler olarak iki gruba ayrıldığını söyleriz. Halk tabakasının bu türden te’villere kalkışmasının uygun olmadığını düşünüyoruz; hatta benzetmeyi (teşbih) gerekli kılan ve [O nun hakkında] sonradan olmaya (hudûs) delâlet eden her şey, onla­rın akidelerinden sökülüp atılmalıdır. Böylece onlar, Allah'ın benzeri olmayan, işiten ve gören bir varlık olduğunu gerçek mânâda kavrarlar. Bu âyetlerin anlamlarını sorduklarında ise bu sorulardan menedilmeli ve onlara "Bu sizin meseleniz değildir, bu konulardan uzak durunuz. Çünkü her ilim dalının o hususta uzman olan kişileri vardır" denilmelidir.


Bu kişilere, seleften, kendisine “istivâ” hakkında soru sorulan kim­senin verdiği cevabı vermek de mümkündür.


O şöyle demişti: “Istivânın ne olduğu bilinmekte, bunun nasıl gerçekleştiği (keyfiyet) ise bilinmemektedir. Bu konu hakkında soru sormak bid'attır, buna inanmak ise zorunludur."(1) Bunun nedeni, halkın aklının, bu türden akıl ile bilinen (ma'kûlât) konuları anlayacak kapasitede olmamasıdır. Onlar, Arapların benzetme yoluyla anlattıkları husularda (istiare) var olan geniş anlamlan kavrayacak dil kapa­sitesine de sahip değillerdir. Alimlere gelince, onların bu konuları araştır­maya ve öğrenmeye çalışmaları uygundur. Bunun farz-ı ayn olduğunu ise söylemiyorum. Çünkü [dinde] bu konuda bir yükümlülük {teklifi olduğu belirtilmemiştir. İnsanların yükümlü olduğu husus, Allah’ı bir başkasına benzeten özelliklerden tenzih etmektir. Şeriat, herkesi {ayâri) Kur’ân’ın bütün anlamlarını kavramakla yükümlü tutmamıştır. Bununla birlikte, bunların, surelerin başındaki harfler gibi müteşabihâttan olduklarını iddia edenlerin sözünü de kabul etmiyoruz. Çünkü surelerin başlarında bulunan bu harfler, anlamlara delâlet etmeleri için, Arapların önceki terminolojisi (ıstılah) dikkate alınarak konulmuş değildir. Terim haline gelmeyen kelime ve harflerle konuşan bir kimse, bunlarla neyi kastettiğini bildirinceye kadar, bu kelime ve harflerin anlamları anlaşılamaz. Bunu anlattığında ise, bu harfler onun tarafından icat edilmiş bir dil haline gelir.


Hz. Peygamberin (a.s.) "Yüce Allah dünya semâsına iner” sözü ise bir meseleyi anlatmak [tefhim] için zikredilen ve ne olduğu bilinen bir ifa­dedir. Bu sözün kullanıldığı ya da benzetme yoluyla ifade ettiği anlamın zihinlerde hemen oluştuğu bilinmektedir. O halde bu sözün müteşâbih olduğu nasıl söylenir? Aksine bu söz, câhil bir kimsenin zihninde yanlış bir anlamı çağrıştırırken, âlime ise doğru bir anlam ifade etmektedir.


Bu, yüce Allah’ın "Her nerede olursanız, O sizinle beraberdir" (el-Hadid 57/4) sözüne benzer. Bu söz câhil bir kimsede, Allah’ın arş üzerinde bulunmasıyla çelişen bir birliktelik halini düşündürürken; âlim, O’nun ihâta etmek ve bilmek suretiyle tüm insanlarla beraber olduğunu anlar. Hz. Peygamberin (a.s.) şu sözü de buna benzer; "Mü’minin kalbi, Rahmân’ın iki parmağı arasındadır.”(Tirmizî, “Kader”, 7..)Bu söz câhile; [Allah’ın) et, kemik ve sinirlerden oluşan, tırnakları ve parmak uçlarım içine alan ve avuç içinden ortaya çıkan iki uzvunun (parmağının) var olduğunu düşündü­rürken; âlim için bu söz, kullanıldığı anlam dışında, benzetme yoluyla ifade edilen (musteâr) bir anlama delâlet eder. Sanki O “parmak” [kelime­si) ile kendi kudretini isimlendirmiştir. Çünkü parmağın özü [rûh) ve gerçek mânâsı {hakikat), dilediği gibi çevirebilme kudretine sahip olma­sıdır. Yüce Allah’ın "O sizinle beraberdir” sözündeki beraberlik (maiyyet) ifadesi de bu tür bir anlama delâlet eder. Buradaki beraberlik ifadesi ile kastedilen anlam, [O’nun her şeyi] bilmesi ve kuşatmasıdır.


Arapların yaygın olan alışkanlıklarından {âdet) biri de, sebepliyi {müsebbeb) sebeb ile anlatmaları ve [bir şeyin) sebebini, benzetilen şeye {musteâr minh) benzeterek ifade etmeleridir. Bir kudsî hadiste geçen yüce Allah'ın şu sözü böyledir: “Her kim bana bir karış yaklaşırsa, ben de ona bir arşın boyu yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene, ben koşarak giderim.”(Buhari, “Tevhid”, 50) Câhil bir insana göre koşmak {hervele) ayaklan hareket ettirmeye ve hızlı yürüme­ye işaret eder. Gelmek {ityâri) ise [insanlar arasındaki) mesafenin yakınlaştı­ğını gösterir. Aklını kullanan kimseye göre, insanlar arasındaki mesafenin kapanmasından kastedilen mânâ, cömertlik ile ikramda bulunmanın bir araya gelmesine delâlet eder. Bu durumda (yukarıdaki) sözün gerçek anlamı şudur: “Bana karşı vazifelerini {tâat) yerine getirmelerinden dolayı, kulları­ma rahmetimi ve nimetlerimi bol bol veririm.”


Rivayet edildiği üzere, Yüce Allah bir [kudsî] hadiste şöyle buyurur: “İyilerin {ebrâr) bana kavuşma özlemleri arttı, benim onlara kavuşma özlemim ise daha güçlüdür.”(2) Allah, özlem {şevk) lafzının kullanımından anlaşılan mânâdan yücedir. Çünkü o (şevk), bir tür acı çekmedir ve dinlenmeye ihtiyaç duymadır ki bu eksikliğin ta kendisidir. Oysa ki özlemek, özlem duyulan şeyi kabulün, ona yönelmenin ve onun eliyle bol bol nimetlenmenin bir vesiledir. Öfkenin ve rızanın sonuçları olan ve genelde bunların sebeplerini de oluşturan mükafat ve ceza istemek, öfke ve rıza ile ifade edildiği gibi sebeplinin zâtı da şevk ile ifade edilir. “Hacerü’l-Esved, Allah’ın yeryüzündeki sağ elidir” (Aclûni, Keşfü’l-hafâ, 1, 348.)sözü de böyledir.


Câhil bir kimse, buradaki sağ el ifadesi ile et, kan ve kemikten oluşan, beş parmağa ayrılan ve sol elin mukabilinde bulunan sağ elin kastedildiğini zanneder. Sonra bu kimse basiretini açtığında, O’nun arş üzerinde oldu­ğunu ve bu nedenle de sağ elinin Ka'be’de bulunamayacağını, bunun gibi O'nun {sağ elinin] Hacerü’l-Esved olamayacağını anlar. Böylece en alt düzeyde bir kavrayışla, bu ifadenin selamlaşma (musafaha) için benzet­me yapıldığını algılar. Çünkü kralların sağ taraflarının öpülmesi emrolunduğu gibi, Allah da bu taşın ziyaret edilmesini ve öpülmesini emret­miştir. İşte [sağ el] lafzı bu anlam için benzetme yapılmıştır. Dil konusun­da aklı tam ve keskin görüşlü olan kimse, bu gibi meseleleri büyütmez ve bunların anlamlarını açıkça kavrar.


Şimdi “istivâ” ve “nüzûl” kelimelerinin anlamlarına tekrar döne­lim. Istivâ [ifadesi], şüphesiz arşın O’na nisbet edilmesini ifade etmekte­dir. Arşın O'na nisbet edilmesi için; bilinen, irade edilen ve güç yetirilen bir şey, arazın bulunduğu yere (mahal) benzeyen bir yer ya da cismin bulunduğu mekâna benzeyen bir mekânın olması gerekir. Ancak bu nisbetlerden bazıları aklen imkânsızdır, bazıları da lafız olarak benzetme {istiare) yapmaya uygun değildir. Bu nisbetlerin tamamı, aklın imkânsız görmeyeceği ve lafzın ayrı kalamayacağı nisbetler olduğunda ve bunlar dışında bir nisbet bulunmadığında, [istivâ ile] kastedilenin bu [nisbet] olduğu bilinmelidir. Arşın, cevher ve arazda olduğu gibi mekân ya da mahal olmasına gelince, lafız bu (mânâya) uygundur ancak daha önce de belirtildiği gibi akıl bunu imkânsız görür.


Arşın bilinen ve irade edilen bir şey olmasına gelince, akıl imkânsız görmese de lafız buna uygun değildir. Onun güç yetirilir olması, kudret elinde meydana gelmesi, yaratılmışların en büyüğü olmakla birlikte O’na boyun eğmesi, övülmesi ve büyüklükte altında olan diğer varlıklara hatır­latılması için ele geçirilmeye elverişli olması gibi hususlara gelince, bunlar da aklın imkânsız görmediği hususlardır ve lafız bu (mânâlara) uygundur. Burada (istivâ ile] kesin olarak kastedilen mânânın bu olması yanlıştır. Lafzın uygunluğu, Arap dilinden haberi olan kimse için ortadadır. Buna benzer [güçlükler], Arap dilini sonradan araştıran, onu yeni öğrenen ve bu dile Arapların Türk diline yönelerek onda sadece ilk konuları öğrenmele­rinde olduğu gibi yönelenlerin anlayışından kaynaklanır.


Dil açısından en doğru ifade; “Hükümdar (emir) ülkesine yerleşti" demektir. Nitekim şair şöyle demiştir:


'Bişr, kılıç kullanmadan ve kan akıtmadan Irak’a yerleşti.'


Bu nedenle, selef (âlimlerinden) bazıları “Allah arşa istivâ etti” [Taha 20/51 âyetinin anlamını “Sonra duman halinde olan göğe istivâ etti” (el-Fussilet 41/11)] âyetindeki gibi anlamışlardır.


