İmanla Güzel Ahlak Toplum Ferdlerine Huzur Kazandırır



İman ve salih amelden semerelenen güzel ahlak dünyada huzuru ahirette de ebedî saadeti kazandırır. Çünkü imana dayanmayan güzel ahlak diye bir şey yoktur. Binaenaleyh iyal ve akraba ferdlerinin hatta her toplum ferdinin manevi olgunluğunu ve olgunluğunun da görüntüsü olan ilim ve güzel ahlakı huzur ve mutlulukla tabir ederiz. Kur'an ve ha­diste buna "hayat-ı tayyibe" denilmektedir. Ruh ve bedenden ibaret insana; dimağını selamet-i fikir, kalbin âkile kuvvetini zikir ve sair azaları İslamın emretmiş olduğu ahlakla terbiye etmek huzuru ve refahı ka­zandırır. Bu takdirde nefs ve bütün organların hisleri, sürür ve zevk bu­lur, huzur ve refahı elde eder. Çoğu zaman insan İslamın emrettiği şekil­de yaşadığı vakit bu sürür ve zevki madde olarak da hisseder. Çünkü ilmî ahlakın tatbikatı önce bir nev'î vehmî ve hayalîdir. Sonunda ise vic­danî ve şuhûdîdir. Bu müşahededen mahrum kimse ilmin ve güzel ah-

lakın hissinden bîhaberdir. İnsan amelî olarak şuurlandığı zaman ancak bu huzur ve mutluluğu görür. Eğer en âlî olan huzuru, en süflî olan bir misalle tarif edersek şöyle deriz: Dil tatlıyı, tuzluyu, ekşiyi; el yumuşağı, serti; tenasül azası şehveti ve bunlara bağlı his organları kendi sahala­rında zevklenip sevinç ve sürürü müşahede ediyorlarsa, öylece İslam dîninin emrettiği şeyleri yerine getiren ve yasaklarından da sakınan, yo­lunun bitiminde her bir ibadetin lezzet ve sevincini, sürür ve zevkini bü­tün asabî damarların hisleriyle kendi nefsinde müşahede eder. Hem na­sıl ki dil acılığı hissediyorsa, beden de her bir azada öylece kendisiyle yapılan günahın acısını hisseder. İşte bu iki hissin müşahedesine hayat-ı tayyibe denilir. Süflî olan nefs vehmî kuvvetiyle aleyhinde ve lehin­de bir şeyleri hissederken zevk için yahud nefret ve kaçmak için beden­deki refleksi fiile geçirebildiği gibi, tatbikatın neticesinde ruh da aleyhin­de bir şey hissettiği zaman derhal refleksi harekete geçirir, lehinde de bir şeyleri hissettiği zaman sevinç ve sürür içinde kalır. İşte aşk bu.

Kimi­si de buna cezbe dedi. Şu kadar ki nefsin hayvânî mertebesindeki ref­leks altıncı hissin seviyesine kadar tekâmül eder. İmdada yetişmek ister­se de tedbir edemez. Korkudan ve sevinçten şuur altına düşer ki buna hayret derler. Ne hayret? Şaşkınlık bu. Hayat-ı tayyibe ile şereflenmiş in­sanın vehmî kuvveti firâsete ve keşfe dönüşür. Bedendeki refleks ise burhana dönüşür. Bu takdirde dînin aleyhinde olan bir şey keşfolundu- ğu zaman altıncı hissin fevkindeki şuur ve burhan, refleksi uyarmayla birlikte tedbir de alır. Tedbiri son derece tesirli olur. İşte bu hikmete bina­endir ki, kafirin refleksi süflî ve nefsânî olduğu için kafir harbden kaçar. Mü'minin refleksi ulvî ve ruhânî olduğu için kaçmaz, daha da cesaretle­nir ve temkinle hareket eder. Kafir korkudan saldırır, mü'min ise muhab­betten saldırır. Hayat-ı tayyibeden ibaret nefs ve his organlarının zevk içerisinde kalması şübhesiz takvânın semeresidir.

