Utanış

SÜREKLİ MUCİZELER   öbür peygamberlerin mucizeleri kendi çağlarında görünmüş ve tamamlanmış, doğup batmış mucizeler¬dir. Gerçi mucizenin tesiri sürüp gitmiştir kendisi sür¬mese de. Hz. Musa'nın mucizesi büyü ve büyücüler, kâ¬hinler devrini kapamıştır. O mucizeden sonra büyücü¬lük bir daha dirilmemecesine ölmüştür. Hz. İsanın ölü¬yü diriltme mucizesi de ancak kendi çağdaşları tara¬fından görülebilmiş, tesiri de sembolik bir tesir olarak dinin dirilticiliği lehinde kaydedilmiştir. Peygamberlik dairesini tamamlayıp kapıyarak peygamberliğin baş¬langıcı ve sonu olan Peygamberimizin bu cins mucize¬lerinden başka bellibaşlı iki cins mucizesi daha vardır ki, yalnız kendine mahsustur diyebiliriz. Bu iki tür mu¬cizeden birincisi, öbür mucizeler gibi bir vaka halin¬de görünüp bir zaman içinde tamamlanmakla beraber, tesirleri de öbürleri gibi sürüp gittiğinden başka bir vasıf daha taşır. O vasıf ta, gelecek zamanlarda, il¬min, gelişmesini o mucizelerin çığırında, izinde ara¬makta olmasıdır. Gerçi bu arayış sınırlıdır, çok dar ve sığ bir çerçeve içindedir, öyle de olsa, mucizenin mih¬veri etrafında dönüp durulduğundan, onun gelecek za¬manı nasıl içine aldığını ve aşılmazlığını, ışık tutuculu¬ğunu görmekte fayda sağlayacaktır.   Bu tür mucizenin iki büyük örneği; şakkulkamer ve miraç mucizesidir. Göğe füzeler fırlatıldığı, gezegenlere ulaşılmasına girişildiği bu «feza çağı»nda, miraç mucizesinin anlam ve hikmetleri biraz daha fazla anlaşılmıyor mu? Peygam¬ber, bütün gezegenler dünyasını ve gök katlarını geç¬tikten soma« fiziği aşkın ebediyet dünyasını da görmüş ve yaşamıştır ki, bugünkü ilim henüz bunun hayal edil¬mesine bile cesaret edecek bir durumda değildir. Muci¬ze ta o zamandan, ilmin bugünkü gelişimini görmüş, bu gelişime işaret etmiş ve adeta ona o zamandan mey¬dan okumuş, onun asla ulaşmıyacağı bir fizik ve fiziği aşkın yükselişi gerçekleştirmiştir. Yine, aya varmak ve sırlarını çözmek için çırpındığımız bu dönemde farkına varıyoruz ki, şakkulkamer mucizesiyle, bir parmak işa¬retiyle ay ikiye bölünmüş ve bunun için aya gitmek ge¬rekmediği gibi sonra bu iki parça buluşarak birleşmiş¬tir. Bu iki mucize adeta lisan-ı hal ile diyor ki: «daha hiç bir işareti bile yokken, ilminizin eninde sonunda alacağı yönü şimdiden görüyoruz ve ulaşmayı hayal bile edemiyeceğiniz bir gerçekleş t irişle sizi uyarıyo¬ruz; ey insanlar, ilerde bilginiz bu doğrultuyu aldığın¬da gurura kapılmayınız. Allahı unutmayınız ve onunla yarış yaptığınız zannına kapılmayınız, size verilen bil¬giden ötürü daha çok hamd edici olunuz.» Belki, batılılar bu mucizeleri inkâr edeceklerdir, ama en azından bin üçyüz küsur sene önce açıkça ilân edilen bu muci¬zelerin peşinden şimdi bir kaplumbağa gibi seğirtmek¬te olduklarını, yani müsbet bilgilerin yönüne daha o zamandan hem de değer hükmüyle birlikte işaret edil¬miş olduğu gerçeğini inkâr edemezler. İşte bu mucize¬ler, çağımızda bir kere daha anlamlarıyla çağdaş ve aktüel olmuşlardır.   İkinci tür mucizeler ise, hiç kesilmeksizin sürekli olarak devam eden mucizelerdir. Bu mucizelerin başında, Kur ân-ı Kerîm yer alır. Kur'an-ı Kerim, her zaman yeni, her zaman taze, her zaman diri, her zaman kadim, her an bir su kaynağı gibi içinden çağlayıp duran bir mucizedir. Bu mucize, vahyin ilk geldiği günden bugüne kadar bir gün bile, bir tek kelimesinde bile fevkalâdeliğini yitirmeden sürüp gelmiştir. Her çağda milyonlarca, hatta yüz milyonlarca insan mucizenin önünde kendinden geçmiş ve secdeye kapanmış, onun aşkına ölüme bile seve seve başını uzatmıştır. Ve bu mucize bugün de aynı kuvvetle, hat¬ta gün geçtikçe tesirini arttırarak sürmektedir. Kur’ân yine İslâm dünyasını diriltmekte, ışığını genç gönüllere salmaktadır. Hatta müslüman olmayan doğu ve batı dünyası da, onun mucize yanma kolay kolay itiraza bi¬le girişememekte, zaman zaman da bunu şu veya bu tarzda itiraf etmektedir.   Bir açıdan namaz ve oruç da, Peygamberimizin bu sürekli mucizelerindendir. Namaz bir müslumanı en keskin çizgilerle müslüman olmayanlardan ayırır. Fizik bakımından bile ayırır. Oruca gelince, en zayıf çağla¬rımızda bile, ramazan ayı geldi mi, islâm dünyasında esen uhrevi bir bad-ı saba, onu inkâr karanlığına gö¬mülmüş ülkelerden bıçak kesimi ayırır. Bir Kâbe çevre¬si bir Sultanahmet havası, bir Eyyüpsultan semti nasıl öbür yerlerden bir çırpıda ayrılıyor. İnsanı ta yüreğin¬den kavrıyor, insanın özüne tesir ederek onu öbür in¬sanlardan ayırıyorsa, ramazan ayında müslüman ülke¬ler de böyle bir yücelikle dolup taşarak Avrupadan, Çinden, Rus ülkesinden, Amerika görünüşünden bir bakışta seçilir, farkedilir, ayrılır. Ramazan ayı bir mu¬cize ayı olarak ruhun olağanüstülüğüyle dolup taşar. Gördüğümüz en mütevazı evde bile düşünülemiyecek ne harikalar oluşur. Çünkü oruç başlıbaşına bir me¬lek ülkesinin dünyaya çağrıldığı ay olmanın dışında hergünkü zamandan daha çok ve katmer katmer do¬nanmıştır namazla da, Kur’ânla da. Oruç, topluma inen bir takva gibi gelmiştir. Her yıl gelen bir takva muci¬zesidir oruç. Sürekli bir mucizedir.
İnancın yarısı utanç. Ama nasıl utanç? Kalbden ansızın fırlayarak kızartısını yüze vuran kanın utancından, Peygamber neslinin duvarları önünde kendi duvarını yükseltmeyip yıkmaktan, Peygamber karşısında sesini yükseltmeyip indirmekten, kul olma şuuru içinde,her saniye '' mutlak bir göz'' tarafından, her kımıldanışının gözlendigine inanmaya ve ona göre davranmaya kadar ulaşan bir utanç,yani hayâ.