Hz. Muhammed'in (s.a.s.) “Yüce Allah dünya semâsına iner” sözüne gelince, buradaki [inme sözünü] iki şekilde te’vil etmek mümkün­dür Bunlardan ilki, nüzûl fiilini mecâz olarak O’na nisbet etmektir. Çünkü bu fiil Allah'ın “Şehre sor...” [Yusuf 12/82] âyetinde ifade ettiği gibi, meleklerden birine nisbet edilmektedir. Bu âyette gerçekte kendisi­ne soru sorulan kişi şehir halkıdır. Aynı şekilde bu [ifade] insanların dille­rinde dolaşan ifadelerden olup bununla bir şeye tâbi olanın [çeşitli] hal­lerinin tâbi olduğu şeye nisbet edilmesini kastediyorum. “Kral şehrin kapışma indi” denilir ve bununla kralın ordusu kastedilir. Çünkü kralın şehrin kapısına indiğini haber veren kişiye “Onun ziyaretine çıktın mı?” diye sorulabilir. Bu durumda o “Hayır, çünkü o ava çıktı ve henüz inme­di” diye cevap verir. Bu kişiye “Niçin [biraz önce] kral indi dedin, şimdi ise onun henüz inmediğini söylüyorsun” denemez. Burada “kralın inmesi”nin anlamı ordusunun [şehre] inmesidir ki, bu apaçık bellidir.


İkincisi, şüphesiz “yükselme” (irtifa) lafzı büyüklenmek (tekeb­bür) için kullanıldığı gibi “inme” (nüzul) lafzı da insanlar hakkında tevazu ve incelik ifadesi (telattufi olarak kullanılabilir. “Falanca başını gökyüzü­nün bulutlarına doğru kaldırdı” denildiğinde, onun böbürlendiği kastedi­lir. “Göğün en üst tabakasına (a‘lâ-i illiyyîn) yükseldi” denildiğinde ise o kişinin büyüklük tasladığı belirtilir. Bir kimsenin konumu (emr) yükseldi­ğinde ise “Onun yeri göğün yedinci katıdır” denilir. Buna karşılık konumu düştüğünde ise “En aşağı dereceye (esfel-i safilin) düştü” denir. Bir kimse tevazu ve nezaket gösterdiğinde “Yerde süründü” ve “En alt dereceye indi” denir. Bu anlaşıldığında, “inme” fiilinin ayrılmak ya da düşmek suretiyle bir mekândan ya da mertebeden inmek anlamında kullanıldığı anlaşılır. Bir mertebeden inmek ise lütuf göstermek, mertebesinin üstünlüğünün gereği olan bir fiili terk etmek ve ona ihtiyaç duymamak (istiğna) yoluyla olur. Lafzın aralarında gidip geldiği şu üç mânâya bir bak, akıl (Allah hakkında bunlardan hangisinin (kulla­nımını] mümkün görebilir?


Yer değiştirme (intikâl) şeklinde gerçekleşen 'inme" fiiline gelin­ce; daha Önce de geçtiği üzere, akıl (Allah hakkında] bunu da imkânsız görür. Şüphesiz bu ancak, yer kaplayan (mütehayyiz) bir varlık hakkında mümkündür. İnme fiilinin [O'nun] mertebesinin düşmesi şeklinde anla­şılması da imkânsızdır. Çünkü yüce Allah, sıfatları ve tüm ihtişamı (celâl) ile ezelîdir. Onun yüceliğinin (uluvv) yok olması mümkün değildir. Lütuf ve merhamet göstermek, ihtiyaç duymadığı ve önemsemediği için kendi­sine yakışan bir fiili terk etmek anlamındaki "inme” fiiline gelince, bu mümkündür. Böylece anlam belirlenmiş ve [Allah’ın] inmesine bu anlam verilmiş olur.


Denir ki: "Arşın sahibi olan Allah, derecesi en yüksek olandır” [el-Mümin 40/15] âyeti inince sahâbe büyük bir korkuya kapıldı ve bu yüce ihtişamın (celâl) huzurunda rahatlıkla bir şey istemekten ve dua etmekten kaçındılar. Bu nedenle onlara, ihtişamının büyüklüğüne ve şanının yüceliğine rağmen yüce Allah’ın kullarına lütfedici ve merhamet­li olduğu ve ihtiyaç duymadığı halde dua ettiklerinde onlara cevap verdi­ği bildirildi. Şüphesiz duaya cevap vermek, yüceliğin gerektirdiği müstağ­ni olmaya ve önemsememeye nispetle bir tenezzüldür (nüzût). O, kulla­rının kalplerini duaları, rükûyu ve secdeyi çokça yapmaları hususunda yüreklendirmek için bunu “nüzûl" olarak ifade etmiştir. Çünkü, yüce Allah'ın ihtişamının esaslarını (mebâdı) tam olarak hisseden bir kimse, rüküşünün ve secdesinin hakkını vermeye çalışır.


Şüphesiz, yüce Allah'ın ihtişamına nisbetle, kulların tümünün O'na yaklaşması, kulun yeryüzündeki krallardan birine yaklaşmak için parmaklarından birini hareket ettirmesinden daha iyidir.


O,bu hareketle krallardan birini yüceltse, bundan dolayı kınanmayı hak eder, kralların âdetlerinden biri de şudur: Onlar, alt tabakada bulunç insanları ferzdi), hizmetlerinde kullanmayı küçümserler ve devlet büyük­leri ile hükümdarlar dışında [onları] kullanmayarak büyüklük taslarlar. Böylece bu insanları [kendilerine] hizmet etmekten, önlerinde secde etmekten ve saraylarının eşiğini öpmekten alıkoyarlar. Halifelerden bazı­larının âdeti de böyledir. Şayet nüzûlün anlamı, ihtişamın gereklerinden olan lütuf, merhamet ve cevap vermek olmasaydı, bu ihtişamın akıllarda düşünceyi duraklatması, dilleri zikirden alıkoyması ve organların hareke­tini söndürmesi gerekirdi. Bu ihtişamı ve lütfü algılayan bir kimse, nüzul fiilinin celâl sıfatına uygun olduğunu ve onun câhillerin anladığı gibi değil, yerinde kullanılan mutlak bir lafız olduğunu kesin olarak anlar.


Şayet “O'nun nüzûlü [inmesi] niçin dünya semâsına tahsis olun­muştur?" denirse, biz de deriz ki: Dünya semâsı, ardında [başka] bir mer­tebe olmayan en son mertebedir. Bunun gibi, toprağın yeryüzünün en aşağı noktası, Süreyya yıldızının ise en yüksek yıldız olduğu varsayılarak “Toprağa düştü” ve “Süreyya yıldızına yükseldi” denilir.


Şayet “Hz. Peygamber (a.s.) niçin O’nun nüzûlünü sadece gecele­re tahsis etti ve ‘O, her gece inerdi' dedi?” denildiğinde ise, şöyle deriz: Tenha yerler, duaların kabul edilmesi umulan yerlerdir, geceler ise insan­ların sükûnet bulmaları, kalplerinden başka şeylerin uzaklaştırılması ve sadece Allah'ı zikretmeleri için hazırlanmış yerlerdir. Meşguliyetlerin yoğunlaşıp kalplerin Allah'ı unuttuğu sırada meydana gelen duaların değil, buna benzer duaların kabul edilmesi ümit edilir.


(1)-Bu söz, Mâliki mezhebinin imamı, büyük müctehid ve muhaddis Mâlik b. Enes'e nısbet edilmektedir.


(2)-Irâkî bu hadisin kaynağını bulamadığını, ancak Deylemî’ni el-Firdevsinde Ebû Derdâ dan böyle bir nakil bulunduğunu belirtir; bkz. İhya, 111. cild, Kitâbü Acâibi’l-kalb.



İmam el Gazzali - İtikadda Orta Yol (Klasik yay.)

Devamını Oku »

Dualarda Ellerin ve Yüzlerin Ğöğe Çevrilmesinin Sebebi Nedir? ve Cariye Hadisi

Dualarda Ellerin ve Yüzlerin Ğöğe Çevrilmesinin Sebebi Nedir? ve Cariye Hadisi

Şöyle denirse: Allah üst yönde değilse, şeriatın ve (insan) tabiatı­nın bir gereği olarak, dualarda ellerin ve yüzlerin göğe çevrilmesinin sebebi nedir? Ayrıca Peygamberin (s.a.s.) özgürlüğüne kavuşturmak iste­diği ve mü’min olduğunu kesin olarak bilmek istediği bir câriyeye “Allah nerede?” diye sormasının anlamı nedir? Bu soru üzerine cariye göğü işa­ret etmiş, Peygamberimiz de onun mü’min olduğunu söylemiştir.(Ebu Davud,İman 19)

Birinci soruya cevap şudur: Şüphesiz bu söz, “Allah, evi olan Ka‘be’de değilse, niçin onu haccediyor, ziyaret ediyor ve namazda ona yöneliyoruz? Allah yeryüzünde değilse, niçin secdede alınlarımızı yere koyarak boyun eğiyoruz?” diyen kişinin sözüne benzer. Bu ise bir heze­yandır.

Bilakis bu kimseye şöyle demek gerekir: Şeriatın namazda kulların Ka'be’ye dönerek namaz kılmasındaki amacı, onların tek bir yöne döne­rek [ibadet yapmalarını] sağlamaktır. Şüphesiz bu, farklı yönlere dönüp durmaya nisbetle, huşuya ve kalb huzuruna daha yakındır. Sonra, yönel­menin imkânı bakımından tüm yönler birbirine eşit olduğunda, yüce Allah özel bir yeri, orayı yücelterek (ta'zim) ve saygınlık kazandırarak (teşrifi belirlemiş ve burayı kendine nisbet ederek şerefli kılmıştır. Böylece oraya dönenlere mükafat vermek amacıyla orayı şerefli kılmış, kalpleri oraya yöneltmiştir. Allah'ın evi namazın kıblesi olduğu gibi, gök­yüzü de duanın kıblesidir. Namazda ibadet edilen, duada kendisine yönelinen varlık, evde ve gökte bulunmaktan münezzehtir, Sonra,duada gökyüzüne işaret etmekte, buna benzer şeylere dikkat eden bir kimsenin değerini kavrayacağı ince bir sır vardır. Bu sır, kulun ahirette kurtulmasının ve başarıya ulaşmasının, özünde Allah’a karşı mütevazı olması ve  Rabbini yüceltmeye inanmasıyla gerçekleşmesidir.

Tevazu ve yüceltme kalbin fiillerindendir, bunların aleti ise akıldır. Organlar ise kalbi temizlemek ve arındırmak için kullanılır. Kalp, organların faydalı işlere devam etmesinden etkilenen bir yapıda yaratılmıştır. Organlar da kalbin inandığı şeylerden etkilenir. İnsanın, değerini bilmek suretiyle aklı ve kalbiyle kendi özünde mütevazı olmasından kastedilen şey, yüce Allah’ın yüceliği ve üstünlüğü karşısında, varlıktaki mertebesinin düşüklüğünü bilmesidir. Onun mütevazı olmasını gerekti­ren bu düşüklüğünü gösteren delillerin en önemlisi, topraktan yaratılma­sıdır. Bu nedenle insan, uzuvlarının en değerlisi olan yüzünü, nesnelerin en zelili olan toprağa koymakla yükümlü tutulmuştur. Böylece kalbi, alnını yere koyma davranışı sayesinde tevazuyu hisseder. Bu sayede beden, hakir ve değersiz olan toprağı kucaklayarak, mümkün olan şekil­de, cisminde, şahsında ve suretinde mütevazı olur. Akıl da, yaratıldığı şeye bakarak, seviyesini, mertebesinin düşüklüğünü ve konumunun değersizliğini bilir ve uygun olan şekilde Rabbine karşı mütevazı olur.

