Hamd ve Şükür



Hmad ve Şükür

Hâris el-Muhâsibî’ye şükürden şükürden soruldu: “Nedir şükrün mâhi­yeti? Mânası nedir?” Şöyle cevap verdi Muhâsibî: “Nimetin yalnızca Allah Teâlâ'dan olduğunu bilmendir. Semâvât ve arz ehli mahlûkâta ihsan edil­miş hangi nimet var ise hepsinin başlangıcı Allah a aittir. Bunu böylece bi­lirsin ki Allah Teâlâ'nın hem senin hem başkalarının üzerindeki nimetlerini tanımakla O'na şükreden bir kul olasın.”



Bazıları şöyle demiştir: “Şükür, nimetlerin Allah’tan olduğunu dil ile ikrâr etmen ve Allah Teâlâ’nın o nimetleri yaratan ve hiç kimse hak etme­mişken o nimetlerle rızıklandıran olduğunu kalbinle tasdik etmendir. Kul­landığın vasıta ve sebepler ise Allah Teâlâ’ya taatte hazırlayıcı unsurlardır.”



Hâris el-Muhâsibî’ye (yine) “Şükür üzerine şükür gerekir mi?” diye suâl ettiler: O da şöyle cevap verdi: “Evet gerekir. Kul, Allah’ın kendisini şükre muvaffak kıldığım gördüğü zaman bu şükür için Allah’a kalben şükreder, sonra bu şükür kalbinden taşar da dilinden hamd kelimeleri dökülür.” İşte budur şükrün şükrü. Kula, şükürde bir nihayet yoktur bilakis her bir şük­rün şükrü gerekir. Şükrün gâyesi Allah Teâlâ’nın sana ihsân ettiği nimetle­rin bir nebzesinin yanında dahî ne kadar şükretsen az görmektir.



Denildi ki: Şükreden şükrünü nasıl artırır? Buna şöyle cevap verdi: “Şükrün endazesinin olmadığını bilmekle.” Şöyle devam etti: “Ne kadar şükredebiliyorsa külliyyen Mevlâ’nın ihsanı olduğunu; şükür niyetiyle tüm yaratılmışların takati nisbetindesâlih amelle gelse bunun da âzalarının takat getiremeyeceği, aklının almayacağı ölçüde şükür gerektireceğini bilmektir. Bu sebeple, şükreden ne kadar şükretse âz görür.



Haris el-Muhâsibiye şükrün alâmetleri soruldu. O da: “(Nimetlerdeki) artma” cevabını verdi. “Buna delilin nedir?” denildiğinde de: Allah Teâlâ’nın şu âyetidir dedi: “Eğer şükrederseniz elbette size (nimetimi) arttırırım.”



Hamd kavramına gelince, onun iki mânası vardır: îlkmânası şükretme,

İkincisi de mahmûd (övülmüş) olana kendisine lâyık olduğu gibi senâ et­mektir. Filan kimsenin durumunu övgüye lâyık buldum denilir. Bundan dolayı din ve dünya işlerinin ıslahı, şükür ve edepledir derler ki burda şükür (teşekkür etme) seninle mahlukât arasındaki durumdur.



Şükredenler üç gruptur: 1. Allah Teâlâ’nın sevabını arzulayarak O’na şükredenler. 2. O’nun azabından korkarak O’na şükredenler. 3. O’na senâda bulunmaktan lezzet alarak şükredenlerdir.



Bir kısım kimseler de demişlerdir ki; “Şükrün hakikati, Allah’a şükretmede aciz kaldığını itiraf etmektir.” Nitekim bu mânada şair demiştir:



‘’Değil mi ki Allah’ın nimetine şükretmek bizâtihî nimettir

öyleyse şükrümün şükrü gerektir.

Günler uzayıp gitse, ömre ömür eklense

şükre muvaffak olmak ancak Rabbin fazlı iledir.’’



İbnMesud (Allah rahmet eylesin) der ki: “Kıyamet günü insanlar üç divanda haşr olunun 1. İyilikler divanı. 2. Kötülükler divanı. 3. Nimetler  divanı. İyilikler nimetlerle karşılaştırılır. Ne kadar iyilik sayılsa illâ ki mukâbilinde bir nimet bulunur. Sonunda (iyilikler tükenip) nimetler iyilikleri kuşatıncaya kadar bu böylece sürer. Geriye kalan günahların da Allah dile­diğini siler.

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Sıdk (Doğruluk)

Sıdk (Doğruluk)Sıdk (Doğruluk)

Sıdkın mânasına gelince, bir tâife şöyle demiştir “Sıdk, maksada ulaş­mada gayreti sonuna kadar sarf etmektir.”

Diğerleri ise şöyle demişlerdir:



“Sıdk, varılmak istenen maksada ulaşmak için mevcut olan (her şeyi) sarf etmektir."



“Sıdk, Hakk’ı tanımak ve halktan uzaklaşmaktır."



“Sıdk, zorluk ve ihtiyaç esnasında bütün gücü itaate sarf etmektir."



“Sıdk, Allah sözünü, ruh ve nefsin murâkabesine uğramaksızın, Allah  ile söylemektir.”



“Sıdk; sırrı fâş edecek bir şeye karışmaksızın söz ve fiilin bir olmasıdır."



“Sâdık bir kimse sıdkın hakikatlerini nefsi için istemesi gerekir." diyen birisine: “Nefsin maruz kaldığı fetret nedir?” diye sorulduğunda şöyle ce­vap vermiştir “Nefislerin icabet ettiği hevânın isteklerine maruz kalmasıdır. Böylece nefisler gayret ve zorluk ruhunu terk ederek fetrete düşerler.”



Haris el'Muhâsibî’ye fetretin artmasının nereden kaynaklandığı sorul­duğunda: “Allah’dan olan lütufların ve nimetlerin azalmasından" diye cevap vermiştir. İnsanın bu duruma nereden düştüğü sorulduğunda “İnayetin azlığı ve gevşekliğin çokluğundan” demiştir, insanın bu duruma nereden  maruz kaldığı sorulduğunda ise: “Kalbi düşüncelerin dünyevi meşgaleler ile meşgul olması ve ruhsatlara sarılma neticesinde insan fetrete meyleder ve bu durumu da gaflet hâli takip eder", diye cevap vermiştir. Ardından bu hâli kalbin bileceği alâmetlerin olup olmadığı sorulduğunda: “Evet” ceva­bını vererek şöyle devam, etmiştir: “Bunun ilk aşaması tembelliktir. Eğer  insanı riâyet hâli hâkim olursa tembelliği zail olur, bu hâl (riâyet) onda hâkim olmazsa tembelliği artar ve nihayetinde onda itaatten uzaklaşma meydana gelir.”





Bazı kimseler sıdkın sözlerde, amellerde (fiilde) ve hâllerde olduğunu söylemişlerdir.



Ameldeki sıdk; amellerin sözlere uygun olmasıdır, sözdeki sıdk, söz­lerin hâllere uygun olmasıdır. Ahvâldeki sıdk ise, bunun (İlâhî) sırlardaki s sıdka uygun olmasıdır, İlâhî sırlardaki sıdk da, her şeyin sahibi olan Allah Teâlâ’nın muradına muvafık olmaktır.



Hâris el-Muhâsibî de şöyle der: “Sıdk, ilk olarak niyette, sonra dilde, daha sonra da amelde olur. Niyetteki sıdk, sadece Allah’ı murâd ederek cezalandırma korkusu ve sevap alma ümidinin kalpte zuhur etmesidir. Dildeki sıdk ise, ifade etmede zayıf kalarak geri kalsa bile bir şey söylemek için niyetlendiğinde, Hak tarafından bir şâhidin onunla birlikte olduğunu bilmesidir. Ameldeki sıdk ise, amel yapmak için azmedilen şeye hücum edilmesi ve böylece amelin hırs ve hevesle tamamlanması, engellerin aşıl­masıdır.”



Hâris el'Muhâsibiye, sıdkın nereden kaynaklandığı sorulmuş? : “Al­lah’ın işiten ve gören olduğunu ve ancak Allah’ın kendisini görüp işitti­ği bilincinde olan kişiye inanılabileceğini bilmekten; cezalandırmaya da mükâfatlandırmaya da ancak O’nun kâdir olduğunu ve kişiyi [cezadan] ancak sıdkın kurtaracağını bilmekten. Kul da böylece sâlih amellerini artı­rır. Çünkü Allah Teâlâ kitabında buyuruyor ki: “Allah'ın hükmüne sadakat gösterselerdi elbette kendileri için daha hayırlı olurdu’’Sıdk, kalpte müşahâde yakınlıgi ve murâkabe hürmetiyle Allah’ı bilmeye (mârdet) muvâfik olduğunda, bundan dolayı kalpten vücudun diğer;uzuvlarına nur yayılır ve her bir uzuv bu nurdânpâyını eşit miktarda alır” ,



Haris el-Muhâsibîye, sıdkın alâmeti sorulduğunda şöyle cevap vermiş­tir; “Sıdk, kişinin kalbinin salâhı için halk nezdindeki tüm itibarını kay­betse dahî aldırış etmemesi, azıcık da olsa iyi amelini kimsenin görmesini istememesi, kötü amelinin halk tarafından bilinmesinden de hoşnutsuzluk  duymamasıdır. Zira bundan hoşnutsuzluk duyması halk arasında itibarının artmasını arzuladığının delili olur. Bu ise sâdıkların ahlâkından değildir.0



Sehl: “Kul sâdık olduğunda kalbi Allah’ın arşı, sadrı da kürsisi olur Sâdık olmadığında ise, kalbi Iblis’in arşı, sadrı da onun kürsüsü olur.” demiştir.



Bu konuda söz söyleyenlerden İbrahim b.Şeybân şöyle demiştir: “Kulun sırrı ile aleni (zahirî) olan şeyleri eşit olduğunda adalet, sırrı alenî olan şeylerden fazla olduğunda sıdk, zahirî olan şeyler sırrı olan şeylerden fazla olduğunda nifak olur.”



Yûsuf b. Esbât: “Allah Teâlâya karşı sıdk üzere bulunarak bir gece amel etmem, Allah yolunda iki kılıçla vuruşmadan bana daha sevimlidir.’’ dem iştir.



Birisi: “Daimî olan farzı eda etmeyen kimsenin muvakkat farzları da ka­bul edilmez.” dediğinde, daimî farzın ne olduğu sorulmuş; o da; “Sıdk” ce­vabını vermiştir.



Bazı kimselere sıdkdan sorulduğunda: “(Allah Teâlâ nın ahdine) vefa etmektir.” Demişlerdi.Nitekim“O şahıslar ki Allah ile yaptıkları muahedeye sâdık kalırlar.’’âyeti bunu ifâde etmektedir. .



İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Allah'a Hüsn-i Zan İçerisinde Olmak

Allah'a Hüsn-i Zan İçerisinde Olmak

Müellif Ebû Bekir îbn Fûrek şöyle der: “Bu konuda aslolan kulun Allah Teâlâ’nın rahmet, kerem, cömertlik sıfatlarına, (nefsine) itimat ve güven ol­madan O’na hüsn-i zan içerisinde olmasıdır. Bununla ilgili kendine itimat  eden, nefsine güvenen ve amelinde tembellik yapanlar hakkındaki kıssada Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var ya, işte sizi o mahvetti. ”



Hz. Peygamberden (s.a.) rivayet edilen bir haberde O şöyle bir bu­yurmaktadır: “Ben, kulumun zannı üzereyim artık beni dilediği gibi düşünsün.’’



Hasan el-Basrî’ye, filan kimse ben Allah’a hüsn-i zan üzereyim dediği söylendiğinde o şöyle demiştir: “O kimse yalan söylüyor, eğer Allah’a hüsn- i zan üzere olmuş olsaydı, ameli güzel olurdu. Kul, kendisi olarak Rabb'ine dönüp nefsinin kusurlarına baktığı ve onları terkte gayret içinde olduğunda medh edilen hüsn-i zan içinde olur. O kimsenin, aldanma nedenleri ona müptela olup gaflet sebepleri sardığı, hevâ ve şehvetine daldığında, ‘Ben Allah’a hüsn-i zan üzereyim.’ demesi işte bu zemmedilen bir durumdur.”



Bazıları şöyle der: “Nefsine olan töhmetine göre, güvenin Rabbine ol­sun. Kul, tuzağından emin olunmayan ve O nun rahmetinden ümit kesme­ze yen nefsini itham ederek Rabbine güven içerisinde olması gerekir.”



Hz. Peygamber (s.a.) duasında: "(Allahım) tuzağından beni emin kılma, rahmetinden de ümidimi kesme.’’buyurmaktadır.



Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Ziyana (Hüsrana) uğrayan kavimden baş­kası Allahın tuzağından emin olamaz,”“Sapılmışlardan başka kim Rabbi- nin rahmetinden ümidini keser. ”



Allah’a hüsn-i zannın nihayete erdiren kimse O’nun rahmetinden ümit  keserek günahlara alışır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a;) şöyle buyurmakta­dır: “Gerçekten akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır.



Bilmiş ol ki, Allah’a hüsn-i zan içerisinde olmak recâ hâlinin kuvvetiy­le ilgilidir. Çünkü kulun recâsı tamam olduğunda zan güzel olmaktadır. Hadis-i kudside: “Ben, kulumun zanm üzereyim artık beni dilediği gibi düşünsün.“ şeklindeki Allah’ın sözüne gelince, burada melik kulluğa değil, ubûdiyyet ile gerçekleşen kulluğa işaret edilmiştir. Bu hususiyetleri Allah, kişinin nefsine değil, muhtelif âyet ve haberlerde ancak müminlere izafe et­miştir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki Benim kullarım üzerinde senin bir sultan (gücün, yaptırımın) yoktur.”“(Bu,) Allahınhas kullarının içtikleri ve akıttıkça akıttıkları bir pınardır.



Âyetlerde Allah Teâlâ, tâatinde ihlâslı olan velilerini kastetmiştir. O’na tâatte, ibadette kusurlu ve Allah’tan beklenti olan kimseye gelince, bu durumda olan kimse ‘Ben Allah’a hüsn-i zan üzereyim’ der. Bu husus, kulu bir şeye has kılma yönüyle onların vasfettikleri şeylerin cümlesinden değildir. Bu yüzden kul aldanmaya düşmemesi gerekir. Bundan do­layı Hz. Peygamber (s.a.) ‘Beni zan etsin (düşünsün)’ demiştir. Ahmak bir şeye itimat eder, (bunun yanında) Allah’tan beklenti içerisinde olur.



Kim Allah'ın emamına itimad ederse, Hz. Peygamberin(s.â.v) hadisindeki‘dilediği şeyleri’ ifadesinde belirttiği gibi, seçtiği kulları olarak vasıflarını açıkladığı muhlis ve seçkin kulları içerisine girer. Hadiste ihtisas (bir şeye has kılma, kastetme) ve Hz. Peygamberin 'Artık beni dilediği gibi düşünsün!” ' ifadesinde terhîb (sevdirme) ve terğîb (korkutma) vardır. Yani afv, rahmet ve keremden benim hakkımda dilediğini zannetsin. Çünkü ben buna layı­ğını, Bir şeyler vermek ne benden bir şey eksiltir, ne de vermemekte bana bir zarar verir. Ne ibadetler bana bir fazlalık sağlar, ne de mâsiyetler bana bir kusur meydana getirir. Böylece bunların Allah’a hüsn-i hususunda zik­rettiklerimiz yöne (veçhe) hamledilmesi ortaya çıktı.

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Cud ve Seha (Cömertlik)



Cud ve Seha (Cömertlik)

Hâris el-Muhâsibî ye sehânın (cömertlik) mânası suâl edildiğinde o şöyle demiştir: “Cömertlik birkaç şekilde olur: Dünyada cömertlik, dinde (ahirette)cömertlik.



Dünyada cömertlik, vermek, harcamak, îsar (başkasını kendine tercih etmek), insanin kendisinin iyilik ve kolaylılık sahibi olmasıdır. Allah Teâlâ buyuruyor ki: Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtulup erenlerdir.”



“Dünyadaki cömertliğin alâmetleri nelerdir?” diye sorulduğunda o şöyle demiştir “(Malları) Depolamayı terk etmek, malların toplanmasına buğz etmek ve bir şey istediğinde ihvana vermeyi taahhüt etmektir.” “Kardeşin isteme anında cömertliğin alâmeti nasıl olur?” denildiğinde O: “Kalbi se­vinçle beraber, hızlı ve süratli şekilde cömert olmaktır, (isteyene istediğini hemen vermesidir) Bununla o kimse; isteyenin istemesinin vermekten daha faziletli olduğunu anlar. Nitekim Mutarrıf b. Abdi İlah eş-Şıhhîr bir şiirinde şöyle der;



Ölçüp tarttığın birşeyi vermek ile istemek söz konusu olduğunda,

Vermenin her türlüsü hafif kalır, istemek ağır basar

Var gücünle imtihan edilirsen istemeye

Sarf et bütün çabanı, cömert ve Kerîm olandan istemeye



Çünkü bu durumda istemeden verirsin ve isteyeni isteme sıkıntısından kurtarırsın.2



Yine bir hikmet sahibinin söylediği gibi:

Yiğit (fetâ) malından hali olur da

Murûetten (erdemden) hâlî olmaz.