 

Bu ulu utanç, bu yüce utanç, inanmaktan doğar. Utanma, insanın kendi üstündeki bir kuvvet önünde aldıgı ruh durumlarından biri olduguna göre (insanın kendine karşı utanması da, kendini iki ''ben'' e ayırarak bir ''ben'' ini öbür ''ben'' inin önünde egdirmesi demek degil midir?), inanmayan insanın utanacagı bir üstü ve dolayısıyla utancı yoktur.

 

Batı, hıristiyanlıktan devraldığı kırık dökük utan­mayı Rönesanstan sonra büsbütün yitirdi. Her şeyi tam olsa da, utanmayı yitirmiş bir medeniyet, sağlıksızdır. Çünkü, diri olmak Allah önünde utanmak demektir. Utançsız insan paslıdır. O zaman da Ona Allahın nuru vurmayacak demektir. Allahın nurunun vurmadığı insan ise diri değildir. Yahudi, bütün inancını kaybetmiş bir eski zaman kalıntısıdır. Peygamberlerin Önünde ulanmayıp seslerini yükselttiklerinden bu yana, her şeye sahip olsalar da bu tarihi ukde yüzünden mutsuzdurlar. Utançsız adam mutsuzdur.

 

Komünizm, bir inançsızlık ve ona bağlı olarak bir utançsızlık dinidir.

 

Müslümansa her şeyden önce Allahtan utanır. Ya­ratılmış olmaktan utanır. Daha doğrusu, yaratılmış ol­ma şanının hakkını verememekten korkusu ve utancı vardır. Allahta yok olmak, insanın ruhuna bütünüyle utanma yerleşmesi ve başka her türlü duygunun koğulmasıyla gerçekleşir. 'O, peygamberlerden, hesap tu­tan meleklerden, kitaptan, sahabeden ve velilerden, dosttan, eşsiz dosttan utanır. Baharda açan çiçekten, çiçekten çiçeğe koşan andan, güzün solup ağaçlardan yere düşen yapraklardan utanır. Onların hesabına de­ğil, kendi hesabına, onların vazife dikkatlerine ayak uyduramamaktan, onların kelimeler üstü bir dille öğdüğü tek var olan Alahın önünde, kısa veya uzun sü­ren bir dalgınlıkta kendini bir varlık saymış olmak­tan utanma.

 

Utanma inançtan hiç kopmaz. İnançla birlikte var ve inancın yokluğuyla yoktur. Dinin buyurduğu ve ger­çekleştirdiği utanç, inancın gaybla ilgili yanının bir nevi psikolojisi, ümanizmasıdır.

 

Evet, bizim ümanizmamızın birinci sütunu, haya­dır. İslâm ümanizması, mimarîde, sonsuzluk duygusu­nu veren kubbe yumuşaklığıysa, şiirde na'tsa, insanda da hayadır. İslâm ahlâkına sonsuzluk duygusunu ve­ren, sonsuzluk salıntısını yerleştiren hayadır.
Tövbenin, aşkın ve sevginin başlangıcı utançtır. Sabır, utancın gelecek zamana çevrilmişidir adeta Ağırbaşlılık ve vekar, süreklilik kazanmış, durulmuş,derinleşmiş, aydınlanmış, kalbin huzuruyla kaynaşmış bayadır.

 

Müslümanlar bir bakıma her şeylerini kaybettiler. Yalnız utangaçlıklarını yitirmediler. Hatta, kendilerine yalnız bu utanma kaldığından mıdır nedir, bunda ken­di içine kapanacak ve meydanı islâmı sabote edenlere bırakacak kadar aşırıya gittiler.

 

Bu utancın sınırı, utanmanın da yalnız Allahın rı­zasını kazanmak için olmasıdır. Yoksa, Allah düşma­nından utanmak, utanmak değil korkmaktır. Böylesi bir korkuysa, utançtan ayrılmayan inancı da dinamit­lemek demektir. Allah düşmanından utanmak yok, onu en şiddetli bir şekilde utandırmak vardır.

 

Yeni yetişen müslüman gençlik, bir yandan, utan­manın bu hastalık dercesine varmış olanıyla, bir yan­dan da farkında olmadan, batıdan gelen utançtan mah­rumluk duygusuyla şartlanıyor. Bu birbirine zıt iki psi­kolojiyi birden yaşamanın med ve cezri arasında salla­nıyor. Bu dediğimiz küçük bir otokritiktir. Zaten, utanç sahibi olma, sürekli bir otokritik demektir..

 

Bize gerekli olan, bir/yanında vekar, bir yanında alçakgönüllülük, bir yanında inanç, bir yanında İslâm, bir utanç dengesi.

Sezai Karakoç - Kıyamet Aşısı
Devamını Oku »

Tövbe Kıvamı

Tövbe Kıvamı
Bu dünyada günahın da bir ödevi vardır; sevabı toy bir sevap olmaktan kurtarır. Sevap denene denene sağlamlaşır. İslam toplumu, Kur’an’ın kurduğu bir ruh ve şuur dünyası, birliğidir. Bu dünyanın ayakta durması için içgüdü dünyasından kan alıp onu süte çevirmesi lazımdır. Sütle kan aynı kaynaktan geliyor ama ne kadar farklıdır. Birini içmek şiarımızdır, birini içmekse haram...İşte Kur’an, bir toplumda, ruhlardan öyle bir örgü örmektedir ki, o toplum, kan toplumu olmaktan çıkıp süt toplumu oluverir.
Fecir, seher ve secde toplumu oluverir. Süte kan karışmaya başladımı sütün özü, sütün kıvamıda bozulmaya başlamış demektir. Ve sütü kıvamına, kendine döndürecek olan da tövbedir. Zaten, bu dünyada, bütün iş, bir kıvam işi değil midir? Hristiyanların günah çıkartması, tövbe kıvamını sağlamaz. Çünkü, günah çıkartma, günahı yok etme niyetini söze, çevirmektedir. Sözde fiilde birbirinin alternatifi olduğundan, söze çevrilen niyet, içten dışa koymakta, böylece fiilde gerçekleşme şansını yarı yarıya, hatta daha çok kaybetmektedir. Halbuki tenhalarda işlediğimiz günahları tenhalarda tövbe yoluyla çıkarmalıyız.