Bunun gibi, Allah'ı yüceltmek, kalbin vazifesidir ve onun kurtuluşu bundadır. Diğer organların da yapabildikleri ölçüde bu işte ona iştirak etmeleri gerekir. Kalbin Allah’ı yüceltmesi, bilgi ve inanç yoluyla, O’nun mertebesinin yüceliğine işaret etmesidir. Organların yüceltmesi ise, yönle­rin en yücesi ve itikadların en üstünü olan üst yöne işaret etmekle olur. Bir organın [bir şeyi] yüceltmesinin amacı, onun bu yönlerde kullanılmasıdır; öyle ki, insanlar arasındaki konuşmalarda alışkanlık haline gelen şey, insanın bir başkasının mertebesinin yüceliğini ve manevi derecesinin {velayet) büyüklüğünü açıklarken "Onun yeri göğün yedinci katındadır” demesidir. Burada o mertebenin üstünlüğüne dikkati çekerken, mekânın yüceliğine benzeterek bunu yapmaktadır. İnsan, konumunu yüceltmek istediği bir kişiyi yüceltirken, başıyla göğe işaret ederek onun yerinin gökte, yani yukarıda olduğunu söyler.Burada gökyüzü, yüceliğe (işaret etmekten) ibarettir.

Şeriatın insanların kalplerini ve organlarını, Allah'ı yüceltmeye sevk ederek nasıl lütufta bulunduğuna bir bak! [Buna karşılık) ileri görüşlülüğü (basiret) azalan bir kimse, organların ve cisimlerin dış görünüşle­rine yönelerek, kalbin sırlarını ve O’nu yüceltmek için yön belirlemeye ihtiyaç olmadığını bilmeyerek, organların işaret ettiği bu yönü asıl zanneder. Bu kimselerin, buradaki birinci ilkenin (mazınne) Allah’ı kalp ile yüceltmek olduğunu, O’nu yüceltmenin ise mekânın yüceliğine değil, mertebenin yüksekliğine inanmakla olduğunu, organların ise bu konuda mümkün olduğu kadar yüceltme hususunda kalbe uyum sağlayan tabiiler ve hizmetçiler olduğunu, organların ancak yönlere işaret edebildiklerini ve yüceltme niyetiyle yüzlerin gökyüzüne yükseltilmesindeki sırrın da bu olduğunu bilmeyerek nasıl câhil olduklarına bir bak! Buna dua sırasında yapılan başka bir şey daha ilave edilebilir: Dua, Allah’ın nimetlerinden birini istemekten başka bir şey değildir. O’nun nimetinin hâzineleri gök­ler, rızıklarının bekçileri ise göklerde bulunan meleklerdir. Bunlar rızıkları dağıtmakla yükümlü varlıklardır. Yüce Allah, bu hususta şöyle demiştir: “Rızkınız ve size vaad edilenler göktedir.” [ez-Zâriyât 51/22] İnsan tabiatı, elde edilmek istenilen bu rızkın bulunduğu mahzene doğru yüzünü dönmeye meyillidir. Krallardan rızık bekleyenler, mahzenin kapısında rızık dağıtıldığı haberini aldıklarında, kralın orada bulunduğuna inanmasalar da, yüzlerini ve kaplerini buraya doğru dönerler. İşte din adamlarının yüzlerini göğe çevirmelerinin doğal ve dinî sebebi de budur. Halk tabakasına {avam) gelince, onlar ibadet ettikleri varlığın gökte olduğuna inanırlar. Onların göğe işaret etmele­rinin nedenlerinden biri de budur. Rab edinilen varlıkların da Rabbi olan Allah, sapkınların inandıklarından üstündür, yücedir.

Hz. Peygamberin (s.a.s.) göğe işaret ettiği zaman, câriyenin imanına hükmetmesi konusuna gelince, bu sayede bir mesele daha açıklığa kavuşur. Şöyle ki, dilsiz bir kimsenin bir mertebenin yüceliğini anlatması için, yukarı yöne doğru işaret etmesi dışında bir çaresi yoktur. Bahsi geçen bu câriyenin de dilsiz olduğu rivayet edilmiştir. Onun putperestler­den ve ilâhların puthanede olduğuna inananlardan olduğu sanılıyordu. Bu nedenle inancı sorgulandığında, göğe işaret ederek ibadet ettiği varlı­ğın zannedildiği gibi puthanede olmadığını anlatmak istemiştir.

 

İmam el Gazzali - İtikadda Orta Yol (Klasik Yayınları)
Devamını Oku »

Yasin Pişgin Hoca'dan, Mehmet Okuyan'a Reddiye...

Yasin Pişgin Hoca'dan, Mehmet Okuyan'a Reddiye...


Şimdi diyor ki;

"Kur'an'da kabir azabını ima eden bir ayet yok..."

Haydi sünnetteki meşhur pek çok rivayeti bir kenara bırakalım da tam da onun dediği gibi Kur'an penceresinden kabir azabına bakalım...

Öncelikle ifade etmem gerekir; "kabir hayatı" (ya da kabir azabı ve mükâfatı) simge bir kavramdır. bu kavram; bir kabri olsun olmasın, kabrinde çürümüş bulunsun ya da bulunmasın insanın ölümünden, kıyamet için dirileceği zamana kadarki metafizik hayatını ifade eder. yani öldün mü geriye dönemezsin. dünya yaşamı ile senin ruhun arasında artık aşılması imkânsız bir perde var demektir. bu perdenin adı "berzah"tır. bu perdenin ardındaki hayat ise kıyametle başlayacak ahiret hayatından başka bir şey olup "berzah âlemi" diye isimlendirilir. ayetle sabit inanmazsan/inanırsan bak...

"Nihayet onlardan birine ölüm gelince, "Rabbim! Beni dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım" der. Hayır! Bu, sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır."

Diyor ki; "berzah hayatı diye bir şey yok."
ama ayet "var" diyor. üstelik ayet; Allah'ın, berzahta bulunan ve dünyaya geri dönmek isteyen bir insanla konuştuğunu bize haber veriyor.yani adam ölmüş, ama şuuru, muhasebesi, temennileri halen dipdiri. Allah'a yalvarıyor; "ne olur Allah'ım beni geri döndür" diye.

Hadisleri şimdilik bir kenara bırakalım desem de bir hadise atıf yapmadan geçemeyeceğim. bu bahsettiğim berzah hayatı ya cennet bahçelerinden bir bahçedir; ya da cehennem çukurlarından bir çukur. böyle buyuruyor efendimiz...

Her ne kadar biz hissedemesek de şehitler diridirler ve Allah'ın katında rızıklandırılırlar (Âl-i İmrân, 3/129). yani sen bir şehide "ölü" dediğin an, yani şu an o, diri ve nimetlendiriliyor... işte cennet bahçelerinden bir bahçe...

Allah buyuruyor ki; Firavunu ve ailesini çok kötü bir azap kuşattı (Mü'min, 40/46). nedir bu kötü azap???

şimdi Allah'a kulak ver: "(O azap öyle bir) ateş ki, onlar sabah akşam ona sunulurlar. Kıyametin kopacağı günde de, "Firavun ailesini azabın en şiddetlisine sokun" denilecektir" (Mü'min, 40/47). işte cehennem çukurlarından bir çukur...

Şimdi azizim!

ayette iki azaptan bahsediliyor: birincisi; kıyametin kopuşundan önce firavun ve avanesinin sabah akşam maruz kaldıkları azap... işte bu bildiğimiz ve itikat ettiğimiz kabir azabı...
ayetin ikinci cümlesi ise ayette " اَشَدَّ الْعَذَابِ" "en şiddetli azap" olarak ifade edilen cehennem azabı. o, zaten malum...
şimdi elini vicdanına koy da karar ver...

Kur'an'a göre kabirde bir sevap, bir azap ve bir hayat nasıl oluyor da olmuyor???

el-insaf...

Şimdi mesele "basit bir kabir azabı inkarı" meselesi değil. mesele bir çırpıda; Kur'an, sünnet ve sebîlu'l-mü'minîn potasında vücut bulan on dört asırlık birikimi alaşağı edip yok saymak. mesele yeni bir din restorasyonu...

Acı olan ise konuyla ilgili ayetlere eklektik, parçacı, samimiyetsiz ve bütünsellikten uzak bir şekilde yaklaşmak ve milletin gözünün içine baka baka asırların akidesini inkar etmek...

Vâkıa suresinin son sayfasında Aziz ve Celil olan Allah; can gelip de boğaza dayandığı zaman, ölünün yakınlarının bakıp kalacağını, o an kendisinin (ve ruh kabzeden meleklerin) ölüye, dostlarından daha yakın olacağını ifade ediyor (Vâkıa, 56/83-88) ve üç ölüm şeklinden bahsediyor:

bunların ilki; فَأَمَّا إِنْ كَانَ مِنَ الْمُقَرَّبِينَ فَرَوْحٌ وَرَيْحَانٌ وَجَنَّتُ نَعِيمٍ "Eğer (ölen kişi) Allah'a yakın kılınmışlardan ise, ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır" (Vâkıa 56/88-89). Ayetin metninde ilginç olan husus, ölümden sonra başlayan rahatlık ve nimet sürecinin "hemen meydana gelmek"i anlamını içeren "tâkibiye fâsı" ile gelmesidir. buradaki rahatlık ruh kabzının kolaylığına; güzel rızık olarak meallendirilen "reyhan" ise cennete girmeden mazhar olunan nimete delalet ediyor. cennet ise "takibiye vav"ı ile üçüncü sırada zikrediliyor.

ikincisi; وَأَمَّا إِنْ كَانَ مِنْ أَصْحَابِ الْيَمِينِ فَسَلَامٌ لَكَ مِنْ أَصْحَابِ الْيَمِينِ "Eğer (ölen kişi) Ahiret mutluluğuna ermiş kişilerden ise, kendisine, "Selâm sana Ahiret mutluluğuna ermişlerden!" denir" (Vâkıa, 56/90-91). bu ölü ortalama bir mümin ki; selamete erdi. bunun için; ilkinde kullanılan övgü ve nimetler zikredilmedi ama bu da selamete erdi.

üçüncüsü ise; وَأَمَّا إِنْ كَانَ مِنَ الْمُكَذِّبِينَ الضَّالِّينَ فَنُزُلٌ مِنْ حَمِيمٍ وَتَصْلِيَةُ جَحِيمٍ "Ama haktan sapan yalancılardan ise, işte ona da kaynar sudan bir ziyafet; bir de cehenneme atılma vardır" (Vâkıa, 56/92-94). bu ölü için "takibiye fâsı" ile zikredilen "kaynar sudan ziyafet"; cehennemin dışında gerçekleşen bir cezadır. cehenneme girmek "tasliyetü cahîm" ifadesiyle geliyor. yani cehenneme girmek kaynar sudan sonra; kaynar su ise cehennemden önce...