Mutarrif(b. Şıhhır) dostlarına: Sizden birisi benden ihtiyacı için bir şey isteyeceği zaman onu bir kâğıda yazıp bana ulaştırsın, çünkü ben onun yüzünde isteme zilletini görmekten hoşlanmam” demiştir.



'‘Dinde olan cömertliğe gelince: Din uğruna telef etmek süretiyle nef­sine cömert davranman, Allah için canını fedâ etmek ve kanını akıtmak suretiyle kalbine cömert davranman gibi. Sevaba ihtiyacı olsa da, böyle yapmakla dünya ve ahret için sevap elde etmek kastedilmez. Çünkü böy­le kimsenin kalbinde galip olan, ihtiyarı Allah’a bırakması sebebiyle kâmil cömertliğin güzelliğidir. Böylece nefsin için ihtiyar ettiğin şey güzel olmasa da, bunu sana yönelerek yapmış olur.



Nitekim âbidlerin birinden rivayet edilir ki: Seferlerinin birinde asha­bıyla birlikte otururken Hayyân b. Hilal’le karşılaşılır ve denir ki: “Aranızda Hayyân var mı ona bir mesele sorayım?” Oradakiler ona Hayyân ı işaret ederek “İstediğini sor.” derler. Kadın: “Sana göre cömertlik ne demektir?* diye sorar, Hayyân da: “İsteyerek vermek ve başkasını kendine tercih et­mektir.” diye cevap verir. Tekrar o kişi: “Dinde cömertlik nedir?” der, Hay­yân: “Zorlama olmadan nefisinin cömertlik hâliyle Allah’a ibadet etmen­dir.” Cevabını verir. “Bunun karşılığında ecir istiyor musunuz?” dediğinde orada bulunanlar şöyle derler: “Evet. Çünkü Allah Teâlâ bir iyiliğe karşılık on mislini vaat etmiştir.” O kişi şöyle demiştir: “Bir tane verdiniz, on tane aldınız hangi şeyle cömertlik yapmış oldunuz?’’ Bunun üzerine orada bulu­nanlar o kişiye şöyle dediler: “Sana göre cömertlik nedir?” O kişi şöyle dedi: “Bana göre cömertlik, karşılığında hiçbir ecir istemeden, zorlama olmadan, tâatıyla lezzetlenmiş ve nimetlerinden nimetlerim iş olarak Allah’a ibadet etmenizdir. Allah Teâlâ’nın kalplerinize vakıf olmasından hayâ etmez misiniz? Böyle yapmakla bir şeye karşılık bir şey istendiği bilinir. Bu ise dinde çirkin bir şeydir ”



Bir kadın âbidden nakledildiğine göre, onların bazısı diğer ibadet eden­lerin bir kısmıyla ilgili: “Cömertliğin sadece dinar ve dirhemle olacağını mı zannediyorsunuz? Sana göre cömertlik nedir?” dediğinde o kişi şöyle demiştir. “Cömertlik, Allah için nefislerin feda edilmesidir.”



Bir grup cûd ile sehâ arasını ayırmış ve şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ cevâd (cömert, nimet ve ihsânı bol olan) diye vasıflanır, fakat sahi (cömert) diye vasıflanamaz.



Bazıları da der ki: Allah sahi diye vasıflanamaz çünkü bu kelime verimli, yumuşak toprak mânasına gelen bir kelimeden alınmıştır.



Ebû Bekir İbnFurekde şöyle der (müellif): “Allah Teâlâ sahi (cömert) diye vasıflanamaz, görüşü bize göre hatadır. Çünkü tevkîfîlik (Allah’ın bil­dirmesiyle olan durum) bu isim hakkında vârid olmamıştır. Allah’ın isim­leri sadece tevkifi olarak alınır, bilinir.”



’ Zünnûn el-Mısrî’den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: “Cömert­liğin başlangıcı ve nihayeti vardır. Başlangıcı, elinde olan her şeyi isteyerek vermede nefsinin cömert olmasıdır. Nihayeti ise, insanların elindekiler hu­susunda nefsinin cömert olmasıdır. Bu, bir sözünde başkasına cömertliği, ‘Dünyanın yenmesine aldırmamaktır’ diyen kimsenin sözünün mânasıdır. Sehânın aslı cömertliktir, insana gelen şeyin temiz olarak gelmesidir. Ver­mek ona zor gelip ve onu çok görmediği zaman, bazen (malını) veren cimri, cimri olan cömert olabilir. Bu sebeple ashabımız şöyle demiştir; “ Verme fiili gerçekleşmese bile Allah Teâlâ her zaman cömerttir (cevâddır). Zira verme bir fiildir. Allah Teâlâyı cömert (cevâd) olması sebebiyle böyle vasfetmesinin mânası ise, vermenin O’na zor gelmemesindendir.”

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Takva'nın Manası

Takva'nın Manası



Bazıları şöyle der; “Takva, Allah’ın evliyasının sıfatlarının ilkidir. Takva, velilerin sıfatlarının ve niteliklerinin temeli, onların en yukarıda olanıdır.Bununda ötesinde takvâ bütün sıfatların içinde bulunur. Onunla diğer sıfatlar ıslah olur. Allah takvâyı velilerin sıfatlarının ve niteliklerinin başlangı­cı yapmış ve Kitabı’na (Kurana) bununla başlamıştır: “Elif, lâm, mim. işte bu kitap ki, bunda bir şekk yoktur. Muttakîler için bir yol göstericidir." Sonra onların sıfatlarını zikretti ve şöyle buyurmaktadır: “Onlar, gaybe inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf ederler. ”



Bazı kimseler şöyle demiştir: “Takvanın mânası, sırların haram ve şüphe­li şeylerden imtinasıdır. Sırrı kabullenip ona boyun eğdiğinde bu hâl onu, güzel (tayyibât) ve helâl olan şeyleri terke çağırır. Bu hâl devam ettiğinde onu (onu Allah’tan alıkoyan) alakaların terkinde dikkate sevk eder. Hatta nazarın (bakışın) alaka cihetine doğru olduğunda bunu ondan sakındırır.Böylece onu Allah’tan alıkoyan her şeyden korur ve onu herkesin Rabbine çağırır. Nihayetinde bunların hepsinde bu hâl benimsendiğinde ve bütün alakalardan kesildiğinde, izzet-i nefis cihetiyle Hakk’a nazarına ona engel olur.Takvâ hem ilk hem de son makamdır, takvâ hem ilk hem de son nefes­tir. Hatta insan Hakk’ı sırrı ile mülahaza etse, onu takvâ kurtarır ve tefrîd (birleme) lisanı ile de şöyle der: “aman hâl aman!” Nitekim bu hususu şair şiirinde şöyle dile getirmiştir:



Ne zaman seni ansam lanetler beni sırrım,

Zikrim, derdim lânetler beni seni andığım zaman

Sanki senden bir gözcü seslenip durur bana

Sakın ha! sakın yâd etmekten, âmân!



Bazıları da şöyle den “Takvâ, Mevlâ'nın evliya ve csfiyâ kullarının kalp­lerindeki rakibidir (gözetleyicisidir). Onları derecelerini yükseltmeleri hususundu teşvik eder ve (oldukları) makamlarda durmamaya sevk eder. Takvâ, onları bir an terk etmez, onlarda yerleşir, hatta onlarla Hakk a yü­rür, Kuşun bulundukları yuvada bir an kalmaları (gibi) (onların takvâdan ayrılmalarına bir an bile) mühlet vermez.”



Bil ki; takvâ, korunmaktır. Korumak mânasına gelen Arapça Vikâye’ kökünden alınmıştır. Bu da kulun nefsini kendisi İçin bir korumasıdır. Bu durumda o, dünyada rahata ulaşmak için hevâsından uzaklaşır ve yaşadığı anda takvayı kendine takdir eder.



Bazıları şöyle der: “Takvânın üç derecesi vardır: İlki, söz ve akit olarak Allah’a şirk, inkâr etme ve nifakla ilgili olan takvâ. İşte bu hidayetin ilk kapısıdır. Kul haramların hepsinden korunursa, velayet ehlinden olur. Tak- vâsıyia (haramlardan) korunursa onun işi gaye ve sonuç olarak hâsıl olur.”



Haris el-Muhâsibî’yetakvâ ve mânasısuâl edildiğinde o şöyle demiştir: “Takva kelimesi bir isimdir. İsim olarak onun için takdir edilen bir mâna vardır ki, o da Arapça korku mânasına gelen ‘havf’ kelimesinden türetilmiş­tir. Bu durumda takvâ kelimesinin mânası, kalbin, zahirî ve bâtınî uzuvla­rın Allah’ın nehyettiği şeylerden emrettiği şeylere intikal etmesidir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allahtan korkanlar, elbette cennetlerde ve pınarların başındadırlar."11Muttakîler ise muhakkak ki, bir emin makamdadırlar.’’



Bir grup şöyle der: “Muttakîler (Takvâ sahibi kimseler) şirkten kaçman kimselerdir.”



Bir grup şöyle demiştir: “Muttakîler (Takvâ sahibi kimseler) amellerini, kalplerini ve uzuvlarını riyâ, gösteriş ve kendini beğenme afetlerden koruyan, bunlardan sakınan ve bâtıla çağıran sebeplerden uzaklaşan kimselerdir.’’



İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Sevgi,Muhabbet'in Manası ve Sevenlerin Halleri



İbn Furek

Haris el-Muhâsibiye muhabbetullaha ulaşmanın yolu suâl edildiğinde o şöyle demiştir: “Allah’a iman eden her mü’min muhakkak O’nu sever ve onun  muhabbeti de imam kadardır.” Yine ona: “Mü’minler muhabbeti ne ile artı­rırlar ve öncelikleri nedir?” denildiğinde o şöyle söylemiştir: “Kalbin; Allah’ın nimetlerini, lütfunu, İyiliğini, yardımlarını, fazlını, O’nun ayıpları örten ol­duğunu ve başlangıçta (bidayetinde) amelsiz mukaddes nimetlerini zikretme­sidir ki, işte o zaman muhabbeti hak etmiş oluruz. Görmez misin Hz. Peygamber (s.a.) ne buyuruyor “Kalpler kendisine iyilik yapana karşı sevgi duymak üzere yaratılmıştır. Allah'ın size hibe ettiği sevgi nimetiyle Onu seviniz’’



İşte bunlar muhabbetin öncelikleri ve başlangıcıdır. Sonra kalbe Allah’ı zikir tâlimi ve iman ve kalb bilgisini ihtiyarla muhabbet artar. Bundan Al­lah için muhabbet doğar ve kalpler Allah’ın emirlerini yerine getirmeye, O’na tâate yol bulur, yol gösterir, çağırır.



“Allah için sevenlerin muhabbette farklılıkları nasıl olur?” denildiğinde el-Muhâsibî şöyle cevap vermiştir: “Allah için sevenlerin muhabbeti O’nu önemsemeleri miktarınca, Allah’a olan mârifetin çokluğuna ve (muhabbe­ti) isteklerdeki sıdk, rağbet ettirdiği şeylerdeki rağbetin kuvvetine göredir.Böylece her türlü mahbûba karşı muhabbetullah tercih edilir, isteklere ve temennilere karşı sabredilir.”



Bazı kimselere muhabbetin hakikatinden sorulduğunda onlar şöyle de­mişlerdir: “Muhabbetin hakikati şaşkın bir kalp ile devamlı meyildir”



Bazı kimseler şöyle demiştir: “Muhabbetin hakikati; kişinin, sahip olduğu her şey pahasına sevgiliyi tercih etmesidir.



Bazı kimseler şöyle demiştir: Muhabbetin hakikati gerek huzurunda, ge­rekse gıyâbında sevgiliye muvafakat etmektir.



Başkaları da şöyle demiştir: “Muhabbet sevenin kendi sıfatlarım yok edip sevgilinin zâtını tercih etmesidir. ”



Bazıları, muhabbet, onu tamamlayan iffet çıkıp uzaklaştığı zaman tü­ketmektir, demişlerdir



Başka kimseler ise, muhabbet, mahbûba olan kalplerdeki halâvettir, de­mişlerdir.



Bazıları şöyle demişlerdir: “Muhabbet, sevenin sevdiklerini bırakarak mahbûbunun sevdiği şeyleri tercih etmektir.”



Bazı kimselere hubbdan (sevgiden) suâl edildiğinde şöyle demişlerdin “Gizlidir görülmez, zâhirdir gizlenmez, karanlık bir odada gizlenen ateş gibi­dir. Eğer ateşi yakarsan ateş yanar, terk ettiğinde ise ateş gizlenir.”



Cüneyd e muhabbetin hakikatinden suâl ettiklerinde o şöyle demiştir: “Allah’ın dışındakilere (mâsivâ) karşı tercihin doğruluğudur.”



Bazıları ise şöyle demiştir: “Muhabbetin hakikati, arzulara karşı Hakk ı tercih etmektir.”



Hâris el-Muhâsibî’ye muhabbetten suâl ettiklerinde, O: “Muhabbet Rabbin muradına kalbin muvafakat etmesidir.” demiştir. Kalbin muvafakat etmesinin ne olduğu sorulmuş, O ise şöyle cevap vermiştir: “(Amellerin) Allah’ın (iradesine) muvafık olmasıdır. Bu durumda o Allah Teâlanın sev­diği şeyleri sever, çirkin gördüklerini de çirkin görür.” Tekrar Ona: “Allah için seven kimsenin muamelelerinde kalbinde galip olan şey nedir?” diye sorulmuş, O şöyle cevaplamıştır: “Allah dışında Allah’a karşı hiçbir şeyi ter­cih etmez. O’na olan münacatına, zikirden almış olduğu lezzetine ve din­lenmeden çokça uykusuz kalmaya devam eder.”



Havvâs’a muhabbettin hakikatinden suâl edildiğinde o şöyle demiştin “Muhabbet, iradelerin yok olması, ihtiyaçların ve bütün beşerî sıfatların yanmasıdır.”'.

Cüneyd e muhabbet sorulduğunda o şöyle demiştir: “Sevenin sıfatlarının yerine sevilenin sıfatlarının geçmesidir. Bununla şu kudsi hadise işaret etmişlerdir: “Bir kere de sevdim mi artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutup yakalayan eli oluruz.’’



Bazıları der ki: “Muhabbet ve hubb kelimeleri bir mânada iki isimdirler.

Hubb da habîb de birdir.”



Bazı kimseler şöyle demişlerdir: “Hubb, meveddet (sevme) sıfatların­dan bir isimdir. Çünkü Araplar, dişlerdeki beyazlığın saflığını ve dişlerin tazeliğini ifade etmek için “habebu'l-esnân” (dişlerin parlaklığı) Hubâb ise, şiddetli yağmur sebebiyle su yüzeyinde görünen kabarcıklara, hibâb ise te­miz, beyaz bir tanedir.”



Bazıları şöyle demiştir:’’Hubb’kelimesi(Hubâb) kelimesin­den alınmıştır. (Yani muhabbet, “suyun büyük kısmı” mânasına gelen “hubâbül-mâ‘” kökünden türemiştir.) Çünkü su tanecikleri suyun büyük kısmını oluşturur. Araplar “Hebâbuke en tef alekezâ” ‘şöyle yapman se­nin gayendir’ derler. Sanki bu söz sevenin sevgisi için denilmiştir. Çünkü muhabbet, kalpte olan lüzumlu şeylerin büyük kısmının gayesidir.



Bazı kimselere göre ‘’hub” kelimesinin kökü lüzum ve kendisiyle sabit olan sebat anlamına gelir. Nitekim sabit hâlde deve çöküp kalkmadığı za­man “ahabbe’l-ba'îrihbâben” tabiri kullanılır.



Ebû Muhammed “Ben dedi, o hayır sevgisini Rabbimin zikrinden sev­dim” âyetinin tevilinde şöyle der: “Hayır sevgisi yüzünden yere bağlandım kaldım da namazımı kaçırdım.”



Bazıları şöyle demektedir:’hubb’kelimesi hareket etmek mânasındaolan “gurt’ kelimesinden türetilmiştir. Çünkü Araplar küpeye (el-Gurt) ‘hub’ diye de isim verirler.