 

Topluluklarda işlediğimiz günahları da (suçlarıda) ceza yoluyla yine topluluklarda ödemeliyiz.

 

Tövbe bizi, günah işlemek kuvvetini de ondan dönmek kudretini de veren Allah karşısına çıkartır. Yüreğimizin en samimi titreyişiyle ününde titrediğimiz ve secdeye kapandığımız Allah, günahı bizden rüzgarın tozu toprağı süpürmesi gibi uzaklaştırır. Papazın günahı var etme gücü olmadığı gibi yok etme gücü ve yetkiside yoktur. Allah’ın tövbeleri kabul etmek için bir aracıya ihtiyacı mı vardır? Yoksa günahları kendi yerine bağışlaması için bir vekile mi?

 

Günahların öyle bir özü, cevheri vardır ki, onlar ancak asıl kaynaktan gelen tepkiler ve direnişlerle yok edilebilir, değiştirilebilir. Kalbinin bütün samimiliğiyle Allah’ın önünde yere kapanmış bir müslümanın günahı, ansızın gelen bir şimşeğin yıktığı ağaç gibi devrilir, yanar tövbe zamanı. Müslüman da bu kül yığının içinden taptaze ve yemyeşil bir bahar sürgünü gibi çıkar ve gider.

İşte dönüşsüz tövbe...
Evet, insanların olduğu gibi toplumların da tövbeleri vardır. Toplum, tövbesi, üstelik, kişilerin gelecekte ki durumlarını da sağlama bağlayan bir tövbedir. Böylece tövbe, psikolojik bir vaka olmaktan daha da ileriye gidip tarihi ve sosyolojik bir mucize özelliği kazanıyor.

 

Evet, her zaman diri bir mucize olan Kur’an, gerek insanı, gerek toplumları, ruhunda taşıdığı tövbe ettirici mucize taşlarıyla, mermeriyle yeniden örer, yeniler. İçimize yerleşen ve kadim (eski) mezarlar gibi katmerleşen kirlilik duygusunu bir kağıt gibi yıkar. Günü geçmiş ve geçerliliği kalmamış evraklar gibi yakar. Tövbe ruh için işte böyle bir ülkedir...

 
Devamını Oku »

Nimetleri Kutludur

Nimetleri Kutludur
Müslümanın nimetleri kutludur. Müslüman, nimet­leri'kutlu bilir. Bir batılının, bir komünistin, bir puta- tapanın gözünde, yenilen ve içilenler... tarınlaşmamışsa maddeleriyle neyseler ondan ibaret bilinir ve öylece de­ğerlendirilirler. Hatta, lûgatlarında «nimet» kelimesini tam karşılayacak bir kelime bile yoktur. Nimeti tanrı­laştırmaksa, her şeyden önce nimete zulümdür. Çünkü: nimetin her tarafından kulluk sızar. Nimetler de, her türlü güç ve imkânlarını Yaratıcının görülmesine çevi­rirler. Nimetin tüketilme özelliği biraz da burdan geli­yor. Her nimet, sanki, insanda insana bir haz sunarak fani oluyor ve aradan çekilirken insanı Yaratıcısıyla başbaşa bırakıyor. Sanki nimetin ödevi, kendiliğinden bir ruh ve şuur gücüyle Yaratıcıya dönmeyen insanı içgüdülerinden yakalayarak Allaha çevirmek, Allahla insan arasına bir köprü kurmak ve sonra aradan en alçakgönüllü bir biçimde çıkmaktır. Nimet ve sofra, Allahın önünde fani olmanın ne zengin tablosudur! İşte böylece, her şey birbirine nimet olarak, her şey birbirinin içinde yok olarak çekiliyor ve ortada yalnız O kalıyor!
İslâmda, adeta, nimet, emek için değil, emek, ni­met içindir. Emek, peşin bir nimet şuurdur. Yoksa, her kişi» eninde sonunda, az çok bir rızka ulaşacaktır. Ama önce fiille sonra sözle ve kalble nimetin fizikötesinden gelen çerçevesini idrak etmeyenin, yani alınteri dökme­yenin (emek, hamd ve şükürle nimeti karşılamıyanın) ulaştığı rızkla, müslümana gelen rızk arasında, daha doğrusu bu iki nzka kavuşma tarzı arasında, doldurulamıyan bir uçurum vardır.

 

Bunun için hiç bir kullanılma değeri kalmasa da, yerde bir kuru ekmek parçası bile görse, bir müslümanın onu kaldırıp ayak altından kurtarması geleneği, yalnız bizim medeniyetimizde görülen bir saygı örne­ğidir ve bu gelenek ne güzel bir gelenek ve ne güzel bir örnektir! Hele o ekmek parçasının bütün nimetlerin sembolü olduğu düşünülürse..«

 

Müslüman, nimetlerde gök sofrasından (maide-den) bir iz bulur. İşte belki de bundan, Cennet nimet­leri, yine de, Kur’anda dünya nimetleriyle canlandı­rılmaktadır.

 

Nimetleri, bir de zihin ve ruh nimetleriyle birlikte düşünen insan, nasıl sürekli bir mucize karşısında ol­duğumuzu fark eder. Güzün dallardan mercan gibi sal­lanan narlar örneği dudaklarımızdan dökülen ve çağ­ları aşan bir çift söz de bir nimettir. Allahı zikir edenin gönlünde doğan nur da bir nimet... Güneş, uzayan de­niz, bir çam ormanı, göz ve vücut için nasıl bir nimet­se, düş, yerinde ve gereğinde hayal, düşünce, ses, ahenk duygusu, sevgi ve sempati, coşuş, kuvvet ve kud­ret... bütün bunlar da nimetlerdir.Batmakta olan bir topluluğun içinden çıkan gerçek bir ender, bir nimettir. Peygamberler, veliler, kahra­manlar, şehitler ve gaziler, hep hep nimettir insanlığa Asker, bir millete bir nimettir. Biraz da bundan, kerlik ocağı kutludur.

 

Nimetlerin çevresini bir din halesi sarmıştır. Bir ışık. İşte, dua, hamd ve şükür, bu haleyi meydana geti­ren din ışıklarıdır.

 

Cömertlik ve cimrilikte bundan ötürüdür ki, nerdeyse, imanla ilgili görülmüştür.

 

Fakat, nimetlerin bu yüce yanı görülmeyince, bu kez aynı nimet, en büyük bir ceza gibi çarpar insanı. Nimetin çarpmasından hiç bir insan ve millet kendini kurtaramaz.

 

Komünistler, çağımıza kan ve ateşle girdiler. Ek­mek tanrılaştırıldı böylece. Ekmek, bir nevi, yunanlıla­rın savaş tanrısı haline getirildi. Halbuki, nimet Alla­hın önünde başeğdiren, barışa götürendir.
Ne Grek, ne Roma, ne sonraki batı medeniyetinde bir nimet değerlendirişi, düşüncesi ve şuuru vardır. Yalnız islâmdadır bu.