Şimdi zikredeceğim iki ayet Vâkıa 92-94'ün adeta tefsiridir: وَلَوْ تَرٰى اِذْ يَتَوَفَّى الَّذٖينَ كَفَرُوا الْمَلٰئِكَةُ يَضْرِبُونَ وُجُوهَهُمْ وَاَدْبَارَهُمْ وَذُوقُوا عَذَابَ الْحَرٖيقِ "Melekler, kâfirlerin yüzlerine ve artlarına vura vura ve "haydi tadın yangın azabını" diyerek canlarını alırken bir görseydin" (Enfâl, 8/50; Bkz. Muhammed, 47/27). lütfen meleklerin; "haydi tadın yangın azabını" ifadesindeki azaba ve bu sözün ölüm esnasında söylendiğine dikkat edelim. yani azap ölümle birlikte başlıyor...bir tutam arapça bilgisi, bir parça insafı olan herkes ayetlerin açık bir şekilde cennet ve cehennemden önce ödül ve cezanın olduğunu anlamakta zorlanmaz.

Önceki yazımızda şehitlere "ölü" denmemesi gerektiğini, onların diri bir şekilde Allah'ın katında rızıklandırıldıklarını ifade eden ayetlerden bahsetmiştik. "onların diriliği ve nimetlendirmeleri kıyamet koptuktan sonradır" diye yorumlar yapılmış.

azizim! kıyamet "ba's" ile (yani ölümden sonra dirilişle) başlıyor. o zaman herkes diri, yalnız şehitler değil. o zaman pek çok mümin rızıklandırılıyor, yalnız şehitler değil... "onlara ölüler demeyin" hitabı bize dünyada yöneltiliyor, ahirette değil. hasılı biz burada; onlar da orada diriler... ya da biz burada ölüyüz; onlar orada diriler...

Allah yolunda can veren kişinin böyle mükâfatı olur da; onun canını alan zalim (ve her türlü zulmü icra eden), ruhlar âleminde mışıl mışıl uyur mu???

el-Cevap: اِذِ الظَّالِمُونَ فٖى غَمَرَاتِ الْمَوْتِ وَالْمَلٰئِكَةُ بَاسِطُوا اَيْدٖيهِمْ اَخْرِجُوا اَنْفُسَكُمْ اَلْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ "Zalimlerin şiddetli ölüm sancıları içinde çırpındığı; meleklerin, ellerini uzatmış, "Haydi canlarınızı çıkarın! Bugün aşağılayıcı azap ile cezalandırılacaksınız" diyecekleri zaman hâllerini bir görsen!" (En'âm, 6/93). daha azap ölüm anında başlıyor ve melekler "bugün" derken ölüm ile başlayan zaman dilimini zikrediyorlar. "aşağılayıcı bir azapla cezalandırılacaksınız" derken de acaba hangi azabı kastediyorlar?

Şimdi soralım; nasıl oluyor da Kur'an'da kabir azabı olmuyor???

Bir de dedi ki;
"Öyle kabrin başında telkinmiş, Kur'an okumakmış...
bunlar boş şeyler..."
Ölüler bunları duymazmış...

O halde niçin Hz. Peygamber Bakî' kabristanlığına her girdiğinde; السَّلَامُ عَلَيْكُمْ دَارَ قَوْمٍ مُؤْمِنِينَ، وَإِنَّا إِنْ شَاءَ اللهُ بِكُمْ لَاحِقُونَ "Ey mü'minler topluluğunun yurdu! Allah'ın selamı üzerinize olsun. (yakında) biz de size katılacağız" (Müslim, Nesâî, İbn Mâce, İmam Mâlik) diye onlarla muhatap sigasıyla selamlaştı.

Ya da Bedir savaşından sonra müşriklerin cesetlerini bir çukurun içine doldurup da onlara; فَإِنَّا قَدْ وَجَدْنَا مَا وَعَدَنَا رَبُّنَا حَقًّا، فَهَلْ وَجَدْتُمْ مَا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقًّا "Biz Rabbimizin bize vaadettiğini (zaferi) hak olarak bulduk; siz de Rabbinizin size vaadettiğini (azabı) hak olarak buldunuz mu?" diye sordu. Hz. Ömer مَا تُكَلِّمُ مِنْ أَجْسَادٍ لاَ أَرْوَاحَ لَهَا؟ "ruhu olmayan cesetlerle ne konuşuyorsun" dediğinde, Allah Rasulü; وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ، مَا أَنْتُمْ بِأَسْمَعَ لِمَا أَقُولُ مِنْهُمْ "Muhammed'in canını elinde bulunduran Allah'a yemin olsun ki; onlar sizden daha iyi duyarlar (siz onlardan daha iyi duyamazsınız) (Buhârî, İbn Mâce)" buyurmadı mı?...

İstifini bozmadı; hadisleri duymadı
Besbelli paradigmasına uymadı...

Doç. Dr. Yasin PİŞGİN Hoca

Devamını Oku »

Vahyin Hakikati

Vahyin Hakikati

"Vahiy" kelimesi (VHY) fiilinin mastarı olup lügatte, gizli konuşmak, emretmek, îma ve işaret etmek, acele etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak ve ilham gibi anlamlara gelmektedir.(1)

"Vahiy" kelimesi (VHY) fiilinin mastarı olup lügatte, gizli konuşmak, emretmek, îma ve işaret etmek, acele etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak veilham gibi anlamlara gelmektedir.(1)

Bu kelime, Kur'an'da Allah'a ait bir fiil olarak kullanıldığı gibi, Allah'tan başkası için de kullanılmıştır. Bu sebeple sözlük anlamı itibariyle vahiy kavramı: İlâhî ve gayr-ı İlâhî vahiy şeklinde iki çeşit olarak tesbit edilmektedir.(2) Gayr-ı İlâhî vahiy için aşağıdaki âyetler misal olarak zikredilebilir: "Bunun üzerine Zekeriyya, ma'betten kavminin karşısına çıkarak onlara: "sabah akşam teşbihte bulunun" diye vahyetti."(3) âyetinde vahiy kelimesi îma ve işaret anlamında kullanılmıştır. "Biz böylece her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak maksadıyla birbirlerine yaldızlı sözler vahyederler."(4) âyetindeki vahiy kelimesi ise, fısıldamak ve gizlice söylemek anlamındadır.(5)

Asıl hakîki vahiy olan ilâhî vahiy kavramını da kendi arasında "tekvînî", "İlhâmî" ve "teşriî" (hakîkî) vahiy şeklinde değişik kısımlara ayırmak mümkündür. Kur'an'da geçen, yer ve göklere, arıya, meleklere, Hz. İsa'nın Havarilerine, Hz. Musa'nın annesine hitaben söz konusu edilen vahiyler, ıstılahî olarak bilinen vahyin dışındadır. Bunlardan yer ve göklere yapıldığı ifade edilen vahiyler, "tekvînî vahiy"; peygamberler dışındaki insanlara ve meleklere yapılan vahiyler ise, "ilhâmî vahiy" olarak adlandırılmaktadır.(6)

Risale-i Nur'da ifade edildiği üzere, bütün maksadı kendisinin zât, sıfat ve isimlerini tanıtmak olan yüce Yaratıcı, ilim, irâde, hayat ve kudret gibi sıfatlarını fiilleriyle, sanatları ile tanıttığı gibi; bu isim ve sıfatları en kısa yoldan tanıtan tekellümü ve konuşması ile de gösterecektir.(7) İşte yüce Allah'ın, fiillerinin yanında kelâmı ile de kendini tanıtmak üzere insanlardan mümtaz olan bazı şahsiyetlerle konuşması, vahyin hakikatini ve gayesini ifade etmektedir.Bediüzzaman'a göre, yüzbin peygamberin ittifakla haber verdiği, yüz dört semavî kitabın delilleriyle gösterdiği vahyin hakikati, beş ışıklı bir yolla gündüz gibi isbat edilebilir.(8) Şöyle ki:

Tenezzül-ü İlâhî: Bütün canlı mahlûklarını konuşturan ve konuşmalarını bilen yüce Allah'ın kendisi de konuşması ile onların konuşmalarına iştirak etmesi, rubûbiyetinin gereğidir. Allah'ın insanlarla konuşması demek, onların anlayacağı şekilde, akıllarının seviyesine göre onlara hitab etmesi, O'nun bir Yaratıcı olarak yaratıklarına karşı merhametiyle tenezzül buyurmasıdır.

Teârüfü Rabbanî: Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştanbaşa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle de kendini tanıttıracaktır.

Mukâbele-i Rahmanî: Mevcudatın en seçkini, en nazlısı ve yaratıcısına en müştakı olmakla beraber onların en fakiri, en âcizi ve en muhtacı olan hakîkî insanların münâcatlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, yaratıcılık vasfının gereğidir.

Mükâleme-i Sübhânî: İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme (konuşma) sıfatı, elbette ihatalı (kuşatıcı, sonsuz) bir ilmi ve sermedî (daimi, tükenmez) bir hayatı taşıyan zatta, kapsamlı, sınırsız ve sürekli bir şekilde bulunur. Vahiy de bu sonsuz mükâlemenin bir tezahürüdür.

Îş'âr-ı Samedânî: Yaratıklar içerisinde en sevimli, en sevecen, en endişeli, istinad noktasına en muhtaç, sahibini ve yaratıcısını bulmaya en müştak olan mahlûklarının ruhlarına bir iştiyak, bir muhabbet vermekle beraber, onları fakir ve âciz yaratan Allah'ın, aynı zamanda her derde devayı yetiştirebilecek bir kuvvet ve kudrete sahip olan kendi zâtını onlara konuşması ile bildirmesi, Ulûhiyetinin bir gereğidir.(9)

 

Vahyin Çeşitleri

Vasıtalı ve Vasıtasız Vahiy

Vahiy kavramının sözlük anlamı ve çeşitleri genel çizgileriyle yukarıda kısaca arz edilmiştir. Burada ise, hakîki vahyin çeşitleri üzerinde durulacaktır.

Hakîki vahiy: Allah tarafından peygamberlere vasıtalı veya vasıtasız olarak ulaştırılan vahiydir. Hz. Peygamber (a.s)'e gelen vahyin geliş biçimi, değişik şekiller arzetmektedir:

Rüyay-ı sâdıka: Hz. Âişe'nin belirttiğine göre, Hz. Peygamber (a.s)'e ilk vahiy, rüya şeklinde tezahür etmiştir. Hz. Peygamber (a.s)'in gördüğü rüyalar, sabahın aydınlığı gibi ortaya çıkardı.(10)

Cebrail'in görünmeden getirdiği vahiy: Bazen olur ki, Hz. Peygamber (a.s) uyanıkken melek, görünmeksizin onun kalbine vahiy ilka ederdi. "Rûhu'l-Kudüs kalbime şu sözü fısıldadı: Hiçbir nefis rızkını tastamam almadıkça ölmez. Öyleyse Allah'tan sakının da rızkınızı güzel ve meşru yollardan arayınız."(11) hadis-i şerifi, vahyin bu çeşidine işaret etmektedir.

Cebrail'in insan suretinde temessül ederek vahyetmesi(12) İmân, islâm ve ihsandan bahseden meşhur Cibril hadisi, bu çeşit vahyin bir örneğini göstermektedir.(13) Siyer kitapları, Cibril'in çoğunlukla sahabîlerden Dihye suretinde geldiğini bildirmektedirler.(14)

Meleğin çan sesine benzer bir sesle hitab etmesi: Hz. Âişe'nin bildirdiğine göre, Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: "Bazen bana çan sesine benzer bir sesle hitab edilir. Bu bana en ağır gelen vahiy şeklidir. Sonra melek benden ayrılıp giderken, ben de gelen vahyi tastamam hıfzetmiş olurum."(15)

"Allah'ın vahiy ile veya perde arkasından yahut bir elçi gönderip ona kendi izniyle dilediği şeyi vahy etmesinden başka bir suretle konuşması hiç bir insana müyesser olmaz. O yücedir, hikmet sahibidir."(16) âyetinde vahiy şekillerinden üçü vurgulandığı gibi, vasıtalı ve vasıtasız vahiy şekillerine de işaret edilmiştir.(17) "Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakûb'a, Esbat'a (onların torunlarına), İsa'ya, Eyyûb'e, Yûnus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik."(18) âyeti hakiki vahyin bütün peygamberler için ortak bir değer olduğunu göstermektedir. Sarih ve Zımnî Vahiy

Kâinatın şehâdetiyle, varlığı ve birliğinin delillerini göstererek kendini tanıtmak isteyen Allah, varlığın en açık delili olan kelâmı ile de kendisini mahlûklarına göstermesi hikmetinin gereğidir. Nitekim "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."(19) mealindeki âyette geçen "bana kulluk etsinler" ifadesini bazı âlimler, "Beni tanısınlar, beni birlesinler" şeklinde açıklamışlardır.(20) İbn Abbas'tan yapılan bir rivayete göre, Kur'an'da "ibâdet" kavramı ile ilgili olarak geçen bütün ifadeler, tevhid anlamında kullanılmıştır.(21) "Sizi biz yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez mi?"(22) âyeti de, çok açık bir şeklide marifetullahı yani Allah'ın tanınmasını, kâinatın yaratılışının tek gayesi olduğunu gösterir.

Risale-i Nur'a göre vahyin kısımlarını şöyle özetlemek mümkündür: "Hz. Peygamber (a.s) hem bir beşerdir, hem de Allah'ın bir elçisidir. Beşeriyeti itibariyle beşer gibi muamele eder. Risâlet cihetiyle de vahye dayanır.(23) Hz. Peygamber (a.s) risalet yönü itibariyle vahye mazhar olduğu gibi, şahsî kemâlâtının bir yansıması olarak kazandığı velayet kanadı itibariyle de normal velilerden daha üstün, daha parlak ve sarih vahyin teminatı altındaki bir ilhama mazhariyeti söz konusudur. Bediüzzaman, vahyi bu yönü ile de taksime tabi tutmuş ve onu iki kısımda mütalâa etmiştir:

Birincisi; sarih vahiy. Bu çeşit vahiy, doğrudan doğruya Allah'tan geldiği için, Hz. Peygamber (a.s)'in onda hiç bir müdahalesi yoktur. O, bu hususta sadece bir tebliğci veya bir tercümandır. Bu sarîh vahiy iki şekilde ortaya çıkmıştır: 1. Kur'an-ı Kerim: Hz. Peygamber (a.s)'in buradaki görevi, sırf tebliğden ibarettir. 2. Bir kısım Kudsî hadisler: Manası Allah tarafından ilkâ edilen bu çeşit vahiyler konusunda da Hz. Peygamber (a.s)'in görevi sadece tercümanlıktır.(24)

İkincisi ise zımnî vahiydir. Zımnî vahiylerde söz konusu olan her hangi bir husus, özet halinde gelir ve genel hatlarıyla vahiy ve ilhama dayanır. Konunun tasviri, şekillendirilmesi, detaylarla ilgili açıklanması ise, Hz. Peygamber (a.s)'e bırakılır. Hz. Peygamber (a.s), vahy-i zımnî ile gelen hususları bazen ilhama, bazen vahye, bazen de kendi feraset ve içtihadıyla açıklar.(25)

Şüphesiz peygamberlerin ilhamı, diğer insanların ilhamından çok farklıdır. Çünkü ilhamla da olsa kendilerine görev verilmiş bulunan peygamberlerin, görevlerini tam ve noksansız olarak yerine getirmeleri gerekir. Hâlbuki resmî görevi olmayanların bilgilerinin sağlamlığı bu ölçüde önem arz etmez. Bu durum ilhama mazhar hayvanlar için de söz konusudur. Mesela: İpek böceği, örümcek ve bal arısı gibi resmî bir görevi bulunan hayvanların kendi görevlerinde hiç yanlışlık yapmamaları gösteriyor ki, onların ilhamları onları yanıltmamaktadır. Özellikle Kur'an'ın açık ifadesiyle ilhama mazhar olan bal arısının, mühendisleri hayrette bırakan bir hüner sergilemesi, elbette onun hüneri olamaz. Bir günlük bir arının, bir günlük bir mesafeyi kestirmesi ve yolunu şaşırmadan yuvasına dönmesi; fazla boş alan bırakıp da, israf etmemek için peteğini sürekli altıgen bir şekilde inşa etmesi, onun aritmetik ve geometri bilgisine verilemez.

Müellife göre, Hz. Peygamber (a.s)'in kendi içtihadiyle yaptığı açıklamalar da iki şekilde cereyan eder: Ya özet halinde bildirilen hususlar, risâlet vazifesi noktasından hareketle ulvî ve kudsî bir kuvvet ile açıklanıp ortaya konur; ya da insanlık noktasından hareketle mevcut örf ve âdetler istikametinde ve kamuoyunun anlayış düzeyi nazara alınarak beyan edilir. Bu sebepledir ki, her hadiste söz konusu yapılan hususların bütün detaylarıyla vahiy olmaları gerekmez. Yine bu hakikat içindir ki, Hz. Peygamber (a.s)'in insanlık gereği olarak ortaya konan düşünce ve muamelelerinde risâletin ulvî yansımaları aranmaz.(26)

 

Vahiy - İlhâm İlişkisi ve Aralarındaki Farklar

İlham: "feyiz yolu ile insanın ruhuna telkin edilen şey; kalbe doğan ilim"(27) veya "kalbe telkin edilen mânâ"(28) şeklinde tanımlanabilir. Tanımından da anlaşılacağı gibi İlâhî kaynaklı olması itibariyle ilham da vahye benzer, fakat vahiy değildir.

Bediüzzaman ilham ile vahiy arasındaki ilişkiyi şöyle değerlendirmektedir: Bütün meleklere, insanlara, hatta hayvanlara gelen ilhamlar bir nevi kelâm-ı İlâhîdir.(29) Üstada göre, "De ki: Rabbimin sözleri için derya mürekkep olsa, ve bir o kadar da ilave getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir"(30) mealindeki âyet, aynı zamanda ilhamlara da işaret etmektedir. Âyet, bütün kâinata mutlak hükümran olan Allah'ın saltanatında sonsuz askerlerinin bulunduğuna ve sürekli ilham aldıklarına delalet etmekte ve onların aldıkları ilhâmî emirlerin ihtiva ettiği sözlerin çokluğunu ve hatta sonsuzluğunu haber vermektedir.

Vahiy ile ilham arasındaki ilişkiyi benzer yönleri açısından ortaya koyan müellif, farklı taraflarına da şöyle işaret etmektedir: Sâdık ilhamlar da bir cihette vahye benzerler. Onlar da bir çeşit Allah'ın kelâmı sayılır. Bununla beraber vahiy ile ilham iki noktada birbirinden tamamen ayrılıp, büyük bir farklılık gösterirler. Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin büyük çoğunluğu, melek vasıtasıyla; ilhamların çoğu ise, vasıtasız gelir. Nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Saltanatının haşmetine uygun ve bütün halkın bir reisi olarak, özel temsilcisini bir valiye göndermek suretiyle umum herkesi ilgilendiren emirler ihtiva eden bir hitap. Diğeri ise, Sultanlık unvanıyla ve padişahlık ismiyle veya bir devlet başkanı sıfatıyla değil de; kendi şahsına ait özel ilişkisinden dolayı bir yakını veya halkdan herhangi bir kimseyle hususî telefonuyla hususî olarak yapılan konuşmadır. Tıpkı bunun gibi; ezelî Sultan yüce Allah'ın da iki çeşit konuşması vardır. Birisi: bütün kâinatın Rabbi ismiyle ve onun bir yaratıcısı olarak, vahiy veya vahyin hizmetini gören kapsamlı ilhamlar ile peygamberlerle yaptığı konuşma; diğeri ise her bir ferdin, her bir canlının Rabbi ve yaratıcısı olmak haysiyetiyle, hususî bir surette ve aynı zamanda perdeler arkasında onların kabiliyetlerine göre kendileriyle yaptığı konuşma.

Vahiy ile ilham arasındaki ikinci fark şudur: Vahiy gölgesizdir, saftır, durudur. Peygamberler gibi yüksek makamlarda bulunan insanlara mahsustur. Havassa hastır. İlham ise, gölgelidir, renkler karışır ve umûmidir. Meleklerin, insanların ve hayvanların ilhamı gibi pek çok çeşitleri vardır. Denizlerin su damlaları gibi sonsuzluğu ifade eden bu sayısız ilhamlar, Allah'a âit kelimelerin teksirine bir zemin teşkil etmekte ve bir anlamda , "De ki: Rabbimin sözleri için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir."(31) âyetinin bir vechini tefsir etmektedir."(32)

 

Dipnotlar

1-bkz. el-Cevherî, es-Sihah; İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, "VHY" maddesi.

2-bkz. Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, 37; Turgut, Ali, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 79-80.

3-Meryem, 19/11.

4-el-En'am, 6/112.

5-bkz. Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, a.g.y.

6-krş. Subhi Salih, Mebâhis fi Ulûmi'l-Kur'an, 23-24.

7-bkz. Şualar, 103.

8-bkz. a.g.e., 104.

9-bkz. a.g.e., a.g.y.

10-el-Buhârî, Bed'ü'l-vahy, 3.

11-el-Aclûnî, Keşfu'l-hafa, I/231.

12-el-Buhârî, Bed'ü'l-Vahy, 2..

13-el-Buhârî, İman, 57.