Takva kemal bul­dukça bu görülmez. Nefs-i mutmainne'nin makamı da takva makamıdır. Bir çocuk erginlik çağına ulaşmadığı müddetçe şehvet lezzetini duyup sezemediği gibi bir insan da imandan sonra cehalet ve düşük ahlaktan arınmazsa hayat-ı tayyibeye kavuşup kavrayamaz. Erginlik çağındaki bir genç şehvet zevkini ve kendisindeki hisleri inkar edemediği gibi, imanı ve nefsi mutmain olan bir mü'min de hayat-ı tayyibeyi inkar edemez olur. İşte insan inkar edemez dereceye ulaştığı andan itibaren hayat-ı tayyi­beye kavuşmuş olur. Her bir emri yerine getirmekte bir zevk bulduğu gibi, her bir günahın arzusu anında da onun ızdırabını çeker, hisseder.

Bütün ashâb-ı kiram istisnasız olarak hayat-ı tayyibenin içerisinde idiler. Hayat-ı tayyibenin zirvesine ulaşanlar da vardı. Her bir maddenin içerisinde manayı görürlerdi ve bilirlerdi. Nitekim bir gün Rasûl-u Muhte­rem yıkanma eseri olan ıslaklık üzerinde bulunduğu halde bazı ashabın yanına gidip oturmuştur. O anda kendileri hayat-ı tayyibe içerisinde muazzam hoşnud ve aşk ile dolu görülünce hayat-ı tayyibe ile şeref­lenmiş olan ashab cûşa geldiler. Onlardan biri: "Ey Allah'ın Rasûlü, hali­nizi hoşnud durumda görüyoruz." demişler. *“Evet Vallahi, hamdolsun Allah'a.” buyurmuştur. Ashab sonra zenginlikten söz açtılar. Bunun üzerine Rasûl-u Muhterem şöyle buyurdu:

*“Gerçek şudur ki, Allah Teâlâ'nın emrlerini yerine getirip yasak­larından sakınan takva sahihlerine zenginlikte zarar yoktur. Fakat takva sahibine sıhhat, zenginlikten daha hayrlıdır. Nefsin hoşnut­luğu (hayat-ı tayyibe) da büyük nimetlerden sayılır.” Hadîs-i şerifteki,''tayyib-un-nefs"in manası beşeriyete nazaran, ehli ile buluş­mak, bedeni isteklerini yerine getirmekten dolayı bedende devam eden sürür ve hoşnudluktur. Ruhâniyete nazaran da İlâhî ve rûhânî aşkın lez­zetidir. Ancak bedendeki sürür gelip geçici olup suyun yüzündeki köpük gibidir. Ruhânî lezzet ise tükenmez devamlı akan su gibidir. Arada fark çok... Ezcümle ''Sizin nezdinizdeki şey (dünya lezzeti) tükenir, Allah'ın indindeki şey(cennet ve nimetleri) ise bakîdir. (Allah yolunda sefalete, kafirlerin ezalarına, dînî tekliflerin meşakkatine katlananlar ahde vefada sebatla) Sabredenlerin mükafatlarını Biz (onların) yapmakta olduklarının daha güzeliyle ve­receğiz muhakkak. Gerek erkekten ve gerek kadından kim o mü'­min olduğu halde iyi amel(ve ahlak)de bulunursa hiç şübhesiz onu dünyada hayat-ı tayyibe ile yaşattırırız (ahirette de) ve her halde (onların) yapageldiklerinden daha güzeliyle mükafatlandırırız.” [En- Nahl 96-97] buyrulan ayet-i kerîmede de bu mana apaçık tasrih olunmak­tadır.

İşte huzur ve mutluluktan ibaret hayat-ı tayyibe dünyada iman ve salih amelin mukabili olarak verilmektedir. Bu ayet-i kerîme mü'minlere birçok müjdeleri veriyor...