 

Yahudi, kadri bilinmeyen bir nimetin çarptığı bir ırktır. Müslümanların çöküş yıllarında, nimete verilen değer en mücerredinden en müşahhası olan ekmeğe doğru bir küçülme, bir büzülme, bir gerileme belirtir. Git git yalnız ekmeğe olan saygı kalmış, öbürlerine olan saygı ortadan kalkmıştır. İşte, şimdi, yeniden, ek­mekten başlayarak, en mücerred nimetlere doğru ge­lişen bir nimet değerlendirmesinin çığırım açmak zo­rundayız.,.
Sezai Karakoç - Kıyamet Aşısı
Devamını Oku »

Hicret Mimarisi

Hicret Mimarisi
Onlar, hicret adamıdırlar. İçlerinde hep bir hicretin sızısını duyarlar. Ocakta ateş mi var? Yakında sönecektir, bilirler. Yol tepeye mi çıkıyor, biraz sonra inecektir yamaçtan, farkındadırlar. Şimdi kılıç gibi doğan güneş, sonra bomba gibi batacaktır. Yeşil ağaç kuruyacak, su çekilecek, karakış yazı kovalayacak ve kovacaktır.* (kovalayacak, kovacak)

 
Batılı insan, turist olur, olabilir, ama hicret adamı olamaz. Müslümansa, turistken de hicret adamıdır. Bu dünyada hicrettedirler. Bu çağda hicrettedirler. Bu ülkede hicrettedirler. Takvimleri hicretle başlar.

 
Çile bir hicrettir. Çilesini bitiren Müslüman, hicretini bitirip Medine’sine ermiş olandır.

 
Her namaz, bu yerlerden bir hicrettir. Oruç, vücudun eşyadan hicretidir. Hac bir hicrettir. Zekat bile malın maldan hicretidir. İşte Müslüman, en büyük yakınlığa ermek için bu iç içe hicret pınarlarında yunan(yıkanan) kişidir. Müslüman, hicretle gusl etmiş kişidir. Müslüman, hicretle teyemmüm etmiştir.

 
Hz. İbrahim’in Arabistan yolculuğu, Hz. Yusuf’un Mısır’a köle olarak gidişi, Hz. Musa’nın Sina Dağı’na çıkışı, bütün bunların hepsi, Büyük Hicret’in sembolik muştucularıdır. Fetihler ve zaferler de hicret yemişleri, hicretin yemişleri. Tarikat “yol” demektir, derviş bir hicret eridir; tasavvuf bir hicret düğünü…

 
İçimizde, durmamacasına Mekke’den Medine’ye gidip geliyoruz. Mekke’yle Medine arasında hicret edip duruyoruz. Ne mağaralardan geçmiyoruz. Ne ağlar korumuyor bizi. Ne yılanlar ısırmıyor…

 
Her Müslüman, bir hicret dönemi geçirecektir hayatında. Fakat, bir gün gelecek, hicret bitecektir. Bitecektir, ama ölünceye kadar gönlünde hicretin acı ve haz karışık verimini duyacak ve tadacaktır her Müslüman.

 
Hicret, başlangıçta kanla karışık bir süt akımıdır. Sonra kan azalır, azalır, en son arı duru bir süt kalır. Sütse İslam’ın şiarlarındandır.

 
Bu çağın insanı, dünyaya kendini o kadar yerleşik saymaktadır ki hicretin gök sofrası nimetlerinden haberli bile değildir. İçinde bir hicret mimarisi yoktur da ondan, ölüme karşı hazırlıksızdır. Ölümün sesi, onun için bir göç alarmı değil, bir yamyam tamtamıdır. O, ölüm önünde yamyamlarla kuşatılmış bir beyazın duygusunu taşır. Çocuk kaçıran bir al karısıdır ölüm onun için. Evin önünde kişneyen, hicret zamanını sezip de kişneyen saf kan Arap atı değil.

 
Ama Müslüman, ölümden önce ölüme hicret etmiş kişidir. Ölüm, ona nice yarış birincilikleri kazandırmış bir koşu atı değil midir?

 
Akıncı, bir bakıma bir hicret adamıdır. Asker, bir bakıma bir hicret adamıdır. Şehit, hicretini donanıp giden kişidir. Gaziyse hicretten dönendir.

 
Biz, birkaç yüzyıldır hicret köprüsünü yıktık. İçimizdeki Mekke ve Medine birbirinden koptu. Kişiyle toplumun arasındaki birbirine göç ediş mimarisi çöktü. Ahiretin bu dünyadaki izi olan hicret adamı özelliğini anlamaz olduk. Bu dünyaya yerleşmek istedik, o yüzden bir sürgüne mahkum edildik. Kendi kendimizden sürgün edildik. Çağdan sürüldük. Kendi ülkemizde sürgünüz şimdi.

 
(Sezai Karakoç, Kıyamet Aşısı, s. 24-26)
Devamını Oku »

Gece İzi

Gece İzi

Müslümanı öbür insanlardan ayıran özelliklerden biri de, bir gece yolculuğunun izini yüzünde taşıması­dır. Bu bir yorgunluk izi değil, bir sıhhat izidir. Miraç izidir bu...

 
Peygamber, Miracı bize sadece hâtıra olarak bı­rakmadı, bir gelenek olarak bıraktı. Her gün dönü­münde, namazın gelip kendisine ulvi bir çerçeve oldu­ğu yüce bir gelenektir miraç geleneği...

 
Muallâkatüsseba şairleri, kasidelerine, sevgilinin kabilesinin son konağından göç ederken bıraktığı izle­ri, son ateş kalıntısını, çadır kazıklarını, kararmış ocak taşlarını, kumaş parça ve kırıntılarını anmakla başlar. Müslümanı seçen cins bir göz de, her şeyden önce onun yüzünde miracının izlerini, bir gece yolculuğunun de­rin çizgilerini arar ve görür.

 
Bu yolculuğun kalk borusu, «Ey örtülere bürün­müş olan, kalk!» buyruğudur. Bu örtüler, yalnız yatak örtüleri değildir. Eşyanın hakikatla insan arasına giren örtüleri,, örtüleri, örtüleridir de. İnsanla Yaratıcı ara­sına giren örtüler, örtüler, örtülerdir de. Benzetmeyi sadece estetik alanda düşünelim: bu yolculuk, bir nevi âteş dansıdır. Her durakta, her figürde bir örtü, bir pelerin. bir şal atılır. Son durakta ruh, çırılçıplaktır. İşte orada, dünya örtülerinden soyunan ruha gök giyecekleri, ipekler giydirilir.

 
Müslümanlar, eşyanın ötesine sefer etmiş insanlar­dır. Bu yolculuklarından nice ulvi haberler getirmişler­dir. Peygamberlerin haberleri, bir Hz. Ebubekir haberi, bir Hz. Ali haberi, bir Muhyiddin-i Arabi haberi, bir îmam-ı Babbânî haberi...

 
«Tarikat» yol demektir. Fakat siz ona -gece yolu- diyebilirsiniz.

 
En kütlü kulunu, bir gece, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa'ya ulaştıran ve oradan da kendi katma yükselten Yaratıcımız, bu yolculuğu bize şart koştu. En «mahrem», en yakın mescitten, yani gönülden en «uzak» yâni en yabancısı olduğumuz ufuktaki mescide kadar, yâni enfüsten âfaka kadar bir gidiş-geliş, bir med ve cezir, yâni namaz, Peygamberin bu yolculuğu­nun bize dönük yüzünün bir geleneği olarak şart ko­şuldu. Ne mutlu bu şarta koşanlara, alınları bu ışıkla benekli koşu atlarına!

 

Bu yolculukta ay yarılır, gökler yarılır, cennet ve cehennem serilir ve toplanır. Peygamberlerin ve melek­lerin yeşil dünyasına girilir; ve ulaşan ulaşır Cebrail kanadınının yandığı son sınırlara!

 

İnsan toplulukları kervanlar gibi geçer aşağılar­dan. Konaklarlar, ateşler yakarlar, sofralar donatırlar;at kişnemeleri, haykırışlar, silâh sesleri, kılıç şakırtıla­rı, düşünceler içinde akıp giderler. Şanlı gece yolcusu bütün bunları da görmüştür, yüzlerce kere ta batıda kaynayan kızgın levhanın, güneşin batışını gördüğü gibi. *

 

Bırinci Cihan Savaşına her topluluktan insan katıldı. Ondan dönenlere sorunuz; size bir müslümanın anlattığını,ne bir fransız, ne bir İngiliz, ne bir alman, ne bir rus ,ne bir amerikalı anlatabilecektir. O, İkinci Cihan Savaşını bile birincisinde görmüş ve yaşamıştır. İçinden de en çok yaralanan odur. Dünya ve insan hesabına içi en çok kanayan odur. O, kendi ölçüsündeki miraç bilgisiyle bilir bunu.

 

Peygamberin iki büyük mucizesinin sim da müslümanlardadır. Ay'ın bölünmesi ve miraç mûcizesi. Şimdi insanlık sadece madde alanında bu iki mucize­nin sırrını arıyor, göğe çıkmak ve Ay’a ulaşmak istiyor. Müslümandaki bir gece yolculuğunun izlerini, miraç izlerini ilk ipucu olarak alsaydı, bu arayış, bir mutlu­luk olabilirdi.

Sezai Karakoç - Kıyamet Aşısırı
Devamını Oku »

Merhamet Ruhu

Merhamet Ruhu

 

 

Merhamet, bu yüce duygu, başkasını küçük gör­mekten doğan acımayla, ya da başkasının acısından zevk alışla karıştırılmamalıdır. Uzak olsun böyle bir merhamet! Tanrı uzak etsin!
Kapitalistin, sosyal hizmet adı altında kârından ayırıp, masrafına kaydettiği ve böylece vergisini azal­tarak devlet kesesinden ödediği, dolaylı reklâm, mer­hamet değil, merhamet kalpazanlığıdır. Uzak olsun- böyle merhamet! Tanrı uzak etsin!
Marksizmin kin ve öç, terör ve şiddet, özgürlük­lere kan kusturucu demir pençesini, uzatacağını vâdettiği (uzattığı bile değil), ekmeğin yaldızı olan, yok­sulun yoksulluğunu politika sömürüsüne kapital ya­pan yalancı işçi koruyuculuğunu, merhamet kavra­mıyla barıştırmak ne mümkün? Merhamet buysa,, uzak olsun bu merhamet! Tanrı uzak etsin.
Yürek katılığından, katı yüreklerden merhamet doğmaz. Merhamet, kalbin yumuşamasıdır.

Merhamet, kalbin üzerinden kara mührün kalk­masıdır. Kalb kararışından kurtuluştur.

İnançtan doğar Merhamet. Tanrı'ya inançtan.

Kendini putunu ve bütün putları önce gönülde kırmaktan doğar.

Nefslere değil, ruhların açılımına yardım elini uzatıştır merhamet. Şüphesiz, nefslere de o ruhlara yataklık yapmak için merhamet edilir.

İnsanın gücü yettikçe, kaldırabildiği kadarıyla, sı­nır tanımaz merhamet.

Halis niyetin verimidir merhamet. İki yüzlülük ve ard niyet kokan hiçbir fiil, merhametin repertuvarında yer alamaz.

Birkaç saf kızı bulup hastahanelerde hastalarına hizmet ettirmekle göz boyadıktan sonra Asyalıyı, Afrikayı gömleğine kadar soymak, Kapitalist Batı'nın ustalıklı merhamet ticaretinden bir tekniktir, başka bir şey değil.

Tankla ezen, halkları tankların paletlerine taka­rak kurtaran (!) merhamet, komünizmin siyaset mer­hametinden parlak bir levhadır.

Merhamet, başkasının cebinden aşırı kârla sağ­lanandan lütfen sunulan birkaç kuruşla uzaktan ya­kından alâkalı bir şey değil.

Merhamet, bütün varlığını Hak ve hakikat için adamaktır. Hem canını, hem mal varlığını. Hakikat için insanlık uğruna bütünüyle koşmayı en doğal bir insanlık özelliği bilmektir merhamet.

Merhamet, hakikat için, insanlık için, zulümle, sömürüyle, cinayetle savaşmaktır. Yalnız biriyle de­ğil, hepsiyle.

O, insanların insana tapmasına izin vermeyen yü­ce bir duygudur.

O, 'Tanrı verdiğini her an bütünüyle geri alır', korkusuyla titreyenlerin ruh halidir.

O, Tanrı armağanını başka kardeşlerine armağan etmekle en büyük mutluluğa erecek gün gibi aydın­lık gönüllerin eşsiz sevincidir.

O, kendi cehenneminden başkalarını koruma ti­tizliği, başkalarının ruh bahçesine gül fidanı taşıma arzu ve hareketidir.

Merhamet, verirken kendisinin vermediğini bil­mektir.

Aşktan doğar O: Ezel ve ebed aşkından.

Her yaratığa yaygın sevgi hâlesidir o.

Hasedle barışamaz. Cimrilikle bağdaşamaz. Onun yarısı, hilm, yarısı cömertliktir.

Sabır, tevekkül, rıza ve tevazuyla akrabadır. Tek başına, soyut bir merhamet olamaz.