Nitekim şair, “yılan dahî sevgili gibi dinler fısıltısını kulağına küpe gibi mülâzemet eder de” demiştin



Küpeye, hubb isminin verilmesi ya kulağa lâzım olup kulaktan ayrılmadığı için veya kulakta devamlı hareket ettiği içindir.



Bazıları şöyle der: “Muhabbet “habbe” kelimesinin çoğulu “hıbb” ke­limesinden alınmıştır. Kalbin direği ve ayakta tutan şeye “habbetu’l-kaib” denir. Bundan dolayı kalb, diğer azalara göre sevgi mahallinin yeri olduğu için bu adla isimlendirilmiştir.



Bazıları demişlerdir ki: “Hubb”, “hıbbe” kökünden alınmıştır. Hibbe çölde bütün tohumlara denir. Tohum bitkilerin özü olduğu gibi sevgi de hayatın özü olduğu için muhabbete hibb denilmiştir. “Habb” ve “hubb” kelimeleri aynı mânada (Fetha ile de ötre ile de kullanılan) Amr ve Ömer ve Şedde ve Südde kelimeleri gibidir.



Bazıları da şöyle demişlerdir: “Üzerine su testisi konan dört ağaca da “hubb” denir. Şu hâlde muhabbete “hubb” denilmesinin sebebi sevgiliden gelen her çeşit izzete, zillete, engele ve lütfa katlandığı içindir. Çünkü ken­disi için sevgilisinin (mahbûbunun) rızâ gösterdiği şeylerin haricinde başka şeylere rızâ göstermez.”



Bazıları ise şöyle demişlerdir: “Muhabbet, su kabı anlamına gelen “hubb”dan alınmıştır. Su kabı içinde olan suyu koruyup kendisini doldu­ran sudan başkası oraya sığmaz. Aynı biçimde kalp de sevgi ile dolunca sev­gilisinden başkası ona sığmaz. Bundan dolayı şöyle denmiştir: Bir kalpte iki sevgi bir araya gelmez. Mahbûbunmurâdı yerine getirildiğinde ona (bunu yapan kimseye) seven denilir.



Bir kısım kimseler şöyle demişlerdir: Mârifet ile muhabbet arasındaki farktan suâl edilince biri şöyle demiştir: “Mârifet, seveni mahbûbuna ulaştı­ran, mahbûba itaat ve onun rızâsınamüvafakatta gayret ve azme sevk eden bir nurdur.’’

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Tefekkür Etmek ve İbret Almak,Ahlak ve Siret Hususunda Arifin Sıfatı



Tefekkür Etmek ve İbret Almak,Ahlak ve Siret Hususunda Arifin Sıfatı

Bil ki, kalbi tefekkürden mahrum bırakmak, nefsi ihmal etmek ve ömrü beyhude geçirmek demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Hâlâ Kur ânı inceleyip düşünmezler mi?’’



Bazıları şöyle demiştir: “Fethini bizzat Allah üstleninceye kadar o kalpler üzerinde kilitler vardır.”



Birisine Hz. Peygamberin (s.a.) "Bir saat tefekkür, bir sene ibadetten ha­yırlıdır” hadisinden suâl edildi. O da dedi ki: “Maksad dört şey üzerine tefekkür etmektir.

1-Allah’ın azametini tefekkür etmektir. Bu tefekkürden mârifetullah meydana gelir.

2-Allah’ın âyetlerini tefekkür etmektir. Bu tefekkürden de Allah’a karşı muhabbet ve şevk doğar.

3-Allah’ın gücünü ve kudretini tefekkür etmek. Bu ise Allah’a karşı du­yulan heybet ve tazimini artırır.

4-Yaptığı kötü şeyler üzerinde tefekkür etmektir ki bundan da kalbinde Rabbine karşı hayâ doğar.”



Bazıları da şöyle demiştir: Tefekkür altı şeyde olur.



1-(Allah tarafından) Tekeffül edilen rızkı tefekkür etmekte,

2-Kişinin her yaptığını ve aldığı nefesleri yazan iki meleğin olduğunu tefekkür etmekte

3-Allah Teâlâ’nın, kulun sırlarını bildiğini tefekkür etmekte,

4-Geçmişinin, hatalarına rehin kaldığını ve onu takvâ ile hürriyete kavuşturması gerektiğini tefekkür etmekte.

5-Düşmanlığını gizleyen bir düşmanı olduğunu ve ondan sakınmak gerektiğini tefekkür etmekte.

6-Ölüm meleğinin nefesini ensesinde hissedip, karşısına çıkacağı gün için hazırlık yapmak gerektiğini tefekkür etmekte.



Haris el-Muhâsibî’ye İbret almak ve tefekkürden suâl edildi. O şöyle dedi: “İbret almak, tefekkür niyetiyle bakış ve imanda artıştır. Çünkü bir kimse yaratılanlara baktığında yaratıcı (Fâtır) olan Allah’ı bilir. Her ne za­man kişinin tefekkürü artarsa, Allah’a olan tazimi de artar. İnsanlar akılla­rının sıhhati, imanlarının kuvveti, kalplerine varid olan marifet genişliği ve kalplerinin temizliği miktarınca tefekkürde farklıdırlar. Çünkü ibret alma temiz bir kalpten çıktığında gayba vakıf olur. Ona hiçbir şey mani olamaz. Kalp temizliği hususunda kendisinden yardım istenebilecek en kuvvetli şey şehvete ve ruhsata meyli kesmek, nefsin aldatıcı tevillerinden ve bahanele­rinden kaçınmaktır. Kalpler kirlerinden temizlense, üzerlerinden pas kal­kar, tefekkür ile kalp aydınlanır ve nurlanır.

----------

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Fütüvvet,Murûet,Güzel ve Kötü Ahlak

Fütüvvet,Murûet,Güzel ve Kötü Ahlak

"Bazıları şöyle dediler: “Fütüvvet, fiil ve ahlâk olarak başkasının isteğini kendi hevâsına tercih etmektir.*



Bazıları da şöyle dedi: “Kulun fütüvvetteki doğruluğu üç yerdedir: Bi­rincisi, O’nun emir ve nehyini güzel şekilde yapmak ve güzel şekilde bi­tirmekte. İkincisi, bir işi güzel bir şekilde yaparken ahlâkında. Üçüncüsü, güzel bir şekilde itaat ve boyun eğerken hikmetinde ve tedbirinde.”



Bazıları şöyle demiştir: “Dinin aslı, murûet (insâniyet, erdem) ve sıyâ- net üzerine bina edilmiştir. Murûet, ‘’Biz sizi Allah rızâsı için doyuruyo­ruz.’’âyet-i kerimesinde beyân edilendir.



Bazıları şöyle dedi: “Murûet, rahatsız olmaman ve şikâyet etmemen, ezi­yet etmemen ve eziyet duymamandır.”



Fütüvvet üç şeyle olur. Doğruluk (sıdk), sabır ve cesaret. Allah Teâlâ, bu üç hasleti kendilerinde topladıkları için Ashâb-ı Kehf “fitye” diye isimlen­dirmiştir.



Diğerleri şöyle demişlerdir: “Murûet, açığa çıktığında utanılacak şeyin içinde de bulunmamasıdır.”



Başkaları da şöyle demiştir: Allah Teâlâ murûeti bu âyette toplamıştır “Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve bilgisizlerden yüz çevir.



Birisi şöyle demiştin “Kişinin din ve dünya işlerinin dayanağı (medarı) iki şey üzerinedir: Gerçekleştirdiği dindarlık ve şahsiyetiyle doğruladığı murûet” Sözlerine şöyle devam etmiştir: “Arifin sermayesi, halkın sevgisini kazanmak­tır. Hz. Peygamber in (s.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Aklın sermayesi, Allaha imanla beraber insanlara olan sevgidir. ‘’ Kimin böyle bir sevgiden nasibi yoksa, akıldan da nasibi yoktur. O bu hâliyle zaten akılını da kaybet­miştir” “Bu sevginin şartları nelerdir?” diye suâl edildiğinde şöyle demiştir;“Asgari şartı insanlara insanları idare etmektir/insanlarla iyi geçinmektir ve bu da Hz. Peygamberden (s.a.) rivayet edildiği üzere bir ibadettir. Hz. Pey­gamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Farzları yerine getirmekle emrolunduğum gibi imanları idare etmekle emrolundum.” İnsanlara iyi davranmanın' aşırı boyutu “müdâhene”dir. Müdâhene, içine yağcılığın girdiği, karıştığı bir idare etme yöntemidir. Allah Teâlâ, insanları idare etmeye, onlarla iyi ge­çinmeye şu âyet-i kerîmede işaret edilmektedir: ‘Kötülüğü daha güzel olan bir şey ile defet.’



Bazıları şöyle demiştir “Kötü ahlâkın temeli, insanın kendinin başkala­rı rina uymasını istemeksizin başkalarının kendisine uymasını beklemesidir. Kötü ahlâkın alâmeti ise; kötü ahlâk sahibine kötü ahlâki setretmek gaye­siyle (iyi) muameleye tahammül edememendir. Bu da “Af ve kolaylık yolunu tut ve iyiliği emret.’’âyetininmânasıdır.



Bazıları şöyle demiştir: “Arif, nefsini ayıplar, mîzâcınıayıplamaz. Nefsini ayıplayan kimsenin alâmeti, mizacından bizar olmamasıdır.”



Bazıları şöyle demiştir: “Kötü ahlâkın esası, kalb darlığıdır. Kalb darlığı ise iki kısımdır: En aşağı ve en kolay olanı, halkın murâdınınkalbde yer bulamaması, en ilerisi ve en şerli olanı da kalbde Mevlâ'nın muradına yer olmamasıdır.”



Bazıları şöyle dedi: “Allah kalblere vakıf olmuş ve iki şey istemiştir: Al­lah’ı zikretmek ve yaratılmışlara yumuşak davranmak. Diğer azalardan da şu iki şeyi istemiştir; Allah’ı tazim (yüceltme) ve insanlara şefkat’’



Hz. Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir. “Ne muhteşem şeydir takva! Kalbinde garazı olana bu garazı giderme fırsatı vermez.”

Bazıları şöyle der; “Kişiliğin kemal mertebesi, kulluğun kemâl olmasın­dan ibarettir”



Bazıları şöyle demişlerdir: "Güzel ahlâkın en üst derecesi, zirvesi, kassarın (yıkayıcı) ecrini zayi etmemendir. Yani sana karşı gelen, sana kötü söz söyleyen ve sana düşmanca davranan kişi senin kirini ve pisliğini yıkayan kassar gibidir. Eğer sen, onun bu kötü davranışına karşılık verirsen ecir ye sevabı yok edersin.”



“Cömertlik, kişiliğin kemâl mertebesine ulaşmasının şartlarındandır. Cömertliğin mertebeleri de üçtür: Birincisi, sahip olmadığın şeyler husu­sunda kötü tamahkârlıktan uzak durmaktır. İkincisi, sahip olduğu şeylerde zafer sarhoşluğundan uzak durmaktır. Üçüncüsü, sana elem veren kişiye ihsanda bulunma derecesine yükselmektir.”

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Akıl, Manası Ve Akıllı Kimsenin Sıfatı



İbn Furek

Hâris el-Muhâsibiye aklın mânasından sorulunca o şöyle dedi: “İnsanlar bu konuda ihtilâf etmişlerdir, ancak bana göre bunun cevabı şöyledir: Akıl,Allah’ın insanların kalplerine yerleştirdiği basiret nurlarıdır. Kul o nurlarla  hak ile batılı, kalbine gelen bütün hatıratı, düşmanının hilelerini, nefsinin vesveselerini ve gözetimi altında kulluk yaptıklarını birbirinden ayırır.” O’na denildi ki “-Allah sana rahmet eylesin.- Anlatır mısın bize: Akıllar her isteye­nin kazanarak elde ettiği şey midir? Yoksa akıllar Allah vergisi midir?” Şöyle cevap verdi: “Bilakis akıllar Allah’ın kalplere yerleştirdiği mevhibelerdir.”



Bu mânayı ifade için: “Kalpler Allah (vasıtası) ile akl etti.” denilir. Yani,O’nun bağışladıklarıyla doğrunun en güzelini kavradı. Böylece hakka ve hay­ra yöneldi. Sonra sözüne şöyle devam etti: “Bil ki, akıl tecessüm etmiş bir cisim veya insanın hissedebileceği bir duygu değildir. Fakat sözün doğruluk veya yanlışlığı hakkında bir varlığı gösteren bir sıfattır. Eğer kişinin dilinde  doğru bulunursa ise bu onun aklını gösterir, ama eğer kişinin dilinde hata görülür ise bu da onun ahmaklığını gösterir.



Yine ona şöyle denildi: “Akıl artıp eksilir mi, ya da o artmayıp eksilmeyip sabit bir şekilde yerinde mi durur?” O da şöyle dedi: “Akıl iki türlüdür: Garîzı (insana doğuştan verilen) akıl ve tecrübî akıl. Garizî akıl ile tecrübeler elde  edilir. Tekrar ona şöyle denildi: Peki bu durumda biz o kimseyi nasıl akıllı ola­rak isimlendirebiliriz? Şöyle cevap verdi:“Allah’tan gelenleri kavrayabilmesiyle ” Zîrâ hadiste de böyle buyrulmuştur; “Allah'tan geleni kavrayın, anlayın.”’



Mücâhid, “O’nu, idrak eden kulaklar ve idrak sahibi kulaklar onu idrak mm etsin diye”âyet-i kerîmesi hakkında şöyle dedi: Yani kavrayışım Allah'tan  alan kulaklar. Hz. Peygamberden (s.a.) de şöyle rivayet edilmiştir: “İnsanın  keremi dinidir, murûeti aklıdır, asaleti ise ahlâkıdır.” Yine Mücâhid -Allah ondan razı olsun- şöyle demiştir: “Allah bir kimseye akıl tevdi ettiyse, onu (nasip ettiği) akılla kurtuluşa eriştirir.”



Katâde şöyle elemiştir: “Adam üç kısımdır: (Kâmil) adam, yarım adam ve hiç bir şey sayılmayan kimse. (Kâmil) adamın aldı ve görüşü vardır ve bundan istifâde eder. Yarım adam, ulemaya ve akil sahiplerine danışan kim­sedir. Adam sayılmayanın ise, ne aklı vardır ne de âlim ve akıllılarla istişare eder.*



Bir adam İbn Abbâs’a -Allah ondan razı olsun-: “Aklın başı nedir?” diye sordu. İbn Abbâs şöyle dedi: “Kişinin, tarafından zulme maruz kaldığı kim­seye kimseye yumuşak davranması, ondan aşağıda olan kimselere mütevâzi olması ve önce düşünüp sonra konuşmasıdır.”



Bazıları şöyle demiştir “Kendisinde bulunan en güzel şey akd olmayan kimse, kendisinde bulunan en güzel haslet sebebiyle helâk olur.”



Yahya b. Muâz er-Râzi der ki: “Akıl, cehâletin bağıdır, nefs ise özlerin en kötüsüdür.”



Ali b. EbîTâlib —Kerremellahuvecheh- şöyle demiştir: “Akıl kalpte, merhamet ciğerde, rey (görüş) ise dalaktadır.”



Vehb şöyle demiştin “Gazap ve hevâ akim iki düşmanıdır; kötülükte hu­dut tanımaz bir adamın zayıf bir kimseyi ezdiği gibi aklı kahr ederler.”



Bir başkası da şöyle demiştir: “Her ne zaman bir akıllı kişi görmüşsem illâ ki en büyük derdi âhiret idi,”



Bir diğer zat da şöyle demiştir: “Akıllılarla birlikte oturmak kalplen imar eder, ilme hayat verir.”



Rivayete göre Safvân b. Ümeyyeb. Halef övündü. Bu durum Hz. Ömer'e (r.a.) ulaştığında ona haber gönderdi (ve yanma çağırdı); Ey anası ağlayasıcane dedin sen? Safvân Hz. Ömer’den (r.a.) korkup bir şey diye­medi. Bunun özerine Hz. Ömer şöyle dedi: "“Eğer takvân varsa kıymetli ve değerlisin, eğer aldın varsa asalet sahibisin, eğer güzel ahlâkın varsa murûet erbabısın, eğer bunlar yoksa şen köpekten daha şerlisin.’



Hz. Hasan şöyle dedi: “Çobanın güttüğü koyun senden daha akıllıdır Çünkü küçük bir çocuk (sabi) onu hevâsından engeller, peki sen Rabbinin nasihatiyle hevândan uzak durur musun?



Şair şöyle der:



Rahman olan Allah kişilere aklı taksim etti,

Hayır olan şeylerden akla yaklaşacak hiçbir şey yoktur,

insanlar içinde erdemli kişiyi aklının sıhhati aydınlatır.

Akılla kazanç elde etmek onun için uzak olsa da.

---------------------

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Hayâ, Murakabe ve Güzel Ahlâk

Hayâ, Murakabe ve Güzel Ahlâk

Haris el-Muhâsibî’ye murakabenin başı nedir diye sorulunca o şöyle dedi: “Murâkabe, kalbin Rabbin yakınlığını bilmesidir.” Hayâdan sorulunca da: “Allah Teâlanın ona muttali olması sebebiyle içine kapanmasıdır” dedi. Ona: “Bu konudan biraz daha bahset” dediğimde “Geniş ve huzurluyken kalbin delinmesidir.” dedi.



Bu konuda onun başka bir cevabı daha vardır. O da: “Allah’tan hayâ etmenin mânası, Allah’ın razı olmadığı bütün değersiz varlıklardan kaçınmaktır” dedi. Bunun üzerine ben de ‘Peki Allah’tan hayâ edenin alâmeti nedir?’ dedim, o da: “Kişinin, hayâ edilecek mekânlarda görülmemesidir.” dedi.



Hâris el-Muhâsibî’ye hayâyı güçlendirip kıymetini artıran şeyin ne ol­duğu sorulduğunda şöyle cevap verdi: “Kalbin, şükrünün azlığı ve yeter­sizliğine rağmen Allah'ın nimetlerinin üzerindeki tezâhürlerini bilmesidir.”



Onun bu konuda başka bir cevabı daha vardır ki o da şudur “(Kıyamet gününde sorulacak) suâlbilgisini kalbin bilmesi ve yarın (kıyamette) Allah’ın huzurunda zerre kadar şeyden bile suâlolunacağına vakıf olmasıdır.” Bunun üzerine ben de O’na “Bu konuda bana daha fazla bilgi ver” dedim. O da: “Hayânın kıymetini artırıp kuvvetlendiren şey, senin her türlü hâl ve hareketinde Allah’ın gördüğünü ve O’nun gözetimi altında olduğunu, senin hiçbir hareket ve sükûnetinin O’na gizli kalmayacağını bilmendir” dedi. Bunun üzerine O’na: “Peki Rabbinden haya edenin kalbinde galip olan durum nedir?” denilince şöyle dedi: “O’nu görme perdesi baştan aşağıya kapatılmışken onu cezalandırmaya muktedir olduğu hâlde, gören kimsenin  rüyetini tazim etmektir.‘Onun görünen zahir alâmeti nedir dediğimde: “Âzâların” dedi.



Ebû Bekir (ta.) Allah’a olan hayâsında ötürü yüzünü peçe ile örtmeden helâya girmezdi.

Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: "Helaya çok girmem sebebiyle Allah’tan hayâ ettim ve rızkımın çakıl taşı olmasını ölene kadar da onu emmeyi istedim.” Ona dedim ki: "Ruhsat hâlinde şüphelilere el uzatırlar mı?” Dedi ki: “Subhânallah! Ey genç,ey genç (Sen ne diyorsun) Onlar mübâhın fazlasına el uzatmakta bile Allah’tan hayâ ediyorken şüphelilere nasıl el uzatsınlar?” Ben ona: Bana hayâ sahibinin görünen ahlâkı hakkında biraz daha bilgi verir misin?” dedim. O da dedi ki: “O Allah’a karşı hayasından dolayı yürürken başım örterdi. İşte bu zat Atâ es-Sülemî idi.”



Bir kimseye denildi ki: “Niçin mescidin içinde namaz kılmıyorsun?” O da dedi ki: “Ben Allah’a isyan etmiş bir vaziyette iken O’nun evine gir­mekten hayâ ederim. Bu kimse sabah akşam Allah’ın sevmediklerinden ve nehyettiklerinden kendisini garanti altına alacak bir azası bulunmaz bir vaziyette akşamlayıp sabahlayan kimseye benzer ki, böylesi bir kimsenin bütün fiilleri isabetlidir, görüş ve yaşantısı rızâ-yı İlâhîye uygundur, Allah’la irtibatı çoktur, ilmi geniştir, hilmi büyüktür, düşüncesi bol, tefekkürü çoktur, ahlâkı zariftir.”



Kendisine ahlâkın zarif olmasının mânası sorulunca o şöyle dedi: “Cömertlik ve sehavete devam etmekle birlikte şüphe ahlâkını terk etmektir. Böyle bir kimsenin ahlâkı temiz, düşünceleri saf, kalbine korku ve hüzün hâkim olmalı ki, böylece o bununla ancak O’nunla huzura eren ve O’na itaate meyi eden hâlin değerine işaret eder.”



Haris el-Muhâsibî’ye hayâyı çirkinleştirip zayıflatan şey nedir?’ diye sorulunca o cevap olarak şöyle dedi: “Ruhların arzu ve isteklere yönlendirilmesidir.” Nitekim Hakim de bu konuda şöyle demiştir. “0’nu murâd edenler, O’nun onların ruhlarım O’nun dışındaki şeylere (mâsivâya) yönlendirir bir hâl üzere görmesinden hayâ ederler.” Bunun üzerine ona: “Peki şüpheli işler nelerdir?” diye sorulunca o şöyle cevap verdi: “Hırs çokluğu, himmet ve gayret kaybı, ruhsatla amel ederek yokluğu zarar vermeyecek şeyleri edinmek, tul-i emel, fakirlik; korkusu ve şükrün zâyi edilmesidir.”

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Miracı Olmayanın Mevlidi Ne Mana İfade eder?



Miracı Olmayanın Mevlidi Ne Mana İfade eder?
Sufiler arasında bir deyim yaygındır: “Allah’a giden yollar nefesler (enfas) sayısıncadır.” Deyimdeki kelime (enfas) bazen nefis (kişi) diye okunur ve her insanın Allah’a giden ‘hususi yolu’ vardır diye tefsir edilir.

Hz. Peygamber’e dair konuşmak, onun hayatını veya özelliklerini yazmak ‘ilahiyatçı’ olarak mesleğin en hoş yönlerindendir: insanlığın ideal örneği ve onun vasıflarından söz etmek bir imtiyaz ve lütuftur bütün ilahiyatçılara. Böyle bir konuşma hem kolay ve hem zor: kolaydır, çünkü bildiğiniz bütün hakikatleri ve insanı özellikleri anlatsanız hepsi Hz. Peygamber’e münasip düşer. Hz. Peygamber bu itibarla herkes tarafından ‘maruf’ ve herkese aşina olan kişidir. Müslümanların çocuklarına yaygın olarak Hz. Peygamber’in isimlerini vermiş olmalarının sebebi peygambere dair bu aşinalık ve marifettir.  Hz. Peygamber’deki vasıflara delalet eden isimler herkesin bildiği ve ahlak ilkesi olarak kabul ettiği vasıflardır; bu itibarla Hz. Peygamber ideal insanı temsil eder. İşin kolay tarafı bu. Hz. Peygamber hakkında söz söylemek zordur, çünkü her Müslümanın kendince aşina olduğu bir meseleyi anlatırken yeni ne söyleyebilirsiniz? Kolay ile güçlük arasında bir yol bulup Peygamber’in mevlidi hakkındaki düşüncelerimi paylaşmak istedim.

Benim için şu soru anlamlı bir sorudur ve bu soruyu herkesin sorma hakkına inanırım: Müslümanlar Hz. Peygamber’in doğumunu niçin kutluyor? Üstelik Müslümanların bir kısmı –ki niceliksel olarak değilse bile etkileri bakımından önemli bir kısmı- tepki gösterse ve din içerisinde sonradan çıkartılmış bir ‘bidat’ saysalar bile, geçmişten günümüze değin Hz. Peygamber’in doğumunu özel bir münasebetle kutlamaktan geri durmamışlardır. İslam dünyasının bilhassa Hicaz kısmının dışındaki bölgeler olmak üzere İran’da, Hint-Pakistan bölgesinde, Afrika’da ve Anadolu’da Hz. Peygamber’in doğumu vesilesiyle Kuran-ı Kerim’in tilavet edildiği, salavat-ı şerifelerin okunduğu, şiirlerin ve kasidelerin genellikle bestelenmiş olarak okunduğu geceler tertip edilir. Hiç biri 14. Asrın büyük mutasavvıf ve şairlerinden Süleyman Çelebi tarafından yazılmış Mevlid-i Şerif’i kadar tanınmamış olsa bile farklı dillerde ve lehçelerde yazılmış mevlitler İslam dünyasında geniş bir literatür teşkil eder. İslam düşünce geleneklerinde Hz. Peygamber’in yeri ve konumu üzerindeki tartışmaları dikkate aldığımızda Müslümanların bir kısmı için bu kutlamalar bir önem ifade etmeyebilir. Hz. Peygamber’in doğumu, yaşadığı hayat ve ahlaki vasıfları üzerinde geniş bir literatürün ortaya çıktığı bir vakıadır. Zamanla Hz. Peygamber’in yanında başka bazı büyük insanlar için benzer toplantılar tertip edilse bile esas itibarıyla mevlit Hz. Peygamber ile özdeşleşmiştir. Bu nedenle bütün öteki merasimlerin anlamlı olabilmesi için Hz. Peygamber’in mevlidinin niçin kutlandığı ve dikkatin niçin Hz. Peygamber’e teksif edildiği hakkında bir kanaatimiz olmalıdır ki ötekilerden söz ettiğimizde tutarsızlığa düşmeyelim.

Sufiler arasında bir deyim yaygındır: “Allah’a giden yollar nefesler (enfas) sayısıncadır.” Deyimdeki kelime (enfas) bazen nefis (kişi) diye okunur ve her insanın Allah’a giden ‘hususi yolu’ vardır diye tefsir edilir. Bazen deyimdeki kelime ‘nefesler’ anlamında alınarak -her nefes Allah’a giden bir imkân kabul edilerek- Allah’ın kula yakınlığını anlatmak için yorumlanır. Bu yorumda insan her nefeste Allah’a gidebilecek bir imkâna sahiptir. Başka bir anlatımla hayat sonsuz nefeslerden oluşurken her nefesin varlık sebebi Allah’ı anmak ve O’na dönmektir. Sözü aktaranlardan birisi Kübreviye’nin piri Necmeddin Kübra’dır. Onun aktarımıyla  ‘Allah’a giden yollar nefisler sayısı kadardır.’ Süleyman Çelebi’nin ‘bir kez Allah derse aşk ile lisan, dökülür cümle günah mislü hazan’ mısraını hatırlarsak ikinci yorum da muhtemeldir. Öte yandan sufilerin insanın uzun bir ömür olarak tahayyül ettiği hayatı ‘üç gün’ veya ‘üç nefes’ saydıklarını hesaba katarsak, deyimin yorumlanması gereken istikamet ortaya çıkar: ömür denilen şey, ‘alınmış, alınan ve alınmamış’ üç nefesten ibarettir. O kadar!

Öte yandan ‘Allah’a giden yol’ tabiri üzerinde durmak gerekir. ‘Allah’a gitmek’ tabiri bir vehim olabilir mi? Allah gidilen- gelinen bir mekân veya gaye midir ki? Her yerde ‘hazır ve her şeye nazır’ olan Allah’a gitmekten söz etmek bir çelişki değil midir? Naslarda Allah’a gitmek, Allah’a çağırmak gibi ifadeler yer alsa bile İbnü’l-Arabi’nin ısrarla dikkatimizi çektiği üzere, bu ifadeleri algımızı ters yüz edecek şekilde yorumlamak lazımdır. Bu itibarla ‘Allah’a davet’in ilk tesiri algının ters yüz edilmesiyle ortaya çıkar. Bu itibarla tashih edilmesi gereken ilk şey algının ta kendisidir. ‘Allah’a gitmek’ veya ‘Allah’a davet’ çağrısı herhangi birine veya bir mekâna gitmek şeklinde yorumlanmaktan’ tenzih’ edilmelidir ki maksada varmak mümkün olabilsin. Allah’a gitmek ile kastedilen şey, O’nun her yerde ve her zamanda var olan mutlak hakikat olduğuna ‘iman’ ve bunun sürekli olarak akılda tutulması anlamındaki ‘huzur’, her nefesi bu bilinçle almak-vermek demek olan İslam’dır.   İşte Süleyman Çelebi’nin “Bir kez Allah derse lisan, dökülür cümle günah mislü hazân” mısraı bu ilkenin bir yorumu olarak okunabilir.

Deyimdeki ‘enfâs’  kelimesinin ‘nefs’ kelimesinin çoğulu olabileceğini söylemiştik. Bu kez deyim herkesin Allah’a giden hususi bir yolu vardır demekti.  ‘Her insanın Allah’a giden bir yolu vardır’ cümlesi üzerinde durmak gerekir. Çünkü bu anlamıyla deyim - Allah’a giden yol olarak İslam’ı kabul ettiğimizde- yanlış anlamaya müsait olabilir. Sufiler deyim üzerinde durduklarında şöyle bir neticeye varmışlardır: Allah’a giden yollar çoktur, fakat yollar içerisinde en güvenli, en doğrudan ve tehlikelerden uzak yol sırat-ı müstakim’dir. Sırat-ı müstakim Allah’a giden kestirme yol demektir. Bu yorumda insanın sırat-ı müstakim’i takip etmesi, insan için başarısızlıkla neticelenebilecek yollardan vaz geçerek Allah’ın bildirdiği yolu takip etmesi demektir.  O yol Peygamber tarafından getirilmiştir ve insan sırat-ı müstakime uymakla hususi yolundan vaz geçmiş olur.

Peygamber’in bize getirdiği yol Allah’a giden sonsuz sayıdaki yol arasından en doğru ve en güvenli yoldur. Her insan için Allah’a varabilecek en doğrudan yol, sırat-ı müstakim, yani Hz. Peygamber’in yolu olan Muhammedilik olmalıdır. Artık ‘her yol Allah’a varır’ yerine ‘sırat-ı müstakim insanı Allah’a ulaştırır’ demek gerekir; bu durumda Allah’a giden yol nefisler sayışıncadır’ cümlesini sırat-ı müstakim kapsamında yeniden yorumlamak gerekir. İslamiyet içerisindeki bütün tarikatların üst başlığının Muhammedilik olması bunu anlatır.  Varlık sebebimiz ve maksadımız Allah’ı tanımak ise maksada götürecek yol sadece Muhammedilik olabilir. Binaenaleyh Allah’a Hz. Peygamber üzerinden gidilir. Artık her insan İslam’ı kabul etmekle vaz geçtiği Allah’a giden hususi yolunu sırat-ı müstakim içerisindeki ‘özel’ yolda bulacaktır. Bunu Konevi’nin isimlendirmesiyle ‘vech-i has’, yani Allah’a bakan özel yönümüz ve yüzümüz olarak isimlendirebiliriz. İslam bireysel farklılıkları bu şekilde muhafaza eder: büyük yol içerisindeki özel ve dar yollar. Başka bir ifadeyle Hz. Peygamber’in hakikatinin içerdiği özel hakikatler.

Öyle görünüyor ki, Hz. Peygamber’in mevlidi üzerindeki konuşmalarda ‘kırılma noktası’ tam burasıdır: Acaba biz tarihsel bir hadise ve bir kişiyi ilgilendiren –ki isterse Hz. Peygamber olsun- bir hadiseden mi söz etmekteyiz, yoksa her insan ferdini ilgilendiren bir hadiseden mi söz etmekteyiz?

İslam’ın bazı özellikleri vardır ki bunlar özellikle metafizikçi düşünürler tarafından ayrıntılı bir şekilde işlenmiş, İslam’ın zaman üstü ve kişilere münhasır olmayan yönü ortaya konulmuştur.  Bunlardan birisi bir kişiden söz ederken bütün insanları ilgilendiren imkândan söz edebilmemizdir. Bu özellik esas itibarıyla Kur’ân’ın icazından kaynaklanır. Kur’ân-ı Kerîm genellikle kişilerden ve somut hadiselerden söz etmez, daha çok belirsiz bir şekilde imandan, inkârdan, nifaktan vs. söz eder. Bu durum her insanı tekini hadiseye iştirak ettirme maksadı taşır. Kur’ân-ı Kerîm Firavun, Nemrut gibi olumsuz karakterlerden veya Hz. Musa, Hz. İsa vb. gibi olumlu misallerden söz ederken Müslüman düşünürler özel isimlerden genel durumlar çıkartarak ‘firavunluk’, ‘nemrutluk’, musalık’ gibi isim mastarlar türetir. Bu sayede tarihte yaşamış Mısırlı Firavun sadece bir örneğe döner; esas olan ise bir ahlak ve insani durum olarak Firavunluktur. Yukarıda zikrettiğimiz deyimi hatırlarsak, şöyle bir hüküm vermek mümkündür: Allah karşısında işlenmiş kibir ve kendini beğenme suçu olarak ‘nefisler/nefesler sayısınca Firavunluk vardır.’ Benzer yorumu öteki isimler ve ahlak için düşünebiliriz. Acaba Hz. Peygamber’in mevlidini bu çerçevede ele almak mümkün müdür?

Öyle görünüyor ki, Hz. Peygamber’in mevlidi üzerindeki konuşmalarda ‘kırılma noktası’ tam burasıdır: Acaba biz tarihsel bir hadise ve bir kişiyi ilgilendiren –ki isterse Hz. Peygamber olsun- bir hadiseden mi söz etmekteyiz, yoksa her insan ferdini ilgilendiren bir hadiseden mi söz etmekteyiz?  İslam’ın genel bakış açısını ve bu bakış açısıyla ortaya çıkan metafizik düşünceyi hesaba katarsak, bir kişinin mevlidini konuşmak anlamlı değildir. Hele ‘dini’ bir gayeyle tabii bir hadiseyi kutlamak makul bir iş olmasa gerekir. Bir şeyin ‘dini’ değerinin olabilmesi için naslarda karşılığının olması gerekir. Aksi halde tabii bir hadiseyi kutlamak niçin Hakka ‘kurbiyet’ vesilesi olsun ki?  Metafizikçi düşünürler bu paradoksu çözebilecek bir bakış açısı ortaya koymasalardı özel bir doğum ile her insanın doğumu arasındaki irtibatı anlayamaz, Hz. Peygamber’in mevlidi üzerindeki faaliyet anlamsız kalabilirdi. Öyleyse buradaki ana soru şudur: Bir tabii hadise olarak ‘mevlid’ veya ‘viladet (doğum)’ nedir ve Müslümanlıkta neye karşılık gelir? Sorunun cevabını bulduğumuzda artık mevlid üzerindeki konuşmalar bir bağlama yerleşir, mevlid kutlamaları bir kişiyi övmek veya anmaktan öteye geçerek hakiki manasını bulur.  Başka bir ifadeyle mevlidin ne olduğu hakkında bir fikrimiz yoksa Hz. Peygamber’in mevlidi üzerindeki konuşmanın da bir anlamı olmayacaktır.

İdeal insan Olarak Hz. Peygamber:

Bir insan Bütün İnsanlık Demektir!



Dedik ki Müslüman metafizikçiler Hz. Peygamber ile her bir insan bireyi arasındaki irtibatı gösterdiler. Bu sayede Hz. Peygamber hakkında konuşmak yabancı ve uzak birisinden konuşmak değil, her bir ferde yakın birisinden söz etmek anla­mına geldi. Bunu izah edebileceğimiz en iyi misallerden birisi onun mevlidi üzerinde konuşmaktır. Onun mevlidi üzerinde konuşmak, biraz daha ayrıntılı olarak ele alacağımız gibi, her insanın kendi doğum hadisesinden konuşmayı içerecek şekilde doğum-oluş hadisesi üzerinde konuşmak demektir. Biz Hz. Peygamber'in doğumunu kutlarken zımnen kendi doğumumu­zu kutlamış oluruz ve 'mevlit' üzerinde tefekkür etmiş oluruz. Tabii bir hadiseyi kurbiyete vesile olan ibadete dönüştürebilecek olan bu muhasebe ve tefekkürdür. Mevlidi daha iyi anlayabil­mek için mevlit ile yakın irtibatı olan başka bir misal olarak miracı düşünmek gerekir. İslam, Hz. Peygamber'in miracından

Söz ederken maksat Peygamber'i bir insan olarak yüceltmek değildir. Her insanın müşterek olabileceği bir imkândan söz edilir miraçtan söz edilirken! Hz. Peygamberin miracının çok hususi bir miraç olmuş olması durumu değiştirmez; miracın anlamı Hakkin huzuruna yükselmek ise -ki öyledir- her insa­nın ibadetlerindeki maksadı bu yükseliş olmalıdır. Bir hadis-i şerifte "Namaz müminin miracıdır" denilir. Müslümanlar Hz. Peygamber'in miracından söz ederken de kendilerine aşina bir işten söz ettiklerini bilirler, çünkü miraçta da maksat bir kişinin övülmesi değil, her Müslüman ferdin günde beş vakit iştirak ettiği bir hadisenin hakiki veçhesinin anlaşılmasından ibarettir.

Hz. Peygamber'in miracını konuşmak her kişi için kendi kişisel miraç imkânına ve sorumluluğuna inanmak demektir. Bu bahisteki konuşmalarla da kendi sorumluluğumuzu ve önümüz­deki imkânı yeniden hatırlarız, miraç etmek için yola düşmek isteriz. Sadece miraç ve mevlit için değil! Hz. Peygamber in ahlakından söz ederken de zaman ve mekân itibarıyla uzaktaki bir inşam övdüğümüzü hiç düşünmeyiz. Onun ahlakı bizim için bir imkân ve gerçek insan olma yolculuğunda kaçınılmaz bir görevdir. Öyle ki biz görevi yerine getirmediğimizde kimse bizim adımıza onu yerine getiremeyecektir. Burada günahlardaki gibi ibadet ve ahlak alanında ferdiyetin tam olarak yüceltildi­ğini ve dinin bir insanın özne olarak yerine getirebileceği bir sorumluluk olduğunu görürüz: sen dindar değilsen bu iş olma­mış demektir, velev ki bütün insanlar dindar olsun! Müslümanlar kendi görevlerim konuşmak için Peygamberden söz ederler.

Bu nedenle Hz. Peygamber'in merhametinden, cömertliğinden, güvenilirliğinden, doğruluğundan söz ederiz. Bu sayede Müslümanlar –ki bu noktada aralarındaki görüş ayrılıkları artabilir-  Hz. Peygamber’i yaşayan bir varlık, yaşayan bir ruh, bir mana olarak överler ve övmenin pratik bir neticesi vardır: her bir insan onun gibi olabilir. Hz. Peygamber bir aynadır ve aynaya bakarak konuşuruz, aynaya bakarak istikamet buluruz. Öyleyse Peygamber’i övmek bir rehberi ve O’nun üzerinden insanlık hakikatini övmek/hatırlamak demektir. İnsanlık değerlerinden, insanlık erdemlerinden söz ederiz. Bazen bir kişiye tepkimizi ifade etmek üzere onun 'insan olma­dığı' hükmünü veririz. Hâlbuki ortada sureti itibarıyla insan olan biri vardır ve biz ona 'sen insan değilsin' deriz. Çünkü aklımızdaki 'insan kimdir?' sorusunun cevabı biyolojik bir cevap değildir. Bize göre insan ahlaki bir varlıktır ve iyi ahlak sahibi oldukça insan, insan haline gelir. Bunu Platon'un teorisiyle izah edersek, bir insanlık ideası vardır ve o idea bizim 'ahlaki değer­ler' dediğimiz değerlerle özdeştir. Üstelik Platon'un teorisinde bu değerler, zaman ve mekân dışıdır ve herkes 'insan' olmak itibarıyla bu değerlere sahip olmada müşterektir.

Ancak o zaman şöyle bir sorun ortaya çıkar: Acaba herkes tam olarak insan ise o zaman niçin insanlık değerlerinden söz etmekteyiz? Cümleyi tersinden kurarsak: 'İnsanlık değerleri' bazen kendimizi veya başkalarını eleştirmemize yol açan ideal bir kavram olduğuna göre insanlık henüz kat etmemiz gereken uzun bir yoldur. Bunun anlamı şudur: İnsan olmak için nefsin arzularıyla mücadele ve ahlaki değerler kazanmak yolunda 'emek' harcamamız gerekir. Cüneyd-i Bağdâdî tasavvufun -ki tam anlamıyla insan olma serüvenidir- sulhu olmayan bir savaş olduğunu söylerken meselenin bu yönünü bize öğretti. Peki, bu durum herkes için böyle midir? Yani tam olarak 'insan' adım alabilecek ve gerçekte insan olmuş birisi var mıdır, yok mudur?

Sorunun cevabı önemli, önemli olduğu kadar çetindir. Bir ideanın tam olarak bir kişide temessül ettiğini söyleyebilmek büyük bir iddiadır. Öte yandan temessül etmediğini söyler­sek, bu durumda o ideayı nereden bildiğimiz sorusu cevapsız kalır. Sofistlerin bilgi üzerindeki eleştirilerini dikkate alırsak, 'olmayan bir şeyi nereden bildik?' sorusu boşlukta kalır. Çünkü hiçbir şekilde görmediğimiz veya varlığına şahit olmadığımız bir şeyi bilmek mümkün değildir. Belki bir cevap olarak insanlık ideasını, içerdiği değerlerle bileşik bir kavram haline getirebi­liriz ki bu da tutarsızdır. Her hâlükârda insanlık ideasından bahsediyorsak iki şeyden söz edebilmemiz lazımdır: Birincisi o idea varlıkta tahakkuk etmiş (olmuş/bilinmiş) bir şeydir ve en azından bir kişi kamilen ve tam olarak 'insan' haline gelmiştir. İkincisi insanlık ideasından söz ettiğimize göre, öteki insanlar için de tam bir 'insan' olmak mümkündür ve insanlık idealine gidecek yol açıktır. Aksi halde insanlık ideasından her kim söz ediyorsa -metafizik veya din- abes bir şeyden söz ediyor de­mektir. Hâlbuki hem metafizik gerçekleşmiş ve var olmuş bir şeyden söz eder, hem din gerçek ve tahakkuk etmiş bir şeyden söz eder: insanlık ideali en azından bir kişide temessül etmiştir ve her bir insan için kapı açıktır.

Müslümanlar insanlık hakikatinin, kendisinde tahakkuk ettiği kişinin -bilâ itiraz ve ihtilaf- Hz. Peygamber olduğunda hemfikirdir. Bunun anlamı şudur: Gerçek bir insan varsa -ki Allah'ın âlemi yaratma maksadı odur- o kişi Hz. Peygamber'dir. İnsanlık değer ve ahlak demek ise -ki günlük dildeki kullanımı­mız da dâhil olmak üzere bütün felsefi mirasımıza göre bu böyledir- insanlık değerlerinin ölçüsü ve 'aynası' Hz. Peygamber'dir. Binaenaleyh Hz. Peygamber insanlık için sadece Allah'a giden bir yol değil, aynı zamanda insana ve insanlığa giden bir yoldur! "İnsan olmanın anlamı ve ölçüsü nedir?" sorusunun cevabı artık Hz. Peygamber olur. İbnü'l-Arabi'nin Hz. Peygamber'in hikmetinden söz ederken eş anlamlı olarak 'fert' (bir ve tam olmuş insan) demesi ile insanlık hakikati demesi aynı kapıya çıkan iki nitelemedir.

Daha çok sûfîlerin aktardığı bir ifadede şöyle denilir: "Ken­dini bilen Rabbini bilir." Bu ifade hakkıyla Hz. Peygamber'de tahakkuk etmiştir ve evvelemirde onda kendini bir insan olarak tanımanın -ki burada tanımak ile olmak eşitlenir- anlamıyla Rabbi bulmanın anlamı kesişir. Öyleyse mevlidini kutladığımız Hz. Peygamber bizim için 'gerçek insan' olan yegâne kişidir ve âlemde Allah'ın maksadı olan halife odur. Bütün insanlı­ğın öyküsü onun öyküsüyle yeni bir anlam kazandı ve büyük resmin bir parçası haline gelerek ona eklemlendi. Bizim varlık sebebimiz ise onda tahakkuk eden insanlık ideasının bizde de tahakkuk etmesidir. Bunun için ona dair olan her şey bizimle ilgilidir ve bizi bizzat ilgilendirir. Öyleyse şunu söyleyebiliriz: Nefisler sayısınca 'mevlit' vardır, fakat onların sadece bir kısmı kutlanmaya layıktır. Şimdi bunun üzerinde duralım.





İnsana Doğru Yaratılışın Seyri: Özel Bir Yaratılış Tarzı Olarak Mevlid

Hz. Peygamber üzerine pek çok kitap yazılmıştır. Bunların arasında Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i, Muhammed Bîcan Efendi’nin Muhammediyye’sini zikredebiliriz. Bu eserleri incelerken en dikkati çekecek hadiselerden birisi şudur: Hz. Peygamber’in mevlidini ele alan bahislerin ardından veya öncesinde genellikle miraç bahsi ele alınır. Bu itibarla mevlit ile miraç arasında bir irtibat kurulur. Acaba mevlit niçin miraç ile ikmal olunur? Soruyu doğru cevapladığımızda Hz. Peygamber’e dair meseleleri daha iyi anlamış olmakla kalmayacağız, yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, kendi mebde ve mead hikâyemiz hakkında kapsamlı bir cevap bulmuş olacağız.  Müslümanların Peygamber tasavvurundaki merkezi sorulardan birisi budur: mevlit ile miracın ilişkisi. Mevlid Hz. Peygamber’in doğumunu anlatırken öteki kısmı niçin miracından söz ediyor? Öyle görünüyor ki burada İslam marifetinin derin bir varlık tasavvuru ortaya çıkmaktadır. Bu ardışıklık bir varlık yorumuna dayanır ve mebde ve mead ekseninde kurulu varlık yorumu bir insan üzerinden ortaya konulmaktadır. Önce mevlitten söz edelim. Bu bahiste soracağımız ilk soru şudur: Evrenin yaratılışı içerisinde bir insan ferdinin doğumu ne anlam ifade eder? Veya soruyu şöyle de sorabiliriz: Evrenin yaratılmış olmasının herhangi bir insan ferdindeki karşılığı nedir? Bütün Müslümanlar Allah’ın âlemi yarattığını kabul eder ve yaratılışı açıklamak üzere arada bir takım görüş ayrılıkları olsa bile âlemin Allah gibi kadim olduğunu kabul eden herhangi bir Müslüman ekol yoktur.

Mesela İslam filozofları âlemin kadimliğinden söz etmiş olsalar bile, yine de Allah ile âlemin kıdem tarzını ayırt ederler. Her halükarda âlem Allah tarafından yaratılmıştır ve Allah hakkındaki en önemli delilimiz ve bilgimiz Yaratıcı olmasıdır. Allah’ın varlığı üzerindeki tartışmalarda delillendirme yaratılış (hudus) delili üzerinden yapılır, bazen ilk hareket ettirici, bazen âlemin ilkesi şeklinde bir tavsif ile Allah fikrini temellendirmek isteriz. İslam kelamcıları Allah’ın âlemi salt yokluktan yarattığını savunurken Allah’ın temel vasfı olarak yaratıcılık sıfatı üzerinde odaklanmışlardır. Onlar kudret ile yaratma arasında ilişki kurarken de yaratıcılık vasfının ilahi-mutlak kudreti açıklayan en önemli fiil ve nitelik olduğunu söylemişlerdir Kadir olmak evvelemirde yaratmak ve var etmek demektir.  Her halükarda yaratılmış olmak âlemi varlıkta ikincilliğe –ilk ve kadim ve ezeli Allah- indirirken Allah’ın Evvel ve Müteal olması O’nun yaratıcı olmasının gereğidir.

Öyleyse ‘Allah âlemi yarattı’ ve kadim olmayan bir âlemdeyiz ve onun bir parçasıyız. Bu bütün Müslümanların kabul ettiği bir ilkedir. Kur’ân-ı Kerîm’den nazil olan ilk ayet ‘Yaratan Rabbinin adıyla’ diye başlar. Hz. İbrahim’in Allah’a yönelmesini anlatan ayette ‘gökleri ve yeri yaratan Allah’a yüzümü döndürdüm’  denilir. Hz. Peygamber’e gelen ilk ayetten veya Hz. İbrahim’in zikredilen ifadesinden şunu anladık: Yaratıcı olmak Allah’a yönelmemizin en önemli sebebidir.  Bu noktada mesele şudur: Allah ‘yaratmak’ kelimesini kullanırken –ki en azından altı tane yaratma anlamıyla fiil zikredilir ve bunların farklı tarzları naslarda geçer- yeryüzünde biz türemeyi ve çoğalmayı anlatmak için başka kelimeler kullanırız. Mesela bir şey için ‘ortaya çıktı’ deriz, ‘sudur etti’ deriz, bir şey ‘doğdu’, ‘meyve verdi’, ‘neticelendi’ vs.

Bütün bu durumlarda bir şeyin başka bir şeyi meydana getirmesinden veya bir şeyin kendiliğinden husule gelmesinden söz etmiş oluruz. Aslında yaratılışı perdelediğimiz veya ihmal ettiğimiz dil tam da bu dildir: âlemde bir nedensellik kabul ederek nesneleri fiil sahibi kabul etmekle âlemdeki her bir şeyi yaratılış eyleminin dışında tutmak. Hâlbuki yaratılış teorisi hiçbir şeyin fiil ve güç sahibi olmadığını ve -âlemin bütünü gibi- içindeki nesnelerin ve hadiselerin de ilahi kudret tarafından halk edildiğini kabul etmeyi ilzam eder. Bilhassa Ehl-i sünnet kelamcıları ve daha sonra sufilerin savundukları temel görüş buydu. Bu anlamıyla yaratıcı olmak ile kelime-i tevhidin anlamı arasında zorunlu bir irtibat vardı. Allah’tan başka hakiki fail yoktur ve hiçbir şey müstakil bir varlığa ve güce sahip değildir. Âlem bir bütün olarak veya âlemdeki hiçbir şey ‘fail’ vasfını haiz olacak şekilde ‘sebep’ olarak görülemez.

Müslüman bilginlerin nedenselliğe yönelik eleştirileri bu yaratılış teorisini muhafaza etmek gayesinden kaynaklanmıştı.  Öyleyse günlük hayatta yaratılış fiilinden bağımsız ve kendi içinde müstakil bir fiil olarak kullandığımız bütün üreme ve çoğalma fiillerinin ‘halk teorisi’ istikametinde yeniden yorumlanması ve gerçek yerlerine yerleştirilmesi dini düşüncenin icbar ettiği zorunlu bir durumdur. Hiç kuşkusuz dilin ortaya çıkardığı sorunlar düşüncenin hakikatle yüzleşmesi önündeki en büyük engeledir ve dil terbiye edilmeksizin düşünce sahih olamayacaktır (bu meyanda dini olamayacaktır). Artık bir şeyin husule gelmesinden değil, sebebini bildiğimiz veya bilemediğimiz şekilde onun yaratılışından söz etmiş olacağız. Bir şeyin ebeveyn sebebiyle doğumundan değil, vesilelerle yaratılışından söz edeceğiz. Her birimiz için halk eylemi doğumla gerçekleşen bir hadisedir ve biz doğarak yaratılmış oluruz. Bu itibarla mevlit veya doğum bizim için yaratılış demektir.  Anne-baba ise bu doğuma vesile ve şahit olan kişidir. İslam’da anneliğin değeri yaratılış fiiline ‘vesile’ olmasından kaynaklanır. Anne ‘kün’ emriyle başlayan yaratılış sürecinin bizim açımızdan bize en yakın halkasından ibarettir. Müslümanlar için doğum hadisenin kutsiyeti buradan kaynaklanır: İnsan bir âlem demek ise bir insanın yaratılışı-doğumu bir âlemin –mesela bir galaksi- yaratılışı kadar hayret ve heyecan verici olmalıdır. Mevlit kutlamalarının ‘annelik-doğum-yaratılış’ vesilesi olarak da kutlanmaması büyük bir eksikliktir.

Bu itibarla halk kelimesinin kazandığı anlamlardan birisi ‘nüzul’ yani iniştir (Allah’tan geliş). Nüzul statü itibarıyla üstün olandan ayrılış demektir. İnsanın Hak tarafından yaratılışına ‘nüzul’ denilir ve bu nüzul bir kavis çizerek Allah’tan göreceli şekilde uzaklaşarak yeryüzünde ortaya çıkar. Bu itibarla âlem ile insan arasında sufi metafizikçilerin kurduğu irtibatı hatırlarsak aslında âlemin yaratılışı insanın nüzulü ile tamamlanır ve artık ‘âlem yaratıldı’ denilir. Öte yandan insanı ‘kelime’ sayan İbnü’l-Arabi ve takipçileri olan metafizikçilerde nüzul kelimesinin kullanımı sayesinde ayet-kelam ile insan arasında irtibat kurulur: Kur’ân nazil olurken insan da nazil olur. Sufilerin bu yaklaşımı çeşitli ayet ve hadislerin yorumundan hareketle insanı belirli bir gayeye istinaden eşref-i mahlûkat kabul etmelerinden kaynaklanır.

İnsan eşref-i mahlûkattır: yaratılış ona doğru bir seyir takip eder ve nihayetinde bir insanın doğumuyla yaratılış insanda karar kılar. Demek ki doğum (mevlid) yaratılışın son ve mükemmel halkasıdır ve insanın doğumuyla yaratılış tamamlanır veya yeni bir seyre intikal eder. Hz. Peygamber’in mevlidi özel yaratılışın bir tezahüründen ibaretti ve Hz. Peygamber doğduğunda sayısı ‘nefisler’ sayısınca olan ‘nüzul’ kavislerden bir kavis daha çizilmiş oldu. Hikâyenin tabii olan kısmı burasıdır. Bu kısmın kutlanmasının veya bundan dolayı birinin övülmesinin anlamı yoktur; belki yaratan Allah’a hamt etmek ve insanda neticelenen bu mükemmel yaratılış eylemi sebebiyle O’nu övmek doğumda yapılabilecek en yerinde iştir.

Şimdi tekrar sormamız lazımdır: Hz. Peygamber miladi 571 tarihinde herhangi bir insan gibi doğdu, altmış küsur yıla varan bir hayat yaşadı ve hayatının bir bölümünde kendisine nübüvvet geldi.  Nübüvvetin gayesini en iyi anlatan hadislerden birisi şu olsa gerekir: “Ben mekarim-i ahlakı ikmal üzere gönderildim.” Mekarim-i ahlak veya güzel ahlak değerleri ne demektir? Güzel ahlakın mahiyetini açıklarken şunu düşünmeliyiz: Hepimizin insanlık hakkında bir fikri vardır. Bundan daha önce söz etmiştik. Mesela bir insan yanlış bir iş yaptığında “yaptığı insanlıkla bağdaşmaz” deriz. Birisi zulmettiğinde “zülum insanlığa yakışmaz” deriz. Hepimizin kafasında insanlıkla ilgili bir fikir vardır ve buradan hareketle şu önermeleri kurarız: İnsan olan zulmetmez, insan olan merhametsizlik yapmaz vs. Buna mukabil insan olmakla merhametli olmak, âdil olmak, yardımsever olmak, diğerkâm olmak arasında irtibat vardır veya bunlar birbiriyle özdeştir.

Demek ki her insanda insanlıkla ilgili bir fikir var ve bu konuda aşağı-yukarı bütün insanlar hemfikirdir. İslam ahlakçıları ve düşünürleri bunu beyan etmiştir ve onlara göre bütün insanlar “insan olmak nedir” konusunda bir fikre sahiptir; bu fikirde aramızda bir görüş ayrılığı yoktur. Mekarim-i ahlak dediğimiz şey budur: insanlığın müşterek ahlaki değerleri.Ahlak insanlığın ortak dilidir ve bu dil ile birbirimizle anlaşırız.  Doğumunu hatırladığımız Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim.’  Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, İslam metafizikçiler için bir şeyin tamamlanmasından söz etmek, o şeyin Allah’a bağlanmasından söz etmek demektir.  Her insan şu veya bu şekilde bir merhamet duygusu, cömertlik, iyilik vardır, yardımseverlik vardır. Dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar dindar olmadıkları halde ahlak sahibi olurlar, iyi ahlaktan konuşurlar ve ahlakı müşterek insanlık değeri sayarlar. Bu hususta da haklıdırlar: ahlak insanlığın ortak dilidir.

Ahlak insanlığın ortak dili ise şu soru anlamlıdır: Hz. Peygamber neyi getirdi ve neyi tamamladı? Hz. Peygamber güzel ahlakı getirmedi, çünkü insanlar zaten güzel ahlakın ne olduğunu biliyordu. Bu anlamıyla neyin iyi ve neyin kötü olduğu sorunu üzerinde derin bir tahlile gerek olmadan, ‘insanın aşina olduğu maruf’ şeklinde bir ahlak tanımı yapmak en azından metafizikçi sufiler açısından geçerli bir çerçeve çizmek demektir ahlak için.  Hz. Peygamber ahlakı Allah’a bağlayarak onun istikametini değiştirdi. Ahlakı tamamlamak bu demektir: ahlak ile Allah arasındaki irtibatı ilahi isimler üzerinden kurarak insanı ahlak yoluyla Allah’a bağlamak. Hz. Peygamber insanlara cömertliği öğretmedi, çünkü insanlar cömertliği zaten biliyordu; Araplar cömertlikleriyle meşhur insanlardı. İnsanlara cesareti veya merhameti de öğretmedi, zaten herkes merhametin ne olduğunu biliyordu. Onlar güveni ve emniyeti de biliyorlardı ve bu nedenle Hz. Peygamber’e ‘emin’ diyenler müşriklerdi. Hz. Peygamber’e “sadık” diyenler yine müşriklerdi. Demek ki insanlar “emîn” ve “sadık” olmanın ne demek olduğunu biliyordu, kendileri bu vasfa sahip olmasalar bile. Hal böyleyken soruyu yeniden sorabiliriz: Hz. Peygamber ahlak bahsinde tam olarak ne yaptı?

Hz. Peygamber ‘ahlakı ikmal ederken’ iki şeyi yaptı: Birincisi içimizde dahili ve harici amillerin etkisiyle zayıflayabilecek bir ahlak çekirdeğinin açığa çıkması için şartların hazırlandığı bir ‘şehir’ oluşturdu. Merhametli olmak istiyoruz ama olamıyoruz, cömert olmak istiyoruz ama olamıyoruz, yardımsever olmak istiyoruz ama olamıyoruz.  Hz. Peygamber mazeretleri ortadan kaldıracak şekilde şartları oluşturdu. Buna dinin toplumsal yanı ve ‘şeriat’ getirmek diyebiliriz. Bu sayede içimizdeki nüvenin sağlıklı bir şekilde ortaya çıkabileceği bir şehir teşekkül etti ve insanın mazereti –ortadan kalkmasa bile- en azından azaldı.  İkincisi ve daha mühimi ise ahlakı Allah’a bağlayarak ahlak ile ilahi isimler arasındaki irtibatı gösterdi.

Hz. Peygamber insana Allah’ın Kerim, Rahman, Rahim, Aziz vb. olduğunu öğretti ve insan için ahlaklı olmanın gereğini en üst hakikat olarak ortaya koydu. Bunun anlamı şudur: İnsan olmak ahlaklı olmaya, ahlaklı olmak ise Allah’a ulaşmaya bağlıdır. Allah’a bağlanmayan ahlak ‘iyi ve yeterli’ bir ahlak olmadığı gibi insan da ahlaksız sadece sureta insan olabilir. Bu sayede artık ahlak yeryüzünde huzurlu bir bireysel ve toplumsal hayatın aracı olmaktan çıkarak gerçek bir insan olmanın ve her şeyden önemlisi Allah’a vuslatın sebebi haline geldi: Allah’ı ancak O’nun vasıflarıyla bulabiliriz-bilebiliriz. Başka bir ifadeyle merhamet sadece bireysel ve toplumsal huzurun vasıtası değil, Allah’a ermenin sebebi haline geldi.

Burada yanlış bir algıyı tashih etmek gerekir: “Her doğan insan iyidir, temizdir.” İslam ahlakçıları insan algısını ters yüz edecek bir önerme kurarak insan doğmak ile insan olmayı birbirinden ayır ettiler. Bu bahsin mevlit ile doğrudan irtibatı olduğu gibi Hz. Peygamber’in mevlidi için yapılan kutlamaların sebebini anlamamıza katkı sağlar. İslam ahlakçılarına göre “her doğan  -insan olarak değil- insan adayı olarak doğar.” Her doğan aslında bir çekirdek insandır. Çekirdeğin –kuvve- insan haline gelmesi önce hidayete, buna bağlı olarak emeğe, gayrete, kısaca ahlaklanmaya bağlıdır. İnsan biyolojik ve fizyolojik değil, bütünüyle ahlaki ve aklî bir kavramdır. Filozofların insanı ‘natık hayvan’ diye tanımlamaları ile sufi metafizikçilerin tanımları bu noktada örtüşür. Nazari ve ameli yetkinlik insanı insan kılar. Özel kabiliyet gerektiren bu ‘elit’ felsefi tanımlamayı Müslüman düşünürler ise her bir insanın ilkesel olarak dahil olabileceği Allah’a bağlanmak ve ahlak olarak tevcih etmişlerdir. Bu yaklaşım anlaşılmadığı sürece mevlid üzerinde konuşmanın bir anlamı olmaz.

Mevlidin anlamı ve maksadı miraçtır dedik. Miraç Hz. Peygamber’den bize miras kalmıştır ve nübüvvet olmasaydı biz miracı bilemeyecektik. Demek ki biz mevlit ile miraç edeni ve o bilgiyi getireni hatırlamış oluyoruz.  O miras Müslümanların hayatında namaz adını almıştır.

Her birimiz doğumla yaratılırız ve her doğumla yeni bir kavis çizilir. Bu itibarla kün (ol) emrinden itibaren yeryüzünde ‘nefisler sayısınca’ mevlit olmuş veya kavis çizilmiştir. Bir şey bu kadar genel ve tabii ise onu kutlamanın ne anlamı olabilir? Doğum dediğimiz hadise bir ağaçtan yeni bir fidanın çıkması veya bir hayvandan yeni bir hayvanın üremesi kadar basit ve tabii bir hadise. Bu sayede yeryüzünde tenasül devam ediyor, çoğalma devam ediyor, burada bir övgü yok. ‘Nefisler’ sayısınca olan doğum miraç ile gayesine varmışsa doğumdan konuşmanın anlamı olabilir. Başka bir ifadeyle mevlit ile bir insan değil insan adayı doğdu veya yaratıldı; miraç ile ise insan haline geldi.

Üzerinde durmamız gereken şey nüzul değil, uruc (miraç) olmalıdır. Doğum (nüzul) miracın sebebi iken miraç mevlidin maksadını teşkil eder. İnsan miraç etsin diye doğdu (nüzul uruc kavsi ile tamamlanarak daire haline gelince insan ‘insan’ olur). Bu sayede ikinci bir kavis çizmekle asla kavuşuruz. Bu durumda mevlit maksadına ulaşmış doğum haline gelecektir.   Mevlana’nın benzetmesini hatırlarsak, ‘her tohum toprağa düşer.’ Bir tohumun değeri fidan olmasına bağlıdır. Topum ürün vermeden çürürse o tohum üzerine konuşulmaz. İnsan için miraca ulaşmamış bir mevlit üzerine konuşulacak bir mevlit değildir. Hz. Peygamber’den bereketli bir ağaç çıktığı için O’nun mevlidi üzerine konuşuyoruz.

Mevlidin anlamı ve maksadı miraçtır dedik. Miraç Hz. Peygamber’den bize miras kalmıştır ve nübüvvet olmasaydı biz miracı bilemeyecektik. Demek ki biz mevlit ile miraç edeni ve o bilgiyi getireni hatırlamış oluyoruz.  O miras Müslümanların hayatında namaz adını almıştır. Güzel ahlak, öteki bütün ibadetler vs. hep miracın fraklı tezahür ve tarzlarıdır. Miracı yaptığımızda mevlit maksadını bulur. Mevlit ve miraç ilişkisini dinin başka bir kavramıyla anlatabiliriz: Kadir Gecesi Ramazan içindeki bir gecenin adı iken aynı zamanda bir ahlak terimidir. Bir zaman olarak Kadir gecesi Hz. Peygamber’e Kur’ân-ı Kerîm’in nazil olduğu gecedir.  Tasavvufta şöyle denilir: ‘Her insanın Kadir Gecesi Kuran’ın davetine cevap verdiği gecedir.” Mevlit ve miraç ilişkisi için aynı şeyi söyleyebiliriz.

Hz. Peygamber’in mevlidi kutlanmaya ve hakkında konuşulmaya değer bir mevlit idi, çünkü onun mevlidi miraç ile maksadına erdi. Her insanın mevlidi konuşulmaya değer mi? Benim mevlidim hakkında konuşmaya değer mi? Her doğum yeryüzüne ‘nüzul’ etmeye ve bir kavis çizmeye değdi mi, yoksa yeryüzünün taşıdığı bir yük mü oldu? Bunun cevabı miraçtır: Miracı olanın mevlidi maksadına ermiş oldu. Miracın anlamı insanın Allah’a dönerek ve O’nu hatırlayarak hayatın istikametini değiştirmesidir. Miraç ile insan merkezde olanın Allah olduğunu öğrenir, daha doğrusu hatırlar.  Allah’ın varlığın merkezinde olduğunu hatırlamak ahlakı ikmal etmek demek olduğu kadar dinin bütün temel kavramları bu istikamette yorumlanabilir. İslam kelimesi Allah’ın merkezdeki varlık olduğuna iman etmek iken iman, ihsan gibi dinin merkezindeki kavramlar da bu anlama işaret eder.

Netice-i kelam: Doğum günlerini kutlamak günümüzde yaygın bir toplumsal adet haline geldi. Doğrusu bu şekliyle doğum günü kutlamanın bir anlamı olamaz. Ancak miraç ile mevlitleri maksada ulaşanların doğum günü bir anlam ifade eder. Ötekilerin doğum günü yaşadıkları sürece miraç imkânı ortada durduğu için ‘kuvve halinde’ bir manayı içerir: bekleyeceğiz ve göreceğiz, o mevlit kutlamayı değer mi, değmez mi?

Prof.Dr.Ekrem Demirli - Şair Sufiler

Devamını Oku »

Rabıta-ı Mevt: Hayatı Ölüme Bağlamak

Rabıta-ı Mevt: Hayatı Ölüme Bağlamak

Kabristan’ın kapısının üzerinde yazılan ‘Her nefis ölümü tadacaktır’ âyetini bazı köşe yazarları ‘büyük bir iştahla (!) işe koşanların moralini bozan bir yazı’ olarak değerlendirmiş, üretimin önüne set çeken bu âyetin kaldırılmasını istemiş, bazıları ise âyetin moral bozacak anlamı olmadığını söyleyerek bu görüşü eleştirmişti. Bir kabre bakıp morali bozulmayan fakat kapıdaki âyeti okuduğunda morali bozulan insan var mıdır?

Modern bir insan ölüme ve kabre bakarken ne görür? İslâm şehirlerinde kabirler tabiî bir şekilde şehrin içerisine yerleştirilmiş, ‘serin serviler’ altında yatanlar şehrin sakinlerinin hamûşân kesimi sayılmışlardı. Meselenin başka bir yönü de şudur: ‘Ölüm veya ölümle ilgili âyetin insanın iştahını kapattığı ve yaşama arzusunu gemlediği’ iddiasına karşılık ‘hayır, bu âyet iştahı ve hırsı kesmez’ denilebilir mi? Bu sorunun cevabı, kesin bir şekilde ‘hayır’dır: Kimse ölümün ‘iştah’ kesmediğini, ağ- zın tadını kaçırmadığını iddia edemez. Vakıa ölüm, moral bozan bir şeydir, yaşama iştahını keser, hırsını törpüler vs. Zaten bu nedenle ölümü hatırlamak bir müslümanın hayat düsturlarından birisidir. Sûfilerin sıkça zikrettikleri bir kudsî hadiste Allah Teâlâ ‘Mümin ölümü nahoş bulur’ der.

Vakıa her insan, farklı bir derecede olsa bile ölüm hakkında bir korku taşır içinde. Hz. Peygamber bir hadisinde ölümü ‘ağız tadını kaçırtan’ diye tavsif etmiş, onu sürekli yâd etmeyi tavsiye etmiştir. Ağız tadını kaçırtan ölüm! İnsanı zahitliğe yöneltmede bundan daha etkili bir sebep düşünülebilir mi? Hayatın bitmeyecek bir şey olduğunu düşündüğümüzde ölüm araya girer ve kendisini hatırlatır bize. Ölüm fikri, hayatı ciddi ele almayı sağlayan düzenleyici bir ilke olarak yer alır müslümanların hayatlarında. Bu itibarla hayat ile ölüm -sûfilerin terimleştirmesiyle fenâ ile bekâ halleri gibi birbirini tamamlayan iki şey veya tek bir şeyin iki veçhesidir.

Bu telâzum ilişkisi sûfilerin râbıta-ı mevt, yani ‘ölüm râbıtası’ veya ‘ölümü düşünmek’ diye kavramsallaştırdıkları düşüncede kendini bulur. Râbıta-i mevt, daha çok tasavvufta işlenmiş olsa bile, hiçbir zaman tasavvufa münhasır bir düşünce olmamıştır. ‘Âhirete iman’ bütün müslümanların hayatlarında tasavvuftaki râbıta-i mevt’in işlevini yerine getiren bir âmil olarak bulunmuştur. Her müslüman öldükten sonra tekrar diriltileceğine, dünyada yaptığı hayır veya kötülüklerin karşılığını göreceğine iman eder.

Herkes hayat ne kadar uzun olursa olsun- bir gün varacağı âhireti hesaba katarak davranışlarına yön verir, aşırılıklardan uzak durur, hayırlar için çalışır vs. Sûfiler ise hayat ile ölümün irtibatını temelden değiştirmişlerdi. Bunu yaparken önce hayatın ne olduğuna bir cevap vermişlerdir. Daha doğrusu İslâm düşünürlerinin, özellikle de kelam bilginlerinin zaten vermiş oldukları bir cevabı yeniden yorumlamışlardı.

Klasik düşünce Tanrı ile âlem ilişkisini bazen zorunlu ve mümkün kavramlaştırmasıyla, bazen hâdis-kadîm kavramlaştırmasıyla ele alınmış ve incelenmiştir. Her durumda vardıkları netice varlığın mümkün varlık için kazanılmış bir hak, yani kendisinden olan bir şey değilken Kadim ve Zorunlu için bizatihi kendisinden kaynaklanan ve hatta bizzat kendisi olan bir gerçeklik olmasıdır. Ölüm ve hayat meselesinin en önemli veçhesini bu ontolojik yaklaşım ortaya koyar. Baş ka bir ifadeyle bu ontolojik tasavvur bir kez gerçekleşmiş ‘mazideki’ bir eyleme atıf yapmak yerine Tanrı-âlem ve insan ilişkilerinin her yönüne nüfuz eden dinamik ve sürekli bir anlama sahiptir. Meselenin ayrıntısına girmeden belirtilmesi gereken şudur:

Bu yaklaşım mümkünler, yani âlem ile insan için varlığı bir hak olarak değil, bir lütuf ve ihsan olarak kabul etmek demektir. Bunun anlamı var olmanın ve yaşamanın ancak bir lütuf sayesinde gerçekleşmiş olduğudur. Kelamcılar, İslâm filozoarına göre, bu konuda daha katı bir tavır içerisindedirler. Buna mukabil varlık Kadim Hak için bir ayrıcalık ve haktır. Bu nedenle herkes kendisine varlık ihsan ettiği için Allah’a ‘hamd etmelidir.’ Üstelik kelam bilginleri ki bu noktada onları sûfiler takip etmiştir- her an içerisinde ‘hayatta kalmak’ ihsanının yenilendiğini düşünerek sürekli hamd halinde kalmayı tabii bir durum olarak kabul etmişlerdir. Bu ihsanın yenilenmesinin terimsel ifadesi yaratılışın yenilenmesi anlamındaki teceddüd-i emsâl veya tecdîd-i halk teorisidir.

Bunun anlamı, bir kez var olduktan sonra hayatta kalmanın sürekli bir durum değil, her an yenilenen bir durum olmasıdır. Her varlık her nefes yeniden yaratılır ve en nihayetinde bütün hayat baştan sona kadar yeniden yaratılır. İslâm metafizikçilerinin kahir ekseriyetinin düşüncesi budur. Sûfiler bu görüşü dikkatle tahlil etmişler, var olmanın anlamını bu eksende yorumlamış, insan ile Allah arasındaki sürekli ilişkiyi bu çerçevede görmüşlerdir.

Bunu ilâhî isimler görüşüyle ele alırsak, ‘tecellide tekrar yoktur’ ve hayat sonsuz tecellilerin neticesi olarak her an yeniden ortaya çıkar. Bir şey ilâhî ismin tecellisiyle var olurken elKayyûm isminin tecellisiyle varlığını sürdürür. Hiçbir şey varlıkta iki nefes sürecinde kalmaz. Buna rağmen biz bir süreklilik gözlemleriz. İnsan için bu süreklilik ‘adet’ denilen bir durumdan kaynaklanırken adeti ortaya çıkartan ise yaratmanın sürekli aynı ilkeye göre gerçekleşmiş olmasıdır. Daha sonra kısmen değineceğimiz gibi, sufilerin ölüm ile ölüm sonrasından ürkmemelerinin sebebi bu yaratılış teorisidir. Çünkü ölümle birlikte her an hayatta gerçekleşenden başka bir şey gerçekleşmeyecektir ki! Biz zaten her an ölmekteyiz ve yeniden yaratılmaktayız.

Hal böyleyken yok olmadığımıza göre ki bu en büyük lütuftur, ölümden niçin korkalım? Sûfiler tam da böyle düşünmektedirler. Bu teoriden hareket eden İslâm ahlâkçılarının ya da sûfilerin hayat tasavvuru ‘an’a, yani şimdiki zamana odaklanmıştır. Bir sûfi için hayat mesela yetmiş yıllık bir ömür değil, içinde yaşadığımız ‘an’dan ibarettir. Burada farklı bir zaman anlayışıyla yüz yüze geliriz. Böyle bir zaman anlayışının nasıl bir hayat anlayışı ortaya çıkarttığı, insanı tembelliğe veya boş vermişliğe mi, yoksa dinamik bir hayata mı yönlendirdiği gibi sorunlar üzerinde durulmamış olması, yaklaşımın özgünlüğüne ve derinliğine halel getirmez.

Geçmiş-şimdiki-gelecek zaman diye bölünen zaman yerine ‘an’ üzerinde odaklanan bir zaman anlayışı, insan sorumluluğunun ve hayatın ciddiyetinin taşınabileceği en ileri noktadır. Çünkü geçmiş ile gelecek, ‘an’ tasavvurumuzu tezyîf eden ‘mevhum’ bir gerçeklik olarak bizi varlıktan kopartır. Başka bir ifadeyle zamanın mevhum bu iki ucu, ya- şadığımız anı tasavvufî tabiriyle en ileri derecedeki bilinç halimiz demek olan ‘huzûr’ içerisinde idraki engelleyerek bizi hayale ve vehme savurur. Sûfiler tûl-i emel, yani uzun emeller beslemeyi reddederek gelecek zamanın insanı savuran etkisini kırmak istedikleri kadar aynı zamanda amelleri ve hatta günahları- unutmayı tavsiyeyle de geç- miş zamanın etkisini ve bilhassa ‘benlik’ husûle getiren yönünden kurtulmak istemişlerdir. Bu itibarla ‘an’ı tezyif etmek ve insanı hayattan uzak tutmada geçmiş zaman ile gelecek zaman arasında bir fark yoktur: her ikisi de insanı ‘an’dan uzaklaştırır.

Geçmiş sadece bir muhasebe ve tecrübe alanı olarak insan için anlam taşırken gelecek sadece bir kasıt yönelme ve niyet ve umut alanı olarak insanı ilgilendirir. İnsanın zamanı bir ‘an’ olarak yaşadığını belirtirken sûfiler bir terim daha kullanmışlardır. O da ‘nefes’tir. ‘Hayat üç nefesten ibarettir’ cümlesi, sûfiler tarafından sıkça zikredilir. Katı bir zahitlik şeklinde anlaşılabilecek bu ifade, her insanın ilke olarak kabul edilebileceği bir düşüncedir. Kimse henüz almamış olduğu bir nefesi mutlaka alaca- ğından emin olamayacağı kadar verdiği nefesin varlıktan gitmiş olduğunu da inkâr edemez. Geçmiş ancak devam eden, yani ‘an’ içerisinde bulunan neticeleri sebebiyle ‘var’ sayılabilir. Demek ki sûfilerin hayatı bir nefes veya an olarak görmeleri, ilkesel olarak kabul edilebilen bir şeydir. Onları ayırt eden ise ilkeyi bir vakıa olarak görüp hayat ile ölüm irtibatını ona dayandırmalarıdır.

Her halükarda hayat bir nefes veya bir andan ibarettir. Sûfi de aslında her insan an anlamındaki halin veya vaktin oğludur. Herhalde tasavvufun bütün İslâm düşüncesine katmış olduğu en dinamik ilkelerden birisi bu ibnü’l-vakt prensibidir. İbnü’l-vakt, yani şimdiki zamanın oğlu olmak ki tasavvufta oğulluk vazifesiyle ilgilenen insan anlamında kullanılır- hayat ile ölüm arasına perde olarak sadece bir nefesi yerleştirmek demektir: Hayat ile ölümü ayıran şey sadece bir nefestir! Bu düşünce, bütün tasavvufun ve onun içinde ortaya çıkan başta zahitlik olmak üzere, zikir, murakabe, muhasebe, rü’yet, huzur vb. her düşünce ve kavramın ana fikridir. Böyle bir düşünce dünya ile âhireti birbirinden ayıran sınırları ‘mevhum’ sayıp gerçekten ve vakıadan uzaklaştıran bir tuzak saymak demektir. Zamanı ve hayatı- bir süreklilik şeklinde algılamamız bir yanılgıdan ibarettir.

İslâm düşünürleri bu yanılgının kaynağına ‘adet’ derler. Adet yani hayattaki her şeyi aynı şekilde görmüş olmamız, bizde bir süreklilik duygusu teşkil eder. Hâlbuki hayat sürekli bir değişimden ibarettir ve İbnü'l-Arabî’nin tabiriyle ‘sabit olan tek ilke değişimin kendisidir.’ Âhireti hayata yaklaştırırken sûfiler tayy-ı zaman ve tayy-ı mekanın gerçek anlamını bize hatırlatırlar. Dü- rülen zaman ve mekan, vehimlerimizin ortaya koyduğu bir mesafeden ibarettir. Yoksa ölüm ile hayat arasında ne kadar mesafe olabilir ki? Bu yaklaşım İslâm ahlâk anlayışı- nın gelişiminde çok önemli merhalelerden birisini teşkil eder, Çünkü artık öteye atılmış bir muhasebe kavramının yerini hemen muhasebe fikri alır.

Ahlâk için bundan daha kuvvetli bir âmil olamaz. Ancak bundan daha önemli bir mesele daha vardır. O da ölüm ve hayat tasavvurunun değişmesiyle ilgilidir. Âhiret hayatının bu kadar yakınlaş- tırılması veya âhiretin dünya hayatına taşınması tasavvuf hayatında bir korku meydana getirmemiştir. Tam aksine mümin için âhiret hayatının dünyaya taşınması demek bütün nimetleriyle birlikte dünyaya taşınması demektir. Sûfilerin ‘ölmezden önce ölmek’ ve dünyadayken Hakka ermek dedikleri budur.

Prof.Dr.Ekrem Demirli,Şair Sufiler
Devamını Oku »

Hz Mevlana'nın Kadına Bakışı

Hz Mevlana'nın Kadına Bakışı

Müslüman toplumlarda târih boyunca kadının konu­munu belirleyen unsurlar şunlardır: Dînî kurallar, sosyal, siyâsî ve etnik çevre ve İslâm öncesinden gelen kültür mîrâsı. Bu sebeple İslâm dünyâsında, kadının her yerde ve her dönemde aynı konumda ve durumda olduğu söylene­mez.

Kur’ân-ı Kerîm’de kadının gerek yaratılış, gerekse hak ve sorumluluklar yönünden erkekle müsâvî konumda olduğu görülür. Kadın, Allah’ın kulu olması bakımından erkekle eşit seviyededir. Dînî hak ye sorumlulukları da aynı düzeydedir. Hz. Peygamber’in kadınlara yönelik söz ve uygulamaları da benzer çerçevededir.

Hz. Peygamber 25 yıl boyunca Hz. Hatice ile tek eşli olarak yaşadı. O da kendisini dâima destekledi, ona teselli kucağını açtı. Sonraki eşi Ayşe, kızı Fatma, hem sağlıklarında, hem de sonraları toplumda çok seçkin bir yere sahip oldular. Onlar “ümmü mü’minindirler.

Ne yazık ki İslâm toplumlarındaki uygulamalar her zaman bu çizgide devam etmedi. Hz. Peygamberden sonraki dönemlerde kadının mevkii geriledi. Kökleşmiş ataerkil aile anlayışı ve erkek egemen tavır, kadın haklarını kısıtladı. Sıhhati şüpheli bâzı hadisler yaygınlık kazandı. Naslar bu istikâmette yorumlandı.


Tasavvuf ve Kadın



Tasavvuf çevrelerinde ise kadının yeri, başka alan­larda olduğundan daha ileri seviyededir. İlk önemli kadın eren Râbiat-ül-Adeviyye’nin ismi bir sembol hâline geldi. O, bu alanda tek örnek değildir.

“Bana dünyâdan üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadınlar ve gözümün nûru olan namaz” hadisi, tasavvuf muhitinde daha çok tanındı, revaç buldu ve zengin yorumlarla iz bıraktı.

Bilindiği gibi tasavvuf düşüncesine göre, her şey Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecellîsidir. Bu du­rumda erkeklik-dişilik gibi bir ayırım izafi kalır. İnsan olarak her iki cins, en azından müsavi olmak gerekir.

Kadının da erkeğin de kemâle ermesi asıl hedeftir. Bir kıyaslama olacaksa bunun ölçüsü “kemal”dir. Kâmil bir kadın nâkıs bir erkekten elbette üstündür. Kural her­kes için geçerlidir; ilâhı beyan şöyledir: “Allah katında en değerüniz, en müttaki olanınızdır”.

Tasavvuf hayâtı duygu yoğunlukludur. Genel olarak kadınlar daha duygusal bir yapıya sâhiptir. Bu durum tasavvufla kadın arasında ortak bir payda, ortak bir zemin saydır. Bu sebeple İslâm dünyâsında, başka dallardan çok sûfîlik kadın nev’inin gelişmesine elverişlidir denebilir.

Sûfılerin hayat hikâyelerinde “ana”lar mühim yer tutar. Menkıbelere göre birçok velînin annesi, daha hâ- mdeliğinden îtibâren dindarca ve müttaki yaşamaya önem vermiştir. Çocuklarına abdestsiz süt emzirmemeye dikkat etmişlerdir.

Abdülkâdir Geylânî’nin annesi, ne pahasına olursa olsun yalan söylememesi konusunda kendisine tenbihte bulunmuştur. Muhyiddin İbn-i Arabi’nin mânevî hayâtın­da, Fâtıma isimli ermiş bir kadının yeri mühimdir. Ona göre “Ebdâl” (Kırklar) arasında kadınlar da vardır.

Erzurumlu İbrâhim Hakkı (1703-1780)’nın İstanbul seyahatleri sırasında eşi Zeliha’ya yazdığı sevgi ve hasret yüklü mektuplar ilgi çekicidir.

Son dönem mürşidlerinden Ken’an Rifâî’de, manevî kıvılcımları ilk çaktıran kimse annesi Hatice Cenan sul­tandır. Annesi onun ilk mürşididir. Ken’an Rifâî'ye göre: “Fikir, his ve îman alışverişinde, kadın erkekten daha mü­sait bir araç, daha verimli bir zemindir.”Bütün bunlara rağmen şu bir gerçektir:

Târih içinde hemen her toplumda kadın konusunda farklı değerlendirmeler yapılmıştır. Erkek egemen bir tav­rın yaygınlığı açıktır. Buna tepki olarak doğan feminist cereyanların bâzı zorlama düşünceler ileri sürdüğü de bir gerçektir.

Bütün bunların ötesinde, soğukkanlılıkla meseleye ba­kılcak olursak şunu görürüz: Kadın, yaratıkların en üstünü olan insan nev’inin bir örneğidir. Tıpkı erkekte olduğu gibi, onun da meziyetleri ve zaafları vardır. Yapı olarak  genellikle duygusal tarafı ağır bastığından, bu meziyet ve  zaafları daha belirgin şekilde ortaya çıkar.

Hz. Mevlânâ’nın kadına bakışma gelince; onda tasavvuf düşüncesindeki kadına olumlu yaklaşımın ağır bastığı açıktır. Gölpınarlı’nın belirttiği gibi, Mevlânâ’nın zaman zaman “kadınları dâima erkekten aşağı gören Orto­doks düşünceye teması, ancak bir gelenekten, herkesin söylediği sözü icap ettiği için tekrarlamaktan başka bir şey değildir.”

Bu tutum, realist oluşuyla da ilgilidir. Evet, kadın bir şeytan değildir, ama o, bir melek de değildir. Her insan gibi olumlu ve olumsuz örneklere sahiptir; kişi bazında da bâzan iyi bâzan kötü davranışlar sergileyebilir. Ne ki Mevlânâ’da kadınlailgili olumlu unsurların daha çok öne çıktığı görülür.

Kendisinin mutlu bir evlilik hayâtı olmuştur. Buna rağmen Fîhi Mâfih’in bir yerinde evlilik hakkında olum­suz ifâdelere yer verir. Ona göre kadınlarla birlikte yaşa­mak çok sabır gerektirir. Bu berâberlik insanın kendisini iyileştirip olgunlaştırması için bir vâsıtadır. Tıpkı elleri kirden temizlemek için bir havluyla silmek gibidir. Hayat­ta asıl olan, evlilik ve onun zahmetine katlanmaktır. Ama buna güç yetiremıyecek olanlar, Hz. Isa gibi bekarlığı tercih edebilirler.

Mesnevide ki  Şeyh Harakânî (Ö.425/1033) hikâyesi ilgi çekicidir: Bir müridi bu şeyhi ziyâret için bin bir sıkın­tıya katlanıp gelir. Kapıyı şeyhin karısı açar ve kocası hakkında fevkalâde kötü sözler eder. Onun bir sahtekâr ve riyakâr olduğunu söyler. Çok üzülen mürid ayrılır, ormanda Harakânî’yi aramaya koyulur. Nihayet onu bulur. Harakânî bir arslan üzerine binmiş ve elinde kamçı olarak bir yılanı tutmaktadır. Der ki: “Ben sabredip bu kadının yükünü çekmeseydim, arslan benim yükümü çe­ker miydi?”

Aynı durum kadın için de söz konusudur (Men sa-bera zafera).A’râbi’nin karısı hikâyesinde de yoksulluktan müşte­ki olan bir kadının dırdırını tasvir eder. Hikâyenin so­nunda iş tatlıya bağlanırsa da, yer yer kavga şiddedenir, koca: “Ey kadın, kavgadan çekişmeden vazgeç, vazgeç­meyeceksen benden vazgeç!” der. “Susarsan ne âlâ! Yoksa şu dakikada evi barkı terk ederim” noktasına kadar gelir. Bu arada ağlamaya başlayan kadın için şu hakîma-ne söze yer verir: “Göz yaşı kadının tuzağıdır.” Hikâyenin devamındaki şu ifâdeler ne kadar beşerî tasvirlerdir:

“Ağlamadan bile gönül çekici olan kadının, gözyaşı ve âh ü vâhı hadden aşınca; gözyaşı yağmurundan bir şimşek çakıp o merd-i vâhidin kalbine bir kıvılcım sıçradı.

Güzel yüzüyle erkeği esir eden kadın, kendine bendelik süsü verince hal ne olur?

Azametinden yüreğini oynatan, kibrinden seni tir tir titreten o, gözünün önünde ağlamaya başlarsa ne hâle gelirsin?

İstiğnası ile gönülleri kanatan o güzel, işi yalvarmaya dö­kerse ne hâle girersin?

Cevr ü cefâsının tumağına düşürmüş o dilber özür dilemeye kalkışırsa ya bizim özrümüz ne olabilir ?

Allah (Züyyine linnâs..) hükmünce kadının muhabbeti ile insanı tezyin etmiştir. Hakk'ın bu tertibinden insanlar nasıl kaçabilir ?

Zira Allah kadını erkeğin sükûn ve teselli bulması için ya­rattı. Bunun için Âdem Havvadan nasıl ayrılabilir ?

Bir kimse yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa, ya da Hamza’dan bile ileri geçse, ferman dinlemek husûsunda yine de karısının esiridir;

Sözlerine cümle âlemin mest olduğu Hz Muhammed bile: ‘’Kellimînîyâ Hümeyrâ” derdi (Bana bir şeyler söyle ey Hümeyra).

*

Hz. Mevlânâ bu noktadan itibaren beşen-maddı ale­min üstüne çıkıp metafizik dünyâya adım atar. Önce sem­bollere başvurur; erkeği suya, kadını ateşe benzeterek derki:

(Her ne kadar su ateşe galip ve baskın ise de, bir kabın içindeyken ateş o suyu kaynatır.

Ne vakit bir kap ikisinin arasına girse (ateş) o suyu hava­ya çevirip yok eder.

Zâhiren su ateşe galip olduğu gibi, sen de kadına hâkim isen de bâtınen kadına hem mağlûp hem de tâlipsin!

Böyle bir husûsiyet ancak insanda vardır. Hayvandaki mu­habbet duygusu eksiktir. Bu da hayvanın insandan aşağı olma­sından ileri gelir.

Resûlullah Efendimiz “Kadınlar, âkıllar ve gönül sahipleri üzerine galiptir ” dedi.Diğer taraftan câhiller kadına galiptir, çünkü onlar sert ve kaba muâmeleli olurlar.Câhillerde rikkat, lutuf, muhabbet azdır. Çünkü tabiatla­rında hayvanlık galiptir.Muhabbet ve rikkat insânî sıfatlardır. Gazap ve şehvet ise hayvani sıfatlardır. ”

Ve yüce Mevlânâ son noktayı koyar:

“Kadın Hakkın nûrudur, sâdece sevgili değil, sanki hâliktır, mahlûk değil.”

İşte kadının gerçek değeri buradan gelir. O, Allah’ın yaratıcı kudretinden vasıflar taşımaktadır. Hayâtın devam­lılığında büyük vazife görmekte, böylece İlahî faaliyet ve tecellînin aziz bir rüknü olmaktadır. Belli bir irfan seviye­sine varanlara göre: “Kadına muhabbet, onların vücutlan aynasında Cenâb-ı Hakk’ı müşahede edebilmektendir.”

Maneviyat âlemlerinde mesâfe kat etmiş erkeğin kadına sevgisi, bir bakıma onun vâsıtasıyla İlâhî güzelliğin vus­latını dilemek mânâsı taşır.

*

Kadını Hakk’ın nuru olarak gören ve yaratıcı vasfı­na vurgu yapan Mevlânâ kadın-erkek denkliğine, her ba­kımdan bunların birbirini tamamlayıcı olduklarına, dola­yısıyla tek kalınca ikisinin de eksik ve yarım olacağına işâret eder. Şu benzetme ne hoştur:



“Âlemde her cüz muhakkak kendi çiftini ister: Kehrüba nasîl saman çöpünü çekerse her cüz muhakkak kendi çiftini çe­ker”

Gökyüzü yere ‘Merhaba” der, “demirle mıknatıs nasılsa ben de seninle öyleyim.

Gökyüzü aklen erkektir, yer kadın. Onun verdiğini bu bes­ler yetiştirir.

Yerin harareti kalmadı mı gök hararet yollar, rutubeti bitti mi rutubet verir.

Bu yeryüzü, hanımlıklar etmekte, doğurduğu çocukları em­dirip yetiştirmektedir.

Şu halde yerle göğün de aklı var, böyle bil. Çünkü akıllıla­rın işlerini işliyorlar.

Yer olmasa güller, erguvanlar nasıl biter, gökyüzünün suyu, harareti olmasa yerden ne hâsıl olur?

Dişinin erkeğe meyli ikisinin de işi tamamlansın diyedir.

Bu birlikte âlem beka bulsun diye Tanrı erkekle kadına da birbirlerine karşı meyil verdi.

Gece de böylece gündüzle sarmaş dolaş olmuştur. Geceyle gündüz süretâ birbirine aykırıdır, ama hakikatte birdir.

*

A’râbî hikâyesine Mevlânâ kendisi yorum getirir. Bu karı kocadan maksat nefis ve akıldır. İyiyi de kötüyü de ayırt etmek için bunların ikisi de çok lâzımdır. ” Bu ikisi (akıl ve nefis) şu toprak evde (yâni bedende) gece gündüz cenkve cidalde­dir,”

Başka bir hikâyede şu benzetme yapılır: “Aklı erkek bil, nefsi ve tamahı kadın” Bunlardan biri nura öteki karan- lığa götürür. Fakat ruh doğru yolu bulunca nefisle akıl birbirini destekleyerek, hep birlikte hakikate, nura kavu­şurlar. Bu durum her iki cins için geçerlidir.

*

Düşünce dünyâsında böyle olan Hz. Mevlânânın gündelik hayâtına, tavır ve uygulamalarına bakarsak, ka­dınlara karşı çok daha sevecen ve anlayışlı olduğunu gö­rürüz.

Mevlâna tek eşli bir evlilik hayâtı yaşadı. Eşinin ölü­mündensonra bir kadın dahaaldı, kendisi ondan önce vefat etti. Evinde ayrıca câriye kullanmadı. Evlilik ku­ramımabakışını oğlu Sultan Veled’e evleneceği sırada yaptığı şu tavsiyelerde görebiliriz. Eşi olacak Fatma Ha­run’la evliliği esnasında oğluna şunları yazar: “Allah için yüzümüzü ak etmek istersen, onun hatırını aziz, ancak pek aziz tut; onunla her günü ilk gün, her geceyi gerdek gecesi say. Hani bir gün Hz. Peygamber kızı Fatma’yı hoş tutması için Hz. Ali’ye "Fatma benim bedenimin bir par­çasıdır” buyurmuştu ya. Eşin için sen de böyle düşün..”Mevlânâ’nın kadınlarla ünsiyetinin çok ileri seviyede kaldığı görülür. Bu kadınlar hem yüksek tabakaya mensup gailelerden hem de sıradan halk İçindendir. Eflâkinin Menâkıbında,ilk gruptakilerden bir kısmı ismen zikredilir.Bu eserde Mevlânâ hakkında birçok kadından rivayetler

yer alır. Mevlânâ’nın asıl ilgi gösterdiği kadınlar ise, halk tabakasından idi. Onlar Mevlânâ’yı severler, toplantılar yapıp onu evlerine çağırırlardı. Irşad için onlara gider, gelince üstüne güller saçarlardı. Gölpınarlı’nın beyânına göre onunla birlikte semâ ederlerdi.

Eflâkî’deki şu rivâyette Mevlânâ’nın kadındaki in­sanlık cevherine saygı duyarak aldığı güzel sonucun örne­ğini görürüz: O, insanların hakir gördüğü bir fâhişe kadı­nın ve maiyetindekilerin, kendisine saygı gösterisinde bu­lunmaları üzerine, onlara gönül alıcı sözler söyleyerek, tövbe edip düzgün bir hayâta dönmelerini sağlamıştır.

Schimmel, Kur’an’daki Belkıs-Süleyman kıssasına dikkâti çeker. Sâdece M evlâna’nın bu konuyu Hz. Süley­man’la Belkıs arasında cereyan eden romantik duygular ve aşk zemininde derinlemesine ele aldığını belirtir

İnsan psikolojisini iyi bilen Mevlânâ, kadın rûhunun inceliklerine dikkati çeker. Aşırı baskıların ters tepeceğini hatırlatır. Fihi Mâfîh’te kadının zorla örtülmesi konusunda hoş bir örnek vardır: .

“Kadın nedir?.. Sen nasıl bakarsan bak, ne söylersen söyle, o neyse odur. Kendi bildiğinden şaşmaz; belki çok söylemekle daha beter olur.”

“Kadına karşı: “Kendini sakla, örtün!” diye ne kadar aşırı gidersen, onda kendini gösterme arzusu o nisbette fazlalaşır. Halkta da, gizlendiğinden dolayı, o kadını görme eğilimi o kadar ziyadeleşir. Şu halde sen oturmuş, iki tarafını da görmek ve görülmek arzusunu ve isteğini artırı­yorsun.

“Meselâ bir ekmek alsan, koltuğunun altına koyup, onu herkesten saklayarak desen ki: “Bunu hiç kimseye vermeyeceğim, hattâ hiç kimseye göstermeyeceğim bile!..” Her yerde ekmek bolluğuna rağmen, sakladığın o ekmeği görebilmek için insanlar senin peşini bırakmazlar ve: “Biz o sakladığını mutlaka görmek isteriz!”diye, tuttururlar. Çünkü “insanlar yasaklandıkları şeye karşı aşın istekli olurlar.”

Ayrıca eğer o kadının özünde kötü iş yapmama eği­limi varsa, sen mâni olsan da olmasan da; o, güzel yaradı­lışına, temiz ve iyi huyuna uyacaktır. Müsterih ol ve gön­lünü bulandırma. Eğer durum bunun aksine ise, o yine kendi bildiği yolda, yaradılışına uygun şekilde hareket edecektir. Ona engel olmaya çalışmak, isteğinin şiddetini artırmaktan başka bir şeye yaramaz*



Sonuç: Hz. Mevlânâ hayâtın içinde, ayaklan yere basan, gerçekçi bir insandır. Beşeri yönüyle kadını ele alırken, onu meziyetleri ve zaaflarıyla olduğu gibi değerlendirir. Kendisi  tek eşli ve mutlu bir aile hayâtı sürdürdü. Her sınıftan ka­dınla ülfet ve ünsiyeti oldu. Onlarla sâfiyet ve samimiyet içinde ilgilendi. Öte yandan metafizik açıdan ve hakikat gözüyle bulunca kadını alabildiğine tebcil eder. Yaratıcılık ve doğurganlık özelliği dolayısıyla o sanki tanrısal bir vasfa sahiptir. Mevlânâ kadını “Hakk’ın nûru” olarak niteler.

Prof.Mehmet Demirci - Hz.Mevlana ve Mevlevi Kültürü





Devamını Oku »