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,syf:618-621
Devamını Oku »

Takva'nın Manası

Takva'nın Manası



Bazıları şöyle der; “Takva, Allah’ın evliyasının sıfatlarının ilkidir. Takva, velilerin sıfatlarının ve niteliklerinin temeli, onların en yukarıda olanıdır.Bununda ötesinde takvâ bütün sıfatların içinde bulunur. Onunla diğer sıfatlar ıslah olur. Allah takvâyı velilerin sıfatlarının ve niteliklerinin başlangı­cı yapmış ve Kitabı’na (Kurana) bununla başlamıştır: “Elif, lâm, mim. işte bu kitap ki, bunda bir şekk yoktur. Muttakîler için bir yol göstericidir." Sonra onların sıfatlarını zikretti ve şöyle buyurmaktadır: “Onlar, gaybe inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf ederler. ”



Bazı kimseler şöyle demiştir: “Takvanın mânası, sırların haram ve şüphe­li şeylerden imtinasıdır. Sırrı kabullenip ona boyun eğdiğinde bu hâl onu, güzel (tayyibât) ve helâl olan şeyleri terke çağırır. Bu hâl devam ettiğinde onu (onu Allah’tan alıkoyan) alakaların terkinde dikkate sevk eder. Hatta nazarın (bakışın) alaka cihetine doğru olduğunda bunu ondan sakındırır.Böylece onu Allah’tan alıkoyan her şeyden korur ve onu herkesin Rabbine çağırır. Nihayetinde bunların hepsinde bu hâl benimsendiğinde ve bütün alakalardan kesildiğinde, izzet-i nefis cihetiyle Hakk’a nazarına ona engel olur.Takvâ hem ilk hem de son makamdır, takvâ hem ilk hem de son nefes­tir. Hatta insan Hakk’ı sırrı ile mülahaza etse, onu takvâ kurtarır ve tefrîd (birleme) lisanı ile de şöyle der: “aman hâl aman!” Nitekim bu hususu şair şiirinde şöyle dile getirmiştir:



Ne zaman seni ansam lanetler beni sırrım,

Zikrim, derdim lânetler beni seni andığım zaman

Sanki senden bir gözcü seslenip durur bana

Sakın ha! sakın yâd etmekten, âmân!



Bazıları da şöyle den “Takvâ, Mevlâ'nın evliya ve csfiyâ kullarının kalp­lerindeki rakibidir (gözetleyicisidir). Onları derecelerini yükseltmeleri hususundu teşvik eder ve (oldukları) makamlarda durmamaya sevk eder. Takvâ, onları bir an terk etmez, onlarda yerleşir, hatta onlarla Hakk a yü­rür, Kuşun bulundukları yuvada bir an kalmaları (gibi) (onların takvâdan ayrılmalarına bir an bile) mühlet vermez.”



Bil ki; takvâ, korunmaktır. Korumak mânasına gelen Arapça Vikâye’ kökünden alınmıştır. Bu da kulun nefsini kendisi İçin bir korumasıdır. Bu durumda o, dünyada rahata ulaşmak için hevâsından uzaklaşır ve yaşadığı anda takvayı kendine takdir eder.



Bazıları şöyle der: “Takvânın üç derecesi vardır: İlki, söz ve akit olarak Allah’a şirk, inkâr etme ve nifakla ilgili olan takvâ. İşte bu hidayetin ilk kapısıdır. Kul haramların hepsinden korunursa, velayet ehlinden olur. Tak- vâsıyia (haramlardan) korunursa onun işi gaye ve sonuç olarak hâsıl olur.”



Haris el-Muhâsibî’yetakvâ ve mânasısuâl edildiğinde o şöyle demiştir: “Takva kelimesi bir isimdir. İsim olarak onun için takdir edilen bir mâna vardır ki, o da Arapça korku mânasına gelen ‘havf’ kelimesinden türetilmiş­tir. Bu durumda takvâ kelimesinin mânası, kalbin, zahirî ve bâtınî uzuvla­rın Allah’ın nehyettiği şeylerden emrettiği şeylere intikal etmesidir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allahtan korkanlar, elbette cennetlerde ve pınarların başındadırlar."11Muttakîler ise muhakkak ki, bir emin makamdadırlar.’’



Bir grup şöyle der: “Muttakîler (Takvâ sahibi kimseler) şirkten kaçman kimselerdir.”



Bir grup şöyle demiştir: “Muttakîler (Takvâ sahibi kimseler) amellerini, kalplerini ve uzuvlarını riyâ, gösteriş ve kendini beğenme afetlerden koruyan, bunlardan sakınan ve bâtıla çağıran sebeplerden uzaklaşan kimselerdir.’’



İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Takva'nın Manası

Takva'nın Manası



Bazıları şöyle der; “Takva, Allah’ın evliyasının sıfatlarının ilkidir. Takva, velilerin sıfatlarının ve niteliklerinin temeli, onların en yukarıda olanıdır.Bununda ötesinde takvâ bütün sıfatların içinde bulunur. Onunla diğer sıfatlar ıslah olur. Allah takvâyı velilerin sıfatlarının ve niteliklerinin başlangı­cı yapmış ve Kitabı’na (Kurana) bununla başlamıştır: “Elif, lâm, mim. işte bu kitap ki, bunda bir şekk yoktur. Muttakîler için bir yol göstericidir." Sonra onların sıfatlarını zikretti ve şöyle buyurmaktadır: “Onlar, gaybe inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf ederler. ”



Bazı kimseler şöyle demiştir: “Takvanın mânası, sırların haram ve şüphe­li şeylerden imtinasıdır. Sırrı kabullenip ona boyun eğdiğinde bu hâl onu, güzel (tayyibât) ve helâl olan şeyleri terke çağırır. Bu hâl devam ettiğinde onu (onu Allah’tan alıkoyan) alakaların terkinde dikkate sevk eder. Hatta nazarın (bakışın) alaka cihetine doğru olduğunda bunu ondan sakındırır.Böylece onu Allah’tan alıkoyan her şeyden korur ve onu herkesin Rabbine çağırır. Nihayetinde bunların hepsinde bu hâl benimsendiğinde ve bütün alakalardan kesildiğinde, izzet-i nefis cihetiyle Hakk’a nazarına ona engel olur.Takvâ hem ilk hem de son makamdır, takvâ hem ilk hem de son nefes­tir. Hatta insan Hakk’ı sırrı ile mülahaza etse, onu takvâ kurtarır ve tefrîd (birleme) lisanı ile de şöyle der: “aman hâl aman!” Nitekim bu hususu şair şiirinde şöyle dile getirmiştir:



Ne zaman seni ansam lanetler beni sırrım,

Zikrim, derdim lânetler beni seni andığım zaman

Sanki senden bir gözcü seslenip durur bana

Sakın ha! sakın yâd etmekten, âmân!



Bazıları da şöyle den “Takvâ, Mevlâ'nın evliya ve csfiyâ kullarının kalp­lerindeki rakibidir (gözetleyicisidir). Onları derecelerini yükseltmeleri hususundu teşvik eder ve (oldukları) makamlarda durmamaya sevk eder. Takvâ, onları bir an terk etmez, onlarda yerleşir, hatta onlarla Hakk a yü­rür, Kuşun bulundukları yuvada bir an kalmaları (gibi) (onların takvâdan ayrılmalarına bir an bile) mühlet vermez.”



Bil ki; takvâ, korunmaktır. Korumak mânasına gelen Arapça Vikâye’ kökünden alınmıştır. Bu da kulun nefsini kendisi İçin bir korumasıdır. Bu durumda o, dünyada rahata ulaşmak için hevâsından uzaklaşır ve yaşadığı anda takvayı kendine takdir eder.



Bazıları şöyle der: “Takvânın üç derecesi vardır: İlki, söz ve akit olarak Allah’a şirk, inkâr etme ve nifakla ilgili olan takvâ. İşte bu hidayetin ilk kapısıdır. Kul haramların hepsinden korunursa, velayet ehlinden olur. Tak- vâsıyia (haramlardan) korunursa onun işi gaye ve sonuç olarak hâsıl olur.”



Haris el-Muhâsibî’yetakvâ ve mânasısuâl edildiğinde o şöyle demiştir: “Takva kelimesi bir isimdir. İsim olarak onun için takdir edilen bir mâna vardır ki, o da Arapça korku mânasına gelen ‘havf’ kelimesinden türetilmiş­tir. Bu durumda takvâ kelimesinin mânası, kalbin, zahirî ve bâtınî uzuvla­rın Allah’ın nehyettiği şeylerden emrettiği şeylere intikal etmesidir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allahtan korkanlar, elbette cennetlerde ve pınarların başındadırlar."11Muttakîler ise muhakkak ki, bir emin makamdadırlar.’’