Merhamet, somuttur. Kanla birlikte vücudda do­laşmadıkça, kâğıt üstünde kalmaya mahkûmdur.

Ruhta çakan diriliş şimşeğidir merhamet. Ondan yoksunluk, ölümden beter ölümdür.

Namaz ve oruçla süt kardeştir o. Aynı ana emzirmiştir onları öz memesinden.

Ne gizliyken değişir, ne açıkta gerçeğiyle.

Sessizce oluşur, gürültü patırtıyla değil.

Mevsim mevsim gelişir, iklim iklim zenginleşir.

Hamuru, öksüzün göz yaşından yoğrulmuştur.

Mayası, mazlumun ahıdır.

Merhamet, insanın kendini hesaba çekişinden doğan bir özdeğişim davranışıdır.

Kendini değiştirerek başkasının değişimine yol açmaktır.

Merhamet, bîr yandan ruhlara kök salmalı, bir yandan toplumda sistemleşmeli.

Geçmişte olduğu gibi, İslâm Medeniyetinin tam açılımı vakitlerindeki gibi.

Yeniden merhamet ruhu doğmalı insanlıkta. Kör­leşmiş, kötürümleşmiş, felce uğramış merhamet ru­hu dirilişini bütünlemeli bir kez daha.

Bir kez daha zulmün çelik ağı, kırılmalı merha­met ebabillerinin gagalarıyla.

Eziş fili, terör sırtlanı duraksamalı merhamet Kâbesinin önünde.

Balığı avlamak için oltanın ucuna takılan yeme merhamet azığı denemez. O zulüm azığıdır ancak.

«Politikada merhamet, aptallıktır.» İşte, insanlık tarihinin alnına yazılan yüz karası merhamet düşma­nı slogan!

Zulüm sloganlarını parçalamalı merhamet kılıcı. Kendisi de bir slogandan ibaret kalmamalı.

Merhamet, insan kardeşliğini, yani inanç kardeş­liğini ihya etmeli ruhlarda.

Tarih leş kokuyor. Çağ, veba ruhuyla titreşiyor. Cevher, akşamını haykırıyor. Bu basit daireyi söküp atacak olan merhamet ilhamı olacaktır.

Kimse, başkalarının kendisinin merhametine muhtaç olduğunu sanmamalı. Tam tersine, hepimiz merhamete muhtacız. Topumuz birden, merhamet ru­huna muhtacız.

Sezai Karakoç - Çağ ve İlham 2

 
Devamını Oku »

Sevgi Uygarlığı

Sevgi Uygarlığı...Uyandırılmış insan yetileri, sevgi toprağına kök salmazsa, onlardan kısa zamanda «şer çiçekleri» boy gösterir.

Sevgisiz uygarlık, Zakkum Ağacı gibi, insanlığa kötülükler yemişini verir.

Sevgi uygarlığı ise, her dalında iyiliklerden altın armağanların salındığı Tûba Ağacıdır.

Sevgilerin sevgisi Tanrı sevgisidir. Bütün sev­giler, O sevgi güneşinden varoluş ışığını alırlar.

Tanrı için sevmektir asıl sevgi. Bunun dışında­kiler, egonun, nefsin açılımları... Nefs şımartma, sev­gi olamaz.

İnsanlık tarihinde, köklü dönüm noktaları, özdeğışim dönemleri, sevgi devrimleriyle, sevginin gö­nülde yeniden dirilişiyle başlamıştır.

«Aşk kahramanı» demişlerdir ulular, bu yolun yolcularına, bu sebeple.

Çünkü: onlar, arzudan doğan bağlantılarda de­ğil, ruhun sevgi ışımasında fani olmuşlardır.

Onlar, kendilerini, Tanrı’nın büyük armağanı sev­giye, katışıksız saf sevgiye adamışlardır.

Sevgi kurtaracaktır dünyayı, insanlığı, Tanrı sev­gisiyle kenetlenmiş sevgi demeti.

Öcü, terörü, ezmeyi, bu nefs ve şeytan ateşle­rini, ancak sevgi şelâlesi söndürebilir.

Tanrı korkusu da gerçekte,Tanrı sevgisinin bir ayrıntısıdır. Onu koruyan örtüdür. Perdeyi aralarsa­nız altından Tanrı sevgisi çıkar.

Gerçek öğretiler, hep sevgi öğretileridir. Ancak, gerçek sevgiyi, fantezilerle, yada sevgi görünümlü aldatışlarla karıştırmamalı. Sevgi gösterisini, sahte sevgiyi, gerçek sevgi sanmamalı.

Hasedin, çekememezliğin kökünü kurutan, sev­gidir. Affeden, bağışlayan, yine sevgi.

Sevginin ölümü, putların doğumu olur. Her yön­den putlaştırma fışkırır o vakit. Putlaştırma, görünüş ne olursa olsun, gerçekte, sevgisizlikten, katışıksız korkudan doğar.

Sevgi bir zafer kutlamasıdır. Ortak zaferin kat­lanışı. Putlaştırma ise yenilgiyi kabulleniştir. Putlaş­tıran kişi, öldürülmüş ruhunun kanını, içi altın kap­lamayla sıvanmış kendi kafatasında, zafer sarhoşuna sunan zavallı tutsaktır: Sevgi ise, gelen muştu İçin düzenlenmiş şöleni aydınlatacak meşaleyi tutuştu­rur.

Feragat ve fedakârlıklar çilesine, insan, ancak, sevgiyle katlanabilir. Sabır ve tevekkülün özü, dop­dolu sevgi özüdür.
Sevgiyle aşılır bu dünya. Ruh dünyasına onunla girilir. Şeytanı yenen metafizik güç, sevgidir. Tanrı­nın rahmetine açılan kapı sadece odur.

Durumalış özdeğişiminin manivelasıdır sevgi. Di­riliş kubbesini ayakta tutan sütun, o sütundur.

En kolay erdiricidir o. Ama ne güç erilir ona!

İnsanın kendini sevmesi, ona erişmesine engel­dir.

Evet! insan, gerçek sevgiye ulaşabilmek için,önce kendini sevmekten vazgeçmek zorundadır.

Bir başka deyişle, bu, şöyle de anlatılabilir. in­san kendini «seviyorsa», kendini sevmekten vazgeç­melidir. Çünkü : kendini gerçekden seven, ego sev­gisinden kendini korumak zorundadır. Kendi egosu­nun sevgisine saplanan kişi, ruhunun, asıl sevgiye, mutlak sevgiye açılmasına engel olan bir sevgiye saplanmıştır.

Donmuş, taşlaşmış sevgi melekesini harekete geçirmedikçe, insana ve insanlığa kurtuluş yoktur.

Sevgi aptallık değildir; zekâyı aşan bir zekâ, duy­guyu aşan bir duyarlıktır. Hoşgörü, yöntemi; af, ge­leneğidir, ama, zalime, nefs bataklığına saplanana, kendi putuna tapana, ya da başkalarının putunu yü­celtene af, merhamet ve hoşgörü göstermek, sevgi göstermek anlamına gelmez. Onlara acınır. Onları uyarmak, asıl sevgi budur. Yoksa, sevgi gösterme adına, onları bu saplantıda bırakmak, tam tersine, on­lara düşmanlık göstermek demektir.

Hile sevgiyi yenemez, sadece kendini yener. Ri­ya, sevgiyi örtemez, ancak kendini örter. Kuvvet, sevgiyi deviremez, ancak kendini devirir.

Sevgi öğretilerinin temeli olan peygamberlerin öğretilerine, İslâm öğretisine, Kur'ân öğretisine, on­ların sevgileriyle

Tanrı sevgisine ulaşma yoludur Doğru Yol, Gerçek Yol.

Sevgide dirilmektir, ruhun kurtuluşu.

Diriliş, bir sevgi devrimidir. Ruhun ölümünü ha­zırlayan öçlerin, ezmelerin, çekememezliklerin devril­mesi yoluyla sevgide ruhun dirilişini gerçekleştirme yöntemidir, diriliş.

Sezai Karakoç - Çağ ve İlham 2
Devamını Oku »

Hakikat Doğrultusunda

Hakikat Doğrultusunda
İslâm doktrini’n in durumu, hristiyanlık ve budizm gibi sadece, tek insanın kendi varoluş problemiyle ilgili değildir. O, fizikötesi, tabiatüstü ve insanüstü ile insan benliğinin ilişkisi, yani Allah’la insan arasın­daki bağıntı ve öte âlem yaşantısı yönünden bütün dinlerden daha derin ve hakikat özlü bir varoluş bil­dirisine ve hikmet icazına sahip olduğu gibi, ondan ayrılmaz ve onun tabiî sonucu ve uzantısı sayılabi­lecek bir toplum ve devlet düzeni sistemine de ma­liktir. Bu insan ve toplum anlayışı, bu metafizik ve pozitif hayat tarzı sentezi, tabiat ve tarihle karşıla­şınca bundan dır kültür ve medeniyet doğmuştur ki buna bütün dünya tartışmasız «Islâm Medeniyeti» adını vermekte tereddüt etmemiştir. Halbuki, buna karşılık, bir hristiyanlık veya budizm medeniyetinden bahsedilemez.

Bir hıristiyanlık ve budizm yaşantısı ve bu yaşantının, kişi sınırından toplum, hatta dev­lete yansıması, tarihî bir vakıadır ama, çok defa bu yansımalar, doktrinlerin özüne zıt olduğundan olum­suz sonuçlar doğmuş ve büyük çatışmalar sonucun­da geri kendi alanlarına dönme zorunda bırakılmışlardır. Tersine, İslâm, devlet ve toplum hayatına ha­kim olduğu ölçüde, insan, benliğiyle ve çevresiyle daha mutlu bir uyuma kavuşmuş, insanlık, medeniyet ve kültür bakımından en büyük açılımlarından birine ulaşma imkânını elde etmiştir.

İslâm Medeniyeti’nin orijinalliğini, büyük düşü­nürler, tarihçiler ve tarih filozofları kabul etmişlerdir. Etmeyenlerin itirazı da sadece bir noktada toplanlanmaktadır. Onda da, kaynağında judeo - chretien (yani yahudi - hıristiyan) bir tesir bulunduğu iddiasına dayanıyorlar. Daha ileri gidenleri de, hukukunun ro­ma hukukundan, müzik ve mimarisinin de Bizans mü­zik ve mimarisinden, tasavvufunun da hint mistisiz­minden geldiğini yazmışlardır. Bunlar, İslâmî anlaya­mayan ya da bilerek onu hakikatıyla göstermek is­temeyen, görevli veya gönüllü İslâm aleyhtarı yarı -bilginler veya yarı- düşünürlerdir.

İslâm, sadece arap düşüncesinin, bir açılımı de­ğildir. İslâm, insanlığın malı Hakikat Medeniyeti'dir. İlk insandan başlayan Hakikat Medeniyeti’nin gelişi­minin sonunda vardığı en mükemmel ve üstün açılı­mının adıdır. Sonradan asıllarından saptırılarak, baş­ka medeniyetlerle kaynaştırılarak değişik sistemlerin ve dünya görüşlerinin birer unsuru haline getirilen yahudilik ve hırîstiyanlığın ilk özlerinin hakikat uy­garlığından doğduğu gerçeğini belirterek, onları ası!- farıyla kendi özyapısında bulundurduğunu bildirmesi, İslâmın, bütün insanlığın hakikati ve medeniyeti ol­ması özelliğinden ileri gelmektedir.

Kur’ân, açıkça hakikatin, ilk insandan-beri bildi­rildiği ve inananların bulunduğu gerçeğini söylüyor. Ondan ayrılanları uyarıyor. Bütün insanlığı tekrar hakikatta birleşmeye çağırıyor. Hukuk, bilim, sanat ve hikmet bakımından ise, İslâm Medeniyeti, temelini tamamen Kur'an'dan alınıştır.Öbür medeniyetlerin etkileri, mahallî örf ve âdetlere verilen değer, diğer medeniyetlere bakışda değerleri alıp özümleyici bir hoşgörü ve genişlik tanımasından doğmaktadır. Ke­lâm da, tasavvuf da tamamen Kur‘ân-ı Kerîmeden doğ­muşlardır. Ancak, İslâm düşünür ve hekimleri Yunan felsefesini didik didik inceleyerek, onun yaşamaya değer taraflarını Büyük İslâm Medeniyeti yapısında eritmişlerdir.

Zaman zaman, bu eski medeniyetlerle karşılaşma ve hesaplaşmalardan, aşırı ekoller doğ­muşsa da, bu ekollerin İslâm Medeniyetine hakim olamayarak tasfiye edilmesini, doğan müsbet ekoller sağlamışlardır. Imam-ı Gazâli, Muhyiddin-i Arabi, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, İmam-ı Rabbanî gibi ön­derler, bu sapma ve bozulma yollarını tıkamışlar, Is­lâm Medeniyetinin kendi öz doğrultusunda gelişim ve açılımını yapmasında üzerlerine düşen görevleri ye­rine getirmişlerdir.

Bundandır ki, Islâm Medeniyeti, Medine, Şam ve Bağdat Siteleri dönemlerinden sonra, bir Maveraün-nehir, Hint ve Osmanlı rönesansları ve varyasyonları dönemiyle son yüzyıllara kadar, Hakikat ve İnsanlık Medeniyeti olarak gelmiştir.

Ancak, Batıda, çok yazımızda belirttiğimiz gibi, antik medeniyetin, akıl ve materyalizm yönünde bîr gelişimiyle, yeniden - doğuşa gitmesi ve bunun do­ğurduğu tekniğin, İslâm dünyasınca dengelenmekte zamanında davranılmaması, Medeniyetimizi derin bir bunalımla karşı karşıya bırakmış, bunun doğurduğu panik de, Medeniyetin özcülüğünden biçimciliğine,oradan da Batı taklitçiliğine ve sonunda da marksist deney hayranlığına yol açmıştır.

**
Şimdi, medeniyet ve kültürümüz, bir yandan ye­niden diriliş’inin çilesi, öbür yandan bu dış baskı ve etkilerle hesaplaşmanın ölüm kalım günlerindedir.

Biz, yeniden özcülüğün ve köke dönüşün yolu açılarak yeni bir yeniden - doğuş yoluna dönüş ve -giriş savaşının, yani medeniyet ve kültürde yeni bir neslin boy göstermesi girişiminin başladığını ve sür­mekte olduğunu her fırsatta söyledik ve söylüyoruz.

Diriliş, nöbet eridir. Bu savaşta, sıranın kendisin­de olduğu inanç ve bilinci içinde, gücünün yettiği kadar, Ebedî İslâm Çağrısı’nın bir nöbet eri hizmet­lisi olarak, bu vazifeye kendisini adama isteğinde ve işinde, sapmama ve şaşırmama duasında ve dileğindedir.

 

Sezai Karakoç - Çağ ve İlham 2
Devamını Oku »

İslam ve Amel

muslumanca-yasamak

Eğer dine (İslâm) hayatımızın her şeyi diye bakmıyorsak, onu kendisiyle amel edeceğimiz bir hükümler bütünü olarak görmüyorsak, dini bir zihin fantezisi olarak kabul ediyoruz demektir. Din, bir kez, bir zihin fantezisi olarak kabul edilince, bu fanteziye yüklenmek istenen değer ne kadar yüce ve yüksek olursa olsun, o artık kendisiyle amel edilen bir hükümler bütünü olmaktan çıkmış, nefsanî gayelerin hizmetine verilmiş zihin lüksünün, düşünce konforunun unsuru ve aleti durumuna getirilmiş olur.

Din, bir zihin konforu, kişinin bir tefahür (övünme) aracı haline geldikten sonra, ona artık “amelî” bir fenomen olarak bakmak imkânsızlaşır. Üzerinde zihnî spekülasyonlar yapmayı denediğiniz herhangi bir “toplum kurumu” olur. Bundan sonra ona övgüler, mersiyeler döşense, hatta onun vazgeçilmezliği layüsel sanılan “bilimin verileriy'le kanıtlanmaya girişilse, din amelî bir hadise olmaktan çıkmış, “nazariye”nin konusu haline getirilmiş olur.

Kaynak:

Rasim Özdenören - Müslümanca Yaşamak
Devamını Oku »

İnsan'ın Sorumluluğu

yeniden-inanmak

Her nesil,sırtında bütün bir geçmişin yükünü de taşımıştır. Bunun bilincinde ve sorumluluğunda olaydı,bu yük , ona tarihin bir şeref nişanı gibi takılmış arması olacaktı. Ama her zaman böyle olmamıştır. Bunalımlar, karışıklıklar, desiseler, entrikalar, bu yükü dayanılmaz bir ağırlık haline getirmiştir onun sırtında.Tarihin,mutlak çizgi üzerinde yürümesine karşı çıkmak isteyenler, bu yükü, insanın sırtına, âdeta bir zillet damgası olarak da, basmışlardır . İnsanın kulluk görevini yerine getirmesini engellemek istemişlerdir. İnsan,karanlık boşluklara yuvarlanmıştır, bir kasırga alıp, onu bir başka cehennem ülkeye götürmüştür.

İnsan,köle olmuştur, sömürmüştür, sömürülmüştür, zalimlerin en zalimi, mazlumların en mazlumu olmuştur. Bütün bunlar olmuştur. Tarihse, hep akıp gitmiştir, gitmektedir. Tarihte, daima bir Firavun, bir Nemrut, bir Ebu Cehil, kısaca, isim ve kılık değiştiren bir tiran mevcut olmuştur. İnsanlar, buzul ülkeleriyle ateş iklimler arasında gidip gelmiştir. Tarihin bu çizgisi daima karanlık bir kuşak halinde sürmüştür. Bu kuşağın karanlık çizgisi içinde kalan insan, seçme hakkını yitirmiştir. Sanki mukadder bir günah, onu bu çizgiye sokmuştur. Bileklerinde ve boyunlarında, bir vebali sürükleyip durmuşlardır. Onlar, bu ateş ülkesinde, "boyunlarında bükülü bir ip olduğu halde" sürüklenip dururlar.

Tarihin bu çizgisi, red ve inkâr çukurlarıyla, ateş vadileriyle uzanır. Ortalığı, simsiyah bir cehalet dumanı kaplamıştır. Yön, mesafe belirsizdir. Her duman aralısından bir iblis başı görünmektedir. İnsan neyi seçecektir? Daha başından böylesi bir vadiye düşen insan, seçimini ilk anda kaybetmiş demektir.

Ama umutsuzluğa yer yok.

Çünkü tarihin ak çizgisi de, insanın var oluşuyla birlikte kendini devam ettirmektedir.Bu ak çizgide mutlak  mutlak hüküm ve mutlak düzen sapmadan kendi yolunda ilerlemektedir .Bu yol peygamberlerin haber verdiği yoldur. Orada her şey yerli yerindedir. İnanmak, bir bilinç işidir. İnsan bu bilinci bu sorumluluğu onurla taşır. Kendisine buyrulan yöne dosdoğru  yürür. Boynunda bükülü bir ip değil, elinde mutlak yönü gösteren sımsıkı sarıldığı bir ip vardır çünkü.

Mutlak anlamda, insanın seçme hakkı hep var olmuştur. Seçim sîzindir. Seçim, insan tekine aittir. Tarihte, üçüncü bir yol daha yoktur. Kader insanları ve milletleri hep sınamıştır. İnsanlar ve milletler de, hep bu iki yoldan birini seçmişlerdir. Seçmişler ve, ya ateş vadisine doğru, ya altından ırmaklar akan ülkeye doğru. yol almışlardır.

Eğer yüreğinizde bir bulantı, kafanızda bir kuşku hissediyorsanız,varlığınızda bir rahatsızlık, çevrenizde bir huzursuzluk varsa kader sizi seçmeye çağırıyor demektir. Ya size uzatılan ipe sımsıkı sarılıp kurtulacak ya da boynunuzda bükülü bir iple ateş vadisinde dolaşmaya razı olacaksınız.

Kaynak:

Rasim Özdenören - Yeniden İnanmak
Devamını Oku »