14-bkz. Keskioğlu, Osman, Kur'a'n-ı Kerim Bilgileri, 30.

15-el-Buhârî, Bed'ü'l-Vahy, 2; vahyin çeşitleri için ayrıca bkz. İbn Kayyım el- Cevzî, Zâ'du'l-Meâd, (trc. Şükrü Özen), I/24-25.

16-bkz. eş-Şûrâ, 42/51.

17-krş. Subhi Salih, 25.

18-en-Nisâ, 4/163.

19-ez-Zâriyât, 51/56.

20-bkz. e's-Sâbûnî, Muhtasaru İbn Kesir, İM/387; ayrıca bkz. el-Kurtubî, el-Câmi' fi Ahkâmi'l-Kur'an, XVII/55-56; el-Fîruzâbâdî, el-Mikbas min Tefsiri ibn Abbas, (Mecmu mine't-Tefâsir), VII/87; el-Hâzin, Lübâbu't-Te'vîl fi maâni't-Tenzil (Mecmu), VI/87.

21-bkz. en-Nesefî, Ebû'l-Berekât, Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, (Mecmu),VI/87.

22-el- Vakıa, 56/57.

23-bkz. Mektûbat, 86.

24-Müellifin, sarih vahyi, kudsî hadislerin sadece bir kısmına hasretmesi, tarafımızdan anlaşılamamıştır.

25-bkz. a.g.e., a.g.y.

26-bkz. a.g.y.

27-el-Cürcanî, Seyyid Şerif, et-Ta'rifât, 34.

28-et-Teftazanî, Şerhu'l- Akâid, (Haşiyetu'l-Kesteli ile birlikte), 45.

29-bkz. Lem'alar (Os.), 664-665.

30-el-Kehf, 18/109.

31-el-Kehf, 18/109.

32-bkz. Şualar, 103-104.

Doç.Dr.Niyazi Beki

http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=6326&ctgr_id=35
Devamını Oku »

Cuma'nın Anlamı

Cuma'nın Anlamı

 

 

İslâm ruhunun yeniden doğuşunda, ruhumuzun İslâmla yeniden aydınlanışında, ölü kalblerimizin dirili­şinde, cumayı, cuma namazı etrafında toplanan gücü, yoğunluğu anlamak ve kavramak, belki de, en önemli «harekete getiren ilk motiflerden biri olacaktır.

 

Cuma, belki de bir gün Asya’da ve Afrika’da müslümanın direnişinin ilk adımı olacaktır.

 

Cuma, kendisine açılan yeni dünyalarda islâmda dirilmenin ilk tohumu olacaktır.

 

Cuma namazı, îmam-ı Âzam Ebû Hanife sistemi içinde bir bakıma bir «devlet namazıdır. Yani müslümanların kendi devletlerini gerçekleştirmelerinde mih­ver, merkez rolünü oynayan namaz. Bu açıdan, cuma namazı insanı, «imam fikrine, «İmam fikri de «dev­let» idesine götürür. Devlet, imam, namaz ve insan, cuma tapınmasında bir bütünlük, kutsal bir beraberlik içinde Allaha yönelir, imam, müslümanları kendileri­ne din ve dünya işinde önderlik yapmak için seçtikleri «baş» demektir. Devlet, İslâm toplumunun içe doğru ve dışa karşı yaşayış kuruluşu demektir. İşte, cuma nama­zı, her hafta, bu «baş»la toplumu, devletle halkı bir araya getiren, Allah huzurunda birbiriyle hesaplaştıran, birbirine bağlılık derecelerini Allahın önünde kontrol eden, imtihana çekeri, bu kutsal afinitedeld çürüyüş ve gevşeyiş noktalarım eriten, bu sıkı bağlı­lığı tazeleyen ve dirilten, adeta her hafta bir ab-ı hayat iksirinden geçiren, kevserle arıtan kutlu bir tapınma­dır.

 

îmam-ı Şâfi sisteminde de cuma namazı bir nevi «toplum namazı»dır.İmam mı toplumdan öncedir, top­lum mu imamdan önce? Yani -toplum ancak bir baş etrafındaki toplaşmayla meydana gelir- düşüncesiyle -var olan bir toplumdan kaçınılmaz olarak bir baş do­ğar- düşüncesi arasındaki fark. Gerçekte bu bir sistem farkıdır, bir realite farkı olmaktan çok. Realitede ikisi aşağı yukarı aynı kapıya çıkmaktadır. Biri «baş»tan topluma doğru gitmekte, öbürüyse toplumdan başa varmakta, fakat eninde sonunda «baş» ve -toplum- cuma namazının zaruri öğeleri olmaktadır. İmamıyla, toplumuyla var olan zamanlarında İslâm kitlesinin cu­ması, bu iki sistemi birbirinden ayrılmazcasına birleş­tirmektedir. Ancak sarsıntı zamanlarında, buhran günlerinde, İslâm toplumun un zayıflama veya ölüm kalım vakitlerinde, çırpmış, bir «baş» doğurmak veya bir «toplum» doğurmak, daha doğrusu birisini ortaya çıkarır ve öbürünü kurarken birinden birine öncelik tanımak şeklinde belirebilir. Böylece, bu iki büyük ima­mın sistemleri, hal veya şartlara, aksiyon adamlarının ve topluluklarının mizaçlarına uygun bir kurtuluş yo­lu seçmelerinde usul alternatiflerini arttırmakta, im­kânları genişletmekte, sonuç da değişmeyeceğine göre Ulu Peygamberin sözü uyarınca ikisi arasındaki nüans bir rahmet kaynağı olmakta.

 
Cuma namazı ve daha geniş anlamıyla cuma, önümüze müslümanın önüne geniş anlam ufukları aç­maktadır. Cuma, yahudilerin cumartesileri ve hristiyanların pazarlarının aksine, bir iş ve hareket günüdür, toplumsal ve siyasal yakınlaşma ve bağdaşmaların hafta içinde birike birike en büyük yoğunluğuna erdiği vakittir. Pazar ve cumartesi, bir çözülüş bir tatil bir duruş bir ara veriştir yahudi ve hıristiyan toplumları için. Bu oluşa ve akışa hep dünya açısından bakıştan ileri gelir. Hayatı sırf dünya hayatı görmek, o dinleri hiç olmazsa haftada bir günü dine ayıra­bilme çabasına sürüklemiştir. Hâlbuki islâmda zaten her an ve her gün, her vakit ve her zaman, din ve dün­ya ayrılmaksızın bir akış ve oluş gerçekleştirildiğine göre,ayrıca ihtiyaç yoktur. Beş vakit namaz ve içi­mizdeki İslâm ve iman ruhu, her anı ve zamanı günün dönüm noktalarını İlâhi birer bekçi gibi sürekli olarak kollamaktadır. Din ve devlet, dünya ve ahiret düşünce­leri, duygu inanış, düşünce ve davranışlarımızda dai­ma bir arada mütalâa edilmektedir. Bu bakımdan, cu­ma namazı, tapınma açısından haftalık bir yoğunlaş­ma Olduğu kadar ve daha çok, dinle dünyayı, ahiretle bu âlemi, devletle toplumu, başla topluluğu birbirinden ayırmağa zorlayan etkenler ortadan kaldırma hikme­tiyle yüklü olarak gelmekte, dinî-içtimaî bir kurum ola­rak islâm toplulumunu diriltmekte ve tazelemektedir.

 

Cami, böylece, islâm toplumu ideasında sadece bir tapmak olmaktan fazla bir şeydir. Cami, sadece bir ta­pmak olmak demek olsaydı, o zaman «mâbed» kelime­sinden, «mescid» kavramından ayrı olarak «cami» fikir ve ismine lüzum olmayacaktı. Halbuki, cami, mâbed ve mescid kavramlarının anlamını da içinde taşıyarak, devlet ve toplumu bir araya getiren «toplayıcı» bir ku­rum olmaktadır. Devlet başı, devlet adamları ve halk, her cuma cami tarafından bir araya getirilerek karşı­laştırılmakta ve kaynaştırılmak tadır. Cami, islâm toplumunun Kur’an hükmüyle diri ve sağlam, islâm terazisiyle dengeli bir forumu, agorası ve parlamentosu­dur. Hutbe, devlet başının İslâm toplumuna haftalık bir tebliği, bildirisi, Allaha yönelerek o toplumun başı olarak dua ve niyazı, halka dönerek buyruğu ve öğüdü­dür. Hutbe, İslâm toplumun un devlet başı ağzından in­sanlığa bir kurtuluş çağrısı, müslümanlara da iyiye, daha güzele, daha doğruya gitmeleri için imam tara­fından yöneltilmiş bir buyrultu, bir sestir.

 

Evet, cuma, cami, hutbe ve imam, bir sestir. Her an yaşayan islâmın yükselen sesidir. Ezan bu sesin pro­logu, dua epiloğu, hutbe ve namaz da esas metnidir adetâ. Aydınlar ve halk, bir araya gelerek bu sesi ruh­larına geçirirler ve camiden evlerine ve işyerlerine, ödevlerine dönerken bu sesi yaymanın şuurunu güçlen­miş bulurlar yüreklerinde. «Allahın eli topluluğun üs­tünde olur» her zamandan çok o an. Vahiy ve hadis, Kur'ân ve Peygamber sözü, devlet başlarının ve uyruk­larının ikisine birden aynı zamanda ve yüzyüze ödev ve sorumluluklarım, hak ve yetkilerini hatırlatır, yeni­den bir kere daha kesinlikle çizer. Böylece devlet ve toplum hayatında, bir pürüz ve leke kalmaz. Her cuma tabii bir biat, kelimenin bütün yetersizliğini unutma­dan söyleyelim, bir nevi referandum, bir seçim taze­lenmesi olur. Adına hutbe okunan imama bağlılığı, halkın cumaya gelişinden ve gelişindeki aşk ve şevk­ten anlaşılır.

 

Tarihteki İslâm toplumları caminin bu dini içti­mai ve siyasi anlamını bütünleştirmek için, ilim yuva­larını, medreseleri de onların çevresine, avlusuna yerleştirmişlerdi. Böylece cami aynı zamanda ilim merke­zi de oluyordu. Bu, zaten Peygamber zamanında, Ashab-ı Suffanın Mescid-i Nebevide oturmasıyla fiilen başlamıştı.Kendini tamamen dinin yayılmasına ve ilme adayanlar caminin ayrılmaz bir parçası idiler.Günlük toplum ve devlet hayatının yönetim merkezi olduğu kadar cihad ve ilim hayatının da kaynağı idi cami. Cami, geçmişte İslâm medeniyetinin doğurgan kurumuydu, denebilirse, ana rahmiydi.

 
Cami, şüphesiz en ideal anlamına Peygamber efen­dimiz zamanında sahipti. Peygamber efendimiz, müslümanlara orda beş vakit namaz kıldırıyor, devlet işlerini orda yönetiyor, önemli meseleleri konuşmak için şûra halindeki ashabını orda topluyordu.Hatta oturdu­ğu kutlu evi de Mescide bitişik, kapısı doğrudan doğru­ya ona açılacak şekilde idi.

 
Şüphesiz önemli olan mekânların yakınlığı değil­dir, ruh birliğidir. Bu bakımdan daha sonraki dönem­lerde islâm devletlerinde yönetim ve oturma yerleri ca­miden biraz uzaklaşmışsa, biz dar ve katı yorumlarla onları kınayacak değiliz. Kendimiz, caminin en ideal ani amma doğru yönelmeli, fakat tarihteki görünüş de­ğişikliklerini bir anda mahkum etmek sertliğinden uzak durmalı, kimbilir hangi şart ve haller altında olu­şan bu vakıaları, derinlemesine inceleyecek olan İslâm medeniyet tarihçilerine bırakmalıyız. Bırakalım geç­mişteki oluş ve değişmeler için onlar hüküm versin; biz de şimdiki zamanımıza ve önümüzdeki zamana ba­kalım. Bu söz yanlış anlaşılmamalıdır. Bu demek de­ğildir ki, tarihi incelemekten ve anlayıp kavramaya ça­lışmaktan uzak duralım. Tam tersine her müslüman, elinden geldiğince tarihi mümkün olduğu kadar daha çok derinlemesine ve genişlemesine bilmeye çalışmalı, ondan gerekli dersi, öğüdü almalıdır. Kasdettiğimiz,acele verilecek hükümler ve genellemelerdir. Bu hü­küm ve genellemeleri, bütün hayatını o sahaya vermiş yetkililere bırakmak ve bu yetkili tarihçileri yetiştir­mek için elimizden geleni yapmaktır bize düşen. Bir örnek olarak İmamlıktaki Vekâlet müessesesi gösterilebilir. Bu bir zaruretten doğmuştur. Ama bundaki aşırılıklar yetkililerce her zaman tartışılabilir ve tar­tışılmalıdır.

 
Bizim esas üzerinde durduğumuz nokta, kaybolan ruhtur. Yine camiler vardır; imamlar, cuma namazla­rını kıldırmaktadır. Ama gerçekte, ;cami anlamından uzaklaşmış, cuma namazı da toplu olarak kılman bir namaz olmaktan öteye gitmeyen bir duruma gelmiştir. Camiler, ilim, devlet ve toplumun bir araya geldiği sü­rekli uygarlık kaynağı olmaktan çıkmış, sadece tapı­naklar halinde yaşar olmuşlardır. Bunu söylerken de elbette ideal anlamı önündeki durumunu çiziyorum ak­tüel olanın. Yoksa, herşeye rağmen ve asgarî anlamda hâlâ camilerin, en mazlûm ve mağdur bir çağında bile, müslümanların manevi hayat merkezi olarak kendili­ğinden ve terkedilmiş bir şekilde de olsa, ilk anda göze çarpmaz olsa da önemli bir ödev gördükleri gerçeğini unutmuyorum. Bunu unutmak, asırların hayat ve me­deniyet merkezi olmuş camilerimize bir haksızlık ola­caktır. Onlarda yaşayan hatıraların bile, anlayabilsek ve sırrına ermeğe çalışsak, dirilişimizin ve uyanışımı­zın canlı tohumlan olarak ayakta durduğuna şüphe yoktur.

 
İmam, cami, cuma, hutbe kavramlarının gerçek anlamlarını kaybedişi, sadece laik ülkelerde olmamış­tır. Laikliği kabul etmeyen İslâm ülkelerinde de cami ve cuma bütün anlamını korumuş değildir. Aslında kaybolan bir ruh vardır, onu laikliğe bağlamaktan çok, laikliği ona bağlamak daha doğrudur.

 

Ah, evet, cumanın anlamına kavuşmak, İmama erişmek islâm toplumunun doğmasına doğru koşmak. Cumayı islâm toplumunun doğuş ve diriliş kaynağı yapmak. İslâm aydınlarını derin derin düşündürecek olan konular da bunlardır.

 
Sezai Karakoç - Kıyamet Aşısı
 
Devamını Oku »

Orucun Ruhu

 

Orucun Ruhu
Yahudilikteki ve Hristiyanlıktaki perhizler artık tıbbın malı olmuştur. Tıp, ne zaman ve nelerden perhiz edileceğini aşağı yukarı kesinlikle söyleyebilmekte ve gerektiği zaman hastaya öğütlemektedir. Bu dinlerde perhizden tıbbın alanına girmeyen hiçbir şey kalmamıştır. Ama oruç öyle değildir. Tıbbın da onaylayacağı faydaları dışında o yine başlı başına bir tapınma olarak kalmaktadır. Bu, orucun, bedeni sıkıya alan, çile değirmeninde döndüren orucun yüce ve meleklerle örülü çehresinden, manevi bir yakuttan yoğrulmuş mayasından, Davud peygamberin örsünde yoğrulmuş hamurundan, İsa peygamberin tevekkül tasından, Hızır peygamberin getirdiği ab-ı hayatı içine çekmiş olan özünden, Büyük Peygamberin ellerinde Kur'an kevseriyle yıkanmış olan ruhundan doğan bir özelliktir.

Oruçta bütün bir din tarihini yaşarız biz. İftarın yaklaştığı saatlerde fırından ekmek almaya giden oruçlu, Ashab-ı Kehf'in nice yıllar uyuduktan sonra içlerinden birini şehre ekmek almağa gönderdikleri zamanki ruh hallerini bir parçacık yaşar. Evet, fırın artık o fırın, kent artık o kent değilse de, ramazan günü fırınlardan alınan ekmek yine o "ekmek"tir. İftar sofrası, Allah'ın Hazreti İsa'ya indirdiği "gök sofrası"dır bir parça. Peygamberimizin nice kereler ashabıyla oturduğu sofradan bir anlam taşımaktadır. Ocaklardı yanan ateş Nemrud'un yaktığı ateş değil, Hazreti İbrahim'i yakmayan ateştir. Oruç ayına kadar pek de dikkat etmeksizin etinden, sütünden, yününden, derisinden faydalandığımız hayvanlar, ağızlarımız melek mühürleriyle mühürlendiği andan itibaren yavaş yavaş anlam değiştirmeğe başlarlar. Ta kurban bayramında Hazreti İsmail'in kurtulmalığı olan koçun anlamına kavuşuncaya kadar. Taşlar bile dikkat eden için anlam değiştirir oruçta. Hazreti İsmail'in şeytana attığı taşlara dönüşmeğe başlarlar gözümüzde.

Oruç, toplum için, Hazreti Musa'nın Sina dağına gittiği ve dönüşünde halkını Altın Buzağıyı yapmış ve ona tapar olarak bulmuş olduğu o çileli günün imtihanından bir imtihandır. Manen, İslam toplumu Kadir gecesinde her yıl Altın Buzağıyı boğazlar ve bayrama onun sevinci içinde çıkar.

Oruç ayı boyunca, Halilullahtan (Allah dostu Hazreti İbrahim'den) Kelimullahtan (Allah'la konuşma şanının sancağı Hazreti Musa'dan), Ruhullahtan (Cebrail nefesinden oluşmuş Hazreti İsa'dan) ve nihayet Habibullahtan (en büyük dereceye, Allah'ın sevgilisi olma derecesine yükselmiş Ulu Peygamberden) müminlerin üzerine görünmez dünya armağanları yağar. Onlar ister ki müminler olabildikleri kadar kendilerine benzesinler, kendilerinin eriştiği bu ilahi nimetlerden görünmez rızıklar alsınlar.

Allah onların dualarını kabul eder ve biz Müslümanlar ilk bakışta tarihin içine gömülmüş gibi görünen bu ilahi nimetlerden, bu manevi rızıklardan oruç ayında, en çok oruç ayında her birimiz kendi çapımızda payımızı alırız. Oruç ayında coşan kalp ve ruh için, Kabe'yi yaparkenki Hazreti İbrahim, ilahi ateşin Sina dağını şimşek gibi titrettiğini gören Hazreti Musa, ölüyü dirilten Hazreti İsa, meleklerin yandığı sınırları aşan ve Miracını Allah'ı görerek, mecazın ve nisbinin bütün perdelerini sıyırarak tamamlayan Hazreti Peygamber ne kadar yakındır, ne kadar yakındadır.
Yalnız onlar mı? Ölüler ve diriler ne kadar yakındırlar. Ölülerimiz ve dirilerimiz ne kadar yakındırlar. Bir dağ başında olsak bile, güneş battıktan sonra bir kayanın yanına tek başımıza iftar soframızı açsak da, ölmüş babalarımız ve annelerimiz gözlerimizin önüne gelirler. Çocukluğumuzdaki o iftar öncesindeki manevi derinleşme, iftarın yaklaştığı anlardaki adeta çocuksu telaş, anne cömertliğini ve babanın iftar sofrasının başında güçlü bir tapınak sütunu gibi aileye gözleriyle kucaklayışı, gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık yıllarında her ramazanda geri gelen ve peşimizi bırakmayan tatlı bir hatıralar örgüsüdür. Orucun getirdiği yumuşak ve ipeksi havada kadınlarımız ve çocuklarımız bize ne kadar yakındırlar. Oruç ayı, şeytanın çok evlerden kovulduğu aydır. Ailelerden sürgündür o. Belki o bile bir aileden, aile cennetinden kovuluşunda cennetten kovulduğu anları hatırlamaktadır.

Oruç, eşyayı ve evreni de bize yaklaştırmış değil midir? Onu daha derinden algılamakta, kavramakta değil midir? Oruç ayında gündüz daha gündüz, gece daha gece değil midir? Güneş daha güneş, su daha su toprak daha toprak, ay daha ay, yıldız daha yıldız, zaman daha zaman, mekan daha mekan, vücut daha vücut değil midir?
Ve nihayet ruh, daha ruh değil midir?

Sezai Karakoç (Kıyamet Aşısı, s.103)
Devamını Oku »

Bir Kişiyi Dirilten

Bir Kişiyi Dirilten

Bir kişiyi öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir, bir kişiyi dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir” der Ulu Kur’an. İslâmdan başka hiç bir din, hiç bir görüş, hiç bir ideoloji, hiç bir doktrin, Kur’an’dan başka hiçbir kitap, insancılığın ve insana değer vermenin bu son sınırına varamamıştır. Bir kişiyi, her kişiyi bütün insanlığın özü kabul etmektir bu. Her kişide insanlığın tümünü kavrayıcı ve kurtarıcı bir imkân, bir vâd bulmak, tümüne açılan bir pencere görmektir. Evet, bir insanı dirilten, ama tam anlamıyla dirilten, bütün insanlığı diriltmiştir. Bu, dirilişin ölüme üstünlüğünden ileri gelir. Dirilişten bir zerre, eninde sonunda ölümden bir dünyayı değiştirebilir. Bütün insanlık inkârın, reddin, inanmazlığın içinde yüzse, dünyada inanan, ama tam anlamıyla inanan tek kişi kalsa, yine insanlığın kurtulması için umut var demektir. Çünkü: O yanlışa saplanmış insanlık, hep kaybedecek, o doğruya yönelmiş kişi de hep kazanacaktır. Birinin kaybettiği alanı öbürü kazanacaktır. İnanmış ve inancının izinden ayrılmamış kişi için bir kayıp yoktur, hep kazanç vardır. O, tek başına bütün bir insanlığı kazanacaktır. Bu, inanmanın şanıdır. Korkunç karanlık tabakalarının bir bucağında bir ışık yanıyorsa, büsbütün karanlıklarda değiliz demektir. Bir el o ışığı tüm karanlıklar içinde gezdirebilirse, eşya az veya çok ışıktan nasibini alacak ve en yanık gönüllerle sabahı bekleyen yaratıklar güneşin bir gün doğacağından umutlarını kesmeyecekler demektir.

Bütün mesele o bir kişiyi diriltebilmekte. Bir kişinin dirilmesi demek, bütün insanlığın dirilmesi için gerekli sistemin doğması demektir. O doğan bir kişi, doğan güneşin ışıklarını dört yana saçması gibi bütün insanlığa inancın umutlarını ve muştularını saçacaktır. Başka bir dünyadan haberler getirecektir. Haber getirenlerden haberler verecektir.

İnsan inançla dirilir. Ebedi olan Allah’a inanarak, yüzünü O’na döndürerek dirilir. Diri’nin vahyiyle kutlanmış peygamber ruhlarının ışığından bir aydınlık almakla dirilir. Diri Kur’an’dan umut, ilâhi sevinç, ulu merhamet ve sonsuz hikmet dersi almakla dirilir. İnsan, müslüman olmakla dirilir. İslâm ve Kur’an, insanlığın diriliş çerçevesidir. Ondan uzaklaşan, aya çıksa da, yerin en derin tabakalarına inse de ölüdür. Onunla olan, zindanlarda da olsa diridir.

Bir kişiyi öldüren, bir anlamda bütün insanlığı öldürmüştür. İşte Batı ve Komünizm, insanları öldürmekle, daha önemlisi ruhlarını öldürmekle, bütün insanlığı öldürmek cinayetini işlediler. Onların yüzünden insanlık ölüm sularına erdi. Her yerden yükselen çığlıklar, acılar, akan kanlar, eziliş sesleri, kara ve kızıl renkteki bu ölüm emperyalizmlerinin bir insan, her insan ve dolayısıyla bütün insanlığı öldürmeye kalkışmasından doğdu. Asya, Afrika, Amerika, insanlığın adeta son bulduğu andaki umutsuzlukla kıvranıyor. Onları kurtarmak, diriltmek, onları umutsuzluğun karanlığından çekip kurtarmak, ancak onlara Allah’a inanmanın büyük umudunu, ışığını, kudretini ve sevincini taşımakla olacak.

Allah’ın sözüyle dirilen kişideki aşkın dayanılmaz bir gücü vardır. Kesin bir güzellik, yüce bir doğruluk, önüne geçilmez bir iyiliktir yayılan. Eşya ve nebat için güneşin ışığı neyse, Allah’ın sözü insan için odur. İnsanlığın gecesini gündüze çeviren odur.

Allah’ın sözüyle, kaditleşmiş ruhlara yeniden can vermek, ölmüş insanları diriltmek. Her müslümanın, yani diri insanın işi budur. Evet, müslüman, diri insan ve Allah’ın ismi ve sözüyle, ölmüş insanları dirilten insan demektir. Mezarlardaki ölüleri kaldırmaktan farksızdır hayatta iken ölmüş insanları diriltmek. Manevî anlamda ölmüş insanlardır bunlar. İnkârın, reddin, zulmün, şüphe ve tereddüdün kabrinde, kabir azabında kaynamaktadır bunlar.

Aslında ölü olduğu halde, kendini diri sananlar vardır. Yüreklerinde ilâhi sözün ateşini ve aydınlığını duymayan kişiler, ölüdürler. Asıl ölüler, mezarlardaki ölüler değil, bu ölülerdir.

Sezai Karakoç

(Diriliş Dergisi 1970)
Devamını Oku »

Sürekli Mucizeler

Sürekli Mucizeler

 

Öbür peygamberlerin mucizeleri kendi çağlarında görünmüş ve tamamlanmış, doğup batmış mucizeler­dir. Gerçi mucizenin tesiri sürüp gitmiştir kendisi sür­mese de. Hz. Musa'nın mucizesi büyü ve büyücüler, kâ­hinler devrini kapamıştır. O mucizeden sonra büyücü­lük bir daha dirilmemecesine ölmüştür. Hz. İsanın ölü­yü diriltme mucizesi de ancak kendi çağdaşları tara­fından görülebilmiş, tesiri de sembolik bir tesir olarak dinin dirilticiliği lehinde kaydedilmiştir. Peygamberlik dairesini tamamlayıp kapıyarak peygamberliğin baş­langıcı ve sonu olan Peygamberimizin bu cins mucize­lerinden başka bellibaşlı iki cins mucizesi daha vardır ki, yalnız kendine mahsustur diyebiliriz. Bu iki tür mu­cizeden birincisi, öbür mucizeler gibi bir vaka halin­de görünüp bir zaman içinde tamamlanmakla beraber, tesirleri de öbürleri gibi sürüp gittiğinden başka bir vasıf daha taşır. O vasıf ta, gelecek zamanlarda, il­min, gelişmesini o mucizelerin çığırında, izinde ara­makta olmasıdır. Gerçi bu arayış sınırlıdır, çok dar ve sığ bir çerçeve içindedir, öyle de olsa, mucizenin mih­veri etrafında dönüp durulduğundan, onun gelecek za­manı nasıl içine aldığını ve aşılmazlığını, ışık tutuculu­ğunu görmekte fayda sağlayacaktır.

 

Bu tür mucizenin iki büyük örneği; şakkul-kamer ve miraç mucizesidir. Göğe füzeler fırlatıldığı, gezegenlere ulaşılmasına girişildiği bu «feza çağı»nda, miraç mucizesinin anlam ve hikmetleri biraz daha fazla anlaşılmıyor mu? Peygam­ber, bütün gezegenler dünyasını ve gök katlarını geç­tikten soma« fiziği aşkın ebediyet dünyasını da görmüş ve yaşamıştır ki, bugünkü ilim henüz bunun hayal edil­mesine bile cesaret edecek bir durumda değildir. Muci­ze ta o zamandan, ilmin bugünkü gelişimini görmüş, bu gelişime işaret etmiş ve adeta ona o zamandan mey­dan okumuş, onun asla ulaşmıyacağı bir fizik ve fiziği aşkın yükselişi gerçekleştirmiştir. Yine, aya varmak ve sırlarını çözmek için çırpındığımız bu dönemde farkına varıyoruz ki, şakkulkamer mucizesiyle, bir parmak işa­retiyle ay ikiye bölünmüş ve bunun için aya gitmek ge­rekmediği gibi sonra bu iki parça buluşarak birleşmiş­tir. Bu iki mucize adeta lisan-ı hal ile diyor ki: «daha hiç bir işareti bile yokken, ilminizin eninde sonunda alacağı yönü şimdiden görüyoruz ve ulaşmayı hayal bile edemiyeceğiniz bir gerçekleş t irişle sizi uyarıyo­ruz; ey insanlar, ilerde bilginiz bu doğrultuyu aldığın­da gurura kapılmayınız. Allahı unutmayınız ve onunla yarış yaptığınız zannına kapılmayınız, size verilen bil­giden ötürü daha çok hamd edici olunuz.» Belki, batılılar bu mucizeleri inkâr edeceklerdir, ama en azından bin üçyüz küsur sene önce açıkça ilân edilen bu muci­zelerin peşinden şimdi bir kaplumbağa gibi seğirtmek­te olduklarını, yani müsbet bilgilerin yönüne daha o zamandan hem de değer hükmüyle birlikte işaret edil­miş olduğu gerçeğini inkâr edemezler. İşte bu mucize­ler, çağımızda bir kere daha anlamlarıyla çağdaş ve aktüel olmuşlardır.

 

İkinci tür mucizeler ise, hiç kesilmeksizin sürekli olarak devam eden mucizelerdir. Bu mucizelerin başında, Kur ân-ı Kerîm yer alır. Kur'an-ı Kerim, her zaman yeni, her zaman taze, her zaman diri, her zaman kadim, her an bir su kaynağı gibi içinden çağlayıp duran bir mucizedir. Bu mucize, vahyin ilk geldiği günden bugüne kadar bir gün bile, bir tek kelimesinde bile fevkalâdeliğini yitirmeden sürüp gelmiştir. Her çağda milyonlarca, hatta yüz milyonlarca insan mucizenin önünde kendinden geçmiş ve secdeye kapanmış, onun aşkına ölüme bile seve seve başını uzatmıştır. Ve bu mucize bugün de aynı kuvvetle, hat­ta gün geçtikçe tesirini arttırarak sürmektedir. Kur’ân yine İslâm dünyasını diriltmekte, ışığını genç gönüllere salmaktadır. Hatta müslüman olmayan doğu ve batı dünyası da, onun mucize yanma kolay kolay itiraza bi­le girişememekte, zaman zaman da bunu şu veya bu tarzda itiraf etmektedir.

 

Bir açıdan namaz ve oruç da, Peygamberimizin bu sürekli mucizelerindendir. Namaz bir müslumanı en keskin çizgilerle müslüman olmayanlardan ayırır. Fizik bakımından bile ayırır. Oruca gelince, en zayıf çağla­rımızda bile, ramazan ayı geldi mi, islâm dünyasında esen uhrevi bir bad-ı saba, onu inkâr karanlığına gö­mülmüş ülkelerden bıçak kesimi ayırır. Bir Kâbe çevre­si bir Sultanahmet havası, bir Eyyüpsultan semti nasıl öbür yerlerden bir çırpıda ayrılıyor. İnsanı ta yüreğin­den kavrıyor, insanın özüne tesir ederek onu öbür in­sanlardan ayırıyorsa, ramazan ayında müslüman ülke­ler de böyle bir yücelikle dolup taşarak Avrupadan, Çinden, Rus ülkesinden, Amerika görünüşünden bir bakışta seçilir, farkedilir, ayrılır. Ramazan ayı bir mu­cize ayı olarak ruhun olağanüstülüğüyle dolup taşar. Gördüğümüz en mütevazı evde bile düşünülemiyecek ne harikalar oluşur. Çünkü oruç başlıbaşına bir me­lek ülkesinin dünyaya çağrıldığı ay olmanın dışında hergünkü zamandan daha çok ve katmer katmer do­nanmıştır namazla da, Kur’ânla da. Oruç, topluma inen bir takva gibi gelmiştir. Her yıl gelen bir takva muci­zesidir oruç. Sürekli bir mucizedir.
Sezai Karakoç - Kıyamet Aşısı
Devamını Oku »