Bir grup şöyle der: “Muttakîler (Takvâ sahibi kimseler) şirkten kaçman kimselerdir.”



Bir grup şöyle demiştir: “Muttakîler (Takvâ sahibi kimseler) amellerini, kalplerini ve uzuvlarını riyâ, gösteriş ve kendini beğenme afetlerden koruyan, bunlardan sakınan ve bâtıla çağıran sebeplerden uzaklaşan kimselerdir.’’



İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Tahribat ve günahlara karşı takvâ esas tutulmalı



Bismillahirrahmanirrahim

[Bu mektup gayet ehemmiyetlidir.]

Aziz, sıddık kardeşlerim,


Bugünlerde, Kur’an-ı Hakimin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm.

Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.

Her zaman def-i şer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azime içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır.

Hem, az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.

Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli âmâl-i salihadır.

Risale-i Nur şakirtlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtiamiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takvayla ve niyet-i içtinabla yüzer amel-i sâlih işlenmiş hükmündedir. Malûmdur ki, bir adamın bir günde harap ettiği bir sarayı, yirmi adam, yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lazım gelirken; şimdi, binler tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve tesiratı pekharikadır. Eğer bu iki mütekabil kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mucizevâri muvaffakiyet ve fütuhat görülecekti.

Ezcümle: Hayat-ı içtimaiyeyi idâre eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde, gayet elîm ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler hakkında dehşetli neticeler veriyor.

Cenab-ı Hakka şükür ki, Risale-i Nur, bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneynin tahribiyle Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi, şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) olan sedd-i Kur’ani’nin tezelzülüyle ve Ye’cüc ve Me’cücden daha müthiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.

Risale-i Nur’un şakirtleri, böyle bir hadisede manevi mücahedeleri, inşaallah zaman-ı Sahâbedeki gibi, az amelle, pek büyük sevap ve âmâl-i sâlihaya medar olur.

Bediüzzaman Said Nursi

(Kastamonu Lahikası)
Devamını Oku »

İnsanın Şerefi Ne İle Ortaya Çıkar?

İnsanın şerefi kendisi için çizilmiş sınırları aşabileceği halde bunu yaratılmış olan her şeyin selâmeti uğruna yapmayışıdır. Kâinatın ahengini bozma gücü yaratıklar arasında yalnızca insandadır. Ademoğlu bu gücü şuurlu bir tutumla kullanmayarak kâinatın ahengine katılır. Kâfirler, münkirler şöyle düşünür: İnsan madem nizam harici olabiliyor, kâinatta kurulmuş düzene menfî yönde tesirlerde bulunabiliyor, yani yasakları çiğneyebiliyor; öyleyse kendi mantık mekanizması içinde bir İnsanî düzen kurulabilir, kendi özlem ve istekleri doğrultusunda bir nizam ihdas edebilir. İşte bu yaklaşım insanı şerefinden mahrum edecektir. İnsanın şerefi gururda, tekebbürde, iktidar hevesinde değil takvada yatar. Takva ise sakınmadır. Ama nasıl sakınma? Gücü yetmediği için, beceremediği için, üstesinden gelemediği için sakınma değil; güçlü olduğu halde, başarabildiği halde, elinden geldiği halde Allah’ın kendi hayırlarına olsun diye insanlar için koyduğu yasaklara uzanmaktan sakınmadır. Hadımları zina yapmıyorlar diye, dilsiz insanları küfretmiyorlar diye şerefli sayamayız. İnsanın şerefi kâfir olmamayı seçebilecek şuuru göstermedeki dirayetidir.

Bununla birlikte, insanın yeryüzündeki konumunu, haddinden fazla idealize etmemek daha doğrudur. Çünkü günahlar da insan için. Esasen müslim ve mü’min olmanın değeri insanın hiç ayağının sürçmemesi, hataya düşmemesi değil, ayağının sürçtüğünü anlayabilmesi, hataya düştüğünü görebilmesinde saklıdır. Yani insanın kulluğu aklını kullanabildiği bir alanda gerçekleşebilen canlı, hayatiyete sahip bir durumdur. Bu canlılık, bu hayatiyet içinde insan kendisine verilen emanete yaraşan bir tavrı ortaya koyar.

İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »